İlim mi, Bilim mi? Vahiy mi, Cahiliyye Kültürü mü? 

Âyet:

وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّۚ وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـًٔاۚ

 “Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise gerçekten yana bir şey kazandırmaz.” [1]  

وَاِنَّ كَث۪يرًالَيُضِلُّونَبِاَهْوَٓائِهِمْبِغَيْرِعِلْمٍۜاِنَّرَبَّكَهُوَاَعْلَمُبِالْمُعْتَد۪ينَ

“…Doğrusu birçokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” [2]

                                                                                       

İlim-Vahiy İlişkisi ve Günümüzdeki İstismarı

Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler tarafından çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adâlet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur. Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan.

İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine dayalı bir kavram ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze edilmesine çalışılıyor.

Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice tehdit etmekte, hidayetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden ve Allah’a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.

İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır. Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır. Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.

Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi, tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne kadar evreni insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet haline getirme masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline getirdiğinin ve ebedî hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern insan, hevâsının yolundaki aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının, teknolojik aygıtların, makinelerin tutsağıdır. Bundan kurtuluşun yolu, önce ilim kavramının Kur’an’la sağlaması yapılarak tashih edilmesi, bilgi birikimleri, dinin anladığı şekilde “faydalı ilim” ise başa tac edilmesi, değilse kendisinden Allah’a sığınılması gereken bir tehlike olarak kabulü ile gerçekleşebilecektir. Vahiyden ve Allah’la bağlarından koparılmış bilimin ve bilim sayesinde oluşan aygıtların, makinelerin ve maddeci hayatın tutsaklığıdır modern insanın temel problemi; asrın insanının hüsrânı, çıkmaz ve açmazları, bunalım ve streslerinin temel sebebidir bilimi “câhil”ce, “câhiliyye” gözüyle değerlendirmek ve gerçek ilimden kaçmak. Bu esaretten kurtulmak, hevânın gerçek akla dönüşmesi, bilimin, evrenin sırlarını “halife” sorumluluğu ile öğrenme ve Allah’a kulluk yönünde, yani en faydalı şekilde kullanılması sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin vahye, yani Allah’tan gelen gerçek ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden daha az değildir.

İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz, hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur-olmaz kimseler tarafından “ilmin faziletleri”nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri ve bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar için istismar edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin ne olup ne olmadığını belirlemek bir zarûret olacaktır. Peygamberimiz, “faydasız ilimden Allah’a sığınmaktadır”[3] diye dua edecek kadar faydasız ilmin zararı konusunda hassasiyet göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine bakılmadan ve şer’î ölçüyü hiç hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü yapmak, ilim adına işlenen büyük bir cinayettir.

Meselâ, “İlim istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana farzdır.” [4] hadis-i şerifini ve “İslâm’ın ilk emri oku emridir” düsturunu dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese farzdır ama, hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla?.. İşte bunu bir türlü belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar. Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer. İslâmiyeti bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?

Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye esas alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne derece parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak surette bir fuzûliyattan ibarettir. İşin daha kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı, Din’in esprisi içinde bir ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda bir bilim anlayışıdır.[5]      

 

 “Bilim” ile  “İlim” Aynı Şey mi?

Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim” ile, modern câhiliyyenin belirlediği “bilim”  başka başka şeylerdir. Bu iki kavram, hem konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları bakımından doğru ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim, bazı bakımlardan ilim kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar kalıpları içine sığdırılamaz. Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere ulaşamamakta, onun alanını kapsamamaktadır.

Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir, gözlem ve incelemedir. Hâlbuki genel anlamda ilmin yolu öncelikle “vahiy”dir. Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli “mânâ” ve gayb âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır. Fakat İslâm’a inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış bir ilim adamının “gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek” (bilimsel gerçek) dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden farklıdır. Her şeyden önce, bilimin metodunda, hiçbir öneri, hakikat ve inanç sistemi, deneyler ve bilimsel olaylar tarafından desteklenmedikçe doğru ve gerçek kabul edilmez. İlim için bu kural, özellikle vahiy ve gayb âlemi, iman gibi temel konularda olaylar ya da deneyler tarafından desteklenmesi şart olmadığı gibi, bu aynı zamanda imkânsızdır da.

Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Yani bilim adamı kişisel eğilim ve önyargılarının etkisi altında kalmadan bulduğu sonucu olduğu gibi yansıtmalıdır. Bulgular inançlara ters düşse bile yansızlıktan ve doğruluktan uzaklaşmamalıdır. Aynı kural, ilim için de geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır, ama inançlara ters düşmesi halinde müslüman ilim adamının tutumu farklı olacaktır; eğer burada bilimin bulgularının ters düştüğü inanç İslâm ise, işte o zaman ilim adamı inancından yana olacaktır. Çünkü onun gözünde vahyin, İslâm inançlarının doğruluğu mutlaktır, daha kesindir. Bilimin ortaya koyduğu bulgular, değişmez ve mutlak değildir. Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip değiştirilebilmek gibi bir ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır. (Bundan üç-beş asır önce, özellikle Ortaçağda bilimin doğruları ile şimdiki doğruları arasında uzlaştırılması mümkün olmayan nice örnekler herkesçe bilinir.)  Hâlbuki müslümanın anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu için ilim, değişmezlik ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.

Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı sağlamak, yine maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Hâlbuki ilmin gayesi, insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz hayatın saadetini sağlayacak hayat tarzını belirlemektir.[6]       

Ayrıca bu iki kavramın, konuşma ya da yazı dilinde kullanılışları ânında akla getirdiği ilk fikir ve çağrıştırdığı anlamlar da farklıdır. İslâm’a inanmış bir toplumda “âlim”  kelimesi kullanıldığı zaman akla ilk gelen, müslüman bilginlerdir, özellikle din âlimleridir. Ama, mesela Newton, Einstein, Descartes gibi şahsiyetler ise ancak “bilim” söz konusu edildiği zaman akla gelmekte ve onlara âlim denmeyip “bilgin” veya “bilim adamı” denmektedir. Demek ki bilim, fizikçilerin, kimyacıların, sosyologların, antropolog ve benzerlerinin (yani beşerin) -yine Allah’ın verdiği yetenek ve imkân sınırları içinde- bulup ortaya koyduğu şeylerdir.

İlim ise, bu saydıklarımızın meşgul oldukları alanları ve elde ettikleri sonuçları genelde reddetmeksizin, hatta onları kendi kuralları içinde özümseyip yorumlamakla birlikte, aynı zamanda bütün bunlara bir anlam kazandırıp faydalı ve meşrû bir yorum getiren vahiy öğretisinin ortaya koyduğu sistemin incelenmesi ve kavranmasıdır. Mesela bilim, savaş araçları ve silâhlar, kimyasal bombalar üretir, bunların en etkili biçimde işlemesi için araştırmalar yapıp yöntemler geliştirir. Bu silâhların hedefleri belirlenirken ölçü, yalnızca menfaat ve üstün gelme duygusudur; ahlâkî bir ölçüsü ve duyarlığı yoktur. Hâlbuki dine bağlı ilmin kuralı, bunları insanlığın maddî manevî kurtuluşu yolunda kullanmak şeklindedir. [7]

İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade “anlayış ve idrâk” olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan öte, bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir. İlim, zihinsel çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını düzenli ve faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.                   

İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize getirdikleridir.

Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.

Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil; etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders müfredâtında vahye, Allah’a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?

Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?

Ama unutmamalı; Allah, Musa’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir; yalnız, yine unutulmamalı ki Musa, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin, Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..             

                                                       

İlim, İslâmiyet’tir

Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim ilk defa Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah’ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da derde deva bir şey sayılmazdı.

İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de tam 854 yerde geçmektedir; hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları hâriç tutulmak üzere. Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde “bilinecek” ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.

Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde konusu ve gayesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle müslümana mahsus ilmi tanımak için Saâdet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde hemen kolayca anlaşılır ki, Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının insanlara tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü’nün söylediği ve yaptıklarında başka ilme konu olacak hiçbir malzeme mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber “hadis” dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların kalbine ve zihnine nakşedilmesinden ibaretti.

Ashâbın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları ve Rasûlullah’ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzakere ederek “ilm”i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini “yaşıyor”, eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen Allah’ın kelâmı, Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen ve emredilen de bundan başkası değildi. İlk emir “oku!” emri, vahy kitabı Kur’an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve ashâbı “oku!” emrinden neyin okunmasını anlıyordu? İndirilen vahyin ışığında ve onun tefsiri olarak “kâinat” ve “insan” adlı kitapların dışında?

Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme konu olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün sünneti idi. Kadın-erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu söylenemez. Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı olarak: Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz. Bu iki esasın özünü ve ruhunu, manasını ve mesajını aksettiren her nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab’ı daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.

Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibaret olduğu herhalde anlaşılmıştır. Yüce Allah,  insanlığa bir din gönderdi. Allah’ın peygamberi de o dinin öğretimi ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak “getirdiği şeyler”i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah’ın gönderdiğini insanlara tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti öğretiyor”du.[8] Görülüyor ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak bu Kitap’la kurtulabilir insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu Kitap’la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş ve kıyamete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan dosdoğru yola girmiş olacaktır.

İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz’e “Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun.”[9] şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki “sana ilim geldikten sonra” ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle, İslâm’ı konu ve yine onu gaye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir.

Kişiye Allah’ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah’tan uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların faziletli olduklarını söyler mi? Kur’an ve Sünnet temel kaynaktır müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan ve onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede önemli kitaplarla ilim yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler doğru istikamete yönlendirilir. Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna sahip olunmadan okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam bir inanç ve İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu şeyler de onun fesadını artırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup anlaşıldıktan sonra insana hiçbir şey zarar veremez. Çünkü Hak bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama yapabileceğimiz mikyas belirlenmiştir;  bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.   

Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu ayetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından öncelikle istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi, Rab’liğinin kabul edilip O’na teslim olunmasıdır. Bu cümleden olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale getirmesi de ilk istenen şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut “bilgi”, ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak surette belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim tavsiye edilmiştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde bir imana sahip olmasını sağlayacak ilimdir. [10]

Zaten İmam Gazâli’nin de belirttiği gibi asr-ı saâdette de “ilim” sözü, Yüce Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini kapsayan ilme verilen bir isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle ilim kelimesini istismar ederek diledikleri mânâya kullanmaya başladılar.[11]  Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz ve gaye çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan “araç” olmaktan çıkarak başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek” haline gelmiştir.

Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok daha etkinleşip azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını çok boyutlu ve yaygın olarak yürütme avantajına da sahip bulunuyor. O yüzden İslâm, “câhil” unvânını hiç bilmeyen bilgisize değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e sahip olmayan ve vahyi kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik, bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.    

İlim, maldan çok daha hayırlıdır. Onun için ilim, kendinden daha düşük bir şeye âlet ve köle yapılmamalı; ilmi basit dünya menfaati uğrunda kullanmamalı, ilmi ve ilim sahibini harcamamalıdır. İlmin kapısı Hz. Ali, şu tavsiyelerde bulunur: “Sana söyleyeceklerimi iyi belle. İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur; malı ise sen korursun. İlim amel edildikçe ve başkalarına verildikçe artar; mal ise harcandıkça eksilir. İlim âlime hayatında itibar kazandırır, ölümden sonra da hayırla anılmasına vesile olur; malın sağladığı yalancı itibar malla birlikte tümden kaybolur. Nice zenginler vardır ki hayatta iken ölüdürler; Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar.” [12]

 

İlmin Sınırları

İnsan olarak bizim ilmimizin, bilme gücümüzün bir sınırı vardır. Çünkü zaten vahyin dışındaki bilgi vasıtaları olan duyularımızın ve aklımızın gücü sınırlıdır. Duyu organlarımızın ve aklımızın bizi yanılttığı durumlar da söz konusudur. İnsanın bilgi bakımından bazen yanılabileceği, hoşlanıp sevdiği bir şeyin aslında şer; hoşlanmadığı bir şeyin de gerçekte hayır olabileceği ifade edilerek, “Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz.”[13] şeklinde kesin hüküm verilir. İnsan, bilgisinin sınırını idrâk ederek, kavrayamadığı gerçeklerin de bulunabileceğini kabul etmelidir. Gerçek, sınırsız ve mutlak ilim sahibi sadece Allah’tır. Tüm mahlûkat, O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, aklımız, organlarımız da maddî ve manevî güçlerimiz de Yaratıcımızın verdiği kadardır. İnsan, ancak aklının erdiği ve çalışması oranında bilir, daha ilerisini bilemez. Bu varlık âlemi içinde insanın bildiği birkaç damla ise, bilmediği bir okyanustur. Hatta insanlar, bildiklerini sandıkları konularda bile tam ve mutlak bir bilgi sahibi olamıyorlar. Bilgiler eşyanın ve hadiselerin yüzeyinde kalıyor, iç yüzüne nüfuz etmek için sarf edilen gayretlerin sonu acze varıp dayanıyor. [14]

Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.

Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah’ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur’an’a göre yönetmek ve eğitmek/terbiye sadece tek Rab olan (terbiye eden, eğitip yönlendiren) Allah’a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O’nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah’a dayandırılmaz. Besmele ile başlamak bile yasaktır derse, Es-selâm’la sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gayet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan.

Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmadığından;  yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur’an’ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O’nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı. Hak - bâtıl mücâdelesi değil; savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir, ahlâkın da uygulanması değil, sadece bilgisi önemlidir bu zihniyete göre.

Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.

Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.[15] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[16] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[17]

O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.

Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır. “Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”[18] Kıble; kalplerdeki imana, kafalarda taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği “ilâh”a göre değişen bir yön ve istikamettir. “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya, anıtkabir yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla bazı kimseler Kâbe yerine Anıtkabir’i, Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler. Kâbe’yi kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah’a döndürmesi, diğer yönlere ve kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin ve her dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti vardır. Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar.[19]

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de “Allah” inancına sahipti.[20] Fakat, Kâbe’de tavaf etmek gibi Allah’a ibâdet kastıyla bazı görevleri yaptıkları halde, zaman zaman put heykellerin karşısında saygı duyuyorlar, onların önünde törenler düzenliyorlardı. Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlar, eski büyük tâğutlarını da unutmamak için heykellerine hürmet ediyorlardı. Onlar da yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlar, putlarından vazgeçmiyorlardı.

Israrla vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, yapıldığında öncelikle insanlık suçu olduğu ilan edilecek davranış ve sözler, resmî âyinlerde/törenlerde, şirk unsuru olan hususlar, derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar, tâğutları övmeler vb. kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Şirki güncel açılımlarıyla topluma duyuramamanın vebalinin büyüklüğünü düşünmek bile zor. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanki tevhidin yasaklanmasından ve putperestliğin mecbur edilmesinden daha önemliymiş gibi, varsa-yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim câhiliyye okullarından istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka?! Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine konulan inanç, bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.

Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuluyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor, iki dinli ve münâfık karakteri oluşturuluyor.   

Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmakta. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.   

Evet, maalesef bin kere evet; Bu törenler, bir âyindir, putperest tapınmalarıdır. Allah’tan başka rab edinmenin, başka ilâh kabul etmenin, tâğutlara ibâdet etmenin göstergesidir. Tepkisiz ve buğzsuz olarak bu törenleri kabullenmek insanı şirke götürür. Şirk de Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suçtur. Kişiyi dünyada Allah’ın yardımından uzaklaştırır, âhirette de ebedî cehennemlik yapar. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır.[21] Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.

İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki:

“Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk’  dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’  dedi.”[22]

“Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz hiç akıllarınızı kullanmaz mısınız?”[23]

Buyurun hep beraber andımızı tazeleyelim: “Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” [24]

 

[1]  53/Necm, 28

[2]  6/En’âm, 119

[3]  Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711; et-Tâc, Kitâbü’l Ezkâr, c. 5, s. 124

[4]  İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224

[5]  E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş,  Timaş Yay., s. 52-53

[6]  M. Sıddıkî, Bilimin İslâmî Temelleri, 20-21; Bilgiden Tevhide Yükseliş, 9-11

[7]  E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş,  s. 11

[8]  3/Âl-i İmran, 164; 62/Cum’a, 2

[9]  2/Bakara, 145

[10]  A. g. e. s. 50 ve devamı

[11]  İmam Gazali, İhya, 1/54

[12]  M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahâbe, 4/1503

[13]  2/Bakara, 216

[14]  E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51

 [15]  Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711

[16]  62/Cum’a, 5

[17]  35/Fâtır, 28

[18]  2/Bakara, 148

[19]  2/Bakara, 145

[20]  Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3

[21]  21/Enbiyâ, 22

[22]  21/Enbiyâ, 52-54

[23]  21Enbiyâ, 66-67

[24]  109/K3afirûn, 1, 6

 

         Aşırı Sevgi, Sevilen Şeyi Putlaştırmaya Götürür!

 

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ

حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ

 شَد۪يدُ الْعَذَابِ

 "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'tan başkasını O'na endâd edinir; Allah'ı sever gibi onları severler. İman edenlerde ise, Allah sevgisi daha fazladır." [1]

 

Endâdı (Bir Şeyi) Allah'ı Sever Gibi Sevmek: Şüphesiz ki mü'minler, Allah'ı sevdikleri kadar hiçbir şeyi sevmezler. Ne kendilerini, ne de başkalarını. Ne şahısları, ne değerleri, ne alametleri, ne de insanları peşine takan şu dünya kıymetlerinden birisini. Allah sevgisi, en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve ölçülerin üstünde, mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı besledikleri bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisi. Âyetteki sevgi tabiri; doğru ve yerinde bir ifade olduğu kadar da güzel bir tabirdir. Hakiki mü'minle Allah arasındaki bağlılık, sevgi bağlılığıdır. Kalpten bağlanmak. Bu bağ; ruhta meydana gelen bir cezbeyle, dostluk ve yakınlık bağıdır. Sevimli ve parlak muhabbet duygusuyla sıkıca bağlanmış vicdan bağı... [2]

Âyette geçen "Endâd edindiklerini Allah'ı sever gibi severler" ifadesinin anlamı, "onlara itaat ve saygı duyma hususunda" demektir. Mü'minin Allah'ı sevmesi konusunda başka âyetlerde de açıklık vardır. "Allah onları, onlar da Allah'ı severler."[3] âyetinde olduğu gibi. Yine bir bedevî, Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlü, kıyamet ne zaman?" diye sordu. Bunun üzerine Rasûlüllah, "Onun için ne hazırladın?" dedi. Bedevî de: "Çok namazım ve orucum yok; ne var ki ben, Allah'ı ve Rasûlünü seviyorum" dedi. Bunun üzerine de Peygamberimiz (s.a.s.): "El-mer'ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile beraberdir.)" [4] buyurdular. Bunu müteakiben Enes (r.a.) şöyle dedi: "İslâm'dan sonra, müslümanların bu hadisle sevindikleri kadar, başka herhangi bir şeyle sevindiklerini görmedim." [5]    

Yaratılana değil, yaratana kulluk ve İbâdet etmek zorundayız. O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeli; O'nun emir ve yasaklarına ters düşen bütün emir ve yasakları reddetmeliyiz. Hürriyetimizi korumalı, özgür olmalıyız. Bizim gibi yaratılanların emir ve yasaklarını Allah'ın emir ve yasaklarına tercih ederek insandan ilâh türetemeyiz. Biliyoruz ki, bu üretilen ilâhlar yok olacak, ölecektir. Ölenden ilâh olmaz.                      

Hâlbuki müşrikler, ilâhlarını severler. Allah'tan başka filan adamı ilâh ediniyorlar. Onu seviyorlar. Ne gibi? Allah'ı sevdiği gibi. Yani bu kimseler Allah'a da iman ediyorlar. Allah'a inandıkları gibi Allah'ı seviyorlar da. Ama filanı da sevsek olmaz mı diyorlar. Allah ile Allah'ın kanunlarına zıt kanun koyan kişiyi ilâhlaştırıyor, ikisini beraber seviyorlar. Mü'minlere gelince, mü'minlerin ise Allah'a olan sevgileri daha şiddetlidir. Onların putlarını sevdiklerinden daha fazla severler müslümanlar Allah'ı.

Bu âyetin yaptığı kıyas/karşılaştırma ile düşündüğümüzde, günümüzde iman konusunda ne kadar geçerli not alabileceğimizin muhasebesini yapmalıyız. "Şu kâfir grubun veya şu bâtıl dâvâ adamının gayret ve mücâdelesini müslümanlar da yapsa..." diyoruz. Adam, kendisi gibi bir insanın koymuş olduğu kuralların insanlar üzerinde hâkim olması için malını veriyor, canını veriyor. Müslüman da diyor ki: "Bizim de imanımız ve gayretimiz, şu imansızınki kadar olsaydı." Bu âyette Rabbimiz öyle demiyor. Sizin Allah'a olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse, imanımızdan şüphe etmemiz veya zayıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Allah sevgisinden sonra Peygamber Efendimiz'i sevmemiz gerekiyor. Bir hadis-i şerifte öyle buyruluyor: "Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz."[6] Rasûlüllah'ı Rabbimiz'den sonra sevmek zorundayız. Kul olduğunu hiç unutmadan sevmeliyiz. Sevmek adına  -hâşâ- Hıristiyanların Hz. İsa'yı sevdiği gibi de olmayacaktır sevgimiz.

Kâfirlerin kendi liderleri, kendi yöneticileri, kendi kanun koyucuları yolunda verdikleri mücâdeleye denk mücâdele vermeyeceğiz. Bu âyete göre[7] onların verdiği mücâdeleden daha üstün bir mücâdele verirsek, ancak müslüman olduğumuzu ispatlayabiliriz. [8] 

Allah'ın itaat edilmesini yasakladığı kimselere veya Allah'ın hükümlerine düşman olan kimselerin veya düzenlerin emir, yasak ve arzularına itaat etmek, Allah'a isyan olduğu gibi; aynı zamanda Allah'a karşı endâd tutmaktır. Şüphe yok ki, böyle yapmak, gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın, ilâhlık mânâsında onları Allah'a endâd / ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, ma'bud adını vermekten çekinmezler. Onlara "rabbimiz, tanrımız" derler. Diğer bir kısmı da, açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızâsını düşünmeden onların rızâlarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.

Bu âyet[9] gösteriyor ki, ilâhlık mânâsında son derece sevgi, bir esastır. Ve ma'bud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa olsun, ma'bud ve endâd edinilmiş olur. Sevginin sonucu ise itaattir. Bunun için, ma'buda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı, onun ma'bududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle ma'bud mertebesi verilerek Allah'a endâd / denk tutulan şeyler, o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber "onları severler" ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan "hüm (onlar)" zamiri, bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir.

Bunun içindir ki, tefsirciler, "denk, benzer" mânâlarına gelen "endâd"ı  "Allah'a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri"  diye açıklamışlardır. Bu zamir, tağlib yoluyla putları da kapsamına alması takdirinde bile bu anlam açıktır.

Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar, liderler gibi insanları, Allah'ı sever gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, endâd ve şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder. Edebiyatta, romanda, şiir ve şarkılarda bu tür şirk o kadar ileri gitmiştir ki sevgililer ilâh seviyesine çıkartılmıştır. En ufak bir işi övmek için, yaratma kudreti yakıştırılmış, sanatçılar, futbolcular açıkça veya üstü kapalı şekilde tanrılaştırılmıştır. Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan endâdın mücâdelesi yüzündendir. Bilimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi buna çare bulamaz; bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine bu kavramları/endâdı kullanır. İslâm dışı düzenler de şirk ve endâd için çok rahat ortam oluştururlar ve beslerler. Bunlar, biz de müslümanız deseler bile, gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahlûk yer tutmuştur. Onları Allah'ı sever gibi severler, onlara ma'bud muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler. "Onları, Allah'ı sever gibi severler." İfadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri ma'bud derecesine çıkaranlar da dâhildir.

Bunun için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah yolundaki O'nun sevgili kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. "(Ey Muhammed!) De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin."[10] Buna göre, Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Velileri, peygamberleri veya onların ruhlarını ya da melekleri bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurban kesmek, âyin yapmak, onlardan direkt duâ şeklinde bir şeyler istemek, onlardan medet ve imdat beklemek... "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şirk ve küfürdür. Ayrıca böyle yapmak onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar, ancak Allah'ı sevmişlerdir. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanıp, hurafelere boğulan, uydurma masalları ve efsaneleri din edinen, mezarlara ve ölülere tapınan insanların sayısı gittikçe artmaktadır; câhiliyye sistemi yürürlükte olduğu müddetçe de artacaktır. Bir de vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir ateist felsefe vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar, bundan gelmiştir.

Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların, Allah'ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası ve endâd konusu, bu tarz muhabbet beslemektedir. Bunlar, itaat ettikleri kimseleri Allah için değil; Allah gibi severler. "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise çok daha fazladır." Mü'min olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden çok ve o müşriklerin tapındıkları endâda, eş ve benzerlere, hatta varsa Allah'a sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü mü'minler, ancak Allah'a yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah'ı hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar. Bundan dolayı, mü'minin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.

Kâfir ve müşrik ise bazen rabbinden yüz çevirir, tutar bir puta tapar, sonra ondan daha güzel bir şey gördüğü zaman onu bırakır, buna tapar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu da bırakır, başkasına tapar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman ma'budlarını yedikleri olur. (Sözgelimi, özgürlüğe, demokrasiye taparcasına sarılanların menfaatleri veya İslâm düşmanlıkları gereği bu putlarını yedikleri çok görülmüştür.) Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve ma'budlarını değiştirir giderler. Bunun için onların, mü'minler gibi devamlı bir sevgileri olmaz. Mü'minler, tek Allah'a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah'ta toplanır. Allah'ın yarattıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Allah rızâsı için severler. Müşrikler ve kâfirler ise bir ma'budun veya bir putun karşılığında diğer ma'budları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah sevgisiyle, Allah rızâsıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre bir hiç demektir. 

Bunun için mü'min bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen başkanlar, kendilerine uyulan insanlar, ne kadar mutludurlar. Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da hakkıyla tek Allah'a inanan bir mü'min olmaya, her şeyden, hatta kendinden önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal edenler, zulümden kurtulamazlar. Allah'a karşı başkalarını endâd, yani eş ve ortak tutmak, onları Allah'ı sever gibi sevmek ve Allah'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek, özellikle Allah'ın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve ma'budluğuna başkalarını da ortak etmek, en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür."[11] Bunu yapanlar son derece zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kâinat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cür'etinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar? Allah'ın kullarına, âciz yaratıklarına ne yapmak istemezler? [12]  

Bu âyet,[13] açıkça gösteriyor ki, ulûhiyetin en önemli özelliklerinden biri, muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kur'an ve İslâm ıstılahında / teriminolojisinde insan, daha çok "kul" vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. "Abd" kelimesinin bu anlamı, câhiliyye devri Araplarında da mevcut idi. Dünyevî mertebeler içinde risâlet en üstün mertebe olduğu halde, Rasûl, kulluğu ile övünürdü. Şehâdet kelimesinde de biz O'nun önce kul olduğunu, sonra Rasûl vasfını zikrederiz. Mezkür âyet gösteriyor ki, Allah'tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi, Allah'ı severcesine seven, Allah'ın emir ve nehiylerine uyar gibi bu sevginin gereklerini yerine getiren kimse, Allah'tan başka endâd, yani nidler, nazirler edinmiş demektir. Bu, muhabbette niddir. Bâtıl tanrılara, tapanlarının gerçek bir sevgi taşıdıklarını 2/Bakara, 95 ve 29/Ankebût, 25 âyetleri bildirir. Mü'min, Allah'ı; halis, katışıksız, sabit ve en ileri derecede sevmelidir.

"Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."[14] Demek ki, Allah'a inanan nezdinde onu sevmek, asıl fıtratı teşkil eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak, Allah'ın da kendilerini sevmesi için uymaları gereken yola, böylece irşad olunuyorlar. Öte yandan bu âyette "sevmek ve bağışlamak" kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor ki, Allah'ın mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak sevmeyen bağışlamaz.

Kur'an, kimi özellikleri imanın gereği sayar ki, bunlar ister istemez sevgiyi tazammun eder. Bunlardan biri "rızâ"dır. Rızâ, şunları gerektirir: Kul için en sevdiği varlık, Allah olacaktır. Çünkü bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini belirleyen kıstas, Allah'ın onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul, Allah'ından bütün fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla râzı olacaktır: Rab, müdebbir, emredici, yasaklayıcı, Vekîl, Velî vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden O'nu sevmesini gerektirecektir.

Allah ve Rasûlü'ne karşı çıkanlara, babaları ve evlatları bile olsa, mü'minler sevgi beslemezler.[15] Buralarda insanın doğal olarak en çok seveceği varlıklar (baba, çocuk, zevce, mal, yakın akrabalar, yer-yurt), Allah sevgisi ile karşı karşıya konulmakta, eğer Allah'ın rızâsı başka yerde bulunuyorsa, Allah'a sadâkatın baskın gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen, Allah'a olan sevgidir, O'nun rızâsıdır. Bu âyetler kulun, Allah'a sevgi besleyebileceğini göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu da gösterir. [16] 

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin."[17] Sevgi, kullanırken çok dikkat edilmesi ve ancak Allah'a, Peygamberine ve İslâm Düzeninin bağlılarına tahsis edilmesi gereken pek yüce bir hayat sermayesidir. İnançsızlara, müşrik ve münafıklara, bizi Allah'ın yolundan alıkoyan nesnelere israf edilmemesi gereken kıymetli varlığımızdır sevgi. Kur'an ve sünnet, Allah ve Rasûlünün mutlak olarak, öncelikli şekilde ve en büyük tarzda sevilmesini emretmiştir. Bunun dışındakileri severken, ancak ve ancak Allah'ın ve Peygamberinin sevilmesini istediklerinin sevilebileceğini açıklar. "Rahmeti bütün canlıları kuşatan (Allah) iman eden ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi yaratacaktır."[18]; "Amellerin en faziletlisi/değerlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek/nefret duymaktır." [19] İmansız sevgiye ulaşılamaz ve sevgisiz de iman olgunlaşamaz. Hz. Peygamberimiz, "imanın tadını bulmayı (birinci derecede) Allah ve Rasûlü'nü her şeyden çok sevmeye" bağlamıştır.[20];  "(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden / nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." [21]

“Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır.  İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.”[22]; “Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkunuz.”[23]; “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin. Allah,  fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.”[24]

İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dahil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.

İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında birşeyle izah edilemez.          

Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.[25] Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.

 Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir. 

Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.

Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı İlâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zat olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu İlâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.  

 

Her Çeşit Putperestliğin ve Şirkin Zararları

İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat üzere (imana ve tevhide müsait şekilde) doğduğu gibi, ilk din de (câhiliyye eğitiminde kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen) tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî mesaja sahip bir peygamberdir. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar ([26]), onların duyu organları da ârızâlı ve görev yapamaz durumdadır ([27]). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri,[28] birer pisliktirler.[29] Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fezat, fesat, kavga, anarşı, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.”[30] Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.

 

Güneşler, gezegenler ve büyük yıldızlar gibi makro âlemden atom ve hücrenin içyapılarına kadar mikro âleme, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine kadar tüm evrende tevhidin eseri gözükmektedir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüzçevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur.[31] Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”, diğeri “birlik” veya “birleşmek” demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet” bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş[32] kabul edecektir. Aynı Allah'a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkân birliği oluşturacaklardır. Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:

  • Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.
  • Arınmış nefsi yok eder.
  • İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.
  • Vahdeti, insanların birliğini parçalar.
  • Amelleri boşa çıkarır.
  • İnsanın ebediyyen cehennemden kalmasına sebep olur.
  • Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.
  • Büyük bir zulümdür.
  • Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.
  • İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.

 

Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından daha önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. "Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun."[33]; "Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır."[34]

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.

Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a İbâdet edildiği ve sadece O’na uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Faziletler doğuştan değil; sonradan kazanılan iman, takvâ, cihad ve ilim sâyesindedir. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.

Müşrikler, bazı şeyleri ilâh haline getirdikten sonra bazıları doğrudan o ilâhlara tanrı diye, bazıları da ‘bizi Allah’a götürecekler’ diye tapınmaya başladılar. Hâlbuki Allah (c.c.) bütün insanlara, sizi ben yarattım ve rızkınızı da ben veriyorum. Öyleyse ibâdeti yalnızca Bana yapın.’ diye buyurmaktadır.[35] Şirk dini üzerinde olanlar, hem Allah’ın dışında birtakım ilâhlara ibâdet ederler, hem de o ilâhlar adına kurallar (şeriatlar) uydurup onu din haline getirirler. Allah ise onların bu tutumunu kesin bir şekilde kınamakta ve reddetmektedir.[36] Allah’a başka şeyleri ‘şerik-ortak’ koşanlar, aslında gerçek anlamda bir ilâh bulmuş ve gerçekten ona ibâdet ediyor değildir. Onların bu yaptığı bir ‘zan’ (sanı)dır, bir avunmadır.[37] Yarın hesap günü şefaatçi olacakları zannedilen bütün ‘şerikler-ortaklar’ müşriklerin yanında olmayacaklar, onlara yardım edemeyeceklerdir. [38]

 

[1] 2/Bakara, 165

[2] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an, c. 1, s. 319-320

[3] 5/Mâide, 54

[4] Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 165

[5] Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 183

[6] Buhârî, İman 8; Müslim, İman 69

[7] 2/Bakara, 165

[8] Mahmut Toptaş, Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, c. 1, s. 324 vd.

[9] 2/Bakara, 165

[10] 3/Âl-i İmran, 31

[11] 31/Lokman, 13

[12] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 472 vd.

[13] 2/Bakara, 165

[14] 3/Âl-i İmran, 31

[15] bkz. 58/Mücâdele, 22; 9/Tevbe, 24

[16] Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, s. 159 vd.

[17] 58/Mücâdele, 22

[18] 19/Meryem, 96

[19] Ebû Dâvud, Sünnet 3

[20] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10

[21] Et-Tâc, c. 5, s. 78

[22] 5/Mâide, 51

[23] 5/Mâide, 57

[24] 9/Tevbe, 24

[25] 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87

[26] 2/Bakara, 10

[27] 2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179

[28] 7/A’râf, 179

[29] 9/Tevbe, 28

[30] 21/Enbiyâ, 22

[31] 30/Rûm, 31-32

[32] 49/Hucurât, 10

[33] 39/Zümer, 65

[34] 4/Nisâ, 48 ve 116

[35] 4/Nisâ, 36

[36] 42/Şûrâ, 21

[37] 10/Yûnus, 66

[38] 6/En’âm, 94

TEVHİDİ ESAS ALAN ALLAH’IN DİNİ İLE DEVLETİN YÖNLENDİRDİĞİ HALK DİNİ ARASINDA KARŞILAŞTIRMA

وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

“Hakka bâtılı karıştırmayın, hakkı bâtıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz.” [1]

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُٓوا ا۪يمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْاَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ۟

“İman edip de inançlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” [2]

Hakla bâtıl savaşı günümüzde Hakla Hak maskesi takmış bâtıl arasında cereyan ediyor. Bâtıl, savaşını kalleşçe sürdürüyor. Erkekçe bâtıl kimliğiyle Hakkın karşısına çıkmaya cesaret edemediğinden, maske takarak, hak elbisesi içinde bizden biri imiş gibi çıkıyor, ama bizi arkadan vuruyor. En zayıf ânımızı kolluyor, en zayıf yerimizden vuruyor. Dine karşı din. Canavar kurt, koyun postuna bürünerek koyun sürüsünün içine dalıyor, nice koyun, sürü psikolojisiyle katiline sevgi besliyor. En kötüsü de şu: Koyunu kurttan çoban korur. Ya çoban kurt olursa o sürünün hali ne olur? Dicle kenarında kurttan koyunu koruyacağım diyenler, kırmızı başlıklı kıza pusu kurmuşsa, kim kimi kimden koruyacak? Yine, yiyeceği kokmaktan tuz korur. Tuz kokarsa o yiyeceğin hali ne olur? Bu girişten sonra, iki din arasında karşılaştırmaya geçebiliriz.

Allah’ın râzı olduğu tevhid dini olan İslâm dininde; “Lâ ilâhe illâllah” (Allah’tan başka ilâh yoktur) esası, mü’minlerin inancını ve yaşama biçimini oluşturur. Devletin yönlendirdiği halk dininde; lâ bilinci yoktur. Reddedilmesi gereken sahte ilâh olarak nelerin bulunduğu belli değildir, hatta çağdaş sahte ilâh olarak reddedilen hemen hiçbir şey yoktur. İlâh olarak neler kabul edilmez ki…

Tevhid dininde; Allah’tan başka (yerde, gökte, devlette, mecliste) hiçbir ilâh yoktur. Tahrif edilmiş dinde ise; Allah, göklerin ilâhıdır, yağmuru yağdırır, rızık verir, yaratıcıdır; ama kamusal alana, yönetime, meclise, eğitime… karışmaz.

Allah’ın İslâm adını verdiği dinin merkezinde, hayatın merkezinde Allah vardır. Devletin yönlendirdiği dinde ise; hayatın merkezinde devlet vardır, vatan vardır, para ve eşya vardır, refah ve rahat vardır.

Hak dinde Allah; zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir Tek’tir. Halk dininde ise Allah’a ait sıfatlar karizmatik devlet adamlarına, şeyhlere, kanaat önderlerine de verilir.

Kur’an’la hududu çizilen dinde; Hüküm/Egemenlik sadece Allah’ındır. Hak maskesi takan hakla bâtılın karıştığı dinde; Hüküm/egemenlik halkındır, milletindir (denilse de aslında Atatürk’ündür, paranındır, parti başkanlarınındır, medyanındır, Amerika’nındır).

Allah’ın dininde en iyi idare şekli Peygamberimizin oluşturduğu Medine İslam Devleti modelidir. Devlet dininin en iyi idare şekli demokratik laik cumhuriyet rejimidir.

Allah’ın bildirdiği dinde anayasa ve yasalar Allah’ın kitabı Kur’an hükümlerinden alınır. En azından Kur’an’a ters düşmez. Devletin uzlaştığı dinde, Kur’an’a ters düşmesine bakılmaksızın anayasa ve yasalar, mecliste parmak hesabıyla hevâ yoluyla oluşturulur. Atatürk ilkelerine ters düşmez.

Allah’ın dininde Allah’ın kitabı ve Rasülünün sünneti esastır. Devlet dininde ise demokrasi ve laiklik esastır.

Hiçbir beşerin müdahalesi olmayan vahiy dini İslâm’da lider, önder, izi takip edilen örnek şahsiyet Allah’ın rasûlüdür. Geleneğin ve devletin müdahale ettiği dinde ise, şeyhler, parti başkanları, tâğutlar, atalar, putlar ve putlaştırılanlardır.

Bütün peygamberlerimizin dini olan aziz dinimize göre insan, yalnız Allah’ın kuludur. Kalabalıkların dinine göre insan devletin kuludur, koltuğun kuludur, paranın, sanatçının, futbolcunun, hevânın kuludur.

Kur’an’daki dinde; Allah’a hakkıyla iman eden kişilerin kimliği “Müslim/Müslüman”dır. Kur’an’a göre bu ismi onlara Allah vermiştir. İslâm’ın tahrif edilmiş şeklinde ise; Türk, Kürt, vatandaş, millet, halk, falan partili gibi kimliklerle insanlar kendini tanıtır ve bunlarla övünür.

İndirilmiş dinde; Farzları, haramları (emirleri ve yasakları) Allah belirler. Uydurulmuş dinde; Yasaları ve yasakları, neyin serbest (câiz) olup neyin yasak olduğunu devlet, meclis belirler.

Devletlerin de Rabbi olan Allah’ın dininde; Kur’an Allah’ın kitabıdır; Ona itaat edilmelidir. Allah’ı rab kabul etmeyenlerin dinine göre; Anayasa ve yasalara herkes uyup itaat etmelidir. Tâğut demek şeytan demektir. Bugünkü yöneticiler tâğut değil ülü’l-emrdir. İtaat de vaciptir. Devleti de Atatürk kurmuştur. Atatürk ilkeleri kutsaldır, onlara ters düşülmemelidir.

Put kıran İbrahim’in de dini olan İslâm dininde putlar, heykeller yıkılır; putlarla ve putçularla mücadele edilir. Müslüman geçinen Nemrutların dininde ise heykeller yapılır; putlara ve putçulara karşı çıkanlar cezalandırılır.

Aziz din İslâm’a göre; Herkes, peygamber bile Allah’a, O’nun vahyine uymak zorundadır. Mevcut din anlayışına göre; Herkes devlete, kanunlara, halkın çoğunluğuna, halkın tercihlerine uymak mecburiyetindedir. Yoksa, demokrasi çarpar.

Tevhidi esas alan dine göre; hiçbir şey ve hiçbir kimse Allah’a şirk koşulmaz. Tâğutlarla, uzlaşan dine göre; Atatürk, meclis, devlet, demokrasi, heykeller, futbolcular, sanatçılar da kendilerinde ilâhî özellik bulunan yüce değerlerdir.

Hâlis din olan İslâm’a göre; Allah kuddüs’tür, Kutsal olan yalnız O’dur. Sadece Allah yolunda ve Allah için ölen şehittir. Devletin rengine giren dine göre; Vatan, bayrak, devlet, marş, heykel kutsaldır; bunlar uğrunda ölenler de kutsal şehitlerdir. Demokrasi şehidinden, vatan şehidinden, görev şehidinden bahsedilir. Namazsız, inançsız kimseler de olsa bütün subay ve askerler ölürse şehit olurlar, polisler de öyle. Bunlara bu şehitlik payesini devlet vermiştir; bunlar devlet şehididir.

Allah’ın dininde; Cehennemden, Allah’ın azâbından korkulup sakınılır. Hacı Baba dininde; Devletten, hapisten, açlıktan, depremden korkulur.

İslâm Dininde; Gaye Allah’ı razı etmektir. Cennet ümidi ve beklentisi esastır. Adı İslâm olan her şeyin meşru görüldüğü halk dininde; Üst makamların gözüne girme, dünyevî beklentiler, iyi bir vatandaş olmak önemlidir.

Atma ve katmalardan berî olan İslâm dinine göre; En üst derece sevgi, bağlanma ve tâzim, sadece Allah’a gösterilir. Kıyâm, rükû ve her çeşit ibâdetle Allah’ın huzurunda durularak O’na saygımızı, kulluğumuzu gösterip O’na yaklaşılır. Hakla bâtılın karıştırıldığı dinde ise; Özellikle bayram kabul edilen günlerde, Cuma ve Pazartesi okullarda bayrak törenlerinde heykelin karşısında kıyama benzer saygı duruşu gibi tapınmalar, saygı duruşu, anıtkabirdeki uygulamalar, heykelleri şehirlerin meydanlarına dikme, resmini resmî dairelere asmayı mecbur etmekle tâğutlara yaklaşılır.

Şirki en büyük günah sayan hak dinde; Tâğutları reddedip inkâr etmek esastır. Şirki önemsemeyen mevcut dine göre; Özellikle okullarda ve politikacıların nutuklarında tâğutları sevmek ibadettir. Tâğutları sevmeyenleri sevmemek esastır. Tâğutları, hele oy verip seçtikleri kendi tâğutlarını kabul edip ona ters düşenleri dışlamak veya ceza vermek esastır.

Fıtrat dini olan İslâm’a göre; Hayatın amacı, yaratılış, idealler; tümüyle Allah için olmalıdır. Bâtıla her türlü desteği veren dine göre; Hayatta başarılı olmak, kariyer yapmak, zengin olmak çok önemlidir. Dinle ilgili bir çalışma varsa, dinin özüyle ve tevhidle bağlantılı olmayan ayrıntı cinsindendir.

Kur’an’da ve Sünnette esasları bildirilen dine göre; Allah ve O’nun dini, her şeyimize karışır. Diyanet Teşkilatlarının da içini doldurduğu din anlayışına göre; Ülkede demokrasi ve özgürlük var, kimseye karışılmaz. Allah yönetime, okullara, kıyafetlere karışamaz. Laiklik gereği, din devlete karışamaz, ama devlet dine Diyanet yoluyla karışır.

Allah’ın râzı olduğu tek hak din olan dinimize göre; Allah hüküm verdiğinde başka seçeneğimiz olmaz. Allah’ın hükmüne teslimiyet gerekir. İçine çağdaş hurafeler katılmış, aslı Hak olan, şimdi hakla bâtıl karışımı olan dine göre; Tâğutî kanunlar insanın aleyhine haksız karar bile verse, “şeriatın kestiği parmak acımaz” denir. Allah devlete zeval vermesin denilir. Sofra duasında bile devletin devamından yana dua edilir. Hutbelerde bile İslam dışı düzene, devlete dua edilir.

Kâinatın yaratıcısı Rabbimizin dinine göre; Ölülerden bir şey beklenmez. Onlar artık kendilerine bile fayda veremeyecek durumdadır. Atatürk’ün de râzı olduğu din anlayışına göre; Anıtkabir defterine yazılanlara orada yatandan cevap yazması beklenmese, Atatürk çarpar denilmese de; yatırlardan, türbelerden çok şey beklenir. Vatan için ölenlerden de şefaat istenir.

İslâm adlı insanlık dinine göre; Gaybı, geleceği sadece Allah bilir. Devletin şekil verdiği dine göre; halkın 2023 için hayali beklentileri, laik ve demokratların şeriat getireceği, fallar ve burçlar…

Tevhid dininde; Yemin, sadece Allah adına yapılabilir. Çünkü şâhit tutulacak en büyük zat O’dur ve O her şeyi görür ve bilir. Kalabalıkların dininde ise; Kimde ne kadar var olduğu düşünülmeden namus ve şeref üzerine yemin edilir.

Saf ve katıksız din olan Rabbimizin gönderdiği dine göre; Eğitim, Rab olan Allah’ın eğitim kurallarını merkeze alan ve insanları Rabbimizin eğitim sistemine ve müfredatına göre yetiştirmektir. Demokrasiden ve Batıdan etkilenenlerin dinine göre; Batı tarzı eğitim esastır. Eğitime vahiy karıştırılmaz. Okullarda Atatürk’e şirk koşmak suçtur. Her konuda en büyük odur. Onun heykellerine tapmadan okul başlamaz, onun resminin olmadığı sınıfta eğitim olmaz. Atatürk ilkelerine göre eğitim müfredatı oluşturulur.

Razzâku’l âlem olan Rabbimizin bildirdiği dine göre: Rızkı veren Allah’tır. Helâl rızık talebidir, helâl yoldan kazanmaktır önemli olan. İmtihanımızı kazanmamız için haram rızka meyletmemek gerekir. Resmî din anlayışına göre; Kapitalist sistemde her yol, hatta her yolsuzluk paraya çıkar. Paranın dini imanı yoktur. Din iman varsa, bankaya mecburen konulduğu için varsa dini imanı zaten kalmaz. Paranı dini olur mu bilinmez ama üzerinde Atatürk’ün resmi olmayan para olmaz. Haram unutulmuş bir kelimedir, suç olmasın da; önemli olan odur. Banka tapınaktır, çek koçanları kutsal kitap, para da ilâh. Yalan-dolan, hile-aldatma haram olsa da nasıl olsa suç değildir.

Dinin sahibi’ne göre; Sevgi, korku ve ümit sadece Allah’a yöneliktir. Mevcut din anlayışına göre; Sevgi denilince karşı cins ve aşk akla gelir. Korku denilince kimsenin aklına cehennem gelmez. Ümitler hep dünyaya yöneliktir. Bu üçünü birden Allah’ın dışındakilere atfeden mü’min olamazmış, kimin umurunda?

Dosdoğru din olan İslâm’a göre; Velâ ve berâ (Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek) dinin önemli hususlarındandır. Piyasa dinine göre; Allah’ın düşmanları dost ve müttefik kabul edilir. Avrupa Birliği hâlâ önemsenir. Tâğutlar ve zâlimlere hayran olunur. Tâğutlara karşı çıkıp devletin İslamlaşmasını isteyen ve cihadı öne çıkartanlara ise “sapık!” diye ad verilir.

Tek Hak din olan İslâm’a göre; Elfâz-ı küfür ve ef’âli küfür, kaçınılması gereken en önemli yasaklardandır. Üretilmiş din halini alan din anlayışına sahip olanlar, nedir bu dedikleriniz? Karın doyuruyor mu bu ifadeler, sen ona bak, diyebilirler.

Kur’an’ın yön verdiği dine göre, Din, Allah’ın dinidir. Hiç kimse ona bir şey ilave edemez. Mü’minler “semi’nâ ve eta’nâ / duyduk ve itaat ettik” derler. Eski ve yeni Anayasalarla sınırları çizilen din anlayışına göre Din, devletin dinidir. Diyanet de devletin kurumudur. Diyanet, istediği (devletin istediği) gibi fetva verir, televizyon müftüleri de istediği kolaylığı getirir. Din halkın dinidir. Atalarından ve Ata’sından ne gördüyse ona tâbi olur halk. Ve halkla devlet din konusunda kaynaşmış, uzlaşmıştır. Böyle saça böyle tarak.

Rabbim, Hakkı Hak olarak bilip Hakk’a tâbi olanlardan eyle. Bâtılı bâtıl olarak tanıyıp bâtıldan sakınmamızı nasip eyle. Hakka bâtılı karıştıran zihniyetten bizi uzak tut, o karışımdan bizi muhâfaza eyle! Yüzüne maske geçirip bizim gibi göründüğü için dost bildiğimiz, ama Senin dostun olmayanların şerrinden bizi koru Allah’ım.

 

[1]  2/Bakara, 42

[2]  6/En’âm, 82

 

Perşembe, 25 Şubat 2021 07:31

6.HUTBE: GÜNLÜK HAYATTA ŞİRK

Yazan

Günlük Hayatta Şirk

 

Âyet:

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْماً عَظ۪يماً

“Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” [1] 

 Kur’an’ın, üzerinde en çok durduğu ve en fazla önem verdiği konu; tevhidin ikamesi, şirkin izâlesidir. Yani Allah’a tevhidî ölçüler içinde iman etmek ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmama konusudur.

Buna rağmen, bugün camilerde şirkten, putperestlikten hemen hiç bahsedilmez. Okullardaki Din Kültürü derslerinde bu konular hiç gündeme gelmez. Abdesti bozan konular işlendiği kadar bile, imanı bozan konular işlenmez.

İnsanımız da, kanserden sakındığı kadar şirkten sakınmaz, depremden veya aç kalmaktan korktuğu kadar bile Cehennemden korkmaz. Hâlbuki şirk, kana giren öldürücü bir mikroptan daha beterdir. Mikrop en fazla insanın dünyasını yok eder. Ama şirk mikrobu, dünya huzuru ile birlikte esas âhireti mahveder. Tevhid; fıtrattır, sıhhattir; huzur, nizam ve selâmettir. Şirk ise, bozulma, hastalık, fesat, kaos ve ârızadır.

Bir küçük kibrit çöpünün, koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder, bir mikrobu veya kibrit çöpünü önemsemeyip tehlikesiz görmenin zararlı neticelerini düşünen insanlar; maalesef şirkin, küfrün, putlara saygı duruşunun zararlarını hesaba katmıyor.

 

Şirk Nedir?

Lügat olarak şirk: Ortaklık, ortak koşmak demektir; mülk ve saltanatta ortaklık anlamına gelir. Istılahta şirk; Allah’a zâtında, sıfatlarında veya fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadîm, bâkî gibi sıfatlarına başka varlıkların da sahip olabileceğine inanmak şirktir. Kısacası, Allah’ın ilâhlık vasıflarından herhangi birini Allah’tan başkasına vermek şirktir. Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir.

Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı, çok sevip saydığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre  makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.

Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. 

“Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.” [2] 

İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir.

Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde Karun’lar, yani zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla  -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.

