Pazartesi, 01 Mart 2021 13:15

75.HUTBE: MODERN FİTNE ODAKLARI

Yazan

MODERN FİTNE ODAKLARI

AYET:  

وَتَّقُوْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ لَّذِينَ ظَلَمُوْ مِنكُمْ خَاآصَّةً وَعْلَمُوْ أنَّ للّهَ َشَدِيدُ لْعِقَابِ

“Ey mü’minler! Öyle bir fitneden sakının ki, o, sizden yalnızca zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”[1]

وَخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪يِنَ رجَُلاً لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَ آمَّا خََذَتْهُمُ لرجَّْفَةُ قَالَ ربَِِّ لَوْ شِئْتَ هَْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَيَِّايَۜ تَُهِْلِكُنَا بمَا فَعَلَ لسُّفَ آـهَاءُ مِنَّاۚ نِْ هِيَ لَِّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بهَا مَنْ تَ آشَاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَ آشَاءُۜ نَْتَ وَليُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَرحَْمْنَا وَنَْتَ خَيْرُ لْغَافِر۪ينَ ﴿١٥٥﴾

“Mûsâ, kavminden, belirlediğimiz yere gitmek için yetmiş adam seçti. Onları sarsıntı yakalayınca (bayıldılar). Mûsâ, “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de bundan önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri günah sebebiyle bizi helak mı edeceksin? Bu sırf senin bir imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin. Sen bizim velimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın” dedi. [2]

FİTNENİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ZARARLARI

Peygamberimiz (s.a.s.) kendinden sonra meydana gelecek ve müslüman toplumun dirlik ve düzenliğini bozacak çeşitli fitnelerden ümmetini sakındırmıştır. Bu fitnelerin özelliklerini de sayarak bunları ümmetine tanıtmıştır. Ümmetin birliğini bozan faâliyetler, fırka fırka olmalar, dinî ve siyasî çekişmeler, müslümanlar arasında çıkan bağy (azgınlık) gibi olaylar, İslâm uğruna çalışma gayretinin azalması, zâlim yöneticilerle mücâdele edilmesi gerekirken onlara dalkavukluk yapılması, din bağının zayıflaması, dinden dönmelerin artması birer fitnedir. Fitne zamanında bereket azalır, sâlih ameller az yapılır, aç gözlülük artar, çıkar ve kan dâvâları sürüp gider, dinî konularda câhillik yaygınlaşır, can ve mal güvenliği kalmaz. İnsanlar arasındaki güven kaybolur, hak ve hukuka riâyet edilmez. Hatta öldüren niçin öldürdüğünü, ölen de niçin öldüğünü bilmeyecek kadar her şey birbirine karışır. Haklı haksız belli olmaz, anarşi, kaos, huzursuzluk ve emniyetsizlik alıp başını gider. Böyle bir fitne ortamında mü’minlere düşen, fitnelere karışmadan, gücü yetiyorsa fitneyi önlemeye çalışmak, yetmiyorsa bir kenara çekilip mü’minlerin hayrına duâ etmek, ya da fitneyi ve fitneye bulaşma tehlikesi olan işleri terk etmektir.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmetten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler meydana gelecek. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitne zamanında oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinizin evine girerlerse Hz. Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil).” [3]

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İhlâs sahibi kimselere ne mutlu! Onlar hidayet meşaleleridirler. Her türlü karanlık fitne onlardan uzak kılınmıştır.”[4]

Yine, Peygamberimizden şöyle rivayet edilmiştir: “Biliniz ki, kim Allah’tan sakınırsa Allah, onun için fitnelerden bir çıkış yolu ve karanlıklarda bir nur verir.”

Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsana hatalarının çok olması, amelinin azalması, hakikatinin az olması, gece leş olması, gündüz boşta gezmesi, hiçbir şeye şevki olmaması tembel ve rahatına düşkün olması fitne olarak yeter.”[5]

Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “Her kim fitne ateşini yakarsa, kendisi de yakıtı olur.”[6]

Yine Hz. Ali (r.a.) şöyle buyurmuştur: “Dünyaya bağlanmak, en büyük fitnedir.”

Fitneler karşısında dili tutmak (zamanımızda kalemi de tutmak), fitnelerden râzı olmamak, fitneye düşenler arasında uzlaştırıcı olmaya çalışmak, kendi yandaşına değil; hak ve adâlete destek olmak en iyisidir. Mü’minler fitne ortamını Peygamberimiz’in târiflerinden hareketle tanırlar ve mümkün olduğu kadar kendilerini bu zararlı fitnelerden korumaya çalışırlar. Fitneler bazen yavaş yavaş ortaya çıkar. İnsan kimi kez bunun farkında olmayabilir. Bir yere fitne girince de orasını kolay kolay terk etmez. İyi düşünmedikleri ve iyi hesap etmedikleri için fitneye bulaşanlar, pek çok zarara uğrarlar ve çoğu zaman fitne içinde olduklarını bile düşünmezler.

Fitneler bazen de Din’de grup grup (fırka fırka) olmak yüzünden de çıkabilir.[7] Herkes kendi görüşünü en doğru kabul eder, başkalarını bâtılda, yanlışta ve sapıklıkta görürse, müslüman cemaat arasına fitne girmiş demektir. Bunun sebebi kimilerinin grubunu veya cemaatini, o gruba ait görüş ve prensipleri Din’in önüne koymasıdır. Bu hataya düşenler bundan sonra başkalarına “öteki” gözüyle bakmaya başlarlar. Bu yanlış bakış açısından da anlaşmazlıklar, fitneler ve kavgalar doğar. Bundan dolayı hiç kimse bağlı bulunduğu grubu, cemaati, hizbi Din’in ilkelerinin önüne koymamalıdır.

Fitne zamanında yalan artar, ilmin getirdiği ölçüler dinlenilmez, gerçekler bir işe yaramaz. İlim ve gerçekler çok rahatlıkla istismar edilir, hatta fitneyi artırıcı bir şekilde kullanılır. Herkes kendi görüşünü doğru kabul eder ve onu gözü kara bir şekilde savunur. Fitneye bulaşanlar için din ve onun hükümleri lafta kalır. Kişilere ve gruplara câhillik yön verir, akl-ı selimden çok hevâlara uyulur. Fitneye düşenlerin hedefleri belli değildir. Kör kuyuya taş atanlar gibidirler. Fitne zamanında dinî hükümlerle, fitneye yön veren güçler arasında derin bir uçurum meydana gelir. Bu bir anlamda zorba güçlerin müslümanların yönetimini ellerine geçirip İslâm’ı ve onun hükümlerini yürürlükten kaldırmalarıdır. Onlar, insanlara dinin emir ve yasaklarının zor olduğunu aşılarlar. Dinden dönmeyi teşvik ederler ve bunun alt yapısını hazırlarlar. İnsanlar zengin olsa bile Allah yolunda harcama ahlâkı azalır. Asâletli ve yüce karakterli insanların sözü dinlenmez. Meydan âdi ve kötü kimselere kalır. Değerlere hücum edilir, haysiyetlere dokunulur, belki canlara bile kıyılır. Böyle bir ortamda hak ve adâletten yana olanlar, şeref ve haysiyetine değer verenler ile İslâm’a gönül verenler; ölümün yaşamaktan daha hayırlı olduğunu düşünürler.

Mü’minlerin karşılaştıkları bütün güçlükler ve ellerinde bulunan bütün nimetler ve imkânlar birer fitne/deneme sebebidir. Günümüzde, eskiye oranla insanların ellerinde daha fazla imkân ve eşya var, daha fazla nimetlere sahipler. Eskiden karşılaşılan pek çok zorluklar ve darlıklar, yerini kolaylık ve konfora bıraktı. İşte bütün bu imkânlar ve nimetler birer fitnedir/imtihandır. Bazı müslümanların karşılaştıkları baskılar, işkenceler, zulümler, haksızlıklar birer fitnedir. Müslüman ülkelerin zorbalar, diktatörler, tâğutlar, zâlimler veya zulüm düzenleri tarafından ele geçirilmesi bir fitnedir. Onurlu mü’minlerin bu zorbalarla ve zâlimlerle mücâdele zorunda kalmaları, kendileri hakkında bir fitnedir, sınav sebebidir. Özellikle modern toplumlarda ortaya çıkan ve giderek bütün dünyaya yayılan; şirk, ilhad, ahlâksızlık, sapıklık, isyan ve günah rüzgârları birer fitnedir.

Müslüman nesillerin karşı karşıya kaldığı inkârcılık, dünyalıklara aşırı derece bağlanma, Din’in emirleri karşısındaki duyarsızlıklar birer fitnedir. Müslümanların bölünmüşlüğü, fırka fırka olmaları, aralarındaki çekişmeler, müslüman ülkeler arasındaki yapay sınırlar birer fitnedir. Her bir müslüman; içinde bulunduğu şarta, elindeki nimete ve karşılaştığı güçlüğe göre fitneye uğratılıyor, denemeye tabi tutuluyor.

Müslümana düşen, varlık tablosundaki âyetlerden, oluşlardan ve karşılaştığı denemelerden ibret alması, Allah’tan gelen fitneyi kazanmaya çalışması ve bizzat kendisinin fitnelere sebep olmamasıdır.[8]

İslâm tarihinin ilk dönemlerinden siyâsî sebeplerle ortaya çıkan iç ihtilâf ve sürtüşmeler, âlimlerce fitne olarak değerlendirilmiştir. Hz. Osman’ın şehid edilişi ilk fitne olarak kabul edilmiş, Cemel ve Sıffîn vakaları, Hz. Ali’nin şehâdeti, Muâviye’nin meşrû halifeye isyanı ve oğlu Yezid’i kendisinden sonra devlet başkanlığı için veliaht seçip insanlardan zorla beyat alması, onun da Hz. Hüseyin’i şehid ettirmesi, yani Kerbelâ fâciası gibi ümmet içinde ve devlet bünyesinde ortaya çıkan karışıklıklar büyük fitneler olarak kabul edilmiştir. Bu tür fitneler sonucu birçok müslüman hayatını kaybetmiş, yeni yeni bâtıl mezhep ve anlayışların ortaya çıkmasına bu fitneler sebep olmuştur. Açılan bu çeşit yaraların kanları zamanımıza kadar dinmemiştir.

Fitnenin duayeni; ilk fitneci, İblis’tir. İlk cinâyet işleyen, haksız yere kan döken Kabil; dini yozlaştırıp, yöneticilerin arzuları doğrultusunda hakka bâtılı karıştıran din tüccarı Bel’am; zorbalıkta Nemrut; kendini tanrı ilân etmek sûretiyle Firavun; Muvahhidleri putçuluğa çağıran Sâmirî; Hakka sırt çevirme, kibir, kin ve nefretle, İslâm düşmanlığıyla yahûdi; tâğut ve müşriklerin gizli işbirlikçisi ve ajan provakatör özelliğiyle münâfık; Mekke’li müşriklerin içinde tevhid düşmanlığının simgesi Ebû Cehil “fitne” tarihi konusunda isimleri lânetle anılan öncüler durumundadır. Bütün bu isimler, kendi özellikleri içinde fitnede farklı bir çığır açtıkları için, tâkipçilerinin günahlarının bir mislini de kendi üzerlerine alacak kadar nefislerine zulmeden kimliklerdir. Bunlar, tarihî kişilik olmaları yanında, her devirde ve her ülkede görülebilecek semboller, prototipler olarak da değerlendirilmelidir. Allah’ın hükmünü uygulamadan kaldırıp beşerî ideoloji ve tâğutî düzenleri insanların başına büyük fitne olarak musallat eden kimliği de fitne duayenleri/pir ve üstadları arasında unutmamak gerekecektir.

Emperyalizm, hakkı olmayanı gasbeden uluslararası sömürü ağının plan ve program odağı, eylem biçimi anlamına gelir. Emperyalizm ve siyasal, sosyal yansımaları, son çağların büyük fitnesidir. Çağdaş insan, her yönüyle sömürülmekte, ezilmekte ve fitneye uğramaktadır. Hukuk sömürüsü, kültürel sömürü, ekonomik sömürü, ahlâk ve din sömürüsü, yer altı ve yerüstü zenginliklerin sömürüsü, eğitim adına, özgürlük adına, moda adına yapılan sömürü, savaşla, katliâmlarla yapılan sömürü...

İnsanların ezilip sömürülmesi için zayıf bırakılmaları gerekir. Birey ve toplumu zayıf düşürebilmenin en etkili yolu da anlayış ve yaşayış olarak “din” ve ona bağlı dinamikleri yozlaştırmaktır. Dinin yozlaşması, tahrifle, kavram kargaşasıyla, hakka bâtılı karıştırmak sûretiyle, dinin hâkim olmasına giden yolları tıkamakla, insanları dinlerini yaşayamayacak şekilde dinden soğutmak, câhil bırakmak vb. şekillerde olur. Bütün bunlar, toplumu derinden sarsan büyük fitnedir. Fitne, toplumu yok eden ve güçsüz bırakan en güçlü silâhtır. Fitne başı olan tâğut ve zâlimler, bu silâha toplum içerisinde bulunan uygun karakterleri kullanarak veya uygun kimlikleri bizzat yetiştirerek sahip olurlar. Uygulanan kapitalizm ve materyalizm gibi fitne zihniyetiyle insanları tüketim köleleri haline getirenler, karınlarını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen insan tipi oluşturmakta, düşünce, tefekkür, ibâdet ve cihad gibi insanı insan yapan temel dinamikleri devreden çıkararak sömürü fitnesini alabildiğine yaygınlaştırmaktalar.

Çok yönlü işgal güçlerinin keşif kolu durumundaki oryantalizm (şarkiyatçılık) ve misyonerlik çalışmaları, yahova şâhitlerinin insan avlama yöntemleri, modern fitne odaklarındandır. Çağdaş fitne tarikatı olan mason cemiyetleri, lions ve rotary klüpleri de yahûdi emperyalizminin ahtapotvari kollarıdır. Filistin’de kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün müslümanlara kan kusturan terörist İsrâil adlı açık fitnenin yanında; gizli veya değişik kamuflajlar içinde siyonizm fitnesi, İsrâil’le işbirliği çerçevesinde insanları yahûdi çıkarları doğrultusunda yönlendirme ve denetime almaya çalışıyor. Müslümanların yaşadığı ülkelerde halktan gizli olarak askerî faâliyetlerini sürdüren üsler de ayrı bir fitne organizasyonundan başka bir şey olmasa gerekir. Üsler aracılığıyla insanları gözleyen fitne odakları, yeryüzünü parsellemenin ötesinde, uzaya bile uydular yerleştirerek mahremiyet ve sır diye bir şey bırakmamaya çalışıyor; gökyüzünde de üsler kurma gayreti gösteriyorlar. Gizli haber alma teşkilatları olan başta, CIA, MOSSAD ve KGB gibi sınır ve ülke ayrımı gözetmeden herkese yönelik her çeşit fitnenin tezgâhlanıp uygulandığı yerlerdir. Bunları örnek alan ve yer yer işbirliği yapan müslümanların yaşadığı memleketlerdeki istihbârat örgütlerini de unutmamak gerekir.

İslâm’ın dışındaki tüm dünya görüşleri, ideolojiler, izmler ve düzenler fitnedir; hem de fitne doğuran ana fitnelerdir. Irkçılık, bölgecilik, mezhepçilik (mezhep bağnazlığı), cemaat taassubu, particilik, futbol fanatikliği, müzik düşkünlüğü, para hırsı, makam sevdâsı, şehvet tutsaklığı, moda hastalığı, televizyon esirliği, ideoloji çığırtkanlığı, tedbir adı altında zâlim ve tâğutlardan gereksiz korku, ümmeti saran çağdaş fitnelerdendir. Biraz sert ifadeyle, bugünkü kullanımıyla ilgili olarak ve çoğu kanalların misyonundan dolayı “fitnevizyon” denilebilen tv.nin, okunmak için değil de daha çok bakılmak için alınan boyalı basının, yani medyanın “haber” adı altındaki, müslümanları uyuşturma, karalama ve yönlendirmelerinin, fitnenin en olumsuz anlamlarıyla paralellik arzettiğini unutmamak gerekiyor. Bırakın İslâm düşmanı kâfir düzencilerin verdiği haberi, müslüman da olsa, açıktan günah işleyen fâsıkların aktardığı haberlere bile araştırmadan inanmamayı emreden Kur’an,[9] bizi fitne kaynaklarına karşı uyarmaktadır.

Bâtıl ideolojilerin egemenliği ve emri altındaki resmî din kurumlarını da unutmamak gerekiyor. Laikliğin, hatta din düşmanlığının resmî devlet politikası olarak uygulandığı yerlerde din kurumlarının özerk olması elbette fitnecilerin işine gelmez. Dinin devlet olmadığı yerde ister istemez devlet dini ortaya çıkacaktır. Bu ülkelerde sistemli bir şekilde câmiler kiliseye, imamlar papazlara; müslümanlar da laik kâfirlere benzetilmeye çalışılmaktadır. Din adına gerçek dine hücumlar yapılmaktadır. Din çarpıtılmakta, düzene ve kanunlara uygun hale getirilmek için kuşa benzetilmektedir. Bir sürü ilkel ve modern hurâfe din adına insanlara takdim edilirken; tevhid ve her çeşit fitneye karşı savaşın çeşitli adları olan cihad unutturulmakta ve dışlanmaktadır. Firavunun emrinde ve hizmetindeki Bel’am’ın rolünü üstlenen ve hatta kraldan fazla kralcı olan kişiliksizler, her devirde ortaya çıkar. Bunların elinde din, halkı uyuşturan afyon, âyinsel tören ve düzenin emniyet sibobu, koltuk değneğidir.

GÜNCEL FİTNELERDEN BAZILARI

Devlet, devleti temsil eden modern kutsallar, tâğutlar ve yüceltilen tağuti değerler…

Particilik, hizipçilik, bağnazlık…

Müzik, spor tutkunluğu, futbol fanatikliği…

Cep telefonu bağımlılığı, internet tutkunluğu, dizi hastalığı…

Aşk ve karşı cinse karşı aşırı ilgi ve saplantılar…

Eğlence ve rahat düşkünlüğü, marka ve lüks takıntısı…

Parayı tanrılaştıracak kadar sevmek, paraya sahip olmak için her yolu kabul etmek…

Ümmet arasında, farklı gruplar ve cemaatler arasında tefrika ve tekfir…

Çok çeşitli hurâfe ve bid’atler…

Irkçılık, kavmiyetçilik, hemşehricilik…

Birey olarak bir müslüman için en büyük fitneler; “servet”, “şehvet” ve “şöhret”; toplum olarak da; “devlet”, “cemiyet” ve “âdet”tir. Bütün bu fitne odaklarına karşı mü’minler, fitne/sınav bilincine sahip olarak, her davranışlarının ibâdet ve cihad olacağı şekilde fedâkârlığı kuşanmak zorundadır. Sayılamayacak kadar çok başı olan ve ağzından ateş saçan ejderha gibi çetin fitnelerle kuşatılan günümüz müslümanı, gününü gün etmekle, kâfirler gibi sadece geçim derdiyle uğraşmak veya müzik ve futbol gibi uyuşturucularla vakit geçirmekle, ya da namazını kılıp başka şeye karışmamakla; kendini ve evlâdını, çevresini ve dünyayı fitneden nasıl kurtaracak, görevini nasıl yerine getirmiş olacaktır? Dünyayı cehenneme çeviren ve âhireti de mahveden fitneler çok ve büyük, doğru; ama unutmamak lâzım, cennet de ucuz değil! Her şuurlu müslüman, öncelikle kendisi, fitne unsuru olmamalı, fitnecilerle işbirliği yapmamalı, onların emrinde ve yardımında bulunmamalıdır. Sonra, hiçbir fitne kalmayıncaya kadar savaşla, mücâdeleyle görevli olduğunu unutmamalıdır. Tüm yeryüzündeki bütün fitneleri kaldırma görevi kendilerine verilmiş müslümanlar, devlet çatısını zâlimlerden temizlemeden bu görevi üstlenmeyi rüyalarında bile gerçekleştiremezler. Ümmet, devlet gücüne ulaşmadan, yeryüzünün her tarafındaki zulüm, baskı, katliâmlar, savaşlar, ahlâk ve imanlara saldırılar son bulmayacaktır. Çevremizden başlayarak her çeşit fitneyi yok etme hedefini canlı tutmak ve böylece dünya huzuruna ve âhiret saâdetine kavuşabilmek için, İslâm’ı gönlümüzden başlayarak ulaşabildiğimiz her yere hâkim kılma mücâdelesi şarttır.

Fitne konusunda söylenmesi gereken bir durum da, bunu itham olarak kullanmaktır. “Fitne çıkarıyor”, “fitneci” gibi suçlayıcı ifadeler kullanırken, muhâtabın inancına ve yaşayışına çok dikkat edilmeli, bu ifadeleri cihad eden samimi müslümanlara karşı -hatta onlar, beğenmediğimiz ve farklı metodlar benimsemiş olsalar bile- kullanmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Hakkı haykırmak, tâğutlara ve tâğûtî düzenlere karşı çıkmak için gayret gösteren mü’minleri fitne çıkarmakla suçlayanlar; gerçek fitnecilerin ta kendileridir. Tüm fitnelerin kaynağı olan İslâm dışı sistemler içinde rahat ve refah içinde, ümmetin derdiyle dertlenmeden ve köklü değişim ve dönüşüm için uğraş vermeden gününü gün edenlerin bu tavırları, fitneye uğradıklarının göstergesidir. Fitne kazanını kaynatanlar, müşrikler, yahûdiler, münâfıklar ve bu sınıflardan birine destek verip onlara âlet olanlardır. İnsanı Allah yolundan alıkoyan ideoloji, düzen, yönetim, mal, evlât, âile, çevre, medya ve tâğutî kurumlar hep fitne unsurlarıdır. Tüm dünyadan fitneyi kaldırma, fitnenin kökünü kurutma hayali, planı, gayreti, cihadı ve savaşı içinde olanlara selâm olsun!

 

[1] ] 8/Enfâl, 25

[2] ] 7/A’râf, 155

[3] ] Ebû Dâvud, Fiten 2, hadis no: 4259-4262, 4/100, 101; Tirmizî, Fiten 30, hadis no: 2197, 4/488; Buhârî

Fiten 31

[4] ] et-Terğib ve’t-Terhib, 1/54/5

[5] ] Kenzu’l Ummâl, 43839

[6] ] Gurer’ul Hikem, 9163

[7] ] 23/Mü’minûn, 53

[8] ] Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları

[9] ] 49/Hucurât, 6

TAKVÂ GİYSİSİ VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -3-

ÂYET:

 يَا بَ آن۪ي دَٰمَ قَدْ نَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاساً يُوَر۪ي سَوْتِٰكُمْ وَر۪يشا۠ وَلِبَاسُ لتَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ يَٰاتِ للهِ لَعَلِهُمْ يَذكََّّروُِنَ يَا بَ آن۪ي دَٰمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ لشَّيْطًَانُ كَ آمَا خَْرجََ بََوَيْكُمْ مِنَ لْجَنَّةِ يَنْزعُِ عَنْهُّٰمَا لِبََّاسَهُِمَا ليُريَِهُمَا سَوْتِٰهِمَاۜ نَِّهُ يَريٰكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ نَِّا جَعَلْنَا

لشَّيَاط۪ينَ وَْل آيَاءَ للَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[1]

آيَا يَُّهَا لنَّبِيُّ قُلْ لِازَْوَجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِ آسَاءِ لْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪ب۪يبِهِنَّۜ ذٰلِكَ دَْنآٰى

نَْ يُعْرفَْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ للّٰهُ غَفُورً رحَ۪يماً

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [2]

وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ بَِْصَارهِِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُروُجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ لَِّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْربِْنَ بِخُمُرهِِنَّ عَلىٰ جُيُوبهِنَّۖ

“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[3]

Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği gibi örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir eziyettir. Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür; ama buna sebep olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet ve zulümdür. İslâm’ın istediği gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ giysisine özen göstermeden toplum içine çıkan bayanlar, özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet yapmakta, onların vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği gibi tesettür ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören erkeklerin haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu olma, Allah’a kulluk yapma, haram işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler. O yüzden tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan, kendisine gözüktüğü tüm erkekleri taciz ederek kul hakkı suçu işlemektedir.

Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi eziyetlerden, çirkin bakış ve düşüncelerden, teklif ve sataşmalardan korunmak isteyen bir bayanın şöyle düşünmesi gerekir: “Başkasının bana cinsel tâcizde bulunmasını istemiyorsam, bana ait güzellikleri allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek başkalarının bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartmamalıyım.” Halk da, bu konuda biraz kabaca şöyle şey eder: “Şey, şeyini şey yapmazsa, şey de şey yapmaz.”

Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolaysıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Örtü, erkeğe İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur. Yani örtü, kadını ve erkeği günahlardan, şeytanî dürtülerden, fitnelerden, dolayısıyla cehennemden korur.

Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliği yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda olarak düşünülüyor artık. “Tesettür(!) defilesi” denilen ucûbeler, bir taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, (kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken) en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam olunca da evindeki televizyonda, Filistin’li kızların dramını, Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.

Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecektir. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara kızmaktan, hatta acımaktan da önce, kadın ve erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.

Eğer başörtülüler, gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan dolayı başörtüsü örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan, yabancı erkekler tarafından beğenilme arzusundan ve hevâya uymaktan, şeytanı ve şeytanlaşanları râzı etme çabasından daha etkili olacaktır. O yüzden insanımıza, özellikle başörtülü tesettürsüzlere şu hadis-i şerifleri hatırlatalım:

“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.”[4]

“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.”1643

“Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar” buyurmuştur.[5]

“Kadın, örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker.”[6]

Âişe (r.a.)’den rivâyete göre, bir gün Ebû Bekir (r.a.)’in kızı Esmâ (ki, Peygamberimiz’in baldızıdır) ince bir elbise ile Allah Rasûlü’nün huzuruna girmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ondan yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.” Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.”[7]

Yüce Peygamberimiz, zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle oturuyorlarken ashâb-ı kirâmdan görme özürlü Abdullah ibn Ümm-i Mektûm çıkagelince Peygamberimiz eşlerine: “Bu zâttan korunun, ona karşı örtünün” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: “Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil midir? O bizi görmez, tanımaz ki (ondan sakınalım)!” deyiverdi. Bu söz üzerine Peygamberimiz mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdi: “Evet (o a’mâdır, görmüyor), ama siz de mi körsünüz? Siz de mi onu görmüyorsunuz? (Gözlerinizi koruyun ve tesettüre uyun).”[8]

“Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!”[9]

“Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.”[10]

“Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.”[11]

“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle) bakmaktır.”[12]

Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah’a (s.a.s.) ansızın bakıp görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu.[13]

“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz...”[14]

“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa kalmasın.”[15]

“Kim dünyada şöhret için elbise giyerse Allah ona kıyâmet gününde zillet elbisesi giydirir. Sonra da onu cehennemin alevli ateşlerinde yakar.”[16] Şöhret elbisesinden maksat, başkalarına câzip görünmek ve fors satmak için giyilen elbisedir.[17] İbnü’l Esir ise şöhret elbisesinden maksat insanların arasında göz alıcı elbiseler giyerek büyüklük taslamak, kibirli tavra bürünmektir diye belirtir.

