64. HUTBE: DÂVETÇİNİN SAHİP OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER -1

64. HUTBE: DÂVETÇİNİN SAHİP OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER -1 (1)

DÂVETÇİNİN SAHİP OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER -1-

ÂYET:

وَلْمُؤْمِنُونَ وَلْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ وَْلِ آيَاءُ بَعْضٍۢ يَاأمُْروُنَ بالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ

لصَّلوٰةَ وَيُؤْتُونَ لزكَّٰوةَ وَيُط۪يعُونَ للّٰهَ وَرسَُولَهُۜ وُ۬لآئِٰكَ سَيَِرحَْمُهُمُ للّٰهُۜ نَِّ للّٰهَ عَزيِزٌ حَك۪يمٌ

“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” [1] وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ مَُّةٌ يَدْعُونَ لَِى لْخَيْرِ وَيَاأمُْروُنَ بِالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِۜ وَوُ۬لآئِٰكَ هُمُ

لْمُفْلِحُونَ

“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 1411

لََّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رسَِالَاتِ للّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ حََدً لَِّا للّٰهَۜ وكََفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً

“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar 1412ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ مَُّةٍ رسَُولا نَِ عْبُدُو للهَ وَجْتَنِبُو لطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى للّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ لضَّلَالَةُۜ فَس۪يًروُ فِي لْارَضِّْٰ فَانْظُروُ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ لْمُكَذِّب۪ينَ

“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[2]

Sağlam iman sahibi olmalı: Cenâb-ı Allah, kullarından aldığı bu söz üzerine onları bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye tebliğat yapması için bir peygamber gönderdik.[3] Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah’ın birliğine inandırmak, kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah’ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir.

“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm’da şer’î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[4] Aslında Kur’ân-ı Kerim, tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor.

Dâvetin önemini ve dâvetin imanla ilgisini, farziyetini bilip bu doğrultuda kendini dâvâsına ve dâvete adayabilmeli: “Elhamdu lillâh Müslümanım” diyen, “Ben Müslümanlardanım diyen kimse, dâvete sarılan kimsedir: “Allah’a dâvet eden, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?” 1416

“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” [5]

İlim sahibi olmalı; bilgili, kültürlü, aktüaliteye vâkıf, dünyada olup bitenlerden haberdar, genel kültüre sahip ve naklî ilimlere vukufiyeti bulunmalı: Dâvâ aadımı dâvetçilerin Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir dâvetçinin yerinde oturup durması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez.

Sâlih amel sahibi olmalı, tavsiye ettiği iyilikleri kendi hayatında yaşamalıdır: “(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”[6]

“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.”[7]

“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” [8]

Yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeli, başka bir beklenti içinde olmamalı: “O kullar (Cennetlik olan o kimseler) adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkarlar. Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz.’ ‘Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından dolayı) Rabbimizden korkarız.’ Allah da onları o günün kötülüğünden korur ve yüzlerine bir aydınlık ve içlerine bir sevinç verir. Orada koltuklar üzerine kurulmuş olarak bulunurlar. Orada ne güneş (yakıcı sıcak) görürler, ne de dondurucu soğuk.”[9]; “…Allah’ın rızâsı ise hepsinden (cennetlerden ve cennetlerdeki güzel meskenlerden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”[10]

Tevhide dâvet etmelidir: Dâvetin, önce muhâtapları şirkten sakındırarak tevhid’e yapılması gerekir. Allah’ın istediği gibi bir iman sahibi olmadan diğer yapılan amellerin bir kıymeti olmadığı unutulmamalıdır. Namaz kılmayan bir erkek veya tesettürsüz bir bayana, tevhidi iman verilmeden namazı ve tesettürü kabul ettirmek çok zordur. Kabul etmiş olsa bile; namaz kılmayan bir müşrikten namaz kılan bir müşrik veya tesettüre uyan bir müşrik oluşturulur ki, bunun o insanın kurtulmasına ve Allah’ın rızasına götürmeyeceği bilinmelidir. Anlatılan ma’ruflar, karşı çıkılan münkerler hep tevhidle bağlantılı olarak ele alınmalıdır, eylemle iman arasındaki bağ hiçbir zaman koparılmamalıdır.

Ücret/karşılık beklememeli; Gerekli maddî imkânlara sahip olmalı, dâveti dünyevî çıkarlara âlet etmemeli: Bir mal bir kişiye satılır, İslâmî faaliyetlerini dünyevî ucuz bir bedele değişmeyip Allah’a satmak, en akıllıca, en kârlı ticarettir. “Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük altında ezilmişler midir?”[11]

“(Ey Rasülüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir.”[12]“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.” [13]