 

Şirk İçin Bazı Örnekler

Eski câhiliyye dönemindeki putlara tapmak yanında, onların şirklerinden çok daha fazla ve çok daha yaygın şirk çeşitleri toplumu kuşatmış durumdadır. Kur’an’ın hükümlerini ve akîdevî esasları bildiği halde, nasıl oluyor da, dâvetçiler ve dâvetçi olması gereken tevhid ehli Müslümanlar, başta şirk bataklığı olan düzene karşı ve şirk anlayışlarının tümüne karşı tavır almıyorlar, bunları önemsiz gibi görüyorlar… Her gün farklı alanlarda farklı versiyonları çıkıp kitle imha silâhı şeklinde insanımızın dünya huzuru yanında âhiretini de tümüyle mahvedecek şekilde şirk virüsleri tüm halka bulaşıyor. Bundan daha önemli bir problem olmadığı halde, şuurlu geçinen Müslümanlar, nelerle uğraşıyor ve nelere karşı çıkıyor? Yasama, yürütme, yargı, eğitim, ekonomi alanlarındaki şirk unsurlarını gündeme getirmek, çok uzun bir listeye sebep olacaktır. Bu alanların dışında, devamlı artan çeşitleri ve tüm insanlara bulaşma eğilimi gösteren yaygınlığı ile, günümüzde ve yaşadığımız ülkede ne tür şirk çeşitleri var, sadece başlıklarıyla bir görelim:

a) Allah’ın Sıfatları Konusunda Şirke Düşmek. Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkâr etmek veya başkasını bu hususlarda ortak görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Sadece Allah’a ait olan bazı sıfat ve özellikleri, Allah’la birlikte veya O’ndan bağımsız olarak başkasına vermek. Bunun sonucu olarak, Allah’a herhangi bir eksiklik izâfe edilir veya ortak koşulur, ki bu tevhidi bozar.[3] “Allah beni unuttu”, “Bu muska olmasa, ben bu 12/Yûsuf, 40; 9/Tevbe, 31küfür lafızlarıdır, tevhidle bağdaşmaz.

b) Hâkimiyet Şirki; Allah’ın indirdiği emirlerle hükmetmemek, Allah ve Rasûlü’nün hükmünü kabul etmemek. Allah’tan başkasını mutlak kanun koyucu kabul etmek, İslâm dışı kanunları ve kanun koyucuları benimseyip kabullenmek de insanı şirke sokar. Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp gönül rızâsı ile tâğutların hükümlerini uygulamak veya severek onlara tâbi olmak insanı tevhidden uzaklaştırır. [4]

c) Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma, kanun koyma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar, insanı şirke sokar. [5]

d) Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse, onu Allah’a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları İlâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. [6]

e) Allah’tan Başka İlâh Kabul Etmek: İlâh; kendisine kulluk edilen, yönelinen, kendisinden korkulan, aynı zamanda sevilen, sayılan, kâinatın idaresini elinde tutan zât demektir. İlâh, her şeyi görür, bilir, dilediğini yapmaya gücü yeter. Allah’tan başka bir zâtın da her şeyi gördüğünü, bildiğini ve tabiatta veya yaratıklar üzerinde dilediği gibi tasarruflarda bulunduğunu zannetmek şirktir. [7]

f) Allah’tan Başka Rabler Edinmek: Rab kelimesinin anlamı: Eğiten, yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden, hükmeden, idare edendir. Allah’tan başka rab edinmek şirktir. Allah’tan başka rab olarak benimsenen sâlih bir insan, hatta peygamber bile olsa bu durum, yine açık bir şirk olur.[8] İnsanların Allah’tan başka rab edinmeleri nasıl olur? Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı bir tarafa bırakarak, üstün ve büyük bildikleri zâtlara yönelip onların her dediğini kabul eden, her hükmüne iman eden kimseler, onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram, yani yasak; haram kıldıklarını da helâl yani serbest kabul eden görüşlerine uyan kimseler onları rab edinmiş olurlar. [9]

g) Allah ile insanlar arasında, ibâdetleri Allah’a çıkaran ve aracılık/arabuluculuk yapan varlıklar olduğuna inanmak: Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştıran peygamberlerden başka, Allah ile insanlar arasında bu anlamda aracılar yoktur. Kul ile Allah arasına ibâdet yönüyle hiç kimse giremez. Allah, kulun ibâdetini, duâsını işitir ve onu görür. Allah, kuluna şah damarından daha yakındır. [1

h) Velî/Dost Edinme Şekliyle Şirk; Mü’minleri Bırakıp Kâfir ve Münâfıkları Velî/Dost ve yönetici Edinmek: [11]

i) Herhangi Bir İbâdet Şekliyle, Özellikle Duâ Hususunda Şirke Girmek, İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak. Allah’tan başkasına secde etmek, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar. [12]

k) Allah ve Rasûlü’nden Geldiği Kesinlikle Sâbit Olan Nasslara, Hükümlere Bir Bütün Olarak Tümüne İnanmamak: Kim Kur’an’ın hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah’a ortak koşmuş olur. [13]

l) Kur’an’la, Sünnetle, Dinle, Peygamberle Alay Etmek, Onlara Hakaret Etmek: [14]

m) Allah’tan Başkasına Tevekkül Etmek, Mutlak İtimad ve Güven Duymak: “Mü’min iseniz Allah’a tevekkül ediniz...” [15]

n) Sevgi, Hürmet ve Bağlılık Yönüyle Şirk. Bir İnsanı veya Nesneyi, İdeolojiyi Aşırı Şekilde Sevip Putlaştırmak: Devleti, devletin kurucusunu, devlet başkanını, vatanı, bayrağı, demokrasiyi, laikliği din gibi yüceltmek, uğrunda canını verecek kadar aşırı şekilde sevmek şirktir. “(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet/sevgi uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” [16]

o) Allah’tan Başkasının da Gaybî Yollarla Fayda ve Zarar Verebileceğine İnanmak: [17]

Gaybî yollarla, yani arada hiçbir vâsıta olmadan, mûcizevî bir şekilde yapılan yardıma, böyle bir güce ancak İlâh sahiptir. İlâh ise yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir varlık hiçbir sûrette gaybî yollarla hiç kimseye fayda da zarar da veremez. Böyle bir güce peygamber de sahip değildir.

p) Allah’ın Âyetlerinden Yüz Çevirmek: [18]

Kur’an’dan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirmek, onları önemsemeden hayatına yön vermek, yaşadığı hayatı Kur’an’a uymayan bir tarzda sürdürmek de şirktir. Çünkü insan ancak Allah’ın âyetlerini yaşadığı sürece Allah’a kulluk eder. Allah’ın âyetlerinden uzak olduğu zaman Allah’a kulluktan da uzaklaşır. Ya hevâsının, heveslerinin kulu olur, ya da uyduğu lider ve büyüklerinin kulu olur.

“Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine yalvar ve sakın müşriklerden olma!” [19]

“Şu hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?” [20]

“Âyetlerimiz size okunmadı mı? Fakat siz, büyüklük tasladınız ve suçlu bir kavim oldunuz.” [21]

“...Âyetlerimizi tanımayıp yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.” [22]

r) İtaat ve İttibâ Yoluyla Şirk. Tâğutların Hükmünü Allah’ın Hükmüne Tercih Etmek, İslâm’ın Yaşanıp Kur’an’ın Hâkim Olmasını İstememek, Rasûlullah’ın Örnek ve Önder Olduğunu Kabullenmemek, [23]

“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar).” [24]

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” [25]

s) Kötülüğü Hoş Karşılayıp Yayılmasına Seyirci Kalmak, Kötülüğü Emretmek[26] “Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu (Onları terketti, hidâyet ve yardımını kesti)! Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir.” [27]

t) Korku Yönüyle Şirk: Allah’tan başkasından Allah’tan korkar gibi korkmak, Allah’ın korkmayın dediklerinden korkmak, [28]

u) Cibt ve Tâğuta da İnanmak:[29] Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah’tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük, müneccimlik, gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah’ın Kitabında olmayan hususları ve Kitab’a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah’ın kanunları gibi sunarlar. Câhil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar.

v) Tasarruf ve Hulûl Yoluyla Şirk (Allah adına yeryüzünde tasarruf yapmak, yağmuru yağdırmak, kalpten geçeni bilmek; Allah’ın bir eşyaya veya bir insana hulûl edip onun şeklinde zuhur ettiğine inanmak)

y) Kur’an’ın Zâhirî Mânâsına Ters Düşen Bâtınî Anlamlarının Olduğunu, Bunları da Ancak İlham Aracılığıyla Az Sayıda İnsanların Bilebileceğini İddia Etmek,

z) Tevhid Ehli Bir Mü’mini Haksız Yere Tekfir Edip Katlini Helâl Saymak.

 

Tâğutlara Tapma Yönüyle Şirk; Resmî ve Siyasal Şirk

Dünyamız, hâlâ câhiliyeyi yaşıyor. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu câhiliye hükmünü istiyorlar ve ondan râzılar. 21. Asırda da hâlâ bazı Firavunlar, yani ulusal tâğutlar putlaştırılmaktadır. Bazı ülkelerde, Ortadoğu’da, diğer ülkelerde, meselâ Çin’de ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla tapıldığı sözkonusudur. Özgürlük va çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır. İnsanlar, okullarda kendi dinlerini doğru şekilde öğrenemezler, tam tersine dinlerine düşman şekilde yetiştirilirler. Okulların bilgiden de önce gelen esas amacı, müşrik vatandaş yetiştirmektir. Şirk düzenlerinde bütün (resmî) kurumlar tevhid anlayışına zarar verecek şekildedir.

Allah’a, O’nun dinine, hükümlerine dil uzatılabilir, ama diri veya ölü olsun ideolojinin tanrısı kabul edilen tâğuta, Mao’ya dil uzatılamaz; o kesinlikle eleştirilemez, mâsum kabul edilir. Devlet törenleri olarak topluma dayatılan bu dinin farzlarını hiçbir vatandaşın terk etmesine müsâmaha ile bakılmaz. Çin’de tüm resmî uygulamalar Mao’yu putlaştırmaya dayanır. İslâm’ı değil, düzeni temsil eden ulusal marş okunurken hiç kimse oturamaz, hatta kımıldayamaz. Ezan ya da Kur’an okunurken bir müslümanın gösterdiği saygıdan daha fazlası, hatta o ülkede Müslümanlardan bile istenir. Çin gibi ülkelerde belirli günlerde yetkililer ve etkililer, tanrılaştırılan kişinin, Mao’nun tapınağına, anıt mezarına giderek orada âyin ve ibâdet etmek ve o ulusal tanrıya dilekçe yazıp ona bazı problemleri şikâyet etmek zorundadırlar. Yesin diye olsa gerek, adına çelenk denilen otlar koymaları gerekir. Putlara ve putlaştırılan kimseye karşı saygı duruşu denilen âyinler özellikle Çin’deki tüm okullarda okutulan öğrencilere mecburen uygulattırılır. Çocuğunu böyle bir okula göndermeme hakkını da ebeveyne vermez özgürlükçü Çin.

Mao’nun heykelleri ve fotoğrafları meydanları ve kamusal alanları, resmî kurumları doldurur. Hele okullar, bir tapınak durumundadır. Bu heykel ve resimlere bile en küçük saygısızlık büyük çapta ceza sebebi olur. Okullarda bu büyük tâğutun kahramanlıkları, meselâ Mao’nun vatanı nasıl kurtardığı, hayat hikâyesi, ilk sınıftan üniversite son sınıfa kadar “Siyer” okutulur gibi, hatta daha coşkulu ve uzun şekilde tekrar tekrar okutturulur. Her öğrenci, hatta her vatandaş Mao’ya hayran olmak zorunda bırakılır. Bayramlarda ve özel günlerde puta tapmanın çok yönlü görüntüleri her yerde sergilenir. Mao devrimini ve ilkelerini kimse eleştiremez. Kim ve hangi parti iktidarda olursa olsun Mao her dönem hem de tek başına iktidardadır ve iktidarına ortak/şirk kabul etmez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Mao’nundur.

Çin’de din devletinden bahsedilmese de, devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Aslında Çin, bir din devletidir.[102] Yasamaya, yargıya, eğitim kurumlarına ve başta Çin silâhlı kuvvetleri olmak üzere her türden resmî kurumlara bakıldığında bunu kabullenmek zorunluluğu vardır. Maoculuk dini, tek dindir ve kimse Mao’ya hiçbir şeyi ortak koşamaz.

Evet, dini reddettiği veya en azından devlet rejimi olarak dini önemsemediği, hatta özellikle İslâm dinine düşman olduğu düşünülen Çin rejimi, aslında Maoist bir teokrasidir. Mao ülkede kızıl devrim yaptığı gündenberi ülkenin en büyük dehâsı ve önderi kabul edildiği için her Çin vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu Çin rejimi, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Çin devletinin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Mao’ya ve onun devrimlerine, ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.

Müslümanın “Allahu Ekber” (Allah’tır en büyük, O’nun dışında başka büyük yoktur) inancına rağmen; Çin’de devletin uygulamalarına bakılınca resmî sloganın “En büyük Mao, başka büyük yok!” olduğu görülür. Çin rejimi, Mao sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, tüm eğitim kurumlarında öğrencilere ve tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Kimse Mao’yu eleştiremez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.  

 Çin’de câmiler bile bu tâğutların emrinde ve hizmetindedir. Kur’an’ın ahkâm âyetleri hutbe ve vaazlarda hiç konu edilmez. Mao başta olmak üzere tâğutlara duâlar yaptırılır. Bayram kabul edilen vatanın, Çin’in İslâm’dan kurtuluş günlerinde tâğutların övgüsü hutbelerin temel konusudur. Câmiler devlet kurumu, imamlar da devlet memurudur Çin’de; Evet Çin böyledir…

 

Siyasal Şirk

Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.

Devlet yönetiminde İslâm’a, şeriate, Kur’an inancına ve hükümlerine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayat, laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik din eğitimi kurumlarında da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...  

Modern câhiliyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.         

İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.

İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez.        

Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.[30] Modern câhiliyye insanı ise, Allah’a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor.  Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.

Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnâlar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.

Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah’a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır”, “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah’a tercih etmektir.

Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zât, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zâtlar olduğu kabul edilir. “Müslümanım” diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zât olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu İlâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bu çirkin inançlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.   

 

[1]  4/Nisâ, 48

[2]  4/Nisâ, 48

[3]  7/A’râf, 180

[4]  5/Mâide, 44; 12/Yûsuf, 40; 42/Şûrâ, 21; 4/Nisâ, 65; 4/Nisâ, 59; 33/Ahzâb, 36

[5]  12/Yûsuf, 40; 9/Tevbe, 31

[6]  33/Ahzâb, 36

[7]  Bak. 6/En’âm, 19; 27/Neml, 63; 41/Fussılet, 6

[8]  9/Tevbe, 31; 3/Âl-i İmrân, 64; 12/Yûsuf, 39; 18/Kehf, 110

[9]  Bak. 9/Tevbe, 31. âyetin izahı olarak Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hds no: 3292

[10]  6/En’âm, 51; 2/Bakara, 186

[11]  4/Nisâ, 45; 9/Tevbe, 116; 5/Mâide, 51, 57; 2/Bakara, 186, 257; 3/Âl-i İmran, 100; 6/En’âm, 14; 18/Kehf, 102; 36/Yâsin, 74-75

[12]  6/En’âm, 162; 1/Fâtiha, 5; 26/Şuarâ, 213; 46/Ahkaf, 5; 7/A’râf, 97, 194; 2/Bakara, 255

[13]2/Bakara, 85; 30/Rûm, 31-32; 9/Tevbe, 65-66; 4/Nisâ, 140

[14]  9/Tevbe, 65-66; 4/Nisâ, 140

[15]  5/Mâide, 23; 9/Tevbe, 51; 36/Yâsin, 74-75

[16]  29/Ankebût, 8, 25; 2/Bakara, 165

[17]  7/A’râf, 188; 5/Mâide, 76

[18]  28/Kasas, 87; 45/Câsiye, 23, 31; 2/Bakara, 39

[19]  28/Kasas, 87

[20] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23

[21]  45/Câsiye, 31

[22]  2/Bakara, 39

[23]42/Şûrâ, 21; 9/Tevbe, 31; 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36

[24]42/Şûrâ, 21

[25]  9/Tevbe, 31; Ve Bak. 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36

[26]  9/Tevbe, 67; 5/Mâide, 78-79

[27]  9/Tevbe, 67

[28]  16/Nahl, 51-52; 3/Âl-i İmrân, 175; 11/Hûd, 54; 39/Zümer, 36

[29]  4/Nisâ, 60; 4/Nisâ, 51-52

[30]  Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87

Perşembe, 25 Şubat 2021 07:25

5.HUTBE: SALİH AMELİN FAYDALARI

Yazan

Sâlih Amelin Faydaları

Âyet:

لِيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ

“(Allah,) iman eden ve sâlih amel işleyenleri mükâfatlandıracaktır. Onlar için mağfiret ve güzel bir rızık vardır.”[1]

مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِّن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيَاةً طَيِّبَةً وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَجْرَهُم بِأَحْسَنِ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“İman etmiş olarak, kadın – erkek kim sâlih amel işlerse ona güzel bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.”[2]

Hadis:

“Allah, sizin ceset ve sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar” [3]                                   

 

a- Güzel Bir Gelecek ve Mutluluk

Kur’ân-ı Kerim’de, iman edip sâlih amel işleyenleri güzel bir gelecek ve mutluluğun beklediği ifade edilerek şöyle buyrulmaktadır:

“İman eden ve sâlih amel işleyenler için güzel bir gelecek ve mutluluk (tûbâ) vardır.”[4]

Âyette ifade edilen güzel bir gelecek ve mutluluğun, iman edip sâlih amel işleyenlerin olacağı belirtilmektedir. Çünkü iman etmek ve bu imanın gerektirdiği şekilde güzel davranışlarda bulunmak, helâl ve haram kavramlarını en ince noktasına kadar düşünüp, bu doğrultuda hareket etmek, mü’min için umulan, ama oldukça da zor başarılan davranışlardandır. İşte kim bunları yerine getirirse, Allah böylelerine mutluluk ve güzel gelecek vaad etmektedir ki, Allah’ın verdiği sözden dönmeyeceği açık bir şekilde beyan edilerek şöyle buyrulmaktadır:

Bu, Allah’ın vadidir. Allah, vadinden caymaz.”[5] Ra’d sûresi 29. âyette geçen “tûbâ” kelimesinin, nimet, gıpta etmek, sevinç ve göz aydınlığı, güzellik, hayır, keramet, cennet, cennette bir ağaç anlamlarına geldiği rivâyet edilmektedir.

 

b- Güzel Bir Hayat

Kur’ân-ı Kerim’de ister kadın, isterse erkek olsun, mü’min olarak sâlih amel işleyene güzel bir hayat vaad edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

“İman etmiş olarak, kadın – erkek kim sâlih amel işlerse ona güzel bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.”[6]

Âyette ifade edilen güzel bir hayatın bu dünyada mı, yoksa âhirette mi olacağı konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. İbn Abbas ve Dahhâk’e göre vaad edilen bu hayat, bu dünyada; Katâde, Mücahid ve İbn Zeyd’e göre âhirette ve Süddî’ye göre de kabirde olacaktır.[7] “Güzel bir hayat”la ne kast edildiği konusunda da çeşitli görüşler vardır. Kurtubi, bunları helal rızık, kanaat, Allah’ın rızasını kazandıran tâatleri yapmak, saâdet, cennetteki hayat şeklinde sıralar.

Âhiret hayatı, ebedî saadet ve mutluluğu ifade etmekle beraber, sâlih bir mü’min, sâlih ameliyle ve şahsiyetli bir kişiliği ile bu dünyada da mutlu bir hayat sürebilir. Çünkü davranışlarında samimi, doğru, âdil ve temiz olanlar, diğer İnsanlara oranla bu dünyada da çok daha iyi bir hayat yaşarlar. Çünkü onlar, kusursuz kişilikleriyle, bu özelliklere sahip olmayanların görmediği saygı, şeref ve güven içinde yaşarlar. Başarı kazanmak için kötü yollar deneyenlerin elde edemediği temiz ve göze çarpan bir başarı kazanırlar. Dünya hayatındaki güzel yaşayış, âhiretteki mükâfatı eksiltmez, onların zevaline yol açmaz. Bahşedilecek güzel bir hayatın, sadece âhirete tahsis edilmeyeceği kanaatindeyiz. Çünkü mü’min, sâlih amelle, kendisi ve çevresiyle hoş bir atmosfer içinde yaşama imkânını bulabilir. Fakat önemli olan bu yaşantıyı kendisine sağlayacak iman ve bu imanın gerektirdiği sâlih ameli işlemektir. Kadın olsun, erkek olsun bu güzel hayata ulaşabilmek için İnsanların Allah’a iman etmekle beraber, Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine tâbi olarak sâlih ameller işlemeleri gerekmektedir.

 

c- Bol Rızık ve Mağfiret

Kur’ân-ı Kerim’de, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin bağışlanıp bol ve güzel bir rızıkla rızıklandırılacağı belirtilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

“(Allah,) iman eden ve sâlih amel işleyenleri  mükâfatlandıracaktır. Onlar için mağfiret ve güzel bir rızık vardır.”[8]

Âyette geçen mağfiret, imanın mükâfatı; rızk-ı kerîm ise, sâlih amelin ödülüdür. Başka bir âyette ise:

“İman eden ve sâlih amel işleyenlere mağfiret ve bol rızık vardır.”[9] buyrularak, bunlara nail olmak için iman ve amel-i sâlihin gerekli olduğu vurgulanmaktadır. Bazı âyetlerde ise, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin, büyük mükâfatla birlikte mağfiret edilecekleri belirtilmektedir. [10]

Bütün bu âyetler, iman eden ve bu inancına bağlı olarak sâlih amel işleyenlerin affedileceğini, bunlarla da kalmayıp gerek bu dünyada ve gerekse âhirette yaptıklarının karşılıklarını göreceklerini göstermektedir. Çünkü Allah, ğafur ve rahimdir. Nitekim Allah, tevbe eden, durumunu ıslah eden/düzelten, ıslah işinde çalışanı bağışlayacağını ve ona aynı zamanda merhamet edeceğini de beyan etmektedir. [11]

Kur’an, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işlemek sûretiyle hidâyete ulaşan İnsanı bağışlayacağını zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Ve Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen, sonra da hidâyete ulaşan kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır.”[12] Bu âyete göre bağışlanma için dört husus gerekmektedir. Bunlar:

Tevbe: İsyan, itaatsizlik ve küfürden sakınmak ve vazgeçmek,

İman: Allah’a, Rasûl’üne, Kitab’a ve âhiret gününe samimiyetle inanmak,

Sâlih amel: Allah ve Rasul’ünün emirlerine uygun işler yapmak,

Hidâyet: Sebatla doğru yolu takip etmek ve yanlış yola sapmaktan sakınmak.

Sayılan bu hususlara, doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an’ın hemen her yerinde rastlamak mümkündür.

“Ancak sabredenler ve sâlih amel işleyenlere gelince, işte onlar için mağfiret ve büyük ecir vardır.”[13] Bu âyette de, bağışlanma ve büyük mükâfata nail olma, sabretmeye ve sâlih amel işlemeye bağlanmaktadır. Başka bir âyette ise, amellerin ıslah edilip günahların bağışlanması, Allah’tan korkmaya ve doğru söz söylemeye bağlanmakta ve:

“Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki (Allah) amellerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” [14] buyrulmaktadır.                     

                          

d- Tevbelerinin Kabul Görmesi

Kur’ân-ı Kerim’de sâlih ve muslih İnsanların tevbelerinin kabul edileceği beyan edilerek şöyle buyrulur:

“Rabbiniz içlerinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz, sâlih İnsanlar olursanız, şüphesiz ki O, tevbe edenleri bağışlar.”[15]

Bu âyette Allah, mağfiretini sâlih bir İnsan olma ve tevbe edip O’na itaat etme şartına bağlamaktadır ki, böyle bir İnsanın da Allah’a iman eden ve sâlih amel işleyen birisi olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Başka bir âyette ise, bir kötülük yapıp, sonra durumlarını düzeltenlerin de tevbelerinin kabul göreceği beyan edilmektedir.[16] Kısaca geçmişi tamamen tasfiye etme, günahlardan vazgeçip pişmanlık duyma anlamını ifade eden tevbe, iman da dâhil olmak üzere, her şeyden önce gelmektedir. Nitekim âyetlerde bunu görmekteyiz.[17] Çünkü tevbe, gerçek iman etmenin bir teminatı durumundadır. Çünkü tevbe, bu durumda olan bir şahsın, ayrılmaz vasfıdır. Hatta diyebiliriz ki, tevbe, mü’minlerin en önde gelen vasıflarından biridir. [18]

Bir âyette ise, tevbe ve sâlih amel, Allah’a gereği gibi yönelmenin şartı durumundadır. “Kim tevbe eder ve sâlih amel işlerse, o, gereği gibi Allah’a yönelmiş olur.”[19]

Bu âyet, aynı zamanda tevbe edip kendilerini düzeltenler için bir müjdedir. Zira bu âyette, tabir câizse “genel af” ilan edilmektedir.

 

e- Kötülüklerinin Örtülmesi ve İyiliklere Tebdili

İçerisinde sâlih amel ifadesinin geçtiği âyetlerden bazılarında, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin kötülüklerinin örtüleceği ve iyiliklere tebdil edileceği vurgulanmaktadır. Bunlardan birinde şöyle buyrulmaktadır:

“Ancak kim tevbe eder, iman edip sâlih amel işlerse, işte onların kötülükleri iyiliklerle değiştirilir.”[20]

İlgili âyetlerden anlaşıldığına göre, kötülüklerin örtülüp iyiliklere tebdil edilmesinde bazı şartlar söz konusudur. Bunlar da, genel anlamda tevbe, iman ve sâlih amel olarak ifade edilmektedir.

 

f- Sevginin Oluşması

Kur’ân-ı Kerim’de iman edip sâlih amel işleyenlere, Rahman’ın bir sevgi yaratacağı belirtilerek şöyle buyrulur:

“İman eden ve sâlih amel işleyenler (var ya), Rahman onlara bir sevgi yaratacak.”[21]

Âyette ifade edilen sevginin yaratılmasını Hz. Peygamberimiz’in şöyle izah ettiği rivâyet edilmektedir:

“Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrâil’e der ki: ‘Ben falanı sevdim, sen de sev.’ Cebrâil de göktekilere aynı şekilde nida eder. Sonra onun için yeryüzünde bir sevgi yerleşmiş olur. İşte Allah’ın “iman eden ve sâlih ameller işleyenler (var ya), Rahman onlara bir sevgi yaratacak” âyeti bunu ifade eder.” [22]

Allah’ın muhsinleri/iyilik yapanları,[23] Allah’tan tam anlamı ile sakınanları / müttakîleri,[24] sabredenleri,[25] adâletli davrananları,[26] Allah’a tevekkül edenleri,[27] çok tevbe edenleri,[28] temizlenenleri[29] seveceği  zikredilirken; zâlimleri,[30] haddi aşanları,[31] fesâdı ve fesad çıkaranları,[32] kâfirleri,[33] kibirlenenleri,[34] günahkârları,[35] israf edenleri,[36] hâinleri,[37] nankörleri[38] de sevmeyeceği belirtilir.

Allah’ın kulunu sevmesi demek, ona nimetlerini sunması demektir. Kulun Allah’ı sevmesi ise, O’na yakın olmayı arzu etmesi, istemesi demektir. Böylece kul, daima kendini kontrol etmeyi hissedecek demektir. Çünkü Allah’ın sevgisini kaybetmek istemeyecektir. Bundan dolayı da kulun Allah’a sevgisi kuvvetlenecek ve âyette işaret edilen boyuta ulaşacak demektir ki, âyette şöyle buyrulur: “... Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise daha kuvvetlidir.”[39] Allah sevgisini kazanmak için O’na iman ve bu imanın gerektiği şekilde sâlih amel gerekmektedir.

