EĞİTİM YARASINA PARMAK BASMAK

ÂYET:

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو قُآو نَْفُسَكُمْ وَهَْل۪يكُمْ نَار وَقُودُهَا لنَّاسُ وَلْحِجَارةَُ عَلَيْهَا مَلآئِٰكَةٌ غِلَاظٌ شِدَدٌ لَا يَعْصُونَ للّٰهَ آمَا مََرهَُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمًَروُنَ

“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır.” [1]

Câhilî sistemin her şeyi yapay, uydurma. Eğitimin kendisi gibi eğitim kelimesi de yapay ve uydurma. Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım. Eğitim kelimesi 1935 yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi de 1934 yılında, Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, kelime köklerinin sonuna “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen “ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tabir edilen söz cambazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan, paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu, toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen, çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar, kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş. Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği bir kurumlar haline getirilmiştir.

Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle, müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilkokuldan üniversiteye kadar, Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor. Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faaliyetini yap; hatta öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor. Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum ya da benim alternatifim yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor. Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.

Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi, özgürlüğü müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz. Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, bu okullara dayalı İslâm Ortookulları ve iki tane İslâm üniversitesi vardır. Birinin başında rektör olarak yıllardır Ahmet Akgündüz var. Türkiye’de İslâm Okulu diye okul açılsın; mümkün mü? Eğer açılmış olsa, bu “İslâm” sadece adının kullanıldığı Devlet Okulu olur, Devlet İslâmı’nın Okulu…

Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor. “Çocuğun yaramazlığından kurtulalım, okulda vakit geçirsin de ne olursa olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Camiye çocuğunu gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek mümkün değil. Ancak, mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Yahûdiler, ırkçılık öz güveniyle istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları ile ilgili sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu gösterecektir.

Çocuğu dört değil, on dört yönden kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde; eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor. Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz. Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır. Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde, uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.

Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Hangi okula gidecek; herhalde İslâm Okulu var da oraya gidecek değil. Yaşını bilince sınıfını da tahmin edersin. Neye önem verildiğinin göstergesidir bu tür sorular. Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.

Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz kıldığına şâhit olmak, yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet, bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı şekilde çalışsa büyük ihtimalle cenneti hak eder.

Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Bununla birlikte tekfir konusunu da çok ihtiyatlı işletilecek bir kurum olarak görmek gerektiğini ifade edelim.

Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.

Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.

Bugün; oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.

Bugün yapılması gereken, “falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?” diye fetvâ arayışı değil; askere gitmek zorunda kalanı ve alternatif çözüm bulamadığı için çocuğunu küfür uygulamalarından korumaya çalışan ebeveyni tekfir etmek değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur.

Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?

Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır.

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [2]

Normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olmak gerekir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.

Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[3] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.

Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[4] diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.

Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz.

O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?

Kendimiz veya yakınlarımız eğer çocuklarımızı okula gönderiyorsak, böyle tehlikeli durumdan korunup itikadımızı muhafaza etmek için;

Okullarda birinci iş olarak müşrik bir vatandaş yetiştirilmek istendiğini unutmamak,

İmkân ve gücü varsa, çocuklarını okula göndermemek, alternatif eğitim oluşturmak

Okulların hafta başı ve sonundaki törenlerine çocukları katmamak,

Resmî Bayramlara çocukları göndermemek,

Derslerde ve ders dışı etkinliklerde elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfürden şiddetle sakınmak,

Derslerde büyük tâğutu öven şiirler, okuma parçaları ve benzeri şeyleri okumamak,

Büyük tâğutu öven veya küfrü içeren ödevleri yapmamak

Okuldan geldiğinde mutlaka virüs taraması yapmak, Okulda öğrendiği yanlışları gösterip doğrularıyla yer değiştirmesini sağlamak, hafta sonları İslâmî eğitimi üzerinde titizce durmak.

Çocuklarımıza küçük yaşlarından itibaren tevhid akidesini öğretip sevdirmek, Kur’an’la tanıştırmak gerekir.

Cumartesi, Pazar günleri ve tatilleri çocukların İslâmî eğitimleri ve câhilî eğitimden arınmaları için gayret gösterip fırsatlar ve alternatif imkânlar oluşturmak.

Okul ve öğretmen tercihi yapmak, öğretmenin ve idarenin İslâm düşmanı olmayanlarını arayıp bulmak; gerekirse uzak bir okula kayıt yaptırmanın yollarını bulmak.

Çocuklarımıza Kur’an eğitimi verdirmek; Kur’an’ın metni ile birlikte mealini okutmaya çalışmak, evde Kur’an eğitimi yaparak Kitabımızın günlük hayatla ve kendimizle bağlantısını kurmaya çalışmak ve çocuğa da bu bakış açısını kazandırmaya gayret etmek.

Evlerimizi İslâm Okulu haline getirmeye çalışmak.

Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.

 

[1] ] 66/Tahrîm, 6

[2] ] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5

[3] ] 60/Mümtehine, 5

[4] ] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643

RAHMETTEN TÛFANA YAĞMUR, SU VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

ÂYET:

وَأنزَلْنَا مِنَ لسَّمَاء مَاء بِقَدَرٍ فَاأسْكَنَّاهُ فِي لْاأرضِْ وَإنَِّا عَلَى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَ

“Gökten belli ölçü ve miktarda bir plan dâhilinde ölçülü ve düzenli şekilde su indirdik de onu toprağa Biz yerleştirdik. Şüphesiz onu yok edip gidermeye de kadiriz.” [1]

Rahmeti zahmete çevirmekte insanoğlunun eline su dökecek yok. Zâten Nuh tûfânı da, İlâhî ve nebevî rahmeti takdir edemeyen insanın kendi çağırdığı ceza değil miydi? Suya hükmünü geçiremeyen, onunla yarışamayan, yağmura “yağ!” veya “dur!” diyemeyen, sellerin ve doğal âfetlerin ders veren zararlarını teknolojisiyle sıfırlayamayan insanın kendi âcizliğini ve tüm tabiatın/âlemlerin rabbine teslim olması gerektiğini kabul için, aslında çok zeki ve kültürlü olmaya gerek yok. Yaz kurak geçti diye şikâyet ederken, kışın ay boyunca yağan rahmetten de şikâyet eder zavallı insan. Tedbir almadığı, teknolojinin imkânlarını hayırlarda kullanamadığı için yazın kuruyan barajlarını, kışın köyler üzerine boşaltmakla çözümler(!) bulur. “Suyla yarıştığını” iddia ederek çizmeyi aşan şekilde reklamlarını yapanlar, -başka ülkelerde örnekleri olduğu halde- yağmuru üzerinde tutmayıp altındaki toprağa sızdıran asfaltlar düşünmezler. Ve insanoğlu, kendi fıtratının aksine hareketle dünyayı kendine zindan edip topluma da zulmettiği yetmiyormuş gibi, tabiattaki İlâhî kanunun/ sünnetullahın sınırlarını ihlâl edip çevreyi kirletmenin cezasını da tüm dünya insanlarına, hatta diğer mahlûkata da çektiriyor. Yeryüzünü ifsâd eden insan, ozon tabakasını da deliyor; karşılığını da global çölleşme ve iklimlerin intikamıyla çekiyor. Yeryüzünün halîfesi olan/olması gereken, tabiatla aynı Zâta kulluk yapan doğanın/çevrenin kardeşleri “muslih”ler tarih sahnesine çık(a) madığı için, onlar da “cezâsı, sadece zulmü işleyenlere has kalmayıp görevini yapmayan insanlara da şâmil olan fitne”nin kurbanı oluyor.

Tarih boyunca bütün büyük medeniyetler, su kaynaklarının etrafında kurulup gelişmiş, ne zamanın değişmesi, ne de teknolojinin ilerlemesi bu durumu değiştirebilmiştir. 21. yüzyılda da su, toplumların refah seviyelerinin yükselmesinde önemli faktör olma özelliğini koruyacaktır. Kurak ve yarı kurak ülkeler, hal-i hazırda su sıkıntısına girmiş durumda olup, görünen o ki, daha başka ülkeler de yakın gelecekte bu sayıyı artıracaklar. Çoğu fütürolog/ gelecekbilimci, yakın istikbaldeki nice savaşın “su savaşları” olacağını bekliyor, öngörüyor.

Su, her insanın her gün kullandığı vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Daha büyük su sıkıntısıyla karşılaşmamak için, suyu kullanan tüm kesimlere görevler düşmektedir. Öncelikle evde, sanayide, ziraat alanlarında ve diğer kullanılan yerlerde suyun bir damlası dahi israf edilmemelidir. “Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez.” [2]; “Müsrifler, şeytanların kardeşleridir.”[3]; “Ve onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisi arasında dengeli olur.”[4] Bir hadis rivayeti şöyledir: “Akmakta olan bir nehir kenarında bile olsa, suyu israf etmeyin.”[5] Kur’an ve hadisin getirdiği bu esaslara âhiret için olduğu kadar; dünya için de uymak zorundayız.

Yine, çevre kirliliği konusunda araştırmalar yapılarak su kirlenmesine karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Hz. Peygamber, 14 asır önce, durgun suya bevletmeyi ve su kenarına abdest bozmayı yasaklamıştı. “Sizden biriniz, durgun suya abdest bozmasın ve böyle bir suda cünüplükten dolayı yıkanmasın.”[6] Ne yazık ki, O’nun prensiplerine uyulmayıp, yasakladıklarının en kötüsü yapıldığından suyumuz da kirlendi, huyumuz da; tabii çevremiz de.

Su, içme ve bitkilerin sulanması yanında, önemli bir temizlenme aracıdır. Bazı ibâdetleri yapabilmek için farz olan abdest veya gusül abdesti ancak su ile alınır.[7] Abdest bir ibadettir de. Abdest, dışı temizlediği gibi insanı iç temizliğe de ulaştırır. Abdest nur; abdest üzerine abdest ise nur üzerine nurdur. Diğer yandan, namaz için giysilerin, bedenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması da şarttır. Temizliğin de su olmadan mümkün olmadığı bir gerçektir. “Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor.”[8] Suyun fazla olmadığı bölgede yayılmaya başlayan dinin su ve su ile temizlik konusunu öne çıkarması, suyu aramayan, sudan ve rahmetten kaçan Batı insanına bir ufuk açması gerekmez mi?

SU VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Çeliğe su verince kuvvetlenir. Tohuma, çiçeğe su verince filizlenir, dallanıp budaklanır. Çölde kalmış bir yolcuya su verirseniz, hayat vermiş olursunuz. Kıraç topraklar, çölleşen yer, suya hasrettir. Yanan gönüller, çorak sineler, kuru gözler, kuruyan ruhlar, gökyüzünden bir meltem gibi yumuşak ve sessiz sessiz akacak rahmeti beklerler.

Dünya denizinin üzerinde yüzmesi gerekirken gemimiz suyu içine/gönlüne aldı. Bu hırs sonucu, üstünde yüzecek temiz sudan da mahrum kaldı. Artık karaya oturan gemimiz, S.O.S. sinyalleri saldı.

“Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi;

Anne, seccâden gelsin, bize duâ et, e mi?”

Su, insanoğlu ve diğer canlılar için ne büyük lütuf. Şırıl şırıl sesi, çevresini yeşillendirip serinletmesi, tozu toprağı yatıştırıp her türlü kiri, pisliği temizlemesi, kuruyan dudakları ıslatıp içene can katması, çatlayan toprağı doyurup pörsüyen bitkilere hayat vermesi, bu lütuf zincirinin halkaları. Su, adına kasideler yazılan nimettir: Âlemlere rahmet olarak gönderilen zatla,[9] rahmet olarak inzal olan yağmurun[10] arasında güzel bir bağ kuran, Peygamber sevgisini su sevgisiyle simgeleştiren na’tların en güzellerinden biri Fuzuli’nin “Su Kasidesi”dir. Su, Yüce Beyan’da cennetin güzellikleri arasında sık sık yer alan hediyedir: “İman edip sâlih amel işleyenlere, altından (içinden) ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!” [11] Su, Nebî’nin (s.a.s.) parmağında bereketlenip çeşme gibi akan mûcize...

Kur’an, semâdan inzâl edildiği gibi; yağmur da yine semâdan (yukarıdan, üstten) inzâl edilmiş/indirilmiştir. Her ikisi de rahmettir. Bir çiçeğin, bir gülün semâdan inen rahmete/yağmura ihtiyacı vardır; yoksa bir ot yığını, bir diken parçası olur, ölür gider. Bir insanın da semâdan inen rahmete/Kur’an’a ihtiyacı vardır; yoksa canlı cenazeye, elbiseli oduna benzer, rûhen ölür gider. Su, hayat kaynağı olabilir; Kur’an ise âb-ı hayattır/ölümsüzlük suyu. Kur’an nağmelerinin ruhu coşturması gibi, su sesi de insana huzur verir; İkisi de Allah’ın kitabıdır çünkü. Birini içmeye başlarken “Elhamdü lillâh...” deriz; diğerini içtikten sonra. Kur’an çeşmesi cehennemimizin ateşini söndürecektir; suyun ateşi söndürdüğü gibi.

Aslında biri yanıcı, biri yakıcı olan iki elementin birleşmesinden, ateşi söndüren bir sıvı yaratması; zıtları birleştiren, acıya tat, çileye zevk katan bir Zât’ın muhteşem sanatının ayrı bir görüntüsüdür. Bilindiği gibi hidrojen yanıcı bir gaz; oksijen ise yakıcı. Ama su; gaz da değildir; Hidrojenin zehirli bir gaz ve öldürücü bomba olduğu, ağırlıklı oranda ondan meydana gelmiş suyun ise tatlı ve ihya eden olması gibi.

Hangi insan, evinin bahçesinde bir çağlayan olmasını istemez; ya da güzel bir nehir kenarında köşk? Öyleyse iman ve sâlih amellere sarılsın suyun o güzel görüntüsü ve şırıltısı Cennette onu bekliyor. Tabii, bir de kevser; Rasûl’ün sunduğu rahmet çeşmelerinden dünyada içenler için. Tabii insan özgür: Zakkum, irin ve kaynar suyu da tercih edebilir; dünyada onca temiz içecekleri bırakıp alkolü tercih ettiği gibi. Zemzem: İsmail’in hâtırası. Can suyunu, kanını sevdiğine seve seve vermeye hazır olana En Sevilen’ in cevabıdır/ikramıdır o mübarek su. Ama insan, mecbur değil, şeytanın sunduğu süslü kadeh içindeki zehir, bazılarının tercihidir; özgürlük var, zevklere karışılmaz.

İnsanımızın Selsebil özlemidir sebil. Müslümanlar, Kerbelâ’nın ne demek olduğunu bildiklerinden düşmanlarının bile rahmetten mahrum olmasını istemezler. Eskiden beri müslümanlar, adım başına çeşme yaptırmışlar, soğuk su temin edip adına sebil demişler. Sebil, sebîlullah’ın kısaltılmışıdır; rahmeti kısa yoldan elde etmek için, kestirmeden rahmet sunmaktır bu. Frengistan’da ve oralara özenen yerlerde göremezsiniz sebilleri. Oralarda her şey paraya endekslenmiştir. Ve artık, su bile “sudan ucuz” ,”su gibi ucuz” değildir. Onlar, sudan para kazanıp sudan konularla uğraşsın, havadan sudan dem vursun, kasalarını doldurup su gibi para harcama sevdasında olsunlar, musluklarından şarap akan otellerde konaklasınlar. Ve müslümanları bir kaşık suda boğmak istesinler. Unutmayalım, imtihan çeşmesi olmaz bir; “Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.”