“Kim (dünyada, dikkatleri üzerine çeken) şöhret elbisesi giyerse, Allah, alçaltacağı gün alçaltıncaya kadar, o kimseden yüz çevirir (rahmet nazarıyla bakmaz).”[18]

“Cennette bir kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha şey den daha hayırlıdır.” Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, nasif nedir?’ “Başörtüsüdür” buyurdular.[19]

Ve bir âyet-i kerime: “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).”[20] Daha hayırlı olan “takvâ elbisesi” nedir?

Takvâ (din örtüsü) ile kişi, kendini korumaya, dinî ha yatına zarar verecek şeylerden sakınmaya çalışır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikeler den saklayan nöbetçiler gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızar tacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş ve davranış biçimi. Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve namusuna zarar verecek davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ elbisesi. Takvâ elbisesi, sırf Allah rızâsı için ve emredildiği gibi, şuurla sevgi dolu teslimiyetle örtünmektir. Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile gi yim, yani hayâ duygusu ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddî - mânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.

Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.[21]

Bazı bayanların aşırı serbest hareketler içinde, müslüman bir hanıma yakışmayacak basit tavır ve başörtülerine uymayacak çirkinlikte kıyafetle toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir şahsiyet problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan bu çeyrek tesettürlü bayanlar, her geçen gün daha da artmaktadır. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan tümüyle uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.

Örtü Allah’a itaatin simgesidir. “Ben, vücudumda geçici bir süre duracak olan bir kiracıyım, emânetçiyim” diye düşünmeli insan. Vücuduma ait hangi organ olursa olsun o bana O’nun tarafından bir hediyedir. Hem de öyle değerlidir ki, hiç bir hakkım yokken bana verilmiş. Bunun bana bir lütuf olarak verilmesi karşısında ikram sahibine karşı kayıtsız kalamam. Bu, saygısızlık olur” diye düşünmeli insan.

“Bu kadar lütuftan sonra... Evet, benim üzerimde hâkimiyeti ve merhameti bu denli açık olan Zâta karşı yapmam gereken görev O’nun emir ve yasaklarına uymak olmalı. Zira O beni benden iyi tanıyor. Bana neyin faydalı, neyin zararlı olacağını benden iyi biliyor. Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları o işlerin arkasına takan Zat, tesettürde de benim bilemediğim ve göremediğim faydaları onun arkasına takmıştır” demeli ve itaat etmeli.

İnsan şöyle düşünmeli; “Ben, bana ayda sözgelimi 500 dolar verene günümden şu kadarını, şartlarını onun belirlediği işleri yapmak için veriyorum, hatta aldığım ücret yüksekse bunu seve seve yapıyorum. Rabbim bana yığın yığın nimetler veriyor. Bir gözümü milyarlarca dolara değişmiyorum, hayatıma değerler biçemiyorum. Bana bu kadar nimetleri hiç liyâkatim olmadığı halde veren Zâta karşı, değil günümün, ömrümün bütün zaman dilimlerini, şartlarını Onun belirlediği kulluk için seve seve veririm. Bana bin dolar maaş veren işverenimin bana emretme hakkı, benim de emredileni yapma görevim varsa ve ben bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu olarak yapıyorsam ve işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına katlanıyorsam; şunu da iyi bilmem lâzım: Bana her şeyi veren Allah da bana emrediyor. Bin doları veren, hayatımın bir bölümünü şekillendirme hakkına sahipse, Allah (c.c.) verdiği şeylerle hayatımın tamamını istediği biçimde şekillendirme hakkına öncelikle sahiptir.”

Sadece insan elbise giymez, giysi de insanı giyer, yönetir, yönlendirir. Dış, için aynasıdır. Dışı İslâm’ın anladığı anlamda temiz olmayanın içinin de çok temiz olmasına imkân yoktur. Kıyâfetin insan rûhuna etki ettiği de bir vâkıadır. O yüzden kadın giysisi giyen erkek artık kadın gibi tavırlar takınır. Bunun tersi de geçerlidir. O yüzden Peygamberimiz, çok küçük yaştaki çocukların bile karşı cinsin elbiselerini giyinmelerini yasaklar, hatta karşı cinsi çağrıştıracak renklerdeki giysileri de. İşte giysinin insan rûhuna bu etkisi, İslâm’ın uygun görmediği tarzdaki kıyâfetin imana da zarar vermesine sebep olabilecektir. Aynen gerçek imanın tam tesettürü, takvâ giysisini zorunlu kıldığı gibi.

İçinde, olması gerektiği şekilde iman esaslarını taşıyanlar için başörtüsü, “başı gitmeden başından gitmeyecek” kadar değer ifâde ederken, içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf olanlar için ise, o hizmet için, üniversite için tâviz verilebilecek bir teferruattır, olmasa da olur; ya da haram bakışları uzaklaştırmak yerine çekiciliği artıracak şekilde istismar edilebilecek bir oyuncak haline gelir. Şimdi ayrı bir risk daha eklendi; tesettürlülerin demokratik curcunaya katılıp düzene entegre edilmeleri için istismar malzemesi olma riski…

Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması, onun yozlaştırılmasına sebep olabilmektedir. Başörtüsü dinin emirlerinden bir emirdir. Birçok dinî görevin yerine getirilmesiyle başörtüsü ancak İslâmî bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen ya da diğer giysi ve davranışları başörtüsünün ruhuyla bağdaşmayan insanının başında ise o sadece bir bez parçasıdır. Bir ev düşünün onun üzerinde bulunduğu arâzinin toprağı gevşekse, yağan yağmur, esen rüzgâr onun toprağını oradan alıp götürüyorsa; bu durum, ev içinde oturanlara güven vermeyecektir. Sağlam bir ev, ancak sağlam bir zemin ve güçlü temel üzerine inşâ edilebilir. İşte aynen bunun gibi, iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır; başörtüsü ise bu binanın çatısı, tesettür/örtü ise onun dış cephesidir. Temeldeki çürüklük binanın her yerine yansıyacaktır. Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis, şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup gidecek veya başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır.

Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü bile yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak; tavır, yürüyüş, konuşma, gülme, aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı; o da tâğutlara başkaldırı anlamında baştâcımız iken; şimdi tâğutî düzenleri güçlendirmeye, başa geçenleri kutsamaya âlet olmaya başladı. Vay başımıza gelenler!

18 ilâ 20. Yüzyıl Türk tarihi, biraz da kıyâfetlerdeki acâyip ve hızlı değişimin tarihidir. Tanzimat denilen Batıya entegre olma, yönetimi ve halkı Batılılaştırma çabası, hayatın her alanında olduğu gibi, kıyâfetlerde de büyük kırılmanın başlangıcı olmuştur. Bu kırılma, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimlerle, kop(arıl)ma noktasına getirilmiştir. En önemli devrimlerin kıyâfetle ilgili olması, giysinin sadece bir görüntüden ibâret olmayıp oradaki değişimin kişinin inanç dâhil, tüm dünyasını değiştireceği gerçeğinden yola çıkılarak yapılmıştır. Tanzimat’la birlikte halkın giysi özgürlüğü baskı altına alınmış, devlet zoruyla kişiler Batılı giysilere mecbur edilmiştir. II. Mahmut zamanında başlamış olan bu faşizan, baskıcı, ceberut tavır, günümüzde de hâlâ sürdürülmektedir. Pantolon, ceket ve kravatı devlet dairelerinde zorunlu hale getirip “modern kâtip” giysisini dayatma ile yetinilmemiş, Yunanlıların başlarına geçirdiği kıyâfet olan fes, II. Mahmut tarafından zorla âlime, câhile giydirilmiştir. Müslüman halk, bu Batılı kıyâfetlere gâvur kıyâfeti demiş, bu giysileri zorla giydiren yöneticiye de “gâvur padişah” adını takmıştır. Bununla birlikte devlet güç kullanarak bu devrimi uygulamış, ardından nice zaman geçtiği halde ve fesin Cumhuriyetle birlikte terk edilmesine rağmen câmilerdeki namaz kıldırma memurları (üzerine sarık sararak) hâlâ bu köhne devrimi canlı tutmakta devam edegelmiştir. II. Mahmut’tan beri yöneticiler kendi güçlerini insanların başlarında görmeyi en büyük hedef saymışlar, baş üstünde yer edinemeseler de başın üstünde kendi devrimlerine yer bulmanın sadistçe mutluluğunu tatmak istemişlerdir. Adı geçen padişah, kafalara fes geçirip kendi egemenliğini başlarda görüp herkese gösterdiği gibi; aynı tavır, ilk cumhurbaşkanı tarafından da kafalarda şapka görülmek istenmesiyle ortaya konmuştur. Sonra egemenlik ve etkinliklerini başörtüsü yasağı şeklinde halkı sürüleştirme zevkini tadarak görmeyi sürdüren zihniyet, bütün bu yaptıklarını Batılılaştırma/çağdaşlaştırma adına yaptıklarını ifade etmeyi görev bilmişlerdir.

Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. Global dünya dini olarak dayatılan bu emperyalist dünya görüşü, insanı tek tip haline getirip sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır? Modernizm şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi ve ideolojisi olan materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan, maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten, deriden ibâret, giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin yolunu tuttuğu Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor olacakmış, çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette demokrasi var; canı ne isterse onu giyer, vücut onun değil mi, istediği gibi yapar…

  1. Mahmut’la birlikte müslüman halkın kıyafetine müdâhale edilmeye ve resmî kıyâfet dayatılmaya başlanmış, TC kurulur kurulmaz da daha net ve sert kıyafet devrimi uygulamaya konulmuş bir coğrafya, müslüman hanımların modernleşmesi konusunda diğer ülkelere karşı ilk kötü örneklere de sahne olmuştu. 20. Asırda devrimlerle devrilen değerlerle ilgili olarak, önce bin senedir giyilen çarşaf çıkar(t)ılmış, sonra peçeler at(tır)ılmış, zarûret olmaksızın yani çarşıda pazarda yüzlerin açılması yaygınlaşmıştı. Bilenler ya da hatırlayanlar ne kadar kaldı bilmem, hâlâ bazı kitaplarda ve mahfillerde “bol pardösü çarşafın yerini tutar mı?” tartışmaları yapılır(dı). Hanbelî, Şâfiî ve Selefîlerin câiz görmediğinden de yola çıkılarak özellikle fitnenin kol gezdiği günümüz ortamı gibi durumlarda ihtiyar olmayan bayanların diğer tarafları kapalı olsa da, yüzlerini ulu orta açmalarının câiz olup olmadığı gündeme gelirdi. Nereden nereye? Bugünkü entel takılan kültürlü bir bayana bunları anlatmak, hele takvâ ve azîmeti tavsiye etmek bile ne kadar mümkündür? Bu gidişle, korkarım birkaç sene sonraki bu dergiye benzer bir dergide bu yazara benzer bir yazarın makalesinin başlığı şöyle olacak: “Şeffaf Başörtüsü Tesettüre Uygun mudur?” Ya da “Açık Göbek Modası Başörtülü Bayanlar Arasında Niye Hızla Yayılıyor?” “Başörtülü Kızlardan Oluşan Dans Grubu Nasıl Ortaya Çıktı?” Gazete haber başlıklarından bazıları da şöyle olacak: “Güzellik Yarışmasına Katılmak İsteyen Başörtülüler”, “Başörtülü Şarkıcı ve Sanatçılar Dernek Kuruyor.”

Bu anlatılanlardan, “bütün başörtülü bayanlar böyle” gibi bir yargı çıkmaz elbette. Hayâ ve iffet sembolü, tam tesettürlü, ihtiyaç için çıktığı sosyal hayatta dişiliğiyle değil, kişiliğiyle hanım hanımcık yer alan ve Allah rızâsı için örtündüğü her davranışından belli olan şuurlu kızlarımızı ve kız kardeşlerimizi tenzih ederiz. Üzüldüğümüz şey; bu mücâhidelerin sayılarının giderek azalması ve kopmaların, karşı sınıfa transferlerin özellikle okuyan ve hele hele çalışan bayanlar arasında hızla artış eğilimi göstermesi.

Kraliçe Çıplak: Andersen’in meşhur masalındaki çıplak kralın çıplaklığını göre göre kabullenip dile getirmekten çekinenler gibi oldu insanımız. Başlarındaki taç kabul ettiğimiz başörtüsü ile kral değilse bile bizim mahallenin kraliçeleri durumundaki başörtülülerin örtüyü istismar edip yozlaştırmasından dolayı “kraliçe çıplak!” diye bağırmayı göze alanlar olmazsa bu çıplaklık tüm toplumu mahvedecektir. “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.”[22]

İslâm düşmanlarının bile bu konunun önemini bilerek devrimler ve baskıcı uygulamalarla kendi giysilerini dayattıkları bir dünyada, kendi kimliğimizi giysilerle de korumalı ve göstermeliyiz.

Ne mutlu, tesettürünü bayraklaştırıp cihadını ilân eden, hicap bilincine sahip, takvâ elbisesini hiç üzerinden çıkarmayan iffet ve hayâ timsali hanımlara! Kılık kıyafet ve yaşayış prensiplerini İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere!

Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların izi ve lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!

 

[1] ] 7/A’râf, 26-27

[2] ] 33/Ahzâb, 59

[3] ] 24/Nûr, 31

[4] ] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128 1643] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr

[5] ] Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s. 103

[6] ] Tirmizî, Radâ 18

[7] ] Ebû Davûd, Libâs 31, 34, h. no: 4104

[8] ] Ebû Dâvud, Libas 37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283

[9] ] Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25

[10] ] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325

[11] ] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671

[12] ] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20

[13] ] Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28

[14] ] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137

[15] ] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hacc 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7

[16] ] Ebû Dâvud, Libas 5, h. No: 4029, 4030

[17] ] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 94

[18] ] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 465

[19] ] Ahmed bin Hanbel, II/483

[20] ] 7/A’râf, 26

[21] ] 63/Münâfıkun, 8

[22] ] 8/Enfâl, 25

TAKVÂ GİYSİSİ VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -2-

ÂYET:

 يَا بَ آن۪ي دَٰمَ قَدْ نَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاساً يُوَر۪ي سَوْتِٰكُمْ وَر۪يشا۠ وَلِبَاسُ لتَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ يَٰاتِ للهِ لَعَلِهُمْ يَذكََّّروُِنَ يَا بَ آن۪ي دَٰمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ لشَّيْطًَانُ كَ آمَا خَْرجََ بََوَيْكُمْ مِنَ لْجَنَّةِ يَنْزعُِ عَنْهُّٰمَا لِبََّاسَهُِمَا ليُريَِهُمَا سَوْتِٰهِمَاۜ نَِّهُ يَريٰكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ نَِّا جَعَلْنَا

لشَّيَاط۪ينَ وَْل آيَاءَ للَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[1]

آيَا يَُّهَا لنَّبِيُّ قُلْ لِازَْوَجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِ آسَاءِ لْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪ب۪يبِهِنَّۜ ذٰلِكَ دَْنآٰى

نَْ يُعْرفَْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ للّٰهُ غَفُورً رحَ۪يماً

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [2]

وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ بَِْصَارهِِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُروُجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ لَِّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْربِْنَ بِخُمُرهِِنَّ عَلىٰ جُيُوبهِنَّۖ

“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[3]

Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü

asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veya baş kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden, ona alt yapı olan iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma düşer/düştü. Başörtüsü, diğer İslâmî kıyafetle birlikte ve imana dayanan bir davranış/yaşayış biçimiyle değerini alır; bunlardan bağımsız başörtüsünün Hindistan’ın millî kıyâfetinden farkı olmaz. Şuurlu ümmete “bu şekliyle başörtüsü, uğrunda can verilecek bir değer değildir” dedirtir, sahibine Allah indinde rızâ ödülü kazandırmaz.

Hakları kalmasın, bu manzarada yeşil sermayenin, “başörtülü tezgâhtar aranıyor” diye kapısına yazı yazan yeşil holdingden hacı amca tuhafiyecisine kadar esnafın, manken tipli başörtülü eleman arayanların, başörtülüleri plajlara alıştıran Kapris Oteli ve benzerlerinin, tesettür mayolarının, bu sektörden geçinen çeşitli alandaki iş piyasasının, özellikle tekstil firmalarının, ha bir de Tekbir(!) giyim ve benzerlerin, onların icadı başörtü defilelerinin büyük rolü var. Ama bu roller içinde en önemlisi, başörtüsüz ve başka örtüsüz resimlerin yer aldığı boyalı basında bile eleştiri almadan iki-üç günde bir farklı bir giysi ile boy resmi çıkan först leydi Emine Hanım’ın rolü ve çeşitli belediye kuruluşlarında boy gösteren başörtülü kızların figüranlığı. Olumsuz değişim rüzgârı bu konuda da iktidar cephesinden esti. Avrupa Birliği araştırıp öğrense başörtüsünü Avrupa kriterlerine uydurdukları için mevcut iktidara ne tür ödül vereceğini şaşırır.

Giysisiyle kültürlü olduğunu göstermek istiyor kızlarımız; tabii bu kültürün İslâmî bir kültür olmadığını önemsemeden. Kimlere benzemeye çalışıyorsa onlardan sayılacağını unutuyor. Genç ve özellikle güzel gözükmek istiyor sokaktaki ve iş hayatındaki bayanlar. “Örtülü isek, bizim de güzel gözükme hakkımız yok mu?” diyorlar; müslüman hanımın cehenneme gitme (erkekleri de itme) hakkı araması gibi bir şey bu. Şeytânî düzenlerin oyununa geldi insanımız. “Başörtülü bayanlar yeter ki çarşıya pazara dökülsünler, zarûret olmaksızın ve uygun ortam aranmaksızın çalışma hayatına girsinler, lisesi üniversitesi ve diğer kurumlarıyla düzenin çarkları arasına sıkışsınlar, moda oltasına takılsınlar… gerisi kendiliğinden gelir” hesabıyla tuzaklar kuruldu ve kolay avlandı kızlarımız. Cennetin bedelini unuttular, ellerindeki Paris biletiyle Mekke’ye gideceklerini umdular.

Tesettür anlayışı konusunda İslâm’la bugünkü müslüman arasında dağlar kadar fark oluşmuş durumda. İslâm, sadece başörtüsünü, sadece türbanı emretmiyor elbette. Tesettür bununla bitmiyor. Sınıflarda pardösü çıkarılarak etek-bluzla oturan; kanı kaynayan genç erkeklerin ve öğretmenlerin her türlü bakış ve tavırlarına, sözle ve gözle saldırılarına muhâtap korumasız bir kızcağız. Evinde erkek misâfirlere bile gözükmeyen hacı, hoca çocuğu bu müslüman kızların, amfi ve sınıflardaki, kantinlerdeki kızlı erkekli karma eğitim ve eritim içinde bulunmasının nasıl bir tezat teşkil ettiği kimsenin eleştirisini bile almıyor.

Üniversitelerde kızlar başörtülü olarak okuyabiliyor. Bu hükümet, başörtüsü meselesini çözdü, diye kimileri salakça övgüler yağdırıyor yönetime. Başörtüsüne kurban ettiler tesettürü, hayâyı, iffeti. Bırakın takvâ elbisesini, normal tesettür değil, başörtülülerin kıyafeti. Başörtüsünü ayağa düşürenlere ödül vermek istiyor halk. Tesettürsüz başörtüsünden, İslâm’ın yasakladığı ne varsa hepsinin bulunduğu üniversitelere başörtüsüyle girebilmekten başka iktidarın yaptığı hayır adına bir şey yok. Bu şekliyle başörtüsünün serbest olması mı daha iyi idi, olmaması mı, tartışılır. Bunlardan çok daha önemlisi odur ki: Kâfirlerin işgaline uğramış olan müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkelerde mü’minlerin okullarda imanına müsâade edilmiyor. Putlar ister istemez sevdiriliyor, övdürülüyor. Ders diye nice terslikler oluyor, küfür kelimeleri söylettiriliyor, en azından dinlettiriliyor, puta tapma törenleri icrâ ettiriliyor... Bunlara normal gözle bakılır, ses çıkarılmaz, tepki gösterilmezken, tesettür ve hicab görevini ne kadar yaptığı da şüpheli olan salt başörtüsü serbestisine methiyeler düzülmesi mi gerekiyor? Din ve imandan daha mı önemli bu?

İnsan sadece diliyle konuşmaz. Eskilerin hâl dili dediği iç lisânı da vardır. Beden dili denilen, vücudun aldığı şekille, organlarının gösterdiği özel tavırla da konuşur. Araştırmaların gösterdiği çarpıcı sonuç; beden dilinin, konuşma dilinden çok daha etkili olduğu şeklindedir. Beden dili, sadece organların değil, aynı zamanda organların örtüldüğü giysi ile de yakından ilgilidir. Yani, insan üzerindeki elbisenin de bir dili vardır, o da konuşur. Dâvet eder, mesâfe koyar, karşısındaki ile samimiyet veya resmiyeti ifâde eder. Elbise, aynı zamanda bir kimliktir, şahsiyet belirtisidir, örfün tercümanıdır. İnsanın temizliği, pejmürdeliği, düzeni, zevki, kültürü, muhâtaplarına verdiği değer ve saygısı da giysisinden anlaşılabilir. Her şeyden önemlisi, elbise bazen insanın hangi dini tercih ettiğini, ya da diniyle ne tür bir ilişki içinde olduğunu da belirtir. Mesajdır giysi, çağrıdır, ya da korunmadır.

Giysinin temel olarak üç özelliği vardır: Tesettür/örtme, koruma ve süs. Bunlar içinde en önemlisi, giysinin insanı örtme özelliğidir, yani tesettür. Giysiden mahrum kalmak, çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine engel olmasına fırsat vermektir. Şeytan Cennette Hz. Âdem ve eşinin çıplak olması için bütün planlarını kurmuş ve onların cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştu. Onlar da birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulundular, örtündüler ve Allah da onları affetti. “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana ve babanızı (Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[4] Hz. Âdem ve Havvâ’da isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti olarak ortaya çıkan çıplaklık, bu kişilerin nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın görüntüsü, şeytana uymanın özelliğidir.

Bir başörtüsü sektörü oluştu; kapitalizmin örtülü versiyonu olarak türban rantı ortaya çıktı. Bin bir çeşit desen ve renk cümbüşüyle Doğu zevkine hitap edip başörtüsü üreten yüzlerce yerli ve yabancı firma, ithâlatçılar, sadece başörtüsü satan mağazalar, başörtü modaları, başörtü defileleri, başörtülüler için özel mayolar… İçinde müslümanların da yaşadığı kapitalist düzenlerde finans kurumları nasıl bir görüntüyle, hangi görevi yerine getirmek için kurulmuş ve düzen açısından nasıl sakıncasız (hatta faydalı) görülmüşse; başörtülü kızlar da o amaç için “Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler olan”[5] çarşı ve pazarlara çıkarılmıştır. Kapitalizmin nimetlerinden(!) mahrum olmadan fâizden kaçmak isteyen kimselerin paralarını piyasaya, dolayısıyla kendi kasalarına çekmek isteyenlerin finans kurumları aracılığıyla bu işi yaptıkları gibi; açık saçıklardan biraz rahatsız olanların paralarını ve ilgisini çekmenin kapitalistçe yolu oldu başörtülü tezgâhtarlar, başörtülü sekreterler. Bunca işsiz erkek varken, bu kızlar, hangi özellikleriyle tercih ediliyor dersiniz? Ya da ille bayan gerekiyorsa, niye özürlü bir bayan, yaşlı bir bayan değil de; manken ölçülerine uygun yapıda genç bayanlar isteniyor? Haa, başlarında mendil kadar bir başörtüsü olacak; başka? Başka diğer açık kadınlardan farklı bir durum olmayacak. Telefona bakmak, ya da müşteriyle ilgilenmek için manken gibi olmanın avantajını insanî akıl ve İslâmî kültür mü, yoksa şeytânî düzen ve sömürücü görüş mü söylüyor? Kime ve neye hizmet ettiğini, neyi âlet edip sömürdüğünü para denilen câzip şeytan haydi işverene düşündürtmüyor. Peki, ya siz başörtülü kızlar, bunların sizi sömürüp kullanmasına, bundan da kötüsü sizin örtünüzü istismar etmesine, güzelim örtüyü sizin elinizle katran kazanına koymalarına, dünyada izzetinizin, âhirette cennetinizin çalınmasına nasıl rızâ gösteriyorsunuz? Değer mi üç kuruş para veya meymenetsiz insanların keyfi/beğenisi için bunlar? Özgürlük mü zannediyorsunuz bu köleliği, bu kullanılmayı, bu metâ ve nesne haline getirilmeyi; hâlâ akletmiyor musunuz? Başörtüsünü başınıza aldığınız gibi aklınızı da başınıza alın, şeytanın ve şeytanlaşanların oyuncağı, kölesi olmayın.

Düşünebiliyor musunuz, İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi hanımlara üstünlük verdiren o başların tâcı, kapitalizmin hizmetinde, daha kötüsü (söylemesi zor da olsa söyleyelim:) cinselliğin, göz zinâsının hizmetinde.