 

g- İnsanların En Hayırlıları Olmak

Kur’ân-ı Kerim’de iman eden ve sâlih amel işleyenlerin mahlûkatın en hayırlıları olacağı ifade edilerek şöyle buyrulur:

“İman eden ve sâlih amel işleyenler mahlûkatın en hayırlılarıdır.”[40]

Bu âyette geçen “beriyye” kelimesinin genel bir mânâ arzedeceği gibi, kendi asırlarında yaşayan mahlûkatın en hayırlısı anlamını ifade edeceği beyan edilmektedir. Gerçekten İnsan, “en güzel bir şekilde yaratılmış” olup, şeklen mahlûkatın en mükemmeli olduğu gibi, akıl sayesinde de onların en üstünüdür. Fakat İnsan, bu mükemmelliğin nereden kaynaklandığını unuttuğundan dolayı, kendisini yaratan, öldüren ve sonra yine diriltecek olan Allah’ı unutmuş ve böylece “nankör” durumuna düşmüştür.[41] Dolayısıyla mahlûkatın en şerlisi olmuştur. Ancak, onu bu durumdan kurtaracak yol da yine Allah tarafından gösterilmiştir ki, bu da genel anlamda iman ve sâlih amel olup, İnsan bu sayede yaratıkların en hayırlısı konumuna gelmiştir.

 

h- Dinamizm Kazanmaları

İman edip sâlih amel işlemek, İnsanı dinamizme sevkeder. Çünkü iman ve sâlih amel, bir noktada, mü’minin boş işlerle meşgul olmasını engeller. Çünkü mü’minler âyetlerde de ifade edildiği gibi  

“... Faydasız bir şeye rastladıkları zaman, yüz çevirip vakarla geçerler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.” [42]

İnsanın sabahın erken saatlerinden, gecenin belirli bir vaktine kadar Rabbi ile baş başa kalması, bir sâlih ameldir ve bunu İnsana ancak inancı yaptırabilir. Yani kılacağı beş vakit namaz, mü’minin Rabbi ile başbaşa kalmasını sağlayacaktır ki, namazın sâlih amellerin en üstünü olduğu belirgindir. Namaz, özellikle cemaatle kılındığında mü’minin hem kendisine ve hem de çevresine karşı sorumlu ve uyanık olmasını sağlayacaktır. Böylece mü’min sâlih ve muslih (aktif bir İnsan) olma yolunda gayret gösterecek demektir. Ramazan’da oruç tutan bir mü’min, toplumdaki yoksulları düşünür. Bu durum, mü’mini dinamik tutarak onun devamlı çalışmasını sağlayacak ve yine çevresinde fakir ve yoksul olanlara sadaka ve zekât yoluyla yardıma koşacaktır ki, bunlar da sâlih amelin birer göstergeleridir. Psikolojik açıdan ibâdetlerin İnsan ruhu üzerinde etkisinin olduğu ve İnsanı huzur ve sükûna kavuşturduğu bilinmektedir. Günlük ibâdetlerini yerine getiren bir mü’min, Allah’a karşı görevini yapmanın rahatlığı yanında, kendini de yenilemiş ve dinamik bir hayata kavuşmuş olacaktır. Böylece mü’minler, Allah’ın bütün İnsanları sadece kendisine kulluk etmeleri için yarattığının[43] şuuru içinde hareket etmeleri gerektiğini idrâk etmiş olacaklardır.

 

i- Yeryüzüne Vâris Olmaları

Kur’ân-ı Kerim’de iman edip sâlih amel işleyenlere, yeryüzüne halef kılınacakları vadedilerek şöyle buyrulur:

“Allah, sizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı, sahip ve hâkim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, sahip ve hâkim yapacağına onlar için râzı olduğu dinî temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Ama kimler bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar artık yoldan çıkmışlardır.”[44]

Bu âyette Allah, iman edip bu imanlarının gerektirdiği şekilde sâlih amel işleyenlere üç şey vadetmektedir. Bunlar:

Yeryüzüne halef kılınmaları,

Kendileri için seçilen ve beğenilen/râzı olunan dinin kendilerine sağlamlaştırılacağı, 

Korkularından sonra güvene erecekleridir.

Âyette vaad edilen “yeryüzünde halef kılma” şeklinde ifade edilen hususla ne kast edilmektedir? Müfessirler, bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Allah’ın hangi ırktan olursa olsun müşriklerin topraklarına varis kılması ve orada her türlü tasarruf yapmaya yetkili halifeler yapması, kâinatı imar etme, adaleti yerine getirme ve kullar arasında ihsan, iyilik yapmak için Allah’ın onları halife yapmasının söz konusu olduğu beyan edilmektedir. Başka bir âyette de bu vaade açıklık getirilir:

“Andolsun, Tevrat’tan sonra Zebur’da da arza mutlaka sâlih kullarım vâris olacaklardır, diye yazdık.”[45]

Ancak bu verâseti, iman etmeye ve bu inancın gerektirdiği şekilde sâlih amel işleme şartına bağlamaktadır. Yeryüzüne, tevhid inancına sahip olup sâlih amel işleyenler, dün olduğu gibi bu gün de vâris olabilirler. Yeter ki onlar sâlih olsunlar.                                       

 

k- Cenneti Kazandırması

Kur’an’da iman eden ve sâlih amel işleyenlere vadedilen hususların başında cennet ve içindekilerin geldiğini söyleyebiliriz. Cennete girmenin temel şartı iman ve sâlih ameldir. Bazı âyetlerde bu durum, “şart edatı” ile ifade edilmektedir.

“Erkek ve kadından her kim iman ederek sâlih amel işlerse işte onlar, cennete girecekler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir.”[46]; “Allah, muhakkak ki iman eden ve sâlih amel işleyenleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyar.” [47]

Bütün bunların yanında, iman edip sâlih amel işleyenlere Allah, yüksek dereceler verecek;[48] korku ve hüzünden emin kılacak;[49] çalışmalarını zâyi etmeyecek;[50] iyi İnsanlar arasına dâhil edecek[51] ve İlâhî rahmete kavuşturacaktır. [52]                  

“Ey Rabbim! Beni verdiğin nimete şükretmeye ve râzı olacağın sâlih ameller işlemeye muvaffak kıl. Rahmetinle, beni sâlih kulların arasına kat.” [53]

 

[1]  34/Sebe’ 4

[2]  Nahl, 96

[3]  Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9

[4]  13/Ra’d, 29

[5]  39/Zümer, 20

[6]  16/Nahl, 97

[7]  Fahreddin Râzi, Tefsiru’l-Kebir, 20/113

[8]  34/Sebe’, 4

[9]  22/Hacc, 50

[10]  5/Mâide, 9; 35/Fâtır, 7; 48/Fetih, 29

[11]  3/Âl-i İmran, 89; 5/Mâide, 39; 6/En’âm, 54...

[12]  20/Tâhâ, 82

[13]  11/Hûd, 11

[14]  33/Ahzâb, 72

[15]  17/İsrâ, 25

[16]  4/Nisâ, 16

[17]  19/Meryem, 60; 20/Tâhâ, 82; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67

[18]  Bak. 9/Tevbe, 112

[19]  25/Furkan, 71

[20]  25/Furkan, 70 ve yine bak. 47/Muhammed, 2; 29/Ankebut, 7; 64/Teğâbün, 9

[21]  19/Meryem, 96

[22]  Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 20

[23]  2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmran, 134; 5/Mâide, 93

[24]  3/Âl-i İmran, 76; 9/Tevbe, 4, 7

[25]  3/Âl-i İmran, 146

[26]  5/Mâide, 42; 49/Hucurât, 9; 60/Mümtehine, 8

[27]  3/Âl-i İmran, 159

[28]  2/Bakara, 222

[29]  2/Bakara, 222; 9/Tevbe, 108

[30]  3/Âl-i İmran, 57; 42/Şûrâ, 40

[31]  2/Bakara, 190; 5/Mâide, 87; 7/A’râf, 55

[32]  2/Bakara, 205; 5/Mâide, 64; 28/Kasas, 77

[33]  3/Âl-i İmran, 32; 30/Rûm, 45

[34]  4/Nisâ, 36; 16/Nahl, 23; 28/Kasas, 76

[35]  4/Nisâ, 107

[36]  6/En’âm, 141; 7/A’râf, 31

[37]  8/Enfâl, 58; 2/Bakara, 276

[38]  22/Hacc, 38

[39]  2/Bakara, 165

[40]  98/Beyyine, 7

[41]  22/Hacc, 66

[42]  25/Furkan, 72-73

[43]  51/Zâriyât, 56

[44]  24/Nur, 55

[45]  21/Enbiyâ, 105

[46]  40/Mü’min, 40 ve bak. 19/Meryem, 60; 4/Nisâ, 124; 64/Teğâbün, 9; 65/Talak, 11

[47]  22/Hacc, 14 ve bak. 47/Muhammed, 12; 14/İbrahim, 23; 2/Bakara, 25; 29/Ankebut, 58

[48]  20/Tâhâ, 125; 46/Ahkaf, 19; 8/Enfâl, 84

[49]  2/Bakara, 277; 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69; 6/En’âm, 48; 7/A’râf, 35

[50]  7/A’râf, 170; 18/Kehf, 30; 3/Âl-i İmran, 57; 4/Nisâ, 173; 21/Enbiyâ, 94

[51]  29/Ankebut, 9; 28/Kasas, 67

[52]  45/Câsiye30; 6/En’âm, 12

[53]  27/Neml, 19; Ömer Dumlu, Kur’ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi adlı kitabından yararlanılıp yer yer özetlenerek hazırlanmıştır.

Sâlih Amelin açtığı güzel kapılar

Âyet:

اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ عَمَلاً صَالِحاً فَاُو۬لٰٓئِكَ يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّـَٔاتِهِمْ حَسَنَاتٍۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً

“Tevbe edip mü’min olarak sâlih amel (erdemli işler) yapanın durumu başkadır; Allah böylelerinin kötülüklerini/günahlarını güzelliğe/sevaplara iyile kötü hallerini iyiye çevirecektir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”[1]

 

Hadis:

“Ameller ancak niyetlere göredir.”[2]

“Allah, sizin ceset ve sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar” [3]

“Amellerin efdal olanı, Allah’ın farzlarını eda, haramlardan kaçınmak ve Allah katında sadık niyettir.”[4]

Amel-i Sâlih: İyi, güzel, faydalı, sevaba ve Allah’ın rızasına sebep olacak, haram sınırına girmeksizin kişinin iman, iyi bir niyet ve ihlâs ile yapmış olduğu davranışlar. Amel, iş manasına gelir. Sâlih ise, elverişli, yararlı, yarayışlı, kendisi doğru olan, kendini düzelten demektir. Dolayısıyla amel-i sâlih; kişiye âhiret saadetini sağlamaya, Allah’ın rızasını kazanmaya elverişli olan, Allah katında bir değer ifade eden davranışlardır.

Amel: İş, vazife, hareket, idare, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibâdet, hayırlı iş anlamlarına gelir. Daha ziyade canlıların bir maksatla, bilinçli bir şekilde yaptıkları işe amel denir. Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez. Amel, niyete, iradeye bağlı olarak yapılan iştir; amel, bilinçli bir aksiyondur. Fakat fiilde bilinç her zaman söz konusu olmayabilir. Kur’ân-ı Kerim’de amel kelimesi çeşitli kalıplarda 350 defa geçmektedir. Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi’)  amel olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır.

“Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” [5]

“Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele!”[6]

İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır. Bu konuda iman ön şarttır.

İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, onu çepeçevre sararak koruyan sâlih amellerdir. Kur’ân-ı Kerim’de sâlih amel anlamında “sâlih” kelimesi ve çoğulu, toplam 132 yerde geçer. Amel-i sâlih, Kur’ân-ı Kerim’de doksan küsur yerde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak emredilmiştir. Sâlih amelden söz eden âyetler genellikle önce imana değinerek başlarlar. Bunların hep “iman edip sâlih amel işleyenler...” şeklinde oldukları görülmektedir. Bu da iman ile amelin, bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu ortaya koyar. İman olmadan güzel davranışların hiçbir önemi olmadığı gibi, sâlih amel olmadan da kuru bir imanın tadı yoktur. [7]    

Allah ve Rasûl’üne iman etmenin, çok geniş anlamda, sâlih amelden sayıldığını görmekteyiz. Nitekim bir hadiste Hz. Peygamber’e “hangi amel efdaldir?” diye sorulmuş, o da: “Allah ve Rasûl’üne iman etmektir” buyurmuştur.[8] İman kavramında olduğu gibi, takva, şükür, sabır gibi diğer kalbî fiilleri de sâlih amel içerisinde mütalaa etmek mümkündür. Meselâ şükür, kalp amellerindendir ve kalp amelleri de, âzâların amellerinden daha şereflidir. Bundan dolayı Allah’ı zikretmek, en faziletli amellerden sayılmıştır. Fiilleri, kalbî ve bedenî, yani organlara ait olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. Buradan hareketle, müfessirler, sâlih ameli çeşitli kısımlara ayırmaktadırlar. Fahreddin Râzi, kulun amelini üç kısma ayırmakta ve bunları da:

Kalbin ameli, kulun fikri, inancı ve tasdiki,

Dilin ameli, kulun zikri ve şehadeti,

Âzâların ameli, kulun tâaati ve ibâdeti şeklinde sıralamaktadır.

Elmalılı da, bir yerde sâlih ameli, kalbî, bedenî ve mâlî olmak üzere üçe ayırırken, başka bir yerde ise, sâlih amelin iki kısım olduğunu, bunlardan birinin bedenî ibâdetler gibi, mükellefin öncelikle kendi salahına yarayan ameller; diğerinin de, zekât ve sadaka gibi başkalarına faydalı olan ameller olduğunu kaydeder. Sâlih amelleri, kalbî ve bedenî olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Bedenî olan da, namaz gibi sadece bedeni ve kişiyi ilgilendiren; zekât gibi hem ferdi ve hem de toplumu ilgilendiren mâlî olmak üzere ikiye ayrılır.     

 

Amellerde Niyet

Niyet, kasdetmek, azmetmek anlamlarına gelmekte olup, kalbin, şimdiki halde veya gelecekte, bir faydayı celb veya bir zararı def için, maksada uygun gördüğü şeye yönelmesinden ibarettir şeklinde formüle edildiği gibi, çok geniş anlamda, gerçekleştirilmesi ve sakındırılması eşit olan muayyen bir şeye doğru, iradenin meydana geldiği bir harekettir şeklinde de tanımı yapılmaktadır. Ayrıca, Allah’ın rızasını kazanmak veya bir hikmete imtisal için, iradeyi bir fiile yönlendirme, tahsis etme diye de tarif edilmektedir. Gazali ise, niyeti: “şu anda veya gelecekte faydalı olduğunu anladığı şeye gönlün meyli ve yönelmesidir” şeklinde tarif ederek,  “gönlün temayülü olmadan kuru bir irade ile bir şey meydana getirmek mümkün değildir” şeklindeki açıklaması da, niyette kalbin önemine dikkat çekmekte ve ayrıca, irade ile niyet arasındaki bağı vurgulamaktadır. Çünkü mesuliyet, niyet ve buna bağlı olarak da işi irâdî olarak yapmaktır.

“Ameller ancak niyetlere göredir.”[9]; “Ameller, ancak niyete göre değerlendirilir. Kimin hicreti, Allah ve Rasûl’üne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin de hicreti, nail olacağı bir dünya veya nikâh edeceği bir kadın ise, onun hicreti de onadır.” [10]   

Ameller, niyetlerle değer kazanmakta ve şekillenmektedir. Çünkü amellerin direği niyettir ve bir amel, hayırlı olması için niyete muhtaçtır. Aynı şekilde, amellerin bâki kalması, sâlih olması, Allah rızasına bağlanırken; sâlih amellerde niyetin şart olduğu da açıktır. Muaz bin Cebel’in, sâlih amelde, ilim, niyet, sabır ve ihlâsın bulunması gerektiği kanaatinde olduğu rivâyet edilmektedir. Bu rivâyette zikredilen hususlar, birbirine bağlı kavramlardır. İlim, dünya ve âhiret ile ilgili şeyleri, akıl ile alakalı gerçekleri bilmektir. İlim, yapılacak olan işleri bilerek yapmayı sağlayacaktır. Sonra da niyet gelir. Niyeti ilim ve amel desteklemektedir. Ancak ilim önce gelir. Zira ilim asıldır. Amel ise, ilme tâbidir ve ilmin dalı ve meyvesidir. Daha sonra da sabır gelmektedir ki, bu da meşakkat, güçlük ve belalara karşı tahammül etmektir. İşte bunların neticesinde ihlâs ortaya çıkmaktadır.

Niyetin önemi, şu misalde daha belirgin bir şekilde görülmektedir: Bir kimse öğle vaktinde, güneşin karşısında, alnını secdeye koysa ve yaptığı bu secde ile, Allah’a ibâdeti kasdetse, bu hareket İslâm’ın tasvip ettiği bir davranış olur. Fakat bu secdesi ile güneşe tapmayı kasdetse, bu da küfür olur.[11] Bu misal bize, “ameller niyetlere göredir” prensibinden hareketle, niyet gerçeğini en güzel bir şekilde anlatır. Nitekim Hz. Peygamber’in:

“Allah, sizin ceset ve sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar” [12] hadisi de ayrıca niyet gerçeğini beyan etmektedir.

Amellere kıymet kazandıran niyettir. Bir amelin sâlih olup olmaması niyete bağlıdır. Hz. Ömer’in:

“Amellerin efdal olanı, Allah’ın farzlarını eda, haramlardan kaçınmak ve Allah katında sadık niyettir.”[13] şeklindeki ifadesinde de görüldüğü gibi niyet esastır. Bununla birlikte, ilim ve amel de niyette gözetilen unsurlardır. Ayrıca saadete de, ilim ve amelle erişilebileceği bir gerçektir. Çünkü hayır, saadet, kemal ve salah, faydalı ilim ve sâlih amelle mümkündür ki, bunlar da niyeti destekleyen unsurlardır.

 

Amellerin Önemi

Ameller, iyi (sâlih) ve kötü olmak üzere ikiye ayrılmakta olup, sâlih amelin zıddı olarak kötü amel zikredilmektedir. Mü’minlerin kurtuluşlarının iman ve sâlih amel sayesinde olacağı Kur’an’da ısrarla ifade edilmektedir.[14] Bununla birlikte, namaz kılıp, kendilerine rızık olarak verilenden infak ettikleri, hem kendi peygamberlerine ve hem de diğer peygamberlere ve getirdiklerine inandıkları,[15] oruç tuttukları,[16] Allah anıldığı zaman yüreklerinin ürperip Allah’ın âyetleri okunduğunda da imanlarının arttığı,[17] kısaca namazlarında huşu içerisinde olmaktan, boş şeylerden yüz çevirmekten tutun da, ırzlarını korumaya, sözlerinde durmaya varıncaya kadar[18] bütün ahlakî özelliklere sahip oldukları belirtilmektedir. Bu özelliklere sahip mü’minlerin Firdevs cennetlerine varis olacakları zikredilir.[19] Buna mukabil,  kötü amel işleyenlerin cehennemlik oldukları da vurgulanır. [20]

Böylece inanç açısından iki zıt kutupta olan İnsanlardan hangisinin daha rahat olacağı, ruh enginliği kazanacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira sâlih amel, kişiyi Mevlâ’sına yaklaştırır. Bununla birlikte İnsan, sâlih amellerle, önce kendisini düzeltir, sonra da başkalarının salâhına çalışır. Kişinin kendini düzeltmesi asıldır, başkasının düzelmesine çalışması ise ikinci derecededir. Başkasını ıslah, salâh nisabının zekâtıdır. Kendisi sâlih olmayan, başkasını nasıl ıslah edebilir, ağaç doğrulmadan gölge nasıl doğrulabilir, doğru olabilir?

Dengeli bir hayat sürdürebilmek için, İnsan ruhu, sadece nazarî hakikatlerle beslenemez. Bilmeye ve inanmaya olan ihtiyacından başka, ister şahsî davranışlarında, isterse Allah veya İnsanlarla olan münasebetlerinde olsun, İnsan, hareketlerini devamlı bir şekilde tanzim edecek amelî kurallara muhtaçtır. Bu amelî kurallar, çeşitli şekilleriyle Kur’ân-ı Kerim’de gösterilmektedir. Meselâ, sıkıntı anında Allah’a yapılacak bir yalvarış, bir duâ ve bu duânın  da Allah tarafından kabul edileceğini bilmek,[21] İnsanı son derecek rahatlatabilir ki, bu da sâlih ameldir. Aslında İnsanda iki kuvve bulunmaktadır. Bunlar, nazarî ve amelî kuvvetler olup, nazarî kuvvenin kemali, İnsanın Hakk’ı tanımasıyla; amelî kuvvenin kemali ise, onun sadece hayırları işlemekle gerçekleşebileceği kaydedilmektedir. [22]

İnsanda bulunan bu kuvveler, onun, hem maddî ve hem de manevî yönünü işaret etmektedir. Böylece İnsandan sudur eden fiillerin bilinçli olduğu ve dolayısıyla âyetlerde geçen “iman edenler” kaydı ile, İnsanın Allah’ı bilmesindeki nazarî kuvvesine;  “sâlih ameller” kaydı ile de, onun Allah’a kulluk/ ibâdet etme konusundaki amelî gücünün kemaline delâlet etmektedir. Şu halde biz, İnsanın dinen olumlu sayılabilecek davranışlarının sâlih amel olduğu genel hükmüne varabiliriz.

“İslâmiyet’in çok önemli olan amelî yönü, Kur’ân-ı Kerim’de esaslı ve açık bir şekilde kurtuluş ve ebedî saadete ermenin kaçınılmaz bir şartı olarak zikredilir. Hatta bu amelî yönün Kur’an’da açıkça geçmediği hallerde imanla ilgili olarak daha önce belirtilen esaslar uyarınca sade mü’min tabiriyle bile zımnen ifade edilmiş olduğunu görmek hiç de zor değildir.”[23] Çünkü “sâlih amel, Allah’ın bir lütfudur ve nimetine şükreden kullarını buna muvaffak kılar.” [24]

Sâlih amelin önemini, İmam Şafii’nin dünyayı büyük bir denize, sâlih amelleri de, bu denizde seyreden gemiye benzetmesinden anlamak mümkündür. Aynı şekilde Gazali’nin: “Ameller, kalp hastalığının ilacıdır. Kalp hastalığı çoğu zaman hissedilmez. Aynası olmayan bir adamın yüzündeki alaca hastalığı gibidir. Zira o, bu hastalığı hissetmez. Ona söylense, bunu doğrulamaz”[25] şeklindeki açıklaması ve benzetmesi de, sâlih amelin önemini ifade etmektedir.

Sâlih amelin önemi, İnsanı mutluluğa kavuşturmasıyla da anlaşılabilir. İnsanın mutluluğu, Râzi’nin ifadesine göre[26]  ya ruhî veya bedenî veyahut da hâricî şeylerle olmaktadır. Rûhî olanı, en mükemmeli, bedenî olanı ortası, harici olanı ise en düşüğüdür. Ruhî mutluluk, kalbin taat ve hizmetle meşgul olmasıyla, harici mutluluk ise aile efradının mutluluğuyla olmaktadır. Aslında Kur’ân-ı Kerim’de ahlakî terimler genellikle tasvîrîdir.

İyinin ne olduğunu mü’minlerin; kötünün ne olduğunu ise kâfirlerin, münafıkların ve şeytanın tasvirlerinden çıkarabiliriz. Kur’an’daki felâh, necât ve hidâyet gibi saadetle ilgili terimler çok kere mü’minlerin vasıflarından sonra zikredilmiştir. Amellerin önemi, İnsanları mutlu veya mutsuz etmesi, başka bir ifadeyle saadete ve şekavete, bedbahtlığa götürmesiyle bilinebilir. Burada da sâlih amelin, kişiyi mutlu ettiği; kötü amelin de bedbaht ettiği, onu karamsarlığa sürüklediği açıktır.

 

Sâlih Amelin açtığı kapılar

Allah’ın kullarının hayrı için onların yapmalarını emrettiği faydalı amellerin sâlih amel kategorisine ulaşması için, başkalarını ıslahı hedef edinmesidir. Farklı formlarda Kur’an’da birçok yerde zikredilen (“amilû’s-sâlihât”, “amelen sâlihan”) “sâlih amel” ifadesi, Kur’an’da “Allah’ın râzı olduğu, imana uygun davranış, sorumluluk bilinci” gibi anlamlarının yanında, esas olarak “sahibini ve başkalarını ıslah edici iyi davranışlar” anlamında kullanılır. Meselâ, huşû ile edâ edilmeyen namaz, şeytanı kaçırmaz, namazda birçok vesvese insanı kuşatırken; topluma tevhidi ilan ettiği için sâlih amel olan ezan şeytanı ezan sesinin duyulmayacağı yere kadar kaçırıp uzaklaştırır.[27] Kıldığımız namazların, yaptığımız ibâdetlerin hayata müdâhale etmesi, bizi ve toplumu fahşâ ve münkerden alıkoyacak[28] şuurda olması, o ibâdeti sâlih amel kategorisine yükseltir. Şuayb’ın (a.s.) namazı gibi. Onun namazı sâlih amel vasfında, toplumun şirkine müdâhale eden bir namazdır:

“Dediler ki, Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları) bırakmamızı veya mallarımız hakkında dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?”[29]

Namaz kılarken, ibadet bilinciyle ilgisi olmayan dünyevî konular maalesef çoğumuzun aklına geliyor. Sâlih amel bilincinden mahrum olduğumuz için şeytan bizi namazda bile meşgul ediyor. Sahih hadis kitaplarının hemen hepsinde şu hadis-i şerif rivayeti vardır:

“Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve “şunu hatırla” , “bunu düşün” diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir.” [30]

Rasulullah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Akla şöyle bir soru gelebilir (veya gelmelidir): Kur’an’a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terk edilmesi caiz olmayan bir ibadet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir, yani insanların ıslahına çağıran sâlih amel cinsinden olmasındadır. Ezan tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan; yani sâlih ameldir, toplumu ıslah etmeye yönelik bir dâvettir, emr-i bi’l ma’ruftur. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Ezanlara ve müezzinlere, vâizlere ve vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı? Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah’ın en büyük olduğu, O’ndan başka ilah olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, önder ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tebliğdir ezan, çünkü şâhidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûpla, gönüllere işleyecek şekilde insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, “ezân-ı Muhammedî” denir. Anlamı, Muhammed’e (s.a.s.) ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usûl ve metodla tevhidî mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkutup kaçırmak isteyenlere duyrulur.  

Sâlih amellere Allah kesintisiz nimet ve cennet vaad etmektedir: “İman edip sâlih amel işleyen, dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar başka; onlar için kesintisiz bir ödül vardır.” [31]

 Sâlih ameli işlerken niyetimize, ihlâsımıza, huşûmuza göre sevabımız yükselir, hatta o amel, bizim seyyiâmızı hasenâta (günahlarımızı sevaba) çevirir. Evet, toplumun çirkinliklerini güzelleştirme, ifsâdını ıslaha çevirme gayreti, benzeri olan en güzel ödüle insanı ulaştırır; kişinin kötülük ve günahını iyilik ve sevaba çevirir.