“İbrik ü leğen mâden-i vâhidden iken,

Birinde su pâk, birisinde nâ-pâk.”

Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazap yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebû Cehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur’an’ın mü’minlere şifâ ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsran/ziyanlarını arttırdığı[12] gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifçe yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olup yağmasını da bil, suya düşman olanların tepelerine. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tûfan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh’un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tûfanla helâk. Mûsâ’nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıl Denizde boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırât-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.

Bazıları hayat boyu suyu arar; bilmez ki, “vermez suyu, ipsize kuyu”. Bazıları da serabı su zanneder; Zehri şerbet sananlar gibi. “Su gibi aziz olmak” için izzeti doğru yerde aramak gerekir. “Suya sabuna dokunmadan” temizlenmek, tertemiz insan olmak mümkün değil; bazı bedelleri, zorlukları olsa da rahmet deryasından yararlanmak için “derine dalmak” , fincancı katırlarını ürkütmek, su kenarındaki kurbağaları bağırtmak pahasına da olsa suya sabuna dokunmak, başkalarına da suyu sabunu ulaştırmak gerekir. Öyle demiş şair: “Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan?” Ne? “su uyur, düşman uyumaz” mı? Uyanık suları, uyandıran, akıp coşan ve çağlayan suları çok gördük; düşman da uyumaktan çok uyutma sevdasında. Dinle bak, yağmur/rahmet sesi, seni uyandırmak için gökten sana ulaşıyor. Unutma, su götürmez bir hakikat şu ki, zaman su gibi akıp gitmekte.

Bu fırtınalı kış günlerini cennet gibi bir bahara çevirecek, susuzluktan kuruyan dilimize, kavrulan gönlümüze yeniden hayat verecek suya kavuşmak için hayat kaynağını, rahmeti uzaklarda aramaya gerek yok; işte yakınımızda, evin duvarında. Gerçekten Şirin’imize, şirin bir şeye/birr’e kavuşmak için dağları delip, ardındaki suyu insanlara sunmamız gerek: “Vur kazmayı Ferhat!

Çoğu gitti, azı kaldı.”

HAYAT VE ENERJİ KAYNAĞI

“Allah, bütün canlıları sudan yarattı.”[13] Su, bilindiği gibi, iki hidrojen ve bir oksijenin bileşiminden meydana gelen sıvıdır. Yeryüzünde insan, hayvan, bitki ve tüm canlıların ana yapı oluşum unsuru ve varlıklarının devamı için kullanmak zorunda oldukları İlâhî rahmet ve kaçınılmaz maddedir. İnsan vücudu, zarif siluetinin altında onu teşkil eden hücrelerin doldurduğu ve içinde yüzdükleri, yürüyen bir göl veya denizdir. İnsan, içinde yaşadığı göldeki suyu her gün birkaç bardak harcar, parçalar, atomlarına ayrıştırır, kullanır ve vücudundaki artıkları temizler, dışarı atar. Bu harcanmış su, her gün, birkaç defa temiz olarak yerine konmuş olmalıdır. Hayat, sağlıklı yaşama, öncelikle bu esasa dayanır. Bu gerekli günlük ihtiyacı yerine koyamayan insan, vücudunu oluşturan hücrelerin ateşten kavrulduklarını hisseder. Vücut yanmaktadır; içilen bir bardak su, bu yangını söndürürken, en büyük ferahlığı verir, inançsıza ve müşriğe bile “ooh, çok şükür Allah’ım” dedirtir.

Dünyanın üçte ikisinin su olduğu bilinmektedir. Benzer bir durum, insanlar için de söz konusudur ve insanların % 50-70’i sudur. Kanın, % 83’ü, gelişen embriyonun % 90’ı sudur. Kasların % 75’i, böbreklerin %82’si, beynin %74,5’u, kemiğin % 22’si sudur. Su, sürekli olarak vücut yüzeyinden buharlaşıp atmosfere karışır.

Suyun meydana gelmesi dünyaya gerektiği kadar depolanması bir tesadüf değil; ince hesapların sonucudur. Suların en derin yeri, on bin metreyi biraz aşarken, en yüksek dağ, 9 bin metreye varmaktadır. Yüksekliklerle çukurların dengeli kurulması ve yeryüzünün şekillenmesi bile bir sanat eseri olduğu gibi, suların bütün kara parçalarını işgal etmemesi de İlâhî bir plan neticesidir.

Yeryüzüne her saniye ortalama 16 milyon ton su inmekte, aynı miktarda da yeryüzünden buharlaşmaktadır. Modern bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, 1400 yıl önce Yüce Rehber tarafından: “Her sene, yeryüzüne inen su miktarı eşittir. Sadece, suyun indiği yerler muhteliftir.” şeklinde ifade edilmiştir. Tabii ki, yağış miktarı her yerde aynı değildir.

“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu) depolayamazdınız.”[14] Bu ayetle, ayrıca yeraltı sularına dikkatlerimiz çekiliyor. “Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk.”[15]; “Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine) deliller vardır.” [16]

Rüzgârın dindiği ve yağmur damlalarının toplu halde, o nâzik ve nâzenin çiçekleri, binlerce küçük hayvancıkları incitmeden yavaşça yere indiği bahar yağmurları ne kadar huzur vericidir. Fakat herhalde, karşımızdaki bu nefes kesici manzarayı seyrederken yağmurun tatlı nağmelerini dinlerken, damlaların hangi halde bize bu tabloyu sunduklarını düşünmüş olsak bile, bizim bu konuda fazla bilgimiz yoktur.

Yaratıcı’nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Kezâ, dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.

Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı’nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile, aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet’ten gönderildiği hem câhillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu İlâhî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir. [17]

Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz’i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz’i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yer altı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır.

Bulutlar için, tencereden çıkan buharı örnek verirler. Burada unutulan hususlar şunlardır: Nasıl ki bir tencere, tencerenin içinde su var ve bu su, sobanın üzerine konmuş, soba da yakılmışsa... Yeryüzü sularını, su yatakları denen kaba koyan, güneş ısısı ile bunu buharlaştıran bulunmalı ve bilinmelidir. Yani suyun teşekkülünden tutunuz, buharlaşmasına kadar bütün süreç, bir tertip ve nizam içinde yürümektedir. Bu nizamı koyan kimdir? Sular, en fazla yazın buharlaşır. Fakat en kurak mevsim de yaz aylarıdır. Buharlaşma, deniz ve okyanuslarda daha fazla olmasına rağmen, buralara daha fazla yağmur yağmıyor; suya ihtiyacı olan ormanlık alanlarda yağış fazla oluyor. Bu örneklerden anlıyoruz ki, bir yerde buharlaşan sular, gökyüzüne yükselip, rüzgâr arabasına bindirilip, bir plân dâhilinde sevk ediliyor, yaprakları buruşan, hal dili ile su isteyen bitkilerin imdadına yetiştiriliyor. Bitkilerin bulunmadığı yerlere yağmurun az yağması gösteriyor ki, ormanlar yağmur çekme bakımından da bir hazinedir.

Yükselen buharlar başıboş bırakılmıyor. Onlar belirli yerlerde toplanıp, belirli yerlere sevk edilince, o bölgenin rasathanesi “bugün falan yere yağmur yağacak” diye bildiriyor. Artık yağmur o beldenin sınırına gelmiştir. Nasıl ki radarlar, yaklaşan uçağı yakalayıp haber veriyorsa, meteoroloji istasyonlarındaki âletler de, yaklaşan, hatta içeri giren buharı, yani rutubeti haber veriyor. Böylece yağmurun yağacağı anlaşılmış oluyor. “Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?” “Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?” “Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?” Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle “felâket!” Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?

“Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır.” Bir yağmur damlasının buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nâzenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini göstermez mi? [18]

Suyun terkibi belli; iki hidrojen bir oksijenden oluşmuş. İyi de, teknolojiyi putlaştıran insanoğlu, laboratuvarda üretsin suyu, yağmur beklemesine ne gerek var? “De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?”[19]; “İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık.

Şükretmeniz gerekmez mi?”[20]

Bütün yaratıklara rızkını veren Rabbimiz, mahlûkatını rızıklandırmak için öyle mükemmel, öyle hoş ve güzel, aynı zamanda akla durgunluk veren öyle muhteşem bir sistem kurmuş ki, hayran kalmamaya imkân yoktur. İncelediğimizde, bu sistemin ne kadar ince bir hesabın eseri olduğunu ve ne kadar ustalıkla uygulanmakta bulunduğunu görür ve hayranlıkla yaratıcının büyüklüğünü kavrarız. “De ki; gökten yağmur göndererek bitkileri çıkarıp size rızık (olarak) veren kimdir?”[21] Bilindiği gibi, yiyeceklerimizden çoğunu Allah’ın büyük lütuflarından olan yağmur sayesinde sağlarız. Eğer yağmur olmasa, akarsularımız da olmaz. Akarsu ile sulamamız da imkânsız olur.

Kurak geçen senelerde çekilen su sıkıntısını hepimiz biliriz. Kuraklığın devamlı olduğunu düşünün, halimiz ne olurdu? Arz üzerinde bitki namına bir şey kalmaz ve bulunmazdı. Yağmuru yağdıran, topraktan bitkilerin ve gıdamızı teşkil eden hubûbat, sebze ve meyvelerin yetişmesini sağlayan Cenab-ı Hak’tır. Çeşitli gıdalarımızın her biri yaratılma ürünü olduğu gibi, toprak tarafından tekrar tekrar verilmesinin nasıl meydana geldiğini düşünelim. Eğer bu çeşitli gıdalar yaratılmamış olsaydı, ya da toprak bunları yetiştirecek imkâna sahip kılınmamış olsaydı, bunları nereden, nasıl elde edebilirdik? Eğer gökleri yaratıp oradan yağmuru indirmese, toprağı yaratıp bunları yetiştirecek özelliklere sahip kılmasaydı hiç birini elde edemezdik. Onun için ne kadar şükretsek yeridir.

Yağmurların dizginini elinde tutan, kar’ın dizginini de elinde tutuyor. Bir arabacı, atın dizginlerine sahip olup, arabasını nasıl istediği yere sevk ederse, bulutları rüzgâr atına bindiren, onun dizginini tutan, yükseliş ve alçalış mesafelerini ayarlayan, bir de kar tanelerini hem tane tane yağdırıp hem de bunların birbirine yapışarak çığ gibi başımıza düşmesini önlüyor, hem de düşen kar tanelerinin her birini süslüyor ki, görüp de ibret alalım.

Kar yağdığı sıralarda, önceden hazırladığımız siyah mukavva cinsinden bir cismi, karın altına tutsak, yağan kar tanelerine büyüteçle baksak, altı köşeli, sekiz köşeli kar taneleri göreceğiz. Bir genç kızın çeyizine işleyeceği nakışların en güzellerinin bu kar tanelerinde bulunduğuna şâhit olacağız. Kar taneleri, mükemmel geometrik şekilleriyle âdeta gökyüzü çiçeklerine benziyor. En usta desinatörlerin elinden çıkmış hârika motifler gibi, her birisinin girift yapıları var. Bir tanesini bile en dâhî mimar, dakikalarca uğraşmadan çizemeyeceği halde, Cenab-ı Hak, milyarlarcasını her saniyede şekillendirip, eşit ağırlıklarda kesip yeryüzüne gönderiyor.

Hem de hiç biri, diğerine benzemeyen orijinal nakışlar. Evet, bu konuda araştırmacıları ve özel tekniklerle kar kristallerinin fotoğrafını çeken şahısları hayretlere düşüren bir gerçek o ki, hiçbir kar kristali, birbirine benzememektedir. Amerikalı Vilson Bentley, 1885 yılında kar tanelerindeki akıllara durgunluk verecek muhteşem sanat karşısında âdeta büyülenmiş ve 50 yıl boyunca sürekli kar resimleri çekmeye kendini mecbur hissetmiş, çektiği 6000 fotoğraftan seçmeler yaparak yayınlamıştır. Orijinal kar kristallerinin bu gizemli ve ihtişamlı özellik ve güzelliklerinin anlaşılmasından sonra, bunların fotoğraflarını çekmek, âdeta bir sanat haline gelmiştir. Bu durum; sesleri, simâları veya parmak uçlarını ayrı ayrı mühürleyen İlâhî kudretin, kar tanelerindeki tecellisidir ve hiçbir hâdisede en ufak bir tesadüf olmadığının, kar taneleri sayısında isbatıdır. Evet, her bir kar kristali, gökyüzünden inen muhteşem bir tablo kadar sanatlıdır ve su zerrelerinden meydana gelen bu tablolar, yine bir su zerresinden yaratılan insanoğluna yaratıcısını göstermeye yeterlidir. İngiliz bilim adamı, 24.000 kar tanesi üzerinde yaptığı araştırmada hiç birisinin birbirine benzemediğini ve hepsinin hârikulâde motiflerle süslendiğini görüyor ve sonunda şu kanıya varıyor: Dünyanın yaratılışından bu yana yağan kar tanelerinin hiçbirisi birbirine benzemiyor. [22]

Yağmakta olan kar tanelerini alıp incelediğimizde yeni yeni şekiller görmek kaçınılmaz. Sanatkârı takdir etmemek ise mümkün değil! Her yarattığını, özellikle insanı, benzeyen özellikler içinde benzemeyen nice farklarla yaratan evrenin muhteşem sanatkârı için, milyarlarca kar kristalini ayrı ayrı güzellikte ve desende Bedî’ ismiyle, orijinal biçimde yaratmanın hiç de zor olmadığını, günümüz bilimi, görmek isteyen her göze fotoğraflayıp göstermektedir.

Yağmur ve kar, fırtınalı havalarda dahi yağarken, birbirleriyle çarpışmaz. Eğer çarpışsa yeryüzüne gelinceye kadar dev kütleler oluşturup bizlere zarar vereceklerdi. Bu da kütlelerinin en hassas terazilerin ölçemeyeceği hassasiyette birbirine eşit olduğunu gösteriyor. Zira birbirinden ağır maddeler düşerken ağır olanı daha hızlı yol alarak önünde bulunana çarpabilir. Ve kar tanelerinde de birleşme özelliği olduğundan zararlı kütleler oluşturabilirlerdi. “O’dur ki, her şeyi güzel yarattı.”[23]; “Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor.”[24]; “O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.”[25]

 

[1] ] 23/Mü’minun, 18

[2] ] 7/A’râf, 31

[3] ] 17/İsrâ, 27

[4] ] 25/Furkan, 67

[5] ] İbn Mace, Tahâret 48

[6] ] Buhârî, Vüdû’, 68; Müslim, Tahâre 51

[7] ] Bkz. 5/Mâide, 6 ve 4/Nisâ, 43

[8] ] 8/Enfâl, 11

[9] ] 21/Enbiyâ, 107

[10] ] 7/A’râf, 57

[11] ] 2/Bakara, 25

[12] ] 17/İsrâ, 82

[13] ] 24/Nûr, 45

[14] ] 15/Hıcr, 22

[15] ] 23/Mü’minun, 18

[16] ] 2/Bakara, 164

[17] ] Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323

[18] ] Hekimoğlu İsmail, H. H. Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y. s. 279-280

[19] ] 67/Mülk, 30

[20] ] 56/Vâkıa, 68-70

[21] ] 10/Yûnus, 31

[22] ] Servet Engin, Muhteşem Sanatkâr, Adım Y. s. 41

[23] ] 32/Secde, 7

[24] ] 8/Enfâl, 11

[25] ] 2/Bakara, 22

BUNCA NİMET, BUNCA ŞİKÂYET;  ŞÜKRETMEYEN BİR

TOPLUM OLDUK

ÂYET:

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو كُلُو مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزقَْنَاكُمْ وَشْكُروُ لِلّٰهِ نِْ كُنْتُمْ يَِّاهُ تَعْبُدُونَ

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin; eğer siz gerçekten yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” [1]

وَسَيَجْزيِ للّٰهُ لشَّاكِر۪ينَ

[2]“...Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” مَا يَفْعَلُ للّٰهُ بِعَذَبِكُمْ نِْ َشَكَرتُْمْ وَمَٰنْتُمْۜ وكََانَ للّٰهُ َشَاكِرً عَل۪يماً

“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size neden azap etsin! Allah

Şâkir’dir, Alîm’dir; şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” [3]

HADİS:

“Mü’minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine vergidir/özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü

bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.” [4]

“Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen, O’na şükretmemiştir.” [5]

“İnsanlara karşı hamdetmeyen (teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan insan, Allah’a karşı da hamdetmez.” [6]

Kitabımızın ilk âyeti “Elhamdü lillâh” diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi, ama gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı.