Kapitalist ve materyalist dünya her şeyi o denge(sizlik)de tutuyor: Arz talep. Üretim ve tüketim için bu böyle olduğu gibi, çeyrek tesettürlü bayanlar konusunda da bu böyle: Çıplaklardan hoşlanmayan, hele onlarla asla evlenmek istemeyen çok sayıda muhâfazakâr genç erkek var; bunlar için de çarşıda pazarda delikanlıların ilgisini kendisine çekmeye çalışan ve bu erkeklerin zevkle bakıp (tabii iyi niyetle canım, ona ne şüphe!) hoşlanacağı tipler gerekli. Piyasa şartları böyle oluşacak, bir taraftan fitne kazanı kaynarken, bir taraftan başörtüsü sektörü piyasaları canlandıracak, her çeşidiyle sömürü artmış olacak. “Günün hatta akşamın her saatinde bunca başörtülü kızın çarşıda sokakta ne işi var?” diyen bile artık yok. Evi hapishane gibi gören kızlar ve genç kadınlar artık sokaklarda göz hapsinde yaşadıklarını, özgürlük adına erkeklerin göz zevklerine gönüllü kölelik yaptıklarını ya düşünmüyor, ya da bundan şeytânî şekilde zevk alıyorlar. İslâmî ahlâkın sokaklara hâkim olmadığı bugünkü çarşı ve pazarlar, hanımıyla erkeğiyle müslümanların, özellikle gençlerin ancak çok zarûrî bir işleri varsa, zarûret miktarı çıkıp dönecekleri (benzetme yerinde ise tuvalet gibi) mekânlardır. Kapitalistleşen ve Allah korkusundan sıyrılan insanların mâbedi ve köle pazarı haline gelen, kapitalizmin can damarı çarşı ve pazarların Allah nazarındaki yerini Peygamberimiz belirtiyor: “Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.”[6]

Makyajın rengine uygun başörtüsü ya da başörtüsüne uygun renk ve biçimde kıyafet; başörtüsü modası denilen yeni moda türedi. Her dışarıya çıkmadan önce ütüden geçirilen, ayna karşısında yarım saat uğraşılarak takılan, kendisine verilen para ile Afrika’da bir kadının hayat boyu kendini tümüyle örtecek giysi alabileceği bir aksesuar.

Bu tavırlara bakarak “bu hanımlar kapanmak, Allah rızâsına uygun şekilde örtünmek için, nâmahrem bakışlara dur demek için başörtüsü takıyorlar” diyenler beri gelsin; Allah sorarsa bu tavırlara olumlu şâhitlik yapabilecek kaç kişi çıkar dersiniz? Cinsel çekiciliği/câzibeyi kitabına/eşarba uydurup gözü (haramlara) açık safları kandırmak isteyen şeytan, insana sağdan yaklaşırken başörtüsü şeklinde flama kullanıyor olmasın? Yoksa bu yozlaşmış acınası başörtülüler, erkeklerin dikkatini bu şekilde daha çok çekmek için başörtüsünü yem ve istismar aracı mı görüyorlar? Hayır, başörtüsü erkek alıkları avlamak için volta atanların oltaya taktıkları av olamaz, olmamalıdır!

Hayır, bin kere hayır! Medine’de Kaynuka Oğullarından yahûdilerin, yüzünü açmak istedikleri ve onu savunan müslümanın bu zulmü yapanı öldürüp sonra şehid edilmesine sebep olan ve Rasûlullah’ın bu olay akabinde uğrunda savaş verdiği hanımın örtüsü böyle değildi.

Maraş’ta savaş pahasına savunulan başörtüsü bu tip başörtüsü değildi.

Nur sûresi 31. âyette mü’min hanımlarının yakalarının üstüne örtmeleri emredilen ‘humur/hımâr’ bu başörtüsü değildir.

Ahzâb sûresi, 59. âyette mü’min hanımlara emredilen cilbâb; üstlerine giymeleri gereken dış elbise, şu çarşı pazarda boy gösteren bayanların giydiği pardösümsü giysi değildir, hayır!

Hz. Âişe annemizin, ensar kadınlarının özelliği olarak anlattığı, başörtüsü emrinin hemen ertesi sabahı, sanki başları üstünde karga var gibi örtüler içinde sabah namazına gelen kadınların örtüleri değildir bu başörtüsü.

Yirminci asrın ortalarına kadar dünyanın hiçbir yerinde ve Osmanlı’da mü’mine hanımların örtülerinin benzeri değildir bu çeyrek örtüler, namaz örtüsüne benzemiyor bu başörtüler.

Doğuda, insanlar geniş/bol, uzun elbise giyerler, başlarını örterler iken; Batıda tam tersi dar, kısa giyerler ve başları açıktır. Günümüz dünyasında Batı ile Doğu özellikleri kaybolup dünya globalleşir/küreselleşirken, Batı Doğuyu her konuda kendine benzetip kendi kültürünü dayatarak farklılıkları imhâ ettiği halde, yine de giysilerdeki bu farklılıklar kısmen korunmakta, özellikle dinin bu farklılıkları korumada özel konumu hâlâ direnci canlı tutmaktadır. Bir köyün, bir şehrin müslüman beldesi mi, hıristiyan yerleşim yeri mi olduğu daha uzaktan görünen minâresinden ya da çan kulesinden belli olduğu gibi; elbise de bir kimsenin mü’min mi, kâfir mi olduğunu zâhiren yansıtma özelliğini gösterebilir. Zâhirle bâtın, dış ile iç, kalıp ile kalp arasında zannedildiğinden çok fazla ilişki vardır. Bu ilişki, eğer uyum içinde değilse; birinin tümüyle ötekine baskın çıkıp aradaki uzlaşmazlığı kaldırıncaya kadar sürer. Elbisenin sadece dinin zâhiri ile, dinin emirlerine şeklen teslimiyet ve fetvâ ile değil; aynı zamanda dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı elbiseye bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu giysi ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya yetmeyecektir. Edep, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum, Arapça’da hicab kelimesiyle ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını ortaya koyduğu için, “giysili çıplak” olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı şeytanî güzellikleri, yani çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.

Takvâ giysisi, edep, iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda, evde, çevrede ve özellikle okullarda çocukluğundan beri veril(e)mediği için çeyrek tesettürlüler, yani “örtülü ama tesettürsüz” kimseler ortalığı kaplamaya başladı. Takvâ giysisinin önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı unsurlardan yalıtılmış şekilde, sadece “başörtüsü” vurgusunun sebep olduğu değerlendirilmelidir. İş, bırakın takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan, sanki İslâm’ın tesettür ve hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta maskaralığa bile dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan, ama takvâ giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin fıkhen câiz olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret ederek parmağına “haydi gel!” dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden yola çıkarak göz kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki sokağı, caddeyi, okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş gerçekten çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri ve tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir.

Elbise de konuşur. Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi aracılığıyla da konuşur. “Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan korkan bir müslümanım. Toplumun ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı bulunduğum sosyal hayatta şu anda ben bir dişi olarak değil, kişi olarak varım. Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi kendi vücudum da bana emânettir, Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl örtmem gerektiğini de Sahibi bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım yüzünden de başka erkekleri günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem! Kıyâfet tercihimle ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını istemiyorum” şeklinde kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı renk ve desenleri, diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak bağırıyor: “Hey erkekler, ben buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi çekip kendime baktırmak için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne uğraşlar verdim. Nasıl, yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer giysilerimle. Karar veremedinse tekrar bak, bir daha bak! Ha, nasıl olmuşum, güzel miyim, bu giysilerimle daha da güzelleşmiş miyim? Cevabını şimdilik gözlerinle ver, e mi?”

Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû olmayan cinsel isteklerden ve ona yaklaştıran olumsuzluklardan sakınmak ve sakındırmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, hem kendilerinin ve hem hanımların iffetini korumak içindir. Bugünkü çeyrek tesettürün bunları hakkıyla yerine getirdiğine bin şahit lâzım. Bir şey, maksadından soyutlanarak algılanırsa işte böyle sulandırılır, yozlaştırılır.

Tesettür, kadının kimliğini öne çıkaran bir onurdur. Müslüman hanımın, toplumda dişiliğiyle değil, kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan, kadının sömürülmesine ve eziyet edilmesine karşı, koruyucu bir kalkandır. Kadının teniyle, derisiyle değil; insanî özellikleriyle topluma katılma arzusudur. Bir bilinçtir, bir cihaddır, bir ibâdettir tesettür. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam Hatip’te, üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında ve onunla bütünleşen tesettür ve müslümanca kişilikte düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de gerçek özgürlük bayrağıdır. Materyalist modern insan; imajı, vitrini, kaportayı, yani madde cinsinden ve göz boyayacak şeyleri özün yerine koydu. Bunun kadın açısından durumu da şu: Fark edilip beğenilmek isteyen bir kadın; teniyle, çekici kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu gerçekleştirecek, toplumda bu özelliklerle yer edinecektir. İnsanî erdemlerle, hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini ispatlamak, ancak kulluk şuuruyla, İslâm kimliğiyle ve gerçekten hür kadınlar için sözkonusu olabilir. Kadın edilgenlikten, sömürüden, metâlaşmaktan, nesneleşmekten, kendi nefsine köle olmaktan veya kendi nefsine köle olanlara kölelikten kurtulmak ve erkek egemen dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun yolunun kesinlikle tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir yaşayıştan, İslâmî bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve mutluluğuna giden yol, çarşı ve pazardan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar veya bulunduğu sanılanlar, yine bir sokakta kaybedilecek şeylerdir. O olmadan tesettürün de olmayacağı, ama sadece kendisiyle işin bitmediği bir başlangıç olan baş tâcı başörtüsü, dişiliğin örtülmesi olarak görüleceği yerde, dişiliği öne çıkarmanın çarpık bir aracı haline d(ön)üşmüşse, artık tesettürün bir cüzü bile olmayan bu bez parçasını başına koyan örtülü çıplak, Allah’ın değil; hevâsının/hevesinin, ins ve cin şeytanlarının kulu olmuştur.

Çeyrek tesettür anlayışı, çeyrek din anlayışı demektir. Aslında, kadınıyla erkeğiyle günümüz Türkiye müslümanı, çoğunlukla diğer dinî algılayış ve yaşayış konularında da benzer tavır içinde. Başörtüsü, başların üstünde olduğu ve sokakta çarşıda (sevinemiyoruz maalesef) çokça başörtülü boşta gezen (ya da görücüye çıkıp bir şeyler arayan) kız olduğu için göze batıyor da ondan. Hani bir zamanlar yetkili bir Türk büyüğü(!), öyle diyordu ya: “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” Bu sözdeki komünizm kelimesini başörtüsüyle değiştirerek aynı sözü söylüyor şimdiki etkili ve yetkililer. Ve getirdikleri başörtüsü de bu. “Olmaz olsun böyle başörtüsü!” dedirtmek istiyorlar topluma. Önceleri sosyete çıplakları şöyle diyordu: “Biz ne çarşaflılar gördük, ne haltlar ediyorlar…” Bu cümleden sonraki ifadeleriyle % 99,9 yalan söylüyorlardı. Ama, şimdi artık sadece sosyeteler değil, halkıyla elitiyle, her kesimden insan hem de nice gerçek olaylar ve gerçek görüntülerle delillendirerek “biz ne başörtülüler gördük, ne haltlar ediyor…” diyebiliyor, hiçbir müslümanın onaylayamayacağı cinsten aşırı özgür tavırları, yanındaki erkekle fingirdeşen başörtülüleri ve cıvık davranış ve başörtüsüyle taban tabana zıt giysi veya giysisizlikleri, makyajlı rujlu, allıklı pudralı, manken yürüyüşlü başörtülüleri gösteriyor.

Güler misiniz, ağlar mısınız? Ben ağlanılması gerektiğini, ama ağlamaya bile vaktimizin olmadığını, bunların bizim insanımız, en azından bizim mesajımıza düşman olmayan, bize yakın insanlar olduğunu değerlendirmekten yanayım. Bütün bu yanlış/çirkin tavırlar gösteriyor ki, şuurlu müslümanlara, hepimize çok iş düşüyor. Eğer biz yeterince İslâm’ı, tevhidi, Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını, bütüncül olarak doğru bir şekilde anlatabilseydik, söylediklerimizi yaşayabilseydik, çevremizdeki çirkinlikleri nehy edebilseydik bu anormal manzaralarla kesinlikle karşılaşmazdık. Nitekim, din eğitimi yönüyle temeli sağlam atılmış olan köklü ve sahih din/tevhid öğretimi ve eğitimi/terbiyesi alan kızlarda savrulma daha az olmakta.

İçinde bulunulan mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Câhilî eğitim veren kurumlara, câhiliyye köle pazarlarını andıran çarşı ve pazarlara salıverilen insanların da bulunduğu ortamdan etkilenmemesi için çok ama çok sağlam bir tevhidî şuura, her bedelini ödemeye hazır güçlü bir imana ihtiyaçları vardır. Meyve veren her bitkinin her toprakta yetişmediğini, bazı yerlerin ayrık otlarına, kaktüs ve zehirli bitkilere çok müsait olduğunu hatırlayalım. Başında güzel meyve cinsinden başörtüsü bulunduran kızlarımız birer fidandır. O fidanın her bir yanını ahtapot kollarıyla zehirli sarmaşıklar sarıyor ve meyve verecek özünü vampir dişleriyle emmeye çalışıyorsa, öyle bir genç ağaçtan güzel bir meyve bekleme şansımız pek olmayacaktır. Balık için su ne ise, tesettür de müslüman hanım için odur. Su, balığın, içinde yaşayamayacağı oranda pislenmiş, zehirli atıklarla bulanmış ise balığın hali ne olur? Tâğûtî düzeni ve kurumları reddetmeden, çocukların aldıkları çarpık eğitimi hatta onaylayan bir tavır içinde, televizyonun yetiştirmesine açık şekilde ve nefsânî tarzda özgürce, yani başıboş tarzda caddelerde, sokaklarda gezip tozmayı, bakıp baktırmayı ihtiyaç sayan kızlarımız yetişirken sonucun böyle olacağını hesap etmemiz gerekiyordu. Uzun da olmayan etekleriyle diz altlarını, hele yırtmaçlı etekleriyle bacaklarını, kot ve benzeri pantolonla vücut hatlarını, bluz veya tişörtle göğüs çıkıntılarını, üstünde hâlâ duruyorsa pardösü demeye bin şâhit isteyen mont türünden ve daracık dış giysisiyle belinin inceliğini göstermekten çekinmeyen başörtülü kızlarımız, başı açıklara geç de olsa uyarak düşük pantolon ve açık göbek modasına da uyar ve teşhirciliğin bu kadar rezilcesine de atılırsa şaşmamak lâzım. Başında başörtüsü var ya yeter, o kendini kapalı sayıyor. Zaten yozlaşma ve dejenerasyon yavaş yavaş büyüdüğünden toplum şaşmıyor, yadırgamıyor, doğal karşılıyor bütün bunları.

Hicabın, tesettürün içi boşaltılmış, sadece başörtüsü, varsa yoksa türban kalmış. Onun da suyunu çıkartarak cıvıttılar; örtüsüz örtü gibi zıtlık ve tuhaflıklar ortalığı kapladı. Her şeye rağmen başörtülü kızlar bu ülkenin gülleri, fidanları, meyve vermesi beklenen ağaçları. Kökü kuruyan ağacın yaprakları da tabii kısa zaman sonra kuruyacaktır. Ağacın kökü iman idi, sulanmadı, beslenmedi, gıdasız bırakıldı bu ağaç. Hatta su diye kurutacak zehir verildi özellikle resmî kurumlarca. Kuruyan kökün başörtüsü şeklindeki yaprakları döküldü. Sulanması gereken bazı fidanlar ise sulanmadı, ama sulandırıldı; câhiliyye kültürünün hormonlu bilgi kirliliğiyle yetişen körpe fidanlar çürümeye başladı. Hormonla ve yanlış aşılarla özü kaybettirilen, genlerine/ fıtratına müdâhale edilen ağaçların meyveleri durumundaki başörtüleri de kanserojen özellikler taşımaya başladı. Çöplükte gül bitebilir, ama gübrelikte gül bitmez; bitse bile kokusu da aldığı gıda cinsinden olur; başörtüsü gibi açan goncası/çiçeği huzur vermek yerine, çirkin görüntüsü ve kocaman dikenleri göze batar.

Türkiye’de İslâm’la savaşan laik putperestler, İslâm’ın hayata yansıyan ve kimlik görüntüsü veren özelliğinden dolayı başörtüsüyle birlikte tesettüre tavizsiz bir düşmanlık göstermektedir. Bu topraklarda hakla bâtıl arasındaki savaş, bazı simgesel alanlarda yapılıyor. O alanlardan biri de başörtüsü denilen savaş alanı. Fetö ve elemanları başta olmak üzere başörtüsünü teferruat gören ve açmanın en fazla küçük bir günah olduğunu düşünenler, başörtüsünün simgesel konumunu, yani İslâm’ın günümüzdeki önemli bir sembolü olduğunu görmezden geliyorlar. Sancağın/bayrağın basit bir bez parçası olmadığını, onun çok önemli bir misyonu temsil ettiğini kabul eden kimseler, başörtüsünün de dâvâ açısından bundan farksız olduğunu unutuyorlar. Bu topraklarda her müslüman, başörtüsünü, belki normal ülkelerde ve normal zamanlarda olduğundan daha fazla (râyet/sancak gibi) önemsemek zorundadır. Tamam da, bu simgesel özelliğin abartılıp putlaştırılmasına da olumlu bakmamız herhalde beklenilmemelidir. Tevhidî bağlamından koparılmış dinî özelliklerin insanı ve toplumu kurtarması beklenemez. İbâdetlerin âdetleşmesi, ya da modern seküler hayatın bir parçası, kapitalizmin işleyen bir çarkı konumuna girmesi, insanı da yozlaştıracak ve yobazlaştıracaktır. Olan da budur. Sanıldığının aksine; yozluk yobazlık da modern insana geleneksel kişilerden çok daha yakındır.

Altyapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan, takvânın gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan onu doğuran temel değerden yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü” evet, itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız peygamber sevgisi dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi baş tâcı putlaştırılmaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: Öyleyse alın size başörtüsü; sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!

 

[1] ] 7/A’râf, 26-27

[2] ] 33/Ahzâb, 59

[3] ] 24/Nûr, 31

[4] ] 7/A’râf, 27

[5] ] Müslim, Mesâcid 288

[6] ] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671

TAKVÂ GİYSİSİ VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -1-

ÂYET:

 يَا بَ آن۪ي دَٰمَ قَدْ نَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسا يُوَر۪ي سَوْتِٰكُمْ وَر۪يشا۠ وَلِبَاسُ لتَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ يَٰاتِ للهِ لَعَلهُمِْ يَذَّكروُنَ يَا بَ آنً۪ي دَٰمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ لشًَّيْطَانُ كَ آمَا خَْرجََ بََوَيْكُمْ مِنَ

لْجَنَّةِ يَنْزعُِ عَّٰنْهُمَاَّ لبَاسَِهُمََّاِ لِيُريَِهُمَا سَوْتِٰهِمَاۜ نَِّهُ يَريٰكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ

نَِّا جَعَلْنَا لشَّيَاط۪ينَ وَْل آيَاءَ للَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[1]

آيَا يَُّهَا لنَّبِيُّ قُلْ لِازَْوَجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِ آسَاءِ لْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪ب۪يبِهِنَّۜ ذٰلِكَ دَْنآٰى

نَْ يُعْرفَْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ للّٰهُ غَفُورً رحَ۪يماً

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [2]

وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ بَِْصَارهِِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُروُجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ لَِّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْربِْنَ بِخُمُرهِِنَّ عَلىٰ جُيُوبهِنَّۖ

“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[3]

HADİS:

“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.”[4]

Biraz da etki-tepki meselesi olsa gerek. Egemen güçlerin bunca saldırısı ve zulmüne rağmen çarşılara, pazarlara baktığımızda başörtülü kızlardan geçilmiyor. Bardağın neresine bakalım? Hiç yoktan başı örtülü bayanların sayısı hâlâ çok sayıda diye sevinelim mi; yoksa, başörtüsü, rûhundan giderek soyutlandı, çarşılar başörtülü mankenlerin boy gösterdiği podyuma döndü, örtü sokağa (ayağa) düştü diye üzülelim mi?

Sürpriz olan hangisi? Az-çok kültürlü kızların başörtülü olabilmesi mi, yoksa her yönden gayrı İslâmî yaşama biçiminin kuşattığı ve modern Batı standartlarını içselleştirmiş, özgürlük putunun kurbanı ve sosyal hayatın, sokak ve çarşının tutsağı olmuş başörtülü kızların her aklı başında müslümana “bu kadar da yozlaşma olmaz!” dedirtecek anormallikleri mi? Okullarda karma eğitimin tezgâhından geçmiş, televizyon dizileriyle büyümüş, kadınerkek eşitliğini ve kadın özgürlüğünü bayraklaştırmış, dünyevileşmiş, İslâm’ı yeterince bilmeyen, bildiklerini tümüyle yaşamanın getirdiği bedellere hazır olmayan kızların çeyrek tesettürü mü?

Şuurlu müslümanların başörtüsü mücâdelesini önemli bir cihad gibi görmelerinin sebebi, onun Kur’an’ın bir emri, tesettürün ayrılmaz bir parçası, İslâmî inanç ve yaşama biçiminin dışa yansıyan bir göstergesi, müslüman hanımın hayâ ve iffetinin bir işareti olduğu içindi.

Müslüman hanımın başörtüsüyle birlikte dış kıyafetinin özelliklerini özetin özeti mâhiyette hatırlatalım: Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan bayanlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri dışında vücudunun tamamı avrettir, örtmeleri gerekir. Hanımların, ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Âyette şöyle buyurulur: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”1622 Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Elbise şeffaf ve çok ince olmamasına rağmen uzuvları belli edecek şekilde darsa ve organların şeklini ortaya koyarsa yine tesettür gerçekleşmemiş olur. Giyilen kıyafetin, örtünen başörtüsünün, erkeklerin dikkatini çekecek şekillerde olmaması, cinsel câzibeyi ortaya çıkarmaması gerekmektedir. (O yüzden şekil ve renk olarak sade, daha çok koyu -siyah- renkte giysi ve örtü, yirminci asra kadar bütün dünya müslümanlarının riâyet ettiği ölçü kabul edilmiştir.)

Kim ne yorum yaparsa yapsın; başörtüsü Kur’an’ın emridir: “Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[5] Başörtüsü teferruat değildir. Allah’ın Kur’an’da emrettiği bir farz teferruat, ayrıntı kabul edilemez. Bu mantık(sızlık)la, eğer başı örtmek teferruat ise, meselâ göğsü örtmek de teferruattır; çünkü o da aynı şekilde farzdır. Başörtüsü, çarpık yorumlarla önemsiz ve hizmet(!) için tâviz verilecek basitlikte görülemez, olmazsa da olur denilecek bir husus kabul edilemez.

Müslüman hanım, Ahzâb sûresi 59. âyete göre sadece vücudunu ve başını örtmekle emrolunmamış, aynı zamanda yabancı erkeklerden eziyet görmeyecek ölçüde ve iffetli olduklarını gösterecek biçimde cilbab (çekici olmayan ve baştan ayağa örten geniş ve kalın bir dış giysi) ile örtüneceklerdir. Bu özellik, başörtüsünün şeklini de, başörtüsü dışında dış giyimin nasıl olması gerektiğini ve bunun hikmetlerini de içermektedir. Vücudu örttüğü halde dış giysinin (cilbabın) içindeki bol elbise, -cilbabsız olarak- nasıl dışarıda tesettür için yeterli görülmüyorsa, aynı şekilde elbise desenlerinden daha çekici, allı güllü, bol süslü eşarplar ve kadını câzip gösteren kıyafetlerin de tesettürdeki temel espri ve hikmeti taşımayacağı bilinmelidir.

Bilindiği gibi, Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- hiçbir erkeğe ziynetlerini göstermemelerini emretmekte. Ziynet, kadını güzel gösteren saç, makyaj, parfüm, takı, mücevherât ve elbise gibi şeyleri içine almaktadır.

Güzel kokudan (parfümden) kaçınmak şarttır: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar.

Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.”[6] Konuşurken ciddî olma mecbûriyeti vardır: “...Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır...”[7] Müslüman hanımın davranışı, yürüyüşü ağırbaşlı olmalı, dişiliğini, cinselliğini öne çıkarmamalıdır: “... Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).”[8]

Tesettürdeki gâye ve hikmet, kadının yabancı erkeklere karşı cinsî câzibesini gizlemektir. O yüzden, kadının bileğindeki altın bileziğin gözükmesine izin vermeyen din, kadını daha süslü gösteren bir eşyanın, bir aksesuar veya başörtüsü ya da giysinin kullanımına da izin vermez. Nûr Sûresi, 31. âyet, kadının yabancı erkeklere ziynetlerini/süslerini (ve ziynet yerlerini) göstermesini yasaklar. Hâlbuki şimdiki başörtülerin ve dış giysilerin büyük oranda ziynet/süs unsuru olması, aranacak ilk vasıf sayılabiliyor, ziyneti örtmesi gereken şeyin kendisi tümüyle ziynet özelliğine uyuyorsa bu nasıl tesettür olabilir? Tuz yiyeceği kokmaktan korur; tuz kokarsa o yiyeceğin hali ne olur?

Başörtüsü, mü’min hanımlara sadece üniversitede farz olmamakta, bülûğa erdiği andan itibaren farz olmaktadır. Ayrıca üniversite gibi resmî kurumlarda ve erkeklerle kızların karma eğitim yaptıkları ya da içli dışlı oldukları yerde sadece başörtüsü değildir farz olan; onu tamamlayan diğer giysiler ve cinsî özellik ve câzibelerin tümünden arınmış, fitne ortamına hiç yer vermeyecek davranışlar da şarttır.

Müslüman bayan, erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha gibi aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslümanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Erkeklerle ev ortamında otururken bazı hanımların kendi evlerinde ve aile dostlarıyla birlikte olmalarının getirdiği rahatlıkla tesettür konusunda daha serbest davrandıkları bilinmektedir. Ev ortamında ve güvenilir Müslümanlara karşı da olsa, bir hanım yabancı bir erkeğin yanında cilbab denilen elbisesinin üstüne ince de olsa bir dış elbise giyinmelidir. Bu, fazilet cinsinden takvâ için bir örtü değil, mecburiyet ve farziyetle ilgili bir görevdir. Bol da olsa pantolon veya eteğe benzeyen pantolonlarla tam tesettür sağlanılamaz. Yabancı erkeklerin bulunduğu bir ortamda Müslüman hanım, her hareketinde vücut hatlarını belli etmeyip tümüyle örten bir dış giysi giymek zorundadır. Müslüman hanımın bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir. “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [9]

Allah’tan korkan mü’mine hanımların, sanki zorla, koca ve bazı akrabalarının ısrarı ve zorlaması ile örtünüyor gibi, kendilerine hiç yakışmayacak bir kıyafete bürünüyorlar. Hâlbuki onlar şuurlarını takvâ elbisesiyle de göstermek zorundadır. Ona bakan kimse, bakılacak en küçük bir haram olmamalı, kendisine bakıyorlarsa dişiliğini tümüyle gizlemiş birine gözleri iliştiği anlayışından gözlerini indirmek zorunda hissetmeliler. Onların giysileri, hayâları yani takvâ elbiseleri “bana bakma!” diye haykırmalıdır. Şuur ve takvaları giysilerinden belli olmalıdır. Böylece fitneye sebep olmanın vebali yerine, başkalarına davet ve tebliğ ulaştırmanın, takvâyı yaygınlaştırmanın sevabına nâil olabileceklerdir.