“Tevbe edip iman ederek sâlih amel işleyenin (erdemli işler yapanın) durumu başkadır; Allah böylelerinin günahlarını sevaba, kötü hallerini iyiye çevirecektir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” [32]

Sâlih amel, insanı meleklerle yarıştırır ve onları geçebilecek yolu açar. Sâlih amel sahibi, canlıların en hayırlısı, en iyisi olmakla müjdelenir: “İman edip salih ameller işleyenler ise; işte onlar da yaratılmışların en hayırlılarıdırlar.” [33]

Dâvet ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker başta olmak üzere, toplumsal yönü fazla olan, insanları ıslah çalışmaları, en önemli sâlih amellerdendir. Bu görev, şeytanı uzaklaştırır, insanı Allah’a yaklaştırır, kişiyi Allah’ın cündü/askeri yapar. Tabii, usûlüne uygun yapılırsa. Namazın nasıl kılınma usûlü varsa, Kur’an ve sünnet, davet ve tebliğ denilen bu görevin yapılış usûllerini belirtir.

Sâlih amellerle güzelleşmiş Müslümanca bir ömür sürdüren tevhid ehli mü’minlere selâm olsun!

 

[1]  25/Furkan, 70

[2]  Buhâri, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155

[3]  Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9

[4]  Hz. Ömer’in sözü, Gazâli, İhyâ-i Ulûmi’d-Din, 4/362

[5]  67/Mülk, 2

[6]  2/Bakara, 155

[7]  Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 128

[8]  Buhâri, İman 18

[9]  Buhâri, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155

[10]  Müslim, İmâre 155; Buhâri, İman 41

[11]  Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 9/25

[12]  Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9

[13]  Gazâli, İhyâ-i Ulûmi’d-Din, 4/362

[14]  28/Kasas, 67

[15]  2/Bakara, 3-4

[16]  2/Bakara, 183

[17]  8/Enfâl, 2

[18]  40/Mü’min, 2-8

[19]  23/Mü’minûn, 9-10

[20]  2/Bakara, 81

[21]  2/Bakara, 47

[22]  Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 12/53

[23]  Abdullah Draz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 91

[24]  Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y., c. 11, s. 137

[25]  Gazali, İhyâ-i Ulûmi’d Din, c. 4, s. 138

[26]  Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 28/20

[27]  Buhari, Ezan 4, Amel fi’s-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89

[28]  29/Ankebût, 45

[29]  11/Hûd, 87

[30]  Buhâri, Ezan 4, Amel fi’s-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89

[31]  95/Tîn, 6

[32]  25/Furkan, 70

[33]  98/Beyyine, 7

Amelle İspat Edilmeyen İman İnsanı Kurtarır mı?

وَالْعَصْرِۙ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”[1] 

                                                                                                      

Sâlih Amelsiz İman Olmaz!

Medyanın verdiği haberlerde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şâhit oluyoruz. İnsanları koyun keser gibi kesen cânîler, kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler, kapkaçlar, terör olayları, sapıklıkların bin bir çeşidi… Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?! Bazıları zannediyor ki, toplumun % 99’u müslüman, ama amel etmeyen günahkâr müslüman! Acaba? Gerçekten bu halk Allah’ın istediği gibi iman etse, şirkten sakınsa, isyandan kaçınsa durum böyle mi olurdu dersiniz?

 

İman

İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.

Kavram olarak, Rasûlüllah’ı Allah’ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, gereklerini sâlih amel olarak tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.

İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.

 

Kur’an’da İman     

İman kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 873 yerde geçmektedir. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir. 

Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü’l-Hüsnadan biri, El-Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü’minliği de El-Mü’min’e (Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin tam olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok fazladır.” [2]      

İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler.[3] İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır.[4] Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.[5] Mü’min, Allah’ın yardımcısı, Allah’ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir.[6]          

                                                            

İmanın Gerektirdikleri

İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur’an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker.

“İnsanlar, sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.”[7]

“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele”[8]

“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü’minler:  ‘Allah’ın yardımı ne zaman?!’  dediler. Biliniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.”[9]

 Kâmil iman sahibi mükemmel mü’minin bir özelliği de, kınayanların kınamasından korkmamaktır ki, Kur’an, bunu şöyle ifâde eder:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.”[10]

“Bir kısım insanlar,  mü’minlere: ‘düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘hasbüna’llahu  ve ni’me’l- vekîl’, yani, ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’  dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” [11]

Gerçek mü’minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir.[12] Mü’minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü’minler olacaktır.[13] Mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte  cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır.[14] Mü’minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir.[15]

İmanda ortak olmayan, mü’min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dâhil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir ama, gönül dostu olarak benimsenemezler.[16] Kur’an, böylece kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman bağı, kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.        

Hayatın anlamı ve insanın mahlûkat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı; kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır. Dalları kurumuş, meyve vermeyen ağaç, odun parçasından başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.

Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur.

“Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” ([17])

İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. 

“İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.”

İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır.

“De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[18]

İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasûlü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur:

“Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.” “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” [19]

İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücadele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâle ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar.

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.” [20]

İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder, O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar.

“Allah’ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.” [21]

İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.

“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne dâvet olundukları zaman, mü’minlerin sözü ancak,  ‘dinledik ve itaat ettik’  demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” [22]

“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.” [23]

“Öyle değil, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[24]

Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım!” Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar [25]     

İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi;  güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen geliştirmekten yoksun bir cevherdir.

O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda  “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhiliyye toplumunda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ:

“Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” [26]    

 

İman ve Amel

Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”[27] Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.

 

İman – Sâlih Amel İlişkisi

Âyetlerde, iman ile sâlih amel genellikle beraberce zikredilmekte olup, bu şekildeki ayetler oldukça fazladır. Hatta İzutsu’nun tesbitine göre, iman ve sâlih kelimeleri birbirlerine var olacak en kuvvetli semantik bağ ile bağlı olup, neredeyse ayrılması imkânsız bir şekilde birbirleriyle girift haldedirler.[28] İman ve sâlih amel ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de 52 defa beraberce zikredilmektedir.

“...Kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder, sâlih amel işlerse, elbette onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”[29]

İman olmadan, sâlih amelin kişiyi kurtaracağını söylemek son derece yanlıştır. Zira, amelin, imansız kabul edilemeyeceği açıktır. Bunun yanında sâlih amelin mutlaka dayanması gereken köklü bir dayanağı olması gerekir ki, bu da, imandır. Ayette “iman etmiş olarak” ifadesinin yer alması gösteriyor ki, iman olmadan, sâlih amelin bir faydası olmamaktadır. Hatta, bir amelin, sâlih olabilmesi için, imana bağlı olarak yapılması gerekmektedir. Sâlih bir amel, ancak, Allah’a iman sayesinde zuhur imkânı bulabilir. Başka bir ifade ile, amel, imandan akan bir nurdur. Zaten ayetlerde, imanın, sâlih amelden önce gelmesinde, sâlih amelin, imandan doğup neşv ü nemâ bulduğuna işaret vardır. Zira iman, sahibini hayra ulaştırır, şerden korur ve sâlih amel, imanla itibar kazanır.   

Kur’an-ı Kerim’de yetmiş ayette iman ile sâlih amel beraberce zikredilmektedir. Nerede iman varsa, orada sâlih amel de olmalıdır. Sâlih amel olmadan, yalnız kuru bir imanın kişiyi ebedî saadete kavuşturacağı pek mümkün görülmemektedir.

“Kim de O’na sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır.”[30] Ayette zikredilen yüksek derecelere nâil olmak, sadece imanla olmayıp, bunun yanında sâlih amellere de bağlanmıştır. Yine aynı şekilde “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele!”[31] anlamındaki ayette de müjde, sadece imana olmayıp, aynı zamanda sâlih amele bağlıdır. Allah, cennetlere girmeyi, iman edip sâlih amelleri işlemeye bağlar.[32].

İnsan inandığı gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Cennet istiyorsak, Allah’ın istediği gibi iman etmeden cennete gidilemeyeceğini bilmek zorundayız. Allah’a itaat de imanın ispatıdır, iman iddiasındaki samimiyet testidir.    

“Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ Rasûlallah?” diye sordular. Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse, Cennete girer. Kim de bana âsi olursa (emirlerime itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip kaçınmış olur (ve Cennete giremez).”[33]; “Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman artık mü’min bir erkeğin veya kadının o işi kendi isteklerine göre seçme yapmaya (farklı bir alternatif arama) hakkı yoktur. Zira kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.” [34]

 

[1]  103/Asr, 1-3

[2]  2/Bakara, 165

[3]  Bak. 2/Bakara, 256

[4]  Bak. 8/Enfâl, 55

[5]  Bak. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103

[6]  Bak. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68

[7]  29/Ankebut, 2

[8]  2/Bakara, 155

[9]  2/Bakara, 214

[10]  5/Mâide, 54

[11]  3/Âl-i İmran, 173-175

[12]  Bak. 103/Asr, 1-3

[13]  Bak. 3/Âl-i İmran, 28

[14]  Bak. 9/Tevbe, 71

[15]  Bak. 49/Hucurât, 10

[16]  Bak. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22

[17]  49/Hucurât, 7

[18]  9/Tevbe, 24

[19]  Buhârî, İman 9, 14, İkrah 1, Edep 42

[20]  49/Hucurât, 15

[21]  33/Ahzâb, 39

[22] 24/Nur, 51-52

[23] 33/Ahzâb, 36

[24] 4/Nisâ, 65

[25]  bak. 33/Ahzâb, 36

[26]  12/Yusuf, 101

[27]  2/Bakara, 143

[28]  İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y., s. 270

[29]  2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69

[30]  20/Tâhâ, 75

[31]  2/Bakara, 25

[32]  4/Nisâ, 57

[33]  Buhârî, İ’tisâm, 12

[34]  33/Ahzâb, 36

İnsan Niçin İman Eder? Çirkin İman ve Güzel Küfür Olur mu? 

اِنَّا خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ اَمْشَاجٍۗ نَبْتَل۪يهِ فَجَعَلْنَاهُ سَم۪يعاً بَص۪يراً اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّب۪يلَ اِمَّا شَاكِراً وَاِمَّا كَـفُوراً اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ سَلَاسِلَا۬ وَاَغْلَالاً وَسَع۪يراً

“Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple, onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona gideceği yolu gösterdik. Ya şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder. Kâfirler için elbette zincirler, halkalar ve alevli cehennem hazırladık.”[1]

وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَاٰمَنُواوَعَمِلُواالصَّالِحَاتِاَنَّلَهُمْجَنَّاتٍتَجْر۪يمِنْتَحْتِهَاالْاَنْهَارُۜكُلَّمَارُزِقُوامِنْهَامِنْثَمَرَةٍرِزْقاًۙقَالُواهٰذَاالَّذ۪يرُزِقْنَامِنْقَبْلُوَاُتُوابِه۪مُتَشَابِهاًۜوَلَهُمْف۪يهَٓااَزْوَاجٌمُطَهَّرَةٌوَهُمْف۪يهَاخَالِدُونَ

İman edip sâlih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, “Bu (tıpkı) daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!” diyecekler. Hâlbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır. [2]  

İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir. İnsan, inanmadığı zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman, yaşamanın bir anlamı ve değeri kalmaz. Her insan bir şeylere inanır, ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya inanmadır. İman hissini kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbi olmak ve azgınlaşıp kendini Allah’a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/küfr etmek, cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat doğru bir şekilde iman edip, Allah’ın hidâyetine uymak, cennete adım adım yaklaşmaktır.

İmanla ilgili sünnetullahı gündeme getirerek, imanın sebep ve sonuçlarından bahsedelim:

İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayat sağlamakla kalmaz; bu dünyada da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır:

“Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife/hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde halife/hükümran kılacağını, kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya koyacağını ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir. Çünkü onlar, yalnız Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar.” [3]

Müjdeler, mü’minler içindir.[4] Allah, onların kalbine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir.[5] Şeytanî güçler onları ezmeye yol bulamaz.[6] Onlara yardımcı olmak, Allah’ın bizzat kendi üzerine yazdığı bir görevdir.

“Mü’minlere yardım etmek, Bize haktır (Bize düşen görevdir).”[7]

Allah, iç huzuru ve doygunluğu onlara nasib etmiştir.[8] Korkmak, üzülmek, kedere yenik düşmek onlara uzaktır.[9] Allah’ın lütuf ve bağışı mü’minler içindir.[10] Mü’min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü’mini kasten öldüren, ebediyyen cehennemde kalır.[11]

Şu bir gerçek ki, iman edip sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en hayırlılarıdır.” [12]

       “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.”[13] Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan korkmayın. Kuvvetten düşmeyin. Siz üstünsünüz, yani iman ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman, kalbe güç verir, Allah’la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.

“Ve mü’minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.”[14] Yani, Allah, kâfirlerin bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada mü’minlere musallat olarak, tamamen ortadan kaldıracak şekilde istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet, dünya ve âhireti kapsamaktadır. Dünya ve âhirette mutlu son mü’minlerindir. Mü’minler, imanın hakikatinı yüreğinde yaşatan, sonra bu gerçek tevhidî imanı, Allah’ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla dışa yansıtan insanlardır.

Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü’minlere yol bulmaları, imanlarının hakikatinde meydana gelen gedikten olmuştur. Savaş araçları, Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı, her türlü nisbet ve bağımlılıktan arınmış olarak sadece iman sancağı altında bulunmak, imandan ve imanın gereklerindendir. Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatinde meydana gelen zayıflık ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere bulunduklarında yardım, mü’minlere hak olarak döner.[15]

“Andolsun Tevrat’tan sonra Zebur’da da: ‘Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım vâris olacak’ diye yazmıştık.” [16]

“Kim mü’min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük yok ve Biz (onun çalışmasını) yazanlarız.” [17]

“Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezalanır; ama kadın olsun erkek olsun kim mü’min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.” [18]

“Erkek ve kadından her kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir hayatla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz.”[19]

Mü’min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayâtı onlara kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü’min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayât, birçok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi’nan), iç rahatlığı (inşirâh-ı sadr), mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf edebilen de ancak Allah’tır.

İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak önemli değildir. Bazen zenginliğin; tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen dünya ve âhiret belâsı olduğu bilinmelidir. Hayâtta yetecek kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey vardır. Allah’a bağlanma ve O’nun gözetimine, himâyesine ve rızâsına sığınma vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi vardır. Amel-i sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayâttaki izleri vardır. Mü’min olarak sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki sevabını azaltmaz. Tersine, Allah onun sevabının, dünyadaki amelinin en güzeli üzerine olacağını vaad etmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbimizin hazineleri, sevabı ne büyüktür!          

 

İmanı Bozan Haller              

İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, itikadın doğru ve tam olarak hayât boyu sürmesi gerekir. Kur’an ve sahih sünnet dışı olmaması ve imanı bozucu bir davranışın yapılmaması gerekir. İmanı bozan hallerin en önemlileri şunlardır:

a- Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurafeler, Allah’tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah’ın Kitabında olmayan ve Kitab’a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah’ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar.

“Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. İşte bunlar, Allah’ın lânetledikleridir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.”[20]

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.” [21]

b- Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi amellerini yok ederek ebedî cehennemlik olmasına neden olan bir davranıştır.

“Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.”[22];

“Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”[23]

c- Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü’minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü’minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü’min, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur.

“Allah, mü’minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.”[24]

“Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.”[25]

“Ey iman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için kendi aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz?” [26]

İman denilince, halkın çoğu olumlu, güzel bir husustan bahsedildiğini düşünür. İmanın nötür bir kavram olduğunu bilmez. Kur’an’a göre, insanı cehennemlik eden iman da vardır. İman etmek, başlı başına iyi de olabilir, kötü de. Neye iman edildiğine bağlıdır imanın güzel veya çirkin olması. Allah’ın iman etmemizi istediklerine imandır bizi kurtaracak olan. Bir de inanmamamız gereken hususlar vardır; inkâr etmemiz, reddetmemiz, Kur’an tabiriyle küfretmemiz gereken hususlar vardır. Yani, küfür de her konuda kötü değildir. Tâğuta iman çok kötü,[27] tâğuta küfür de mü’min olmak için şart olan bir iyi husustur.[28] Demek istiyoruz ki; Kur’an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah’ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah’ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur.

“De ki:  Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah’ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır.”[29]

“Tek Allah’a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O’na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah’ındır.”[30]

“Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah’a iman ederler.”[31]

Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü’min de Allah’a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir.[32] Doğru iman, Kur’an’ın gösterdiği imandır. Bu iman insanlara Allah’tan başka ilah olmadığını, Allah’ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah’tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu ispatlamak için Allah’ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır.

“Allah’tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah’a aittir. O’ndan başkasına değil!” [33]

Kur’an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır.”[34]

Kur’an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur’an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur’an’a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır. [35]  

Doğru iman Kur’an’ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara, Allah’tan başka ilâh olmadığını, Allah’ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah’tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah’ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır.

“Allah’tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah’a aittir. O’ndan başkasına değil!” [36]

 

[1]  76/İnsan, 2-4

[2]  2/Bakara, 25

[3]  24/Nur, 55

[4]  13/Ra’d, 29

[5]  58/Mücâdele, 22

[6]  16/Nahl, 99; 34/Sebe’, 20

[7]  30/Rûm, 47

[8]  Bkz. 9/Tevbe, 26; 48/Feth, 4

[9]  Bkz. 3/Al-i İmran, 139

[10]  3/Âl-i İmran, 152

[11]  4/Nisâ, 93

[12]  98/Beyyine, 7

[13]  3/Âl-i İmran, 139

[14]  4/Nisâ, 141

[15]  Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an

[16]  21/Enbiyâ, 105

[17]  21/Enbiyâ, 94

[18]  40/Mü’min, 40

[19]  16/Nahl, 97

[20]  4/Nisâ, 51-52

[21]  4/Nisâ, 60

[22]  39/Zümer, 65

[23]  4/Nisâ, 48 ve 116

[24]  2/Bakara, 257

[25]  3/Âl-i İmran, 100

[26]  4/Nisâ, 144

[27]  Bkz. 4/Nisâ, 51

[28]  Bkz. 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60

[29]  29/Ankebut, 52

[30]  40/Mü’min, 12

[31]  12/Yûsuf, 106

[32]  Bkz. 2/Bakara, 256

[33]  12/Yûsuf, 40

[34]  6/En’âm, 82

[35]  Bkz. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217

[36]  12/Yûsuf, 40

İman ve İmanın Amel ile İspatı

Âyet:

فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ وَاِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا فَلَكُمْ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ

“Allah’a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir.” [1]

  اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِب۪ينَ

“İnsanlar,  ‘iman ettik’  demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.” [2]

Hadis:

“İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” [3]

İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.

Kavram olarak, Rasûlüllah’ı Allah’ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.

 

Kur’an’da İman

İman kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 45 yerde geçer. İman kelimesinin kökü olan “e m n” türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 878 yerde kullanılır. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir. 

Kur’an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor[4]. Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail’in de emin olduğunu belirtiyor[5]. Yine Kur’an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir.[6] İman sahibine mü’min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.

Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü’l-Hüsnadan biri, El-Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü’minliği de El-Mü’min’e (Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin tam olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok fazladır.”[7]

İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin iman edeceksalât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.

Bunlara ilk ve yalnız kendisinin inanmadığını, devam edegelen kadim bir mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan bu Kitab’a, kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan kitaplara ve peygamberlere iman edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayâtın ikinci ve ebedi bölümü olan âhiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayâtın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak, kurtulmuş olacaktır[8]

Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm’ın temel binâsı ve üçüncü âyetinde “gaybe iman” şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin son âyeti olan 286. âyette de perçinlenir:

“O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur’an’a) iman etti. Mü’minler de Allah’a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasûllerden hiç birini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret isteriz, dönüş ancak sanadır, derler.” “Gaybe iman” olarak tavsif edilen bu inanç temelleri Kur’an’ın değişik yerlerinde topluca veya tek tek veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir.

“Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’an’a iman edin.”[9]

“Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberi’ine, Peygamberi’ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.”[10] “Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu Kur’an şöyle açıklar:  “Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasûllere iman etmenizdir...”[11]

İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler.[12]. İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır.[13] Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.[14] Mü’min, Allah’ın yardımcısı, Allah’ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir.[15]                          

Kuru bir  “iman ettim”  sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi  “ben, Allah’tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah’a bağlanıyorum. O’nun otoritesine giriyorum.”  demiş olur. Sonra da O’nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah’ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.

İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’  derler; hâlbuki onlar, mü’min değillerdir.”[16] “Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüz çevirir, bunlar mü’min değillerdir.”[17] “Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamberine itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’  diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[18]. Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahlûklar olarak tanımlıyor.

“Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak müslüman olarak, O’na teslim olmuş şekilde can verin.”[19].

İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: “İnsanlar,  ‘iman ettik’  demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.” [20]

Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur.

“Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.”[21]

İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligâtına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır.

“De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[22]

İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur:

“Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır:  1- Kendisine,  Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi,  3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.” “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”   

İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâla ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar.

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.” [23]

İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder, O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar.

“Allah’ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.”[24]

İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.

“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne davet olundukları zaman, mü’minlerin sözü ancak,  ‘dinledik ve itaat ettik’  demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[25] “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.”[26] “Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” [27]

Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım!” Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar.[28]     

İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi;  güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen geliştirmekten yoksun bir cevherdir.

O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda  “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhilî toplumda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ: “Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.”[29]    

 

İman ve Amel

Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”[30]. Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.

Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe:

“Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi?’  diye soruldu. “Allah yolunda cihad.” buyurdu. Ardından yine soruldu:  ‘Sonra hangisi?’  Cevapladı:  “Hayır üzere yapılmış bir hac.”[31] Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.”[32].

Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.”[33]. Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” [34]

Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir:

“İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illâ’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.”[35]

Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah”  ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak”  bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı  “iman”dır.

İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç  “iman nedir?”  sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna  “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki:

“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.”[36]

İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide,  dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.

“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.”[37] “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.”[38]                                                   

Konumuzun eksenini teşkil eden  “amel”den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nafile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.

Bu noktada İmam Ebu Hanife’nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ  mü’mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlası farz kılmıştır. “Ey insanlar, Rabbinizden korkun.”[39] âyetinde “Ey mü’minler Allah’a itaat edin!”, “Ey kâfirler Allah’a iman edin!” , “Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun!” anlamı vardır.[40] İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.

İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın hâkim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan  “insan”  adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin  ‘kaza’ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir.[41] Gazete ve tv. haberlerinde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şahit oluyoruz. Kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler... Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?! 

 İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır.

“Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.”[42]

Fir’avn bile boğulma ânında iken iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh Museum’daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir.) Ölüm üzere iken azabın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar.  İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah’ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur’an-ı Kerim’e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü’min olamaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’den olduğu sabit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, “efendim çoğuna inanıyor ya?” diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur’an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef’âl-i küfür) bilinmelidir. Mü’minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden “ben bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir” demelidirler.    

 

[1] 3/Âl-i İmran, 179

[2]  29/Ankebut, 2-3

[3]  Camius-Sağır, 2/134

[4]  7/A’râf, 68; 26/Şuarâ, 107...

