TAKVÂ GİYSİSİ VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -3-

ÂYET:

 يَا بَ آن۪ي دَٰمَ قَدْ نَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاساً يُوَر۪ي سَوْتِٰكُمْ وَر۪يشا۠ وَلِبَاسُ لتَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ يَٰاتِ للهِ لَعَلِهُمْ يَذكََّّروُِنَ يَا بَ آن۪ي دَٰمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ لشَّيْطًَانُ كَ آمَا خَْرجََ بََوَيْكُمْ مِنَ لْجَنَّةِ يَنْزعُِ عَنْهُّٰمَا لِبََّاسَهُِمَا ليُريَِهُمَا سَوْتِٰهِمَاۜ نَِّهُ يَريٰكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ نَِّا جَعَلْنَا

لشَّيَاط۪ينَ وَْل آيَاءَ للَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[1]

آيَا يَُّهَا لنَّبِيُّ قُلْ لِازَْوَجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِ آسَاءِ لْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪ب۪يبِهِنَّۜ ذٰلِكَ دَْنآٰى

نَْ يُعْرفَْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ للّٰهُ غَفُورً رحَ۪يماً

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [2]

وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ بَِْصَارهِِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُروُجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ لَِّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْربِْنَ بِخُمُرهِِنَّ عَلىٰ جُيُوبهِنَّۖ

“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[3]

Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği gibi örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir eziyettir. Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür; ama buna sebep olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet ve zulümdür. İslâm’ın istediği gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ giysisine özen göstermeden toplum içine çıkan bayanlar, özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet yapmakta, onların vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği gibi tesettür ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören erkeklerin haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu olma, Allah’a kulluk yapma, haram işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler. O yüzden tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan, kendisine gözüktüğü tüm erkekleri taciz ederek kul hakkı suçu işlemektedir.

Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi eziyetlerden, çirkin bakış ve düşüncelerden, teklif ve sataşmalardan korunmak isteyen bir bayanın şöyle düşünmesi gerekir: “Başkasının bana cinsel tâcizde bulunmasını istemiyorsam, bana ait güzellikleri allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek başkalarının bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartmamalıyım.” Halk da, bu konuda biraz kabaca şöyle şey eder: “Şey, şeyini şey yapmazsa, şey de şey yapmaz.”

Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolaysıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Örtü, erkeğe İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur. Yani örtü, kadını ve erkeği günahlardan, şeytanî dürtülerden, fitnelerden, dolayısıyla cehennemden korur.

Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliği yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda olarak düşünülüyor artık. “Tesettür(!) defilesi” denilen ucûbeler, bir taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, (kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken) en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam olunca da evindeki televizyonda, Filistin’li kızların dramını, Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.

Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecektir. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara kızmaktan, hatta acımaktan da önce, kadın ve erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.

Eğer başörtülüler, gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan dolayı başörtüsü örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan, yabancı erkekler tarafından beğenilme arzusundan ve hevâya uymaktan, şeytanı ve şeytanlaşanları râzı etme çabasından daha etkili olacaktır. O yüzden insanımıza, özellikle başörtülü tesettürsüzlere şu hadis-i şerifleri hatırlatalım:

“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.”[4]

“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.”1643

“Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar” buyurmuştur.[5]

“Kadın, örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker.”[6]

Âişe (r.a.)’den rivâyete göre, bir gün Ebû Bekir (r.a.)’in kızı Esmâ (ki, Peygamberimiz’in baldızıdır) ince bir elbise ile Allah Rasûlü’nün huzuruna girmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ondan yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.” Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.”[7]

Yüce Peygamberimiz, zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle oturuyorlarken ashâb-ı kirâmdan görme özürlü Abdullah ibn Ümm-i Mektûm çıkagelince Peygamberimiz eşlerine: “Bu zâttan korunun, ona karşı örtünün” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: “Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil midir? O bizi görmez, tanımaz ki (ondan sakınalım)!” deyiverdi. Bu söz üzerine Peygamberimiz mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdi: “Evet (o a’mâdır, görmüyor), ama siz de mi körsünüz? Siz de mi onu görmüyorsunuz? (Gözlerinizi koruyun ve tesettüre uyun).”[8]

“Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!”[9]

“Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.”[10]

“Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.”[11]

“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle) bakmaktır.”[12]

Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah’a (s.a.s.) ansızın bakıp görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu.[13]

“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz...”[14]

“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa kalmasın.”[15]

“Kim dünyada şöhret için elbise giyerse Allah ona kıyâmet gününde zillet elbisesi giydirir. Sonra da onu cehennemin alevli ateşlerinde yakar.”[16] Şöhret elbisesinden maksat, başkalarına câzip görünmek ve fors satmak için giyilen elbisedir.[17] İbnü’l Esir ise şöhret elbisesinden maksat insanların arasında göz alıcı elbiseler giyerek büyüklük taslamak, kibirli tavra bürünmektir diye belirtir.

“Kim (dünyada, dikkatleri üzerine çeken) şöhret elbisesi giyerse, Allah, alçaltacağı gün alçaltıncaya kadar, o kimseden yüz çevirir (rahmet nazarıyla bakmaz).”[18]

“Cennette bir kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha şey den daha hayırlıdır.” Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, nasif nedir?’ “Başörtüsüdür” buyurdular.[19]

Ve bir âyet-i kerime: “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).”[20] Daha hayırlı olan “takvâ elbisesi” nedir?

Takvâ (din örtüsü) ile kişi, kendini korumaya, dinî ha yatına zarar verecek şeylerden sakınmaya çalışır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikeler den saklayan nöbetçiler gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızar tacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş ve davranış biçimi. Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve namusuna zarar verecek davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ elbisesi. Takvâ elbisesi, sırf Allah rızâsı için ve emredildiği gibi, şuurla sevgi dolu teslimiyetle örtünmektir. Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile gi yim, yani hayâ duygusu ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddî - mânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.

Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.[21]

Bazı bayanların aşırı serbest hareketler içinde, müslüman bir hanıma yakışmayacak basit tavır ve başörtülerine uymayacak çirkinlikte kıyafetle toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir şahsiyet problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan bu çeyrek tesettürlü bayanlar, her geçen gün daha da artmaktadır. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan tümüyle uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.

Örtü Allah’a itaatin simgesidir. “Ben, vücudumda geçici bir süre duracak olan bir kiracıyım, emânetçiyim” diye düşünmeli insan. Vücuduma ait hangi organ olursa olsun o bana O’nun tarafından bir hediyedir. Hem de öyle değerlidir ki, hiç bir hakkım yokken bana verilmiş. Bunun bana bir lütuf olarak verilmesi karşısında ikram sahibine karşı kayıtsız kalamam. Bu, saygısızlık olur” diye düşünmeli insan.

“Bu kadar lütuftan sonra... Evet, benim üzerimde hâkimiyeti ve merhameti bu denli açık olan Zâta karşı yapmam gereken görev O’nun emir ve yasaklarına uymak olmalı. Zira O beni benden iyi tanıyor. Bana neyin faydalı, neyin zararlı olacağını benden iyi biliyor. Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları o işlerin arkasına takan Zat, tesettürde de benim bilemediğim ve göremediğim faydaları onun arkasına takmıştır” demeli ve itaat etmeli.

İnsan şöyle düşünmeli; “Ben, bana ayda sözgelimi 500 dolar verene günümden şu kadarını, şartlarını onun belirlediği işleri yapmak için veriyorum, hatta aldığım ücret yüksekse bunu seve seve yapıyorum. Rabbim bana yığın yığın nimetler veriyor. Bir gözümü milyarlarca dolara değişmiyorum, hayatıma değerler biçemiyorum. Bana bu kadar nimetleri hiç liyâkatim olmadığı halde veren Zâta karşı, değil günümün, ömrümün bütün zaman dilimlerini, şartlarını Onun belirlediği kulluk için seve seve veririm. Bana bin dolar maaş veren işverenimin bana emretme hakkı, benim de emredileni yapma görevim varsa ve ben bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu olarak yapıyorsam ve işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına katlanıyorsam; şunu da iyi bilmem lâzım: Bana her şeyi veren Allah da bana emrediyor. Bin doları veren, hayatımın bir bölümünü şekillendirme hakkına sahipse, Allah (c.c.) verdiği şeylerle hayatımın tamamını istediği biçimde şekillendirme hakkına öncelikle sahiptir.”

Sadece insan elbise giymez, giysi de insanı giyer, yönetir, yönlendirir. Dış, için aynasıdır. Dışı İslâm’ın anladığı anlamda temiz olmayanın içinin de çok temiz olmasına imkân yoktur. Kıyâfetin insan rûhuna etki ettiği de bir vâkıadır. O yüzden kadın giysisi giyen erkek artık kadın gibi tavırlar takınır. Bunun tersi de geçerlidir. O yüzden Peygamberimiz, çok küçük yaştaki çocukların bile karşı cinsin elbiselerini giyinmelerini yasaklar, hatta karşı cinsi çağrıştıracak renklerdeki giysileri de. İşte giysinin insan rûhuna bu etkisi, İslâm’ın uygun görmediği tarzdaki kıyâfetin imana da zarar vermesine sebep olabilecektir. Aynen gerçek imanın tam tesettürü, takvâ giysisini zorunlu kıldığı gibi.

İçinde, olması gerektiği şekilde iman esaslarını taşıyanlar için başörtüsü, “başı gitmeden başından gitmeyecek” kadar değer ifâde ederken, içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf olanlar için ise, o hizmet için, üniversite için tâviz verilebilecek bir teferruattır, olmasa da olur; ya da haram bakışları uzaklaştırmak yerine çekiciliği artıracak şekilde istismar edilebilecek bir oyuncak haline gelir. Şimdi ayrı bir risk daha eklendi; tesettürlülerin demokratik curcunaya katılıp düzene entegre edilmeleri için istismar malzemesi olma riski…

Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması, onun yozlaştırılmasına sebep olabilmektedir. Başörtüsü dinin emirlerinden bir emirdir. Birçok dinî görevin yerine getirilmesiyle başörtüsü ancak İslâmî bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen ya da diğer giysi ve davranışları başörtüsünün ruhuyla bağdaşmayan insanının başında ise o sadece bir bez parçasıdır. Bir ev düşünün onun üzerinde bulunduğu arâzinin toprağı gevşekse, yağan yağmur, esen rüzgâr onun toprağını oradan alıp götürüyorsa; bu durum, ev içinde oturanlara güven vermeyecektir. Sağlam bir ev, ancak sağlam bir zemin ve güçlü temel üzerine inşâ edilebilir. İşte aynen bunun gibi, iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır; başörtüsü ise bu binanın çatısı, tesettür/örtü ise onun dış cephesidir. Temeldeki çürüklük binanın her yerine yansıyacaktır. Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis, şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup gidecek veya başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır.

Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü bile yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak; tavır, yürüyüş, konuşma, gülme, aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı; o da tâğutlara başkaldırı anlamında baştâcımız iken; şimdi tâğutî düzenleri güçlendirmeye, başa geçenleri kutsamaya âlet olmaya başladı. Vay başımıza gelenler!

18 ilâ 20. Yüzyıl Türk tarihi, biraz da kıyâfetlerdeki acâyip ve hızlı değişimin tarihidir. Tanzimat denilen Batıya entegre olma, yönetimi ve halkı Batılılaştırma çabası, hayatın her alanında olduğu gibi, kıyâfetlerde de büyük kırılmanın başlangıcı olmuştur. Bu kırılma, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimlerle, kop(arıl)ma noktasına getirilmiştir. En önemli devrimlerin kıyâfetle ilgili olması, giysinin sadece bir görüntüden ibâret olmayıp oradaki değişimin kişinin inanç dâhil, tüm dünyasını değiştireceği gerçeğinden yola çıkılarak yapılmıştır. Tanzimat’la birlikte halkın giysi özgürlüğü baskı altına alınmış, devlet zoruyla kişiler Batılı giysilere mecbur edilmiştir. II. Mahmut zamanında başlamış olan bu faşizan, baskıcı, ceberut tavır, günümüzde de hâlâ sürdürülmektedir. Pantolon, ceket ve kravatı devlet dairelerinde zorunlu hale getirip “modern kâtip” giysisini dayatma ile yetinilmemiş, Yunanlıların başlarına geçirdiği kıyâfet olan fes, II. Mahmut tarafından zorla âlime, câhile giydirilmiştir. Müslüman halk, bu Batılı kıyâfetlere gâvur kıyâfeti demiş, bu giysileri zorla giydiren yöneticiye de “gâvur padişah” adını takmıştır. Bununla birlikte devlet güç kullanarak bu devrimi uygulamış, ardından nice zaman geçtiği halde ve fesin Cumhuriyetle birlikte terk edilmesine rağmen câmilerdeki namaz kıldırma memurları (üzerine sarık sararak) hâlâ bu köhne devrimi canlı tutmakta devam edegelmiştir. II. Mahmut’tan beri yöneticiler kendi güçlerini insanların başlarında görmeyi en büyük hedef saymışlar, baş üstünde yer edinemeseler de başın üstünde kendi devrimlerine yer bulmanın sadistçe mutluluğunu tatmak istemişlerdir. Adı geçen padişah, kafalara fes geçirip kendi egemenliğini başlarda görüp herkese gösterdiği gibi; aynı tavır, ilk cumhurbaşkanı tarafından da kafalarda şapka görülmek istenmesiyle ortaya konmuştur. Sonra egemenlik ve etkinliklerini başörtüsü yasağı şeklinde halkı sürüleştirme zevkini tadarak görmeyi sürdüren zihniyet, bütün bu yaptıklarını Batılılaştırma/çağdaşlaştırma adına yaptıklarını ifade etmeyi görev bilmişlerdir.

Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. Global dünya dini olarak dayatılan bu emperyalist dünya görüşü, insanı tek tip haline getirip sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır? Modernizm şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi ve ideolojisi olan materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan, maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten, deriden ibâret, giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin yolunu tuttuğu Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor olacakmış, çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette demokrasi var; canı ne isterse onu giyer, vücut onun değil mi, istediği gibi yapar…

  1. Mahmut’la birlikte müslüman halkın kıyafetine müdâhale edilmeye ve resmî kıyâfet dayatılmaya başlanmış, TC kurulur kurulmaz da daha net ve sert kıyafet devrimi uygulamaya konulmuş bir coğrafya, müslüman hanımların modernleşmesi konusunda diğer ülkelere karşı ilk kötü örneklere de sahne olmuştu. 20. Asırda devrimlerle devrilen değerlerle ilgili olarak, önce bin senedir giyilen çarşaf çıkar(t)ılmış, sonra peçeler at(tır)ılmış, zarûret olmaksızın yani çarşıda pazarda yüzlerin açılması yaygınlaşmıştı. Bilenler ya da hatırlayanlar ne kadar kaldı bilmem, hâlâ bazı kitaplarda ve mahfillerde “bol pardösü çarşafın yerini tutar mı?” tartışmaları yapılır(dı). Hanbelî, Şâfiî ve Selefîlerin câiz görmediğinden de yola çıkılarak özellikle fitnenin kol gezdiği günümüz ortamı gibi durumlarda ihtiyar olmayan bayanların diğer tarafları kapalı olsa da, yüzlerini ulu orta açmalarının câiz olup olmadığı gündeme gelirdi. Nereden nereye? Bugünkü entel takılan kültürlü bir bayana bunları anlatmak, hele takvâ ve azîmeti tavsiye etmek bile ne kadar mümkündür? Bu gidişle, korkarım birkaç sene sonraki bu dergiye benzer bir dergide bu yazara benzer bir yazarın makalesinin başlığı şöyle olacak: “Şeffaf Başörtüsü Tesettüre Uygun mudur?” Ya da “Açık Göbek Modası Başörtülü Bayanlar Arasında Niye Hızla Yayılıyor?” “Başörtülü Kızlardan Oluşan Dans Grubu Nasıl Ortaya Çıktı?” Gazete haber başlıklarından bazıları da şöyle olacak: “Güzellik Yarışmasına Katılmak İsteyen Başörtülüler”, “Başörtülü Şarkıcı ve Sanatçılar Dernek Kuruyor.”

Bu anlatılanlardan, “bütün başörtülü bayanlar böyle” gibi bir yargı çıkmaz elbette. Hayâ ve iffet sembolü, tam tesettürlü, ihtiyaç için çıktığı sosyal hayatta dişiliğiyle değil, kişiliğiyle hanım hanımcık yer alan ve Allah rızâsı için örtündüğü her davranışından belli olan şuurlu kızlarımızı ve kız kardeşlerimizi tenzih ederiz. Üzüldüğümüz şey; bu mücâhidelerin sayılarının giderek azalması ve kopmaların, karşı sınıfa transferlerin özellikle okuyan ve hele hele çalışan bayanlar arasında hızla artış eğilimi göstermesi.