TAKVÂ ELBİSESİ

Takvâ, elbiselerin en güzeli, en hayırlısıdır. İnsanların pek çoğu dış görünüşe, giysilerine, ziynetlenmeye pek önem verirler. Dış görünüş ile karakter arasında bir bağlantı kurarlar. Elbiselerinin düzgün, yeni ve pahalı olmasıyla kişiliklerinin değer kazandığını zannederler. Şahsiyetleri zayıf olsa da, elbiseleriyle başkalarının gözünde bir yer edinmeye, ya da başkalarına giysi ve süslenme ile etki etmeye çalışırlar. Kimileri için ise elbise kişiliktir, hatta bir dünya görüşünün dışa yansımasıdır.

Bedeni örten, onu sıcaktan veya soğuktan koruyan, ya da ona gerçekten bir kişilik kazandıran elbiseler, süs unsurları birer nimettir. İslâm’ın tanımladığı ölçülerde kullanılırsa bir şükür sebebi bile sayılabilir. Ancak asıl hayırlı olan elbise, takvâ bilincidir. Çıplak bedenlerin örtünmesini sağlayan, çirkin yerleri kapatan, çirkin davranışları önleyen, insanı kem gözlerden, hâin bakışlardan, şeytanın hile ve tuzaklarından koruyan, takvâ elbisesidir.

Takvâ (din örtüsü) ile kişi kendini korumaya, dinî hayatına zarar verecek şeylerden sakınmaya alır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden saklayan nöbetçiler gibidir.

İşte takvâ elbisesi budur: İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise... İnsanın mânevî dünyasını kollayan bir giysi. Maddî hayatı da zararlı bütün unsurlardan, insanı mutsuz eden bütün davranışlardan, kişinin yüzünü kızartacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir örtü...

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[10]

Burada Allah (c.c.), giyinmeyi ve onunla dış görünüşü süslemeyi ön plâna çıkarıyor. Avret yerlerini örten elbise ile insana bir biçim kazandıran ve onu süslü gösteren elbisenin iki yönü vardır. Birincisi, zarûrî örtünme, ikincisi ise olgunluğu tamamlayan fazlalıktır. Her ikisi de en hayırlı elbiseye işaret ediyorlar. O da, hem görünen, hem de görünmeyen avreti örten ve böylece kişiye her türlü güzelliği sağlayan takvâ elbisesidir.

“Kişi takvâdan bir elbise giymediği zaman, / giyinik olsa da kesin çıplak görünür. / insan için en hayırlı şey Rabbine itaat etmesidir. / O’na âsi olanda ise bir hayır yoktur.“

Takvâ elbisesi Allah’tan haşyet duymak, O’na hakkıyla iman etmektir. Ya da güzel bir gidiş, vakarla hareket ve sekînedir (huzur duygusudur). İbn Abbas’a göre ‘takvâ elbisesi’, sâlih ameldir. Bazı tefsircilere göre ise iman, kimilerine göre muttakîlerin âhirette giyecekleri elbise, bazılarına göre de Allah’tan haşyet duymaktır. İbn Eslem diyor ki: “Takvâ elbisesi, kişinin Allah’tan ittika ederek avret yerlerini örtmesidir.”

Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim, yani hayâ duygusu ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddî-mânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Elbise nimetinden faydalanma bununla olabilir. Zira takvâ duygusu, imanı ve irfanı olanlar, zorunlu olarak çıplak bile kalsalar en azından Hz. Âdem ve eşi gibi yapraklarla örtünmeye çalışırlar. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulmazlar. Böyleleri, elbise nimetinin örtülmesi gerekeni örtmesinin, soğuk, sıcak ve rahatsız edici çirkinliklerden koruyacak, ya da kötü bakışları def edebilecek, şehvetleri tahrik etmeyecek, edeb ve vakar kazanmaya sebep olacak tarafını düşünmezler. Onlar, şehvet, kibir ve gururla süslü elbiseler giyerek caka satarlar, saklanması gereken yerlerini gösterirler. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.

Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek başörtülü yozlaşmanın görüntülerini de şöyle özetleyelim: Çarşaf ya da bol ve uzun pardösü benzeri bir dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış giysi cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz, elbise cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) gözükmek.

Yasak savma cinsinden bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar pardösümsü bir dış giysi.

Başörtünün altından sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acâyiplikler.

Yani, başörtülü sekreter ve başörtülü tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü kapalı altı havalı, uygunsuz etek üstü türban, altta dar kot pantolon üstte başörtüsü, bacakları açık ama başı kapalı tipler; Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtecek şekilde, altı kaval üstü şişhane görüntüsü…

Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması gibi bir şey. Başında sarık, ayağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi. Ne var bunda demeyin, sarıklı imamın giydiği mayonun HaŞeMa yani, Hakiki Şeriat Mayosu değil; Batılıların giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu düşünün. Sakallı ve başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında bakınarak gezinmesi ne ise, aynı ve belki daha ağır değil midir, çarşı ve pazarda (hal diliyle “şişşt, baksana bana!” diye konuşan giysi içinde) kendine baktırarak gezinen başörtülü kız.

İkişer kelimelik kısa tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık”; “örtülü çıplaklık”; “tesettürsüz örtü.” Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı baş devri”; “cennetle cehennem koalisyonu”; “sulandırılmış İslâm’ın görüntüsü”; “zakkum aşılanmış çiçek”; “zehir karıştırılmış bal.”

Konserlerde alkış ve ıslıkla da yetinmeyip dans eder gibi hareketlerle tempo tutup sanatçının ezgisine/şarkısına koro elemanı gibi katılan başörtülü kızlar kimse tarafından yadırganmıyor artık. Çarşılarda özgürce gezmekle tatmin olmayan başörtülü bayanların bir kısmı, deniz kenarlarında, park ve pastanelerde özgür takılıyorlar, herkesin içinde şuh kahkahalar atabiliyor, çarşıda (şimdilik) kız arkadaşlarıyla öpüşebiliyor, çok rahat tavır ve cıvık cinsellik kokan davranışlardan, bazen kol kola bir yabancı erkekle fingirdeşmekten bile çekinmiyorlar.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymasının[11] sebebi üzerinde düşünülüyor mu dersiniz? Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Kimdir bu örtülü çıplaklar? Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani ince, dar ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”

Hasan Basri gibi: “Siz sahâbeyi görseydiniz deli (öcü) derdiniz, onlar da sizi görseydi müslüman (tesettürlü) demezdi” demeyeceğim; daha hafifini tercih edeceğim: Günümüz Mekke ve Medine’sinde, hatta Tahran’ında, Afrika’nın nice ülkesinde, Malezya’da… erkek ve hanım müslümanlar, bu giysi ve davranış sahiplerine hiç duraksamadan kötü kadın damgası vurabilirler, kendilerinden saymayacakları gibi, hicaplı/tesettürlü sınıfı küçük düşürdükleri için ajan muâmelesi yaparlar. Ama Batı ülkelerinde bu kıyafet ve tavrın, tepki almadan kabul göreceğinden emin olabilirsiniz. Başörtüsü dışındaki bu giysi ve davranışı kendi standartlarında gördüklerinden, “herhalde başı keldir de kapatma ihtiyacı duyuyordur veya başına bir bez bağlamaktan zevk alıyordur, imaj anlayışıdır, bu tür değişiklikle dikkat çekmek istiyordur” şeklinde değerlendirmeler yaparlar. Türkiye’deki fanatik laikler ve Kemalistler gibi (çoğunluğun tavrı ve çoğu özelliğiyle) âhı gitmiş vâhı kalmış başörtümsü cicili bez karşısında katı ve uzlaşmaz tavır takınmazlar.

“Bunlar (iki inanç, iki grup) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar, benziyorlar) ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.”[12] Hem Allah’ı, hem şeytanı râzı etmeye çalışmak, sadece şeytanı râzı edecek gülünç tavırlara, aldatış ve aldanışlara götürür insanı. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı ancak dünya hayatında rezillik, rüsvaylıktır; Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”[13]; “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat (dinî kaide) kılan şirk koştukları ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.”[14] Hakla bâtılın koalisyonu, güzel bir içeceğin zehirle karıştırılmışı gibidir. Altısı içinden, altısı dışından tavırlar dinle alay etme gibi değerlendirilebilir. Müslümanlığı çok kötü temsil eden kimselerin zararları, müslüman olmayanlarınkinden daha büyük olur çoğu zaman; akılsız dost ve akıllı düşman misali. İslâm’a en büyük zarar, tarih boyunca hep içeridekilerden gelmiştir. Dini yanlış temsil ile “müslümanlar işte böyle!” dedirtecek tavizci anlayışa ve kötü örnek olarak dini de küçük düşüren tavırlara kimsenin hakkı yoktur.

Bütün bunların yanında saçının tekinin bile gözükmemesine ciddi özen gösterilerek takınılan ve çoğunlukla “bone”li başörtüsü; rengârenk, bin bir desen, cıvıl cıvıl. Anadolu’daki fazla kültürlü olmayan bayanların kıyafetinin diğer bölümlerinde bu denli yozlaşma olmamasına rağmen, başörtü bağlama konusunda biraz ihmalkârlık biraz alışkanlık gereği, yer yer saçlarından bir kısmının bazen veya devamlı gözükebilecek şekilde başörtüsünde gevşek davranmalarına tam ters bir uygulamayı andırıyor, büyük şehirlerdeki bu fotoğraf. Çok kültürlü olmayan halk sınıfından geleneksel örtünmeyi sürdüren bayanlar, başörtü örtme biçimine kadar örfleştirip âdetleştirdikleri şuursuzca örtünme görüntüsü sergilerken, onlardan ayrıldığını gösterme ihtiyacı duyan ve kültürlü olduğunu düşünen modern örtülü bayanlar da, saçlarını örtme konusunda gösterdikleri titizliği; başörtüsünün süslü câzibiyetinden kaçınma hususunda, başörtüsü dışındaki giysi ve tavır konusunda (sanki bilinçli ve kasıtlı bir tavırla) göstermekten kaçınıyorlar.

Renk-renk, moda moda başörtüler, atlası, ipeği, yerlisi, ithali, bin bir çeşit… Ama, farklı etiketlere, değişik firma isimlerine aldanmayın; hepsinin markası tek: “Bak bana!” marka.

Dışı kâfirleri hâlâ yakmayı sürdüren başörtüsü, içi uzun zamandır müslümanları yakıyor. Bâtıl cephesinde yeni bir şey yok; ilkeli de çağdaşı da aynı. Batının ve her çeşit bâtılın geleneksel tavrı değişmiyor: Zorla hakkından gelemediği hakkı, hile ile yozlaştırıp tahrif etmek. Yaşadığımız coğrafyada da bu filmin başörtülü versiyonu vizyona kondu; kanun ve baskılarla alt edemedikleri, önünü alamadıkları başörtüsünü cıvıklaştırarak yozlaştırdılar. Light İslâm, sulandırılmış, kitabına uydurulmuş, ılımlı müslümanlık diye dillendirilen İslâmizasyon anlayışının ne ölçüde tutacağını başörtülüler üzerinde test etti global ifsat çeteleri ve maalesef umutlanacakları netice aldılar.

İmanla, tevhidle bağı koparılan, hiç değilse zayıflatılan ibâdetler, âdetlere dönüşür. Başörtüsü de öyle oldu. Kültürsüz halk kesiminde ninelerin, hizmetçilerin, temizlikçilerin ya da köylü kadınların geleneksel başörtüsü, âdet kabilinden değerlendirildiği için egemen güçlerin bunu hoşgörüyle (en azından düşman olunmaya gerekli olmayan, tahammül edilebilir şekilde) karşıladıkları bilinen husus. Şehirli bayanların, kültürlü kesimin de başörtüsü, çok yönlü yönlendirmelerle âdete dönüştürüldü. Böylece derin egemen güçler, onu irtica (yeni adıyla siyasal/İslâmî) simge görmüyor artık; âdete dönüşen başörtüsüyle çabuk uzlaştılar. Yeter ki imanın yansıması olarak örtülmesin örtü, yoksa bir kimlik alâmeti ve müslümanlık sembolü olmaktan çık(arıl)mış bir bez parçasıyla kimsenin bir alıp veremediği olmaz. Bizim açımızdan, yukarıda resmedilen şekliyle sorun büyüdü; zâlimler ve düzenbazlar için de o oranda sorun olmaktan çıktı başörtüsü.

Gazinoda, pavyon veya plajda, yani en azından gözlerin haramlarla meşgul olduğu bir mekânda başında “imam sarığı” ile dolaşmanın durumuna benziyor; çarşı pazardaki dikkat çekici tavırlarıyla başörtülü kızın tavrı. İmamın sarığı beyaz olduğundan, en küçük bir leke kaldırmadığı ve hemen göze battığı gibi, taç gibi başlara yerleşen ve sarıktan daha simgesel ve ulvî değeri olan başörtüsü de, takılan başı baştan aşağı güzelleştirmeli. Yoksa, sarığı ve başörtüsünü kirletenler, farkında olmadan da olsa “din”e düşman kazandırmanın vebâlini taşımış olurlar başlarında örtü yerine. İslâm’ı yanlış tanıtıp kötü örnek olarak bu modern başörtülü kızlar, bilmeden ve istemeden de olsa İslâm’a zarar veriyorlar. Buna rağmen, “Ne biçim “müslüman kız” bunlar, müslüman “kız bunlara!” diyemiyoruz. Kendimiz kız(a)mıyoruz, acıyoruz, bu kızlarımıza. Bunların konumu, müslümanlığın bu ülkede ne hale getirildiğini gösteriyor. Câhil bağlılarının ya da kendini bağlı zanneden mensuplarının dine bakışını ele veriyor. Yozlaştırılmış, sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dinin başörtü versiyonu da böyle oluyor demek ki. Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri takılmanın, özgürleşmenin yansıması bunlar. Dine karşı din, başörtüsüne karşı başörtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı tavrın neticesi. Modern muharref müslümanlığın göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.

 

[1] ] 7/A’râf, 26-27

[2] ] 33/Ahzâb, 59

[3] ] 24/Nûr, 31

[4] ] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128 1622] 33/Ahzâb, 59

[5] ] 24/Nûr, 31

[6] ] Ebû Dâvud, hadis no: 351

[7] ] 33/Ahzâb, 32

[8] ] 24/Nûr, 31

[9] ] 33/Ahzâb, 59

[10] ] 7/A’râf, 26-27

[11] ] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128 Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128

[12] ] 4/Nisâ, 143

[13] ] 2/Bakara, 85

[14] ] 42/Şûrâ, 21

EVDEKİ VE CEPTEKİ BOMBA; İNTERNETİN HEVÂ İSTİKAMETİNDE KULLANILMASI

ÂYET:وَلَا تَقْربَُو لزنِّآٰى نَِّهُ كَانَ فَاحِشَةًۜ وَ آسَاءَ سَب۪يلاً

“Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur”[1]

قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّو مِنْ بَْصَارهِِمْ وَيَحْفَظُو فُروُجَهُمْۜوَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ بَْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُروُجَهُنَّ

“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü’min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar.”1602

HADİS:

“İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”[2]

İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ı alternatif olarak görmüyor; hatta kurtarıcısına düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında, Amerika’yla işbirliğinde, Avrupa Birliğinde arayıp ifsâdı ıslah zannediyor. Unutmayalım Müslümanlar için temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir.

Batıdan gelen her türlü teknik aygıtın yan etkileri vardır. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar şöyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. TV, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir.

Kur’an’dan yola çıkarak rahatlıkla diyebiliriz ki; imanın esası doğruluk; münâfıklığın esası da yalandır. Yalancılık, nifakın ve küfrün dışa yansımasıdır. Müminin temel özelliği, niyetlerinde, söz ve davranışlarında doğruluk; münâfık ve ikiyüzlü kâfirlerin temel özelliği de eğriliktir, yalandır, hile ve aldatmadır. Yalancılık, tabii ki sadece dille olmaz; bedenle, işaretle, yazıyla, internetle de olur. Yalan, fıtrata ters olduğu için, insan beyni başta olmak üzere birçok organın çalışma yapısı anormalleşir, yalan söylemek için daha anormal ve olağandışı efor sarfetmek zorunda kalır. Kalp ritimlerinde değişiklik, çeşitli salgılarda farklılık, heyecanın artması gibi sinir sisteminde anormallikler ortaya çıkar. Bu normal dışı davranışları tesbit eden “yalan makinesi” insanın yalan söylediğini büyük ihtimalle tesbit eder. Beden dili de yalanı çoğunlukla ele verir. Yalanı insan ruhu, vicdanı, psikolojik yapısı, fıtratı, hatta organları (vücut dili), özellikle de imanı kabul etmemektedir.

Günümüzdeki stres, rûhî bunalım ve sebepsiz sıkıntıların, suçluluk duygusu, intihar isteği gibi mânevî hastalıkların büyük bölümünün “yalan”la ilgisi olduğunu söylemek zor olmaz. Bunlar, yalancılara verilecek esas uhrevî cezânın küçük avanslarıdır; Yalandan kaçınan sâdıklar/doğrular ise, bütün bu acılardan ve vicdan azâbından emîn oldukları gibi bu doğruluklarının karşılığını esas olarak âhirette alacaklardır. Unutmamak lâzımdır ki, esas cezâ ve ödül yeri âhirettir.

Teknoloji, yalanı yaygınlaştırma ve yalan dünyayı sevdirme konusunda öyle imkânlar sunuyor ki… İnsancıklar, robotlar içinde robotlaşıyor, makineler arasında makineleşiyor. Kendisi de bir eşyaya, oyuncağa dönüşüyor insanımsı yaratık. Teknoloji, insan adlı varlığı gerçeklerden, haktan koparmak için oyunlar, oyuncaklar üretiyor; böylece insanat bahçesine döndürdükleri arenada insanlar da oyuncak haline geliyor. Oyuncaklaştırdığı insanlarla oynuyor Batı. Kurguluyor, kuruyor, pillerini takıyor, elindeki kumandasıyla yön veriyor; modern köle haline getiriyor. Kim demiş kölelik tarihe karıştı diye. En vahşicesi bu asırda uygulanıyor. Sadece bedenine hükmetmiyor, zihnini ve gönlünü de köleleştirerek Allah’ın kullarını teknoloji putuna tapınan uyuşuk esirler haline getiriyor. İnsan adlı muhteşem varlık, teknoloji sayesinde mutfakla tuvalet ve yatak odası arasında gidip gelen bir makineye, bilgisayar fişine kafasından bağlı uzaktan kumanda edilen bir aygıta dönüştürülüyor. Mâlâyani denilen faydasız şeyler, kulluğun önünü tıkıyor. Allah’sız, namazsız, dâvâsız yaşayabilen yeni gençlik; televizyonsuz, müziksiz, filmsiz, internetsiz, çetsiz ve cepsiz bir dünya düşünemiyor. Düşünemiyor, ne Yaratanını, ne kendini ve yaratılış amacını. Sanal bir dünya oluşturuyor teknoloji. Sanal, yani gerçek olmayan, hakikatten uzak, sahte bir dünya. Kullananları da matrixleştiren, sanallaştıran, giderek banallaştıran sahte bir âlem. Sanal, gerçekte aslı olmayıp zihinde tasarlanan, mevhum demek; banal da basit, âdi, bayağı, sıradan anlamına gelir. Hakikat adlı anneyle bağını koparan, fıtrat ve vicdan ne demek bilmeyen yeni nesil, sanalın kucağında teknolojinin sahte memelerinden hormonlu, uyuşturan ve zehirleyen süt emerek hayatını idame ettiriyor. Uyuşturucu ile, zehirle, aburcuburla nasıl hayat sürülürse öyle bir hayat; ha yat, ha bu zehri tat. Tat ve yat. Yat ve uyu. Uyu ve unut. Unut ve uyuş.

Bir Müslüman, telefonla benden fetva sormuştu: “Piyasası şimdiden hazır olan çok kârlı bir ticaret var. Çin’de üretilen bir teknolojik âlet; telefonda ve internet ortamında erkek sesini kadın sesine çeviriyor; istenirse kadın sesini de erkek sesine. Bir erkeğin konuşmasını aynen kadın sesi olarak muhatabına ulaştırıyor. Bu aygıtı ithal edip toptancılığını yapmak istiyorum. Câiz midir?” İnsanların böyle bir araçla ne tür fesat ve fitneler, ne çeşit kandırma ve hileler peşine düşeceklerini, bu araç vasıtasıyla ne kadar yuva ve cennet yıkılabileceğini bilmek için sosyolog ve âlim olmaya gerek yok. Fetvamı değil (fetva makamında kendimi tabii ki görmem), ama cevabımı tahmin edersiniz. Bunun basite ve küçüğe alınabilecek herhangi bir günah değil, çeşitli haramlara götüren büyük ve doğurgan bir fitne aracı olduğunu, eğer böyle bir ithalat yapar ve piyasaya sunarsa, öldükten sonra bile amel defterinin kapanmayacağını, bu araçla yapılacak her günahtan kendisine pay verileceğini söyledim, sakıncalarından uzun uzun bahsettim. Vazgeçti(ğini söyledi) o kimse. İyi de, herkes fetva mı soruyor, ya de her isteyenin istediği gibi fetvayı o şahıstan değilse de başka bir şahıstan, ama mutlaka alacağı ortam mı yok? Hangi tür fetva istiyorsan söyle, o tür fetva verecek şahsı veya kurumu sana göstersinler. Kaldı ki, demokratik, laik, Atatürkçü, Batılı bir ülkede fetva da mı sorulur, bir şeyin helâlliğinden haramlığından mı bahsedilir? Böyle yapılırsa Atatürk çarpmaz mı vatandaşı? Bunun için mi kurdu Cumhuriyeti? Vergisini veriyorsa yaptığı iş, sakıncasızdır, hatta kutsaldır TC dinine göre. Kanunlar var, kanunlara uyar veya uydurur, miş gibi yaparsan, haram helâl kimin neyine? Haramları helâl kılan, yani serbest yapan, meşrû ilan eden rab taslakları,[3] reddedilip inkâr edilmesi gerektiği halde[4] başta tutulan, destek verilen tâğutların yasasında (dininde) sadece resmî yasak vardır, suç vardır; ama “haram” kavramı yoktur.

İnsan gözüne, vücuduna ve diline kolay kolay yalan söyletemez; ama kaleme, bilgisayar klavyesine çok kolay şekilde yalan söyletebilir. Yalan adlı bulaşıcı ve çok tehlikeli virüs, bilgisayardan insanın diline, oradan gönlüne rahatça yerleşebilir. Bu virüs insanı yalancılardan yaparak dünyasını çirkinleştirip cennetini yok edebilir. (Bilgisayar kurbanları, koro halinde “olsun, ne var bunda!?” diye tuşlara küfrettiriyorlardır büyük ihtimalle.)

Alışkanlıkların kişinin iradesini zayıflattığı, insanı kendine bile söz geçiremez, özgüveni gittikçe yok olan, edilgen ve güçsüz hale getirdiği bir vakıadır. Tiryakilik, insanı esir eder. İnternet ve orada çetleşme, google, mail, MSN, facebook, TV. gibi tiryakilikleri, oyun, futbol ve dizi tutkunları, facebook gibi girip de zor çıkılacak sanal mekânlar, site site dolaşmalar, forum köşeleri, internet geyiklikleri, doğru ile yanlışın karıştığı din hakkında herkesin her şeyi tartıştığı alanlar, özetle bilgi kirliliği ve kirliliğin bin bir çeşidi, hep insanı ahtapot kollarıyla yakalayıp güzelliklerini sömüren bir canavardı ve tutsaklıktır. Tiryakilerin alıştığı zehiri bırakmak istemeyişleri, vücudun onu bir ihtiyaç gibi algılamasına benzer. İnternet tiryakiliği, bağımlılığı, tutsaklığı, hastalığı da böyledir. Google’ın dayanılmaz cazibesi, youtube’un büyüleyici daveti ve ekrandan yüzünü uzatıp dilini çıkaran şeytan…

“Hayâ imandandır.”[5] İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber’in hadislerinde billûrlaşmış olarak müşâhede edi lir: “Mü’minlerin iman yö nünden en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır.”[6] O yüzden mükemmel bir ahlâka sahip olma yan kimsenin iman yönüyle kemâle ermesi, tam bir mü’min olması da söz konusu olamaz. “İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”[7]Her şeyin aslı, gerçeği gitti; hormonlusu, sahtesi, sanalı geldi; İnsanın da öyle.

Komşuluklar, sohbetler gitti; yerine TV. ler, bilgisayarlar geldi.

Televizyon çıktı, “sizi”, “bizi” düşünenler gitti; yerine dizi dizi “dizi” geldi. İnternet çıktı, cihat gitti; yerine chat geldi.

Gitmek bilmeyen arsız misafir gibi evlere giren teknolojik araçlar aracılığıyla özgürlük gitti; kölelik geldi. Esirlik; eşyaya, aygıtlara, hevâya, sömürü düzenine…

İnternetle evdeki yakınlıklar gitti; uzaktakilerle ve uzaklaşılması gerekenlerle yakınlık geldi.

Rabbe kulluk gitti; kula kulluk, tâğutlara, paraya, karıya, topa, popa kulluk, hevâya tapınma, emir kulluğu geldi.

Yardımlaşma gitti; bireycilik geldi. Huzur gitti; stres geldi. Saygı gitti, kaygı geldi.

Okumak gitti; bakmak geldi. Televizyon seyrederken “gözlerim kızarıyor” diyen birisine diğeri “Benim de yüzüm kızarıyor” demiş. Bir başkası da çıkıp “ancak yüzünün kızararak seyredebileceğin çirkinlikleri seyrediyorsun, öyleyse senin de yakıcı ateşte imanın kızarıyor” demesi gerekiyor. Gözlerin, yüzlerin ve imanların kızarmaması, âhirette de her tarafı kızartan kızgın demirlerle insanın dağlanmaması için bizi Allah’tan uzaklaştıranlardan uzaklaşmalı. Allah’a isyan edenlere isyan edilmeli. Lâ denilip uzlaşma kestirip atılmalı.

Ve böylece medya ve cahilî eğitim vasıtasıyla, kapitalizm ve tâğutlar tarafından zihinler ve gönüller işgal edildi. Bu işgalde internetin katkısını unutmamak gerek.

Çocuklar ve gençler için ev; internet demek, televizyon demektir, hayat oyun alanıdır, nefse hoş gelen özelliklerdir.