[5]  26/Şuarâ, 193

[6]  Bkz. 33/Ahzâb, 72

[7]  2/Bakara, 165

[8]  2/Bakara, 1-5

[9]  2/Bakara, 41

[10]  4/Nisâ, 136

[11]  2/Bakara, 177

[12]  Bkz. 2/Bakara, 256

[13]  Bkz. 8/Enfâl, 55

[14]  Bkz. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103

[15]  Bkz. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68

[16]  2/Bakara, 8

[17]  24/Nur, 47

[18]  8/Enfâl, 20-22

[19]  3/Âl-i İmran, 102

[20]  29/Ankebut, 2-3

[21]  49/Hucurât, 7

[22]  9/Tevbe, 24

[23]  49/Hucurât, 15

[24]  33/Ahzâb, 39

[25]  24/Nur, 51-52

[26]  33/Ahzâb, 36

[27]  4/Nisâ, 65

[28]  bkz. 33/Ahzâb, 36

[29]  12/Yusuf, 101

[30]  2/Bakara, 143

[31]  Buhârî, İman 26

[32]  Buhârî, İman 14

[33]  Buhârî, İman 37

[34]  Buhârî, İman 24

[35]  Buhârî, Müslim

[36]  Buhârî, İman 53

[37]  32/Secde, 15

[38]  24/Nur, 62   

[39]  22/Hac, 1

[40]  Vasıyet, İmam Âzam’ın Beş Eseri, s. 75

[41]  A.g. e. s. 311-313 ve 346-348

[42]  40/Mü’min, 85

Perşembe, 04 Şubat 2021 18:45

Hutbeler

Yazan

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

- AHMED KALKAN -
GÖNÜL MINBERINDEN
ALTERNATIF HUTBELER
GÖNÜL MİNBERİNDEN ALTERNATİF HUTBELER
Ma’ruf Yayınları: 49
Ahmed Kalkan: 3
Editör
Asım Şensaltık
Kapak
Asım Şensaltık
Tashih
Ahmed Kalkan
Mizanpaj
KİTAPBİLİR
ISBN: 978-605-9376-29-7
Yayıncı Sertifika No: 32545
1. BASKI
Akademi Bas. Yay. Org. Matbaacılık Turizm ve Tem. Hiz.San. Tic. Ltd. Şti.
Davutpaşa Cd. Güven San.Sitesi C Blok No: 230 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 493 24 67 / 68 / 69 Sertifika No: 14352
OCAK 2020
KİTAPBİLİR (Satış & Dağıtım)
Soğuksu Mh. Şehit Mesut Birinci Cd. No:119
Canik/SAMSUN
0545 585 16 06
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
www.kitapbilir.com
KALEMDER (Satış & Dağıtım)
İstiklal Mh. Doğruyol Sk. No: 17
Ümraniye/İSTANBUL
0554 542 28 10
www.kalemder.org.tr
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopya edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı söz konusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
!
Canlı Kur’an olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden, tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran ve kâfirlere karşı Kur’an’la en büyük cihadı gerçekleştiren her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyasının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usulle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz davetçilere…
ithaf
AHMED KALKAN KIMDIR?
1955 Yılında Kütahya’da doğdu. İlkokuldan sonra hâfızlık ve Arapça eğitim aldı. Konya İmam Hatip Lisesi (1974), At. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1978) mezunu. 1979-1983 yıllarında Sakarya Karasu’da Edebiyat öğretmenliği yaptı. İki yıl Fransa’da, altı yıl da Hollanda’da cemaat çalışmaları ve serbest öğretmenlik yaptı. 1992 Yılından bu yana İstanbul’da fahrî/özgür öğretmenliğini sürdürmekte olan Kalkan, evli ve dört çocuk babasıdır.
Avrupa’da Hicret, Tebliğ, Haksöz, Umran, Yeryüzü, Eğitim Yazıları, Berfin, Vuslat, Basiret, İktibas gibi dergilerde yazarın 200’ün üzerinde makalesi yayınlandı. Ahmed Kalkan, on yılı aşkın süre ile Yurt FM ve Özel FM adlı radyoda Kur’an Kavramları ve Tefsir ile ilgili programlar yaptı. Bu programlar, Anadolu’nun çeşitli illerindeki radyolarda CD aracılığıyla yayınlanmaktadır. Kalkan, Ümraniye ve çeşitli semtlerde Kur’an Tefsiri, Akaid, Sunum Teknikleri gibi dersler yapmakta, değişik konularda seminerler vermektedir.
Yazar ın yay ınlanm ış 52 eseri vard ır:
1. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 2. Baskı, Özel Y. 10 cilt, 2014
2. Müslümanın Akaidi, 12. Baskı, Ma’ruf Y. 2 cilt, 2019
3. Gençler İçin Akaid, 11. Baskı, Özel Y., 2015
4. Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Özel Y. 2014
5. Alâk Sûresi Tefsiri, Ma’ruf Y. 2016
6. Kalem Sûresi Tefsiri, Ma’ruf Y. 2016
7. Müzzemmil Sûresi Tefsiri, Özel Y. 2016
8. Müddessir Sûresi Tefsiri, Özel Y. 2016
9. Fâtiha Sûresi Tefsiri, Özel Y. 2016
10. Müslümanın Müslümanlaşması, 2. Baskı, Özel Y. 2014
11. Müslümanın Güzelleşmesi, 2. Baskı, Özel Y., 2014
12. Müslümanın Evliliği ve Aile Hayatı, 6. Baskı, Özel Y. 2013
13. Evlilik ve Aile Hayatı, 8. Baskı, Rağbet Y., 2011
14. Sanat Bilinci, 4. Baskı, Denge/Düşün Y., İst. 2012
15. Müslümanın Sanat Anlayışı, Rağbet Y. 2008
16. Tevhid Bilinciyle Canlanmak, 2. Baskı, Özel Y., 2014
17. Kur’an’ın Gör Dediği Kur’an’ın Kör Dediği, 2. Baskı, Özel Y., 2014
18. Muslim’s Aqaid, (İngilizce) Özel Y. 2015
19. İman ve Tevhid, 5. Baskı, Özel Y. 2015
20. Din ve İslâm, Özel Y. 2011
21. Akîde ve Şeriat, Özel Y. 2011
22. İman ve Amel, Özel Y. 2011
23. Tevhid, Rab ve İlâh, Özel Y. 2011
24. Kitap, Kur’an, Okuma ve Yazma, Özel Y. 2011
25. Peygamber, İmam ve Halife, Özel Y. 2011
26. Âhiret ve Cennet-Cehennem, Özel Y. 2011
27. Kıyâmet, Özel Y. 2011
28. İbâdet, Hidâyet, Hayır ve Şer, Özel Y. 2011
29. Dostluk ve Düşmanlık, Velâ ve Berâ, Özel Y. 2011
30. Şirk, Özel Y. 2011
31. Tâğut ve Mürted, Özel Y. 2011
32. Put ve Puta Tapma, Özel Y. 2012
33. Küfür, Kâfir ve Tekfir, Özel Y. 2012
34. Nifak ve Münâfık, Özel Y. 2012
35. Hıristiyanlık ve Yahûdilik, Özel Y. 2012
36. Atalar Yolu, Özel Y. 2012
37. Câhiliyye, Özel Y. 2012
38. Zulüm ve İstikbar, Özel Y. 2012
39. Bel’am, Özel Y. 2012
40. Sevgi, İtaat ve İsyan, Özel Y. 2012
41. Melek, Cin ve Şeytan, Özel Y. 2012
42. Ecel ve Ölüm, Özel Y. 2012
43. Hesap ve Hesaba Çekilme, Özel Y. 2012
44. İman, Özel Y. 2011
45. Eğitim, Özel Y. 2011
46. Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır, Özel Y. 2011
47. Şehâdet ve Şehid, Özel Y. 2012
48. Dâvet, Özel Y. 2017
49. Kur’an’da Yahudilerin 80 Özelliği
50. Türkçe Ders Kitabı-1
51. Türkçe Ders Kitabı-2
52. Gönül Minberinden Alternatif Hutbeler
İ
ÇİNDEKİLER
Önsöz..........................................................................................................................13
CumaUMA HUTBEsi HAKKıNDA Özet BILGI.................................................................15
HUTBE DUALARI........................................................................................................19
1. BÖLÜM
İMAN VE ŞİşIRK
1. HUTBE
İman ve İmanın Amel ile İspatı.........................................................................................24
2. HUTBE
İnsan Ni çin İman Eder? Çiçİrkin İman ve Güzel Küfür Olur mu?..........................34
3. HUTBE
A
melle İspat Edilmeyen İman İnsanı Kurtarır mı?..................................................40
4. HUTBE
S
âlih Amelin açtığı güzel kapılar...............................................................................48
5. HUTBE
S
âlih Amelin Faydaları.....................................................................................................56
6. HUTBE
Günlük Hayatta Şirk.........................................................................................................64
7. HUTBE
TEVH
tevh
İ
D
İ esas alan allah’ın DİNİ İle devletİN YÖnlendİrdİĞİ
HALKhalk DİNİ arasında karŞılaŞtırma...............................................................................74
8. HUTBE


ı
rı Sevgi , Sevilen Şeyi Putlaştırmaya Götürür!................................................79
2. BÖLÜM
İLİM
9. HUTBE
İlim mi, Bilim mi? Vahiy mi, Cahiliyye Kültürü mü?....................................................92
10. HUTBE
İlim ve Âlim..........................................................................................................................106
11. HUTBE
İlim ve İslâm........................................................................................................................115
12. HUTBE
İlim İslâmiyet’tir, İlim Kur’anî Hakikatlerdir.........................................................125
13. HUTBE
Â
lim Kikİmdir, Âlim Olduğunu Sanan kİm?...................................................................131
14. HUTBE
D
üzen Hangi Âlime Zulmetmiyor ki…
Zulümle Mücadele Etmek ZozOrunda Olan Âlimler...............................................138
15. HUTBE
İlim, Ancak Amel Etmek İçin Öğrenilmelidir...........................................................148
16. HUTBE
A
lâk Sûresi Iş ığında Hayatın Allah İçin Olması -1-................................................162
17. HUTBE
A
lâk Sûresi Iş ığında Hayatın Allah İçin Olması -2-...............................................168
18. HUTBE
K
ur’ân-ı Kerim’de İlim, Kalem ve Yazma.....................................................................174
3. BÖLÜM
ÖZEL GÜNLER: RAMAZAN VE BAYRAM
19. HUTBE
R
amazan Ayı, Didİğer Aylardan Neden Farklıdır?...................................................182
20. HUTBE
Mi

s
âfir dOktor ve Öğretmenden Yararlanıyor muyuz?................................189
21. HUTBE
TERSYÜZ
tersyüz
edİlen nazamar...............................................................................................195
22. HUTBE
K
ur’an’sız Ramazan, İçi BoşOŞ Sahte Cennet GİBİdir...............................................202
23. HUTBE
İnsanı RabbiBBİyle ve Kendisiyle Barıştıran,
Unutulmuş Bir İbâdet: İ’TİKÂFkâf.......................................................................................212
24. HUTBE
K
adir Gecesi.......................................................................................................................224
25. HUTBE
R
amazan Bayramı Hutbesi BAYRAMayram demek,
ALLAHallah’A yaklaŞma demektİR..........................................................................................233
26. HUTBE
K
urban Bayramı Hutbesi
Bayram Vesilesiyle Sevgi mizi Gösterelim..............................................................239
BAYRAM HUTBESİ DUALARI..................................................................................244
4. BÖLÜM
CUMA NAMAZIzıYLA İLGİLİ SORULARA CEVAPLAR
Cuma Namazı Nerede, Nasıl Kılınmalı?..........................................................248
5. BÖLÜM
ŞİşIRK VE KÜFÜRDEN UZAKLAŞMA
27. HUTBE
ŞİRki Ne Kadar Tanıyoruz?............................................................................................278
28. HUTBE
İttibİBâ Şirki...........................................................................................................................286
29. HUTBE
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk.........................................................................................297
30. HUTBE
T
arihten Günümüze Put ve Putlaştırma.................................................................307
31. HUTBE
E
lfâz-ı Küfür......................................................................................................................315
32. HUTBE
D
İNEne karŞI Dİnle savaŞmanın SON versİYOnu: ılımlı İslâm................................331
6. BÖLÜM
HİDÂYET VE İSIsTİKAMET İÇİN ATILMAsı GEREKEN ADIMLAR
33. HUTBE
R
asûlullah Bugün Burada Yaşasaydı......................................................................346
34. HUTBE
D
ünya ÇöçÖllerinde Cennet yOlunu Şaşıran
Kikİmseye Kılavuzluk: hİdâyet........................................................................................352
35. HUThutBE
S
ırât-ı Müstakıym, DodOsdoğru yOl ve yOlcu...........................................................358
36. HUThutBE
Â
hiret BilinciCİ......................................................................................................................368
37. HUThutBE
H
İLÂFETlâfet..................................................................................................................................378
38. HUThutBE
A
rdından Ağıt Yakmak İçin Değil;
Muhteşem DödÖnüşünü Hızlandırmak İçin Hİlâfet..................................................389
39. HUThutBE
BİR MUHÂSEmuhâseBE.....................................................................................................................400
40. HUThutBE
RÜKÛ
rükû
edenlerle
BeraBer rükû etmek, yanİ Cemaate katılmak.....................408
41. HUThutBE
Cemaatleşme Kur’an’ın Bir Emridir...........................................................................414
7. BÖLÜM
AKSATTIĞIMIZız BAzı ÖNEMLİ GÖREVLERİMIz
42. HUThutBE
Cihada Bakış.......................................................................................................................422
43. HUThutBE
RAHMETTEN
rahmetten
tûfana yağmur, su ve düŞündürdüklerİ.......................................430
44. HUThutBE
Bunca Ni met, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir TotOplum Olduk.......................440
45. HUThutBE
E
ğitim Yarasına Parmak Basmak.................................................................................445
46. HUThutBE
Çoc
çOC
uklarımızın Eğitim PrOBlemleri Nasıl çÖzülür?.........................................453
47. HUThutBE
Gençlik Nereye Gidiyor?...............................................................................................465
48. HUThutBE
T
atil de Ne Demek?...........................................................................................................473
49. HUThutBE
H
epimiz Dünya Adlı İmtihan Salonundayız; Karnelerimiz Yakında!.................483
8. BÖLÜM
BAZIzı PROBLEMLER VE ÇÖZÜM YOLLARI
50. HUThutBE
A
llah Teâlâ ve Rasûlüne Karşı Savaşanlar:
FâizciCİ Düzen ve FâizCİler!..............................................................................................490
51. HUThutBE
Olumsuz DeğişiİŞİm...............................................................................................................496
52. HUThutBE
İtidâlden Sapma: Ilımlı İslâm........................................................................................505
9. BÖLÜM
BAYRAM DENİLEN MÂTEM GÜNLERİ
53. HUThutBE
1 Ocak Kutlu Olsun!........................................................................................................514
54. HUThutBE
23 NİSANsan, Öfke duyuyOR İnsan!.....................................................................................520
55. HUThutBE
19 Mayıs Adım Atma Bayramı!..........................................................................................527
56. HUThutBE
27 Mayıs: Askerî Darbelerin 60. Yıldönümü.............................................................532
57. HUThutBE
15 Temmuz Darbesinin Yıldönümü -1-.........................................................................540
58. HUThutBE
15 Temmuz Darbesinin Yıldönümü -2-.........................................................................552
59. HUThutBE
29 Ekim Üzerine..................................................................................................................563
60. HUThutBE
Cumhuriyet, Kikİmin Bayramı?.........................................................................................576
61. HUThutBE
Cumhuriyet’in Düşündürdükleri: O Olmasaydı Olmaz mıydık?......................580
62. HUThutBE
10 Kasım Hutbesi................................................................................................................585
10. BÖLÜM
DÂVET VE TEBLİĞ
63. HUThutBE
Do
dO
k
torluğa sOyunmaktır Dâvet ve Tebliğ...........................................................594
64. HUThutBE
D
âvetçinin Sahip Olması Gereken Özellikler -1-..................................................603
65. HUThutBE
D
âvetçinin Sahip Olması Gereken Özellikler -2-..................................................610
66. HUThutBE
Güzel SösÖz; Aklı Kullanma Sanatı................................................................................617
67. HUTBE
T
ebliğ....................................................................................................................................630
11. BÖLÜM
İHMAL ETTİĞİMİZIz DÜNYA CENNETİMIz: EVLERİMIz
68. HUTBE
Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır......................640
69. HUTBE
Ai

l
enin Temel dİreği Hayâ..............................................................................................653
70. HUTBE
E
vdeki Hayatı, Müslümanın Ne Kadar
Müslüman Olduğunun Göstergesidir.....................................................................665
71. HUTBE
E
vdeki ve Cepteki Bomba; İnternetin Hevâ İstikametinde Kullanılması.....677
72. HUTBE
T
akvâ Giysisi ve BaşöŞÖrtülü Çıplaklar -1-................................................................686
73. HUTBE
T
akvâ Giysisi ve BaşöŞÖrtülü Çıplaklar -2-................................................................697
74. HUTBE
T
akvâ Giysisi ve BaşöŞÖrtülü Çıplaklar -3-................................................................708
12. BÖLÜM
BÜYÜK FİTNE VE TÂĞUTA İTAAT
75. HUTBE
Mo
mO
d
ern fİtne Odakları..................................................................................................720
76. HUTBE
Si

y
asî Otoritenin Tuğyânı Tâğut kİmdir?.................................................................728
77. HUTBE
T
âğuta İbâdet/Tapınma....................................................................................................741
78. HUTBE
Okullarda TötÖren Adıyla İşlenen Putperestlik...................................................750
- 13 -
ÖNSÖZ
Bismillâh, el-hamdu lillâh, ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ Rasûlillâh, Esselâmu
aleykum ve rahmetullah
Hutbeler; ya Allah’ı râzı etmek için okunur veya devletin kurallarına uymak
için…
Hutbeler; ya sâlih amel cinsinden ibadettir veya insanları ifsad eden
kabahat…
Hutbeler; Kendisi olmadan Cuma namazının olmadığı veya olduğunda
namazın da olmadığı…
Hutbeler; ya bir farz olarak Cuma namazını tamamlar veya Cuma namazını
da iptal eder…
Hutbeler; ya kalk borusu görevi yapar ya ninni görevi… Ya uyarır veya
uyutur.
Hutbe okuyan hatip de ya dâvetçi âlimin şerefine nâil olur veya Allah’ın
lânetine uğrar…
Hatip, ya sadece Allah’tan korkar da hakkın sesi olur veya hakkı gizleyerek
tevhidden, şirk ve puttan söz etmez de dilsiz şeytan olur.
Düzen kendi okullarında okuttuğu, sınavını yapıp bir câmide görevlendirdiği
kendi memuruna güvenmez, eline bir kâğıt tutuşturur ve onu hutbe niyetiyle
okumasını ister. Minberde okumak yerine, fotokopi yapılarak çoğaltılıp
dağıtılsa, cemaat de sevinecek, câmi de, minber de. Câmiler, devlet dairesi
ve câmide görev yapan devlet memuru mu; yoksa câmiler Allah’a ait kutsal
mekânlar mı, hatipler de Allah’tan başkasından korkmayan Peygamber vârisleri
mi? Bu soruların cevabını, okunan hutbenin içeriği gösterecektir.
- 14 -
Bazı hutbelerin okunması bedel ister; Devlet ve onun emrindeki Diyanet
razı olmaz bu tür hutbelerden. Bazı hutbelerin de âhirette bedeli büyüktür
ve Allah razı olmaz bu tür hitaplardan. Hangi câmide, hangi hatip, hangi
hutbeyi okuyabilir, bilmeyiz; ancak, alternatif mekânları Cuma mescidi olarak
kullanan tevhid ehli cemaatler bu hutbelerden daha çok yararlanabilir. Tabii,
aynı zamanda kendimize yönelik bilgi ve nasihat için elimize alıp minbere
çıkmadan da okuyabiliriz bu kitabı.
Hutbe kitabı yazmak, o hutbeyi okuyan ve dinleyenlerin de sevabına
vesile ve ortak olmak demek olduğu gibi, onların vebaline ortak olma riskini
de taşıyabilir. Kur’an’a ve Rasûl’ün Kur’an’dan anlayıp uyguladığına ters bir
cümlem varsa, bana bildirene duâlar edeceğimi, başka türlü yanlışım varsa,
onu bildirenden de memnun olacağımı belirtirim.
İnsanlara duyuru, nasihat ve çağrı mâhiyetinde hakka dâvet eden
yazılarımızın, konuşmalarımızın ve hutbelerimizin tevhidî inancıımızı
pekiştirerek hayattaki problemlere çözüm üretip dünyada izzetimize, âhirette
cennetimize sebep olması duâsı ile…
Ahmed Kalkan Ümraniye, Ocak 2020 Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
- 15 -
CUMA HUTBESI HAKKINDA ÖZET BILGI
Hutbe kelimesinin sözlük anlamında da belirtilen iki özellik, bir
konuşmanın hutbe olması için gerekli şartlardır:
a- Minberde topluluğa karşı yapılması,
b- Planlı olması, rastgele olmaması.
Hutbe, belli zaman ve yerlerde yetkili mü’minler tarafından cemaate karşı
okunan, mukaddime ve mev’îza bölümlerinden oluşan dinî bir nutuktur.
Hutbe hem zikir ve ibadet, hem de vaazdır. Hutbe, Allah’a hamd etmeyi ve
O’nu lâyık olduğu şekilde övmeyi, Rasûlullah’a salevat getirmeyi, Müslümanlara
vaaz ve nasihat vermeyi ve onlara dua etmeyi ifade eden bir isimdir.
Fakihler, Cuma namazında hutbenin şart olduğu ve hutbesiz Cuma
namazının sahih olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.1 Hutbe, Allah’ın
zikri demek olduğundan, sadece hamd etmek (hamdele ve salvele) hutbe
konusunda farzın yerine gelmesi için yeterlidir.
Hutbe, Allah’ın “zikrullah” olarak bildirdiği farz bir ibadettir. Bu konuda
Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen
Allah’ın zikrine koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha
hayırlıdır.”2 Ayetteki “zikrullah” kavramı, esas itibarıyla Allah’ı anmak veya
Allah’ın müjde ve tehdidi demek olduğundan Kuran; tesbih, hamd, vaaz, hutbe
ve namaz gibi hususların hepsini kapsamaktadır. Fakat Cuma namazının şart ve
esaslarından olan zikirden maksadın, hutbe ve namaz olması cihetiyle, burada,
yerine getirilmesi gerekli olan zikir, hutbe ve namaz olarak tefsir edilmiştir.3
1] Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Feza Yayıncılık, cilt 2, s. 385
2] 62/Cum’a, 9
3] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, s. 39
- 16 -
Hz. Peygamber, ömründe Cuma namazını hutbesiz olarak hiç kılmadığı için
hutbe, Cuma’nın şartlarından biridir. Şart olmasaydı Rasûlullah kimi zaman
onu terk ederek farz olmadığını gösterirdi.
“Onlar bir ticaret veya eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya
giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki, Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve
ticaretten daha hayırlıdır. Zira Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”4 Bu ayet,
hutbenin ne ticaret ne de başka bir şey için terk edilmeyecek önemde olduğunu
ifade etmektedir.
Hz. Peygamber’in hutbelerinin içeriğine baktığımız zaman, okunan
hutbenin amacının neler olması gerektiğini daha iyi kavramış oluruz. Hz.
Peygamber’in hutbeleri putperestliği ve her türlü cahiliye inancını terk etmeye
çağrı, bütün insanları karanlıktan aydınlığa çıkaracak olan İslâm’a davet, İslâm
inançlarının güzelliği, insanların dünya ve âhirette mutluluğa erişmelerinin
yolları ve cihadın fazileti gibi konuları ihtiva etmektedir. Bu bilgilerden
hareketle hutbelerde Müslümanlara, öncelikle tevhidi inançla ilgili hususlar,
onları rûhen Allah’a yaklaştıracak ve cennete girmelerini sağlayacak ibadetler
tavsiye edilir; Allah’ın gazabına ve cehennemine yaklaştıracak kötülüklerden
kaçınmaları gerektiği hatırlatılır.
Hutbenin amacı, İslâmî bir fikri, bir düşünceyi veya bir konuyu usûlüne
uygun olarak cemaate sunmak ve benimsetmeye çalışmaktır. Bunun için
hutbenin anlaşılır bir dil ve hitâbet üslûbuyla icra edilmesi gerekir. Aksi halde
hutbeden beklenen amaç gerçekleşmemiş, hatip de hedefine ulaşmamış olur.
Hz. Peygamber’in hutbelerinin genel karakteristik özelliklerini maddeler
halinde şöyle özetleyebiliriz:
1. Kısa ve Öz Olması,
2. Anlaşılır ve Akıcı Olması,
3. İfadelerinin Kırıcı Olmaması,
4. Bazen Soru Cevap Şeklinde Olması,
5. Aynı Hutbede Çeşitli Konulardan Bahsetmesi,
6. İrticâlî Olması: Hatibin daha önceden ele almış, yani hazırlamış olduğu
bir konuyu topluluk karşısında hiçbir suretle kâğıda ve benzeri şeylere
başvurmadan yaptığı hitaptır. Hakkını vererek konuşma yapmak isteyenler için,
irticâlî konuşmaların cemaat üzerindeki etkisi daha büyük olur. Bunun için
4] 62/Cum’a, 11
- 17 -
gönülden hitap etmek gerekir. Ağzımızla hitap ettiğimizde karşımızdakinin
en fazla kulağına gidecektir sözümüz. Ama gönül diliyle konuştuğumuzda
karşımızdakinin gönlünü hedef almış oluruz.
Ancak, günümüzde hutbelerin çoğu, yazılı metne bakılarak okunmaktadır.
Çünkü irticâlî konuşmalarda, çoğunlukla teferruata dalınır ve konu dağıtılır.
O yüzden hutbelerin Türkçe kısımlarının yazılarak okunmasında fayda vardır.
Hutbe okunmazdan önceleri yazılı metin, ezberlenir gibi, meselâ 10 defa
okunmalı, okumadan önce iyice anlaşılıp hazmedilmeli, hutbeye kaç dakika
ayıracaksak hutbenin uzunluğu ona göre tespit edilmeli, hutbe metni uzunsa,
uygun yerleri çıkarılarak önceden kısaltılmalıdır. Cemaate karşı okunacağı
zaman da hatip, gözlerini okuduğu kâğıt üzerinde sürekli tutup cemaatle göz
temasını ihmal etmemeli; gözünü yazılı metinden sık sık kaldırmak sûretiyle,
hatip bakışlarıyla cemaati kontrol altında tutup hutbenin tesirini arttırmalıdır.
İster irticâlî, ister kâğıda bakarak hutbe okuyalım, okuduğumuz hutbeyi kendi
iç dünyamızda benimser, yaşarsak; daha etkili, daha heyecanlı konuşma
yapmanın sebeplerine yapışmış oluruz. Duygulandırmak için duygulanmak
lâzım, etkilemek için önce etkilenmek…
Hutbe metinleri, sadece hatip veya dâvetçiler tarafından, sadece Cuma
günleri, sadece minberde okunması ve sadece okuyanın sesinden dinlenilmesi
için oluşturulmuş sözler değildir. Dinin esasları hakkında uyarılar, tavsiyeler
içerdiğinden diğer kitaplar gibi istifade etmek için de okunması gereken
fikir kitaplarıdır. Kitabın ismi “Hutbeler” olsa da, Cuma günü olmasa da,
minberden okunmasa da, bu eserden yararlanılabilir. Bu kitaptaki bazı konular
hutbe metni olarak kullanılacaksa, hutbe okumazdan önce, metnin uzunluğu
mutlaka değerlendirilmelidir. Hutbe için ayırdığınız vakte sığdırmak için hangi
paragrafları atlayıp hangilerini okumanız gerektiğini önceden tespit etmeniz
ısrarla tavsiye olunur. Benim bunu yapıp hutbe metinlerini daha kısa tutmam
mümkündü. İyi de, ne kadar kısa tutacağım? Kimileri hutbe için 20 dakikalık
konuşmayı ideal görürken, kimi hatipler ise cemaatlerinin önemli bölümü
çalıştığı için hutbe okumak için 15 dakika veya hatta 10 dakikadan uzun vakit
ayıramazlar. Onun için, hutbe okuyacak kişi, önceden hutbesini cemaatinin
şartlarına göre kısaltmalıdır. Bu şekilde hutbeyi kısaltmak niyetiyle de olsun,
hutbe için hazırlanmaya fazla vakit ayıramayan hatipler de hutbe metnini hiç
olmazsa birkaç kez okumaya mecbur kalsın.