“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”[7] Hamd ve şükür zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası sıkıntılar ve özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” [8]

Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslamî geleneğimizde “nasılsınız?” sorusuna cevap “elhamdü lillah” idi. Şimdi, beylik bir “iyiyim”den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Rivayete göre; Medine çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Peygamberimiz, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: “Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel!”[9] Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah’ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel’in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.[10] Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların şükür ve hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör.[11] Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.

ŞÜKÜR VE NANKÖRLÜK, İNSANIN YÜZÜNDEN OKUNUR

Şükür ve Hamd, Hayata Gülümsemektir. Şükür, insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Henüz ölmediğimiz, nice hastalardan daha sıhhatli olduğumuzu, hastahane ve mezarlık aynalarında görebiliriz. Şükrü artırdığı için bu ziyaretlerin önemi vurgulanmış. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi şükre götürür. Dilimiz şükrettiği gibi, yüzümüz de her an şükretmelidir. Yüzün şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemâil kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi’nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.

“Rasulüllah (s.a.s.) geceleri ayağa kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdi.[12][13] Rasûlullah’ın gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbiyle baş başa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. “… Allah’a yemin olsun ki, benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız!”[14] buyuran o büyük zatın insanların içinde, çevresine huzur ve saadet dağıtan tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O’nu örnek alması gereken mü’min, içinden dua, haşyet, takva, İslam’ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.

İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli, hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü’minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslam, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâpla deviren peygamber nizamının ve o çağın adı “asr-ı saâdet”, yani mutluluk çağıdır. Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan’dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın dolu tarafını görür. Ama, gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır.

Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik. Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha fecîsi, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız... olabilirdik.

Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibadetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara şükredilmez de ne yapılır?

Şükür insanın ruh ve gönül âleminden coşan şükrandır. Bu şükran duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah’la olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün organlarımızla uyumlu olarak şükür vazifesini yerine getirmesiyle kendini gösterir.

Şükür, sadece bize ait özel nimetlere yapılması gerektiği gibi, genel nimetlere de yapılmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de bu genel nimetlere vurgu yapılarak bunlar üzerinde düşünmemiz, Allah’ın bu âyetlerini okumamız ve şükretmemiz emredilir. Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de şükür edilir ki, insanın Rabbı ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd ve şükür edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı’yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım.

Kemal derecesinde bir şükrün üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah’tan geldiğini bilmek, O’nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O’na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibadet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele), ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah’ın nimet ve ihsanını düşünüp O’nun rızasını istemek) ve sonunda şükür (El-hamdü lillâh demek).

Hayatta zorluklar var. Sıkıntılar, gerçekleşmeyen istekler, hallolmayan problemler var. Ama hayatın güzel tarafları da çok. Zorlukla beraber kolaylık; sünnetullah, Allah’ın vaadi. Yine kolaylık istiyorsak, zorlukla beraber; unutmayalım. Zahmetsiz rahmet yok. Sıkıntılar, acılar hayatın tuzu, biberi; heyecanı, mutluluk kaynakları. Monotonluktan kurtaran, eksikliğini yaşadığımız şeylerin değerini öğreten hikmetler…

Hayat mücadelesinde hatalar yaptık, ama doğrularımız Allah’ın izniyle daha çok oldu. Kötü günlerimiz yanında iyi günlerimizin daha çok olduğu; hastalıklı günlerimiz yanında sağlıklı günlerimizin daha fazla olduğu gibi.

Hayatta ister yenelim, ister yenilelim. Ulu hakem, hükmünü, bizim oyunu ne kadar dürüst oynadığımıza göre verecektir. Yani, Pollyannacılık oynamalıyız; mutluluk oyunu. Dünya hayatı zaten oyundan ibaret, para, mal-mülk hep oyuncaklarımız. Çocuklar yapboz evlerle oynuyor, büyükler betondan evlerle; çocuklar nylon arabalarla oynuyor, büyükler sactan arabalarla. Çocuklar plastik bebeklerle oynuyor, büyükler büyük bebeklerle…

Dünya denilen salon, bir tiyatro sahnesi... Hepimize kader, ayrı ayrı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu fâni dünya sahnesinde, rolümüzden şikâyet edip illâ başrol oyuncusunun rolüne veya zengin rolüne özenmek değildir önemli olan. Usta sanatkâr, kendisine ne rol uygun görülmüşse o rolü beğenmezlik yapmaz; topal rolü verilmişse o rolün hakkını verir; fakir ve garip rolünü en güzel şekilde oynar. Hepimiz kendimizi, kendimize biçilen rolümüzü oynuyoruz. Doğru olan; bize uygun görülen rolü en güzel oynamak ve Yüce Yönetmen ve senaristten ödül almaktır. Unutmayalım, sahnedeki oyun uzun sürmez. Perdeler (gözler) kapanmak üzere. Sonra oyunu nasıl oynadığımız ortaya çıkacak, notlarımız verilecek.

 

[1] ] 2/Bakara, 172

[2] ] 3/Âl-i İmrân, 144

[3] ] 4/Nisâ, 147

[4] ] Müslim, Zühd 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, Müsned V/24

[5] ] Abdürrezzak; Beyhakî, Şuabu’l-İman; Kenzu’l Ummâl, 3/6419, s. 255

[6] ] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizû, Birr 35

[7] ] 20/Tâhâ, 123

[8] ] 14/İbrahim, 7

[9] ] Bu olay, Havarileriyle gezinen Hz. İsa için de sözkonusu edilir.

[10] ] 17/İsrâ, 44

[11] ] 14/İbrahim, 34

[12] ] Buhâri, Teheccüd 6, 2/63; Tefsir-Fetih 1, 6/169, Rikak 19, 8/124; Müslim, Sıfatü’l Munafikîn 18, 79, Hadis no:

[13] , 4/2181; Tirmizî, Salât 304, Hadis no: 412, 2/268; Nesâi, Kıy. Leyl 17, 3/178

[14] ] Tirmizî, Zühd 9, hadis no: 2313; İbn Mâce, Zühd 19, hadis no: 4190

Pazartesi, 01 Mart 2021 08:44

42.HUTBE: CİHADA BAKIŞ

Yazan

CİHADA BAKIŞ

ÂYET:

ۜ فَضَّلَ للّٰهُ لْمُجَاهِد۪ينَ بِامَْوَلِهِمْ وَنَْفُسِهِمْ عَلَى لْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ َ

“Allah, mallarıyla, canlarıyla mücâhede edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.” [1]

آيَا يَُّهَا لذ۪ينَ مَٰنُو هَلْ دَُلكُِمْ عَلىٰ تِجَارةٍَ تُنْج۪يكُمْ مِنْ عَذَبٍ لَ۪يمٍ تُـؤْمِنُونَ باللهِ وَرسَُولِه۪ وَتُجَاهِدُونََّ ف۪ي سَب۪يلِ للهِ بُّامَْوَلِكُمْ وَنَْفُسِكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ نِْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَِۙ يَغّْٰفِرْ لَكُِمْ ذُنوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍّٰ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا لْانَْهَارُ وَمَسَا كِنَ طَيِّبَةً ف۪ي جَنَّاتِ عَدْنٍۜ ذٰلكَ

لْفَُوْزُ لْعَظ۪يمُۙ وَخُْرىٰ تُحِبُّونَهَاۜ نَصْرٌ مِنَ للّٰهِ وَفَتْحٌ قَر۪يبٌۜ وَبَشِّرِ لْمُؤْمِن۪ينَ

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.” [2]

HADİS:

“Siz cihadı terk ederseniz; Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla) dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz.” [3]

Mü’min için hayat iman ve cihaddır. İman; İslâm Dininin itikadî, sosyal, ekonomik, hukukî ve ahlâkî düsturlarının bütününe gönülden inanmak ve bunu açıkça ikrar etmektir. Cihad; Yüceliğine inanılan bu İlâhî nizamı ferdî, âilevî ve sosyal hayatta ve bütün insanlığa hâkim kılma gayretidir. Cihad, insanın tüm hayatını kuşattığı gibi, günün hemen her ânına da yayılabilecek geniş kapsamlı bir kavramdır. Kâfir, müşrik ve münâfıklara, fâsık ve zâlimlere karşı cihad olduğu gibi, şeytana ve onun içimizdeki temsilcisi olan kötü arzulara, hevâya karşı da cihad olur. Kötü âdet ve çirkin alışkanlıklara karşı cihad olduğu gibi, cehâlete karşı da, hak ve hakikate çağrı, iyilikleri tavsiye olarak da cihad sözkonusudur. Hangi sebeple olursa olsun, cihad ibâdeti mü’minler için günlük ibâdetler kadar sık sık tekrarlanabilen, sebepleri ortadan hemen hemen hiç kalkmayan bir ibâdettir.

İslâm’ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın saâdet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşerî sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumul/ evrensel bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir. Yeryüzünde zorbalar, bâtılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm’da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber, kendisine hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, “İman ve Allah yolunda cihad” buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gâzîlik ve şehidlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok âyet ve hadis vardır.

Cihad için devrin gerektirdiği ve kullanılması meşrû/câiz olan her çeşit ve en üstün (düşmanları korkutacak) silâhlara sahip olmak Kur’an’ın emridir.[4] Günümüzdeki savaşların sadece harp cephelerinde olmadığını bilmek, evlere kadar yayılan savaş araçlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Mü’min, hangi imkân ve nimetlere sahipse, onları Allah yolunda kullanarak cihad yapabilir. İlim sahibi ilmiyle, zengin parasıyla, bileği kuvvetli olan gücüyle, alın teriyle, lisanı veya kalemi güçlü olanlar, bu araçlarla cihad yapabilir/yapmalıdır. Savaş meydanlarında cihad yapıldığı gibi, evlerde, işyerlerinde, okullarda, sokaklarda ve hemen her yerde de cihad yapılabilir. Allah, verdiği nimetleri nereye kullandığımızı soracağına göre, bu bilinçle her imkânın Allah’ın emâneti olduğunu unutmayıp, onları esas sahibinin istediği alanda kullanmak, hâin damgası yemekten kurtulup; mücâhid ismi almak için gereklidir. Cihad, kendini ve imkânlarını Allah’a adamak, O’nun yolunda kullanmaktır. Allah yolunda bitmeyen mücâdele ve çabanın, meşrû her yola başvurularak yapılan çalışmanın adıdır cihad. Hakkı tebliğin, Hakkı hâkim kılma gayretinin ve bâtılla mücâdele çabalarının ortak kavramıdır cihad.

İslâm, bir değişim ve dönüşüm esası, bir inkılâp mefkûresi ve hareketidir. O yüzden, yeryüzündeki bütün bâtıl sistemleri kaldırıp yerine Allah’ın hükmüne göre düzenlenmiş sistemi koymak ister. Müslüman bu evrensel inkılâbı gerçekleştirme mücâdelesi içinde yorulmak bilmeyen sonsuz çalışma adamıdır. Her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp çabalar dururken müslüman da, kendine hayat veren dini uğrunda çaba sarfedecek, kendisi dâhil her şeyin sahibi yolunda canı dâhil her şeyini fedâ edebilecek, her çeşit güçlük ve meşakkatleri göze alıp gayret edecektir. İşte bu cehdin, adamanın, mücâdelenin, çalışmanın adı cihaddır. Mukaddes bir amaç uğruna ortaya konulan fiilî, fikrî ve kalbî her tür çabanın ortak ismidir cihad. Bir insanın başkalarına huzuru, mutluluğu, kurtuluşu taşıma gayretidir cihad. Dünyada dâru’l-İslâma, âhirette dâru’s-Selâma ermenin yolu, sürekli cihad üzere bulunmaktan geçer.

Kur’an; birtakım mal, evlât, kazanç ve dünya hayatı endişeleriyle cihadı terk ettiklerinde mü’minlerin başına büyük felâketlerin geleceğini haber verir. Cihad, mü’mini sürekli tetikte tutan ve onu yere çakılıp kalmaktan alıkoyan terkedilemez bir aksiyondur. Cihaddan kaçma veya cihad etmeme düşüncesi münâfıklık alâmetidir. Mü’minlerin toptan cihadı terk etmeleri, yavaş yavaş kendilerinden imanın da gitmesi sonucunu doğurur. Bunun neticesinde yeryüzünde büyük bir fitne baş gösterir ve bu da insanlığın sonu demektir.

Küfrün, şirkin ve dolayısıyla fitne ve fesâdın hâkim olduğu bir toplumda bir mü’min tek başına da olsa cihadla yükümlüdür; çünkü mü’minin hayatı iman ve cihaddan ibârettir. Bu cihad, önce delille, güzel sözle, hikmetle ve öğütle anlatmayı içine alır. Bu, toplumsal planda cihadın ilk merhalesi olduğu gibi, bir kişiyi İslâm’a dâvet için yapılacak cihadın da ilk aşamasıdır. Bunu bir basamak olarak almaktan çok, her zaman gerekli bir yöntem olarak düşünmek daha doğru olacaktır.