  • Haksız tekfirden kaçınmalı: Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usûlüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi görüşü, kendi din anlayışı ve cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
  • Sabırlı olmalı, aceleci olmamalıdır: İmanın bir göstergesi olan sâlih ameller ancak sabırla işlenir. Burada hem amelin kendisinde olan güçlük, hem de nefsin o ameli işlemekteki isteksizliği aşılır.[14] Allah’ın dinine yardım için çalışan dâvetçiler çok büyük güçlük, zorluk, eziyet ve yoksunluklarla karşılaşabilirler. Bütün bunlara Allah rızasını kazanmak için sabredilmesi gerekir. [15]
  • Esas neticeyi âhirette beklemeli: Dünya amel yeridir, âhiret de o amellerin neticesinin görüleceği yer. Dünya imtihan salonu, âhiret ise karnelerin (amel defterlerinin) verilip notların belli olacğı yer. Dünyada başarılı olup âhirette iflas etmek yerine; dünyada başarısız olup âhirette felâha kavuşmak tercih etmemiz gerekenlerin başındadır. Dünyada çabalayıp gayret etmekten sorumluyuz. Burada yaptığımız zerre kadar hayır da, zerre miktarı şer de orada görülecek, ceza gününde dünyada tüm yaptıklarımızın karşılığı bize ulaşacaktır.
  • Ümitvar olmalı; başkalarına ümit ve iyimserlik aşılamalıdır: Mü’minler Allah’tan korkmakta oldukları kadar O’ndan umut kesmemekle de yükümlüdürler: “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.”[16] Çünkü umutsuzluk insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Kur’an, mü’minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek müjdelerle doludur: “Şüphesiz Rabbin onların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.”[17]; “Rabbiniz bol rahmet sahibidir.”[18]
  • Şefkat ve merhamet sahibi olmalı ve bunu muhâtaplarına hissettirmelidir: Muhâtabına şefkat ve merhametinin bir özelliği olmak üzere dâvetçi, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya kalkmadan affetmeli, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefâ veya talep ve isteklere karşı müsâmahakâr bir ruhla muâmelede bulunmalıdır.

Bütün bu nâhoş tavır ve fiilleri işleyerek suçlu duruma düşen bir kimse, dâvetçi tarafından mutlaka cezalandırılmayı beklerken hiç ummadığı bir şekilde afla karşılaşıverdiği zaman onda bu muâmele, psikolojik bir tesir icrâ ederek âdeta bir ruh inkılâbı meydana getirir ve muhatap, dâvetçiye en büyük düşman iken, birdenbire dâvetçinin en samimi bağlısı ve yardımcısı olabilir. O halde Cenâb-ı Hak’ın, Rasûlüne emrettiği üzere, hıyaneti sabit olanların bile suçunu bağışlayarak müsâmahalı davranmak,[19] İslâmî dâvetin metodlarından biridir.

Günümüz dâvetçisi, Rasûlullah’ın yolundan giderek nefsî kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa atarak muhâtabını, şâyet varsa işlediği suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Allah, müttakî mü’minlerden öfkelerini yutmalarını ve affedici olmalarını istiyor. Muhâtaplarımıza düşmanca tavır takınmamalı ve onlara güzel sözler söylemeli, yumuşak üslûpla hakkı tebliğ etmeliyiz. Ancak zâlimlere kızmalı, onların zulümlerini bırakmalarına vesile olacak yolları bulmaya çalışıp onları bu kötülükten kurtararak onların hidâyetini/kurtuluşunu istediğimizi belli etmeliyiz. Kişilere değil; kötülüklere düşman olmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıyız. Kişiye nefis müdafaası yaptıracak kötü sözlerden ve muhâtabın şahsiyetini rencide edecek tavırlardan kaçınmalıyız. Muhâtabımızın en son yıkacağımız putu, nefis putu olmalıdır.

Bütün bu metotların hassâsiyet ve titizlikle uygulanması, tamamıyla adam kazanma ve kazanılan adamı kaybetmeme gayretinden ileri gelmektedir. İslâm’ın insana verdiği değeri bilmeyen yoktur. Cenâb-ı Hak’ın, diğer mahlûkatı emir ve hizmetine verdiği insanoğlunun hidâyeti için çalışmak, dâvetçinin vazifesidir ve bu uğurda yaptığı çalışmalar vesilesiyle Allah’ın tek bir kişiye hidâyet nasip edivermesi, dâvetçi için çok büyük değer ifade eder. Hz. Peygamber’in Hayber Gazvesi esnasında Hz. Ali’ye söylediği gibi, bir müslüman için onun vasıtasıyla tek bir kişiye Allah’ın hidâyet vermesi; kızıl cins deve sürülerine sahip olmasından[20] ve bir vesile ile ifade buyurdukları gibi, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.