- 19 -
HUTBE DUALARI
Hatip Cuma namazı için iç ezan okunup bittiğinde, ayağa kalkıp kendinin
duyabileceği bir sesle eûzü besmele çeker ve aşağıdaki veya benzer bir
hutbeyi (sesli bir şekilde) okur:
أنفُْسِنا وَ مِنْ ? إلِيَْهِ ، وَ نعَُوذُ باِللهِ مِنْ شُرُور ? الَحَْمْدُ للهِ نحَْمَدُهُ وَ نسَْتَعينِهُُ وَ نسَْتَغْفِرُهُ وَ نتَوُبُ
أنْ ل ا ? أشْهَدُ ? أعْمالَنِاَ . مَنْ يَهْدِ الله فَلا مُضِلَّ لَهُ ، وَ مَنْ يُضْلِلْ فَلا هادَِيَ لَهُ ، وَ ? سَيِّئاتَِ
أنَّ مُحَمَّداً عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ . ? أشْهَدُ ? إل اَّ الله وَحْدَهُ ل اَ شَرِيكَ لَهُ ، وَ ? إلَهَ ?
أما بعَْدُ ? أسْتفَْتحُِ باِلذَِّي هُوَ خَيْر . ? أحُثكُّمُْ عَلىَ طاعََتهِِ ، وَ ? أوصِيكمُْ عِبادََ اللهِ بتِقَْوَى اللهِ ، وَ ?
أتَّقَوْا وَ الَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُونَ . ? إِنَّ الله مَعَ الَّذِينَ ? أطِيعُوهُ . ? فَياَ عِباَدَ اللهِ اتَّقُوا الله وَ
قاَلَ الله تَعَالَى فِي كِتَابِهِ الْكَرِيمِ :
أعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ... بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ?
Konu ile ilgili bir ayet; (âyetin Arapça metni):
صَدَقَ الله العَْظِيمُ وَ بَلغََّنا رَسُولهُُ النَّبِيُّ الكَْرِيمُ وَ قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلىَّ الله عَلَيْهِ وَ سَلمََّ فِي
حَدِيثٍ
Konu ile ilgili bir hadis (hadisin Arapça metni)
صَدَقَ رَسُولُ اللهِ فِيمَا قَالَ اَوْ كَماَ قاَلَ.
TÜRKÇE METİN…………
- 20 -
Türkçe hutbe bittikten hemen sonra:
أبْلَغَ النِّظامَِ. كَلامَُ الله الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلامَِّ. كَماَ قَالَ الله تَبارََكَ وَ ? أحْسَنَ الْكَلامَِ وَ ? إنَِّ ? أل ا ?
أعُوذُ بِاللهِ مِنَ ? أنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ. ? آنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَ ? إذِاَ قُرِئَ الْقُرْ ? تَعاَلَى فِي الْكَلامَِ. وَ
سْلامَُ ... صَدَقَ الله الْعَظِيمُ �ِ إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ الله اْل إ ? الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ.
Bundan sonra hatip bulunduğu yere oturur. Bu oturuşta ellerini açarak
sessizce şu duayı okur:
أ حْياءَِ وَ � بارََكَ الله لَناَ وَ لَكُمْ وً لِساَئِرِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِناتَِ وَ الْمُسْلِمِينَ وَ الْمُسْلِماتَِ الْ
أرْحَمَ الراَّحِمِينَ ? آ � أ مْواَتِ بِرَحْمَتِكَ ي � اْل
Bundan sonra tekrar ayağa kalkarak ikinci hutbeye başlar. İkinci hutbe
metin olarak şöyledir:
أصْحاَبِهِ ? آلِهِ وَ ? اَلْحَمْدُ للهِ حَمْداً كاَمِلاً وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلامَُ عَلىَ رَسُولِناَ مُحَمَّدٍ وَ عَلىَ
آمِرا ? أجْمَعينَِ . تعَْظِيما لنِبَيِهِِّ وَ تكَْريِما لفَِخامََة شانَِ صَفِيهِِّ فقَالََ عَزَّ وَ جَلَّ مِنْ قائَلٍِ مُخْبرِا وَ ?
آمَنُوا صّلوُّا عَلَيْهِ وَ سَلِّمُوا تَسْلِيما.ً ? أيُّهاَ الذَِّينَ ? آ � إنَِّ الله وََ مَلا ئكَِتَهُ يُصَلوُّنَ عَلىَ النَّبِيِّ ي ? :
إنِكََّ ? إبِْراهَِيمَ ? آلِ ? إبِْراهَِيمَ وَ عَلىَ ? آلِ مُحَمَّدٍ. كمَا صَليَّْتَ عَلىَ ? ألّلَّهُمَّ صَلِّ عَلىَ مُحَمَّدٍ وَ عَلىَ ?
إِبْراَهِيمَ وَ عَلىَ ? آلِ مُحَمَّدٍ. كَماَ باَرَكْتَ عَلىَ ? أّلَّلهُمَّ بَارِكْ عَلىَ مُحَمَّدٍ وَ عَلىَ ? حَمِيدٌ مَجِيدٌ.
إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ ? إِبْراَهِيمَ ? آلِ ?
Bundan sonra hatip, mihrap istikametine dönerek ellerini, açıp (içinden,
sessizce) genellikle şu duayı okur:
أجْمَعِينَ. وَ ارْضَ اللَّهُمَّ ? أصْحابَهِِ ? آلهِِ وَ ? الَلهَُّمَّ فصََلِّ وَ سَلمِّْ عَلىَ عَبدِْكَ وَ رَسُولكَِ مُحَمَّدٍ وَ عَلىَ
أ نصْارَ وَ الْمُهاجَِريِنَ � أبيِ بكَرْ وَ عُمَرَ وَ عُثمْانََ وَ عَليٍِّ ذَوِي الصِّدْقِ وَ الوَْفاءَ وَ عَنْ الْ ? عَنْ سادَاتَنِا إِلَى يَوْمِ اْلَجَزاَءِ وَ عَنْ كَافَّةِ اْلمُؤْمِنيِنَ وَ اْلمُؤْمِناَتِ وَ اْلمُسْلِمِينَ وَ اْلمُسْلِماَتِ ? وَ التَّابِعِينَ
إِنَّكَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ قَرِيبٌ مُجِيبُ الدَّعَواَتِ. ? أ مْواَتِ � أ حْياَءِ وَ اْل � اْل
إِناَّ نَعُوذُ بِكَ مِنَ اْلفَقْرِ وَ اْلقِلَّةِ وَ الذِّلَّةِ وَ الشِّقاَقِ وَ النِّفاَقِ وَ نَعُوذُ بِكَ مِنَ اْلبُخْلِ ? اَلَّلهُمَّ
ألُكَ تَمامََ النِّعْمَةِ وَ دَواَمَ اْلعافَِيَةِ وَ حُسْنَ � إنِا نَسْ ? أ خْلاقَِ . اَللَّهُمَّ � وَ اْلحَزَنِ وَ الْهَرَمِ وَ سُوءِ الْ
أرْحَمَ الراحَِّمِينَ. وَ سَلامٌَ عَلىَ الْمُرْسَلِينَ وَ ? أنْتَ الرَّحِيمُ الْكَرِيمُ بِرَحْمَتِكَ ياَ ? إِنَّكَ ? الْخاَتِمَةِ
الْحَمْدُ لله رَبِّ اْلعا لَمِينً.
- 21 -
Dua bitince hatip tekrar hutbeyi irat ettiği yöne dönerek şu ayeti okuyarak
hutbeyi bitirir:
أمُْرُ بِالْعَدْلِ � إِنَّ اللّهَ يَ ? أعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ... بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ... ?
إِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ? حْسَانِ وَ �ِ وَال إ
“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği ve (ihtiyacı olan) akrabaya yardım etmeyi
emreder. Zinayı, fenalıkları ve insanlara zulüm yapmayı da yasaklar. O, dinleyip
tutasınız diye size öğüt veriyor.”5
5] 16/Nahl suresi, 90