Mücâhid, her şeyden önce bir dâvâ adamıdır. O, sadece işiyle gücüyle meşgul olan sıradan, herhangi bir kişi değildir; onun idealleri, beklentileri, ümitleri, hayalleri, rüyaları... içinde yaşadığı kalabalıklarınkinden farklı olduğu gibi, yaşayışı, çaba ve gayreti de kâfirlere değil, Peygamber ve ashâbına benzeyecektir. Gâyesi için çalışmayan, dâvâsı için yaşamayı ve gerektiğinde ölmeyi bilmeyen kimse bırakın mücâhid olmayı, dâvâ adamı bile sayılmaz. “(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” [5]

İslâm, bize anlatılamaz çileler karşılığında ulaşan mukaddes bir emânettir. Asr-ı Saâdetten beri çok büyük meşakkatlerle korunmuş, her türlü fedâkârlıklarla bu sancak bize ulaşmıştır. Peygamberimiz dâvete ilk başladığı andan âhirete göç edinceye kadar hep cihad halindeydi. O’nun izinden gidenler de aynı yola baş koymuşlardı. “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Onlar miras olarak ancak ilim bırakırlar.” [6][7]

Peygamber’in mirasına sahip çıkmayan kimsenin kuru bilgisi, onu “âlim” kabul etmeye yetmeyecektir. Seven, sevdiği uğruna çile ve fedâkârlığa seve seve katlanan kişidir. Allah’ı seven, O’nun için her şeyden geçebilir, O’nun uğruna fedâ edilemeyecek hiçbir şeyin olmadığını, var kabul edilirse, o şeyin daha yüce sayıldığı için putlaştırılacağını düşünür. Her türlü putla mücâdele ettiği gibi, Allah’ın önünde engel olan ne varsa onunla da cihad eder. Bugün dünyanın karşılaştığı hemen tüm bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik problemler; gerçekte dünya barışı için çalıştıklarını iddia eden ABD ve Avrupa ülkelerinin, yani kâfirlerin eseridir. Ama ne yazık ki müslümanlar bunu yeterince anlamış değiller. O yüzden de cihadı tek çözüm olarak görmemekte, müstaz’af kimliklerinden sıyrılıp onurlarını kurtarmak için doğru çabalar sarf etmemekteler. Dünya müslümanları el ele verseler, insanlık aleyhine işlenen bütün cinâyetlere elbirliği ile karşı dursalar, yani cihad etseler, fesadlar salâha, ifsadlar ıslâha, şerler hayra dönüşür. Kâfirler ve zâlimler kadar cesur olmazsak, onların bâtıl dâvâlar için çektiği zahmetler kadar Hak dâvâ için bedel ödemekten kaçınırsak, bırakın “mücâhid” sıfatını, “mü’min” sıfatını bile zor alırız: “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. Mü’minler ise Allah’ı her şeyden çok severler...” [8]

Cihad kelimesi Kur’an’da farklı şekillerde kırk bir yerde geçmektedir. Bunlardan 33’ü kavram anlamındaki cihadla ilgilidir. Mü’minler Allah yolunda, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.[9] Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emretmektedir.[10] Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmektedir.[11] Allah yolunda mücâdele eden mücâhidlerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha yücedir.[12] Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfâtları boldur.[13] Allah, peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden cihad eden sabırlı Rabbânîleri sever.[14] Mü’minler, ünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah onlara cezâ verir.[15] Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir.[16] Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olabilirler ama onlar ölmezler, Allah katında diridirler.[17] Silâhlı/canla cihad, bize harp açanlara,[18] verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara,[19] Allah’a ve âhiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,[20] yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah’ın dinini hâkim kılmak[21] gâyesi ile meşrû kılınmıştır.

“İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir.” 1108

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” [22]

“Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin/korkun. O’na vesile/yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” [23]

“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” [24]

“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.’ Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” [25]

“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti; din husûsunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi...” [26]

“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad ile cihad et.” [27]

Dünya bir imtihan alanıdır ve bu sınavın esası cihad edenlerin ortaya çıkmasıdır: “Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” [28]

Mü’minlik iddiasında samimi olanlar, sâdık/doğru olanlar, cihad edenlerdir: “(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/ savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” [29]

Cihad edenler, yollarını şaşırmayacak, İlâhî yolda istikamet üzere yol alıp çıkış yolları bulacaklardır: “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, muhsinlerlerle/iyi ve güzel davrananlarla beraberdir.” [30]

Cihad zirvedir, İslâmî basamakların en üstüdür:“İşin başı İslâm, direği namaz, zirvesi cihaddır.” [31]

Cihadı terk zillet sebebidir: “Siz cihadı terk ederseniz; Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla) dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz.”[32] Biz cihadı terk ettiğimiz için zillete mahkûm olduk, bitmeyen kriz, sıkıntı ve bunalımların muhâtabı olduk. Cihaddan uzak ve müslümana yakışmayan bir yaşayışı tercih ettiğimiz için, bugünkü tâğutî yönetim tarzına ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen yöneticilere müstahak olduk.

CİHADIN EN KIYMETLİSİ, ZÂLİM YÖNETİCİLERE KARŞI YAPILANIDIR

“Cihadın en faziletlisi, zâlim yöneticiye karşı adâlet kelimesini (İslâm’ın adâlet ilkeleri olan Kur’an hükümlerini) söylemektir.” [33]

“Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücâdele eden mü’mindir, dili ile mücâdele eden mü’mindir, kalbi ile mücâhede eden mü’mindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur.” [34]

“Küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlara güvenilip de anlaşma yapılmaz. Umulur ki vazgeçerler”[35] emri, o önderlerin sıradan insanlarla İslâm arasında engel oluşturduğu içindir. Eğer onlar, İslâm’la insan arasına gerilmekten vazgeçerlerse İslâm’ın onlarla bir alıp veremeyeceği yoktur. İslâm onlarla küfürlerinden dolayı değil; insanın mutluluğuna engel oldukları için savaşılmasını emretmektedir.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olup sapan kimse size zarar veremez...” [36]

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.” 1124

Demek ki cihadda birinci gâye, âhiretimiz için bir ticaret yapmak. Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, Cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek ki cihad, başkalarını öldürüp Cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden kurtarmak için yapılır.

Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa, bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Cihadla ilgili yukarıdaki âyet ve benzerleri, savaş zamanında olduğu gibi barış zamanında da geçerlidir. Zaten muhtaç gönüllere iman ve İslâm’ı ulaştırmak savaşa değil; barışa bağlıdır.

“... Sulh/barış daha hayırlıdır...”[37] buyuran Cenâb-ı Hak, insanları hidâyete dâvet etmiştir. Bu çağrıyı insanlara durmadan ulaştıran Rasûlullah, karşı çıkanların zulüm ve işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra İlâhî fermanla kendisine savaş izni verilmiştir. Savaş yapan mü’minlere mâlî destek sağlamak cihad olduğu gibi; sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî saâdeti için harcamak da büyük bir cihaddır. Savaşa iştirak etmek cihad olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve mü’minlerin günah ve isyandan kurtulmaları için bir şeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesâi harcamak da cihaddır. Ömürlerinden bir pay ayırıp bu kudsî gâye uğrunda harcayanlar da canlarıyla cihad etmiş olurlar. “Allah, mallarıyla, canlarıyla mücâhede edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.”[38]

“Dinde zorlama yoktur.”[39] Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi, inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. Cihadda hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet” dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz.

Cihâdın gâyesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm’da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm’a sokmak yoktur. Cihad’dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm’ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızâlarıyla müslüman olabilecekleri ortamları hazırlamaktır.

Ne mutlu Allah’la ticaret yapıp, aslında O’na ait olan imkân ve nimetleri, malı ve canı Cennet karşılığı O’na satan, her şeyini O’nun yolunda kullanan mücâhidlere!

 

[1] ] 4/Nisâ, 95

[2] ] 5/Mâide, 105

[3] ] Ebû Dâvud, Büyû’ 54

[4] ] Bkz. 8/Enfâl, 60

[5] ] 49/Hucurât, 15

[6] ] İbn Mace, Mukaddime, B.17, Hds. 223; Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.19, Hds. 2822; Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B.1, Hds.

[7]

[8] ] 2/Bakara, 165 ve yine bkz. 49/Hucurât, 15

[9] ] 4/Nisâ, 76

[10] ] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd.

[11] ] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41

[12] ] 4/Nisâ, 95

[13] ] 61/Saff 61, 10-12; 5/Mâide, 5

[14] ] 3/Âl-i İmrân, 146

[15] ] 9/Tevbe, 24

[16] ] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16

[17] ] 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169

[18] ] 2/Bakara, 190

[19] ] 9/Tevbe, 12-13

[20] ] 9/Tevbe, 29

[21] ] 2/Bakara, 193 1108] 2/Bakara, 218

[22] ] 3/Âl-i İmrân, 142

[23] ] 5/Mâide, 35

[24] ] 8/Enfâl, 74

[25] ] 9/Tevbe, 24

[26] ] 22/Hacc, 78

[27] ] 25/Furkan, 52

[28] ] 47/Muhammed, 31

[29] ] 49/Hucurât, 15

[30] ] 29/Ankebût, 69

[31] ] Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12

[32] ] Ebû Dâvud, Büyû’ 54

[33] ] İbn Mâce, Fiten, hadis no: 4011; Tirmizî, hadis no: 2265

[34] ] Müslim, İman 20

[35] ] 9/Tevbe, 12

[36] ] 5/Mâide, 105 1124] 5/Mâide, 105

[37] ] 4/Nisâ, 128

[38] ] 4/Nisâ, 95

[39] ] 2/Bakara, 256

  1. HUTBE

CEMAATLEŞME KUR’AN’IN BİR EMRİDİR

ÂYET:

نَِّ لذ۪ينَ فَرقَُّو د۪ينَهُمْ وكََانُو شِيَعاً لَسْتَ مِنْهُمْ ف۪ي َشَيْءٍۜ نَِّ آـمَا مَْرهُُمْ لَِى للّٰهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوَّ يَفْعَلُونَ

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” [1]

وَعْتَِصِمُو بحَبْلِ للّٰهِ جَم۪يعا وَلَا تَفَرقَُّو وَذكُْروُ نِعْمَتَ للهِ عَلَيْكُمْ ذِْ كُنْتُمْ عَْ آدَءً فَالَِفَ بَيْنَ قُلوبكُمْ فَاصَِْبَِحْتُمْ بنِعْمَتِ آه۪ خًِْوَناًۚ وكَُنْتُمْۖ عَلىٰ َشَفَا حُفْرةٍَ مِّٰنَ لنَّارِ فَانَْقَذكَُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلكََّ يُبَيِّنُ

للُّٰهُ لَكُمْ يَٰاته۪ لَعَلَّكُِمْ تَهْتَدُونَ

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” [2]

Cemaat; sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya gelen insan topluluğuna verilen addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla cemaat; İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhid dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.

Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgari müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacı veya politikacının, ya bir futbol topunun, filmin veya müziğin bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.

Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında ve niçin bir araya geldiklerinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir.

Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir imamın (önderin) bulunması gerekir.

İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çok önemli bir örnektir.

İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal ve’l akd (imam, halife, emir sahibi, veliyyül emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Namazdaki imam gibi yetkileri sınırlıdır ve o Allah’a itaat ettiği müddetçe müminler de ona itaat ederler. Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi, hiç kimse de ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz. Mü’minler, tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında da birbirlerinin yanındadırlar. Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları gibi, hayatın her safhasında diğer müslümanlarla niçin bir arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir. Onların aralarındaki bağ iman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile, hizib ya da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği değildir.

Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen dernek ve vakıflar, cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi cemaatinin veya grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini vurgulamakta, onları ‘vahdet’e davet etmektedir.

Batı hayatı insanları bireyselleştiren, toplumsal bağları yok eden, fıtrata ters bir zihniyete dayanır. İnsanın çevresinden alacağı güzellikler gibi, vereceği katkı da önemlidir. İslâm, ferdî olarak yaşanabilecek bir din değildir. İnsanın kendini kurtarabilmesi için toplumu kurtarmaya çalışması da gerekir. Dinin bize ihtiyacı yok; ama bizim dine, dâvâya ihtiyacımız çok. Cemaat, hem dünya ve hem âhiret açısından bizim için olmazsa olmaz konumundadır. Cemaat, mü’minler için koruyucu bir elbise, bir kale, bir rehabilitasyon merkezi, bir arınma mekânı, bir eğitim ocağı, hayırda yarışı öğreten olgunlaştırma kurumudur.

İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık, sevgi ve saygı vardır. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar.

Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan zâtın kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur’ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.

Dernek ve vakıfların günümüzde İslâm dâvâsına ne tür katkıda bulunduğu tartışılabilir, ama üyelerini dâvâdan uzaklaştıran, hak dâvâyı bâtıl ideolojilerle sentez yapmaya kalkan, yetişmiş nice insanı demokrat, sağcı ve muhâfazakâr çizgiye doğru savuran; ilkesiz, çıkarcı ve tavizci anlayışı tevhidî anlayışa tercih eden; kazanılmış insan, imkân ve birikimi yok eden çok sayıda örneklerini göstermek mümkündür.

Bugün Türkiye’de faal olarak 70 bin civarında vakıf ve dernek var. Bunların en az yarısı, Müslümanlar tarafından İslâm’a hizmet etsin diye bekledikleri kurumlardır. En az 35 bin dernek ve vakıf ne yapmaktadır? 35 bin dernek 35 bin ayrı grup anlamına geliyor. Hakkı gizleyenleri mi ararsınız, hakla bâtılı karıştıranları mı? Devletçi, düzenci derneklerin sayısı daha çoktur. İslâm’a davet edeceğine insanları demokrasiye davet eden dernekler… Dün “tekbir!” diye nâra atanlar bugün “tedbir” diyorlar, başka bir şey demiyorlar. Dün “tevhid” diyenler bugün demokrasi türküsü çağırıyor. Dernekler savrulurken sadece cemaatlerini savurmuyor, aynı zamanda hem diğer cemaatleri ve hem halkı etkiliyor.

Müslümanlığı kendi cemaatinin anlayış ve yaşayışıyla sınırlandırıp kendi cemaatinden olmayanların küfür içinde olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır.

Bugün tevhidi çizgide istikameti koruyan ilkeli duruşa sahip Müslümanların durumu da maalesef cemaat olarak toplumun ümidini ve Allah’ın yardımını çekecek kalitede değildir. Şöyle ki: Hiç bir proje üretmeyen, eğitim, tebliğ, yardımlaşma ve şahidlik sorumluluklarını daha güçlü birlikteliklerle, daha yaygın projelerle uygulamaya koymayan bir hal söz konusu. Cemaatleşme ve kolektif iradeyi üretme pratiği zaaflı, fedakârlıklar noktasında hayli tembel ve elini taşın altına koymak anlamında bedel ödemeye gelince bunu gerektirecek ciddi bir çabası olmayan dağınık teorik imanlı fertler ya da sadece bilgilenmeyle sınırlı, kapalı ve dar ölçekli Kur’an halkaları halinde cahiliye toplumuna dağılmış olarak yaşamakta ısrar etmemiz, sürdürdüğümüz Kur’an halklarının olumluluğuna rağmen büyük bir zaaftır.

Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah’ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.”[3] Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.”[4] Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” [5]

Bugün tevhidî çizgide istikameti koruyan ilkeli duruşa sahip Müslümanların durumuyla ilgili bazı tespitleri paylaşacak olursak: Hiç bir proje üretmeyen, eğitim, tebliğ, yardımlaşma ve şahidlik sorumluluklarını daha güçlü birlikteliklerle, daha yaygın projelerle uygulamaya koymayan bir hal söz konusu. Cemaatleşme ve kolektif iradeyi üretme pratiği zaaflı, fedakârlıklar noktasında son derece tembel ve elini taşın altına koymak anlamında bedel ödemeye gelince bunu gerektirecek ciddi bir çabası olmayan dağınık teorik imanlı fertler ya da sadece bilgilenmeyle sınırlı, kapalı ve dar ölçekli Kur’an halkaları halinde cahiliye toplumuna dağılmış olarak yaşamakta ısrar etmemiz, sürdürdüğümüz Kur’an halklarının olumluluğuna rağmen büyük bir zaaftır.

CEMAATLEŞMENİN ÜZERİMİZE YÜKLEDİĞİ SORUMLULUKLAR

Cemaat çalışması yapacak mü’minlerin mutlaka kulluk bilincine sahip ve ihlâslı fertler olmaları icap etmektedir.