İNTERNETİN SÜRÜKLEDİĞİ UÇURUMLAR

Gözün Zinâsı Harama Bakmaktır: Göz, kalbin ana girişidir. Kalp de bütün organlarımızın yönetim merkezidir. Duyu organlarımızdan, özellikle gözden kalbe şehevî duyguları uyarıcı ve azgınlaştırıcı mesajlar gelirse insan ahlâk dışı bir hayatın ve ilişkilerin arzulusu olur. Çünkü arzulu bakışlar Peygamberimiz’in ifâdesiyle: “Şeytanın zehirli oklarından bir oktur”[8] ve kalbe ekilen şehvet tohumlarıdır. Mânevî zinâdır. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle) bakmaktır.”[9]

“Gözler de zinâ eder” ifâdesi, “gözün harama bakması ile gayr-ı meşrû cinsel ilişki anlamındaki zinâ arasında bir fark yoktur, ha o olmuş, ha ötekisi” şeklinde anlaşılmamalıdır. Elbette, hem dünyevî ve hem uhrevî cezâ bakımından ikisi arasında büyük bir fark vardır. “Göz zinâsı”, esas zinâya yaklaştırma açısından yasaklanmıştır. Ona izin verilmiş olsa, diğerine kapı açılmış olacaktır. “Göz zinâsı” tâbiri, gözlerin harama bakışının da çirkin olduğunu ifâde etmek için biraz mübâlağalı, korkutucu, caydırıcı ve mecâzî bir ifâdedir.

Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı bağlayan şey “zaman ve zemin”, “çevrenin ayıp sayıp saymadığı”, “devletin serbest ve yasal kabul edip etmediği” değil, Rabbinin hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin tâlibi olursa, hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet içerisinde yaşaması mümkün olur.

Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu ortamları terk etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir. Zâten Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur”[10] buyuruyor. Âyet, “zinâ yapmayın” demiyor da, “zinâya yaklaşmayın!” buyuruyor. Öyle ya, şartlar oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca, elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek çok zor olacaktır. Herkes Yusuf değil ki... Nitekim Yusuf (a.s.) bile ancak Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur. Kur’an’da bu durum şöyle anlatılıyor: “Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti.”[11] İş buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten sonra, zinâ kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm’da zinâdan önce, zinâya götüren yollar haram kılınmıştır.

“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü’min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar.”[12] İslâm, işe harama bakmayı yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram bakışlardan sakındırıyor. Hiç kimse “göz benim değil mi canım!? İster bakarım, ister yumarım, kime ne?” diyemez. O gözü ve diğer organları bizlere emânet olarak veren Allah, bu emânetleri kendi arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O’nun rızâsı yönünde kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için değil; bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları bizim için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da bize bildiriyor: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp bunların her biri, yaptığından sorumludur.”[13]

Ancak Allah’a ve âhiret gününe imanımızdan güç alarak göstereceğimiz korunma gayretiyle gözlerimize hâkim olabiliriz. Çünkü biz ihlâslı ve gayretli olursak Rabbimiz bize yardım ederek bizi güçlendirecektir. Gözden gönle yol vardır. Göz, kalbin dışa açılan penceresidir. Kedinin ciğere baktığı gibi gözü harama bakan insanın ihlâsı, takvâsı büyük çapta zarar görecektir. Göz kanalıyla gönle giren mikropların telâfisi, bu ölümcül mânevî yaraların tedâvîsi hiç de kolay olmayacaktır.

Balık baştan kokmakta, düzen, resmî kurumlar, kapitalistleşmiş çevre sivrisinek üretmektedir. Bataklık kurutulmadan fâhişe sivrisineklerle mücâdele sonuç getirmeyecektir. Tevhîdî iman hâkim kılınmadan ahlâkî öğütler, delik kaba su doldurmaya çalışmak demektir. Ahlâksız insanların zührevî hastalıklar yanında rûhî hastalıklar, psikolojik anormallikler içine düşüp her konuda sapıklaştıkları ve çevrelerini de her yönden rahatsız ettiklerini göz önünde tutmak gerekir. “Utanmıyorsan, dilediğini yap!”[14] diyen Rasûlullah, hayâsız kişinin mânevî yönden ölüme terk edilen kişi gibi olduğunu söyler. Doktorun ölümü beklenen hastaya: “Ne istersen ye, serbestsin!” demesi gibi der. Dolayısıyla iffetin kaybolması kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol açar. Cinsel özgürlük; insanı et ve deriden ibâret olan bir varlık, bir eşya hükmüne koymakta; böylece kişilik şuurunu yıkan insanlık şerefine vurulan en ağır darbe olmaktadır.

Giderek globalleşen ve Amerika’nın yön verdiği yeni dünya düzen(sizliğ)i içine giren, vahşî ve gayr-ı insanî Batı değerlerinin dinsiz ve ahlâksız kriterlerine kurtarıcı diye sarılan günümüz dünyası, kıyâmeti, kaos ve rezilliği yaşamaktadır. Bundan büyük helâk olur mu? Dinin fert, toplum ve devlet hayatındaki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son yüzyılda fuhşun bin bir çeşidi giderek meşrûlaşma zemini ve daha çok yayılma imkânı bulmuştur. Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu düşünce sahiplerini fazla ilgilendirmemektedir.

Her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kurtulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenleri devirmekten başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rastgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.

Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacağı çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.[15] Seks manyağı haline gelmiş erkeklerden çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır. Nice aile var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine giden, turistik beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından çok fazlasının evli insanlar olduğu belirtilir. Tertemiz değilse bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan, az-çok nâmuslu ev kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken, kocaları kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle ailelerin çocukları da potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu aklı göbeğinin altına yerleşmiş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul karılarına ve babalı ama yetim çocuklarına el uzatacak? İslâm’a düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu suçlar yeter de artar. İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu bataklık kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın dininde, O’nun Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin tatbik edilmesindedir.

Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah’a ibâdetten, farzları yerine getirmekten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten, fahşâ ve fuhuştan alıkoyar.[16] Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya Allah’a kulluk, ya hevâya kulluk.

İmanıyla, fıtratıyla, vicdanıyla zıtlaşıp yüzü kızarmadan ahlâksızlık yapacak hale gelmiş gençler dâhil, günümüzün insanı kızılmaktan çok acınmaya lâyık zavallı düzen kurbanlarıdır. Onlara da İslâm’ın mükemmelliği, tevhidin esası, ahlâkın güzelliği ulaştırılabilse, tâğutî düzenin ve ondan beslenen câhilî ortamın fesadları önlense çirkinlikler kendiliğinden uzaklaşacaktır.

Türkiye’de bilgisayar sayısının çoğalmasına paralel olarak internet kullanıcıları ve internet kullanım oranı her geçen gün artıyor. İnterneti kullanan kitlenin artması interneti kullanım amacının bilgiye erişme yönünde bir gelişme olduğunu göstermiyor. Sadece Türkiye’de değil elbette dünya genelinde de durum pek farklı değil.

Türkiye’de de arama sitelerinin en çok aranan kelimeler listesinin başında ne tür kelimelerin geldiğini tahmin edersiniz herhalde. Türk insanı en fazla (Freud’u bile şaşırtacak düzeyde) seks ve varyasyonları olan kelimeleri tıklamakta, o biçim sitelerde mutluluk aramakta… Arama motorlarında en çok tıklanan kelimelerin cinsellikle ilgili kelimeler olduğunu siteler kendileri açıklıyor.

Unutmayalım; internette de Biri bizi gözlüyor. Hayatımızın her saniyesi, omzumuzdaki kameramanlar (Kirâmen Kâtibîn) tarafından videoya alınıyor. Müslüman olduğumuzu internet karşısında da unutmamalı ve ispatlamalıyız. Kalbimizden geçenleri bilen Rabbimiz internetin sanal âleminde ne yaptığımızı, kiminle nasıl konuşup yazıştığımızı, girişte güvenlik görevlisi olan veya olmadığı düşünülen hangi sitelere ne amaçla girdiğimizi de görüyor, biliyor. İnternet başında herhangi bir haram işlerken ölüm gelebilir. Ölüm gelmese de zerre kadar yaptığımız şerrin hesabı bizden sorulur.

Her an Allah’tan korkan ve her yerde Rabbinin kendini gördüğünü bilip ona göre davranan ihsan bilincine sahip mü’minlere ne mutlu! Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!

Müslümanca yaşamak, her an Müslümanlığımızı unutmamak duasıyla…

 

[1] ] 17/İsrâ, 32

[2] ]1603]  24Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6/Nûr, 30-31

[3] ] 9/Tevbe, 31

[4] ] 2/Bakara, 256

[5] ] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59; Nesâî, İman 16

[6] ] Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4682; Tirmizî, Radâ, h. no: 1162

[7] ] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6

[8] ] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kar’âni’l-Azîm, 3/282

[9] ] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20

[10] ] 17/İsrâ, 32

[11] ] 12/Yusuf, 24

[12] ] 24/Nûr, 30-31

[13] ] 17/İsrâ, 36

[14] ] Buhari, Enbiya 54, Edeb 78

[15] ] 63/Münâfıkun, 8

[16] ] 29/Ankebût, 45

EVDEKİ HAYATI, MÜSLÜMANIN NE KADAR MÜSLÜMAN OLDUĞUNUN GÖSTERGESİDİR

ÂYET:

نَِّ للّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّروُ مَا بِانَْفُسِهِمْۜ

“Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[1]

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو قُآو نَْفُسَكُمْ وَهَْل۪يكُمْ نَارً وَقُودُهَا لنَّاسُ وَلْحِجَارةَُ

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”1579

نَِّ آـمَا مَْوَلُكُمْ وَوَْلَادكُُمْ فِتْنَةٌۜ وَللّٰهُ عِنْدَ آهُ جَْرٌ عَظ۪يمٌ

“Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.”[2]

HADİS:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.”[3]

Evlerimizi ihmal etmenin cezasını çekiyoruz. İşe evlerden başlamak gerekiyor. Evleri otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yolu, evleri mescid ve mektebe dönüştürmekten geçiyor.

Yapılması gereken en önemli iş; okunmak, anlaşılmak ve kendisine uyulmak için gönderilmiş olan Kuran’a yönelmektir. Müslüman lar, işleri ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kuran’dan ve Kuran eğitiminden uzak kalamazlar; Kuran’ı hayatlarının dışına itemezler. Çocuklarının Kitapsız/ Kur’an’sız yetiştirilmek istenmesine seyirci kalamazlar. Mekke’de Rasûlullah’ın temel kurumu, evler idi. Evlerimiz Dâru’l-Erkam, Dâru’l-İslâm olmalı, eğitim, öğretim ve örneklik kurumu haline gelmeli. Evimizde sinema havası değil, mescid havası esmeli. Evlerimiz, öncelikle kendimiz ve çocuklarımız için Kur’an Kursu, İslâm Okulu olmalıdır. Evine İslâm’ı hâkim kılamayan, sokağına, işine, toplumuna İslâm’ı hiç hâkim kılamaz. Evinde bu değişikliği yapamayan, bulunduğu semti ve yaşadığı ülkeyi hiç değiştiremez. “Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[4] Bu sünnetullahın nebevî ifadesi de şöyle: Kemâ tekûnû yuvella aleyküm / Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” (Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olur.)” 1583 Rabbimiz, bu hakikati şöyle dile getirir: “Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.”[5]

Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için evlerini Kur’an okulu haline getirme gayreti, bir samimiyet testidir. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, kalelerimizdir, cephelerimizdir. Evlerimizi, sadece kendi eş ve çocuklarımızın okulu haline getirmek bile dâvâ adamı için yeterli değildir. Evlerimizi cemaat çalışmalarına açmak zorundayız. Evlerimizi dâvet için bir üs, karantina ve güç depolama yerleri haline getirmeliyiz. Bunun yanında, sadece evlerle yetinmeyip temel kaynağımız Kur’an mesajına uygun cemaat evleri şeklinde kurumlar oluşturabilmenin, mevcutları bu yolda değerlendirmenin yolları mutlaka aranmalı ve bulunmalıdır.

Batılıların, kendi savundukları ilkeleri, İslâm ve Müslümanlar sözkonusu olduğunda; helvadan putlarını yiyen Eski Mekke’deki inançdaşları gibi çifte standartlı, yani münâfıkça bir tavır takındıkları gören gözlere yabancı değildir. Bu tavır, sadece Batı için değil; onu referans alan bütün İslâm dışı düzenler için de geçerlidir. Bu topraklarda hâkim olan Kemalist düzen de, her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen câhil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, ılımlı İslâm(!) anlayışını yayma gayretleri ve düzene, Kemalizme uygun muharref bir din oluşturma çabaları, düzenin nifakla/çifte standartla ilişkisini gösterir. Kazın geleceği yerden tavuğun esirgenmemesi anlayışıyla müslümanlara verilen tâvizler, münâfık düzenlerin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan politikacı münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, câhil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.

Düzenin ve câhiliye toplumunun genel geçer kabul ettiği bukalemun taklitçiliği kendi insanını yetiştirmekle kalmıyor, bizim mahallenin insanlarını da etkiliyor. İslâm dışı, daha da kötüsü İslâm düşmanı münâfık düzen insanımızı da yozlaştırıyor, kimliksizleştiriyor ya da çok kimlikli hale getiriyor. İnsanımız cemaat içinde başka, iş yerinde başka kimlikler kullanıyor. Her farklı şahsa ve ortama uygun maskeler taşıyor. Duruma göre en uygun olacağını düşündüğü bu maskelerden birini yüzüne geçiriyor. İnsanımızı ikiyüzlü olmak bile kesmiyor, iki yüz yüzlü olmanın yolunu buluyor. Kişisel gelişim denilen ne idüğü belirsiz sözümona başarı taktikleri bu anlayışı yaygınlaştırıyor. Bu çağ, kimsenin kimseye güvenemeyeceği bir ortam oluşturuyor. Artık bizim insanımız bile kimseden borç alamadığı gibi, kimseye borç da veremiyor. Mü’min “güvenen ve güvenilen” anlamına geldiği halde, çağdaş Müslümanın ne kendine güveniliyor, ne de o başka bir müslümana güvenebiliyor.

İşte bu yozlaşma, evlerde daha net bir şekilde kendini gösteriyor. Mangalda kül bırakmayan nice dâva adamı, evinde dâva adına bir şey ortaya koyamıyor. Nice cemaat çalışmalarına katılan dâvâ adamının evine baktığınızda yanlış bir eve geldiğinizi sanırsınız. “Peygamberimiz bir gün evinize gelse!..” diye başlayan ve hepimizin nefis muhâsebesi yaparak kendimizi, evimizi sorgulamamız gerektiğini hatırlatan hayalî kıssa, hangimiz için geçerli değildir? Ashâbdan biri, sözgelimi zaman tünelinden geçerek dâva adamı gözüken nice insanın evine gelmiş olsa, bir mü’minin evine geldiğini kesinlikle kabul edemeyecektir. İşte onlardan biri, Allah rasûlü ile geçen o eşi bulunmaz ve her ânına bin can fedâ edilecek sohbetlerdeki melekleştiği havayı evinde birazcık az teneffüs edince, kendisinin münâfık olmasından endişe ediyordu. Olayı, Hanzale’den (r.a.) dinleyelim:

Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada Rasûlullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi hatırladım. Allah rasûlüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:

Ya Ebâ Bekr! Hanzale münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:

Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:

Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım, dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:

Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzale devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:

Yâ Hanzale! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Yâ Hanzale! Bu vecd hali, devamlı değil; ancak zaman zaman olur.”[6]

Evet, toplumda dindar ve şuurlu kabul edilen nice Müslüman, sabah namazına hâlâ kalkamadığı için bir milyonun üzerinde satan kitaptan “sabah namazına nasıl kalkılacağının” ucuz formüllerini, hap gibi yutup otomatik çözümleri öğrenmeyi düşlüyor. Hanımı ile arasında kültürel uçurumlar her geçen yıl daha da artıyor. Çocukları sanki onun çocuğu değilmiş gibi yetişiyor. Dışarıda cemaat çalışmalarına katılan ve cemaat olmanın olmazsa olmaz önemini başkalarına bile anlatan beyimizin evinde herkes bireysel takılıyor, her fert özgürce kendi (hevâsının istikametindeki) hayatını yaşıyor. Aile bireyleri, sokaktaki insanlar gibi birbirine yabancı, duyarsız ve ilgisiz. Tebliğini evine yap(a)mayan insan, dışarıda yapsa ne kadar etkili olabilecektir? Topluma huzur getirecek mesajı bilen insanın, kendi evinde huzur hâkim değilse bunda bir yanlışlık var demektir.

Müslümanın aile yuvası; eğitim ocağı ve ibâdethane olması gerektiği gibi, aynı zamanda huzur evi ve çocuk yuvası da olmalıdır. Müslümanların evleri, hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır.

Nice anne, çocuklarına karşı merhametlerinin hedefini ve sınırını vahiy istikametinde değerlendiremediği için kendisine ve çocuklarına zarar verebiliyor. Çocuklarının İlâhî emirleri ihmal etmelerini ve işledikleri haramları, onların yeterince büyümediği anlayışıyla ve yanlış ve hastalıklı bir merhametle hoş görebiliyor. Çocuklarının basit dünyevî rahatını, gerçek anlamdaki huzura ve cennete tercih edebiliyorlar. Nice baba da, çocuklarının dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs edebiliyor. Müslüman olduğunu söyleyen ana babaların çoğu, çocuklarının bezlerine ayırdıkları masraf kadar Kur’an’la irtibatları için zaman, emek ve para harcayamadıklarından, temizliklerine gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebiliyor. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”[7]; “Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.” [8] Bugün çoğu ana-baba bu fitneyi yaşıyor. Hatta birbirleri için de kendileri de fitne oluyor. Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.”[9]

İnançlar, değerler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. İlk yıllardaki terbiye/ eğitim, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak ailede kazanılabilir.

Rivâyet edilen şu hadis-i şerif, işe nereden başlamamız gerektiğini öğretir: “Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah (ve anlamı) olsun.”[10] Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, saf ve İslâm’a meyletme yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi, kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah’a inanmak ve O’na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah’a karşı gelmek demektir.

Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: “O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).”[11]

Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?

Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir.[12] Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan tevhidî inanca dayalı eğitim, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir.[13]

Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsaade etmez. Gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven anababa, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yumamaz.

Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden/eğitimden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz”[14] diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve mânevî hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; çağdaş ana-baba ise âhiretlerini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma, toprağa gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.

Ana-babalık, sadece çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevî ölçüler ön plandadır: Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak; uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında ebeveyn çocuğuyla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.

Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi; hiçbir bakıcı ve eğitimci de annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına anaokulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne-baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

Evlerde, müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri verilebilir. Kendilerinden direkt sorumlu olduğu çocuklarına Kur’an ve zarûrî bilgiler ve şuur vermede zorlanan, bu konularda yetersizliğini fark eden ana-babalar, suçlarını kabullenip Allah’tan af dilemeliler. Sonra, kendilerine vekil olacak güzel kurum ve hayırlı insanları bulmalılar. Böyle kurum ve şahıslara emanet ederek işlerinin bitmeyeceğini de bilmeliler. Mümkün anne, ev işleri ve varsa küçük çocuklarıyla uğraştığı için akşama yorgun girmektedir. Baba, kapitalistçe iş şartlarının gerektirdiği gayr-i insanî ve tabii gayri İslâmî ortamda geçim temini için maddî ve mânevî olarak yıpranmakta, akşam sanki ölü gibi eve gelmektedir. Ama, bu zahmetlere sırf eşi ve çocukları için katlandığını söyleyen aile reisi, ehline karşı esas görevinin akşamdan sonra onların mânevî açlıklarını giderecek ortamlar hazırlamakla ve kocalığını hocalıkla ispatlamakla mümkün olduğunu unutmamalıdır. Tek dünyalı yaşamak çok daha zordur. İki kova suyu taşımak, bir kova suyu taşımaktan daha kolaydır. Tek kanatlı kuşun uçamayacağı gibi, sadece dünyayı düşünen ve dünyevî ihtiyaçları temin etmekle uğraşan kimse, başta evi ve ehli olmak üzere âhiret öncelikli sorumluluklarını kuşanan kimseden daha fazla yıpranacak, daha fazla yorulacaktır. Zorlukların yerini kolaylığın alması, yorgunluğun giderilmesi için en güzel yol, bir başka güzel işe geçip o faâliyetle dinlenmek ve Rabbe rağbet etmektir.[15] Müslüman açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; şeytânî bir tuzaktır. Şuurlu bir mü’min, “din”lenmeden dinlenemeyeceğini bilir. Evini kahve ve otel gibi görmez; esas ücreti bol mesainin evde başlayacağını unutmaz.

Çocuklar, evlerine geldiklerinde, okullarından ve çevreden aldığı fıtrata ters anlayış ve uygulamalardan, mânevî virüslerden zihin ve gönülleri tezkiye edilmelidir. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Maalesef, babalar için çoğunlukla kahve ve otel görevi üstlenen evler, çocuklar için de internet kafe ya da bir sinema görünümündedir.

Evlerde her şeyden önce Kur’an’ın, namazın sevdirilmesine de katkısı olacak İslâm akaidi yaş ve seviyeler dikkate alınarak verilmelidir. Okullarda, sokaklarda, televizyon ve internetlerde öğretilen ve sevdirilen şeyler evlerde gözden geçirilmeli, yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede iyice büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir.

“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.” 1595

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.

Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.

Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu.

Kitle imhâ silâhlarıyla evlerimiz devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki… Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırt etmek ise çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor analar, babalar. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.

Evlerimiz, çocuklarımızı toplum hayatına hazırlayan, toplumdaki küfürden ve şirkten etkilenmeyecek şekilde onları tevhidî özelliklerle şuurlandıran; sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik yuvası haline gelmelidir. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır.

Evlerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması ev hayatıdır. Ev hayatı, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak evinde öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okul olmalıdır aile yuvası.

İslâm’ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.

Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.

Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.

Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.

Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Mü’min karakter(sizliğ)inden uzak bir mü’minin dışı da içi de aynı olmalı, ev dışındaki hayatıyla çelişmemelidir. Kalıbıyla kalbi, ameliyle inancı çelişmemelidir. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan münafıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir. Evimize ve özel yaşayışımıza şahit olan insanlar, bizde İslâm’ın güzelliklerini görmeliler; sürüye uyan tavırları değil. En etkili tebliğ yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır; iş hayatı, özellikle özel hayatı, ev hayatıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, evi ve işi onu yalanlamıyorsa onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır.

Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. Evdeki hayatımızla, iş hayatımızla, sokaktaki tavır ve bakışlarımla, TV, internet karşısındaki konumumuzla bir bütündür İslâm. Kitab’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmenin yansıması olan farklı mekânlarda farklı bir yaşayışın cezası, dünya hayatında rezillik ve rüsvaylıktır.[16] İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün iş ve ev hayatımızın tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm.[17] Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır.[18] Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın.[19] Tabii, evdeki özel hayatımız da O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde evde ve her yerde müslümanca güzellikler sergilememiz gerekecektir.

“Âyinesi iştir (ev hayatıdır) kişinin, lâfa bakılmaz.” “Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir fitne kılma.”[20] Yârabbi, Sen bizi İslâm’ı lâyıkınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vâsıtası olmayalım; “bunların elinde de hak mı olurmuş” deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler

 

[1] ] 13/Ra’d, 11

[2] ]1580]  6664/Tahrîm, /Teğâbün, 615

[3] ] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20

[4] ] 13/Ra’d, 11 1583] Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, c: 2, s. 126-127, hadis no: 1997; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c: 5, s. 47, hadis no: 6407; Albâni, Silsiletü Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, c: 1, 320, s. 491. Şevkâni Fevâidu’l-Mecmûa adlı eserinde bu rivayetin senedinde hadis uyduran biri olduğunu ve ayrıca senette kopukluk olduğunu belirterek rivayetin zayıflığına işaret etmiştir. (Şevkani, Fevâidu’l-Mecmûa, s. 210, hadis no: 624). Son dönem hadis âlimlerinden Nâsıruddîn

[5] lbâni de bu hadisin senet açısından “zayıf” olduğunu belirtir. 1584] 6/En’âm, 129

[6] ] Tirmizî, hadis no: 2633; Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV/346

[7] ] 66/Tahrîm, 6

[8] ] 64/Teğâbün, 15

[9] ] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20

[10] ] Abdurrezzak, Musannef IV/ 334

[11] ] 33/Ahzâb, 66-68

[12] ] Bkz. İbn Mâce, Edeb 3

[13] ] Tirmizi, Birr 33

[14] ] Tirmizi, “Birr”,33

[15] ] bkz. 94/İnşirâh, 7-8 1595] 10/Yûnus, 87

[16] ] 2/Bakara, 85

[17] ] 6/En’âm, 162

[18] ] Bkz. 8/Enfâl, 24

[19] ] 33/Ahzab, 36

[20] ] 60/Mümtehine, 5

AİLENİN TEMEL DİREĞİ HAYÂ

ÂYET:

وَنَِّكَ لَعَلىٰ خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

“Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir merte besinde bulunmaktasın”[1]

HADIs:

“İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”[2]

“Hayâ, imandandır, imandan bir şûbedir.” [3]

İMAN-AHLÂK MÜNÂSEBETİ; LÂ İLÂHE İLLÂLLAH AHLÂKI

Ahlâk, iman ve takvâ ile iç içedir. İman ağacı, gönül toprağına dikilmişse mutlaka “iyi ahlâk” adlı meyve verir. İmanla ahlâk arasındaki kopmaz bağ konusunda çok sayıda hadis rivâyeti vardır.

“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır.” [4]

“Sizden biriniz, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe

(tam) iman etmiş olmaz.” [5]

“Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu kimsedir.”[6]

Rasûlullah’a (s.a.s.) soruldu: “Mü’minlerden hangisi efdal (en faziletli)dir?” “Ahlâkça en güzelleridir!” cevabını verdi. Tekrar soruldu: “Pekiyi, mü’minlerden hangisi en akıllıdır? “Ölümü en çok zikreden ve kendilerine gelmezden önce onun

için en iyi hazırlığı yapanlardır. İşte akıllılar bunlardır.” [7]

“Sizin en hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır.” [8]

“Kıyâmet gününde mü’minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez.” [9]

“Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.”[10]

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” [11]“Hayâ imandandır.” [12]

İSLÂM AHLÂKININ İMAN VE İBÂDETLE İLGİSİ

İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî buyrukları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümk ün değildir. Sahaları birbirinden ayrı gibi görünen bu esaslar, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde bir biriyle kaynaşmış durumdadır. Zira İslâm dininin hedefi, bütün insanlığın ahlâkını en mükemmele ulaştırmaktır. Hz. Peygamber’in ahlâkını soranlara Hz. Âişe’nin: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân’dan iba retti.”[13] demesi; peygamber olarak gönderilmesinin sebebini Rasûlullah Efendimizin, ahlâkı tamamlayıp bütünlemeye bağlaması[14] ve Allah Taâlâ’nın Hz. Muh ammed’i (s.a.s.) “Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir merte besinde bulunmaktasın[15] diye övmesi, İslâm dininin en önemli gayesinin beşeriyete mükemmel bir ahlâk disiplini kazandırmak olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.