Kraliçe Çıplak: Andersen’in meşhur masalındaki çıplak kralın çıplaklığını göre göre kabullenip dile getirmekten çekinenler gibi oldu insanımız. Başlarındaki taç kabul ettiğimiz başörtüsü ile kral değilse bile bizim mahallenin kraliçeleri durumundaki başörtülülerin örtüyü istismar edip yozlaştırmasından dolayı “kraliçe çıplak!” diye bağırmayı göze alanlar olmazsa bu çıplaklık tüm toplumu mahvedecektir. “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.”[22]

İslâm düşmanlarının bile bu konunun önemini bilerek devrimler ve baskıcı uygulamalarla kendi giysilerini dayattıkları bir dünyada, kendi kimliğimizi giysilerle de korumalı ve göstermeliyiz.

Ne mutlu, tesettürünü bayraklaştırıp cihadını ilân eden, hicap bilincine sahip, takvâ elbisesini hiç üzerinden çıkarmayan iffet ve hayâ timsali hanımlara! Kılık kıyafet ve yaşayış prensiplerini İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere!

Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların izi ve lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!

 

[1] ] 7/A’râf, 26-27

[2] ] 33/Ahzâb, 59

[3] ] 24/Nûr, 31

[4] ] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128 1643] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr

[5] ] Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s. 103

[6] ] Tirmizî, Radâ 18

[7] ] Ebû Davûd, Libâs 31, 34, h. no: 4104

[8] ] Ebû Dâvud, Libas 37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283

[9] ] Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25

[10] ] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325

[11] ] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671

[12] ] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20

[13] ] Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28

[14] ] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137

[15] ] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hacc 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7

[16] ] Ebû Dâvud, Libas 5, h. No: 4029, 4030

[17] ] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 94

[18] ] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 465

[19] ] Ahmed bin Hanbel, II/483

[20] ] 7/A’râf, 26

[21] ] 63/Münâfıkun, 8

[22] ] 8/Enfâl, 25

TAKVÂ GİYSİSİ VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -2-

ÂYET:

 يَا بَ آن۪ي دَٰمَ قَدْ نَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاساً يُوَر۪ي سَوْتِٰكُمْ وَر۪يشا۠ وَلِبَاسُ لتَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ يَٰاتِ للهِ لَعَلِهُمْ يَذكََّّروُِنَ يَا بَ آن۪ي دَٰمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ لشَّيْطًَانُ كَ آمَا خَْرجََ بََوَيْكُمْ مِنَ لْجَنَّةِ يَنْزعُِ عَنْهُّٰمَا لِبََّاسَهُِمَا ليُريَِهُمَا سَوْتِٰهِمَاۜ نَِّهُ يَريٰكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ نَِّا جَعَلْنَا

لشَّيَاط۪ينَ وَْل آيَاءَ للَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[1]

آيَا يَُّهَا لنَّبِيُّ قُلْ لِازَْوَجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِ آسَاءِ لْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪ب۪يبِهِنَّۜ ذٰلِكَ دَْنآٰى

نَْ يُعْرفَْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ للّٰهُ غَفُورً رحَ۪يماً

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [2]

وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ بَِْصَارهِِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُروُجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ لَِّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْربِْنَ بِخُمُرهِِنَّ عَلىٰ جُيُوبهِنَّۖ

“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[3]

Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü

asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veya baş kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden, ona alt yapı olan iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma düşer/düştü. Başörtüsü, diğer İslâmî kıyafetle birlikte ve imana dayanan bir davranış/yaşayış biçimiyle değerini alır; bunlardan bağımsız başörtüsünün Hindistan’ın millî kıyâfetinden farkı olmaz. Şuurlu ümmete “bu şekliyle başörtüsü, uğrunda can verilecek bir değer değildir” dedirtir, sahibine Allah indinde rızâ ödülü kazandırmaz.

Hakları kalmasın, bu manzarada yeşil sermayenin, “başörtülü tezgâhtar aranıyor” diye kapısına yazı yazan yeşil holdingden hacı amca tuhafiyecisine kadar esnafın, manken tipli başörtülü eleman arayanların, başörtülüleri plajlara alıştıran Kapris Oteli ve benzerlerinin, tesettür mayolarının, bu sektörden geçinen çeşitli alandaki iş piyasasının, özellikle tekstil firmalarının, ha bir de Tekbir(!) giyim ve benzerlerin, onların icadı başörtü defilelerinin büyük rolü var. Ama bu roller içinde en önemlisi, başörtüsüz ve başka örtüsüz resimlerin yer aldığı boyalı basında bile eleştiri almadan iki-üç günde bir farklı bir giysi ile boy resmi çıkan först leydi Emine Hanım’ın rolü ve çeşitli belediye kuruluşlarında boy gösteren başörtülü kızların figüranlığı. Olumsuz değişim rüzgârı bu konuda da iktidar cephesinden esti. Avrupa Birliği araştırıp öğrense başörtüsünü Avrupa kriterlerine uydurdukları için mevcut iktidara ne tür ödül vereceğini şaşırır.

Giysisiyle kültürlü olduğunu göstermek istiyor kızlarımız; tabii bu kültürün İslâmî bir kültür olmadığını önemsemeden. Kimlere benzemeye çalışıyorsa onlardan sayılacağını unutuyor. Genç ve özellikle güzel gözükmek istiyor sokaktaki ve iş hayatındaki bayanlar. “Örtülü isek, bizim de güzel gözükme hakkımız yok mu?” diyorlar; müslüman hanımın cehenneme gitme (erkekleri de itme) hakkı araması gibi bir şey bu. Şeytânî düzenlerin oyununa geldi insanımız. “Başörtülü bayanlar yeter ki çarşıya pazara dökülsünler, zarûret olmaksızın ve uygun ortam aranmaksızın çalışma hayatına girsinler, lisesi üniversitesi ve diğer kurumlarıyla düzenin çarkları arasına sıkışsınlar, moda oltasına takılsınlar… gerisi kendiliğinden gelir” hesabıyla tuzaklar kuruldu ve kolay avlandı kızlarımız. Cennetin bedelini unuttular, ellerindeki Paris biletiyle Mekke’ye gideceklerini umdular.

Tesettür anlayışı konusunda İslâm’la bugünkü müslüman arasında dağlar kadar fark oluşmuş durumda. İslâm, sadece başörtüsünü, sadece türbanı emretmiyor elbette. Tesettür bununla bitmiyor. Sınıflarda pardösü çıkarılarak etek-bluzla oturan; kanı kaynayan genç erkeklerin ve öğretmenlerin her türlü bakış ve tavırlarına, sözle ve gözle saldırılarına muhâtap korumasız bir kızcağız. Evinde erkek misâfirlere bile gözükmeyen hacı, hoca çocuğu bu müslüman kızların, amfi ve sınıflardaki, kantinlerdeki kızlı erkekli karma eğitim ve eritim içinde bulunmasının nasıl bir tezat teşkil ettiği kimsenin eleştirisini bile almıyor.

Üniversitelerde kızlar başörtülü olarak okuyabiliyor. Bu hükümet, başörtüsü meselesini çözdü, diye kimileri salakça övgüler yağdırıyor yönetime. Başörtüsüne kurban ettiler tesettürü, hayâyı, iffeti. Bırakın takvâ elbisesini, normal tesettür değil, başörtülülerin kıyafeti. Başörtüsünü ayağa düşürenlere ödül vermek istiyor halk. Tesettürsüz başörtüsünden, İslâm’ın yasakladığı ne varsa hepsinin bulunduğu üniversitelere başörtüsüyle girebilmekten başka iktidarın yaptığı hayır adına bir şey yok. Bu şekliyle başörtüsünün serbest olması mı daha iyi idi, olmaması mı, tartışılır. Bunlardan çok daha önemlisi odur ki: Kâfirlerin işgaline uğramış olan müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkelerde mü’minlerin okullarda imanına müsâade edilmiyor. Putlar ister istemez sevdiriliyor, övdürülüyor. Ders diye nice terslikler oluyor, küfür kelimeleri söylettiriliyor, en azından dinlettiriliyor, puta tapma törenleri icrâ ettiriliyor... Bunlara normal gözle bakılır, ses çıkarılmaz, tepki gösterilmezken, tesettür ve hicab görevini ne kadar yaptığı da şüpheli olan salt başörtüsü serbestisine methiyeler düzülmesi mi gerekiyor? Din ve imandan daha mı önemli bu?

İnsan sadece diliyle konuşmaz. Eskilerin hâl dili dediği iç lisânı da vardır. Beden dili denilen, vücudun aldığı şekille, organlarının gösterdiği özel tavırla da konuşur. Araştırmaların gösterdiği çarpıcı sonuç; beden dilinin, konuşma dilinden çok daha etkili olduğu şeklindedir. Beden dili, sadece organların değil, aynı zamanda organların örtüldüğü giysi ile de yakından ilgilidir. Yani, insan üzerindeki elbisenin de bir dili vardır, o da konuşur. Dâvet eder, mesâfe koyar, karşısındaki ile samimiyet veya resmiyeti ifâde eder. Elbise, aynı zamanda bir kimliktir, şahsiyet belirtisidir, örfün tercümanıdır. İnsanın temizliği, pejmürdeliği, düzeni, zevki, kültürü, muhâtaplarına verdiği değer ve saygısı da giysisinden anlaşılabilir. Her şeyden önemlisi, elbise bazen insanın hangi dini tercih ettiğini, ya da diniyle ne tür bir ilişki içinde olduğunu da belirtir. Mesajdır giysi, çağrıdır, ya da korunmadır.

Giysinin temel olarak üç özelliği vardır: Tesettür/örtme, koruma ve süs. Bunlar içinde en önemlisi, giysinin insanı örtme özelliğidir, yani tesettür. Giysiden mahrum kalmak, çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine engel olmasına fırsat vermektir. Şeytan Cennette Hz. Âdem ve eşinin çıplak olması için bütün planlarını kurmuş ve onların cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştu. Onlar da birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulundular, örtündüler ve Allah da onları affetti. “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana ve babanızı (Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[4] Hz. Âdem ve Havvâ’da isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti olarak ortaya çıkan çıplaklık, bu kişilerin nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın görüntüsü, şeytana uymanın özelliğidir.

Bir başörtüsü sektörü oluştu; kapitalizmin örtülü versiyonu olarak türban rantı ortaya çıktı. Bin bir çeşit desen ve renk cümbüşüyle Doğu zevkine hitap edip başörtüsü üreten yüzlerce yerli ve yabancı firma, ithâlatçılar, sadece başörtüsü satan mağazalar, başörtü modaları, başörtü defileleri, başörtülüler için özel mayolar… İçinde müslümanların da yaşadığı kapitalist düzenlerde finans kurumları nasıl bir görüntüyle, hangi görevi yerine getirmek için kurulmuş ve düzen açısından nasıl sakıncasız (hatta faydalı) görülmüşse; başörtülü kızlar da o amaç için “Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler olan”[5] çarşı ve pazarlara çıkarılmıştır. Kapitalizmin nimetlerinden(!) mahrum olmadan fâizden kaçmak isteyen kimselerin paralarını piyasaya, dolayısıyla kendi kasalarına çekmek isteyenlerin finans kurumları aracılığıyla bu işi yaptıkları gibi; açık saçıklardan biraz rahatsız olanların paralarını ve ilgisini çekmenin kapitalistçe yolu oldu başörtülü tezgâhtarlar, başörtülü sekreterler. Bunca işsiz erkek varken, bu kızlar, hangi özellikleriyle tercih ediliyor dersiniz? Ya da ille bayan gerekiyorsa, niye özürlü bir bayan, yaşlı bir bayan değil de; manken ölçülerine uygun yapıda genç bayanlar isteniyor? Haa, başlarında mendil kadar bir başörtüsü olacak; başka? Başka diğer açık kadınlardan farklı bir durum olmayacak. Telefona bakmak, ya da müşteriyle ilgilenmek için manken gibi olmanın avantajını insanî akıl ve İslâmî kültür mü, yoksa şeytânî düzen ve sömürücü görüş mü söylüyor? Kime ve neye hizmet ettiğini, neyi âlet edip sömürdüğünü para denilen câzip şeytan haydi işverene düşündürtmüyor. Peki, ya siz başörtülü kızlar, bunların sizi sömürüp kullanmasına, bundan da kötüsü sizin örtünüzü istismar etmesine, güzelim örtüyü sizin elinizle katran kazanına koymalarına, dünyada izzetinizin, âhirette cennetinizin çalınmasına nasıl rızâ gösteriyorsunuz? Değer mi üç kuruş para veya meymenetsiz insanların keyfi/beğenisi için bunlar? Özgürlük mü zannediyorsunuz bu köleliği, bu kullanılmayı, bu metâ ve nesne haline getirilmeyi; hâlâ akletmiyor musunuz? Başörtüsünü başınıza aldığınız gibi aklınızı da başınıza alın, şeytanın ve şeytanlaşanların oyuncağı, kölesi olmayın.

Düşünebiliyor musunuz, İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi hanımlara üstünlük verdiren o başların tâcı, kapitalizmin hizmetinde, daha kötüsü (söylemesi zor da olsa söyleyelim:) cinselliğin, göz zinâsının hizmetinde.

Kapitalist ve materyalist dünya her şeyi o denge(sizlik)de tutuyor: Arz talep. Üretim ve tüketim için bu böyle olduğu gibi, çeyrek tesettürlü bayanlar konusunda da bu böyle: Çıplaklardan hoşlanmayan, hele onlarla asla evlenmek istemeyen çok sayıda muhâfazakâr genç erkek var; bunlar için de çarşıda pazarda delikanlıların ilgisini kendisine çekmeye çalışan ve bu erkeklerin zevkle bakıp (tabii iyi niyetle canım, ona ne şüphe!) hoşlanacağı tipler gerekli. Piyasa şartları böyle oluşacak, bir taraftan fitne kazanı kaynarken, bir taraftan başörtüsü sektörü piyasaları canlandıracak, her çeşidiyle sömürü artmış olacak. “Günün hatta akşamın her saatinde bunca başörtülü kızın çarşıda sokakta ne işi var?” diyen bile artık yok. Evi hapishane gibi gören kızlar ve genç kadınlar artık sokaklarda göz hapsinde yaşadıklarını, özgürlük adına erkeklerin göz zevklerine gönüllü kölelik yaptıklarını ya düşünmüyor, ya da bundan şeytânî şekilde zevk alıyorlar. İslâmî ahlâkın sokaklara hâkim olmadığı bugünkü çarşı ve pazarlar, hanımıyla erkeğiyle müslümanların, özellikle gençlerin ancak çok zarûrî bir işleri varsa, zarûret miktarı çıkıp dönecekleri (benzetme yerinde ise tuvalet gibi) mekânlardır. Kapitalistleşen ve Allah korkusundan sıyrılan insanların mâbedi ve köle pazarı haline gelen, kapitalizmin can damarı çarşı ve pazarların Allah nazarındaki yerini Peygamberimiz belirtiyor: “Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.”[6]

Makyajın rengine uygun başörtüsü ya da başörtüsüne uygun renk ve biçimde kıyafet; başörtüsü modası denilen yeni moda türedi. Her dışarıya çıkmadan önce ütüden geçirilen, ayna karşısında yarım saat uğraşılarak takılan, kendisine verilen para ile Afrika’da bir kadının hayat boyu kendini tümüyle örtecek giysi alabileceği bir aksesuar.

Bu tavırlara bakarak “bu hanımlar kapanmak, Allah rızâsına uygun şekilde örtünmek için, nâmahrem bakışlara dur demek için başörtüsü takıyorlar” diyenler beri gelsin; Allah sorarsa bu tavırlara olumlu şâhitlik yapabilecek kaç kişi çıkar dersiniz? Cinsel çekiciliği/câzibeyi kitabına/eşarba uydurup gözü (haramlara) açık safları kandırmak isteyen şeytan, insana sağdan yaklaşırken başörtüsü şeklinde flama kullanıyor olmasın? Yoksa bu yozlaşmış acınası başörtülüler, erkeklerin dikkatini bu şekilde daha çok çekmek için başörtüsünü yem ve istismar aracı mı görüyorlar? Hayır, başörtüsü erkek alıkları avlamak için volta atanların oltaya taktıkları av olamaz, olmamalıdır!

Hayır, bin kere hayır! Medine’de Kaynuka Oğullarından yahûdilerin, yüzünü açmak istedikleri ve onu savunan müslümanın bu zulmü yapanı öldürüp sonra şehid edilmesine sebep olan ve Rasûlullah’ın bu olay akabinde uğrunda savaş verdiği hanımın örtüsü böyle değildi.

Maraş’ta savaş pahasına savunulan başörtüsü bu tip başörtüsü değildi.

Nur sûresi 31. âyette mü’min hanımlarının yakalarının üstüne örtmeleri emredilen ‘humur/hımâr’ bu başörtüsü değildir.

Ahzâb sûresi, 59. âyette mü’min hanımlara emredilen cilbâb; üstlerine giymeleri gereken dış elbise, şu çarşı pazarda boy gösteren bayanların giydiği pardösümsü giysi değildir, hayır!

Hz. Âişe annemizin, ensar kadınlarının özelliği olarak anlattığı, başörtüsü emrinin hemen ertesi sabahı, sanki başları üstünde karga var gibi örtüler içinde sabah namazına gelen kadınların örtüleri değildir bu başörtüsü.