Bizim insanımız bir-iki kişi ile ortaklık bile oluşturamamaktadır. Özellikle dâvâ insanı mü’minlerin bu hallerini değiştirmeleri, ilkelerinden taviz vermeden; geçim ehli, birlikte çalışmaya kendini hazır hale getiren, cemaatin gerektirdiği disiplin ve ciddiyete sahip şahsiyetler olmaları gerekmektedir.

İstikrarlı ve fedakâr olmaları, danışma, dayanışma ve yardımlaşma halinde, kolektif çabalara katkıda bulunmamız, cemaat çalışmasının bizden istekleri arasındadır.

Her yaptığımız hayırlı şeyi en güzel şekilde (ihsan bilinci ile) yapmamız Kur’an’da emredilir. Bunun için de üstlendiğimiz görevleri zamanında, eksiksiz ve güzel bir şekilde yaparak ibadet yapmış, kulluğu bütün hayatımıza yaymak için tüm gayret sarfedilmelidir.

Bizim ortak irademizi temsil eden kolektif iradenin, Hududullah çerçevesindeki kararlarına itaatin Allah’a ve Rasulü’ne itaat anlamına geldiğinin bilincinde olmalıyız. Cemaatlerde ifrat ve tefrit sırıtmaktadır: Bir yanda İslam’ın doğru bulmadığı “meyyit gibi teslimiyet”i isteyen, önderlerin doğru-yanlış her yaptığında hikmet arayıp, “emr-i bil maruf nehy-i an’il münkeri”i terk eden kör taklit ve bilinçsiz bir itaat, diğer yanda itaat bilincini tamamen yitirmiş başıbozukluk, anarşi söz konusudur. Bu iki uca da yaklaşmadan Kur’an’ın öngördüğü, Rasulullah’ın ve ashabının uyguladığı vasatı tercih ederek bilinçli itaati öne çıkarmalıyız.

Nimet dağıtılırken kardeşimizi kendimize tercih etmeyi, külfet söz konusu olduğunda da öne atılmayı ahlakımız haline getirmeliyiz. Ahlâkî zaaflarımızı ve cemaat içinde ilkeli ve uyumlu faaliyetler üretmeye engel olan sosyal zaaflarımızı ıslah etmek için kendimizi eğitmeli ve disipline etmeliyiz.

Bu konuda cemaat diyelim, vakıf diyelim; oranın bize ihtiyacından daha çok bizim bu organizelere ihtiyacımız olduğunu, bu tür çalışmalara katkıda bulunmazsak, eriyip kaybolma, çizgimizin dejenere olması gibi risklerin çok ciddi boyutta olduğunu unutmamamız lazım. Daha mükemmel bir teşkilat, daha ideal hedefleri ve daha şer’î faaliyetleri olan bir teşkilat bulursak veya birlikte oluşturursak o zaman tercihlerimizi bu konuda rahatlıkla daha iyiden yapmamız gerektiğini, bugün ise içinde bulunduğumuz yapının daha da güçlenmesi için yardımcı olmamız, bana göre çok önemli bir görevimizdir. Varsa yanlışlarını güzel bir üslûpla düzeltmemiz, doğrularına ise sahip çıkmamız ve onu el birliği ile yaygınlaştırmaya çalışmamız gerektiğini hatırlatıyorum.

 

[1] ] 6/En’âm, 159

[2] ] 3-Âl-i İmran, 103

[3] ] 41/Fussılet, 33

[4] ] 30/Rûm, 32

[5] ] 6/En’âm, 159

RÜKÛ EDENLERLE BERABER RÜKÛ ETMEK,  YANİ

CEMAATE KATILMAK

ÂYET:وَركَْعُو مَعَ لرَّكِع۪ينَ

“Rükû edenlerle beraber rükû edin.” [1]

HADİS:

“Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.” [2]

Konumuzu teşkil eden âyette, bilindiği gibi sadece rükû değil, cemaate katılmak veya cemaat oluşturmak da emredilmektedir. “Rükû edenlerle beraber rükû edin.”[3] Bu emir, rükûları, rükû ile kast edilen farz namazları cemaatle kılmayı da içine almaktadır. Cemaat Nedir? ‘Cemaat’ kelimesinin aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem’ fiilidir. ‘Cemaat’ sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya gelen insan topluluğuna verilen addır.

Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla cemaat; İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhid dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.

Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında ve niçin bir araya geldiklerinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir. Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgari müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacı veya politikacının, ya bir futbol topunun, filmin veya müziğin bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.

Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir imamın (önderin) bulunması gerekir.

NAMAZ VE CEMAAT

İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir. Peygamberimiz’in cemaatle namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği bu nedenle daha iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarından seçtikleri ya da uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla rukû’ ve secde yaparlar. İmamla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar.

Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte ama ondan sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer mü’minlerle, cemaatle beraber davranır. Namazda kendi başına hareket etmez, diğer müslümanlarla birlikte aynı amacı gerçekleştirmeye, yani namazı ikame etmeye (yerine getirmeye) çalışır. Cemaatle kılınan namazdaki hiyerarşik nizam, müslümanların oluşturacağı toplumun düzenine de bir işarettir. Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin genişliğine göre onun arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit düzeni değil, eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular ve imtiyazlılar sınıfı yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.

CEMAAT ANLAYIŞI VE İSLÂM TOPLUMU

İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal ve’l akd (imam, halife, emir sahibi, veliyyül emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Onların önderleri kendileri gibidir, hiç bir üstünlüğü/ayrıcalığı yoktur ve onların serbest oylarıyla (biatleriyle) seçilmişlerdir. Namazdaki imam gibi yetkileri sınırlıdır ve o Allah’a itaat ettiği müddetçe müminler de ona itaat ederler. Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi, hiç kimse de ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz. Mü’minler, tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında da birbirlerinin yanındadırlar. Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları gibi, hayatın her safhasında diğer müslümanlarla niçin bir arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir. Onların aralarındaki bağ iman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile, hizib, ya da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği hiç değildir.

Müslümanlar bulundukları yerlerde az sayıda olduklarından küçük cemaat olsalar bile, aynı özelliği taşırlar, aynı şuura sahiptirler. Herhangi bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen mü’min topluluklarının da bundan farklı yanları yoktur. Bazen bütün müslümanların bir önderin (imamın) yönetimi altında bir araya gelmeleri mümkün olmayabilir. Şartlar buna müsaade etmeyebilir. Günümüzde müslümanlar farklı coğrafyalarda ve farklı ülkelerde yaşamaktadırlar. Birçok ayrı siyasî güç müslümanlara hâkim durumdadır. Buna rağmen onlar İslâm’ın genel esasları ve hedefleri etrafında bir cemaat olmak zorundadırlar. Onlar birbirlerinin kardeşidirler. Her mü’min, birbirinin destekçisi, yardımcısı ve duâcısıdır.

Müslümanlar bulundukları yerde, az da olsalar cemaat anlayışını yaşatmakla görevlidirler. Bazı mü’minler, bir amacı ya da bir hedefi gerçekleştirmek üzere bir araya gelebilirler, bir grup çalışması yapabilirler. Vakıf, dernek ve teşkilat çatısı altında örgütlenebilirler. Bu şekilde oluşan cemaatler, kendi aralarında bazı prensipleri uygulasalar bile, diğer müslüman cemaatlerle İslâm kardeşliği çerçevesinde ilişki kurarlar, ayrılık gütmezler, onlara sırtlarını dönmezler. Bir cemaatin İslâmî olup olmaması, onun İslâmî prensiplere ne kadar uyduğuna bağlıdır.

Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi cemaatinin veya grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini vurgulamakta, onları ‘vahdet’e davet etmektedir.

Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar. ‘Cemâdat’, yani şuursuz, sıradan sürü haline gelirler. Sürüleri güden çobanlar de her zaman bulunur.

CEMAAT OLMANIN ÖNEMİ

İslâm, cemaat dinidir. İslâm’n ilke ve prensipleri en güzel şekilde cemaatla beraber yerine getirilir. İslâm, müslümanların şuurlu cemaatler olmasını emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Böyle bir cemaat mü’min için koruyucu bir elbise, kale gibidir. Cemaat olan mü’minler birbirlerini daha iyi tanırlar, birbirlerini sever sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin durumlarından haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar. Tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler. [4]

İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık, sevgi ve saygı vardır. Onların arasında soy, sınıf, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi iddialara yer yoktur. İslâm, müslümanları Kur’an etrafında bir araya gelmeye davet ediyor.[5] Dinlerini parçalayanlar gibi parça parça olmaktan sakındırıyor.[6] Allah (c.c), kuvvetli bir bina gibi bir araya gelip kendi yolunda cihad eden mü’minleri sevmektedir.[7]

Peygamberimiz (s.a.s.) birçok hadisinde müslümanlara cemaat olmayı teşvik etmekte, bunun önemini bildirmektedir. Bunun yanında cemaatle namaz kılmayı çok önemsemekte, mü’minlerin cemaatle namaz kılarak çok fazla karşılık alacaklarını haber vermektedir. Kur’an, Hz. Peygamber’e, düşman korkusu olsa bile mü’minlere namazı cemaatle kıldırmasını emretmektedir. [8]

Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.”[9] Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneği, beraber namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâmî cemaatin temelini atar, müslüman bireye cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın derecesi tek başına kılınana göre yirmi beş, veya yirmi yedi derece daha yüksektir.[10]

İslâm’a göre cemaat olma o kadar önemlidir ki, iki kişi bir araya gelseler, hemen cemaat olmaları tavsiye edilir.[11] Cemaate devam etmenin sevabı kadın ve erkek mü’minler için aynı derecededir. Peygamberimiz kadınların cemaate gelmelerine engel olunmamasını istemiştir. [12]

Cum’a ve bayram namazlarının cemaatle kılınıp tek başına kılınmasının mümkün olmaması oldukça önemlidir. Şüphesiz cuma ve bayram namazları, mü’minlerdeki cemaat şuurunu kuvvetlendirir, onları birbirine yaklaştırır, aralarındaki kardeşlik ilişkilerini arttırır. İnsan, yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorundadır. İslâm, müslümanları şuurlu bir toplum olarak yetiştirmek istiyor. Cemaatleşme, bir arada yaşama bilinci, fedakârlığı, başkalarını hesaba katma; hak ve hukuka uyma ahlâkını, yardımlaşma, acıları paylaşma, nimetleri ve külfetleri bölüşme anlayışını geliştirir.

İslâm, bütün bu ideallerin en güzel bir şekilde yerine getirilmesini, bunların bir ibâdet bilinciyle yapılmasını istemektedir. Cemiyet (toplum) içinde yaşadığının farkında olan olgun İnsan, her konuda bağlı bulunduğu toplum fertlerini de hesaba katar. Ancak kendi bencil duygularını doyurmak isteyenler, kibirliler ve başkalarının haklarına tecavüz etmeyi normal görenler bu anlayışın dışına çıkarlar. İslâm, toplum halinde yaşama ihtiyacını en doyurucu bir biçimde teklif ediyor ve bunun kurallarını ortaya koyuyor. İslâm cemaati, bir Allah’a, bir peygambere ve ilâhi vahye inanma mantığı üzerine kurulur ve gelişir. Bu cemaatin gayesi de, Allah’ın rızâsına erebilmek için O’nun hükmüne en güzel bir şekilde uyabilmek ve birbirlerine hakkı ve ma’rufu tavsiye edip, birbirleriyle iyilik ve takvâda yardımlaşmak, kardeşlik ve cemaat şuuruna erebilmektir. [13]

Namaz sadece kişiyi değil; toplumu da baştan ayağa değiştiren, tevhide doğru geliştiren bir ibâdettir. O ferdî bir inkılap olduğu kadar sosyal bir inkılaptır da. Günde beş kez cemaat namazlarıyla bir araya gelen dünyevî ve maddî endişelerden uzaklaşarak aynı manevî atmosferi teneffüs eden mü’minler topluluğu; sürekli birbiriyle yardımlaşarak, birbirinden güç ve kuvvet alarak, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, hep iyiye doğru ilerleyerek tevhidî çizgide bütünleşir. Camiler, mü’minlerin eğitim ve öğretimini, birlik ve dayanışmasını, istişare ve organizasyonunu sağlayan mekânlardır. İslâmî hayatın mihveridir. Günümüzde bu fonksiyonlarını icrâ etmediği göz önüne alınınca, muvahhid mü’minlere büyük görevler düşmektedir.

Ezanlar bir inkılap çağrısı olarak algılandığı zaman, namazlar bir tevhid eylemi olarak hakkıyla ikame edildiği zaman, cami ve cemaatler gerçek fonksiyonunu icra ettiği zaman; işte o zaman İslâm ümmeti yeniden dirilecek, mü’minler felâh bulacaktır.

Mü’minler, cemadât olma yanlışlığından cemaat olma şuuruna yükselmelidirler. Câmilerimizin asr-ı saâdetteki takvâ mescidine, Mescid-i Nebî’ye benzemesine; imamların ümmetin önderleri ve Peygamber’in vârisi olmasına; tüm şuurlu müslümanların da gerçek anlamda bir cemaat ve ümmet haline gelmesine zarûret vardır. Bütün bunların gerçekleşmesi için de İslâmî değişim ve dönüşüme ihtiyaç vardır. Öyleyse kalabalıkların İslâm cemaati haline gelebilmesi için, sadece Allah’a rükû edip O’nun dışında kimsenin önünde eğilmemek için, namazlarımızın bizi canlandırıp kurtuluşa ulaştırması için hayye ale’s- salâh! Hayye ale’l- felâh! Hayye ale’l- cihâd!

 

[1] ] 2/Bakara, 43

[2] ] Ahmed b. Hanbel, 4/145

[3] ] 2/Bakara, 43

[4] ] Buharî, Edeb 27, 8/12; Müslim, Birr 17, Hadis no: 2586, 4/1999

[5] ] 3/Âl-i İmran, 103

[6] ] 30/Rûm, 32

[7] ] 61/Saff, 4

[8] ] 4/Nisa, 101-102

[9] ] Ahmed b. Hanbel, 4/145

[10] ] Buharî, Ez’an 30, 1/166; Müslim, Mesâcid 42, Hadis no: 649, 1/449; Ebu Davud, Salât Hadis no: 559, 1153; İbn

Mâce, Mesâcid 16, Hadis no: 786-790, 1/258; Tirmizî, Salât 245, Hadis no: 330, 2/150

[11] ] Buhârî, Ezan 35, 1/167; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 44, Hadis no: 972-975, 1/312; Nesâî, İmamet 43-44, 2/80

[12] ] Buharî, Ezân 162, 1/218; Müslim, Salât 30, Hadis no: 442, 1/326; Ebu Davud, Salât 52, Hadis no: 565-568, 1/155

[13] ] H. K. Ece, a.g.e. 101 vd.

Cuma, 26 Şubat 2021 08:42

39.HUTBE: BİR MUHASEBE

Yazan

BİR MUHÂSEBE

ÂYET:وَتَّقُو فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ لَّذ۪ينَ ظَلَمُو مِنْكُمْ آخَاصَّةًۚ وَعْلَ آمُو نََّ للّٰهَ َشَد۪يدُ لْعِقَابِ

“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [1]

وَلَا تَركَْ آـنُو لَِى لَّذ۪ينَ ظَلَمُو فَتَمَسَّكُمُ لنَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ للّٰهِ مِنْ وَْلِ آيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَروُنَ

“Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateşi (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” [2]

Gelin bugün bir muhâsebe yapalım; kendimize ve bulunduğumuz çevreye ibret ve hikmet gözlüğü takarak biraz farklı bakalım. Ne yapıyoruz, nereye doğru gidiyoruz?