Müslüman, dininin buyruklarını benliğine öyle sine mal edecek ki, bütün davranışları en güzel ahl âk prensipleri hâlinde ortaya çıkacaktır. Aslında iman ve ibâdet esaslarının tamamı, müslümanı bu olgun luğa eriştirmek için emredilmiştir. Bu seviyeye çıkan insanın kalbinde bütün mahlûkat için iyi ve güzel duygular boy atacak, asil şahsiyetine yakışmayan her türlü kötülükten uzaklaşacaktır. Tıpkı midenin sindirdiği yiyeceklerin sonunda kuvvet ve enerji şeklin de kendini göstermesi gibi, kalbin derinliklerine inen iman da kendini bize güzel huy şeklinde gösterecek tir.

İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber’in hadislerinde billûrlaşmış olarak müşâhede edi lir: “Mü’minlerin iman yö nünden en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır.”[16] Şu hâle göre mükemmel bir ahlâka sahip olma yan kimsenin iman itibarıyla kemâle ermesi de söz konusu olamaz. Bir diğer hadiste şöyle buyurulur: “İman yetmiş nevidir. En üstünü “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh yoktur)” demek, en aşağı sı, yol üzerinde insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” [17]

Yine şu hadis-i şerifler de iman ile ahlâkın ve özellikle hayânın etle kemik gibi birbirinden ayrılmaz birer özellik olduğunu belirtir: “Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı hayâdır.”[18]; “Dört haslet peygamberlerin (ortak) sünnetlerindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.”[19]; “İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”[20]; “Hayâ, imandandır, imandan bir şûbedir.” [21]

Hayâyı imandan sayan Allah’ın Rasûlü, imanı en güçlü insan olduğu gibi, hayâsı da aynı şekilde toplum arasında en büyük olan idi. Ebû Saîdi’l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık.” [22]

Demek ki hayâ duygusuna sahip olmak sadece ahlâkî bir özellik değildir; ayrıca imanı tamamlayıp mükemmelleştiren bir duygu ve davranıştır, imanın yetmiş küsür bölümünden biridir. İmanı ahlâktan ayrı olarak düşünmeyen önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) yine buyurur ki:

“Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin eder im ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.”[23]

İşte bu tür hadisler, dinin temeli olan iman kök leriyle ahlâk esaslarının ayrılamayacak şekilde bir birinin içinde eridiğini ifâde etmekedir.

Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtrîdir. İnanan bir mü’min de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri, hevâ ve sosyal motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevk edebilir. Böyle durumlarda, kişinin tutum ve tercihini, inancının güç lülüğü veya zayıflığı belirleyecektir.

Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalb iyi ise, yani iman kalpte bütünlük ve olgunluk arzediyorsa, beden kalpteki imana uygun olarak eylemini yapacaktır. Çünkü fiziksel eylem ler, daima psikolojik eylemleri izlerler. Psikolojik eylem iyi olursa, fizyolojik eylem iyi olur. “Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.”[24] Psikolojik açıdan mü’minin ahlâkî davranışı ve hayâsı onun kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir.

AİLE AHLÂKI

Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir.

Ailede üyeler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma olmalı ve aile fertleri birbirlerine karşı güzel davranışlar sergilemelidir. Ailede mutlu olmak ve bunu hayat boyu sürdürebilmek için eşler ve çocuklar çaba sarfetmeli ve gereken fedâkârlıklardan çekinmemeli, her kişi öncelikle kendi sorumluluklarını yerine getirmelidir. Her insanın, ailesindeki diğer şahıslara karşı görevlerinin olduğunu unutmaması gerekir.

Ailede tevhidî değerlere önem verilmiyor, Allah’a kulluk üzere haklar ve sorumluluklar değerlendirilmiyorsa, böyle bir aile kurumu, bireyleri ne dünya ve ne de âhiret mutluluğuna ulaştırabilir.

Şuurlu Müslüman bir fert, eşinin ve çocuklarının hakkını çiğnemez, ailesiyle iyi geçinir. Eğer eşlerden biri veya her ikisi görev ve sorumluluklarını yapmazsa zâlim (zulüm işleyen), adâletsiz (hak edene hakkını vermeyen) kişi olur ve bunun sonucunda da evlilikte anlaşmazlık, kavga, huzursuzluk olur. Böyle kimseler öncelikle kendilerine zarar verirler, sorumsuzluklarının dünyevî cezası olarak kendilerini vicdan azâbı rahatsız eder durur. Bu hak ihlâli sürdüğü müddetçe tüm aile bireylerinin de psikolojileri bozulur. Ve giderek bu tür ailelerden oluşan toplum da çöküntüye uğrar.

Evli çiftlerden biri: “Eşim bana karşı sorumluluğunu yerine getirmiyor” diyor. Ama kendinin de eşine karşı sorumlu olduğunu unutuyor. Eşler kendini düşündüğü gibi eşini de düşünmelidir. İlk sen sorumluluğunu yap, sen yapınca eşin de senin hakkını gözetecektir. Sorumluluk duygusu çok önemlidir. Özgürlüklerimizden ve haklarımızdan önce görevlerimizi düşünüp ona göre davranmalıyız. Yani, beraber yaşadığımız veya karşımızdaki kişilerin haklarına kendi haklarımızdan önce yer vermeliyiz.

Müslüman olduğunu iddia eden bireylerin oluşturduğu topluma bakalım. Saâdet asrı öncesinin, Kur’an tâbiriyle “ilk câhiliyye”nin[25] her türlü câhilliği, çirkinlik ve isyanı olanca rezilliğiyle sergileniyor. Bu modern câhiliyye toplumu, helâk edilen bütün kavimlerin helâk olmalarına sebep olan bütün rezilliklerini istisnasız işlemekten çekinmiyor. Bunun en önemli sebebi, şirkin bütün boyutlarından sakınıp tevhidî imanın tüm gereklerini yerine getirmeyiş; Allah Rasûlü’nün ifadeleriyle hayâ ve güzel ahlâk şeklinde dışa rengini veren iman. “İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap!” [26]

Günümüzün beşerî dini olan kapitalizmin ise, insanlığın yozlaşmasındaki fonksiyonu tartışılmaz. Yozlaşmanın çok basit bir sebebi var. İki cihan serveri Allah Rasulü (s.a.s.) buyurdu ki: “Hayâ, imandandır.”[27]; “Kim ki utanmıyor, istediğini yapsın!” Kapitalizm, insanların ar ve hayâ duygularını kaybettirmektedir. Her şeye ekonomik sebeplerle bakmayı öğreten kapitalizm, erkekleri, kadınları, çocukları utandığı ve sıkıldığı ortamlarda çalışmayı mâzur göstermektedir. Ekonomik gerekçelerin arkasına sığınan bu insanlar, yozlaşmanın da kapısını aralamaktadırlar.

Her şeyin aslı, gerçeği gitti; hormonlusu, sahtesi, sanalı geldi. İnsanın da öyle.

Komşuluklar, sohbetler gitti; yerine TV.ler, bilgisayarlar geldi.

Televizyon çıktı, “sizi”, “bizi” düşünenler gitti; yerine dizi dizi “dizi” geldi.

İnternet çıktı, cihat gitti; yerine chat geldi.

Gitmek bilmeyen arsız misafir gibi evlere giren teknolojik araçlar aracılığıyla özgürlık gitti; kölelik geldi.

İnternetle evdeki yakınlıklar gitti; uzaktakilerle ve uzaklaşılması gerekenlerle yakınlık geldi.

Rabbe kulluk gitti; kula kulluk, tâğutlara, paraya, karıya, topa, popa kulluk, hevâya kulluk, emir kulluğu geldi.

Yardımlaşma gitti; bireycilik geldi. Huzur gitti; stres geldi. Saygı gitti, kaygı geldi.

Okumak gitti; bakmak geldi. Televizyon seyrederken “gözlerim kızarıyor” diyen birisine diğer birisi “Benim de yüzüm kızarıyor” demiş. Bir başkası da çıkıp “ancak yüzünün kızararak seyredebileceğin çirkinlikleri seyrediyorsun, öyleyse senin de yakıcı ateşte imanın kızarıyor” demesi gerekiyor. Gözlerin, yüzlerin ve imanların kızarmaması, âhirette de her tarafı kızartan kızgın demirlerle insanın dağlanmaması için bizi Allah’tan uzaklaştıranlardan uzaklaşmalı.

Ve böylece medya ve cahilî eğitim vasıtasıyla, kapitalizm ve tâğutlar tarafından zihinler ve gönüller işgal edildi.

Sorumlu bir insanın “iman”dan sonra temel görevi, dinini hakkıyla öğrenmek, öğrendiklerini yaşamak ve onu insanlara öğretip onların da müslümanca yaşamalarına vesile olmaktır. Bu durum da en azından ve hiç ihmal edilmeden ailelerde tümüyle yerine getirilebilir. Bu konumundan dolayı hâlâ bazı temel değerlerin önemsendiği ve ev dışı hayata rağmen ve ona temelden zıt şekilde bir kısım İslâmî uygulamaların hâlâ geçerliliğini sürdürmesinden dolayı aile ve aile hayatı büyük çaplı tahribata uğratılmak istenmektedir. Artık gençler evlenmeyi pek câzip görmemeye başladı. Evlenme yaşı giderek daha uzuyor. Boşanmaların sayısı her yıl rekor kırıyor. Bununla birlikte, aile hayatı artık dedelerimizden ve babalarımızdan gördüğümüz şekilde yanlış birçok cehâlet, gelenek ve örfün hüküm sürdüğü şekilde devam edemez. Bu topraklardaki günümüz yaşama biçimi ile 30 sene öncesinin özellikleri arasında öyle büyük bir uçurum var ki… Dünün (doğru-yanlış iç içe geçmiş) cevaplarıyla bugünün sorunlarını çözmek mümkün değil. Bunca hücuma ve giderek artması engellenemeyen ifsâda rağmen, aile kurumunun kendini koruması için kesinlikle radikal bir değişim ve dönüşüm geçirmesi, bilinçli bir değerler sistemine dayanması kaçınılmazdır. İslâmî şuura, ilme ve örnekliğe/modelliğe dayalı, bugünün küfür ve şirkine olduğu gibi yarının daha da çirkinleşecek ve şirretleşecek çirkinliklerine karşı dayanabilecek nesiller yetiştiren birer okul haline gelmelidir evler.

İslâm bireyin özel hayatını yönlendirdiği gibi, aile ve toplum hayatını da düzene koyar. Bununla birlikte günlük yaşayışının en uzun zamanının içinde geçtiği aile hayatının her noktasında nasıl yaşanacağını hükme bağlar. Denilebilir ki, İslâm tam anlamıyla ve her yönüyle bir aile dinidir. Evler Müslümanlar için kaledir, sığınaktır, moral depolama yeri, çocuklar için karantina mekânlarıdır. Mü’minin evi, İslâm toplumunun çekirdeğidir. O, evini bu bilince uygun olarak inşâ eder. İslâmî eğitim ailede başlar ve toplum içinde gelişerek devam eder. Bizler dinî gıdamızı/besinlerimizi, annemizden süt emer gibi “ailemiz”in müşfik göğüslerinden emerek alırız. Bu itibarla, çocuklarımıza ikram ettiğimiz inanç, ahlâk ve hayat anlayışı helâl olmalıdır. Rabbimizin haram kıldığı inanç, düşünce, ahlâk anlayışı ve yaşam tarzı kesinlikle çocuklarımıza verilmemelidir. Bunlar bizleri ve çocuklarımızı zehirler ve hayatımızı felç eder.

Aile hayatı, insanların cenneti veya cehennemidir. Aile yuvasını küçük çaplı cennete benzeten mü’minler, ebedî yurtlarına en güzel şekilde bu cenneti taşımış olacaklardır. Yeter ki aile bireyleri, Allah ve Rasûlünün kendilerine yüklediği görevleri ihsan bilinciyle en güzel şekilde yerine getirme gayreti göstersin.

İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaz için mescide giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O’nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O’nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâkî faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, iyilik yapmaları için onları devamlı teşvik ederdi. “Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır” der, kendisini ailesinin dünya ve âhiret saâdetinden sorumlu tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hiçbir eşine hiçbir şekilde vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem, “en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır” derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.

Günümüzde “müslümanım” diyenlerin uygulama yönüyle evleri, Peygamber evine hiç benzemiyor. Peygamber düşmanı Batılının evlerine daha çok benziyor. Evler çoğu koca için bir otel ve lokanta görevi üstleniyor. Ev hanımları için de evler daha çok mutfaktan ibâret. Hanımlar da kendi rollerinin evin hizmetine bakmak ve yemek hazırlamak gibi uğraşlardan ibaret olduğunu düşünüyor. Çocuklar içinse ev, internet demek, televizyon demektir, oyun alanıdır, nefse hoş gelen özelliklerdir. Kapitalizmin, kendisi gibi garibanların teriyle çalışan çarklarını döndürmek ve yakasını bu çarka kaptırdığı için kendisi de bunun arasında ezilerek kendinden geçmişçesine yorgun argın akşam eve dönen aile reisi, en önemli görevinin kendisiyle birlikte çocuklarını ve eşini ateşten korumak olduğunu[28] düşünmüyor bile.

Evde insan, kendini daha özgür ve daha güvende hissedeceğinden insanın içyüzü daha net şekilde açığa çıkar. Dağınıklığı, giysilerine gösterdiği özen, insanî ilişkilerdeki zaafları, tenbellikleri, ihmalkârlıkları, saygı ve sevgi anlayışı ve her şeyden önce; imkânı varken evine şeariatı hâkim kılıp kılmaması gibi insanın makyajı, sırları evde dökülür. Ev hayatı, sanallıkları kaldırmaz; insan, toplum hayatında takmak zorunluluğu hissettiği yüzündeki maskeyi eve girer girmez atar. Kendine hizmet eden eşine ve çocuklarına teşekkür eden kaç aile reisi vardır bu toplumda, hata yaptığında eşinden veya çocuklarından özür dileyen? Onlardan saygı beklerken kendisinin de onlara saygı duyması gerektiğini düşünen babaların sayısı ne kadardır acaba? Evini okul ve mescid haline getiren, koca rolü kadar hoca rolü de oynaması gerektiği idrâkinde olan ne kadar koca vardır dersiniz? Kocasına ve çocuklarına devamlı merhamet ve şefkatini gösteren ve evini huzur yuvası ve anaokulu haline getiren anaların sayısı ne kadardır ve bu tahminî sayı, anaların oranı içinde kaçta kaçtır? Anne ve babasının her meşrû emrini seve seve yerine getiren ve onların doğru tavsiyelerine en az gıda ihtiyacı kadar açlık hissiyle yaklaşan, nebevî ihtardaki gibi burnunun sürtülmemesi için ana babasına hayat boyu bakmaya çalışan hayırlı evlât sayısı için ne dersiniz?

Evler haramların benimsendiği ve kötü alışkanlıkların edinildiği yerler olmamalı, tam tersine müslümanca bir hayatın güzelliklerinin sergilendiği mekânlar haline gelmelidir. Evler, İslâmî çalışma yapan kimselerin mezarları değil, her gün yeniden dirilecekleri mekânları, yakıtlarını dolduracakları benzinlikleri olmalıdır. Evler televizyon sayesinde birer sinema salonuna, gazinoya, futbol stadyumuna benzememelidir. Evler, gücü yetenin gücü yettiği kişiye deşarj olmak için ağzına geleni söyleyebileceği, elinden geleni yapacağı yerler olmamalı. Evlerimiz, her çeşit tatlılıkların yaşandığı, devamlı huzurla ruhların tatmin olduğu küçük cennetlerimiz olmalı. Allah’a isyan edilen veya kavga gürültü içinde birbirlerine hastalık gibi zor katlanılan yerler olmamalı evler.

Edeb, terbiye, ahlâk ve görgü kuralları uygulamalı şekilde evde öğrenilir. Aile bireyleri, eve girerken birbirlerine selâm vermelidir. Birbirlerinin hal ve hatırlarını sormak, varsa problemlerini sonuna kadar dinleyip çözüm getirmek, evin ortak eşyalarının ve alanlarının kullanımında özen gösterip temizliğe ve düzene uymak, sevinçli ve özel günlerde paylaşım ve katılım içinde olmak aile ile ilgili edepler arasında ilk akla gelen şeylerdendir. Evde aile bireylerinden biri ders çalışıyorsa veya kitap okuyor ya da namaz kılıyorsa diğerleri tarafından saygı görmek, evde ihtiyar dede ve nine varsa onları hiç rencide etmemek, diğer akrabalara karşı saygılı ve hoşgörülü olmak, hepsinden önemlisi anne ve babaya karşı saygısızlık yapmamak ve ihsâna aykırı davranışlarda bulunmamak gerekmektedir. Anne ve babanın da çocuklarını Allah’ın bir emaneti olarak değerlendirip onları her türlü şirkten ve küfürden korumanın ilk ve en temel görevleri olduğunu unutmamak, namaz ve tesettür bilinci vermek, haram ve helâl konularında ve ahlâkî hususlarda onları güzel bir tarzda yetiştirmeye çalışmak aile bireylerinin âdâbı arasında saymamız gereken özelliklerdendir. Aile bireyleri özgürlük sınırlarını bilip onu aşmamalıdır. Birbirlerine karşı hoşgörülü, kibar ve nâzik olmalıdır.

Çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifâde edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir.[29] Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu suretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir.[30] Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri[31] bu konuda başta anne babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.

Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir. Evde “hoca” görevini de üstlenmesi gereken “koca”, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.

Evlerde müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur’an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur’an’dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur’an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.

Âile eğitiminde ebeveynin, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme.

Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.

Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metot mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/ sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.

Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, çocukları haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalplerini gıdasız bırakmaları, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli besleyerek doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.

İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı.

Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV, sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir.

Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Demek ki, “çocuğumun eğitimi konusunda ben fazla bir şey yapamam, gücüm ve imkânım yok!” diyemez anne ve baba. Çok şeyler yapabilir ve yapmalıdır.

Bütün bunlar için ailelerde Allah sevgisine ve korkusuna dayalı hayâ bilinci olmalı, O’nun râzı olmayacağı her çeşit inanç, niyet, söz ve davranıştan uzaklaşarak önce Allah’a karşı hayâ sahibi olduğumuzu göstermeliyiz. Sonra aile bireyleri olarak birbirimize karşı takınacağımız sorumluluk bilinci, yanlış şeyler yaparken birbirimizden utanmayı da sağlayacaktır. Unutmayalım ki, hayâ perdesiyle süslenmemiş bir ev, ev olmaktan çıkmış bir hapishane ve mezarlığa dönmüştür.

 

[1] ] 68/Kalem, 4

[2] ] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6

[3] ] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59

[4] ] Buhârî, Edeb 39; Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Nikâh 50

[5] ] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72

[6] ] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 14

[7] ] İbn Mâce, Zühd 31, h.no: 4259

[8] ] Buhârî, Menâkib 23; Müslim, Fezâil 68; Tirmizî; Birr 47

[9] ] Ebû Dâvud, Edeb 8, h. no: 4799; Tirmizî; Birr ve Sıla 61, 62, h. no: 2003, 2004

[10] ] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî, Birr ve Sıla 62, h. no: 2004

[11] ] Muvattâ, Husnü’l-Hulk 8; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 135, Hds. 273; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/381

[12] ] Nesâî, İman 16

[13] ] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 139

[14] ] Muvatta’, Hüsnü’1-Lulk 1

[15] ] 68/Kalem, 4

[16] ] Ebû Dâvüd, Sünnet 16, hadis no: 4682; Tirmizî, Radâ, h. no: 1162

[17] ] Buhârî, İman 3; Müslim, İman 58; Ebû Dâvud, Sünnet 14; Tirmizî, Birr 80; Nesâî, İman 16; İbn Mâce,

[18] ddime 91564] Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 9, (2, 905); İbn Mâce, Zühd 17, h. no: 4181, 4182

[19] ] Tirmizî, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, V/421

[20] ] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6

[21] ] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59

[22] ] Buhârî, Edeb 77, Menâkıb 23; Müslim, Fedâilu’n-Nebi 67, h.no: 2320

[23] ] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâme 59

[24] ] Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkât 107; İbn Mâce, Fiten 14

[25] ] 33/Ahzâb, 33

[26] ] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6

[27] ] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59

[28] ] 66/Tahrîm, 6

[29] ] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158

[30] ] 20/Tâhâ, 132

[31] ] Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182

GÜZEL SÖZ; AKLI KULLANMA SANATI

ÂYET:

وَمِنْ يَِٰاتِ آه۪ نَْ خَلَقَِ لَكُمْ مِنْ نَْفُسِكُمْ زَْوَجاً لِتَسْكُ آـنُو لَِيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرحَْمَةًۜ نَِّ ف۪ي ذٰلكَ لَايَٰاتٍ لقَوْمٍ يَتَفَكَّروُنَ

“Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”[1] وَ قُلْ لِعِبَاد۪ي يَقُولُو لَّت۪ي هِيَ حَْسَنُۜ نَِّ لشَّيْطَانَ يَنْزغَُ بَيْنَهُمْۜ نَِّ لشَّيْطَانَ كَانَ لِلْاِنْسَانِ عَدُوًّمُب۪يناً

“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”1457

HADİS:

“Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”[2]

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”1459

“Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”[3]

Konuştuğumuz dili düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak meşrû, üslûp olarak güzel ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir.[4] Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en büyük özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifadelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanlar bir benzerini meydana getirmekten âcizdir. Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifadeli Kitabın benzerini meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak ifade eder.[5]

En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel kullanmalarını emreder. “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”[6] Benî İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir.[7] Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir.[8] En fasih konuşan ve muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden, onlara karşı en güzel ifadelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et/öğüt ver, onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.”[9]

Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir.[10] Ma’rûfu emir, münkerden nehiy, dâvet ve tebliğ görevleriyle mükellef olan mü’minler, bu vazifelerini diledikleri gibi, gelişigüzel ve kendi mantık ve karakter yapılarına göre değil; Kur’an’ın gösterdiği usûlle yapmak zorundadır. Hakkında özel sûre ve âyetler olan Cuma namazının ehemmiyeti herkesçe mâlumdur. Cuma namazının şartlarından birinin “hutbe” olduğu düşünüldüğünde, insanlara güzel bir şekilde hitap etmenin, yani hutbe okumanın dindeki yeri de kavranmış olur.

Dili güzel kullanmak, yani edebiyat bir sanattır; güzel sanatlardan biridir. Peygamber lisanıyla güzellikler ve meşrû sanatlar şöyle taltif ve tavsiye edilir: “Allah güzeldir, güzellikleri sever.”[11] Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli şairlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı yücelterek övmüş, teşvik etmiş, hatta bir kere de, memnuniyetini belirtmek için kendi hırkasını çıkarıp bu şaire hediye ederek iltifat etmiştir.

Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor. Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesadı kaldırmak için, yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir. İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, büyük insan şöyle buyurmaktadır: “Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.”

Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah’a duâ gibi ibâdetlerin yanında; gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleneceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.

Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi Allah’ın râzı olacağı kul olmak, dille mümkün olduğu gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay olabilmektedir. Yine, cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile sahip olup olamamaktan geçmektedir.

Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı bir yemek, kötü sözle yenilmez bir acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam veremese de sesini çıkarmaz. Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir olduğundan, Ezop’tan bu sefer bildiği en güzel yemeği pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde Ezop yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim iştir?” Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap verir. Hakikaten çok mükemmel bir sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak, yemek esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek lâflar etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus, söz konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.”

İnsanlar söz konusunda üç gruba ayrılır: Suskun-sessiz insanlar; gevezeler; hoşsohbet insanlar. Aşırı derecede suskun ve sessiz insanlar, çoğunlukla kendilerine güveni olmayan, ezilmiş ve kişiliksiz insanlar olabilir. Öyle değilse bile, bir insana faydalı olamayan, onu yeri geldiğinde teselli edemeyen, sevindiremeyen, bazen de dilsiz şeytan durumuna düşen kimselerdir. Bunlar; fazla aranılıp sorulmaz, yoklukları önemsizdir.

İkinci grup insanlarsa yerli yersiz hep konuşmayı severler, başkalarına bu hakkı vermek istemezler, tek dilleri olduğu halde iki kulakları olduğunun hikmetini kavramazlar. İnsanlar, bu tiplerden de çoğunlukla rahatsız olur. Tabii, çok söz yalansız da olmadığından kendileri ve dinleyicileri günahkâr da olur. Bu tipler, genellikle kendilerini çok beğenmiş insanlardır da. Bazen susmanın altın olduğunu anlatamazsınız onlara. Dedikoduya meraklı olan bu tipler, sır da saklayamazlar. Bunların da zararı çok kişiye dokunacağından, konuşma kirliliğine sebep oldukları ve kul hakkına da tecavüz ettiklerinden bunlar da sevilmezler.

Üçüncü gruptaki tatlı dilli insanlarsa, devamlı aranıp kıymeti herkesçe takdir edilen insanlardır. Neyi, ne zaman, nerede ve nasıl konuşacağını bilen insanlardır. Konuştuklarında ağızlarından sanki bal akıyordur. Derdinizi, sıkıntınızı o konuşurken unutur, onu sever, arar, ondan faydalanmak istersiniz.

Karşısındaki topluluğu uzun uzun düşünmeğe mecbur eden, ağlatan, fikir ve inançlarını değiştiren veya geliştiren, onların gönüllerinde, vicdanlarında hâkimiyet kuran, onları fetheden konuşmacılar vardır. Nice zaferler, güzel sözlerle kazanılmış, nice askerin morali güzel sözle zirveye çıkarılmış, heyecanları galeyana getirilerek seve seve canlarını fedâ edecek hale yükseltilmiştir.

Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma ve güzel yazma, başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardandır. Kimi vardır, güzel konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir. Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak Allah’ın bir lütfu ve nimeti olarak verilen bu beyan yeteneğimizi[12] kontrole ve disipline alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip olması beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat, sözü dinlenen, güzel ve düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde anlatan bir seviyeye, çalışıp gayret etmek şartıyla hemen her insan gelebilir.

Bütün bunlara rağmen, güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gaye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gayeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Din, amaç; dil araçtır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gayeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken, vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir. Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, edebiyat yapma) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.

Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifadeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların en güzeli olan Kitab’ına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ (şâirler) sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilmiştir.[13]

Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir. Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir. Sözü sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması, değer vermemesi gerekir. Müslümanın, güzel rolündeki büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü, bir şeyin sahtesini fark edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir.

Bazen, dinî nasihatler yapan, vaaz, hutbe ve sohbetlerle insanlara hakkı göstermeye çalışan kimselerin, özellikle mevlit okuyan veya radyo ve televizyon programlarında duâ yapan bazı görevlilerin samimiyetsizliği sırıtmakta, bu yapay süsleri bolca kullanarak, makyajı suratından akan kimselerin görüntüsünü oluşturabilmektedir. Allah rasûlü, bu konuda şöyle buyurur: “İneğin geviş getirmesi gibi, dilini sağa sola çevirerek belâğat göstermeye çıkan kimselere Allah buğz eder.”[14] Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifadesini, doğruluğu aramalıyız. Mehmed Âkif Ersoy: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!” diyerek buna işaret etmiştir. Ama sözümüz odun gibi olacaksa, Yûnus’un, dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun, yontulmamış olmasın.

Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir.[15]

GÜZEL SÖZÜN ÖZELLİKLERİ

Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir.[16] Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir.[17] Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır.[18] Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.

“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”[19]; “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”[20] Bu âyetlerden yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini şöyle tespit edebiliriz:

  • Allah’a dâvet, insanları mutlak doğruya, tevhide, İslâm’ın ana esaslarına çağırmalıyız. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya cemaatimize, dernek veya vakfımıza değil; insanları Allah’a ve O’nun dinine, O’nun tartışmasız doğrularına dâvet etmeliyiz.
  • Sâlih amel, yani sadece sözle yaptığımız dâvetle yetinmeyip hal dili, beden dilini de kullanmak, anlattığımızı önce ihlâslı bir şekilde nefsimizde yaşamak ve örnek olmak gerekmektedir. Unutmamalıyız ki, eteği tutuşan itfaiyeci, kendini kurtarmadan dışarıdaki yangını söndüremez.
  • “Ben müslümanlardanım” demek, yani Allah’a teslimiyet, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışmak, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmamak, şahsiyet/kimlik sahibi olmak ve dünyevî çıkar gözetmemek gerekir.

Diğer âyet ve hadislerden yola çıkarak, güzel sözün diğer temel içerik özelliklerine şunları da ekleyebiliriz:

  • Hayırlı ve Faydalı Şeyler Konuşmak: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”[21]
  • Aksi Gerekmediği Müddetçe      Sevindirici,    Müjdeleyici   Sözler:

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[22]; “Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”[23]

  • Muhâtabın Seviyesine ve Psikolojik Durumuna Uygun Sözler.

Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:

1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir.

2-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,

  • Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
  • Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
  • Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, (bu konudaki diğer âyet ve hadislerde emir ve tavsiye edilen güzel öğüt kurallarına uymak:) tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak, alternatif göstererek kötülüğü değiştirmek, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
  • En güzel şekilde münakaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”[24]; “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”[25]; “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.”[26]

TARİHTEN BU YANA DİL - DİN İLİŞKİLERİ KONUSUNDA BAZI TESBİTLER

Dillerin, Konuşmanın Doğuşu: Vahyi esas almayan câhilî öğretiler, konuşmanın ve dillerin ortaya çıkışı konusunda birbirini yalanlayan bir sürü teori ortaya atmaktadırlar. Çoğunlukla ifade edilmek istenen şudur bu görüşlerde: Konuşma toplumsal hayatın ve evrimin bir sonucudur. İlk insanlar, uygarlıktan yoksun hayvana yakın yaratıklar olduklarından konuşma gibi bir özelliği icat edememişlerdi. Birbirleriyle işaretlerle anlaşıyorlardı... Peki, sonra nasıl konuşmaya başladılar? Bu sorunun cevabında, câhiliye, farklı teorileri bilim diye ortaya sürmektedir. Bunların hiç biri, mantıklı ve ciddiye alınabilecek seviyede değildir. Hâlbuki Kur’an, bu konuda kesin bilgiler vermekte, ilk insanı yaratan, onu nasıl yarattığını ve ona ne gibi özellikler ve nimetler bahşettiğini açıklamaktadır: “Allah, Âdem’e (ilk insana) tüm eşyanın isimlerini öğretti.”[27] Eşyaya ad vermeyi, yani konuşmayı öğreten Allah’tır ve ilk insana bunu öğretmiştir. “Rahman olan Allah, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı, maksadını anlatmayı öğretti.”[28] Yoksa, Allah’ın vermediği bir kabiliyeti insan, sonradan uygarlık veya tekâmül sonucu elde etmiş değildir. Öyle olsaydı, başka yaratıklar da bu çeşit tekâmüle ve uygarlığa ulaşabilirlerdi. Sözgelimi, insanlara koca bir hayvan boyun eğmez veya onlarla konuşabilecek seviyeye, insan gibi o da gelebilirdi. Ama “vermeyince ma’bûd, neylesin mamut veya Mahmut!”

Bazıları, insanı “hayvan-ı nâtık”, yani “konuşan hayvan” diye tanımlamışlar. İyi düşündüğümüzde bunun yanlış olduğunu, hayvanlardan farkımızın sadece konuşma yeteneğimiz olmadığını, nice konuşanın da hayvandan daha aşağı olduğunu kavrayabiliriz. Fakat, bununla birlikte, bu gibi anlayış ve tarifler, tarihten beri konuşmaya verilen önemi belirtir. Konuşma ve yazma, ne kadar otomat, âni olduğu halde, üzerinde derin düşündüğümüzde Allah’ın sanatının ne kadar hârikulâde olduğunu, bu verdiği nimetler sayesinde bile öğrenebiliriz: Konuşmamızı gerektiren bir etki olacak, o kulak veya göz gibi bir araçla beyne ulaşacak, beyin bunu değerlendirecek. Nasıl bir tepki ile karşılayacağını hesap edecek, karar verecek. Bunu uygulamak için dile emir verecek. Bu arada nasıl tepki gösterileceğine dair kararlar çıkacak: Ses tonu, kelimelerin seçilişi gibi daha nice unsurlar en ince teferruata kadar tayin ve tespit edilecek. Bütün bunlardan sonra konuşma biçiminde dışa akseden eylem ortaya çıkacak. Bütün bunların hepsi, saniyenin belki onda birinden daha küçük bir zaman diliminde olacak. Bu, Allah’ın sanat ve azametini gösteren âyetlerinden (alâmetlerinden) başka bir şey değildir. Dünyada bulunan milyarlarca insanın hiç birinin ses tonu, bir başkasının aynısı değildir. Aynı et parçaları, benzer yapılar, fakat neticede benzemeyen eser. Birbirine benzediği kadar, benzemeyen fizikî ve ruhî özellikler. Allah öyle bir sanatkâr ki, bir eserini her şeyiyle aynen tekrar etmeyi, kendi sanatına uygun görmüyor. “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”[29]

Ses tellemiz, birbirine benzer olduğu, ağzımızın, dilimizin ve hatta beynimizin yapısında bir farklılık olmadığı halde, dünyada değişik bölgelerde yaşayan insanlar, değişik lisanlar konuşmakta, farklı sesler çıkarabilmekte, çeşitli ses yapılarına ve tonlarına sahip olmaktadırlar. Hatta aynı dilin konuşulduğu bölgelerde bile şehirden şehire, kasabadan ksabaya farklı lehçeler kullanılmaktadır. Bunun yanısıra, her insanın telâffuzu ve konuşma tarzı diğerlerinden farklıdır. Aynen, vücudun benzer yapılar ve renkler içinde, benzemeyen yapı ve renk farklılığı gibi. Aynı anne ve babanın çocuklarının her birinin tümüyle aynı özelliklere sahip olmadığı gibi. Bir ağacın iki yaprağı, gökten yağan milyarlarca kar tanelerinin şekilleri bile aynı değil. Bu imâlâtların farklılığı, kâinat fabrikasında çok usta bir sanatçının var olduğunu ispatlamaktadır. Aynı şeyi ikinci kez aynen yaratmayı güzel görmeyen yaratıcı güç, her an yeni bir model icad etmektedir.

“Evet, Bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.”[30] Dünyada bulunan tüm insanların parmak uçlarının çizgilerinin bile farklılığı ve yeniden yaratılışta bu farklılığın gözetileceği vurgulanır. Benzeme içinde benzememe; zıtlar arasında uyum ve âhenk...

DİLİN BAZI ÖZELLİKLERİ

İnsanların yaşayışlarındaki bazı değişiklikler dile etki yaparak, dilde de değişikliklere yol açar. Toplumsa değişmeler, bilim, fen ve teknolojideki gelişmeler, duygu ve düşüncelerdeki yeni belirlemeler, inançlar ve inançlardaki değişimler dilin ve dil kurallarının değişmesi için birer etkendir. Türkiye’nin son yüzyıldaki değişikliklerinin dile yansımadığını hiç kimse iddia edemez. Bugünkü genç nesillerle, dedeler arasında bile konuşma yönüyle büyük bir fark oluşmuş durumda. Daha kırk sene önce yazılmış bulunan nice eser, (söz gelimi, Risâle-i Nur Külliyatı, Âkif’in Safahat’ı, Tevfik Fikret’in Rubâb-ı Şikeste’si) yeni nesiller, cumhuriyet çocukları tarafından hiç anlaşılamamakta, sanki yabancı, başka bir dille yazılmış gibi istifadeden uzak, tozlu raflarda esir hayatı yaşamaktadır. Dedelerimizin kullandığı nice kelimelerde değişiklik oldu. İslâm düşmanlığının bir neticesi olarak Arapça ve Farsça’dan dilimize girmiş nice kelime ve deyimler batıdan ithal edilen çarmıha gerilip idam edildi. Resmî yönlendirmelerin yanında son yıllarda yaygınlaşan bilgisayarın da Türkçe’yi yozlaştırdığına, çok sayıda kelimenin imlâsının, hatta söylenişinin İngilizceTürkçe karma, ucûbe bir şekle girmesine sebep olduğu da bir vâkıa.

Ayrıca, konuşma dili, sosyal çevrelere bağlı olarak farklılık gösterir. Kişilerin eğitim ve kültür düzeyleri, yetiştikleri çevre, hatta yaptıkları işler, onların dilini etkileyerek değişikliğe uğratır. Bir doktorla bir çoban, ikisi de Türkçe konuştuğu halde aynı kelimelerle, aynı ifadelerle konuşmazlar. Avrupa’da yetişmiş bir Türk genci ile Türkiye’de yetişen bir gencin dilinde, vurgularında büyük farlılıklar vardır. Şoförlerin kendilerine has bir konuşma tarzı vardır diyebilecek kadar bazı mesleklerin dile etki ettiklerine şahit oluruz.

Dille toplum arasında sıkı bir bağ vardır. Toplum hayatındaki her türlü değişme ve gelişme, dilde de etkisini gösterdiğinin çarpıcı örneği, Türkiye’nin İslâm medeniyetini terkedip Batı uygarlığını benimsemesi neticesinde dinde olduğu kadar, dilde de kendini gösteren değişikliklerdir. İslâm’ı kabul edip o medeniyetin içine girerek, diğer müslüman ırklar ve toplumlarla tek bir ümmet olan eski Türkler, bu sebeple uzun yıllar Osmanlıca denen bir dil kullanmışlar, yine Osmanlıca denilen (aslında Araplara ait, Kur’an alfabesi) bir yazı ile eserler vermişlerdir. Osmanlıca, bugün bazılarının zannettiği gibi, Türkçeden başka, ondan bağımsız değişik bir dil değildir. Türkçenin, İslâm etkisinde kalarak girdiği eski şeklidir.Yani, dünkü kullanılan Türkçedir. Ortak medeniyet oluşturdukları Araplardan ve İranlılardan bazı kelime ve terkipler, ekler doğal olarak Türkçeye girmişti. Bu kelimeler hazmediliyor, Türk söyleyişine uygun hale geliyor, fakat dili tümüyle değiştirmiyordu. Nasıl ki, bir insanın içine, midesine hayvan etleri girer, fakat bunlar hazmedildiği için, insan hayvanlaşmazsa, insan bunlarla güçlenir, bünyesini geliştirirse, özellikle Kur’an’ı ve hadisi genel kültür kabul eden insanların da Arapçadan; Farsçayı edebiyat dili olarak kabul edenlerin o dilden bazı kelimeler alması dillerini değiştirmez, hatta kuvvetlendirir. Tanzimatla birlikte Batı uygarlığına yönelme, dilde İslâmî bazı kelimelere, sadeleşme terâneleriyle düşmanlık haline geliverdi. Medeniyetteki, dini anlama ve dini hayata hâkim kılma, dini yaşamadaki değişmeler, dilde de kendini gösteriverdi. Dildeki Arapça ve Farsça kelimeler atılınca, halkın dini anlaması da güçleşecekti. Avrupa’dan bazı kelime ve kavramlar girince batılılaşma daha kolay halka kabul ettirilecekti. Onun için dil devrimi yapılmış, sonra bunu harf inkılâbı takip ederek, halkın dinle, Kur’an’la zaten gevşemiş bulunan bağları iyice kopacak hale getirilmiştir. Yüz sene önce Türkçe konuşan, okuyan ve yazan bir insanın meselâ Fâtiha sûresinde, anlamadığı kelime hemen hemen yoktu. Bugünkü dilde ise, bırakın Fâtiha’daki kelimeleri anlamak, Fâtiha kelimesini bile, ibâdet kelimesini bile anlamakta güçlük çeker hale getirildi günümüz insanı.

Dil, kültürden ve inançlardan koparılamaz. Osmanlıca, yani eski Türkçe, İslâm kültürünün ortaya çıkardığı bir dil idi. Osmanlıcanın İslâm medeniyetinden etkilendiği inkâr edilemez bir gerçek olmasına rağmen, Osmanlı devletinde halk ile aydınlar arasında bağlar, köprüler sağlam değildi. Halkın konuştuğu ve eğer biliyorsa yazdığı dilden çok farklı konuşuyor ve yazıyordu o günkü medrese mezunları, yani aydınlar. Yazı dili ile konuşulan dil arasında; Divan edebiyatı ile Halk edebiyatı arasında; Medreseli aydın ile halk arasında büyük uçurumlar vardı. Ama bu vâkıa ıslah edilmesi, toplumun ve İslâm’ın istikametinde uzlaşmaya, uçurumların giderilmesine ve halkın kültürünün artırılmasına gidilmesi gerektiği yerde tam tersi oldu. İslâm aleyhtarlarının, batı hayranlarının kasıtlı tavırlarıyla Kur’an kültüründen halkın olduğu gibi, tüm aydınların da bağlarını kökünde koparmak, eski İslâmî kültür ve eserleri yok etmek için, yeni rejim, dilde ve yazıda da devrim yaptı; dinde yaptığı gibi, medeniyette yaptığı gibi. Netice mi? Mâlûm. Dilde yapılanlar için mâzeret belliydi: Türkçeyi yabancı dillerin (Arapça ve Farsça) egemenliğinden kurtarmak, halkın konuştuğu dille yazı dilinin aynı olmasını sağlamak, dilde sadeleşmeyi gerçekleştirmek. Bu iddialarında samimi değildi devrimciler. Eğer samimi olsaydılar, başka dillerin egemenliğinden kurtarıp sadeleştirmek istedikleri dile, Batı dillerinden binlerce kelime ve deyimleri katmakta bu kadar cömertçe davranmazlardı.

Türkler müslümanlığı kabul ettikten hemen sonra niçin yazıları ve dilleri değişmişti? Çünkü din değişikliği herşeyin değişmesi demekti; her şey değişmeye başlamış, dil de, yazı da İslâmlaşmaya başlamıştı. Eski câhilî bağların kopması için, yazının ve dilin değişmesinin şart olduğunu kabul ediyordu o günkü âlimler ve yazarlar. Hatta geçici bir süre, müslüman Türk yazarlar, eserlerini Arapça veya Farsça yazmaya başlamışlardı ki, eski câhilî bağlar tümüyle koparılsın, eski dinle ve câhilî örflerle yeni dinin sentezi olmasın. İslâmlaşırken yapılanlar, batılılaşırken de tersine yapılıyordu. Cumhuriyetten sonra, tabii ki devrimler ve devlet zorlamaları ve yönlendirmeleriyle İslâm’la bağları koparmak için Kur’an’ı, Kur’an’ın harflerini, Kur’an dili Arapçayı öğrenmeye veya öğretmeye kalkanların vay haline! 1928’lerden 1970’lere kadar en sert bir şekilde cezalandırılıyordu Kur’an yazısını ve Kur’an dilini öğreten ve öğrenenler. Ama, dünyada esen rüzgâra paralel olarak önceleri Fransızca, sonraları İngilizce bilmeden kültürlü sayılmıyordu insanlar.

Eski dille yazılı, İslâm alfabesi ile te’lif edilmiş kitaplar, toptan imhâ edilmiş oldu. Bu, altmış yaşına gelmiş, çok okumuş, kültürlü bir insanın, kendi isteğiyle beyninde/aklında bulunan tüm birikim, ilim ve tecrübeleri imha ettirip sildirmesi, bir yaşındaki çocuğun başladığı yerden yeniden konuşmayı öğrenme çabası, yeniden eşyayı değerlendirmeye çabalamasını tercih etmek gibi bir şeydi. Aslında bin dört yüz yıllık; Türk diliyle hiç değilse altı yüz yıllık bir mirası reddetmek, yukarıdaki örneğe benzemektedir. Milleti, bazı câhilî öğretiler, “din, dil, tarih, vatan, kültür birliğinden oluşan halk” diye tanımlar. Bu tarife göre Türkiye toprakları üzerinde din birliğinden, dil birliğinden ve sayılan diğer birliklerden söz etmek, kargaları bile güldüreceğine göre, nerede millet? Kürtlerin Anadolu toprakları üzerinde Kürtçe konuşmalarına müsaade etmeyen zihniyet, güya Türkçeyi tek konuşulan dil haline getirmek istiyor. Peki sormazlar mı “hangi Türkçe?” diye.

Uzun dilin başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini çıkarıp yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesada, yalana yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ arkadaşlarının yerini haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim güçlerin yüzüne tüküren adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.

Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsada yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman kendini dinletir. Söylenecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak.

 

[1] ] 30/Rûm, 22

[2] ]1458]  17Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120/İsrâ, 53

[3] ]1460]  Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947

[4] ] 39/Zümer, 23

[5] ] Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...

[6] ] 17/İsrâ, 53

[7] ] 2/Bakara, 83

[8] ] 39/Zümer, 18

[9] ] 4/Nisâ, 63

[10] ] 3/Âl-i İmrân, 159

[11] ] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10

[12] ] 55/Rahman, 4

[13] ] Bkz. 26/Şuarâ, 224-227

[14] ] Ebû Dâvud, Edeb

[15] ] Bkz. 3/Âl-i İmran, 159

[16] ] 55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4

[17] ] 30/Rûm, 22

[18] ] 14/İbrâhim, 4

[19] ] 41/Fussılet, 33-35

[20] ] 16/Nahl, 125

[21] ] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120

[22] ] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722

[23] ] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947

[24] ] 4/Nisâ, 63

[25] ] 4/Nisâ, 148

[26] ] 6/En’âm, 108

[27] ] 2/Bakara, 31

[28] ] 55/Rahman, 1-4

[29] ] 30/Rûm, 22

[30] ] 75/Kıyâme, 4

DÂVETÇİNİN SAHİP OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER -2-

ÂYET:

وَلْمُؤْمِنُونَ وَلْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ وَْلِ آيَاءُ بَعْضٍۢ يَاأمُْروُنَ بالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ

لصَّلوٰةَ وَيُؤْتُونَ لزكَّٰوةَ وَيُط۪يعُونَ للّٰهَ وَرسَُولَهُۜ وُ۬لآئِٰكَ سَيَِرحَْمُهُمُ للّٰهُۜ نَِّ للّٰهَ عَزيِزٌ حَك۪يمٌ

“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” [1] وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ مَُّةٌ يَدْعُونَ لَِى لْخَيْرِ وَيَاأمُْروُنَ بِالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِۜ وَوُ۬لآئِٰكَ هُمُ

لْمُفْلِحُونَ

“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 1443

لََّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رسَِالَاتِ للّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ حََدً لَِّا للّٰهَۜ وكََفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً

“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar 1444ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ مَُّةٍ رسَُولا نَِ عْبُدُو للهَ وَجْتَنِبُو لطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى للّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ لضَّلَالَةُۜ فَس۪يًروُ فِي لْارَضِّْٰ فَانْظُروُ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ لْمُكَذِّب۪ينَ

“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[2]