Yirminci asrın ortalarına kadar dünyanın hiçbir yerinde ve Osmanlı’da mü’mine hanımların örtülerinin benzeri değildir bu çeyrek örtüler, namaz örtüsüne benzemiyor bu başörtüler.

Doğuda, insanlar geniş/bol, uzun elbise giyerler, başlarını örterler iken; Batıda tam tersi dar, kısa giyerler ve başları açıktır. Günümüz dünyasında Batı ile Doğu özellikleri kaybolup dünya globalleşir/küreselleşirken, Batı Doğuyu her konuda kendine benzetip kendi kültürünü dayatarak farklılıkları imhâ ettiği halde, yine de giysilerdeki bu farklılıklar kısmen korunmakta, özellikle dinin bu farklılıkları korumada özel konumu hâlâ direnci canlı tutmaktadır. Bir köyün, bir şehrin müslüman beldesi mi, hıristiyan yerleşim yeri mi olduğu daha uzaktan görünen minâresinden ya da çan kulesinden belli olduğu gibi; elbise de bir kimsenin mü’min mi, kâfir mi olduğunu zâhiren yansıtma özelliğini gösterebilir. Zâhirle bâtın, dış ile iç, kalıp ile kalp arasında zannedildiğinden çok fazla ilişki vardır. Bu ilişki, eğer uyum içinde değilse; birinin tümüyle ötekine baskın çıkıp aradaki uzlaşmazlığı kaldırıncaya kadar sürer. Elbisenin sadece dinin zâhiri ile, dinin emirlerine şeklen teslimiyet ve fetvâ ile değil; aynı zamanda dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı elbiseye bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu giysi ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya yetmeyecektir. Edep, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum, Arapça’da hicab kelimesiyle ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını ortaya koyduğu için, “giysili çıplak” olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı şeytanî güzellikleri, yani çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.

Takvâ giysisi, edep, iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda, evde, çevrede ve özellikle okullarda çocukluğundan beri veril(e)mediği için çeyrek tesettürlüler, yani “örtülü ama tesettürsüz” kimseler ortalığı kaplamaya başladı. Takvâ giysisinin önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı unsurlardan yalıtılmış şekilde, sadece “başörtüsü” vurgusunun sebep olduğu değerlendirilmelidir. İş, bırakın takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan, sanki İslâm’ın tesettür ve hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta maskaralığa bile dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan, ama takvâ giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin fıkhen câiz olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret ederek parmağına “haydi gel!” dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden yola çıkarak göz kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki sokağı, caddeyi, okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş gerçekten çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri ve tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir.

Elbise de konuşur. Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi aracılığıyla da konuşur. “Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan korkan bir müslümanım. Toplumun ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı bulunduğum sosyal hayatta şu anda ben bir dişi olarak değil, kişi olarak varım. Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi kendi vücudum da bana emânettir, Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl örtmem gerektiğini de Sahibi bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım yüzünden de başka erkekleri günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem! Kıyâfet tercihimle ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını istemiyorum” şeklinde kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı renk ve desenleri, diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak bağırıyor: “Hey erkekler, ben buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi çekip kendime baktırmak için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne uğraşlar verdim. Nasıl, yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer giysilerimle. Karar veremedinse tekrar bak, bir daha bak! Ha, nasıl olmuşum, güzel miyim, bu giysilerimle daha da güzelleşmiş miyim? Cevabını şimdilik gözlerinle ver, e mi?”

Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû olmayan cinsel isteklerden ve ona yaklaştıran olumsuzluklardan sakınmak ve sakındırmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, hem kendilerinin ve hem hanımların iffetini korumak içindir. Bugünkü çeyrek tesettürün bunları hakkıyla yerine getirdiğine bin şahit lâzım. Bir şey, maksadından soyutlanarak algılanırsa işte böyle sulandırılır, yozlaştırılır.

Tesettür, kadının kimliğini öne çıkaran bir onurdur. Müslüman hanımın, toplumda dişiliğiyle değil, kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan, kadının sömürülmesine ve eziyet edilmesine karşı, koruyucu bir kalkandır. Kadının teniyle, derisiyle değil; insanî özellikleriyle topluma katılma arzusudur. Bir bilinçtir, bir cihaddır, bir ibâdettir tesettür. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam Hatip’te, üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında ve onunla bütünleşen tesettür ve müslümanca kişilikte düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de gerçek özgürlük bayrağıdır. Materyalist modern insan; imajı, vitrini, kaportayı, yani madde cinsinden ve göz boyayacak şeyleri özün yerine koydu. Bunun kadın açısından durumu da şu: Fark edilip beğenilmek isteyen bir kadın; teniyle, çekici kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu gerçekleştirecek, toplumda bu özelliklerle yer edinecektir. İnsanî erdemlerle, hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini ispatlamak, ancak kulluk şuuruyla, İslâm kimliğiyle ve gerçekten hür kadınlar için sözkonusu olabilir. Kadın edilgenlikten, sömürüden, metâlaşmaktan, nesneleşmekten, kendi nefsine köle olmaktan veya kendi nefsine köle olanlara kölelikten kurtulmak ve erkek egemen dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun yolunun kesinlikle tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir yaşayıştan, İslâmî bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve mutluluğuna giden yol, çarşı ve pazardan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar veya bulunduğu sanılanlar, yine bir sokakta kaybedilecek şeylerdir. O olmadan tesettürün de olmayacağı, ama sadece kendisiyle işin bitmediği bir başlangıç olan baş tâcı başörtüsü, dişiliğin örtülmesi olarak görüleceği yerde, dişiliği öne çıkarmanın çarpık bir aracı haline d(ön)üşmüşse, artık tesettürün bir cüzü bile olmayan bu bez parçasını başına koyan örtülü çıplak, Allah’ın değil; hevâsının/hevesinin, ins ve cin şeytanlarının kulu olmuştur.

Çeyrek tesettür anlayışı, çeyrek din anlayışı demektir. Aslında, kadınıyla erkeğiyle günümüz Türkiye müslümanı, çoğunlukla diğer dinî algılayış ve yaşayış konularında da benzer tavır içinde. Başörtüsü, başların üstünde olduğu ve sokakta çarşıda (sevinemiyoruz maalesef) çokça başörtülü boşta gezen (ya da görücüye çıkıp bir şeyler arayan) kız olduğu için göze batıyor da ondan. Hani bir zamanlar yetkili bir Türk büyüğü(!), öyle diyordu ya: “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” Bu sözdeki komünizm kelimesini başörtüsüyle değiştirerek aynı sözü söylüyor şimdiki etkili ve yetkililer. Ve getirdikleri başörtüsü de bu. “Olmaz olsun böyle başörtüsü!” dedirtmek istiyorlar topluma. Önceleri sosyete çıplakları şöyle diyordu: “Biz ne çarşaflılar gördük, ne haltlar ediyorlar…” Bu cümleden sonraki ifadeleriyle % 99,9 yalan söylüyorlardı. Ama, şimdi artık sadece sosyeteler değil, halkıyla elitiyle, her kesimden insan hem de nice gerçek olaylar ve gerçek görüntülerle delillendirerek “biz ne başörtülüler gördük, ne haltlar ediyor…” diyebiliyor, hiçbir müslümanın onaylayamayacağı cinsten aşırı özgür tavırları, yanındaki erkekle fingirdeşen başörtülüleri ve cıvık davranış ve başörtüsüyle taban tabana zıt giysi veya giysisizlikleri, makyajlı rujlu, allıklı pudralı, manken yürüyüşlü başörtülüleri gösteriyor.

Güler misiniz, ağlar mısınız? Ben ağlanılması gerektiğini, ama ağlamaya bile vaktimizin olmadığını, bunların bizim insanımız, en azından bizim mesajımıza düşman olmayan, bize yakın insanlar olduğunu değerlendirmekten yanayım. Bütün bu yanlış/çirkin tavırlar gösteriyor ki, şuurlu müslümanlara, hepimize çok iş düşüyor. Eğer biz yeterince İslâm’ı, tevhidi, Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını, bütüncül olarak doğru bir şekilde anlatabilseydik, söylediklerimizi yaşayabilseydik, çevremizdeki çirkinlikleri nehy edebilseydik bu anormal manzaralarla kesinlikle karşılaşmazdık. Nitekim, din eğitimi yönüyle temeli sağlam atılmış olan köklü ve sahih din/tevhid öğretimi ve eğitimi/terbiyesi alan kızlarda savrulma daha az olmakta.

İçinde bulunulan mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Câhilî eğitim veren kurumlara, câhiliyye köle pazarlarını andıran çarşı ve pazarlara salıverilen insanların da bulunduğu ortamdan etkilenmemesi için çok ama çok sağlam bir tevhidî şuura, her bedelini ödemeye hazır güçlü bir imana ihtiyaçları vardır. Meyve veren her bitkinin her toprakta yetişmediğini, bazı yerlerin ayrık otlarına, kaktüs ve zehirli bitkilere çok müsait olduğunu hatırlayalım. Başında güzel meyve cinsinden başörtüsü bulunduran kızlarımız birer fidandır. O fidanın her bir yanını ahtapot kollarıyla zehirli sarmaşıklar sarıyor ve meyve verecek özünü vampir dişleriyle emmeye çalışıyorsa, öyle bir genç ağaçtan güzel bir meyve bekleme şansımız pek olmayacaktır. Balık için su ne ise, tesettür de müslüman hanım için odur. Su, balığın, içinde yaşayamayacağı oranda pislenmiş, zehirli atıklarla bulanmış ise balığın hali ne olur? Tâğûtî düzeni ve kurumları reddetmeden, çocukların aldıkları çarpık eğitimi hatta onaylayan bir tavır içinde, televizyonun yetiştirmesine açık şekilde ve nefsânî tarzda özgürce, yani başıboş tarzda caddelerde, sokaklarda gezip tozmayı, bakıp baktırmayı ihtiyaç sayan kızlarımız yetişirken sonucun böyle olacağını hesap etmemiz gerekiyordu. Uzun da olmayan etekleriyle diz altlarını, hele yırtmaçlı etekleriyle bacaklarını, kot ve benzeri pantolonla vücut hatlarını, bluz veya tişörtle göğüs çıkıntılarını, üstünde hâlâ duruyorsa pardösü demeye bin şâhit isteyen mont türünden ve daracık dış giysisiyle belinin inceliğini göstermekten çekinmeyen başörtülü kızlarımız, başı açıklara geç de olsa uyarak düşük pantolon ve açık göbek modasına da uyar ve teşhirciliğin bu kadar rezilcesine de atılırsa şaşmamak lâzım. Başında başörtüsü var ya yeter, o kendini kapalı sayıyor. Zaten yozlaşma ve dejenerasyon yavaş yavaş büyüdüğünden toplum şaşmıyor, yadırgamıyor, doğal karşılıyor bütün bunları.

Hicabın, tesettürün içi boşaltılmış, sadece başörtüsü, varsa yoksa türban kalmış. Onun da suyunu çıkartarak cıvıttılar; örtüsüz örtü gibi zıtlık ve tuhaflıklar ortalığı kapladı. Her şeye rağmen başörtülü kızlar bu ülkenin gülleri, fidanları, meyve vermesi beklenen ağaçları. Kökü kuruyan ağacın yaprakları da tabii kısa zaman sonra kuruyacaktır. Ağacın kökü iman idi, sulanmadı, beslenmedi, gıdasız bırakıldı bu ağaç. Hatta su diye kurutacak zehir verildi özellikle resmî kurumlarca. Kuruyan kökün başörtüsü şeklindeki yaprakları döküldü. Sulanması gereken bazı fidanlar ise sulanmadı, ama sulandırıldı; câhiliyye kültürünün hormonlu bilgi kirliliğiyle yetişen körpe fidanlar çürümeye başladı. Hormonla ve yanlış aşılarla özü kaybettirilen, genlerine/ fıtratına müdâhale edilen ağaçların meyveleri durumundaki başörtüleri de kanserojen özellikler taşımaya başladı. Çöplükte gül bitebilir, ama gübrelikte gül bitmez; bitse bile kokusu da aldığı gıda cinsinden olur; başörtüsü gibi açan goncası/çiçeği huzur vermek yerine, çirkin görüntüsü ve kocaman dikenleri göze batar.

Türkiye’de İslâm’la savaşan laik putperestler, İslâm’ın hayata yansıyan ve kimlik görüntüsü veren özelliğinden dolayı başörtüsüyle birlikte tesettüre tavizsiz bir düşmanlık göstermektedir. Bu topraklarda hakla bâtıl arasındaki savaş, bazı simgesel alanlarda yapılıyor. O alanlardan biri de başörtüsü denilen savaş alanı. Fetö ve elemanları başta olmak üzere başörtüsünü teferruat gören ve açmanın en fazla küçük bir günah olduğunu düşünenler, başörtüsünün simgesel konumunu, yani İslâm’ın günümüzdeki önemli bir sembolü olduğunu görmezden geliyorlar. Sancağın/bayrağın basit bir bez parçası olmadığını, onun çok önemli bir misyonu temsil ettiğini kabul eden kimseler, başörtüsünün de dâvâ açısından bundan farksız olduğunu unutuyorlar. Bu topraklarda her müslüman, başörtüsünü, belki normal ülkelerde ve normal zamanlarda olduğundan daha fazla (râyet/sancak gibi) önemsemek zorundadır. Tamam da, bu simgesel özelliğin abartılıp putlaştırılmasına da olumlu bakmamız herhalde beklenilmemelidir. Tevhidî bağlamından koparılmış dinî özelliklerin insanı ve toplumu kurtarması beklenemez. İbâdetlerin âdetleşmesi, ya da modern seküler hayatın bir parçası, kapitalizmin işleyen bir çarkı konumuna girmesi, insanı da yozlaştıracak ve yobazlaştıracaktır. Olan da budur. Sanıldığının aksine; yozluk yobazlık da modern insana geleneksel kişilerden çok daha yakındır.

Altyapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan, takvânın gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan onu doğuran temel değerden yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü” evet, itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız peygamber sevgisi dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi baş tâcı putlaştırılmaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: Öyleyse alın size başörtüsü; sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!

 

[1] ] 7/A’râf, 26-27

[2] ] 33/Ahzâb, 59

[3] ] 24/Nûr, 31

[4] ] 7/A’râf, 27

[5] ] Müslim, Mesâcid 288

[6] ] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671

TAKVÂ GİYSİSİ VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -1-

ÂYET:

 يَا بَ آن۪ي دَٰمَ قَدْ نَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسا يُوَر۪ي سَوْتِٰكُمْ وَر۪يشا۠ وَلِبَاسُ لتَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ يَٰاتِ للهِ لَعَلهُمِْ يَذَّكروُنَ يَا بَ آنً۪ي دَٰمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ لشًَّيْطَانُ كَ آمَا خَْرجََ بََوَيْكُمْ مِنَ

لْجَنَّةِ يَنْزعُِ عَّٰنْهُمَاَّ لبَاسَِهُمََّاِ لِيُريَِهُمَا سَوْتِٰهِمَاۜ نَِّهُ يَريٰكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ

نَِّا جَعَلْنَا لشَّيَاط۪ينَ وَْل آيَاءَ للَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[1]

آيَا يَُّهَا لنَّبِيُّ قُلْ لِازَْوَجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِ آسَاءِ لْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪ب۪يبِهِنَّۜ ذٰلِكَ دَْنآٰى

نَْ يُعْرفَْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ للّٰهُ غَفُورً رحَ۪يماً

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [2]

وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ بَِْصَارهِِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُروُجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ لَِّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْربِْنَ بِخُمُرهِِنَّ عَلىٰ جُيُوبهِنَّۖ

“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[3]

HADİS:

“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.”[4]

Biraz da etki-tepki meselesi olsa gerek. Egemen güçlerin bunca saldırısı ve zulmüne rağmen çarşılara, pazarlara baktığımızda başörtülü kızlardan geçilmiyor. Bardağın neresine bakalım? Hiç yoktan başı örtülü bayanların sayısı hâlâ çok sayıda diye sevinelim mi; yoksa, başörtüsü, rûhundan giderek soyutlandı, çarşılar başörtülü mankenlerin boy gösterdiği podyuma döndü, örtü sokağa (ayağa) düştü diye üzülelim mi?

Sürpriz olan hangisi? Az-çok kültürlü kızların başörtülü olabilmesi mi, yoksa her yönden gayrı İslâmî yaşama biçiminin kuşattığı ve modern Batı standartlarını içselleştirmiş, özgürlük putunun kurbanı ve sosyal hayatın, sokak ve çarşının tutsağı olmuş başörtülü kızların her aklı başında müslümana “bu kadar da yozlaşma olmaz!” dedirtecek anormallikleri mi? Okullarda karma eğitimin tezgâhından geçmiş, televizyon dizileriyle büyümüş, kadınerkek eşitliğini ve kadın özgürlüğünü bayraklaştırmış, dünyevileşmiş, İslâm’ı yeterince bilmeyen, bildiklerini tümüyle yaşamanın getirdiği bedellere hazır olmayan kızların çeyrek tesettürü mü?