İman ettik diyoruz, iman etmeyenler gibi yaşıyoruz. İman, Allah’a her konuda güvenmek ve kendisine her konuda güven duyulacak şekilde yaşamak demektir. Buna rağmen Allah’ın baztı imtihanlarından şikâyet ediyor ve herkesin her şeyini güvendiği bir insan olamıyoruz.

İslâm, teslim olmak demek; Allah’a, O’nun hükümlerine, emir ve yasaklarına. “Duyduk ve uyduk” dememiz gerekirken; “duyduk ve uyuduk” der gibi davranıyor, “duyduk ve tartışıyoruz” diyoruz. Evet, her şeyi tartışmaya döktük. Dini eğip büktük. Diğer Müslümanları küstürdük.

Elimizde Kur’an olması gerekirken; el kitabımız cep telefonu oldu. Bakmayı okumaya tercih ettik. Başkalarına tavsiye ettiğimiz doğruları, kendimiz ihmal ettik. Başkalarıyla meşgul olurken evimizi, çoluk-çocuğumuzu kaybettik.

“Namaz” denilince bazılarımız Cuma namazını anlıyor. Bazılarımız da günde beş defa bilinçsizce yatıp kalkmayı. Namazlarımız bizi Allah’a yaklaştırmıyor, kötülüklerden uzaklaştırmıyor. Bizi İlâhî rızâ hedefine odaklaştırmıyor. Bir an önce namazı kılıp kurtulsam diyoruz. Hâlbuki namazdan kurtulmak değil, namazla kurtulmak gerekiyor.

Sabır, direnişimizi arttıracakken, sabır zannettiğimiz pasiflik, tavizleri arttırdı. Mehter yürüyüşü gibi adımlarımız; ileriye doğru bir adım atar atmaz, geriye doğru iki adım attık. Bırakın ilerlemeyi, yerinde sayanları, geri adım atmayanları bile kahraman saymaya başladık.

Faizden kaçanımız kalmadı. Herkesin cebinde kimlik kartı gibi banka kartı. İktidar, iş hayatına ve ticarete; bankayla çalışmıyorsanız izin vermiyor. Namaz kılan halk da bankadan farklıymış gibi, Katılım Bankasını tercih ediyor.

İnsanımız ölümü ve yeniden dirilişi düşünmek ve Kur’an’la diriliş yerine; Diriliş dizilerini seyretmeyi tercih ediyor. İbadet bilinciyle seyrettiği Abdulhamit’i, başroldeki şimdiki cumhurbaşkanı diye izliyor. Lideri Amerika’ya, Batıya kafa tutunca Batının kötü olduğu aklına geliyor; lider barışınca Amerika ve Batı hayranı kesiliyor.

Ortadoğu’daki Müslümanların üstüne atılan bombalarla işgal edilen ülkelere acırız da; kitle imha silahı şeklinde tv.lerden, diziler, internetten yağdırılan bombalara ses etmeyiz.

Bazılarımız modern hurafelere kafayı takar, onları savunanları kendinden saymaz; Bazıları da klasik hurafelere. Ama, kendi tarafındaki hurafe ve bid’ate, bâtıl inanışa toz kondurmaz. Rivâyetleri zayıfıyla ve uydurmasıyla ya toptan kabul eder insanımız; ya da toptan reddeder. Kur’an’ı nedense ölçü ve hakem kabul etmek istemez.

Dilimiz “vahdet”i isterken, halimiz “vahşet”i sergiler oldu. Kur’an yerine, başka kitapları, interneti tercih eder olduk. Kâfirlere gösterdiğimiz tahammülü, mü’minlere gösteremiyoruz artık. Kızlarımız, örtünmek için değil, dikkat çekmek için giyiniyor. Erkeklerimiz, kadınların peçe takmalarını isterken kendi gözlerine peçe takmayı unuttu. Kızlarımızın yüzünde de, erkeklerimizin gözünde de haramların izi ve isi, nurlarını yok etti.

Korkularımızı tedbir adıyla savunduk. Mü’minlere ve yakınlarımıza karşı sevgide cimrileştik. Kendimizi savunmada cömertlik yarışına girdik. Suç işleyince, tevbe edip af dilemek yerine, suçu üzerine yıkacağımız bir yerler aradık. Günahımızı Amerika’ya, Batıya, düzene, çevreye yükledik; ama; “Rabbim biz kendimize zulmettik. Sen mağfiret edip merhamet göstermezsen biz zarar içinde bocalar dururuz” demedik. Haramlara kılıf, günahlara mazeret bulmaya çalıştık.

Asılla ilgili ciddi usûl hataları mı yapıyoruz? İslâm adına da olsa; fıtratımıza, Sünnetullaha ve vahye ters uygulamalar mı yapıyoruz da dünyevî netice için hiçbir ilerleme kat edemiyoruz? Tedrîce mi riâyet etmiyoruz? Tevhidî hayat görüşü yerine, klasik veya modern hurafelerden örülü yanlış din anlayışı mı bizi kuşatıyor? Dâvetin zahmeti yerine dünyevî rahatı mı tercih ediyoruz? Dindarlıkla dini darlığı mı karıştırıyoruz? Öncelikleri, önem sırasını yanlış mı tespit ediyoruz? İnandığımız esaslar Kur’an’ın iman esasları değil mi yoksa? İmanımız yakîniyet, kemal ve samimiyet testlerinden geçebilir mi acaba? Amelimiz ihlâslı mı değil? Fedâkârlık bilincimiz mi yetersiz? Adama bilincimiz hiç mi yok? İnfak gayretimiz, verme hassâsiyetimiz köreldi mi iyice? Cemaatleşme ile gruplaşmayı karıştırarak fırka fırka mı olduk? Mezheplerimiz, cemaatlerimiz dinin yerini mi aldı yoksa? Hocalarımızın, ağabeylerimizin görüşleri, nassların önüne mi geçiyor? Zengin olmayı sevip istediğimiz kadar cenneti istemiyor muyuz acaba? Aç kalmaktan korktuğumuz kadar cehennem korkumuz mu yok? Üniversite sınavını ve benzeri dünyevî sınavları, Allah’ın dünyada bizi tâbî tuttuğu imtihanlardan daha önemli mi görüyoruz? Şükür yerine nankörlük ve şikâyeti, sabır yerine pasiflik veya isyanı mı tercih eder olduk? İslâm devleti yerine demokratik düzenleri mi savunur hale geldik? Devlete tâlip olmamız gerektiği halde, gayri İslâmî yasalarla yönetilen düzenin hükümetine tâlip olmayı mı seçtik? Yeryüzünde adâleti sağlayacak İlâhî hükümleri hâkim kılma gayreti yerine, zâlimlere az da olsa meyletmeyi mi tercih ettik? Dost olmamız gerekenleri düşman, düşman olmamız gerekenleri dost mu kabul ettik yoksa? Tersi olması gerektiği halde, mü’minlere sert, kâfirlere hoşgörülü mü davrandık? Yalnız kalmaktansa yanlış yapmayı, marjinal kalmaktansa çoğunluğun yanında yer almayı mı yeğledik? Sürüden ayrılıp saflarımızı belirlemek yerine, “uydum kalabalığa” diyenlerden mi olduk? Dâvâ adamı dâvetçi olmayı geri plana atıp dünyevileşen tiplere mi dönüştük? Yoksa, bütün bu cinayetlerin hepsini ve ilave edilebilecek nice benzerlerini yapmaktan mı çekinmedik? Öyleyse… Öyleyse Rabbimizin rahmetinin, yardımının gelmesini beklemeye ne kadar hakkımız vardır?

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kim kimin uğrunda, niçin cihad ettiğini bilmiyor. Hangi teşkilat, hangi grup neyi amaçlıyor; çok net değil. Net kabul edilenlerin de yarın nasıl bir pazarlık ve hesaplar içinde olacağını, şehid kanlarını veya ümmetin imkânlarını ve umutlarını satıp satmayacağını, ya da kandırılıp kandırılmayacağını kimse bilmiyor.

Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; tevhidi tüm boyutlarıyla özümseyip Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük gibi, çerçöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/ damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, Firavunlaşmak, hayvanlaşıp Esedleşmek (Esed bir hayvan cinsidir), İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha tehlikeli olan, içimizdeki kâfirdir, gâvurluktur; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”[3]

İnsanımız, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, celladını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”[4] Filistin’den, Mısır’dan, hatta Suriye’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve mümkün ki kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?

İnsanımız o hale gelmiş ki, belâ kendi evinin kapısına dayanıncaya kadar suya-sabuna dokunmamayı tedbir sayabiliyor. Para-pul, araç-gereç, sayı-nüfus hesabı yaptığı kadar bile Allah’ı hesaba katmıyor ve korkularının esiri olabiliyor. Okumakla adam olacağına, namazla sadece Allah’a kulluk bilincine ulaşacağına, duayla aktifleşeceğine, sabırla direnişe geçeceğine; kitapla eşekleşebiliyor, namazla ürkekleşebiliyor, duayla pasifleşebiliyor ve sabırla zilleti kuşanabiliyor. Elini taşın altına koyacağına, yüke omuz verip yük alacağına; yük olabiliyor. Bir yol bulacağına, yol açacağına, yola düşeceğine; yolda düşüyor, düştüğü yerden kalkmıyor, yoldan çekilmiyor. Yangını söndürmek için eline bir kova su alıp göreve koşmak yerine; itfaiyecileri eleştiriyor, yürüyenin önüne taş, üretenin önüne set olabiliyor. Zihni düşünce, gönlü huzur, eli iş üreteceğine, sadece dili laf üretiyor.

İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.

Müslümanların, emredildikleri gibi müslümanlaşması için tevhid, cihad ve ibâdet bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi gerekmektedir. “Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”[5] Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.”[6]

Bu fesadın sorumlusu bizleriz: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”[7] Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin sebebi bizleriz: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”1055; “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…”[8]

Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar bizden, içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.”[9] Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek, yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra diğer rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi düzeltmek gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor: “(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[10]

“İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundumu, artık o, ye’se düşen bir ümitsizdir.”[11] “Öldük, bittik, mahvolduk”, “bizden adam olmaz.”, “Dünyamız zillete boyandı; öyleyse âhiretimiz de mahvolursa mahvolsun, ne yapalım?” Böyle mi diyeceğiz? Umutlu olan kimse, mutlu da olabilir. Umutsuzluk ise mutsuzluktur. İnsanlardan umut kesebilirsiniz, hatta kendinizden bile; ama mü’minseniz Allah’tan asla! Unutmayalım; Yoktan var eden Allah, ölüden diri de çıkartır.[12] Kıyâmeti dünyada yaşıyorsak, yeniden dirilişi de önce dünyada gerçekleştirmeliyiz. “Kıyâmet”, yaratılmışların topyekûn ölümünü ifade ettiği gibi, ondan daha çok, ölümden sonra yeniden dirilişi, canlanış ve ayağa kalkışı belirtir. Kıyâmeti dünyadayken yaşayan kimseler olarak yeniden canlanmalı ve diğer insanları canlandırmalıyız. Bak görmüyor, duymuyor musun, kalk borusu öttü; Kur’an bizi uyanmaya ve göreve çağırıyor.

Peki, Rabbimiz bizi niye terk etti? Mü’minlere yardım vaad edip kendi üzerine görev olarak yazdığı[13] halde, niçin İlâhî yardım gelmiyor? Bunca cemaatten, bu kadar âlimden birine Rabbimiz rahmetiyle muâmele edip ümmetin oraya yönelmesine işaret etmiyor?

Biz Rabbimizi terk ettik; O da bizi rahmetiyle terk etti. Biz O’nu unuttuk; O da bizi (yardımını göndermeyerek) unuttu.[14]

Hastalık doğru teşhis edilirse, tedavi için yapılması gerekenler de netleşir. Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güçbirliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”[15] Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.1064 Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil.[16]

“Ey iman edenler iman edin…”[17] İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”[18] Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız.

Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.

Dinimiz bütün Müslümanların kardeş olduğunu bildiriyor. Tefrikayı yasaklayarak Allah’ın ipi olan Kur’an’a tüm Müslümanlar olarak hep birlikte sarılmamızı istiyor. Müslümanlar olarak Kur’an’ın istediği gibi birleşip dayanışma ve vahdet içinde olsaydık çok büyük güç olurduk ve emperyalist zâlimler, Afganistan’ı yakıp yıkamaz, Irak’ta bir milyondan fazla insanı öldüremez, İsrail Filistinli kardeşlerimize böyle vahşice saldırıp zulümler yapamazdı. Suriye kitle imha silahlarını dünyanın gözüne baka baka rahatça kullanamaz; Mısır zindanları Müslüman kardeşlerle dolduramaz, ülkeyi hapishane ve morga döndüremezdi. Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.”[19]; “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”[20]

Mü’minlerin, her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.

Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanları başta olmak üzere, Kur’an’la kâfirlere karşı büyük cihadı gerçekleştirmektir. Kur’an’la yapılan bu cihad, kapıları açacak ve Allah’ın yardımını sağlayacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.

 

[1] ] 8/Enfâl, 25

[2] ] 11/Hûd, 113

[3] ] 4/Nisâ, 105

[4] ] 31/Lokman, 13

[5] ] 8/Enfâl, 25

[6] ] 11/Hûd, 113

[7] ] 30/Rûm, 41 1055] 42/Şûrâ, 30

[8] ] 4/Nisâ, 79

[9] ] 5/Mâide, 105

[10] ] 7/A’râf, 23

[11] ] 41/Fussılet, 49

[12] ] 6/En’âm, 95; 10/Yûnus, 31; 30/Rûm, 19

[13] ] 30/Rûm, 47

[14] ] 7/A’râf, 51; 45/Câsiye, 34

[15] ] 5/Mâide, 105 1064] 2/Bakara, 44

[16] ] 103/Asr, 1-3

[17] ] 4/Nisâ, 136

[18] ] 3/Âl-i İmrân, 102

[19] ] 47/Muhammed, 7

[20] ] 3/Âl-i İmrân, 139

ARDINDAN AĞIT YAKMAK İÇİN DEĞİL;  MUHTEŞEM

DÖNÜŞÜNÜ HIZLANDIRMAK İÇİN HİLÂFET

ÂYET:

وَعَدَ للهُ لذِينَ آ مَنُو مِنكُمْ وَعَمِلو لصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي لْاأرضِْ كَمَا سْتَخْلَفَ لذِينَ مَِّن قََّبْلِهِمْ وَلَيُمَكِِّنَنَّ لَهُمْ دِيُنَهُمُ لذِي رتَِْضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أمْنًا يَعَّْبُدُونَنِي لَا يُشْركُِونَ بي َشَيْئًا وَمَن كَفَرَ بََّعْدَ ذَلكَ فَاأوْلَئِكَ هُمُ لْفَاسِقُونَ

“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri halife ve egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”[1]

3 Mart 1924, Müslümanların tarihinde kara bir leke olarak duruyor. Bu tarihte her ne kadar sembolik olarak bulunuyor olsa da “hilâfet” kaldırıldı. Ve birkaç gün önce hâlâ tören yapılarak bu tarihî olay gözlerimizin içine sokulurcasına kutlandı. Toplum çıldırınca ağlanacak yerde gülermiş. Devlet de irtidâd edince matem yapılacak durumda bayram yapar, sürpriz sayılmamalı.

İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur” diyen kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasûlullah’ın âhirete irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.

Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.

Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.

Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız! Hem de dinleri “üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/ halifesiz ümmet, başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı[2] ki, onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın.[3] Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın.[4] Müslümanlara “böl, parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar. Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor, “Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni Osmanlılar”a nazîre olarak.

Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni dünya düzen(sizliğ) i” projesini uygulamak için, Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”, “lâ’sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın dini imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah’ın katında tek gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması.

Aslında halifelik, daha ashabın bir kısmının hayatta olduğu bir zamanda kaldırıldı. Dört Râşid halife döneminden sonra, hilâfet Muaviye tarafından kaldırıldı, yerine ısırıcı krallık ihdas edildi. Artık ümmet, kendi içinden, yöneticiliğe en uygun kişiyi seçme hakkından mahrum bırakılıyor, kılıç zoruyla devlet başkanı olan yöneticinin oğlu, isterse zalim ve içkici biri olsun o yönetici oluyor, halife ünvanını da dini istismar ve Müslüman halkı yanına çekmek için kullanıyordu. Halifenin sadece adı ve şekli vardı; sıfatları ve kendisi yoktu. Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin halife ile ilişkisine baktığımızda, halifeyi önemsemedikleri, onunla ilişkiye girmedikleri, ona bey’at ve itaat etmedikleri, halk tabiriyle onu takmadıkları rahatlıkla söylenebilir. Halife uğrunda mı savaşılır, halifeye karşı mı savaşılır? Osmanlı, halife uğrunda değil, halifeye karşı savaşmış, 1517 yılında kılıç gücüyle halifeliği ele geçirmiştir. Ama, Yavuz’la birlikte Osmanlı padişahları, kendilerini halife gibi görmemişler, halife yerine “sultan, hakan” gibi unvanları tercih etmişlerdir. Halifelik, Yavuz’dan önce de, sonra da sembolik bir değerden öteye bir fonksiyon icra etmiyordu. Osmanlı padişahları, tüm mü’minlerin halifesi olarak Osmanlı toprakları dışındaki Müslümanların da ihtiyaçlarını karşılama ve ümmet bütünlüğünü sağlamaya çalışma gibi endişeleri yoktu. Onlar “Sultan ibnu’s-sultan, ulu hakan” idiler. “İmam, emîru’l-mü’minîn, halife-i müslümîn” değildiler.

Zaten hadis rivayetinde de bu konu gündeme getirilir. Muaviye ile birlikte hilafetin değil, saltanatın hüküm süreceği belirtilir: “Benden sonra hilafet -veya nübüvvet hilafeti- otuz yıldır.” [5]

“Isırıcı”, yani zâlim saltanat kısmını ihtiva eden hadisi, Hz. Huzeyfe’den Resulüllah’ın (s.a.s.) şöyle dediği rivâyet edildi: “Nübüvvet içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da –dilediği zaman- ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.”[6] Bu rivayeti merkeze alırsak, 4 halife döneminden sonra ısırıcı bir padişahlık oluşmuş, Osmanlıdan sonra ise daha gaddar, daha zâlim, yani ceberut bir yönetim işbaşına geçmiştir. Bu zâlim yönetimin, laik Kemalist rejimin sonu yakındır. İnşaAllah nübüvvet sisteminde bir hilâfet, çok geçmeden bizi kuşatacaktır. Şurası unutulmamalıdır ki, hilâfet için önce ona lâyık ümmet oluşması gerekmektedir. Ümmet olmak için önce cemaat olunmalıdır. Cemaat olmak için de tevhidi ve vahdeti merkeze alan mü’min şahsiyet oluşmalıdır.

İslâm devletinin, halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulusdevlet anlayışından ümmetçiliğe geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek. İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam, 1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti... Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru düşünün...

Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkede değil; tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya çalışmakla yükümlüdür.[7] Müslümanların tüm yeryüzünde halife olduğu[8] ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/ ibâdet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği[9] Kur’an’ın mesajıdır.

“Hilâfet” derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs Ahilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir. Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip, şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı, içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, çeyrek asır önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi? (Ve şimdi o devrim, Suriye ortamında nasıl karşı devrime dönüştü? Suriye’deki eski İran şahına benzeyen tağuta kıyam edenleri kıyıma tâbi tutacağını, inkılabçı Müslümanları değil, tâğutları destekleyeceğini kim hesap edebilir, kimler bunu İslam Cumhuriyetinden bekleyebilirdi?)

Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un Mısır’a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun çıkartarak “dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni, böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız” kimdir, orası meçhul.

Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.[10] Allah’ın takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır.[11] İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.[12] Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...

Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir”leş”miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.

“Hilâfet” demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi tuzaklardan kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun, aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar, başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.

“İmkânsız”, ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. “İmkânsız” kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini kuşanarak Allah’a daha yaklaşıp O’nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa “biraz zaman alabilecek şey” anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip Hakk’a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın sağladığı imkânlarla Allah’a yaklaşıp O’nun yardımına muhâtap olan kimse için İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri “zor” ve hele “imkânsız” gelmeyecektir.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, kendinizi düzeltin. Siz gerçekten hidâyet üzere iseniz, doğru yolda olursanız, yoldan sapan dalâlet ehli kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.”[13] En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç sahte İsa ve Mehdi’ler çıkmasaydı, Bağdâdî’ler kendilerini halife ilan etmese, bu kulaklar IŞİD diye bir şeyi işitmeseydi. Cihad zannedilen terör olayları yapılmasaydı, “ihlâs” gibi güzel kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!

İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey, bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır.[14] Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir.[15] İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.[16] Bu konudaki İlâhî sünnet, imantakvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir.[17] Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir. [18]

İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.

Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler, tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan, aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken, öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki mü’minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü ile birlikte Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem, resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm’ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.

Devlet için, hilâfet için önce ümmet olunması gerekiyor. Ümmetin oluşması için de cemaat. Cemaat olmak için de önce tevhid ehli, tâğutu reddetme seviyesine gelmiş, bedel ödemeye hazır Müslüman şahsiyet olmak ve bu şahsiyetleri çoğaltmaya çalışmakla işe başlanmalı. Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife) çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder gibi, gemiyi en son terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet[19] olmakla birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan[20] İbrâhim gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip yürüyecek, arkasından ümmet yürüyecektir.

“Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” [21]

Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah’a ibadet ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber’e itaat.

Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah’ın hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.

Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.

Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet” adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler,[22] O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.

İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi[23] emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını[24] bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. [25]

Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.

“Sahi, aslan nerede düşmüş ve nereden kalkacaktı?” Özellikle, olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere soruyor ve pratik cevap istiyorum.

“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;

Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”

İslâm devletinin kurulup hilâfetin ilân edileceği günlerin kısa zamanda gelmesi dileğiyle…

 

[1] ] 24/Nûr, 55

[2] ] 3/Âl-i İmrân, 104

[3] ] 3/Âl-i İmrân, 110

[4] ] 21/Enbiyâ, 92

[5] ] Ebû Dâvud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4/272; 5/220, 221

[6] ] Ahmed bin Hanbel, 4/273

[7] ] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39

[8] ] 2/Bakara, 30

[9] ] 24/Nûr, 55

[10] ] 6/En’âm, 165

[11] ] 28/Kasas, 5

[12] ] 24/Nûr, 55

[13] ] 5/Mâide, 105

[14] ] 94/İnşirâh, 5

[15] ] 65/Talâk, 4

[16] ] 87/A’lâ, 6-9

[17] ] 92/Leyl, 5-7

[18] ] 92/Leyl, 8-10

[19] ] 16/Nahl, 120

[20] ] 2/Bakara, 124

[21] ] 24/Nur, 55-57

[22] ] 24/Nur, 55

[23] ] 38/Sâd, 260

[24] ] 2/Bakara, 214

[25] ] Bkz. 4/Nisâ, 58

Cuma, 26 Şubat 2021 08:39

37.HUTBE: HİLAFET

Yazan

HİLÂFET

ÂYET:

وَعَدَ للهُ لذِينَ آ مَنُو مِنكُمْ وَعَمِلو لصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي لْاأرضِْ كَمَا سْتَخْلَفَ لذِينَ مَِّن قََّبْلِهِمْ وَلَيُمَكِِّنَنَّ لَهُمْ دِيُنَهُمُ لذِي رتَِْضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أمْنًا يَعَّْبُدُونَنِي لَا يُشْركُِونَ بي َشَيْئًا وَمَن كَفَرَ بََّعْدَ ذَلكَ فَاأوْلَئِكَ هُمُ لْفَاسِقُونَ

 “Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri halife ve egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” [1]

İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur” diyen kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasûlullah’ın âhirete irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.

Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.

Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.

Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız! Hem de dinleri “üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/halifesiz ümmet, başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı[2] ki, onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın.[3] Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın.[4] Müslümanlara “böl, parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar. Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor, “Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni Osmanlılar”a nazîre olarak.

Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni dünya düzen(sizliğ) i” projesini uygulamak için, Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”, “lâ’sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın dini imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah’ın katında tek gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması.

Halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulus-devlet anlayışından ümmetçiliğe geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek. İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam, 1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti... Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru düşünün...

Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkede değil; tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya çalışmakla yükümlüdür.[5] Müslümanların tüm yeryüzünde halife olduğu[6] ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/ ibâdet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği[7] Kur’an’ın mesajıdır.

“Hilâfet” derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir. Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip, şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı, içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, kırk yıl önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi?

Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un Mısır’a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun çıkartarak “dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni, böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız” kimdir, orası meçhul.

Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.[8] Allah’ın takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır.[9] İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.[10] Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...

Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir”leş”miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.

“Hilâfet” demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi tuzaklardan kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun, aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar, başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.

“İmkânsız”, ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. “İmkânsız” kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini kuşanarak Allah’a daha yaklaşıp O’nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa “biraz zaman alabilecek şey” anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip Hakk’a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın sağladığı imkânlarla Allah’a yaklaşıp O’nun yardımına muhâtap olan kimse için İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri “zor” ve hele “imkânsız” gelmeyecektir.

En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç İsa ve Mehdi’ler çıkmasaydı, cihad zannedilen terör olayları yapılmasaydı, “ihlâs” gibi güzel kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!

İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey, bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır.[11] Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir.[12] İnsanlara emr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.[13] Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâinfak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir.[14] Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir. [15]

İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.

Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler, tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan, aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken, öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki mü’minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü ile birlikte Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem, resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm’ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.

Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife) çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder, Ulu Rasûl gibi, gemiyi en son terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet[16] olmakla birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan[17] İbrâhim gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip yürüyecek, arkasından ümmet yürüyecektir.

Halife kelimesi, h-l-f (halefe) kökünden türemiştir. Halefe, geride kaldı, sonradan geldi anlamındadır. “Halife” selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil), istihlâf edilen, birinin yerine bırakılan demektir. Aynı zamanda bu kelimenin kapsamı içinde vekâlet ve yöneticilik de vardır. “Hilâfet” halife olmak, halifelik, reislik, başkanlık, birinin yerine geçmek, onun adına iş yapmak ve onu temsil etmek anlamına gelir. Istılahta ise; “Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra, Ona halef olarak mü’minlere emîr olmak” şeklinde tarif edilmiştir. Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf yetkisine sahip olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir.[18]

Halife’nin çoğulu halâif ve hulefâ’dır. İstihlâf ise, birini halife (temsilci/ardçı) kılmak anlamındadır. H-l-f (halefe) kökünden türeyen kelimeler Kur’an’da çokça (127 yerde) geçer. Ama konumuzla direkt ilgili olarak halife kelimesi Kur’an’da 2 yerde,[19] halife’nin çoğulu halâif 4 yerde,[20] Hulefâ kelimesi de 3 yerde[21] geçer. İstihlâf kelimesi ise Kur’an’da 4 ayette[22] zikredilir. Yine konuyla dolaylı ilgili half kelimesinin de 2 ayette[23] geçtiği görülmektedir.

Allah, yeryüzünü îmar etmek, insanları Allah’ın kanunlarına göre yönetmek üzere yarattığı Âdem ve neslini halife olarak yaratacağını belirtiyor. “Yeryüzünde bir halife yaratacağım”[24] ifadesinden Hz. Âdem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını öğreniyoruz. Hz. Âdem yeryüzünde halife olarak yaratıldı. Papazların dediği “Hz. Âdem cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi biz cennetteydik” sözünün yanlış olduğunu Kur’an’dan anlamış oluyoruz.

Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini bildirmekle, insanı yeryüzünün hâkimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri yapacağını belirtmiştir. Ayetteki “halife” kelimesinde hâkimiyet anlamı vardır. Yeryüzünde halife olmak, yeryüzünün hâkimi ve yöneticisi olmak demektir. “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet.”[25] Âyetten de anlaşıldığı gibi burada “halife” hüküm veren, yöneten anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle insanlar arasında hak ve adâletle hükmetmesi Hz. Davud’dan istenmektedir. “Yani ey Dâvud, seni hükümdar yaptık ki iyiliği emredesin ve kötülükten sakındırasın. Böylece senden önceki peygamber ve salih önderlere halef olasın” denmiş olmaktadır. “Sonra da, sizin nasıl davranacağınızı görmek için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık.”[26] “Yani onların yerine artık siz hükmedeceksiniz.” Halife kelimesiyle, nesil nesil birbirini takip edecek ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir. Yine Hz. Nuh ve kavmi için de şöyle buyrulur: “Onları (yeryüzünde) halifeler kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk.”[27]

Bu âyetlerde “halife” kelimesi, sözlük anlamı olan; başkasının yürüttüğü bir işi, ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak devralınan iş, hâkimiyetle ilgili bir iştir. Nitekim Hz. Adem için “halife” kelimesinin kullanıldığı âyetten hemen önceki âyette: “Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”[28] buyurulmaktadır. Demek ki Hz. Âdem’in halife kılındığı şey, yeryüzünün hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili bir iştir.

“ALLAH’IN HALİFESİ” OLUR MU?