  • Vereceği fetvalara çok dikkat etmeli: Özellikle günümüzde seviyesiz ve ehliyetsiz kimseler tarafından verilen fetvalardan dolayı birçok insan günaha, hatta küfre düşmektedir. Dâvetçi, fetva vermeden önce, konuyu çok yönlü araştırmalı ve fetvasını iyice gözden geçirmelidir. Kesin olarak bildiği şeyler olursa, fetvâyı söyler. Şüphesi varsa, bilmiyorum der. Tahminî ve zannî bir bilgisi varsa, meseleyi başkalarına havale eder. Şa’bî: “Bilmiyorum sözü ilmin yarısıdır.” der. Bilmediği için ve Allah’ın rızâsı gayesi ile susan, konuşandan daha az sevap almaz. Çünkü bilmiyorum sözü nefse çok ağır gelir. İbn Ömer: “Bizi köprü yapıp cehennemden geçmek mi istiyorsunuz?” demek suretiyle verilen fetvâ ve hükümlerin başkasını kurtarması halinde bile âlimleri kurtaramayacağını belirtmiştir.
  • İhlâslı, samimi ve dürüst olmalı: Samimi ve dürüst kişiliğiyle tanınan dâvetçi, hem Allah katında daha sevimli olur, hem de insanlar nezdinde kendisine olan güven ve sevgi bağı kuvvetlenir. Hz. Peygamber’in risaletini kabul etmeyen Mekke müşriklerine bakınız ki, asla ona yalancı diyememişlerdir.
  • İlim ve sâlih amel (bilgi ve eylem) bütünlüğü içinde yaşamalı: Bilgisini eyleme dökmüş ve ilmiyle amel edip insanlara misal teşkil eden bir dâvetçinin; ilmi, dilinden âzâlarına inememiş birine oranla daha etkili ve sözünü dinletici olduğu şüphe götürmeyecek bir gerçektir.
  • Kanaatkâr olmalı ve dünyaya bağlanmamalı: Dünyevî nimetler arasında yaşayan, durman dünyaya yatırım yapan bir insanın âhirete yatırım yapmak için vakti kalmayacaktır. Aynı şekilde böyle bir insanın diğerlerini sabra ve aza kanaat etmeye çağırması ne denli etkili olur ki?
  • Hikmet ve merhamet sahibi olmalıdır: Hikmetle dâvet etmek; dâvetçinin muhatabının durumuna göre anlatacağı şeyi belirlemesidir. Anlamlı bir sözde şöyle denir: “Öğrenciye aklının almadığı, zihninin kaldırmadığı veya meseleleri karıştırmasına yol açacak farklı ilimleri öğretme.” Dâvetçi, muhatabın durumunu, konumunu ve ilmi seviyesini bilip ona göre anlatacaklarını özenle seçmelidir. Aynı şekilde dâvetçinin, muhatabının durumuna göre seçeceği üslup da çok önemlidir. Kimi durumlar yumuşak ve merhametli olmayı gerektirirken kimi durumlarda da katı ve sert olması gerekebilir.
  • Güçlü ve kararlı olmalı: Dâvetçinin tavır takınılması gereken yerlerde güç ve kararlılık göstermesi, başarılı olmasını sağlar ve saygınlığını artırır. Bu da insanlar üzerinde daha etkili olmasını sağlar. “Kalbi iman nuruyla parıldayan, yenilmez yaratıcı güce güvenip dayanan; yer gök v ikisi arasındaki bütün varlıkların emrinde olduğu Rabbiyle arasındaki güçlü ilişkiyi hisseden bir kişiye insanlar ne yapabilir ki? Burada Şeyhülİslâm İbn Teymiyye’nin şu sözünü hatırlatmak istiyorum: ‘Düşmanlarım bana ne yapabilir ki? Benim için tutukluluk halvet, sürgün seyahat, öldürülmem şehadettir’…”
  • Becerikli olmalı ve problemlere çözüm getirebilmeli: İyi bir dâvetçi, dâvet yolunda karşılaştığı zor anlarda nasıl davranması gerektiğini bilmeli, beceri ve hünerini güzelce kullanabilmelidir. Dâvetçi, olaylar karşısında olumlu bir tavır alıp akıllıca davranır ve olayları güzel yönetip kontrolü elinde tutarsa başarılı olması daha kolay olur.
  • Hayâ, iffet ve verâ sahibi olmalı: Hayâ ve ar duygusu üstün bir ahlâkî erdemdir. Allah onunla dilediği kullarını süsler. Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Hayâ, hayır ve iyilikten başka bir şey getirmez.” Mü’min her durumda iffetini, namusunu ve onurunu korumalıdır. Zengin veya fakir, yöneten veya yönetilen, eğiten veya eğitilen olması fark etmez.
  • Tedbirli olmalı, cesaretle deliliği ve tedbirsizliği karıştırmamalı: “Mü’min akıllı ve zekidir; tedbirini alır” [3] Bir dâvetçi, her halükarda tedbirli ve dikkatli olmak zorundadır. Özellikle güvenliğinin tehlikede olduğu bir toplum içerisindeyse her türlü tedbirinin bulunması başlı başına bir şarttır. Peygamberimiz zamanında “Bi’r-i Mâûne fâciası” diye bilinen hâdisede İslâm’ı tebliğ için çağrılan 70 civarındaki hâfızı pusuya düşürüp şehid etmişlerdi.
  • Tavizci, uzlaşmacı olmamalı; rüzgâr biraz kuvvetli estiğinde savurup sürüklememeli: Tâviz tâvizi doğurur. Rabbimiz tavizi yasaklar: “Onlar isterler ki, sen onlara tâviz veresin, onlar da taviz vermeye hazırdırlar.” Taviz verilmez, ama tedriciliğe dikkat edilir.
  • Onurlu ve Cesur olmalı: Mü’minin onur ve üstünlüğü, Allah’a itaat etmektir. İnsanların küçük düşmesi ise Allah’a isyan etmektir. İzzet, onur, üstünlük ve saygı, İslâm’ın teşvik ettiği ve Müslümanlarda bulunmasını istediği erdemlerdir,
  • Kınamalara Aldırmamalı: Hiçbir dâvetçi, alay konusu olmamalıdır. Başkalarının kendisi dalga geçmelerine vesile olacak söz ve davranışlardan imkân nisbetinde kaçınmalıdır. Fakat “benimle alay ederler” mülâhazası ile görevini yapmaktan geri durmamalı, en çirkin alaylara hedef olacağını kesin olarak bilse bile dâvet görevini yerine getirmeye devam etmelidir.
  • Güzel konuşabilmeli, kolay diyalog kurabilmeli ive etkileme gücü olmalı: Güzel ve etkili konuşmak bir dâvetçide bulunması gereken özelliklerdendir. Güzel konuşma derecesi ne kadar yüksek olursa insanlar üzerindeki etkisi de o kadar artacak ve kalplerinin meyletmesi de o kadar kolaylaşacaktır.
  • Merhametli ve şefkatli olmalı: Dâvet ve tebliğ görevini üstlenenler, etrafındakilere karşı şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olmalıdır. Daima onları düşünmeli, hataları sebebiyle azap görebilirler, diye endişe ekleyi ve bunun üzüntüsü içinde olmalıdır. Bir dâvetçi, kendilerini dâvet ettiği kimselere bir babanın evlâdına gösterdiği şefkati göstermelidir. Baba, çocuğunu dünyevî zararlardan koruduğu gibi, dâvetçi de çevresindekileri uhrevî ziyandan azaptan korumak için bütün gücünü harcamalıdır. İşte, dâvetçiyi bu gayrete sevkeden şey, şefkat ve merhamet hisleridir.
  • Güvenilir olmalı ve emânetleri korumalı: “Hiç şüphe yok ki Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi emrediyor.”[4] Emanete ihânetin nifak alâmeti olduğunu unutmamalı. Ayrıca, güvenilir olmak anlamında da dâvetçi “emîn” olmalıdır.
  • Sır saklamasını bilmeli: Toplumda sır saklamalarıyla bilinen dâvetçiler, toplumdaki insanların sorunlarını çözmelerine yardım ederler ve onların takdir, saygı ve sevgilerini kazanırlar.
  • Tahammüllü olmalı: Dâvet ve tebliğ, bir tahammül işidir. Bu görevi yerine getirenler, bu yolda karşılaşacakları her çeşit ezâ ve cefaya, hakaret ve sövülmeye katlanmayı göze almalıdır. Bu yol, canın kıymetini bilen, gururuna ve nefsine düşkün olanların yolu değildir. Dâvâ hizmetçi ister, efendi değil. Zevkine, keyfine ve rahatına düşkün olanlar dâvâ kelimesini ağızlarına bile almamalıdır. Bilal, Ammar, Habbab, Yâsir, Sümeyye, Abdullah bin Mes’ud gibi (r. anhum) gibi Müslümanların dâvâları için nelere tahammül ettiklerini biliyoruz. İktisadî baskı, sosyal boykot ilk Müslümanların hepsine karşı tatbik edilmişti. İlk Müslümanlar yerlerini ve yurtlarını terk ederek ta Habeşistan’a kadar hicret etmek zorunda bırakılmışlardı.
  • İkrâm etmekten hoşlanan cömert biri olmalı: İkramda bulunmak ve cömertlik, nefret eden kalpleri kazanmayı ve uzak duran insanların yakınlaşmasını sağlayan pek önemli bir özelliktir. Unutmayalım ki, Hz. Peygamber Mekke’nin fethi esnasında yeni Müslüman olmuş olanlara ganimetlerden kalplerini İslâm’a ısındırmak için fazlaca pay verirdi. Hediyelerle yakınlaşmayı sağlamak, aradaki mesafeyi azaltmak dâvetin netice vermesi için önemlidir.
  • Önce Müslümanlara dâveti ulaştırmaya çalışmalı: Dâvetin önce müslümanların kendi arasında yayılmasına çalışmak, daha öncelikli olarak akrabalarımız, en öncelikli olarak da aile fertleri ve birinci dereceden akrabalarımıza dâvet, sıralama olarak öncelik hakkını kazanmış olur.
  • Muhâtaplarının seviyesine göre anlatabilmeli: Cevapları muhatabın aklına, kültür ve seviyesine ve sorusuna göre vermek gerekir. Bunun için de onu tanımak, hakkında bilgi almak veya konuşmalarından yola çıkarak iyi bir tahlil ve mânevî hastalıklarını iyi teşhis etmek dâvetçinin temel görevidir.
  • Muhâtaplarının esas neye ihtiyacı olduğunu iyi tespit edip ona göre çözüm üretebilmeli: Muhâtabın neye ihtiyacı olduğunu bilmek ve ona göre konuları tespit etmek dâvetçinin vazgeçemeyeceği husustur. Muhâtap için öncelikle irşad mı, ikaz mı, ilzam mı önemlidir, onu iyi tespit etmek gerekir.
  • Kolaylaştırmalı, kolay yolları, ruhsatları gösterebilmeli: Kolaylaştırmak, ama zorlaştırmamak; Hz. Peygamber dinî tebliğlerde bulunmak için gönderdiği kimselere şöyle tâlimat verirdi: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[5] Kur’an da şöyle belirtir: “Allah, sizin için kolaylık diler, zorlluk dilemez.”[6]; “Biz bu Kur’an’ı seni sıkıntıya soksun diye indirmedik.”[7]
  • Tedrîcîliğe riâyet etmeli: Dâveti merhale merhale yapmak, telkin edilen fikirle hazmetmesini sağlamak iyi netice almak için şarttır. Bir insanı bir anda bütün kötü huylardan vazgeçirmek, iyi ahlâk nâmına ne varsa hepsini vermek imkânsızdır. Hedefe derece derece ulaşmak gerekir. Tekâmül ve tedrîcîlik kanununa uyulması her zaman ve her yerde mutlaka gerekir. Her şeyi kısa bir müddet içinde yapmak isteyenler, hiçbir şeyi yapamazlar. Her şeyin vaktini kollamak icap eder. Tedrîcîlik; kolaydan zora, basitten mürekkebe, küçükten büyüğe, azdan çoğa doğru gitmeyi gerektirir.
  • En önemli ile daha az önemli arasında sıralamaya dikkat etmeli: En sonra söylenecek sözü başta, başta söylenecek sözü sonda söylememek, ihtilâflı ve önemsiz konulara dalarak dâvet ettiği kişiyi bıktırmaması, rahatsız olacak tavırlara sebebiyet vermemesi gerekir.
  • Planlı, programlı hareket etmeli: Sistemli hareket, başarı için atılmış büyük bir adımdır. Dâvetçinin elinde, hedefi ve gayesi belirtilmiş, medot ve vâsıtaları belirlenmiş bir plan bulunmalıdır. Hatta, alternatif b, c planları olmalıdır. Başarısızlık durumunda ne tür tedbirlerin alınması gerektiği önceden tesbit edilmelidir.
  • Karşısındaki kimseye ciddi anlamda değer verip güzel muâmele yapabilmeli: Dâvetçinin, karşısındakine değer vermeden, ona mesajı uluştırmasına imkân yoktur. Dâvetçi, his ve davranışlarıyla karşısındakine değer verdiğini hissettirmelidir. Her insan kendisinin beğenilmesi ve methedilmesinden hoşlanır ve bunu yapan insana sempati duyar. Bu, onda doğal bir duygudur. Bu bakımdan dâvetçi, riyakârlık ve zillete, yağcılık ve aşırılığa düşmemek kaydıyla muhatabına değer verip iltifat ederek, ilgi gösterip onda mevcut olan bazı özellikleri överek bu duyguya hitap etmeli, bu hissi harekete geçirebilmelidir.
  • Tartışma ve münakaşalardan uzak durmalı: Yahya bin Muaz şöyle der: Cahil bir adamı, münakaşa ederek mağlup etmeye imkân yoktur. Bir delil ile kırk âlim mağlup edilir de, kırk delil ile bir cahile laf anlatamazsınız. Cahile laf anlatacağına köprüden atlamak evlâdır! “Ve Rahman’ın kulları. O kimselerdir ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller kendilerine laf attıkları zaman ‘selâm!’ derler.”[8]
  • Müşterek bir noktada birleşmeye özen göstermeli, ortak kelimeye dâvet etmeli: İnsanlar, bildiği alışkın olduğu şekilde harekete yatkındır. Tamamen yabancısı olduğu, bir fikir, düşünce veya yaşayışı, dâvetçi doğrudan doğruya hemen karşısındakine kabul ettirmek isterse, muhatabının kabulü zor olacaktır. Bu sebepten dolayı, muhâtabın onaylayacağı ifadelerle başlamak daha etkili olur. Anlaşabilecek ortak noktalar tespit ederek bu konulardan hareketle dâveti devam ettirmek çok daha faydalı olacaktır. Karşımızdaki dâvet ulaştıracağımız insan, haksızlığa karşı ise, sömürüden şikâyetçi ise, İslâm’ın zulme, zâlimlere ve tâğutlara tavrını belirterek; bu ortak noktadan başlayarak ortak görüşleri çoğaltabilir ve bu hususların tevhidle bağını kurarak temel esasları karşımızdakine kabul ettirmeye çalışırız.
  • Yalan, iftira, alay, hakaret, çirkin söz gibi kötülüklerden uzak olmalı: İnsan, inandığından, düşündüğünden ve yaptığından başkasını söylememelidir. Yalan olur bu; hakikatin gizlenmesi olur. Aldatma, ikiyüzlülük, riyâkârlık, münâfıklık olur. Bu tür yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime ve cümlelerle ifade edilse (şiirleşse, hikâyeleşse, edebiyat ve sanat kostümüyle makyajlansa da merduttur.[9] Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur; [10] dinlediklerinden de.[11] Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir.[12]
  • Dâvette başarılı olmak için ve genel olarak Müslümanca yaşayabilmek için bol bol dua edip Allah’tan yardım isteyebilmeli: Dâvetin en önemli araçlarından biri de duâdır. Dâvetçi, hidâyet ve salâhına çalıştığı kimselerin hidâyete ermeleri, hallerini düzeltmeleri için daima el-Mücîb ve el-Hâdî olan Allah’a niyazda bulunmalı, doğrudan doğruya hidayetine sebep olamadığı ve ıslah edemediği kimseleri, dolayısıyla dâvet ve ıslah etmeye gayret etmelidir. Onun için de duâsının tesirine önce kendisi inanmalıdır. Dâvetçi, hem dâvet ettiği Müslümanların salâhı, hem de tebliğ ettiği kâfirlerin hidâyeti için duâ etmelidir.

Dâvetçinin diğer özellikleri:

Sigara gibi kötü alışkanlıkları olmamalı,

Kötülüğü iyilikle önlemeli,

Tatlı dille ve güler yüzle, güzel bir üslûpla konuşmalı,

Konuşmalarda genel bir sohbet havası oluşturmalı, bireysel suçlamalara gitmemeli,

Temel hususları gündeme getirmeli ve hislere/duyulara da hitap etmesini bilmeli,

Adam kazanma gayreti içinde olmalı; fedâkârlık, severek uğraşma, gerektiği durumlarda dâvet için zaman, para ve ter harcamasını bilmeli,

Taklitçi olmayıp kendisi örnek olmaya çalışmalı,

Tevekkül sahibi olmalı,

Dâveti güncel siyasete veya toplumsal problemlere sıkıştırıp özü unutmamalı,

Gerektiğinde mantığı öne çıkarıp düşündüren; gerektiğinde duygusal atmosfer için gönle hitap eden konuşmalar yapabilmelidir,

İnsan psikolojisini, toplumun sosyal yapısını bilmeli, ülkeyi ve dünyayı tanımalıdır,

Mütevâzı olmalı ve muhâtaba tepeden bakmamalı,

Güleryüzlü olmalı, dış görünüşü temiz ve bakımlı olmalıdır.

Bazısı yaradılıştan gelmiş olup bazısı da kazanımla veya nefsî terbiyeyle edinilmiş olan bu özelliklerin tümüne sahip ve özümsemiş bir dâvetçinin, Allah’ın izniyle açamayacağı kapı, sesini ulaştıramayacağı diyar yoktur.

 

[1] 3]1442]  93/Âl-i İmrân, /Tevbe, 71          104

[2] ]1445]  33Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20/Ahzâb, 39

[3] ] Râmuz el-Ehadis, no: 2860

[4] ] 4/Nisâ, 58

[5] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned V/32; Buhârî, Rikak 81; Müslim, Münâfıkun 17

[6] ] 2/Bakara, 185

[7] ] 20/Tâhâ, 1

[8] ] 25/Furkan, 63

[9] ] 6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun, 4

[10] ] 2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18

[11] ] 17/İsrâ, 36

[12] ] 2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3

DÂVETÇİNİN SAHİP OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER -1-

ÂYET:

وَلْمُؤْمِنُونَ وَلْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ وَْلِ آيَاءُ بَعْضٍۢ يَاأمُْروُنَ بالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ

لصَّلوٰةَ وَيُؤْتُونَ لزكَّٰوةَ وَيُط۪يعُونَ للّٰهَ وَرسَُولَهُۜ وُ۬لآئِٰكَ سَيَِرحَْمُهُمُ للّٰهُۜ نَِّ للّٰهَ عَزيِزٌ حَك۪يمٌ

“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” [1] وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ مَُّةٌ يَدْعُونَ لَِى لْخَيْرِ وَيَاأمُْروُنَ بِالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِۜ وَوُ۬لآئِٰكَ هُمُ

لْمُفْلِحُونَ

“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 1411

لََّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رسَِالَاتِ للّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ حََدً لَِّا للّٰهَۜ وكََفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً

“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar 1412ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ مَُّةٍ رسَُولا نَِ عْبُدُو للهَ وَجْتَنِبُو لطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى للّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ لضَّلَالَةُۜ فَس۪يًروُ فِي لْارَضِّْٰ فَانْظُروُ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ لْمُكَذِّب۪ينَ

“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[2]

Sağlam iman sahibi olmalı: Cenâb-ı Allah, kullarından aldığı bu söz üzerine onları bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye tebliğat yapması için bir peygamber gönderdik.[3] Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah’ın birliğine inandırmak, kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah’ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir.

“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm’da şer’î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[4] Aslında Kur’ân-ı Kerim, tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor.

Dâvetin önemini ve dâvetin imanla ilgisini, farziyetini bilip bu doğrultuda kendini dâvâsına ve dâvete adayabilmeli: “Elhamdu lillâh Müslümanım” diyen, “Ben Müslümanlardanım diyen kimse, dâvete sarılan kimsedir: “Allah’a dâvet eden, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?” 1416

“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” [5]

İlim sahibi olmalı; bilgili, kültürlü, aktüaliteye vâkıf, dünyada olup bitenlerden haberdar, genel kültüre sahip ve naklî ilimlere vukufiyeti bulunmalı: Dâvâ aadımı dâvetçilerin Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir dâvetçinin yerinde oturup durması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez.

Sâlih amel sahibi olmalı, tavsiye ettiği iyilikleri kendi hayatında yaşamalıdır: “(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”[6]

“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.”[7]

“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” [8]

Yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeli, başka bir beklenti içinde olmamalı: “O kullar (Cennetlik olan o kimseler) adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkarlar. Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz.’ ‘Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından dolayı) Rabbimizden korkarız.’ Allah da onları o günün kötülüğünden korur ve yüzlerine bir aydınlık ve içlerine bir sevinç verir. Orada koltuklar üzerine kurulmuş olarak bulunurlar. Orada ne güneş (yakıcı sıcak) görürler, ne de dondurucu soğuk.”[9]; “…Allah’ın rızâsı ise hepsinden (cennetlerden ve cennetlerdeki güzel meskenlerden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”[10]

Tevhide dâvet etmelidir: Dâvetin, önce muhâtapları şirkten sakındırarak tevhid’e yapılması gerekir. Allah’ın istediği gibi bir iman sahibi olmadan diğer yapılan amellerin bir kıymeti olmadığı unutulmamalıdır. Namaz kılmayan bir erkek veya tesettürsüz bir bayana, tevhidi iman verilmeden namazı ve tesettürü kabul ettirmek çok zordur. Kabul etmiş olsa bile; namaz kılmayan bir müşrikten namaz kılan bir müşrik veya tesettüre uyan bir müşrik oluşturulur ki, bunun o insanın kurtulmasına ve Allah’ın rızasına götürmeyeceği bilinmelidir. Anlatılan ma’ruflar, karşı çıkılan münkerler hep tevhidle bağlantılı olarak ele alınmalıdır, eylemle iman arasındaki bağ hiçbir zaman koparılmamalıdır.

Ücret/karşılık beklememeli; Gerekli maddî imkânlara sahip olmalı, dâveti dünyevî çıkarlara âlet etmemeli: Bir mal bir kişiye satılır, İslâmî faaliyetlerini dünyevî ucuz bir bedele değişmeyip Allah’a satmak, en akıllıca, en kârlı ticarettir. “Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük altında ezilmişler midir?”[11]

“(Ey Rasülüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir.”[12]“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.” [13]

  • Haksız tekfirden kaçınmalı: Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usûlüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi görüşü, kendi din anlayışı ve cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
  • Sabırlı olmalı, aceleci olmamalıdır: İmanın bir göstergesi olan sâlih ameller ancak sabırla işlenir. Burada hem amelin kendisinde olan güçlük, hem de nefsin o ameli işlemekteki isteksizliği aşılır.[14] Allah’ın dinine yardım için çalışan dâvetçiler çok büyük güçlük, zorluk, eziyet ve yoksunluklarla karşılaşabilirler. Bütün bunlara Allah rızasını kazanmak için sabredilmesi gerekir. [15]
  • Esas neticeyi âhirette beklemeli: Dünya amel yeridir, âhiret de o amellerin neticesinin görüleceği yer. Dünya imtihan salonu, âhiret ise karnelerin (amel defterlerinin) verilip notların belli olacğı yer. Dünyada başarılı olup âhirette iflas etmek yerine; dünyada başarısız olup âhirette felâha kavuşmak tercih etmemiz gerekenlerin başındadır. Dünyada çabalayıp gayret etmekten sorumluyuz. Burada yaptığımız zerre kadar hayır da, zerre miktarı şer de orada görülecek, ceza gününde dünyada tüm yaptıklarımızın karşılığı bize ulaşacaktır.
  • Ümitvar olmalı; başkalarına ümit ve iyimserlik aşılamalıdır: Mü’minler Allah’tan korkmakta oldukları kadar O’ndan umut kesmemekle de yükümlüdürler: “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.”[16] Çünkü umutsuzluk insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Kur’an, mü’minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek müjdelerle doludur: “Şüphesiz Rabbin onların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.”[17]; “Rabbiniz bol rahmet sahibidir.”[18]
  • Şefkat ve merhamet sahibi olmalı ve bunu muhâtaplarına hissettirmelidir: Muhâtabına şefkat ve merhametinin bir özelliği olmak üzere dâvetçi, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya kalkmadan affetmeli, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefâ veya talep ve isteklere karşı müsâmahakâr bir ruhla muâmelede bulunmalıdır.

Bütün bu nâhoş tavır ve fiilleri işleyerek suçlu duruma düşen bir kimse, dâvetçi tarafından mutlaka cezalandırılmayı beklerken hiç ummadığı bir şekilde afla karşılaşıverdiği zaman onda bu muâmele, psikolojik bir tesir icrâ ederek âdeta bir ruh inkılâbı meydana getirir ve muhatap, dâvetçiye en büyük düşman iken, birdenbire dâvetçinin en samimi bağlısı ve yardımcısı olabilir. O halde Cenâb-ı Hak’ın, Rasûlüne emrettiği üzere, hıyaneti sabit olanların bile suçunu bağışlayarak müsâmahalı davranmak,[19] İslâmî dâvetin metodlarından biridir.

Günümüz dâvetçisi, Rasûlullah’ın yolundan giderek nefsî kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa atarak muhâtabını, şâyet varsa işlediği suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Allah, müttakî mü’minlerden öfkelerini yutmalarını ve affedici olmalarını istiyor. Muhâtaplarımıza düşmanca tavır takınmamalı ve onlara güzel sözler söylemeli, yumuşak üslûpla hakkı tebliğ etmeliyiz. Ancak zâlimlere kızmalı, onların zulümlerini bırakmalarına vesile olacak yolları bulmaya çalışıp onları bu kötülükten kurtararak onların hidâyetini/kurtuluşunu istediğimizi belli etmeliyiz. Kişilere değil; kötülüklere düşman olmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıyız. Kişiye nefis müdafaası yaptıracak kötü sözlerden ve muhâtabın şahsiyetini rencide edecek tavırlardan kaçınmalıyız. Muhâtabımızın en son yıkacağımız putu, nefis putu olmalıdır.

Bütün bu metotların hassâsiyet ve titizlikle uygulanması, tamamıyla adam kazanma ve kazanılan adamı kaybetmeme gayretinden ileri gelmektedir. İslâm’ın insana verdiği değeri bilmeyen yoktur. Cenâb-ı Hak’ın, diğer mahlûkatı emir ve hizmetine verdiği insanoğlunun hidâyeti için çalışmak, dâvetçinin vazifesidir ve bu uğurda yaptığı çalışmalar vesilesiyle Allah’ın tek bir kişiye hidâyet nasip edivermesi, dâvetçi için çok büyük değer ifade eder. Hz. Peygamber’in Hayber Gazvesi esnasında Hz. Ali’ye söylediği gibi, bir müslüman için onun vasıtasıyla tek bir kişiye Allah’ın hidâyet vermesi; kızıl cins deve sürülerine sahip olmasından[20] ve bir vesile ile ifade buyurdukları gibi, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.

  • Affedici ve müsâmahakâr olmalı, hoşgörülü ve sevecen tavır takınmalı: “Kim affeder ve ıslah ederse artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zâlimleri sevmez”1433 Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli “tolerans”la ifade edilir. Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir. Arap dilinde bunun karşılığı “müsâmaha”dır. Kur’an’da hiç geçmeyen bu kelime, sünnette genellikle alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü hadislerinin en ünlüsü: “İsmah, yüsmah lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin.”[21]
  • Güzel ahlâk ve takvâ sahibi olmalı: Dâvetçinin küçük bir hatası insanlar tarafından büyük görülmeye adaydır. Bir sözü veya bir davranışı, kendisinin tümüyle karalanmasına, dâvetinin boşa çıkmasına ya da insanların hataya düşmesine sebep olabilir. Başka insanların daha büyük hataları göze batmayabilir, ama dâvetçinin basit sayılabilecek yanlışları, muhataplarının eleştiri oklarını kendine çeker.
  • Cesâretli olmalı, Allah’tan başkasından korkmamalıdır: Din dâvetçisi, dinin hükümlerini tebliğ ederken, dinî hakikatleri açıklarken kimseden çekinmemelidir. Hak bildiğini cesaretle söylemesini bilmelidir. Dokuz köyden bile kovulsa, doğru söylemeyi görev kabul etmelidir. “En faziletli cihad, zâlim bir devlet adamının yanında adâlet kelimesini söylemektir.”[22]
  • Dili kullanmada usta olmalı; hitabeti, diksiyonu, dilin kurallarını ve inceliklerini, mecazını, dil sanatlarını bilip uygulayabilmeli: Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır.[23] Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.
  • Dâvet yolunda zorluklara göğüs germeli, dâvet yolundaki insanların bazen zorluklarla imtihan edileceğini unutmamalıdır: İmtihan, fert ve toplumlar için geçerli olduğu gibi, Allah’a dâvet eden, emr-i bi’l ma’ruf yapan müslümanlar için de geçerlidir. Allah yolunda cihadları esnasında mü’min bireylerin başlarına gelen belâ ve musibetler aynen dâvetçilerin de başına gelir. Müslümanlar fert veya cemaat olarak, ellerinden mallarının cebren alınması, hapsedilmeleri, asılsız suçlamalarla işkencelere mâruz kalmaları türünden eziyetler görebilirler. Özellikle zamanımızda, bu konuda aleyhteki propaganda araçları artmıştır. Hele bir de müslüman dâvetçilerin hasmı; malı, nüfuzu ve yetkisiyle etkili biri ise veya yöneticilerin kendileri, devlet düzeni dâvetçilerin hasmı ise... Bu durumda dâvetçilerin, hasımlarını istedikleri gibi, etkisiz hale getirebilmeleri için sabır ve takvâya sımsıkı sarılmaları gerekmektedir. “Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”[24]
  • Kabalık ve sertlikten, sinirli davranışlardan, öfkeden sakınmalı: Dâvetçiye zaman zaman takılanlar ve onu kızdırmak isteyenler olabilir. Dâvetçi, nefsi için hiç, dâvâsı için de çoğunlukla kızmamalıdır. Sinir ve öfke hiçbir meseleyi halletmez. Adamın biri Rasûlullah’a gelerek, “bana kısa bir tavsiyede bulun, hep aklımda tutabileyim” dedi. Rasûlullah ona; “Kızma!” Adam sorusunu birkaç kere tekrarladı, fakat hep aynı cevabı aldı.[25]
  • Güzel sözle hitap etmeli; kibar ve tatlı bir dille tebliğ yapmalı: “Ve kûlû linnâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin.”[26] “Ve kul li ıbâdî yekûlu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle; Sözün en güzelini konuşsunlar.”[27]
  • Hikmetle ve güzel nasihatlerle dâvet etmeli: “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” [28]

 

[1] 1]1410]  93/Âl-i İmrân, /Tevbe, 71          104

[2] ]1413]  33Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20/Ahzâb, 39

[3] ] 16/Nahl, 36

[4] ] 21/Enbiyâ, 25 1416] 41/Fussılet, 33

[5] ] 5/Maide, 78-79

[6] ] 2/Bakara, 44

[7] ] 61/Saff, 2-3

[8] ] 62/Cuma, 5

[9] ] 76/İnsan, 6-13

[10] ] 9/Tevbe, 72

[11] ] 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46

[12] ] 12/Yûsuf, 104; Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememsi ile ilgili olarak benzer ifadeler için bkz. 42/

[13] , 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6 /En’am, 901425] 36/Yâsin, 21

[14] ] 11/Hûd, 11; 13/ Ra’d, 22

[15] ] 41/Fussilet, 33; 16/Nahl, 110; 2/Bakara, 177, 249; 3/Âl-i İmran, 142 v.d.

[16] ] 39/Zümer, 53

[17] ] 13/Ra’d, 6

[18] ] 6/En’âm, 147

[19] ] 5/Mâide, 13

[20] ] Buhâri, Cihad 102 1433] 42/Şûrâ, 40

[21] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/248

[22] ] Tirmizî, Fiten 13

[23] ] 14/İbrâhim, 4

[24] ] 3/Âl-i İmran, 186

[25] ] Buhârî, Tirmizî; et-Tâc, V, 48

[26] ] 2/Bakara, 83

[27] ] 17/İsrâ, 53

[28] ] 16/Nahl, 125

Sayfa 1 / 6