Şuurlu müslümanların başörtüsü mücâdelesini önemli bir cihad gibi görmelerinin sebebi, onun Kur’an’ın bir emri, tesettürün ayrılmaz bir parçası, İslâmî inanç ve yaşama biçiminin dışa yansıyan bir göstergesi, müslüman hanımın hayâ ve iffetinin bir işareti olduğu içindi.

Müslüman hanımın başörtüsüyle birlikte dış kıyafetinin özelliklerini özetin özeti mâhiyette hatırlatalım: Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan bayanlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri dışında vücudunun tamamı avrettir, örtmeleri gerekir. Hanımların, ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Âyette şöyle buyurulur: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”1622 Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Elbise şeffaf ve çok ince olmamasına rağmen uzuvları belli edecek şekilde darsa ve organların şeklini ortaya koyarsa yine tesettür gerçekleşmemiş olur. Giyilen kıyafetin, örtünen başörtüsünün, erkeklerin dikkatini çekecek şekillerde olmaması, cinsel câzibeyi ortaya çıkarmaması gerekmektedir. (O yüzden şekil ve renk olarak sade, daha çok koyu -siyah- renkte giysi ve örtü, yirminci asra kadar bütün dünya müslümanlarının riâyet ettiği ölçü kabul edilmiştir.)

Kim ne yorum yaparsa yapsın; başörtüsü Kur’an’ın emridir: “Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[5] Başörtüsü teferruat değildir. Allah’ın Kur’an’da emrettiği bir farz teferruat, ayrıntı kabul edilemez. Bu mantık(sızlık)la, eğer başı örtmek teferruat ise, meselâ göğsü örtmek de teferruattır; çünkü o da aynı şekilde farzdır. Başörtüsü, çarpık yorumlarla önemsiz ve hizmet(!) için tâviz verilecek basitlikte görülemez, olmazsa da olur denilecek bir husus kabul edilemez.

Müslüman hanım, Ahzâb sûresi 59. âyete göre sadece vücudunu ve başını örtmekle emrolunmamış, aynı zamanda yabancı erkeklerden eziyet görmeyecek ölçüde ve iffetli olduklarını gösterecek biçimde cilbab (çekici olmayan ve baştan ayağa örten geniş ve kalın bir dış giysi) ile örtüneceklerdir. Bu özellik, başörtüsünün şeklini de, başörtüsü dışında dış giyimin nasıl olması gerektiğini ve bunun hikmetlerini de içermektedir. Vücudu örttüğü halde dış giysinin (cilbabın) içindeki bol elbise, -cilbabsız olarak- nasıl dışarıda tesettür için yeterli görülmüyorsa, aynı şekilde elbise desenlerinden daha çekici, allı güllü, bol süslü eşarplar ve kadını câzip gösteren kıyafetlerin de tesettürdeki temel espri ve hikmeti taşımayacağı bilinmelidir.

Bilindiği gibi, Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- hiçbir erkeğe ziynetlerini göstermemelerini emretmekte. Ziynet, kadını güzel gösteren saç, makyaj, parfüm, takı, mücevherât ve elbise gibi şeyleri içine almaktadır.

Güzel kokudan (parfümden) kaçınmak şarttır: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar.

Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.”[6] Konuşurken ciddî olma mecbûriyeti vardır: “...Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır...”[7] Müslüman hanımın davranışı, yürüyüşü ağırbaşlı olmalı, dişiliğini, cinselliğini öne çıkarmamalıdır: “... Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).”[8]

Tesettürdeki gâye ve hikmet, kadının yabancı erkeklere karşı cinsî câzibesini gizlemektir. O yüzden, kadının bileğindeki altın bileziğin gözükmesine izin vermeyen din, kadını daha süslü gösteren bir eşyanın, bir aksesuar veya başörtüsü ya da giysinin kullanımına da izin vermez. Nûr Sûresi, 31. âyet, kadının yabancı erkeklere ziynetlerini/süslerini (ve ziynet yerlerini) göstermesini yasaklar. Hâlbuki şimdiki başörtülerin ve dış giysilerin büyük oranda ziynet/süs unsuru olması, aranacak ilk vasıf sayılabiliyor, ziyneti örtmesi gereken şeyin kendisi tümüyle ziynet özelliğine uyuyorsa bu nasıl tesettür olabilir? Tuz yiyeceği kokmaktan korur; tuz kokarsa o yiyeceğin hali ne olur?

Başörtüsü, mü’min hanımlara sadece üniversitede farz olmamakta, bülûğa erdiği andan itibaren farz olmaktadır. Ayrıca üniversite gibi resmî kurumlarda ve erkeklerle kızların karma eğitim yaptıkları ya da içli dışlı oldukları yerde sadece başörtüsü değildir farz olan; onu tamamlayan diğer giysiler ve cinsî özellik ve câzibelerin tümünden arınmış, fitne ortamına hiç yer vermeyecek davranışlar da şarttır.

Müslüman bayan, erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha gibi aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslümanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Erkeklerle ev ortamında otururken bazı hanımların kendi evlerinde ve aile dostlarıyla birlikte olmalarının getirdiği rahatlıkla tesettür konusunda daha serbest davrandıkları bilinmektedir. Ev ortamında ve güvenilir Müslümanlara karşı da olsa, bir hanım yabancı bir erkeğin yanında cilbab denilen elbisesinin üstüne ince de olsa bir dış elbise giyinmelidir. Bu, fazilet cinsinden takvâ için bir örtü değil, mecburiyet ve farziyetle ilgili bir görevdir. Bol da olsa pantolon veya eteğe benzeyen pantolonlarla tam tesettür sağlanılamaz. Yabancı erkeklerin bulunduğu bir ortamda Müslüman hanım, her hareketinde vücut hatlarını belli etmeyip tümüyle örten bir dış giysi giymek zorundadır. Müslüman hanımın bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir. “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [9]

Allah’tan korkan mü’mine hanımların, sanki zorla, koca ve bazı akrabalarının ısrarı ve zorlaması ile örtünüyor gibi, kendilerine hiç yakışmayacak bir kıyafete bürünüyorlar. Hâlbuki onlar şuurlarını takvâ elbisesiyle de göstermek zorundadır. Ona bakan kimse, bakılacak en küçük bir haram olmamalı, kendisine bakıyorlarsa dişiliğini tümüyle gizlemiş birine gözleri iliştiği anlayışından gözlerini indirmek zorunda hissetmeliler. Onların giysileri, hayâları yani takvâ elbiseleri “bana bakma!” diye haykırmalıdır. Şuur ve takvaları giysilerinden belli olmalıdır. Böylece fitneye sebep olmanın vebali yerine, başkalarına davet ve tebliğ ulaştırmanın, takvâyı yaygınlaştırmanın sevabına nâil olabileceklerdir.

TAKVÂ ELBİSESİ

Takvâ, elbiselerin en güzeli, en hayırlısıdır. İnsanların pek çoğu dış görünüşe, giysilerine, ziynetlenmeye pek önem verirler. Dış görünüş ile karakter arasında bir bağlantı kurarlar. Elbiselerinin düzgün, yeni ve pahalı olmasıyla kişiliklerinin değer kazandığını zannederler. Şahsiyetleri zayıf olsa da, elbiseleriyle başkalarının gözünde bir yer edinmeye, ya da başkalarına giysi ve süslenme ile etki etmeye çalışırlar. Kimileri için ise elbise kişiliktir, hatta bir dünya görüşünün dışa yansımasıdır.

Bedeni örten, onu sıcaktan veya soğuktan koruyan, ya da ona gerçekten bir kişilik kazandıran elbiseler, süs unsurları birer nimettir. İslâm’ın tanımladığı ölçülerde kullanılırsa bir şükür sebebi bile sayılabilir. Ancak asıl hayırlı olan elbise, takvâ bilincidir. Çıplak bedenlerin örtünmesini sağlayan, çirkin yerleri kapatan, çirkin davranışları önleyen, insanı kem gözlerden, hâin bakışlardan, şeytanın hile ve tuzaklarından koruyan, takvâ elbisesidir.

Takvâ (din örtüsü) ile kişi kendini korumaya, dinî hayatına zarar verecek şeylerden sakınmaya alır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden saklayan nöbetçiler gibidir.

İşte takvâ elbisesi budur: İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise... İnsanın mânevî dünyasını kollayan bir giysi. Maddî hayatı da zararlı bütün unsurlardan, insanı mutsuz eden bütün davranışlardan, kişinin yüzünü kızartacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir örtü...

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[10]

Burada Allah (c.c.), giyinmeyi ve onunla dış görünüşü süslemeyi ön plâna çıkarıyor. Avret yerlerini örten elbise ile insana bir biçim kazandıran ve onu süslü gösteren elbisenin iki yönü vardır. Birincisi, zarûrî örtünme, ikincisi ise olgunluğu tamamlayan fazlalıktır. Her ikisi de en hayırlı elbiseye işaret ediyorlar. O da, hem görünen, hem de görünmeyen avreti örten ve böylece kişiye her türlü güzelliği sağlayan takvâ elbisesidir.

“Kişi takvâdan bir elbise giymediği zaman, / giyinik olsa da kesin çıplak görünür. / insan için en hayırlı şey Rabbine itaat etmesidir. / O’na âsi olanda ise bir hayır yoktur.“

Takvâ elbisesi Allah’tan haşyet duymak, O’na hakkıyla iman etmektir. Ya da güzel bir gidiş, vakarla hareket ve sekînedir (huzur duygusudur). İbn Abbas’a göre ‘takvâ elbisesi’, sâlih ameldir. Bazı tefsircilere göre ise iman, kimilerine göre muttakîlerin âhirette giyecekleri elbise, bazılarına göre de Allah’tan haşyet duymaktır. İbn Eslem diyor ki: “Takvâ elbisesi, kişinin Allah’tan ittika ederek avret yerlerini örtmesidir.”

Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim, yani hayâ duygusu ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddî-mânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Elbise nimetinden faydalanma bununla olabilir. Zira takvâ duygusu, imanı ve irfanı olanlar, zorunlu olarak çıplak bile kalsalar en azından Hz. Âdem ve eşi gibi yapraklarla örtünmeye çalışırlar. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulmazlar. Böyleleri, elbise nimetinin örtülmesi gerekeni örtmesinin, soğuk, sıcak ve rahatsız edici çirkinliklerden koruyacak, ya da kötü bakışları def edebilecek, şehvetleri tahrik etmeyecek, edeb ve vakar kazanmaya sebep olacak tarafını düşünmezler. Onlar, şehvet, kibir ve gururla süslü elbiseler giyerek caka satarlar, saklanması gereken yerlerini gösterirler. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.

Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek başörtülü yozlaşmanın görüntülerini de şöyle özetleyelim: Çarşaf ya da bol ve uzun pardösü benzeri bir dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış giysi cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz, elbise cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) gözükmek.

Yasak savma cinsinden bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar pardösümsü bir dış giysi.

Başörtünün altından sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acâyiplikler.

Yani, başörtülü sekreter ve başörtülü tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü kapalı altı havalı, uygunsuz etek üstü türban, altta dar kot pantolon üstte başörtüsü, bacakları açık ama başı kapalı tipler; Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtecek şekilde, altı kaval üstü şişhane görüntüsü…

Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması gibi bir şey. Başında sarık, ayağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi. Ne var bunda demeyin, sarıklı imamın giydiği mayonun HaŞeMa yani, Hakiki Şeriat Mayosu değil; Batılıların giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu düşünün. Sakallı ve başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında bakınarak gezinmesi ne ise, aynı ve belki daha ağır değil midir, çarşı ve pazarda (hal diliyle “şişşt, baksana bana!” diye konuşan giysi içinde) kendine baktırarak gezinen başörtülü kız.

İkişer kelimelik kısa tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık”; “örtülü çıplaklık”; “tesettürsüz örtü.” Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı baş devri”; “cennetle cehennem koalisyonu”; “sulandırılmış İslâm’ın görüntüsü”; “zakkum aşılanmış çiçek”; “zehir karıştırılmış bal.”

Konserlerde alkış ve ıslıkla da yetinmeyip dans eder gibi hareketlerle tempo tutup sanatçının ezgisine/şarkısına koro elemanı gibi katılan başörtülü kızlar kimse tarafından yadırganmıyor artık. Çarşılarda özgürce gezmekle tatmin olmayan başörtülü bayanların bir kısmı, deniz kenarlarında, park ve pastanelerde özgür takılıyorlar, herkesin içinde şuh kahkahalar atabiliyor, çarşıda (şimdilik) kız arkadaşlarıyla öpüşebiliyor, çok rahat tavır ve cıvık cinsellik kokan davranışlardan, bazen kol kola bir yabancı erkekle fingirdeşmekten bile çekinmiyorlar.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymasının[11] sebebi üzerinde düşünülüyor mu dersiniz? Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Kimdir bu örtülü çıplaklar? Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani ince, dar ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”

Hasan Basri gibi: “Siz sahâbeyi görseydiniz deli (öcü) derdiniz, onlar da sizi görseydi müslüman (tesettürlü) demezdi” demeyeceğim; daha hafifini tercih edeceğim: Günümüz Mekke ve Medine’sinde, hatta Tahran’ında, Afrika’nın nice ülkesinde, Malezya’da… erkek ve hanım müslümanlar, bu giysi ve davranış sahiplerine hiç duraksamadan kötü kadın damgası vurabilirler, kendilerinden saymayacakları gibi, hicaplı/tesettürlü sınıfı küçük düşürdükleri için ajan muâmelesi yaparlar. Ama Batı ülkelerinde bu kıyafet ve tavrın, tepki almadan kabul göreceğinden emin olabilirsiniz. Başörtüsü dışındaki bu giysi ve davranışı kendi standartlarında gördüklerinden, “herhalde başı keldir de kapatma ihtiyacı duyuyordur veya başına bir bez bağlamaktan zevk alıyordur, imaj anlayışıdır, bu tür değişiklikle dikkat çekmek istiyordur” şeklinde değerlendirmeler yaparlar. Türkiye’deki fanatik laikler ve Kemalistler gibi (çoğunluğun tavrı ve çoğu özelliğiyle) âhı gitmiş vâhı kalmış başörtümsü cicili bez karşısında katı ve uzlaşmaz tavır takınmazlar.

“Bunlar (iki inanç, iki grup) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar, benziyorlar) ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.”[12] Hem Allah’ı, hem şeytanı râzı etmeye çalışmak, sadece şeytanı râzı edecek gülünç tavırlara, aldatış ve aldanışlara götürür insanı. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı ancak dünya hayatında rezillik, rüsvaylıktır; Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”[13]; “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat (dinî kaide) kılan şirk koştukları ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.”[14] Hakla bâtılın koalisyonu, güzel bir içeceğin zehirle karıştırılmışı gibidir. Altısı içinden, altısı dışından tavırlar dinle alay etme gibi değerlendirilebilir. Müslümanlığı çok kötü temsil eden kimselerin zararları, müslüman olmayanlarınkinden daha büyük olur çoğu zaman; akılsız dost ve akıllı düşman misali. İslâm’a en büyük zarar, tarih boyunca hep içeridekilerden gelmiştir. Dini yanlış temsil ile “müslümanlar işte böyle!” dedirtecek tavizci anlayışa ve kötü örnek olarak dini de küçük düşüren tavırlara kimsenin hakkı yoktur.

Bütün bunların yanında saçının tekinin bile gözükmemesine ciddi özen gösterilerek takınılan ve çoğunlukla “bone”li başörtüsü; rengârenk, bin bir desen, cıvıl cıvıl. Anadolu’daki fazla kültürlü olmayan bayanların kıyafetinin diğer bölümlerinde bu denli yozlaşma olmamasına rağmen, başörtü bağlama konusunda biraz ihmalkârlık biraz alışkanlık gereği, yer yer saçlarından bir kısmının bazen veya devamlı gözükebilecek şekilde başörtüsünde gevşek davranmalarına tam ters bir uygulamayı andırıyor, büyük şehirlerdeki bu fotoğraf. Çok kültürlü olmayan halk sınıfından geleneksel örtünmeyi sürdüren bayanlar, başörtü örtme biçimine kadar örfleştirip âdetleştirdikleri şuursuzca örtünme görüntüsü sergilerken, onlardan ayrıldığını gösterme ihtiyacı duyan ve kültürlü olduğunu düşünen modern örtülü bayanlar da, saçlarını örtme konusunda gösterdikleri titizliği; başörtüsünün süslü câzibiyetinden kaçınma hususunda, başörtüsü dışındaki giysi ve tavır konusunda (sanki bilinçli ve kasıtlı bir tavırla) göstermekten kaçınıyorlar.

Renk-renk, moda moda başörtüler, atlası, ipeği, yerlisi, ithali, bin bir çeşit… Ama, farklı etiketlere, değişik firma isimlerine aldanmayın; hepsinin markası tek: “Bak bana!” marka.