Kimse Allah’ın halifesi olamaz. Nitekim Hz. Ebu Bekir’e: “Ey Allah’ın halifesi!” denildiğinde, “Ben Allah’ın halifesi değilim; ben ancak Rasûlullah’ın (s.a.s) halifesiyim ve bu bana yeter”[29] demiştir. Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir âyetinde halife kelimesi Allah’a nisbet edilmemiştir. Ya müstakil olarak veya arz kelimesiyle birlikte “yeryüzünde halife” şeklinde kullanılmıştır. Hiçbir hadiste de “Allah’ın halifesi” tâbiri kullanılmaz. Buna rağmen, tevhid konusundaki çizgiyi alabildiğine zorlayan tasavvufun etkisiyle, çok sayıda âlim ve müfessir, bu yanlış ifâdeyi kullanagelmişlerdir. İbn Teymiyye’ye göre, tanım gereği; ölen, orada hazır bulunmayan, ya da işinde âciz olan biri için halife söz konusudur. Allah hakkında ise bu tür durumlar mümkün değildir. Allah’ın ne bir benzeri, ne de dengi mümkündür. Âlemlerden müstağni olan Allah’ın halifeye/ vekile ihtiyacı yoktur. İbn Teymiyye, vahdet-i vücutçuların insanı ulûhiyet makamına yükseltmek istediklerini, bu yüzden İbn Arabi’nin “insanın Allah’ın halifesi” olduğunu iddia ettiğini söyler. Vahdet-i vücutçular, insanın birtakım mertebelerle Allah’la bütünleşebileceğini iddia ederken, “Allah’ın halifesi” gibi (Kur’an’da olmadığı halde) görünüşte Kur’anî(!) bir dayanak ileri sürerler. [30]

Oysa Allah’ın temsil edilebilir bir varlık olarak algılanması, Hz. İsa’yı enkarne olmuş (et giymiş -Allah’ın oğlu-) biçimi olarak gören Hıristiyanlara ait bir düşünce idi. Kur’an, halife kelimesini açık bir şekilde arza izâfeten kullanıyor; Allah’a nisbet ederek hiçbir yerde kullanmıyor. Bakara suresi 30. âyetten sonraki âyetlerdeki, meleklerin yorumlarında ve reel hayatta gördüğümüz gibi, (yaratıcısını överek tesbih edeceğine) yeryüzünde fesat/ kargaşa çıkaran, kan döken biri Allah’ın temsilcisi olabilir mi? Bir temsilci, temsil ettiğinin dışına çıktığı zaman temsilci olmaktan çıkacağına göre, belli bir iradî alanda istemlerini gerçekleştirme, tercihte bulunma yeteneğine sahip insan gerçeği, “Halifetullah (Allah’ın halifesi)” ile nasıl uzlaştırılacaktır? [31]

“Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” [32]

Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah’a ibadet ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber’e itaat.

Allah, başta Âdem (a.s.) olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah’ın hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.

Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.

Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet” adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler,[33] O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.

İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi[34] emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını[35] bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. [36]

Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.

“Sahi, aslan nerede düşmüş ve nereden kalkacaktı?” Özellikle, olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere soruyor ve pratik cevap istiyorum.

“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;

Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”

 

[1] ] 24/Nûr, 55

[2] ] 3/Âl-i İmrân, 104

[3] ] 3/Âl-i İmrân, 110

[4] ] 21/Enbiyâ, 92

[5] ] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39

[6] ] 2/Bakara, 30

[7] ] 24/Nûr, 55

[8] ] 6/En’âm, 165

[9] ] 28/Kasas, 5

[10] ] 24/Nûr, 55

[11] ] 94/İnşirâh, 5

[12] ] 65/Talâk, 4

[13] ] 87/A’lâ, 6-9

[14] ] 92/Leyl, 5-7

[15] ] 92/Leyl, 8-10

[16] ] 16/Nahl, 120

[17] ] 2/Bakara, 124

[18] ] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 105-106

[19] ] 2/Bakara, 30 ve 38/Sâd, 26

[20] ] 6/En’âm, 165; 10/Yûnus, 14, 73; 35/Fâtır, 39

[21] ] 7/A’râf, 69, 74; 27/Neml, 62

[22] ] 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129; 11/Hûd, 57; 24/Nûr, 55

[23] ] 7/A’râf, 169; 19/Meryem, 59

[24] ] 2/Bakara, 30

[25] ] 38/Sâd, 26

[26] ] 10/Yûnus, 14

[27] ] 10/Yûnus, 73

[28] ] 2/Bakara, 29

[29] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/10-11

[30] ] M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 168-169

[31] ] Bkz. 10/Yûnus, 14

[32] ] 24/Nur, 55-57

[33] ] 24/Nur, 55

[34] ] 38/Sâd, 260

[35] ] 2/Bakara, 214

[36] ] Bkz. 4/Nisâ, 58

Cuma, 26 Şubat 2021 08:37

36.HUTBE: AHİRET BİLİNCİ

Yazan
  1. HUTBE ÂHİRET BİLİNCİ

ÂYET:

نَِّ هٰذَ لْقُرْنَٰ يَهْد۪ي لِلت۪ي هِيَ قَْوَمُ وَيُبَشِّرُ لْمُؤْمِن۪ينَ لذ۪ينَ يَعْمَلِونَ لصَّالِحَاتِ نََّ لَهُمْ جَْرً كَب۪يرًۙ وَمََّا لَّذ۪ينَ بْيَضَّتَّْ وُجُوهُهُمْ فَف۪ي رحَْمَةِ للّٰهِۜ هُمَّْ ف۪يهَا خَالدُُونَ

“Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.”[1]

Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” [2]

“Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.”[3]

Âhiret, Kur’an-ı Kerim’de 110 yerde geçer. Kur’an’da son gün anlamında yevmü’l-âhir şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde geçer. Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması, yani “âhiret yurdu”, “diğer ülke” anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır.

Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili âyetler hem Mekkî, hem de Medenî surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Birçok sûrede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence” bir “süs ve övünüş”tür; “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır. Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir.[4] Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir.

Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar.

Kur’an-ı Kerim’in âhireti ispat metodu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, sözkonusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah’a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte zikredilmek suretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir.

Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiat içindeki en mükemmel yaratık haline gelir. Ondaki ruhî ve fikrî gelişme devam ederek, fıtratındaki özellik ortaya çıkarak kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden korkması veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında, fıtratında bulunan bir özelliktir. Ancak, dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir.

Âhiret âlemine iman, Kur’an’da çoğunlukla Allah’a imandan hemen sonra zikr edilmektedir. Yani Allah’a iman ile âhirete iman birbirine bağlı olarak ifâde edilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç. Çünkü yapılan her amel, her iyilik, işlenen her suç, çiğnenen her emir ve reddedilen her hükmün karşılığı ancak o adil mahkemede hallolunacaktır. O mahkemede hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır. “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.” 975

Evet, dünya bir imtihan yeri, âhiret de o imtihanın değerlendirileceği bir başka yerdir. O yerde Allah’tan başka hiçbir yardımcı, O’nun izni olmadan hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün işlemler bitmiş ve bütün hesaplar neticelendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir: “Bir de öyle bir azâb gününden sakının ve korunun ki, o günde (Kıyâmette) hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmez. Azaptan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kâfirlere yardım da yapılmaz.” [5]

Mü’minler bilmelidir ki, o gün mesuliyet ferdîdir, hesaplar şahsidir. Herkes kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz. Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.

Âhirete iman, mü’mine, mutlak adâlete dayanan ferdî mesuliyeti yükler. Bu prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç âleminde uyanıklığı hâkim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Âhirette mü’mini kurtaracak, onu himaye edecek ancak sâlih amelidir. Hiç bir fidye onu küfür ve masiyetinin cezâsından kurtaramaz. Bunun içindir ki, âhirete İmanın, mü’minin hayatında büyük bir etki edeceği kaçınılmazdır. Öyle ise mü’min, bütün hazırlık ve çalışmasını âhirete yönelik yapmalıdır. İslâmî çalışma ve ibâdet hayatında bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü icraatında başkasını ortak eden (yani, Allah’tan başkası için ibâdet edip, başkaları takdir etsin diye kulluk yapan) âhirette de kimi ortak yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir. Âhirette Allah’dan başkası mükâfat ve cezâ veremeyeceğine göre, o halde mü’min Allah’tan başkası için kulluk yapamaz.

Âhirete iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını, kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir. Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu inanç, insanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak bir adâlet kendisini beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde hesap ve adâlet gününe kendini hazırlar.

Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle de ayırır. Mü’min, âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kâfirler ise, âhirete inanmadıkları için, hayatı sadece bu dünyadan ibâret sayar ve çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılar. Böylece onlar, âhirete eli boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka yardımcıları yoktur onların.

Âhirete iman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani âhirete inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Allah’a ve âhirete inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa olsun, onun sevgisi Allah’adır, Rasûlünedir ve mü’minleredir. Kalbinde diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez. Allah’ın mü’minlerden istediği budur. [6]

İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu âlemden başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı düşünür; dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşmaz. Fakat âhiret gününe inanan kimse, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı âhirete yöneliktir. O mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Ona hayırlı bir iş götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmamaya çalışır. Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddî faydası ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min âhirete yönelik çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatinin para, servet, mal, mülk, mevki, şöhret gibi aldatıcı meta’larına aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevi faydalar geçicidir; günün birinde hepsi yok olup gidecektir.

Yine insan, günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybedeceğini, yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kâinatın altüst olacağını yakinen bilmelidir. Kıyâmetten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği, insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyâmet gününde ortaya konulacağı, kıyâmette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği, bir kısım insanların (iman ve amel-i sâlih sahiplerinin) Cennet’e; bir kısım insanların (isyankârların) da Cehennem’e gireceğini yakînen bilir ve inanır.

Kur’ân-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır: “Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.” [7]

Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” [8]

ÂHİRETİN GEREKLİLİĞİ VE ÂHİRETE İNANMANIN FAYDALARI

1-) Dünya insan için bir imtihan yeridir. İnsan akıl ve irâde sahibidir. Allah, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insanlara hakkı ve bâtılı açıklamıştır. İnsan imtihan olunmaktadır, eğer İslâm’ı seçerse cennete girecektir, yok bâtıl bir din seçerse cehenneme girecektir. “Hanginizin daha iyi amellerde bulunacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[9]

İnsana kendisine verilen nimetleri nerede kullandığı mutlaka sorulacaktır: “Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.”[10]

2-) Dünyada birçok haksızlıklar yapılmaktadır. Yapılan zulümlerin hesabı âhirette, dünyadan çok daha ağır bir şekilde görülecektir.

3-) Yaptığı amellerin hesabını vereceğine inanan kimse hareketlerine dikkat eder. Çünkü bilir ki yaptığı işlerden mes’uldür, âhirette hesap verecektir. Bu yüzden kendisi ve insanlık için iyi amellerde bulunur.

4-) Âhirete inanmak insanlık için bir huzur ve teselli kaynağıdır. İnsan da her canlı gibi ölecektir. Bu yüzden insan için öldükten sonra dirileceği inancı büyük bir nimettir.

ÂHİRET ŞUURU

Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sureler Mekkî surelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve câhiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını savunup zalimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin rabbı olan Allah’tan beklemek zorundadır. Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü’minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.

Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu yüzden Kur’an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah’ın hilafetini yüklenecek ve ilahî adaletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve helallerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (ceza-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.

İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm’dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adaletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz’af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını Allah, âhirete saklamıştır. Adalet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helak vardır. Yoksa biz, iman edip sâlih amel işleyenleri, iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?” [11]

Bu dünyada sırf Rabbinin rızasını gözeterek her tür meşakkate katlanan, Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında daha fazla yükselir.

ÂHİRET ANLAYIŞI BİZİ DİRİLİŞE ULAŞTIRIR/ULAŞTIRMALIDIR

Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücadeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.

Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar ‘dünyadadırlar’ ama, ‘dünyadan ve dünyevî’ değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakıl-mamalıdır. Çünkü “Dünya” kelimesi, denâ’dan gelir ve ‘yakınlaştırılmış şey’ demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, ‘daha sonra’ geldiğinden; bize ‘uzak’ gibi gelir. Hâlbuki bu, ‘yakın’ olanın, yani dünyanın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.

Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın her şeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamadan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan, hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve nisyan arttıkça isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye çalışmak, özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir yandan da dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez. “Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.”[12] Allah’ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan için, korku son derece arızî bir şeydir.

Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara suresi 4. âyette Kur’an’ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken “âhirete inananlar” değil; “âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler.” denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah’ın davası için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.

Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten iç içe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! “Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”[13] Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir.

Âhiret konusu, İslâm’ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve sanıldığından çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Müslümanın arz üzerinde küçük ve büyük günahlardan kaçınabilmesi, dünyayı gözünde küçültüp, şehid cesaretini elde edebilmesi, dünya müstekbirlerine meydan okuyabilmesi ancak bu inancın sağlamlığı ölçüsünde mümkündür. Âhiret inancı, kesin bir kanaat, bir bilinç, bir şuurdur. Yani, insan hayatına yön veren yerleşik bir idrâk etmedir. Bu yüzden Mushaf tertibiyle âhiret kelimesinin geçtiği ilk âyette[14] “yûkınûn (yakînen iman)” ifâdesi yer almış; Kur’an’ın hidâyetine erip kurtuluşa erecek muttakîlerin özellikleri arasında “âhirete yakînî iman” şartı aranmıştır.

Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakînen iman olması, şuur/bilinç haline gelmesi, o düşüncenin kişi gözüyle görüyor, şâhid oluyor gibi konuyla kendi arasında yakınlık kurmasıyla, o düşüncenin kişiye mal olmasıyla mümkündür. Bir konu hakkında yakîne, şuura sahip olan kişi, o konu hakkında fikrî üretkenliğe ulaşabilir, bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da önemlisi, bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme’l- yakîn olarak bilinen âhiret konusunun ayne’l- yakîn seviyesine taşınması gerekir.

Ayne’l-yakînde kişi, şâhid olduğu şeyi gerçekmiş gibi görür. Ama bütünüyle duyumsayamaz. Çünkü bu seviye, hakka’l-yakînin alanına girer. Öyleyse ayne’lyakînin güçlendirilmesi için sembollere, teşbihlere ihtiyaç vardır. Bu teşbih ve semboller yoluyla âhiret tasvir edilir. Takvâ sahibi olup sorumluluklarını severek yerine getiren ve Kur’an’la hidayet bulanlar, âhiretten dünyaya bakar gibi, tercihini âhiretten yana yapan bir seviye kazanırlar. İşte, müslümanların âhirete imanları bu şekilde olursa, âhiret konusu bir şuur haline dönüşecek ve pratik hayata aksedecektir.

Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: “Şu anda neyi düşünüyordunuz?” Hiçbir insanın, “şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum” dediğini kolay kolay duyamayacaksınız. İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden nasıl yaşar? Fakat maalesef yaşıyorlar; buna yaşamak denirse.

Dünya hayatında mü’minlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat derecelerinin de aynı olmayacağı haber verilmektedir. Bununla ilgili bir hadiste, Allah yolunda cihad edenlere hazırlanan cennetin “yüz derece” olduğu ve her derecenin gökle yer arasındaki mesafe kadar birbirinden uzak bulunduğu haber verilmiştir.[15] Sahip oldukları nimetler açısından farklı mekânlar olduğu anlaşılan bu derecelerin imanın hasletleri (şubeleri) kadar yetmiş küsür olacağı, bu hasletleri kendisinde toplayanların bütün dereceleri elde edeceği de söylenmiştir.

 

[1] ] 3/Âl-i İmran, 106 - 107

[2] ] 17/İsrâ, 19

[3] ] 102/Tekâsür, 8

[4] ] bkz. 29/Ankebut, 64; 40/Mü’min, 39; 57/Hadîd, 20 975] 99/Zilzâl, 7-8

[5] ] 2/Bakara, 48

[6] ] Bkz. 58/Mücâdele, 22

[7] ] 3/Âl-i İmran, 106 - 107

[8] ] 17/İsrâ, 19

[9] ] 67/Mülk, 2

[10] ] 102/Tekâsür, 8

[11] ] 38/Sâd, 27-28

[12] ] 4/Nisâ, 74

[13] ] 3/Al-i İmran, 133

[14] ] 2/Bakara, 4

[15] ] Buhâri, Cihad 4; Müslim, İmâre 116