  • Affedici ve müsâmahakâr olmalı, hoşgörülü ve sevecen tavır takınmalı: “Kim affeder ve ıslah ederse artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zâlimleri sevmez”1433 Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli “tolerans”la ifade edilir. Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir. Arap dilinde bunun karşılığı “müsâmaha”dır. Kur’an’da hiç geçmeyen bu kelime, sünnette genellikle alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü hadislerinin en ünlüsü: “İsmah, yüsmah lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin.”[21]
  • Güzel ahlâk ve takvâ sahibi olmalı: Dâvetçinin küçük bir hatası insanlar tarafından büyük görülmeye adaydır. Bir sözü veya bir davranışı, kendisinin tümüyle karalanmasına, dâvetinin boşa çıkmasına ya da insanların hataya düşmesine sebep olabilir. Başka insanların daha büyük hataları göze batmayabilir, ama dâvetçinin basit sayılabilecek yanlışları, muhataplarının eleştiri oklarını kendine çeker.
  • Cesâretli olmalı, Allah’tan başkasından korkmamalıdır: Din dâvetçisi, dinin hükümlerini tebliğ ederken, dinî hakikatleri açıklarken kimseden çekinmemelidir. Hak bildiğini cesaretle söylemesini bilmelidir. Dokuz köyden bile kovulsa, doğru söylemeyi görev kabul etmelidir. “En faziletli cihad, zâlim bir devlet adamının yanında adâlet kelimesini söylemektir.”[22]
  • Dili kullanmada usta olmalı; hitabeti, diksiyonu, dilin kurallarını ve inceliklerini, mecazını, dil sanatlarını bilip uygulayabilmeli: Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır.[23] Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.
  • Dâvet yolunda zorluklara göğüs germeli, dâvet yolundaki insanların bazen zorluklarla imtihan edileceğini unutmamalıdır: İmtihan, fert ve toplumlar için geçerli olduğu gibi, Allah’a dâvet eden, emr-i bi’l ma’ruf yapan müslümanlar için de geçerlidir. Allah yolunda cihadları esnasında mü’min bireylerin başlarına gelen belâ ve musibetler aynen dâvetçilerin de başına gelir. Müslümanlar fert veya cemaat olarak, ellerinden mallarının cebren alınması, hapsedilmeleri, asılsız suçlamalarla işkencelere mâruz kalmaları türünden eziyetler görebilirler. Özellikle zamanımızda, bu konuda aleyhteki propaganda araçları artmıştır. Hele bir de müslüman dâvetçilerin hasmı; malı, nüfuzu ve yetkisiyle etkili biri ise veya yöneticilerin kendileri, devlet düzeni dâvetçilerin hasmı ise... Bu durumda dâvetçilerin, hasımlarını istedikleri gibi, etkisiz hale getirebilmeleri için sabır ve takvâya sımsıkı sarılmaları gerekmektedir. “Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”[24]
  • Kabalık ve sertlikten, sinirli davranışlardan, öfkeden sakınmalı: Dâvetçiye zaman zaman takılanlar ve onu kızdırmak isteyenler olabilir. Dâvetçi, nefsi için hiç, dâvâsı için de çoğunlukla kızmamalıdır. Sinir ve öfke hiçbir meseleyi halletmez. Adamın biri Rasûlullah’a gelerek, “bana kısa bir tavsiyede bulun, hep aklımda tutabileyim” dedi. Rasûlullah ona; “Kızma!” Adam sorusunu birkaç kere tekrarladı, fakat hep aynı cevabı aldı.[25]
  • Güzel sözle hitap etmeli; kibar ve tatlı bir dille tebliğ yapmalı: “Ve kûlû linnâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin.”[26] “Ve kul li ıbâdî yekûlu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle; Sözün en güzelini konuşsunlar.”[27]
  • Hikmetle ve güzel nasihatlerle dâvet etmeli: “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” [28]

 

[1] 1]1410]  93/Âl-i İmrân, /Tevbe, 71          104

[2] ]1413]  33Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20/Ahzâb, 39

[3] ] 16/Nahl, 36

[4] ] 21/Enbiyâ, 25 1416] 41/Fussılet, 33

[5] ] 5/Maide, 78-79

[6] ] 2/Bakara, 44

[7] ] 61/Saff, 2-3

[8] ] 62/Cuma, 5

[9] ] 76/İnsan, 6-13

[10] ] 9/Tevbe, 72

[11] ] 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46

[12] ] 12/Yûsuf, 104; Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememsi ile ilgili olarak benzer ifadeler için bkz. 42/

[13] , 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6 /En’am, 901425] 36/Yâsin, 21

[14] ] 11/Hûd, 11; 13/ Ra’d, 22

[15] ] 41/Fussilet, 33; 16/Nahl, 110; 2/Bakara, 177, 249; 3/Âl-i İmran, 142 v.d.

[16] ] 39/Zümer, 53

[17] ] 13/Ra’d, 6

[18] ] 6/En’âm, 147

[19] ] 5/Mâide, 13

[20] ] Buhâri, Cihad 102 1433] 42/Şûrâ, 40

[21] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/248

[22] ] Tirmizî, Fiten 13

[23] ] 14/İbrâhim, 4

[24] ] 3/Âl-i İmran, 186

[25] ] Buhârî, Tirmizî; et-Tâc, V, 48

[26] ] 2/Bakara, 83

[27] ] 17/İsrâ, 53

[28] ] 16/Nahl, 125