Dışı kâfirleri hâlâ yakmayı sürdüren başörtüsü, içi uzun zamandır müslümanları yakıyor. Bâtıl cephesinde yeni bir şey yok; ilkeli de çağdaşı da aynı. Batının ve her çeşit bâtılın geleneksel tavrı değişmiyor: Zorla hakkından gelemediği hakkı, hile ile yozlaştırıp tahrif etmek. Yaşadığımız coğrafyada da bu filmin başörtülü versiyonu vizyona kondu; kanun ve baskılarla alt edemedikleri, önünü alamadıkları başörtüsünü cıvıklaştırarak yozlaştırdılar. Light İslâm, sulandırılmış, kitabına uydurulmuş, ılımlı müslümanlık diye dillendirilen İslâmizasyon anlayışının ne ölçüde tutacağını başörtülüler üzerinde test etti global ifsat çeteleri ve maalesef umutlanacakları netice aldılar.

İmanla, tevhidle bağı koparılan, hiç değilse zayıflatılan ibâdetler, âdetlere dönüşür. Başörtüsü de öyle oldu. Kültürsüz halk kesiminde ninelerin, hizmetçilerin, temizlikçilerin ya da köylü kadınların geleneksel başörtüsü, âdet kabilinden değerlendirildiği için egemen güçlerin bunu hoşgörüyle (en azından düşman olunmaya gerekli olmayan, tahammül edilebilir şekilde) karşıladıkları bilinen husus. Şehirli bayanların, kültürlü kesimin de başörtüsü, çok yönlü yönlendirmelerle âdete dönüştürüldü. Böylece derin egemen güçler, onu irtica (yeni adıyla siyasal/İslâmî) simge görmüyor artık; âdete dönüşen başörtüsüyle çabuk uzlaştılar. Yeter ki imanın yansıması olarak örtülmesin örtü, yoksa bir kimlik alâmeti ve müslümanlık sembolü olmaktan çık(arıl)mış bir bez parçasıyla kimsenin bir alıp veremediği olmaz. Bizim açımızdan, yukarıda resmedilen şekliyle sorun büyüdü; zâlimler ve düzenbazlar için de o oranda sorun olmaktan çıktı başörtüsü.

Gazinoda, pavyon veya plajda, yani en azından gözlerin haramlarla meşgul olduğu bir mekânda başında “imam sarığı” ile dolaşmanın durumuna benziyor; çarşı pazardaki dikkat çekici tavırlarıyla başörtülü kızın tavrı. İmamın sarığı beyaz olduğundan, en küçük bir leke kaldırmadığı ve hemen göze battığı gibi, taç gibi başlara yerleşen ve sarıktan daha simgesel ve ulvî değeri olan başörtüsü de, takılan başı baştan aşağı güzelleştirmeli. Yoksa, sarığı ve başörtüsünü kirletenler, farkında olmadan da olsa “din”e düşman kazandırmanın vebâlini taşımış olurlar başlarında örtü yerine. İslâm’ı yanlış tanıtıp kötü örnek olarak bu modern başörtülü kızlar, bilmeden ve istemeden de olsa İslâm’a zarar veriyorlar. Buna rağmen, “Ne biçim “müslüman kız” bunlar, müslüman “kız bunlara!” diyemiyoruz. Kendimiz kız(a)mıyoruz, acıyoruz, bu kızlarımıza. Bunların konumu, müslümanlığın bu ülkede ne hale getirildiğini gösteriyor. Câhil bağlılarının ya da kendini bağlı zanneden mensuplarının dine bakışını ele veriyor. Yozlaştırılmış, sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dinin başörtü versiyonu da böyle oluyor demek ki. Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri takılmanın, özgürleşmenin yansıması bunlar. Dine karşı din, başörtüsüne karşı başörtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı tavrın neticesi. Modern muharref müslümanlığın göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.

 

[1] ] 7/A’râf, 26-27

[2] ] 33/Ahzâb, 59

[3] ] 24/Nûr, 31

[4] ] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128 1622] 33/Ahzâb, 59

[5] ] 24/Nûr, 31

[6] ] Ebû Dâvud, hadis no: 351

[7] ] 33/Ahzâb, 32

[8] ] 24/Nûr, 31

[9] ] 33/Ahzâb, 59

[10] ] 7/A’râf, 26-27

[11] ] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128 Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128

[12] ] 4/Nisâ, 143

[13] ] 2/Bakara, 85

[14] ] 42/Şûrâ, 21

EVDEKİ VE CEPTEKİ BOMBA; İNTERNETİN HEVÂ İSTİKAMETİNDE KULLANILMASI

ÂYET:وَلَا تَقْربَُو لزنِّآٰى نَِّهُ كَانَ فَاحِشَةًۜ وَ آسَاءَ سَب۪يلاً

“Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur”[1]

قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّو مِنْ بَْصَارهِِمْ وَيَحْفَظُو فُروُجَهُمْۜوَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ بَْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُروُجَهُنَّ

“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü’min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar.”1602

HADİS:

“İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”[2]

İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ı alternatif olarak görmüyor; hatta kurtarıcısına düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında, Amerika’yla işbirliğinde, Avrupa Birliğinde arayıp ifsâdı ıslah zannediyor. Unutmayalım Müslümanlar için temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir.

Batıdan gelen her türlü teknik aygıtın yan etkileri vardır. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar şöyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. TV, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir.

Kur’an’dan yola çıkarak rahatlıkla diyebiliriz ki; imanın esası doğruluk; münâfıklığın esası da yalandır. Yalancılık, nifakın ve küfrün dışa yansımasıdır. Müminin temel özelliği, niyetlerinde, söz ve davranışlarında doğruluk; münâfık ve ikiyüzlü kâfirlerin temel özelliği de eğriliktir, yalandır, hile ve aldatmadır. Yalancılık, tabii ki sadece dille olmaz; bedenle, işaretle, yazıyla, internetle de olur. Yalan, fıtrata ters olduğu için, insan beyni başta olmak üzere birçok organın çalışma yapısı anormalleşir, yalan söylemek için daha anormal ve olağandışı efor sarfetmek zorunda kalır. Kalp ritimlerinde değişiklik, çeşitli salgılarda farklılık, heyecanın artması gibi sinir sisteminde anormallikler ortaya çıkar. Bu normal dışı davranışları tesbit eden “yalan makinesi” insanın yalan söylediğini büyük ihtimalle tesbit eder. Beden dili de yalanı çoğunlukla ele verir. Yalanı insan ruhu, vicdanı, psikolojik yapısı, fıtratı, hatta organları (vücut dili), özellikle de imanı kabul etmemektedir.

Günümüzdeki stres, rûhî bunalım ve sebepsiz sıkıntıların, suçluluk duygusu, intihar isteği gibi mânevî hastalıkların büyük bölümünün “yalan”la ilgisi olduğunu söylemek zor olmaz. Bunlar, yalancılara verilecek esas uhrevî cezânın küçük avanslarıdır; Yalandan kaçınan sâdıklar/doğrular ise, bütün bu acılardan ve vicdan azâbından emîn oldukları gibi bu doğruluklarının karşılığını esas olarak âhirette alacaklardır. Unutmamak lâzımdır ki, esas cezâ ve ödül yeri âhirettir.

Teknoloji, yalanı yaygınlaştırma ve yalan dünyayı sevdirme konusunda öyle imkânlar sunuyor ki… İnsancıklar, robotlar içinde robotlaşıyor, makineler arasında makineleşiyor. Kendisi de bir eşyaya, oyuncağa dönüşüyor insanımsı yaratık. Teknoloji, insan adlı varlığı gerçeklerden, haktan koparmak için oyunlar, oyuncaklar üretiyor; böylece insanat bahçesine döndürdükleri arenada insanlar da oyuncak haline geliyor. Oyuncaklaştırdığı insanlarla oynuyor Batı. Kurguluyor, kuruyor, pillerini takıyor, elindeki kumandasıyla yön veriyor; modern köle haline getiriyor. Kim demiş kölelik tarihe karıştı diye. En vahşicesi bu asırda uygulanıyor. Sadece bedenine hükmetmiyor, zihnini ve gönlünü de köleleştirerek Allah’ın kullarını teknoloji putuna tapınan uyuşuk esirler haline getiriyor. İnsan adlı muhteşem varlık, teknoloji sayesinde mutfakla tuvalet ve yatak odası arasında gidip gelen bir makineye, bilgisayar fişine kafasından bağlı uzaktan kumanda edilen bir aygıta dönüştürülüyor. Mâlâyani denilen faydasız şeyler, kulluğun önünü tıkıyor. Allah’sız, namazsız, dâvâsız yaşayabilen yeni gençlik; televizyonsuz, müziksiz, filmsiz, internetsiz, çetsiz ve cepsiz bir dünya düşünemiyor. Düşünemiyor, ne Yaratanını, ne kendini ve yaratılış amacını. Sanal bir dünya oluşturuyor teknoloji. Sanal, yani gerçek olmayan, hakikatten uzak, sahte bir dünya. Kullananları da matrixleştiren, sanallaştıran, giderek banallaştıran sahte bir âlem. Sanal, gerçekte aslı olmayıp zihinde tasarlanan, mevhum demek; banal da basit, âdi, bayağı, sıradan anlamına gelir. Hakikat adlı anneyle bağını koparan, fıtrat ve vicdan ne demek bilmeyen yeni nesil, sanalın kucağında teknolojinin sahte memelerinden hormonlu, uyuşturan ve zehirleyen süt emerek hayatını idame ettiriyor. Uyuşturucu ile, zehirle, aburcuburla nasıl hayat sürülürse öyle bir hayat; ha yat, ha bu zehri tat. Tat ve yat. Yat ve uyu. Uyu ve unut. Unut ve uyuş.

Bir Müslüman, telefonla benden fetva sormuştu: “Piyasası şimdiden hazır olan çok kârlı bir ticaret var. Çin’de üretilen bir teknolojik âlet; telefonda ve internet ortamında erkek sesini kadın sesine çeviriyor; istenirse kadın sesini de erkek sesine. Bir erkeğin konuşmasını aynen kadın sesi olarak muhatabına ulaştırıyor. Bu aygıtı ithal edip toptancılığını yapmak istiyorum. Câiz midir?” İnsanların böyle bir araçla ne tür fesat ve fitneler, ne çeşit kandırma ve hileler peşine düşeceklerini, bu araç vasıtasıyla ne kadar yuva ve cennet yıkılabileceğini bilmek için sosyolog ve âlim olmaya gerek yok. Fetvamı değil (fetva makamında kendimi tabii ki görmem), ama cevabımı tahmin edersiniz. Bunun basite ve küçüğe alınabilecek herhangi bir günah değil, çeşitli haramlara götüren büyük ve doğurgan bir fitne aracı olduğunu, eğer böyle bir ithalat yapar ve piyasaya sunarsa, öldükten sonra bile amel defterinin kapanmayacağını, bu araçla yapılacak her günahtan kendisine pay verileceğini söyledim, sakıncalarından uzun uzun bahsettim. Vazgeçti(ğini söyledi) o kimse. İyi de, herkes fetva mı soruyor, ya de her isteyenin istediği gibi fetvayı o şahıstan değilse de başka bir şahıstan, ama mutlaka alacağı ortam mı yok? Hangi tür fetva istiyorsan söyle, o tür fetva verecek şahsı veya kurumu sana göstersinler. Kaldı ki, demokratik, laik, Atatürkçü, Batılı bir ülkede fetva da mı sorulur, bir şeyin helâlliğinden haramlığından mı bahsedilir? Böyle yapılırsa Atatürk çarpmaz mı vatandaşı? Bunun için mi kurdu Cumhuriyeti? Vergisini veriyorsa yaptığı iş, sakıncasızdır, hatta kutsaldır TC dinine göre. Kanunlar var, kanunlara uyar veya uydurur, miş gibi yaparsan, haram helâl kimin neyine? Haramları helâl kılan, yani serbest yapan, meşrû ilan eden rab taslakları,[3] reddedilip inkâr edilmesi gerektiği halde[4] başta tutulan, destek verilen tâğutların yasasında (dininde) sadece resmî yasak vardır, suç vardır; ama “haram” kavramı yoktur.

İnsan gözüne, vücuduna ve diline kolay kolay yalan söyletemez; ama kaleme, bilgisayar klavyesine çok kolay şekilde yalan söyletebilir. Yalan adlı bulaşıcı ve çok tehlikeli virüs, bilgisayardan insanın diline, oradan gönlüne rahatça yerleşebilir. Bu virüs insanı yalancılardan yaparak dünyasını çirkinleştirip cennetini yok edebilir. (Bilgisayar kurbanları, koro halinde “olsun, ne var bunda!?” diye tuşlara küfrettiriyorlardır büyük ihtimalle.)

Alışkanlıkların kişinin iradesini zayıflattığı, insanı kendine bile söz geçiremez, özgüveni gittikçe yok olan, edilgen ve güçsüz hale getirdiği bir vakıadır. Tiryakilik, insanı esir eder. İnternet ve orada çetleşme, google, mail, MSN, facebook, TV. gibi tiryakilikleri, oyun, futbol ve dizi tutkunları, facebook gibi girip de zor çıkılacak sanal mekânlar, site site dolaşmalar, forum köşeleri, internet geyiklikleri, doğru ile yanlışın karıştığı din hakkında herkesin her şeyi tartıştığı alanlar, özetle bilgi kirliliği ve kirliliğin bin bir çeşidi, hep insanı ahtapot kollarıyla yakalayıp güzelliklerini sömüren bir canavardı ve tutsaklıktır. Tiryakilerin alıştığı zehiri bırakmak istemeyişleri, vücudun onu bir ihtiyaç gibi algılamasına benzer. İnternet tiryakiliği, bağımlılığı, tutsaklığı, hastalığı da böyledir. Google’ın dayanılmaz cazibesi, youtube’un büyüleyici daveti ve ekrandan yüzünü uzatıp dilini çıkaran şeytan…

“Hayâ imandandır.”[5] İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber’in hadislerinde billûrlaşmış olarak müşâhede edi lir: “Mü’minlerin iman yö nünden en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır.”[6] O yüzden mükemmel bir ahlâka sahip olma yan kimsenin iman yönüyle kemâle ermesi, tam bir mü’min olması da söz konusu olamaz. “İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”[7]Her şeyin aslı, gerçeği gitti; hormonlusu, sahtesi, sanalı geldi; İnsanın da öyle.

Komşuluklar, sohbetler gitti; yerine TV. ler, bilgisayarlar geldi.

Televizyon çıktı, “sizi”, “bizi” düşünenler gitti; yerine dizi dizi “dizi” geldi. İnternet çıktı, cihat gitti; yerine chat geldi.

Gitmek bilmeyen arsız misafir gibi evlere giren teknolojik araçlar aracılığıyla özgürlük gitti; kölelik geldi. Esirlik; eşyaya, aygıtlara, hevâya, sömürü düzenine…

İnternetle evdeki yakınlıklar gitti; uzaktakilerle ve uzaklaşılması gerekenlerle yakınlık geldi.

Rabbe kulluk gitti; kula kulluk, tâğutlara, paraya, karıya, topa, popa kulluk, hevâya tapınma, emir kulluğu geldi.

Yardımlaşma gitti; bireycilik geldi. Huzur gitti; stres geldi. Saygı gitti, kaygı geldi.

Okumak gitti; bakmak geldi. Televizyon seyrederken “gözlerim kızarıyor” diyen birisine diğeri “Benim de yüzüm kızarıyor” demiş. Bir başkası da çıkıp “ancak yüzünün kızararak seyredebileceğin çirkinlikleri seyrediyorsun, öyleyse senin de yakıcı ateşte imanın kızarıyor” demesi gerekiyor. Gözlerin, yüzlerin ve imanların kızarmaması, âhirette de her tarafı kızartan kızgın demirlerle insanın dağlanmaması için bizi Allah’tan uzaklaştıranlardan uzaklaşmalı. Allah’a isyan edenlere isyan edilmeli. Lâ denilip uzlaşma kestirip atılmalı.

Ve böylece medya ve cahilî eğitim vasıtasıyla, kapitalizm ve tâğutlar tarafından zihinler ve gönüller işgal edildi. Bu işgalde internetin katkısını unutmamak gerek.

Çocuklar ve gençler için ev; internet demek, televizyon demektir, hayat oyun alanıdır, nefse hoş gelen özelliklerdir.

İNTERNETİN SÜRÜKLEDİĞİ UÇURUMLAR

Gözün Zinâsı Harama Bakmaktır: Göz, kalbin ana girişidir. Kalp de bütün organlarımızın yönetim merkezidir. Duyu organlarımızdan, özellikle gözden kalbe şehevî duyguları uyarıcı ve azgınlaştırıcı mesajlar gelirse insan ahlâk dışı bir hayatın ve ilişkilerin arzulusu olur. Çünkü arzulu bakışlar Peygamberimiz’in ifâdesiyle: “Şeytanın zehirli oklarından bir oktur”[8] ve kalbe ekilen şehvet tohumlarıdır. Mânevî zinâdır. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle) bakmaktır.”[9]

“Gözler de zinâ eder” ifâdesi, “gözün harama bakması ile gayr-ı meşrû cinsel ilişki anlamındaki zinâ arasında bir fark yoktur, ha o olmuş, ha ötekisi” şeklinde anlaşılmamalıdır. Elbette, hem dünyevî ve hem uhrevî cezâ bakımından ikisi arasında büyük bir fark vardır. “Göz zinâsı”, esas zinâya yaklaştırma açısından yasaklanmıştır. Ona izin verilmiş olsa, diğerine kapı açılmış olacaktır. “Göz zinâsı” tâbiri, gözlerin harama bakışının da çirkin olduğunu ifâde etmek için biraz mübâlağalı, korkutucu, caydırıcı ve mecâzî bir ifâdedir.

Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı bağlayan şey “zaman ve zemin”, “çevrenin ayıp sayıp saymadığı”, “devletin serbest ve yasal kabul edip etmediği” değil, Rabbinin hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin tâlibi olursa, hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet içerisinde yaşaması mümkün olur.

Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu ortamları terk etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir. Zâten Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur”[10] buyuruyor. Âyet, “zinâ yapmayın” demiyor da, “zinâya yaklaşmayın!” buyuruyor. Öyle ya, şartlar oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca, elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek çok zor olacaktır. Herkes Yusuf değil ki... Nitekim Yusuf (a.s.) bile ancak Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur. Kur’an’da bu durum şöyle anlatılıyor: “Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti.”[11] İş buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten sonra, zinâ kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm’da zinâdan önce, zinâya götüren yollar haram kılınmıştır.

“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü’min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar.”[12] İslâm, işe harama bakmayı yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram bakışlardan sakındırıyor. Hiç kimse “göz benim değil mi canım!? İster bakarım, ister yumarım, kime ne?” diyemez. O gözü ve diğer organları bizlere emânet olarak veren Allah, bu emânetleri kendi arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O’nun rızâsı yönünde kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için değil; bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları bizim için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da bize bildiriyor: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp bunların her biri, yaptığından sorumludur.”[13]

Ancak Allah’a ve âhiret gününe imanımızdan güç alarak göstereceğimiz korunma gayretiyle gözlerimize hâkim olabiliriz. Çünkü biz ihlâslı ve gayretli olursak Rabbimiz bize yardım ederek bizi güçlendirecektir. Gözden gönle yol vardır. Göz, kalbin dışa açılan penceresidir. Kedinin ciğere baktığı gibi gözü harama bakan insanın ihlâsı, takvâsı büyük çapta zarar görecektir. Göz kanalıyla gönle giren mikropların telâfisi, bu ölümcül mânevî yaraların tedâvîsi hiç de kolay olmayacaktır.

Balık baştan kokmakta, düzen, resmî kurumlar, kapitalistleşmiş çevre sivrisinek üretmektedir. Bataklık kurutulmadan fâhişe sivrisineklerle mücâdele sonuç getirmeyecektir. Tevhîdî iman hâkim kılınmadan ahlâkî öğütler, delik kaba su doldurmaya çalışmak demektir. Ahlâksız insanların zührevî hastalıklar yanında rûhî hastalıklar, psikolojik anormallikler içine düşüp her konuda sapıklaştıkları ve çevrelerini de her yönden rahatsız ettiklerini göz önünde tutmak gerekir. “Utanmıyorsan, dilediğini yap!”[14] diyen Rasûlullah, hayâsız kişinin mânevî yönden ölüme terk edilen kişi gibi olduğunu söyler. Doktorun ölümü beklenen hastaya: “Ne istersen ye, serbestsin!” demesi gibi der. Dolayısıyla iffetin kaybolması kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol açar. Cinsel özgürlük; insanı et ve deriden ibâret olan bir varlık, bir eşya hükmüne koymakta; böylece kişilik şuurunu yıkan insanlık şerefine vurulan en ağır darbe olmaktadır.

Giderek globalleşen ve Amerika’nın yön verdiği yeni dünya düzen(sizliğ)i içine giren, vahşî ve gayr-ı insanî Batı değerlerinin dinsiz ve ahlâksız kriterlerine kurtarıcı diye sarılan günümüz dünyası, kıyâmeti, kaos ve rezilliği yaşamaktadır. Bundan büyük helâk olur mu? Dinin fert, toplum ve devlet hayatındaki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son yüzyılda fuhşun bin bir çeşidi giderek meşrûlaşma zemini ve daha çok yayılma imkânı bulmuştur. Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu düşünce sahiplerini fazla ilgilendirmemektedir.

Her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kurtulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenleri devirmekten başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rastgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.

Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacağı çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.[15] Seks manyağı haline gelmiş erkeklerden çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır. Nice aile var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine giden, turistik beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından çok fazlasının evli insanlar olduğu belirtilir. Tertemiz değilse bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan, az-çok nâmuslu ev kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken, kocaları kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle ailelerin çocukları da potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu aklı göbeğinin altına yerleşmiş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul karılarına ve babalı ama yetim çocuklarına el uzatacak? İslâm’a düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu suçlar yeter de artar. İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu bataklık kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın dininde, O’nun Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin tatbik edilmesindedir.

Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah’a ibâdetten, farzları yerine getirmekten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten, fahşâ ve fuhuştan alıkoyar.[16] Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya Allah’a kulluk, ya hevâya kulluk.

İmanıyla, fıtratıyla, vicdanıyla zıtlaşıp yüzü kızarmadan ahlâksızlık yapacak hale gelmiş gençler dâhil, günümüzün insanı kızılmaktan çok acınmaya lâyık zavallı düzen kurbanlarıdır. Onlara da İslâm’ın mükemmelliği, tevhidin esası, ahlâkın güzelliği ulaştırılabilse, tâğutî düzenin ve ondan beslenen câhilî ortamın fesadları önlense çirkinlikler kendiliğinden uzaklaşacaktır.

Türkiye’de bilgisayar sayısının çoğalmasına paralel olarak internet kullanıcıları ve internet kullanım oranı her geçen gün artıyor. İnterneti kullanan kitlenin artması interneti kullanım amacının bilgiye erişme yönünde bir gelişme olduğunu göstermiyor. Sadece Türkiye’de değil elbette dünya genelinde de durum pek farklı değil.

Türkiye’de de arama sitelerinin en çok aranan kelimeler listesinin başında ne tür kelimelerin geldiğini tahmin edersiniz herhalde. Türk insanı en fazla (Freud’u bile şaşırtacak düzeyde) seks ve varyasyonları olan kelimeleri tıklamakta, o biçim sitelerde mutluluk aramakta… Arama motorlarında en çok tıklanan kelimelerin cinsellikle ilgili kelimeler olduğunu siteler kendileri açıklıyor.

Unutmayalım; internette de Biri bizi gözlüyor. Hayatımızın her saniyesi, omzumuzdaki kameramanlar (Kirâmen Kâtibîn) tarafından videoya alınıyor. Müslüman olduğumuzu internet karşısında da unutmamalı ve ispatlamalıyız. Kalbimizden geçenleri bilen Rabbimiz internetin sanal âleminde ne yaptığımızı, kiminle nasıl konuşup yazıştığımızı, girişte güvenlik görevlisi olan veya olmadığı düşünülen hangi sitelere ne amaçla girdiğimizi de görüyor, biliyor. İnternet başında herhangi bir haram işlerken ölüm gelebilir. Ölüm gelmese de zerre kadar yaptığımız şerrin hesabı bizden sorulur.

Her an Allah’tan korkan ve her yerde Rabbinin kendini gördüğünü bilip ona göre davranan ihsan bilincine sahip mü’minlere ne mutlu! Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!

Müslümanca yaşamak, her an Müslümanlığımızı unutmamak duasıyla…

 

[1] ] 17/İsrâ, 32

[2] ]1603]  24Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6/Nûr, 30-31

[3] ] 9/Tevbe, 31

[4] ] 2/Bakara, 256

[5] ] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59; Nesâî, İman 16

[6] ] Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4682; Tirmizî, Radâ, h. no: 1162

[7] ] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6

[8] ] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kar’âni’l-Azîm, 3/282

[9] ] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20

[10] ] 17/İsrâ, 32

[11] ] 12/Yusuf, 24

[12] ] 24/Nûr, 30-31

[13] ] 17/İsrâ, 36

[14] ] Buhari, Enbiya 54, Edeb 78

[15] ] 63/Münâfıkun, 8

[16] ] 29/Ankebût, 45

EVDEKİ HAYATI, MÜSLÜMANIN NE KADAR MÜSLÜMAN OLDUĞUNUN GÖSTERGESİDİR

ÂYET:

نَِّ للّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّروُ مَا بِانَْفُسِهِمْۜ

“Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[1]

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو قُآو نَْفُسَكُمْ وَهَْل۪يكُمْ نَارً وَقُودُهَا لنَّاسُ وَلْحِجَارةَُ

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”1579

نَِّ آـمَا مَْوَلُكُمْ وَوَْلَادكُُمْ فِتْنَةٌۜ وَللّٰهُ عِنْدَ آهُ جَْرٌ عَظ۪يمٌ

“Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.”[2]

HADİS:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.”[3]

Evlerimizi ihmal etmenin cezasını çekiyoruz. İşe evlerden başlamak gerekiyor. Evleri otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yolu, evleri mescid ve mektebe dönüştürmekten geçiyor.

Yapılması gereken en önemli iş; okunmak, anlaşılmak ve kendisine uyulmak için gönderilmiş olan Kuran’a yönelmektir. Müslüman lar, işleri ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kuran’dan ve Kuran eğitiminden uzak kalamazlar; Kuran’ı hayatlarının dışına itemezler. Çocuklarının Kitapsız/ Kur’an’sız yetiştirilmek istenmesine seyirci kalamazlar. Mekke’de Rasûlullah’ın temel kurumu, evler idi. Evlerimiz Dâru’l-Erkam, Dâru’l-İslâm olmalı, eğitim, öğretim ve örneklik kurumu haline gelmeli. Evimizde sinema havası değil, mescid havası esmeli. Evlerimiz, öncelikle kendimiz ve çocuklarımız için Kur’an Kursu, İslâm Okulu olmalıdır. Evine İslâm’ı hâkim kılamayan, sokağına, işine, toplumuna İslâm’ı hiç hâkim kılamaz. Evinde bu değişikliği yapamayan, bulunduğu semti ve yaşadığı ülkeyi hiç değiştiremez. “Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[4] Bu sünnetullahın nebevî ifadesi de şöyle: Kemâ tekûnû yuvella aleyküm / Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” (Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olur.)” 1583 Rabbimiz, bu hakikati şöyle dile getirir: “Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.”[5]

Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için evlerini Kur’an okulu haline getirme gayreti, bir samimiyet testidir. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, kalelerimizdir, cephelerimizdir. Evlerimizi, sadece kendi eş ve çocuklarımızın okulu haline getirmek bile dâvâ adamı için yeterli değildir. Evlerimizi cemaat çalışmalarına açmak zorundayız. Evlerimizi dâvet için bir üs, karantina ve güç depolama yerleri haline getirmeliyiz. Bunun yanında, sadece evlerle yetinmeyip temel kaynağımız Kur’an mesajına uygun cemaat evleri şeklinde kurumlar oluşturabilmenin, mevcutları bu yolda değerlendirmenin yolları mutlaka aranmalı ve bulunmalıdır.

Batılıların, kendi savundukları ilkeleri, İslâm ve Müslümanlar sözkonusu olduğunda; helvadan putlarını yiyen Eski Mekke’deki inançdaşları gibi çifte standartlı, yani münâfıkça bir tavır takındıkları gören gözlere yabancı değildir. Bu tavır, sadece Batı için değil; onu referans alan bütün İslâm dışı düzenler için de geçerlidir. Bu topraklarda hâkim olan Kemalist düzen de, her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen câhil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, ılımlı İslâm(!) anlayışını yayma gayretleri ve düzene, Kemalizme uygun muharref bir din oluşturma çabaları, düzenin nifakla/çifte standartla ilişkisini gösterir. Kazın geleceği yerden tavuğun esirgenmemesi anlayışıyla müslümanlara verilen tâvizler, münâfık düzenlerin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan politikacı münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, câhil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.

Düzenin ve câhiliye toplumunun genel geçer kabul ettiği bukalemun taklitçiliği kendi insanını yetiştirmekle kalmıyor, bizim mahallenin insanlarını da etkiliyor. İslâm dışı, daha da kötüsü İslâm düşmanı münâfık düzen insanımızı da yozlaştırıyor, kimliksizleştiriyor ya da çok kimlikli hale getiriyor. İnsanımız cemaat içinde başka, iş yerinde başka kimlikler kullanıyor. Her farklı şahsa ve ortama uygun maskeler taşıyor. Duruma göre en uygun olacağını düşündüğü bu maskelerden birini yüzüne geçiriyor. İnsanımızı ikiyüzlü olmak bile kesmiyor, iki yüz yüzlü olmanın yolunu buluyor. Kişisel gelişim denilen ne idüğü belirsiz sözümona başarı taktikleri bu anlayışı yaygınlaştırıyor. Bu çağ, kimsenin kimseye güvenemeyeceği bir ortam oluşturuyor. Artık bizim insanımız bile kimseden borç alamadığı gibi, kimseye borç da veremiyor. Mü’min “güvenen ve güvenilen” anlamına geldiği halde, çağdaş Müslümanın ne kendine güveniliyor, ne de o başka bir müslümana güvenebiliyor.

İşte bu yozlaşma, evlerde daha net bir şekilde kendini gösteriyor. Mangalda kül bırakmayan nice dâva adamı, evinde dâva adına bir şey ortaya koyamıyor. Nice cemaat çalışmalarına katılan dâvâ adamının evine baktığınızda yanlış bir eve geldiğinizi sanırsınız. “Peygamberimiz bir gün evinize gelse!..” diye başlayan ve hepimizin nefis muhâsebesi yaparak kendimizi, evimizi sorgulamamız gerektiğini hatırlatan hayalî kıssa, hangimiz için geçerli değildir? Ashâbdan biri, sözgelimi zaman tünelinden geçerek dâva adamı gözüken nice insanın evine gelmiş olsa, bir mü’minin evine geldiğini kesinlikle kabul edemeyecektir. İşte onlardan biri, Allah rasûlü ile geçen o eşi bulunmaz ve her ânına bin can fedâ edilecek sohbetlerdeki melekleştiği havayı evinde birazcık az teneffüs edince, kendisinin münâfık olmasından endişe ediyordu. Olayı, Hanzale’den (r.a.) dinleyelim:

Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada Rasûlullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi hatırladım. Allah rasûlüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:

Ya Ebâ Bekr! Hanzale münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:

Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:

Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım, dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:

Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzale devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:

Yâ Hanzale! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Yâ Hanzale! Bu vecd hali, devamlı değil; ancak zaman zaman olur.”[6]

Evet, toplumda dindar ve şuurlu kabul edilen nice Müslüman, sabah namazına hâlâ kalkamadığı için bir milyonun üzerinde satan kitaptan “sabah namazına nasıl kalkılacağının” ucuz formüllerini, hap gibi yutup otomatik çözümleri öğrenmeyi düşlüyor. Hanımı ile arasında kültürel uçurumlar her geçen yıl daha da artıyor. Çocukları sanki onun çocuğu değilmiş gibi yetişiyor. Dışarıda cemaat çalışmalarına katılan ve cemaat olmanın olmazsa olmaz önemini başkalarına bile anlatan beyimizin evinde herkes bireysel takılıyor, her fert özgürce kendi (hevâsının istikametindeki) hayatını yaşıyor. Aile bireyleri, sokaktaki insanlar gibi birbirine yabancı, duyarsız ve ilgisiz. Tebliğini evine yap(a)mayan insan, dışarıda yapsa ne kadar etkili olabilecektir? Topluma huzur getirecek mesajı bilen insanın, kendi evinde huzur hâkim değilse bunda bir yanlışlık var demektir.

Müslümanın aile yuvası; eğitim ocağı ve ibâdethane olması gerektiği gibi, aynı zamanda huzur evi ve çocuk yuvası da olmalıdır. Müslümanların evleri, hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır.

Nice anne, çocuklarına karşı merhametlerinin hedefini ve sınırını vahiy istikametinde değerlendiremediği için kendisine ve çocuklarına zarar verebiliyor. Çocuklarının İlâhî emirleri ihmal etmelerini ve işledikleri haramları, onların yeterince büyümediği anlayışıyla ve yanlış ve hastalıklı bir merhametle hoş görebiliyor. Çocuklarının basit dünyevî rahatını, gerçek anlamdaki huzura ve cennete tercih edebiliyorlar. Nice baba da, çocuklarının dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs edebiliyor. Müslüman olduğunu söyleyen ana babaların çoğu, çocuklarının bezlerine ayırdıkları masraf kadar Kur’an’la irtibatları için zaman, emek ve para harcayamadıklarından, temizliklerine gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebiliyor. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”[7]; “Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.” [8] Bugün çoğu ana-baba bu fitneyi yaşıyor. Hatta birbirleri için de kendileri de fitne oluyor. Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.”[9]

İnançlar, değerler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. İlk yıllardaki terbiye/ eğitim, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak ailede kazanılabilir.

Rivâyet edilen şu hadis-i şerif, işe nereden başlamamız gerektiğini öğretir: “Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah (ve anlamı) olsun.”[10] Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, saf ve İslâm’a meyletme yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi, kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah’a inanmak ve O’na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah’a karşı gelmek demektir.

Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: “O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).”[11]

Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?

Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir.[12] Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan tevhidî inanca dayalı eğitim, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir.[13]

Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsaade etmez. Gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven anababa, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yumamaz.

Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden/eğitimden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz”[14] diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve mânevî hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; çağdaş ana-baba ise âhiretlerini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma, toprağa gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.

Ana-babalık, sadece çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevî ölçüler ön plandadır: Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak; uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında ebeveyn çocuğuyla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.

Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi; hiçbir bakıcı ve eğitimci de annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına anaokulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne-baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

Evlerde, müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri verilebilir. Kendilerinden direkt sorumlu olduğu çocuklarına Kur’an ve zarûrî bilgiler ve şuur vermede zorlanan, bu konularda yetersizliğini fark eden ana-babalar, suçlarını kabullenip Allah’tan af dilemeliler. Sonra, kendilerine vekil olacak güzel kurum ve hayırlı insanları bulmalılar. Böyle kurum ve şahıslara emanet ederek işlerinin bitmeyeceğini de bilmeliler. Mümkün anne, ev işleri ve varsa küçük çocuklarıyla uğraştığı için akşama yorgun girmektedir. Baba, kapitalistçe iş şartlarının gerektirdiği gayr-i insanî ve tabii gayri İslâmî ortamda geçim temini için maddî ve mânevî olarak yıpranmakta, akşam sanki ölü gibi eve gelmektedir. Ama, bu zahmetlere sırf eşi ve çocukları için katlandığını söyleyen aile reisi, ehline karşı esas görevinin akşamdan sonra onların mânevî açlıklarını giderecek ortamlar hazırlamakla ve kocalığını hocalıkla ispatlamakla mümkün olduğunu unutmamalıdır. Tek dünyalı yaşamak çok daha zordur. İki kova suyu taşımak, bir kova suyu taşımaktan daha kolaydır. Tek kanatlı kuşun uçamayacağı gibi, sadece dünyayı düşünen ve dünyevî ihtiyaçları temin etmekle uğraşan kimse, başta evi ve ehli olmak üzere âhiret öncelikli sorumluluklarını kuşanan kimseden daha fazla yıpranacak, daha fazla yorulacaktır. Zorlukların yerini kolaylığın alması, yorgunluğun giderilmesi için en güzel yol, bir başka güzel işe geçip o faâliyetle dinlenmek ve Rabbe rağbet etmektir.[15] Müslüman açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; şeytânî bir tuzaktır. Şuurlu bir mü’min, “din”lenmeden dinlenemeyeceğini bilir. Evini kahve ve otel gibi görmez; esas ücreti bol mesainin evde başlayacağını unutmaz.

Çocuklar, evlerine geldiklerinde, okullarından ve çevreden aldığı fıtrata ters anlayış ve uygulamalardan, mânevî virüslerden zihin ve gönülleri tezkiye edilmelidir. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Maalesef, babalar için çoğunlukla kahve ve otel görevi üstlenen evler, çocuklar için de internet kafe ya da bir sinema görünümündedir.

Evlerde her şeyden önce Kur’an’ın, namazın sevdirilmesine de katkısı olacak İslâm akaidi yaş ve seviyeler dikkate alınarak verilmelidir. Okullarda, sokaklarda, televizyon ve internetlerde öğretilen ve sevdirilen şeyler evlerde gözden geçirilmeli, yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede iyice büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir.

“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.” 1595

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.

Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.

Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu.

Kitle imhâ silâhlarıyla evlerimiz devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki… Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırt etmek ise çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor analar, babalar. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.

Evlerimiz, çocuklarımızı toplum hayatına hazırlayan, toplumdaki küfürden ve şirkten etkilenmeyecek şekilde onları tevhidî özelliklerle şuurlandıran; sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik yuvası haline gelmelidir. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır.

Evlerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması ev hayatıdır. Ev hayatı, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak evinde öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okul olmalıdır aile yuvası.

İslâm’ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.

Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.

Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.

Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.

Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Mü’min karakter(sizliğ)inden uzak bir mü’minin dışı da içi de aynı olmalı, ev dışındaki hayatıyla çelişmemelidir. Kalıbıyla kalbi, ameliyle inancı çelişmemelidir. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan münafıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir. Evimize ve özel yaşayışımıza şahit olan insanlar, bizde İslâm’ın güzelliklerini görmeliler; sürüye uyan tavırları değil. En etkili tebliğ yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır; iş hayatı, özellikle özel hayatı, ev hayatıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, evi ve işi onu yalanlamıyorsa onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır.

Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. Evdeki hayatımızla, iş hayatımızla, sokaktaki tavır ve bakışlarımla, TV, internet karşısındaki konumumuzla bir bütündür İslâm. Kitab’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmenin yansıması olan farklı mekânlarda farklı bir yaşayışın cezası, dünya hayatında rezillik ve rüsvaylıktır.[16] İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün iş ve ev hayatımızın tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm.[17] Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır.[18] Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın.[19] Tabii, evdeki özel hayatımız da O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde evde ve her yerde müslümanca güzellikler sergilememiz gerekecektir.

“Âyinesi iştir (ev hayatıdır) kişinin, lâfa bakılmaz.” “Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir fitne kılma.”[20] Yârabbi, Sen bizi İslâm’ı lâyıkınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vâsıtası olmayalım; “bunların elinde de hak mı olurmuş” deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler

 

[1] ] 13/Ra’d, 11

[2] ]1580]  6664/Tahrîm, /Teğâbün, 615

[3] ] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20

[4] ] 13/Ra’d, 11 1583] Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, c: 2, s. 126-127, hadis no: 1997; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c: 5, s. 47, hadis no: 6407; Albâni, Silsiletü Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, c: 1, 320, s. 491. Şevkâni Fevâidu’l-Mecmûa adlı eserinde bu rivayetin senedinde hadis uyduran biri olduğunu ve ayrıca senette kopukluk olduğunu belirterek rivayetin zayıflığına işaret etmiştir. (Şevkani, Fevâidu’l-Mecmûa, s. 210, hadis no: 624). Son dönem hadis âlimlerinden Nâsıruddîn

[5] lbâni de bu hadisin senet açısından “zayıf” olduğunu belirtir. 1584] 6/En’âm, 129

[6] ] Tirmizî, hadis no: 2633; Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV/346

[7] ] 66/Tahrîm, 6

[8] ] 64/Teğâbün, 15

[9] ] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20

[10] ] Abdurrezzak, Musannef IV/ 334

[11] ] 33/Ahzâb, 66-68

[12] ] Bkz. İbn Mâce, Edeb 3

[13] ] Tirmizi, Birr 33

[14] ] Tirmizi, “Birr”,33

[15] ] bkz. 94/İnşirâh, 7-8 1595] 10/Yûnus, 87

[16] ] 2/Bakara, 85

[17] ] 6/En’âm, 162

[18] ] Bkz. 8/Enfâl, 24

[19] ] 33/Ahzab, 36

[20] ] 60/Mümtehine, 5

AİLENİN TEMEL DİREĞİ HAYÂ

ÂYET:

وَنَِّكَ لَعَلىٰ خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

“Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir merte besinde bulunmaktasın”[1]

HADIs:

“İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”[2]

“Hayâ, imandandır, imandan bir şûbedir.” [3]

İMAN-AHLÂK MÜNÂSEBETİ; LÂ İLÂHE İLLÂLLAH AHLÂKI

Ahlâk, iman ve takvâ ile iç içedir. İman ağacı, gönül toprağına dikilmişse mutlaka “iyi ahlâk” adlı meyve verir. İmanla ahlâk arasındaki kopmaz bağ konusunda çok sayıda hadis rivâyeti vardır.

“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır.” [4]

“Sizden biriniz, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe

(tam) iman etmiş olmaz.” [5]

“Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu kimsedir.”[6]

Rasûlullah’a (s.a.s.) soruldu: “Mü’minlerden hangisi efdal (en faziletli)dir?” “Ahlâkça en güzelleridir!” cevabını verdi. Tekrar soruldu: “Pekiyi, mü’minlerden hangisi en akıllıdır? “Ölümü en çok zikreden ve kendilerine gelmezden önce onun

için en iyi hazırlığı yapanlardır. İşte akıllılar bunlardır.” [7]

“Sizin en hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır.” [8]

“Kıyâmet gününde mü’minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez.” [9]

“Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.”[10]

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” [11]“Hayâ imandandır.” [12]

İSLÂM AHLÂKININ İMAN VE İBÂDETLE İLGİSİ

İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî buyrukları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümk ün değildir. Sahaları birbirinden ayrı gibi görünen bu esaslar, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde bir biriyle kaynaşmış durumdadır. Zira İslâm dininin hedefi, bütün insanlığın ahlâkını en mükemmele ulaştırmaktır. Hz. Peygamber’in ahlâkını soranlara Hz. Âişe’nin: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân’dan iba retti.”[13] demesi; peygamber olarak gönderilmesinin sebebini Rasûlullah Efendimizin, ahlâkı tamamlayıp bütünlemeye bağlaması[14] ve Allah Taâlâ’nın Hz. Muh ammed’i (s.a.s.) “Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir merte besinde bulunmaktasın[15] diye övmesi, İslâm dininin en önemli gayesinin beşeriyete mükemmel bir ahlâk disiplini kazandırmak olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.

Müslüman, dininin buyruklarını benliğine öyle sine mal edecek ki, bütün davranışları en güzel ahl âk prensipleri hâlinde ortaya çıkacaktır. Aslında iman ve ibâdet esaslarının tamamı, müslümanı bu olgun luğa eriştirmek için emredilmiştir. Bu seviyeye çıkan insanın kalbinde bütün mahlûkat için iyi ve güzel duygular boy atacak, asil şahsiyetine yakışmayan her türlü kötülükten uzaklaşacaktır. Tıpkı midenin sindirdiği yiyeceklerin sonunda kuvvet ve enerji şeklin de kendini göstermesi gibi, kalbin derinliklerine inen iman da kendini bize güzel huy şeklinde gösterecek tir.

İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber’in hadislerinde billûrlaşmış olarak müşâhede edi lir: “Mü’minlerin iman yö nünden en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır.”[16] Şu hâle göre mükemmel bir ahlâka sahip olma yan kimsenin iman itibarıyla kemâle ermesi de söz konusu olamaz. Bir diğer hadiste şöyle buyurulur: “İman yetmiş nevidir. En üstünü “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh yoktur)” demek, en aşağı sı, yol üzerinde insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” [17]

Yine şu hadis-i şerifler de iman ile ahlâkın ve özellikle hayânın etle kemik gibi birbirinden ayrılmaz birer özellik olduğunu belirtir: “Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı hayâdır.”[18]; “Dört haslet peygamberlerin (ortak) sünnetlerindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.”[19]; “İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”[20]; “Hayâ, imandandır, imandan bir şûbedir.” [21]

Hayâyı imandan sayan Allah’ın Rasûlü, imanı en güçlü insan olduğu gibi, hayâsı da aynı şekilde toplum arasında en büyük olan idi. Ebû Saîdi’l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık.” [22]

Demek ki hayâ duygusuna sahip olmak sadece ahlâkî bir özellik değildir; ayrıca imanı tamamlayıp mükemmelleştiren bir duygu ve davranıştır, imanın yetmiş küsür bölümünden biridir. İmanı ahlâktan ayrı olarak düşünmeyen önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) yine buyurur ki:

“Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin eder im ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.”[23]

İşte bu tür hadisler, dinin temeli olan iman kök leriyle ahlâk esaslarının ayrılamayacak şekilde bir birinin içinde eridiğini ifâde etmekedir.

Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtrîdir. İnanan bir mü’min de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri, hevâ ve sosyal motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevk edebilir. Böyle durumlarda, kişinin tutum ve tercihini, inancının güç lülüğü veya zayıflığı belirleyecektir.

Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalb iyi ise, yani iman kalpte bütünlük ve olgunluk arzediyorsa, beden kalpteki imana uygun olarak eylemini yapacaktır. Çünkü fiziksel eylem ler, daima psikolojik eylemleri izlerler. Psikolojik eylem iyi olursa, fizyolojik eylem iyi olur. “Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.”[24] Psikolojik açıdan mü’minin ahlâkî davranışı ve hayâsı onun kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir.

AİLE AHLÂKI

Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir.

Ailede üyeler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma olmalı ve aile fertleri birbirlerine karşı güzel davranışlar sergilemelidir. Ailede mutlu olmak ve bunu hayat boyu sürdürebilmek için eşler ve çocuklar çaba sarfetmeli ve gereken fedâkârlıklardan çekinmemeli, her kişi öncelikle kendi sorumluluklarını yerine getirmelidir. Her insanın, ailesindeki diğer şahıslara karşı görevlerinin olduğunu unutmaması gerekir.

Ailede tevhidî değerlere önem verilmiyor, Allah’a kulluk üzere haklar ve sorumluluklar değerlendirilmiyorsa, böyle bir aile kurumu, bireyleri ne dünya ve ne de âhiret mutluluğuna ulaştırabilir.

Şuurlu Müslüman bir fert, eşinin ve çocuklarının hakkını çiğnemez, ailesiyle iyi geçinir. Eğer eşlerden biri veya her ikisi görev ve sorumluluklarını yapmazsa zâlim (zulüm işleyen), adâletsiz (hak edene hakkını vermeyen) kişi olur ve bunun sonucunda da evlilikte anlaşmazlık, kavga, huzursuzluk olur. Böyle kimseler öncelikle kendilerine zarar verirler, sorumsuzluklarının dünyevî cezası olarak kendilerini vicdan azâbı rahatsız eder durur. Bu hak ihlâli sürdüğü müddetçe tüm aile bireylerinin de psikolojileri bozulur. Ve giderek bu tür ailelerden oluşan toplum da çöküntüye uğrar.

Evli çiftlerden biri: “Eşim bana karşı sorumluluğunu yerine getirmiyor” diyor. Ama kendinin de eşine karşı sorumlu olduğunu unutuyor. Eşler kendini düşündüğü gibi eşini de düşünmelidir. İlk sen sorumluluğunu yap, sen yapınca eşin de senin hakkını gözetecektir. Sorumluluk duygusu çok önemlidir. Özgürlüklerimizden ve haklarımızdan önce görevlerimizi düşünüp ona göre davranmalıyız. Yani, beraber yaşadığımız veya karşımızdaki kişilerin haklarına kendi haklarımızdan önce yer vermeliyiz.

Müslüman olduğunu iddia eden bireylerin oluşturduğu topluma bakalım. Saâdet asrı öncesinin, Kur’an tâbiriyle “ilk câhiliyye”nin[25] her türlü câhilliği, çirkinlik ve isyanı olanca rezilliğiyle sergileniyor. Bu modern câhiliyye toplumu, helâk edilen bütün kavimlerin helâk olmalarına sebep olan bütün rezilliklerini istisnasız işlemekten çekinmiyor. Bunun en önemli sebebi, şirkin bütün boyutlarından sakınıp tevhidî imanın tüm gereklerini yerine getirmeyiş; Allah Rasûlü’nün ifadeleriyle hayâ ve güzel ahlâk şeklinde dışa rengini veren iman. “İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap!” [26]

Günümüzün beşerî dini olan kapitalizmin ise, insanlığın yozlaşmasındaki fonksiyonu tartışılmaz. Yozlaşmanın çok basit bir sebebi var. İki cihan serveri Allah Rasulü (s.a.s.) buyurdu ki: “Hayâ, imandandır.”[27]; “Kim ki utanmıyor, istediğini yapsın!” Kapitalizm, insanların ar ve hayâ duygularını kaybettirmektedir. Her şeye ekonomik sebeplerle bakmayı öğreten kapitalizm, erkekleri, kadınları, çocukları utandığı ve sıkıldığı ortamlarda çalışmayı mâzur göstermektedir. Ekonomik gerekçelerin arkasına sığınan bu insanlar, yozlaşmanın da kapısını aralamaktadırlar.

Her şeyin aslı, gerçeği gitti; hormonlusu, sahtesi, sanalı geldi. İnsanın da öyle.

Komşuluklar, sohbetler gitti; yerine TV.ler, bilgisayarlar geldi.

Televizyon çıktı, “sizi”, “bizi” düşünenler gitti; yerine dizi dizi “dizi” geldi.

İnternet çıktı, cihat gitti; yerine chat geldi.

Gitmek bilmeyen arsız misafir gibi evlere giren teknolojik araçlar aracılığıyla özgürlık gitti; kölelik geldi.

İnternetle evdeki yakınlıklar gitti; uzaktakilerle ve uzaklaşılması gerekenlerle yakınlık geldi.

Rabbe kulluk gitti; kula kulluk, tâğutlara, paraya, karıya, topa, popa kulluk, hevâya kulluk, emir kulluğu geldi.

Yardımlaşma gitti; bireycilik geldi. Huzur gitti; stres geldi. Saygı gitti, kaygı geldi.

Okumak gitti; bakmak geldi. Televizyon seyrederken “gözlerim kızarıyor” diyen birisine diğer birisi “Benim de yüzüm kızarıyor” demiş. Bir başkası da çıkıp “ancak yüzünün kızararak seyredebileceğin çirkinlikleri seyrediyorsun, öyleyse senin de yakıcı ateşte imanın kızarıyor” demesi gerekiyor. Gözlerin, yüzlerin ve imanların kızarmaması, âhirette de her tarafı kızartan kızgın demirlerle insanın dağlanmaması için bizi Allah’tan uzaklaştıranlardan uzaklaşmalı.

Ve böylece medya ve cahilî eğitim vasıtasıyla, kapitalizm ve tâğutlar tarafından zihinler ve gönüller işgal edildi.

Sorumlu bir insanın “iman”dan sonra temel görevi, dinini hakkıyla öğrenmek, öğrendiklerini yaşamak ve onu insanlara öğretip onların da müslümanca yaşamalarına vesile olmaktır. Bu durum da en azından ve hiç ihmal edilmeden ailelerde tümüyle yerine getirilebilir. Bu konumundan dolayı hâlâ bazı temel değerlerin önemsendiği ve ev dışı hayata rağmen ve ona temelden zıt şekilde bir kısım İslâmî uygulamaların hâlâ geçerliliğini sürdürmesinden dolayı aile ve aile hayatı büyük çaplı tahribata uğratılmak istenmektedir. Artık gençler evlenmeyi pek câzip görmemeye başladı. Evlenme yaşı giderek daha uzuyor. Boşanmaların sayısı her yıl rekor kırıyor. Bununla birlikte, aile hayatı artık dedelerimizden ve babalarımızdan gördüğümüz şekilde yanlış birçok cehâlet, gelenek ve örfün hüküm sürdüğü şekilde devam edemez. Bu topraklardaki günümüz yaşama biçimi ile 30 sene öncesinin özellikleri arasında öyle büyük bir uçurum var ki… Dünün (doğru-yanlış iç içe geçmiş) cevaplarıyla bugünün sorunlarını çözmek mümkün değil. Bunca hücuma ve giderek artması engellenemeyen ifsâda rağmen, aile kurumunun kendini koruması için kesinlikle radikal bir değişim ve dönüşüm geçirmesi, bilinçli bir değerler sistemine dayanması kaçınılmazdır. İslâmî şuura, ilme ve örnekliğe/modelliğe dayalı, bugünün küfür ve şirkine olduğu gibi yarının daha da çirkinleşecek ve şirretleşecek çirkinliklerine karşı dayanabilecek nesiller yetiştiren birer okul haline gelmelidir evler.

İslâm bireyin özel hayatını yönlendirdiği gibi, aile ve toplum hayatını da düzene koyar. Bununla birlikte günlük yaşayışının en uzun zamanının içinde geçtiği aile hayatının her noktasında nasıl yaşanacağını hükme bağlar. Denilebilir ki, İslâm tam anlamıyla ve her yönüyle bir aile dinidir. Evler Müslümanlar için kaledir, sığınaktır, moral depolama yeri, çocuklar için karantina mekânlarıdır. Mü’minin evi, İslâm toplumunun çekirdeğidir. O, evini bu bilince uygun olarak inşâ eder. İslâmî eğitim ailede başlar ve toplum içinde gelişerek devam eder. Bizler dinî gıdamızı/besinlerimizi, annemizden süt emer gibi “ailemiz”in müşfik göğüslerinden emerek alırız. Bu itibarla, çocuklarımıza ikram ettiğimiz inanç, ahlâk ve hayat anlayışı helâl olmalıdır. Rabbimizin haram kıldığı inanç, düşünce, ahlâk anlayışı ve yaşam tarzı kesinlikle çocuklarımıza verilmemelidir. Bunlar bizleri ve çocuklarımızı zehirler ve hayatımızı felç eder.

Aile hayatı, insanların cenneti veya cehennemidir. Aile yuvasını küçük çaplı cennete benzeten mü’minler, ebedî yurtlarına en güzel şekilde bu cenneti taşımış olacaklardır. Yeter ki aile bireyleri, Allah ve Rasûlünün kendilerine yüklediği görevleri ihsan bilinciyle en güzel şekilde yerine getirme gayreti göstersin.

İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaz için mescide giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O’nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O’nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâkî faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, iyilik yapmaları için onları devamlı teşvik ederdi. “Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır” der, kendisini ailesinin dünya ve âhiret saâdetinden sorumlu tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hiçbir eşine hiçbir şekilde vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem, “en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır” derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.

Günümüzde “müslümanım” diyenlerin uygulama yönüyle evleri, Peygamber evine hiç benzemiyor. Peygamber düşmanı Batılının evlerine daha çok benziyor. Evler çoğu koca için bir otel ve lokanta görevi üstleniyor. Ev hanımları için de evler daha çok mutfaktan ibâret. Hanımlar da kendi rollerinin evin hizmetine bakmak ve yemek hazırlamak gibi uğraşlardan ibaret olduğunu düşünüyor. Çocuklar içinse ev, internet demek, televizyon demektir, oyun alanıdır, nefse hoş gelen özelliklerdir. Kapitalizmin, kendisi gibi garibanların teriyle çalışan çarklarını döndürmek ve yakasını bu çarka kaptırdığı için kendisi de bunun arasında ezilerek kendinden geçmişçesine yorgun argın akşam eve dönen aile reisi, en önemli görevinin kendisiyle birlikte çocuklarını ve eşini ateşten korumak olduğunu[28] düşünmüyor bile.

Evde insan, kendini daha özgür ve daha güvende hissedeceğinden insanın içyüzü daha net şekilde açığa çıkar. Dağınıklığı, giysilerine gösterdiği özen, insanî ilişkilerdeki zaafları, tenbellikleri, ihmalkârlıkları, saygı ve sevgi anlayışı ve her şeyden önce; imkânı varken evine şeariatı hâkim kılıp kılmaması gibi insanın makyajı, sırları evde dökülür. Ev hayatı, sanallıkları kaldırmaz; insan, toplum hayatında takmak zorunluluğu hissettiği yüzündeki maskeyi eve girer girmez atar. Kendine hizmet eden eşine ve çocuklarına teşekkür eden kaç aile reisi vardır bu toplumda, hata yaptığında eşinden veya çocuklarından özür dileyen? Onlardan saygı beklerken kendisinin de onlara saygı duyması gerektiğini düşünen babaların sayısı ne kadardır acaba? Evini okul ve mescid haline getiren, koca rolü kadar hoca rolü de oynaması gerektiği idrâkinde olan ne kadar koca vardır dersiniz? Kocasına ve çocuklarına devamlı merhamet ve şefkatini gösteren ve evini huzur yuvası ve anaokulu haline getiren anaların sayısı ne kadardır ve bu tahminî sayı, anaların oranı içinde kaçta kaçtır? Anne ve babasının her meşrû emrini seve seve yerine getiren ve onların doğru tavsiyelerine en az gıda ihtiyacı kadar açlık hissiyle yaklaşan, nebevî ihtardaki gibi burnunun sürtülmemesi için ana babasına hayat boyu bakmaya çalışan hayırlı evlât sayısı için ne dersiniz?

Evler haramların benimsendiği ve kötü alışkanlıkların edinildiği yerler olmamalı, tam tersine müslümanca bir hayatın güzelliklerinin sergilendiği mekânlar haline gelmelidir. Evler, İslâmî çalışma yapan kimselerin mezarları değil, her gün yeniden dirilecekleri mekânları, yakıtlarını dolduracakları benzinlikleri olmalıdır. Evler televizyon sayesinde birer sinema salonuna, gazinoya, futbol stadyumuna benzememelidir. Evler, gücü yetenin gücü yettiği kişiye deşarj olmak için ağzına geleni söyleyebileceği, elinden geleni yapacağı yerler olmamalı. Evlerimiz, her çeşit tatlılıkların yaşandığı, devamlı huzurla ruhların tatmin olduğu küçük cennetlerimiz olmalı. Allah’a isyan edilen veya kavga gürültü içinde birbirlerine hastalık gibi zor katlanılan yerler olmamalı evler.

Edeb, terbiye, ahlâk ve görgü kuralları uygulamalı şekilde evde öğrenilir. Aile bireyleri, eve girerken birbirlerine selâm vermelidir. Birbirlerinin hal ve hatırlarını sormak, varsa problemlerini sonuna kadar dinleyip çözüm getirmek, evin ortak eşyalarının ve alanlarının kullanımında özen gösterip temizliğe ve düzene uymak, sevinçli ve özel günlerde paylaşım ve katılım içinde olmak aile ile ilgili edepler arasında ilk akla gelen şeylerdendir. Evde aile bireylerinden biri ders çalışıyorsa veya kitap okuyor ya da namaz kılıyorsa diğerleri tarafından saygı görmek, evde ihtiyar dede ve nine varsa onları hiç rencide etmemek, diğer akrabalara karşı saygılı ve hoşgörülü olmak, hepsinden önemlisi anne ve babaya karşı saygısızlık yapmamak ve ihsâna aykırı davranışlarda bulunmamak gerekmektedir. Anne ve babanın da çocuklarını Allah’ın bir emaneti olarak değerlendirip onları her türlü şirkten ve küfürden korumanın ilk ve en temel görevleri olduğunu unutmamak, namaz ve tesettür bilinci vermek, haram ve helâl konularında ve ahlâkî hususlarda onları güzel bir tarzda yetiştirmeye çalışmak aile bireylerinin âdâbı arasında saymamız gereken özelliklerdendir. Aile bireyleri özgürlük sınırlarını bilip onu aşmamalıdır. Birbirlerine karşı hoşgörülü, kibar ve nâzik olmalıdır.

Çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifâde edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir.[29] Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu suretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir.[30] Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri[31] bu konuda başta anne babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.

Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir. Evde “hoca” görevini de üstlenmesi gereken “koca”, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.

Evlerde müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur’an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur’an’dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur’an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.

Âile eğitiminde ebeveynin, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme.

Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.

Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metot mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/ sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.

Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, çocukları haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalplerini gıdasız bırakmaları, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli besleyerek doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.

İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı.

Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV, sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir.

Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Demek ki, “çocuğumun eğitimi konusunda ben fazla bir şey yapamam, gücüm ve imkânım yok!” diyemez anne ve baba. Çok şeyler yapabilir ve yapmalıdır.

Bütün bunlar için ailelerde Allah sevgisine ve korkusuna dayalı hayâ bilinci olmalı, O’nun râzı olmayacağı her çeşit inanç, niyet, söz ve davranıştan uzaklaşarak önce Allah’a karşı hayâ sahibi olduğumuzu göstermeliyiz. Sonra aile bireyleri olarak birbirimize karşı takınacağımız sorumluluk bilinci, yanlış şeyler yaparken birbirimizden utanmayı da sağlayacaktır. Unutmayalım ki, hayâ perdesiyle süslenmemiş bir ev, ev olmaktan çıkmış bir hapishane ve mezarlığa dönmüştür.

 

[1] ] 68/Kalem, 4

[2] ] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6

[3] ] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59

[4] ] Buhârî, Edeb 39; Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Nikâh 50

[5] ] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72

[6] ] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 14

[7] ] İbn Mâce, Zühd 31, h.no: 4259

[8] ] Buhârî, Menâkib 23; Müslim, Fezâil 68; Tirmizî; Birr 47

[9] ] Ebû Dâvud, Edeb 8, h. no: 4799; Tirmizî; Birr ve Sıla 61, 62, h. no: 2003, 2004

[10] ] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî, Birr ve Sıla 62, h. no: 2004

[11] ] Muvattâ, Husnü’l-Hulk 8; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 135, Hds. 273; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/381

[12] ] Nesâî, İman 16

[13] ] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 139

[14] ] Muvatta’, Hüsnü’1-Lulk 1

[15] ] 68/Kalem, 4

[16] ] Ebû Dâvüd, Sünnet 16, hadis no: 4682; Tirmizî, Radâ, h. no: 1162

[17] ] Buhârî, İman 3; Müslim, İman 58; Ebû Dâvud, Sünnet 14; Tirmizî, Birr 80; Nesâî, İman 16; İbn Mâce,

[18] ddime 91564] Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 9, (2, 905); İbn Mâce, Zühd 17, h. no: 4181, 4182

[19] ] Tirmizî, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, V/421

[20] ] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6

[21] ] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59

[22] ] Buhârî, Edeb 77, Menâkıb 23; Müslim, Fedâilu’n-Nebi 67, h.no: 2320

[23] ] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâme 59

[24] ] Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkât 107; İbn Mâce, Fiten 14

[25] ] 33/Ahzâb, 33

[26] ] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6

[27] ] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59

[28] ] 66/Tahrîm, 6

[29] ] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158

[30] ] 20/Tâhâ, 132

[31] ] Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182

Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır

Âyet:

وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰى وَاَخ۪يهِ اَنْ تَبَوَّاٰ لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ

“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.” [1]

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.

Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.    

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.

Hakkıyla edâ edilen namaz, insanı her türlü hayâsızlıktan ve kötülüklerin tüm çeşitlerinden alıkoyar.[2] Bu namaz okulu, mal ve parayla imtihanı kazanacak yeteneği kazandırdığı gibi, öğrencisine atalarının taptıkları putları terk etmesini de öğretir. [3]

Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: “Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!” Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı kılınıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikame edip onunla kurtulmak, evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yoludur bu.      

“Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.”[4]

Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için samimiyet testidir bu. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.    

Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok mu çok zor.  Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.

Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah’ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.

Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz. 

Ailelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması aile hayatıdır. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.    

Çocuk bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden pay alırlar, sevabına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.       

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, çocuklarının işleyeceği günahlardan onlar sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden veya onların bezlerine ayırdıkları masrafı, temizliklerine gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilirler.

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”[5]; “Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.”[6]

Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.” [7]

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Çocuğun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.   

Anne-babanın fiilen öğretmenliği, çocukları doğar doğmaz başlamaktadır. Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecektir. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir” diyor bilim.

İşte ana-baba, bir günlük çocuğunun kulağına ezan okuyor. “Allahu Ekber = En büyük Allah’tır” diyor. Çocuk büyüyünce yöneticilerin “en büyük benim” sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne şarkıcı veya artistler, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye, ezan okuyarak tevhid eğitimi veriyor. Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenâze namazında yine Allahu Ekber’le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin isteyeceklerdir. 

“Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar.”[8]

Fıtrat, Allah’ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. “İslâm”, yahut en azından “İslâm’a yatkınlık” anlamı taşır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki  “...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar” ifadesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifade, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızalı bir hayatın sebebi olarak sadece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.   

Hadiste “ebeveyni müslüman yapar” denilmiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman (fıtrat üzere dünyaya gelmiş). Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder. Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak ailede kazanılabilir.

Tek rabbim Allah’tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan[9] insanın temel görevi, Allah’ı tek rab kabul edip O’na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb’ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Tevhid, Allah’ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da ilahî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz’î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.  

Her doğan Allah’ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslam üzere devam ettirir yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, İlâhî prensip ve İslamî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.

“Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun.”[10] Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi -kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah’a inanmak ve O’na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah’a karşı gelmek demektir.

Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: “O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbımız! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbımız! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).” [11]

Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? 

Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir.[12] Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlakî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir. [13]

Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlaklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az-çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’  cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir.[14] Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda devamlı olması Kur’an-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir.[15] Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri[16] bu konuda başta anne-babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve iknâ gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.    

İslâm’ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.

Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.

Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven ana-baba, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yummaz.  

Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığını. Sahip çıkar İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden önce gelir onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verir; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretir ve sevdirir ona. Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap, dergi, CD diye sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışır. 

Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü, çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.

Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama sevincidir, umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister, fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek, kendi görevinde onlardan yardım beklemek, asli görevi bir süre için vekillere devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım.” Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plandadır. Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.        

Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması da insanı hasta eder. Bazı ana-babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.

Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.         

Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz. 

Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Kadının en saygın, en mübârek konumu, anneliktir. Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde “bir” iken; annenin hakkı “üç”tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine, ciddi, özgür ve özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.

 

Neler Yapılabilir?

“Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven ana, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.

Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.

Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.

Müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur’an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur’an’dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur’an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.

Âile eğitiminde anne-babanın, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi, her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Oyun ve oyuncak konusunun önemi eğitim açısından faydaları gözden uzak tutulmamalı, sevgi ve paylaşma zevki verilmelidir. Helâl-haram ayrımını aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmeli, medyanın zararlarından ve bilgi kirliliğinden korunabilmelidir. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. 

Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından Cumartesi ve Pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede 5-10 velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.

Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı  müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV., sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana-baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

Çocuklara, her şeyden önce Allah’ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:

a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,

b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,

c- Kur’an bilgisi; Kur’an’ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,     

d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli, yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir.

 Haydi, evlerimizi mescid; yani ma’bed, kurs, mektep ve okul yapmaya!

 

[1]  10/Yûnus, 87

[2]  29/Ankebût, 45

[3]  11/Hûd, 87

[4]  13/Ra’d, 11

[5]  66/Tahrîm, 6

[6]  64/Teğâbün, 15

[7]  Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20

[8]  Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264

[9]  66/Tahrim, 6

[10]  Abdürrezzak, Musannef IV/ 334

[11]  33/Ahzâb, 66-68

[12]  Bkz. İbn Mâce, Edeb 3

[13]  Tirmizi, Birr 33

[14]  İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158

[15]  20/Tâhâ, 132

[16]  Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182