1. BÖLÜM
İMAN VE ŞİRK
- 24 -
1. HUTBE
İMAN VE İMANIN AMEL ILE İS PATI
Âyet :
فَاٰمِنُوا بِالّٰلِ وَرُسُلِه۪ۚ وَاِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا فَلَكُمْ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ
“Allah’a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en
büyük mükâfaat sizindir.”6
احََسِبَ النَّاسُ انَْ يُتْرَكُوٓا انَْ يَقُولوُٓا امَٰنَّا وَهُمْ لَ ا يُفْتَنُونَ وَلَقَدْ فَتَنَّا الذَّ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ
اللّٰهُ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِب۪ينَ
“İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini
mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah,
elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı
olanları da belirleyecektir.” 7
Hadi s:
“İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde
kendisini gösterendir.” 8
İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik
etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek,
güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu
aşağı yukarı karşılar.
Kavram olarak, Rasûlüllah’ı Allah’ın katından getirmiş olduğu bilinen
haber ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar
edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan
Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri
tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine
getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak
ve yaşamaktır.
6] 3/Âl-i İmran, 179
7] 29/Ankebut, 2-3
8] Camius-Sağır, 2/134
- 25 -
Kur ’an ’da İman
İman kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 45 yerde geçer. İman kelimesinin kökü olan
“e m n” türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 878 yerde kullanılır. Kur’an’ın
onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini
göstermek için yeterlidir.
Kur’an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor9.
Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail’in de
emin olduğunu belirtiyor10. Yine Kur’an, insanın büyük sorumluluğundan
bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla
aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir.11
İman sahibine mü’min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.
Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü’l-Hüsnadan biri, El-
Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın
mü’minliği de El-Mü’min’e (Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı
güvenin işleyişidir. Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin tam
olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve hükümlerini de her
şeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok fazladır.”12
İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları
açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı
zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak
isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara
kesin iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine
getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir
dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.
Bunlara ilk ve yalnız kendisinin inanmadığını, devam edegelen kadim bir
mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de
irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan bu Kitab’a, kitabın indiği şahsa
(Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan kitaplara ve peygamberlere iman
edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayâtın ikinci ve ebedi bölümü
olan âhiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır.
Eğer böyle yaparsa hayâtın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak,
kurtulmuş olacaktır.13
9] 7/A’râf, 68; 26/Şuarâ, 107...
10] 26/Şuarâ, 193
11] Bkz. 33/Ahzâb, 72
12] 2/Bakara, 165
13] 2/Bakara, 1-5
- 26 -
Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm’ın temel binâsı ve üçüncü
âyetinde “gaybe iman” şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin son âyeti
olan 286. âyette de perçinlenir:
“O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur’an’a) iman etti. Mü’minler
de Allah’a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı.
Rasûllerden hiç birini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz
mağfiret isteriz, dönüş ancak sanadır, derler.” “Gaybe iman” olarak tavsif edilen
bu inanç temelleri Kur’an’ın değişik yerlerinde topluca veya tek tek veya ikisi
üçü birlikte zikredilmiştir.
“Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’an’a iman edin.”14
“Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberi’ine, Peygamberi’ne indirdiği Kitaba
ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa
düşmüş olur.”15 “Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin
iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu
Kur’an şöyle açıklar: “Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz
değil; Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasûllere iman etmenizdir...”16
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara
yuvarlanmasını önler.17. İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların
en şerlisi olarak anmaktadır.18 Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu
imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.19 Mü’min, Allah’ın yardımcısı,
Allah’ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir.20
Kuru bir “iman ettim” sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu
değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır.
Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi “ben,
Allah’tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah’a
bağlanıyorum. O’nun otoritesine giriyorum.” demiş olur. Sonra da O’nun
otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse,
bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı,
kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah’ın
isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim,
14] 2/Bakara, 41
15] 4/Nisâ, 136
16] 2/Bakara, 177
17] Bkz. 2/Bakara, 256
18] Bkz. 8/Enfâl, 55
19] Bkz. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103
20] Bkz. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68
- 27 -
kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı,
yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. “İnsanlardan öyle kimseler
vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler; hâlbuki onlar, mü’min değillerdir.”21
“Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun
ardından yüz çevirir, bunlar mü’min değillerdir.”22 “Ey iman edenler, Allah’a ve
Peygamberine itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde
‘işittik’ diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen
sağırlar ve dilsizlerdir.”23 Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve
görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahlûklar olarak tanımlıyor.
“Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak
müslüman olarak, O’na teslim olmuş şekilde can verin.”24
İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan
edilir: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini
mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah,
elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı
olanları da belirleyecektir.”25
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir.
Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir.
Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en
üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur.
“Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı
size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.”26
İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı
gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması
gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. İman,
Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve
Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve
fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü
sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligâtına fiilen
bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır.
21] 2/Bakara, 8
22] 24/Nur, 47
23] 8/Enfâl, 20-22
24] 3/Âl-i İmran, 102
25] 29/Ankebut, 2-3
26] 49/Hucurât, 7
- 28 -
“De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz
mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan
meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan
daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah,
fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”27
İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne karşı sevgi ve
şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur:
“Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve
Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi,
3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.”28
“Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve
bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”29
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın
dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve
fesadı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için
namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâla ittibâ etmede de iman kendini
göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz
ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın
ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar.
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra
şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar,
imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.”30
İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman
ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup
Allah’ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi,
kendi kusurlarını idrak eder, O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar.
“Allah’ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir
kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak
ehlinin sıfatıdır.”31
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz
ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar
koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye
27] 9/Tevbe, 24
28] Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67
29] Buhârî, İman 2/8
30] 49/Hucurât, 15
31] 33/Ahzâb, 39
- 29 -
sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden
istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.
“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne davet olundukları zaman,
mü’minlerin sözü ancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden ibârettir. İşte asıl
amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan
korkar ve O’ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”32
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine bir
kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim
Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.”33
“Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları
şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir
sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”34
Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı
yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler.
Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından
isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde
Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin
mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve
Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse
karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım!” Bir mü’minin diyebileceği sözler
değildir bunlar.35
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel,
Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki
imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına
atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini
ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Sâlih amel ve güzel
ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen
bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi
olgunlaştırıp mânen geliştirmekten yoksun bir cevherdir.
O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse;
sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı
unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha
zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün
32] 24/Nur, 51-52
33] 33/Ahzâb, 36
34] 4/Nisâ, 65
35] bkz. 33/Ahzâb, 36
- 30 -
hâkim olduğu câhilî toplumda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz
de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ:
“Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak
öldür ve beni sâlihler arasına kat.”36
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen
tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih
amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız
olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman
olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”37. Bu âyetteki
iman’dan kasıt “namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete
rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe:
“Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne iman”
buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad.” buyurdu.
Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi?’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir
hac.”38 Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki,
ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça
iman etmiş olamazsınız.”39
Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi
yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın.
Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım
hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra
dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar
isterdim.”40. Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” 41
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah
için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz
imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir
bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde
ifâde etmiştir:
36] 12/Yusuf, 101
37] 2/Bakara, 143
38] Buhârî, İman 26
39] Buhârî, İman 14
40] Buhârî, İman 37
41] Buhârî, İman 24
- 31 -
“İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illâ’llah, en alt derecesi,
çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.”42
Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet
veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak
geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın
yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir?”
sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen
bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca
Allah’a iman nedir, bilir misiniz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun
üzerine buyurdu ki:
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna
şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve
beşte biri (humus) vermektir.”43
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta
dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte
mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan
çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın
beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin
göstergesidir amel.
“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine
hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler,
büyüklük taslamazlar.”44 “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve
Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları
zaman ondan izin almadan gitmezler.”45
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel”den kasıt, Allah’a itaattir. Burada
sözkonusu ettiğimiz amel, nafile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve
yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın
durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir
plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir.
O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın
emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların
42] Buhârî, Müslim
43] Buhârî, İman 53
44] 32/Secde, 15
45] 24/Nur, 62
- 32 -
hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde
zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci
durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.
Bu noktada İmam Ebu Hanife’nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır:
Allah Teâlâ mü’mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlası farz kılmıştır. “Ey
insanlar, Rabbinizden korkun.”46 âyetinde “Ey mü’minler Allah’a itaat edin!”, “Ey
kâfirler Allah’a iman edin!” , “Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun!” anlamı
vardır.47 İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların
her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini
ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi
ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca
mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın
hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat
ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın hâkim olmadığı
toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü
dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var:
İman, atom ve nötron bombasını yapan “insan” adlı muazzam silahın emniyet
anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin ‘kaza’ya kurban gitme
ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir
de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz
mutluluğun ta kendisidir.48 Gazete ve tv. haberlerinde sık sık canavarlaşan
insanların durumlarına şahit oluyoruz. Kocasını vuran kadınlar, çocuklarını
doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler... Sebep tek: İmansızlık.
Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?!
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman,
ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. “Azabımızın
şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.”49
Fir’avn bile boğulma ânında iken iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh
Museum’daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir.)
Ölüm üzere iken azabın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman
olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini
inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah’ın varlığına, meleklerine,
46] 22/Hac, 1
47] Vasıyet, İmam Âzam’ın Beş Eseri, s. 75
48] A.g. e. s. 311-313 ve 346-348
49] 40/Mü’min, 85
- 33 -
âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese,
bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere,
parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur’an-ı Kerim’e inandığını beyan
eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü’min olamaz. Çünkü
Kur’an-ı Kerim’den olduğu sabit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür.
Bu durumda, “efendim çoğuna inanıyor ya?” diye itirazda bulunulamaz. Zira
Kur’an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse,
vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı
küfür) ve haller (ef’âl-i küfür) bilinmelidir. Mü’minler; bilmedikleri herhangi
bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden “ben
bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir” demelidirler.
- 34 -
2. HUTBE
İNSAN NIÇIN İMAN EDER? ÇIRKIN İMAN VE GÜZEL
KÜFÜR OLUR MU?
Âyet
انَِّا خَلَقْنَا الْ اِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ اَمْشَاجٍۗ نَبْتَل۪يهِ فَجَعَلْنَاهُ سَم۪يعاً بَص۪يراً انَِّا هَدَيْنَاهُ السَّب۪يلَ امَِّا
شَاكِراً وَاِمَّا كَفُوراً اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ
“Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple,
onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona gideceği yolu gösterdik. Ya
şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder. Kâfirler için elbette zincirler, halkalar
ve alevli cehennem hazırladık.”50
وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ امَٰنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْ انَْهَارُۜ كُلَّمَا رُزِقُوا
مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقاًۙ قَالُوا هٰذَا الذَّ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاتُُوا بِه۪ مُتَشَابِهاًۜ وَلَهُمْ ف۪يهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ
وَهُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
İman edip sâlih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan
cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık
verilişinde, “Bu (tıpkı) daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!” diyecekler.
Hâlbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için
orada tertemiz eşler de vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır. 51
İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında
inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir. İnsan, inanmadığı
zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman, yaşamanın bir anlamı ve değeri
kalmaz. Her insan bir şeylere inanır, ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya
inanmadır. İman hissini kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbi
olmak ve azgınlaşıp kendini Allah’a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli
olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/küfr etmek,
cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat doğru bir şekilde iman edip, Allah’ın
hidâyetine uymak, cennete adım adım yaklaşmaktır.
İmanla ilgili sünnetullahı gündeme getirerek, imanın sebep ve sonuçlarından
bahsedelim:
50] 76/İnsan, 2-4
51] 2/Bakara, 25
- 35 -
İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayat sağlamakla kalmaz; bu dünyada
da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır:
“Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri
halife/hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde halife/hükümran kılacağını,
kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya koyacağını
ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir. Çünkü onlar, yalnız Bana
kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar.” 52
Müjdeler, mü’minler içindir.53 Allah, onların kalbine imanı yazmış ve onları
kendisinden bir ruhla desteklemiştir.54 Şeytanî güçler onları ezmeye yol bulamaz.55
Onlara yardımcı olmak, Allah’ın bizzat kendi üzerine yazdığı bir görevdir.
“Mü’minlere yardım etmek, Bize haktır (Bize düşen görevdir).”56
Allah, iç huzuru ve doygunluğu onlara nasib etmiştir.57 Korkmak, üzülmek,
kedere yenik düşmek onlara uzaktır.58 Allah’ın lütuf ve bağışı mü’minler içindir.59
Mü’min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü’mini kasten öldüren,
ebediyyen cehennemde kalır.60
“Şu bir gerçek ki, iman edip sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en
hayırlılarıdır.”61
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka siz üstün
geleceksiniz.”62 Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan korkmayın. Kuvvetten
düşmeyin. Siz üstünsünüz, yani iman ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman,
kalbe güç verir, Allah’la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.
“Ve mü’minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.”63 Yani, Allah, kâfirlerin
bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada mü’minlere musallat olarak,
tamamen ortadan kaldıracak şekilde istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet,
dünya ve âhireti kapsamaktadır. Dünya ve âhirette mutlu son mü’minlerindir.
Mü’minler, imanın hakikatinı yüreğinde yaşatan, sonra bu gerçek tevhidî imanı,
Allah’ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla dışa yansıtan insanlardır.
52] 24/Nur, 55
53] 13/Ra’d, 29
54] 58/Mücâdele, 22
55] 16/Nahl, 99; 34/Sebe’, 20
56] 30/Rûm, 47
57] Bkz. 9/Tevbe, 26; 48/Feth, 4
58] Bkz. 3/Al-i İmran, 139
59] 3/Âl-i İmran, 152
60] 4/Nisâ, 93
61] 98/Beyyine, 7
62] 3/Âl-i İmran, 139
63] 4/Nisâ, 141
- 36 -
Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü’minlere yol bulmaları,
imanlarının hakikatinde meydana gelen gedikten olmuştur. Savaş araçları,
Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı, her türlü nisbet ve bağımlılıktan
arınmış olarak sadece iman sancağı altında bulunmak, imandan ve imanın
gereklerindendir. Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatinde
meydana gelen zayıflık ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere
bulunduklarında yardım, mü’minlere hak olarak döner.64
“Andolsun Tevrat’tan sonra Zebur’da da: ‘Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım
vâris olacak’ diye yazmıştık.”65
“Kim mü’min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük yok
ve Biz (onun çalışmasını) yazanlarız.”66
“Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezalanır; ama kadın olsun erkek
olsun kim mü’min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler ve orada
kendilerine hesapsız rızık verilir.”67
“Erkek ve kadından her kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir
hayatla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz.”68
Mü’min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman
ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayâtı onlara kolaylaştırır. Âhiretteki
ecri ise daha güzeldir. Mü’min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki
güzel hayât, birçok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi’nan), iç rahatlığı
(inşirâh-ı sadr), mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış
etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf
edebilen de ancak Allah’tır.
İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir
geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak önemli değildir. Bazen
zenginliğin; tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen dünya ve âhiret belâsı olduğu
bilinmelidir. Hayâtta yetecek kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey
vardır. Allah’a bağlanma ve O’nun gözetimine, himâyesine ve rızâsına sığınma
vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi vardır. Amel-i
sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayâttaki izleri vardır. Mü’min olarak
sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki
sevabını azaltmaz. Tersine, Allah onun sevabının, dünyadaki amelinin en güzeli
64] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
65] 21/Enbiyâ, 105
66] 21/Enbiyâ, 94
67] 40/Mü’min, 40
68] 16/Nahl, 97
- 37 -
üzerine olacağını vaad etmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbimizin hazineleri,
sevabı ne büyüktür!
İman ı Bozan Haller
İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, itikadın doğru ve tam olarak hayât boyu
sürmesi gerekir. Kur’an ve sahih sünnet dışı olmaması ve imanı bozucu bir
davranışın yapılmaması gerekir. İmanı bozan hallerin en önemlileri şunlardır:
a- Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurafeler, Allah’tan
başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları
aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki
anlayış, düzen, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah’ın Kitabında olmayan ve
Kitab’a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah’ın kanunları gibi
sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa
çıkarırlar.
“Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara
ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman
edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. İşte bunlar, Allah’ın lânetledikleridir.
Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı
bulamazsın.”69
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri
görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak
istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir
sapıklığa düşürmek istiyor.”70
b- Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi amellerini
yok ederek ebedî cehennemlik olmasına neden olan bir davranıştır.
“Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan, şüphesiz
bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.”71;
“Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını
(günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah
ile iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”72
c- Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem
69] 4/Nisâ, 51-52
70] 4/Nisâ, 60
71] 39/Zümer, 65
72] 4/Nisâ, 48 ve 116
- 38 -
de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü’minler birbirlerinin dostudur. Allah da
mü’minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü’min, mü’minleri bırakıp kâfirleri
dost ve yönetici olarak kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur.
“Allah, mü’minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar
ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.”73
“Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat
ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.”74
“Ey iman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için kendi
aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz?”75
İman denilince, halkın çoğu olumlu, güzel bir husustan bahsedildiğini
düşünür. İmanın nötür bir kavram olduğunu bilmez. Kur’an’a göre, insanı
cehennemlik eden iman da vardır. İman etmek, başlı başına iyi de olabilir,
kötü de. Neye iman edildiğine bağlıdır imanın güzel veya çirkin olması.
Allah’ın iman etmemizi istediklerine imandır bizi kurtaracak olan. Bir de
inanmamamız gereken hususlar vardır; inkâr etmemiz, reddetmemiz, Kur’an
tabiriyle küfretmemiz gereken hususlar vardır. Yani, küfür de her konuda
kötü değildir. Tâğuta iman çok kötü,76 tâğuta küfür de mü’min olmak için
şart olan bir iyi husustur.77 Demek istiyoruz ki; Kur’an, imanı sadece olumlu
alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın
olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah’ın
inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah’ın hiçbir delil
indirmediği şeylere olursa bâtıl olur.
“De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde
ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah’ı inkâr edenler var ya, işte ziyana
uğrayacaklar onlardır.”78
“Tek Allah’a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O’na şirk
koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah’ındır.”79
“Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah’a iman ederler.”80
73] 2/Bakara, 257
74] 3/Âl-i İmran, 100
75] 4/Nisâ, 144
76] Bkz. 4/Nisâ, 51
77] Bkz. 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
78] 29/Ankebut, 52
79] 40/Mü’min, 12
80] 12/Yûsuf, 106
- 39 -
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir
imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda
bir iman vardır. Mü’min de Allah’a iman etmiş olmak için, hatta imandan
önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi
gerekenlerin başında tâğut gelir.81 Doğru iman, Kur’an’ın gösterdiği imandır.
Bu iman insanlara Allah’tan başka ilah olmadığını, Allah’ın âlemlerin Rabbı
olduğunu, Allah’tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir.
Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu ispatlamak
için Allah’ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların
uydurdukları bâtıl inançlardır.
“Allah’tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu
putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil
indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah’a aittir. O’ndan başkasına değil!” 82
Kur’an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını
kapatmıştır. “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var
ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır.”83
Kur’an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır
takınmaktadır. Kur’an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı
küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek
demektir. Tebdil ve irtidat Kur’an’a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın
adlarıdır.84
Doğru iman Kur’an’ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara, Allah’tan
başka ilâh olmadığını, Allah’ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah’tan başkasına
duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman,
yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah’ın, hakkında delil/âyet
indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır.
“Allah’tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu
putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil
indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah’a aittir. O’ndan başkasına değil!”85
81] Bkz. 2/Bakara, 256
82] 12/Yûsuf, 40
83] 6/En’âm, 82
84] Bkz. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217
85] 12/Yûsuf, 40
- 40 -
3. HUTBE
AMELLE İS PAT EDILMEYEN İMAN İNSANI KURTARIR MI?
Âyet :
وَالْعَصْرِۙ انَِّ الْ اِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ الَِّ ا الَّذ۪ينَ امَٰنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا
باِلصَّبْرِ
“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman
edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye
edenler müstesnadır.”86
Sâlih Amel siz İman Olma z!
Medyanın verdiği haberlerde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına
şâhit oluyoruz. İnsanları koyun keser gibi kesen cânîler, kocasını vuran
kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler,
kapkaçlar, terör olayları, sapıklıkların bin bir çeşidi… Sebep tek: İmansızlık.
Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?! Bazıları
zannediyor ki, toplumun % 99’u müslüman, ama amel etmeyen günahkâr
müslüman! Acaba? Gerçekten bu halk Allah’ın istediği gibi iman etse, şirkten
sakınsa, isyandan kaçınsa durum böyle mi olurdu dersiniz?
İman
İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik
etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek,
güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu
aşağı yukarı karşılar.
Kavram olarak, Rasûlüllah’ı Allah’ın katından getirmiş olduğu bilinen haber
ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip,
gereklerini sâlih amel olarak tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın
gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir.
Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir.
Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
86] 103/Asr, 1-3
- 41 -
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven
içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı
güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Kur ’an ’da İman
İman kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 873 yerde geçmektedir.
Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun
önemini göstermek için yeterlidir.
Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü’l-Hüsnadan biri, El-
Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın
mü’minliği de El-Mü’min’e (Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı
güvenin işleyişidir. Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin
tam olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve hükümlerini
de her şeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok
fazladır.” 87
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara
yuvarlanmasını önler.88 İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların
en şerlisi olarak anmaktadır.89 Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu
imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.90 Mü’min, Allah’ın yardımcısı,
Allah’ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir.91
İman ın Gerektirdikleri
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar.
Cennet bedava değildir. Kur’an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna
dikkat çeker.
“İnsanlar, sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacak, inceden inceye
imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de
inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.”92
“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden
biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele”93
87] 2/Bakara, 165
88] Bak. 2/Bakara, 256
89] Bak. 8/Enfâl, 55
90] Bak. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103
91] Bak. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68
92] 29/Ankebut, 2
93] 2/Bakara, 155
- 42 -
“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size
de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara
öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki
mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?!’ dediler. Biliniz ki, Allah’ın yardımı
yakındır.”94
Kâmil iman sahibi mükemmel mü’minin bir özelliği de, kınayanların
kınamasından korkmamaktır ki, Kur’an, bunu şöyle ifâde eder:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve
kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu
ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir
kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar).
Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.”95
“Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker
topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat
daha arttırdı ve ‘hasbüna’llahu ve ni’me’l- vekîl’, yani, ‘Allah bize yeter. O ne
güzel vekildir!’ dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan,
Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızâsına uymuş oldular.
Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu
halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” 96
Gerçek mü’minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye
etmeleridir.97 Mü’minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani
mü’minler olacaktır.98 Mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar da birbirlerinin
dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır.99
Mü’minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir.100
İmanda ortak olmayan, mü’min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa
olsun (ana-baba da dâhil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder.
Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir, ama gönül dostu olarak
benimsenemezler.101 Kur’an, böylece kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine
dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman
bağı, kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.
94] 2/Bakara, 214
95] 5/Mâide, 54
96] 3/Âl-i İmran, 173-175
97] Bak. 103/Asr, 1-3
98] Bak. 3/Âl-i İmran, 28
99] Bak. 9/Tevbe, 71
100] Bak. 49/Hucurât, 10
101] Bak. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22
- 43 -
Hayatın anlamı ve insanın mahlûkat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca
benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın
meyvesi ise amellerdir. Ağacı; kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya
kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır. Dalları kurumuş,
meyve vermeyen ağaç, odun parçasından başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira
yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli
şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük
lutfudur.
“Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin
gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.”102
İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan
da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman,
birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir.
“İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini
gösterendir.”
İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve
Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı
lazımdır. Yoksa sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek demek, Allah’ın
hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah
şöyle buyurmaktadır.
“De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar,
kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size
Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık
Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”103
İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasûlü’ne karşı sevgi ve şeriatın
tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur:
“Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her
şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan nefret
ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.” “Sizden biriniz beni, anasından, babasından,
çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş
olamaz.”104
102] 49/Hucurât, 7
103] 9/Tevbe, 24
104] Buhârî, İman 9, 14, İkrah 1, Edep 42
- 44 -
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi,
Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde
zulmü ve fesadı önlemek için mücadele vermede de şekillenmelidir. Allah’a
yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâle ittibâ etmede
de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte
amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir.
Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar.
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra
şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar,
imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.”105
İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir;
iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi,
Allah’tan korkup Allah’ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz
Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder, O’ndan korkar ve ona göre
hazırlık yapar.
“Allah’ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir
kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak
ehlinin sıfatıdır.”106
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz
ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar
koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye
sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden
istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.
“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne dâvet olundukları zaman,
mü’minlerin sözü ancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden ibârettir. İşte asıl
amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan
korkar ve O’ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” 107
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine
bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur.
Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa
sapmıştır.” 108
105] 49/Hucurât, 15
106] 33/Ahzâb, 39
107] 24/Nur, 51-52
108] 33/Ahzâb, 36
- 45 -
“Öyle değil, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni
hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir
teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”109
Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman
ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat
etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a
iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman
ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü,
tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana
kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım!” Bir mü’minin diyebileceği sözler
değildir bunlar 110
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında
kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk
vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler,
güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan
vâsıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve
kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma
faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen geliştirmekten yoksun bir cevherdir.
O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle
desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu
konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min
olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhiliyye toplumunda mü’min kalmak
ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ:
“Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak
öldür ve beni sâlihler arasına kat.” 111
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen
tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih
amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız
olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman
olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”112 Bu âyetteki
iman’dan kasıt “namaz”dır.
109] 4/Nisâ, 65
110] bak. 33/Ahzâb, 36
111] 12/Yusuf, 101
112] 2/Bakara, 143
- 46 -
İman – Sâlih Amel İli şki si
Âyetlerde, iman ile sâlih amel genellikle beraberce zikredilmekte olup, bu
şekildeki ayetler oldukça fazladır. Hatta İzutsu’nun tesbitine göre, iman ve
sâlih kelimeleri birbirlerine var olacak en kuvvetli semantik bağ ile bağlı olup,
neredeyse ayrılması imkânsız bir şekilde birbirleriyle girift haldedirler.113 İman
ve sâlih amel ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de 52 defa beraberce zikredilmektedir.
“...Kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder, sâlih amel işlerse, elbette onlara
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”114
İman olmadan, sâlih amelin kişiyi kurtaracağını söylemek son derece
yanlıştır. Zira, amelin, imansız kabul edilemeyeceği açıktır. Bunun yanında
sâlih amelin mutlaka dayanması gereken köklü bir dayanağı olması gerekir
ki, bu da, imandır. Ayette “iman etmiş olarak” ifadesinin yer alması gösteriyor
ki, iman olmadan, sâlih amelin bir faydası olmamaktadır. Hatta, bir amelin,
sâlih olabilmesi için, imana bağlı olarak yapılması gerekmektedir. Sâlih bir
amel, ancak, Allah’a iman sayesinde zuhur imkânı bulabilir. Başka bir ifade
ile, amel, imandan akan bir nurdur. Zaten ayetlerde, imanın, sâlih amelden
önce gelmesinde, sâlih amelin, imandan doğup neşv ü nemâ bulduğuna işaret
vardır. Zira iman, sahibini hayra ulaştırır, şerden korur ve sâlih amel, imanla
itibar kazanır.
Kur’an-ı Kerim’de yetmiş ayette iman ile sâlih amel beraberce
zikredilmektedir. Nerede iman varsa, orada sâlih amel de olmalıdır. Sâlih
amel olmadan, yalnız kuru bir imanın kişiyi ebedî saadete kavuşturacağı pek
mümkün görülmemektedir.
“Kim de O’na sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için
yüksek dereceler vardır.”115 Ayette zikredilen yüksek derecelere nâil olmak,
sadece imanla olmayıp, bunun yanında sâlih amellere de bağlanmıştır. Yine
aynı şekilde “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan
cennetlerle müjdele!”116 anlamındaki ayette de müjde, sadece imana olmayıp,
aynı zamanda sâlih amele bağlıdır. Allah, cennetlere girmeyi, iman edip sâlih
amelleri işlemeye bağlar.117.
İnsan inandığı gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Cennet
istiyorsak, Allah’ın istediği gibi iman etmeden cennete gidilemeyeceğini bilmek
113] İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y., s. 270
114] 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69
115] 20/Tâhâ, 75
116] 2/Bakara, 25
117] 4/Nisâ, 57
- 47 -
zorundayız. Allah’a itaat de imanın ispatıdır, iman iddiasındaki samimiyet
testidir.
“Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar
giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ Rasûlallah?” diye
sordular. Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse, Cennete girer.
Kim de bana âsi olursa (emirlerime itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip
kaçınmış olur (ve Cennete giremez).”118; “Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm
verdiği zaman artık mü’min bir erkeğin veya kadının o işi kendi isteklerine göre
seçme yapmaya (farklı bir alternatif arama) hakkı yoktur. Zira kim Allah’a ve
Rasûlüne karşı gelirse apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.” 119
118] Buhârî, İ’tisâm, 12
119] 33/Ahzâb, 36
- 48 -
4. HUTBE
SÂLIH AMELIN AÇTIĞI GÜZEL KAPILAR
Âyet :
الِ اَّ مَنْ تَابَ وَامَٰنَ وَعَمِلَ عَمَلا صَالحِا فاَوُ۬لئٰٓكَِ يُبَدِّلُ اللهُّٰ سَئَِّاتهِِمْ حَسَنَاتٍۜ وَكَانَ اللهُّٰ غَفُورا رَح۪يماً
“Tevbe edip mü’min olarak sâlih amel (erdemli işler) yapanın durumu
başkadır; Allah böylelerinin kötülüklerini/günahlarını güzelliğe/sevaplara iyile
kötü hallerini iyiye çevirecektir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”120
Hadi s:
“Ameller ancak niyetlere göredir.”121
“Allah, sizin ceset ve sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar” 122
“Amellerin efdal olanı, Allah’ın farzlarını eda, haramlardan kaçınmak ve
Allah katında sadık niyettir.”123
Amel-i Sâlih: İyi, güzel, faydalı, sevaba ve Allah’ın rızasına sebep olacak,
haram sınırına girmeksizin kişinin iman, iyi bir niyet ve ihlâs ile yapmış
olduğu davranışlar. Amel, iş manasına gelir. Sâlih ise, elverişli, yararlı, yarayışlı,
kendisi doğru olan, kendini düzelten demektir. Dolayısıyla amel-i sâlih; kişiye
âhiret saadetini sağlamaya, Allah’ın rızasını kazanmaya elverişli olan, Allah
katında bir değer ifade eden davranışlardır.
Amel: İş, vazife, hareket, idare, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibâdet, hayırlı
iş anlamlarına gelir. Daha ziyade canlıların bir maksatla, bilinçli bir şekilde
yaptıkları işe amel denir. Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir,
amel denmez. Amel, niyete, iradeye bağlı olarak yapılan iştir; amel, bilinçli bir
aksiyondur. Fakat fiilde bilinç her zaman söz konusu olmayabilir. Kur’ân-ı Kerim’de
amel kelimesi çeşitli kalıplarda 350 defa geçmektedir. Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi’)
amel olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi
ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır.
120] 25/Furkan, 70
121] Buhâri, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155
122] Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9
123] Hz. Ömer’in sözü, Gazâli, İhyâ-i Ulûmi’d-Din, 4/362
- 49 -
“Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan
O’dur.” 124
“Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan
edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele!”125
İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap
kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır. Bu
konuda iman ön şarttır.
İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, onu çepeçevre sararak koruyan
sâlih amellerdir. Kur’ân-ı Kerim’de sâlih amel anlamında “sâlih” kelimesi ve
çoğulu, toplam 132 yerde geçer. Amel-i sâlih, Kur’ân-ı Kerim’de doksan küsur
yerde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak emredilmiştir. Sâlih amelden
söz eden âyetler genellikle önce imana değinerek başlarlar. Bunların hep
“iman edip sâlih amel işleyenler...” şeklinde oldukları görülmektedir. Bu da
iman ile amelin, bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu ortaya koyar.
İman olmadan güzel davranışların hiçbir önemi olmadığı gibi, sâlih amel
olmadan da kuru bir imanın tadı yoktur. 126
Allah ve Rasûl’üne iman etmenin, çok geniş anlamda, sâlih amelden
sayıldığını görmekteyiz. Nitekim bir hadiste Hz. Peygamber’e “hangi
amel efdaldir?” diye sorulmuş, o da: “Allah ve Rasûl’üne iman etmektir”
buyurmuştur.127 İman kavramında olduğu gibi, takva, şükür, sabır gibi diğer
kalbî fiilleri de sâlih amel içerisinde mütalaa etmek mümkündür. Meselâ şükür,
kalp amellerindendir ve kalp amelleri de, âzâların amellerinden daha şereflidir.
Bundan dolayı Allah’ı zikretmek, en faziletli amellerden sayılmıştır. Fiilleri,
kalbî ve bedenî, yani organlara ait olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür.
Buradan hareketle, müfessirler, sâlih ameli çeşitli kısımlara ayırmaktadırlar.
Fahreddin Râzi, kulun amelini üç kısma ayırmakta ve bunları da:
Kalbin ameli, kulun fikri, inancı ve tasdiki,
Dilin ameli, kulun zikri ve şehadeti,
Âzâların ameli, kulun tâaati ve ibâdeti şeklinde sıralamaktadır.
Elmalılı da, bir yerde sâlih ameli, kalbî, bedenî ve mâlî olmak üzere üçe
ayırırken, başka bir yerde ise, sâlih amelin iki kısım olduğunu, bunlardan birinin
124] 67/Mülk, 2
125] 2/Bakara, 155
126] Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 128
127] Buhâri, İman 18
- 50 -
bedenî ibâdetler gibi, mükellefin öncelikle kendi salahına yarayan ameller;
diğerinin de, zekât ve sadaka gibi başkalarına faydalı olan ameller olduğunu
kaydeder. Sâlih amelleri, kalbî ve bedenî olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Bedenî
olan da, namaz gibi sadece bedeni ve kişiyi ilgilendiren; zekât gibi hem ferdi ve
hem de toplumu ilgilendiren mâlî olmak üzere ikiye ayrılır.
Amellerde Niyet
Niyet, kasdetmek, azmetmek anlamlarına gelmekte olup, kalbin, şimdiki halde
veya gelecekte, bir faydayı celb veya bir zararı def için, maksada uygun gördüğü
şeye yönelmesinden ibarettir şeklinde formüle edildiği gibi, çok geniş anlamda,
gerçekleştirilmesi ve sakındırılması eşit olan muayyen bir şeye doğru, iradenin
meydana geldiği bir harekettir şeklinde de tanımı yapılmaktadır. Ayrıca, Allah’ın
rızasını kazanmak veya bir hikmete imtisal için, iradeyi bir fiile yönlendirme,
tahsis etme diye de tarif edilmektedir. Gazali ise, niyeti: “şu anda veya gelecekte
faydalı olduğunu anladığı şeye gönlün meyli ve yönelmesidir” şeklinde tarif
ederek, “gönlün temayülü olmadan kuru bir irade ile bir şey meydana getirmek
mümkün değildir” şeklindeki açıklaması da, niyette kalbin önemine dikkat
çekmekte ve ayrıca, irade ile niyet arasındaki bağı vurgulamaktadır. Çünkü
mesuliyet, niyet ve buna bağlı olarak da işi irâdî olarak yapmaktır.
“Ameller ancak niyetlere göredir.”128; “Ameller, ancak niyete göre değerlendirilir.
Kimin hicreti, Allah ve Rasûl’üne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin
de hicreti, nail olacağı bir dünya veya nikâh edeceği bir kadın ise, onun hicreti
de onadır.” 129
Ameller, niyetlerle değer kazanmakta ve şekillenmektedir. Çünkü
amellerin direği niyettir ve bir amel, hayırlı olması için niyete muhtaçtır.
Aynı şekilde, amellerin bâki kalması, sâlih olması, Allah rızasına bağlanırken;
sâlih amellerde niyetin şart olduğu da açıktır. Muaz bin Cebel’in, sâlih amelde,
ilim, niyet, sabır ve ihlâsın bulunması gerektiği kanaatinde olduğu rivâyet
edilmektedir. Bu rivâyette zikredilen hususlar, birbirine bağlı kavramlardır.
İlim, dünya ve âhiret ile ilgili şeyleri, akıl ile alakalı gerçekleri bilmektir. İlim,
yapılacak olan işleri bilerek yapmayı sağlayacaktır. Sonra da niyet gelir. Niyeti
ilim ve amel desteklemektedir. Ancak ilim önce gelir. Zira ilim asıldır. Amel
ise, ilme tâbidir ve ilmin dalı ve meyvesidir. Daha sonra da sabır gelmektedir
ki, bu da meşakkat, güçlük ve belalara karşı tahammül etmektir. İşte bunların
neticesinde ihlâs ortaya çıkmaktadır.
128] Buhâri, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155
129] Müslim, İmâre 155; Buhâri, İman 41
- 51 -
Niyetin önemi, şu misalde daha belirgin bir şekilde görülmektedir: Bir kimse
öğle vaktinde, güneşin karşısında, alnını secdeye koysa ve yaptığı bu secde ile,
Allah’a ibâdeti kasdetse, bu hareket İslâm’ın tasvip ettiği bir davranış olur.
Fakat bu secdesi ile güneşe tapmayı kasdetse, bu da küfür olur.130 Bu misal bize,
“ameller niyetlere göredir” prensibinden hareketle, niyet gerçeğini en güzel bir
şekilde anlatır. Nitekim Hz. Peygamber’in:
“Allah, sizin ceset ve sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar” 131
hadisi de ayrıca niyet gerçeğini beyan etmektedir.
Amellere kıymet kazandıran niyettir. Bir amelin sâlih olup olmaması
niyete bağlıdır. Hz. Ömer’in:
“Amellerin efdal olanı, Allah’ın farzlarını eda, haramlardan kaçınmak ve
Allah katında sadık niyettir.”132 şeklindeki ifadesinde de görüldüğü gibi niyet
esastır. Bununla birlikte, ilim ve amel de niyette gözetilen unsurlardır. Ayrıca
saadete de, ilim ve amelle erişilebileceği bir gerçektir. Çünkü hayır, saadet,
kemal ve salah, faydalı ilim ve sâlih amelle mümkündür ki, bunlar da niyeti
destekleyen unsurlardır.
Amellerin Önemi
Ameller, iyi (sâlih) ve kötü olmak üzere ikiye ayrılmakta olup, sâlih amelin
zıddı olarak kötü amel zikredilmektedir. Mü’minlerin kurtuluşlarının iman
ve sâlih amel sayesinde olacağı Kur’an’da ısrarla ifade edilmektedir.133 Bununla
birlikte, namaz kılıp, kendilerine rızık olarak verilenden infak ettikleri, hem kendi
peygamberlerine ve hem de diğer peygamberlere ve getirdiklerine inandıkları,134
oruç tuttukları,135 Allah anıldığı zaman yüreklerinin ürperip Allah’ın âyetleri
okunduğunda da imanlarının arttığı,136 kısaca namazlarında huşu içerisinde
olmaktan, boş şeylerden yüz çevirmekten tutun da, ırzlarını korumaya, sözlerinde
durmaya varıncaya kadar137 bütün ahlakî özelliklere sahip oldukları belirtilmektedir.
Bu özelliklere sahip mü’minlerin Firdevs cennetlerine varis olacakları zikredilir.138
Buna mukabil, kötü amel işleyenlerin cehennemlik oldukları da vurgulanır. 139
130] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 9/25
131] Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9
132] Gazâli, İhyâ-i Ulûmi’d-Din, 4/362
133] 28/Kasas, 67
134] 2/Bakara, 3-4
135] 2/Bakara, 183
136] 8/Enfâl, 2
137] 40/Mü’min, 2-8
138] 23/Mü’minûn, 9-10
139] 2/Bakara, 81
- 52 -
Böylece inanç açısından iki zıt kutupta olan İnsanlardan hangisinin daha
rahat olacağı, ruh enginliği kazanacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Zira sâlih amel, kişiyi Mevlâ’sına yaklaştırır. Bununla birlikte İnsan, sâlih
amellerle, önce kendisini düzeltir, sonra da başkalarının salâhına çalışır.
Kişinin kendini düzeltmesi asıldır, başkasının düzelmesine çalışması ise
ikinci derecededir. Başkasını ıslah, salâh nisabının zekâtıdır. Kendisi
sâlih olmayan, başkasını nasıl ıslah edebilir, ağaç doğrulmadan gölge nasıl
doğrulabilir, doğru olabilir?
Dengeli bir hayat sürdürebilmek için, İnsan ruhu, sadece nazarî
hakikatlerle beslenemez. Bilmeye ve inanmaya olan ihtiyacından başka, ister
şahsî davranışlarında, isterse Allah veya İnsanlarla olan münasebetlerinde
olsun, İnsan, hareketlerini devamlı bir şekilde tanzim edecek amelî
kurallara muhtaçtır. Bu amelî kurallar, çeşitli şekilleriyle Kur’ân-ı Kerim’de
gösterilmektedir. Meselâ, sıkıntı anında Allah’a yapılacak bir yalvarış, bir
duâ ve bu duânın da Allah tarafından kabul edileceğini bilmek,140 İnsanı
son derecek rahatlatabilir ki, bu da sâlih ameldir. Aslında İnsanda iki kuvve
bulunmaktadır. Bunlar, nazarî ve amelî kuvvetler olup, nazarî kuvvenin kemali,
İnsanın Hakk’ı tanımasıyla; amelî kuvvenin kemali ise, onun sadece hayırları
işlemekle gerçekleşebileceği kaydedilmektedir. 141
İnsanda bulunan bu kuvveler, onun, hem maddî ve hem de manevî yönünü
işaret etmektedir. Böylece İnsandan sudur eden fiillerin bilinçli olduğu ve
dolayısıyla âyetlerde geçen “iman edenler” kaydı ile, İnsanın Allah’ı bilmesindeki
nazarî kuvvesine; “sâlih ameller” kaydı ile de, onun Allah’a kulluk/ ibâdet
etme konusundaki amelî gücünün kemaline delâlet etmektedir. Şu halde biz,
İnsanın dinen olumlu sayılabilecek davranışlarının sâlih amel olduğu genel
hükmüne varabiliriz.
“İslâmiyet’in çok önemli olan amelî yönü, Kur’ân-ı Kerim’de esaslı ve açık bir
şekilde kurtuluş ve ebedî saadete ermenin kaçınılmaz bir şartı olarak zikredilir.
Hatta bu amelî yönün Kur’an’da açıkça geçmediği hallerde imanla ilgili olarak
daha önce belirtilen esaslar uyarınca sade mü’min tabiriyle bile zımnen ifade
edilmiş olduğunu görmek hiç de zor değildir.”142 Çünkü “sâlih amel, Allah’ın
bir lütfudur ve nimetine şükreden kullarını buna muvaffak kılar.” 143
140] 2/Bakara, 47
141] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 12/53
142] Abdullah Draz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 91
143] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y., c. 11, s. 137
- 53 -
Sâlih amelin önemini, İmam Şafii’nin dünyayı büyük bir denize,
sâlih amelleri de, bu denizde seyreden gemiye benzetmesinden anlamak
mümkündür. Aynı şekilde Gazali’nin: “Ameller, kalp hastalığının ilacıdır.
Kalp hastalığı çoğu zaman hissedilmez. Aynası olmayan bir adamın yüzündeki
alaca hastalığı gibidir. Zira o, bu hastalığı hissetmez. Ona söylense, bunu
doğrulamaz”144 şeklindeki açıklaması ve benzetmesi de, sâlih amelin önemini
ifade etmektedir.
Sâlih amelin önemi, İnsanı mutluluğa kavuşturmasıyla da anlaşılabilir.
İnsanın mutluluğu, Râzi’nin ifadesine göre145 ya ruhî veya bedenî veyahut da
hâricî şeylerle olmaktadır. Rûhî olanı, en mükemmeli, bedenî olanı ortası,
harici olanı ise en düşüğüdür. Ruhî mutluluk, kalbin taat ve hizmetle meşgul
olmasıyla, harici mutluluk ise aile efradının mutluluğuyla olmaktadır. Aslında
Kur’ân-ı Kerim’de ahlakî terimler genellikle tasvîrîdir.
İyinin ne olduğunu mü’minlerin; kötünün ne olduğunu ise kâfirlerin,
münafıkların ve şeytanın tasvirlerinden çıkarabiliriz. Kur’an’daki felâh, necât
ve hidâyet gibi saadetle ilgili terimler çok kere mü’minlerin vasıflarından sonra
zikredilmiştir. Amellerin önemi, İnsanları mutlu veya mutsuz etmesi, başka
bir ifadeyle saadete ve şekavete, bedbahtlığa götürmesiyle bilinebilir. Burada
da sâlih amelin, kişiyi mutlu ettiği; kötü amelin de bedbaht ettiği, onu
karamsarlığa sürüklediği açıktır.
Sâlih Amelin Açt ığı Kap ılar
Allah’ın kullarının hayrı için onların yapmalarını emrettiği faydalı
amellerin sâlih amel kategorisine ulaşması için, başkalarını ıslahı hedef
edinmesidir. Farklı formlarda Kur’an’da birçok yerde zikredilen (“amilû’ssâlihât”,
“amelen sâlihan”) “sâlih amel” ifadesi, Kur’an’da “Allah’ın râzı
olduğu, imana uygun davranış, sorumluluk bilinci” gibi anlamlarının
yanında, esas olarak “sahibini ve başkalarını ıslah edici iyi davranışlar”
anlamında kullanılır. Meselâ, huşû ile edâ edilmeyen namaz, şeytanı
kaçırmaz, namazda birçok vesvese insanı kuşatırken; topluma tevhidi ilan
ettiği için sâlih amel olan ezan şeytanı ezan sesinin duyulmayacağı yere
kadar kaçırıp uzaklaştırır.146 Kıldığımız namazların, yaptığımız ibâdetlerin
hayata müdâhale etmesi, bizi ve toplumu fahşâ ve münkerden alıkoyacak147
144] Gazali, İhyâ-i Ulûmi’d Din, c. 4, s. 138
145] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 28/20
146] Buhari, Ezan 4, Amel fi’s-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89
147] 29/Ankebût, 45
- 54 -
şuurda olması, o ibâdeti sâlih amel kategorisine yükseltir. Şuayb’ın (a.s.)
namazı gibi. Onun namazı sâlih amel vasfında, toplumun şirkine müdâhale
eden bir namazdır:
“Dediler ki, Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları) bırakmamızı veya
mallarımız hakkında dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmayı terk etmemizi sana
namazın mı emrediyor?”148
Namaz kılarken, ibadet bilinciyle ilgisi olmayan dünyevî konular maalesef
çoğumuzun aklına geliyor. Sâlih amel bilincinden mahrum olduğumuz için
şeytan bizi namazda bile meşgul ediyor. Sahih hadis kitaplarının hemen
hepsinde şu hadis-i şerif rivayeti vardır:
“Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan uzaklaşır, ezanı
duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca
yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve “şunu
hatırla” , “bunu düşün” diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle
vesvese verir. Öyle ki kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir.” 149
Rasulullah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu
rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Akla şöyle bir soru gelebilir (veya
gelmelidir): Kur’an’a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan,
namaz kadar önemi büyük ve terk edilmesi caiz olmayan bir ibadet olmadığı
halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir,
yani insanların ıslahına çağıran sâlih amel cinsinden olmasındadır. Ezan
tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır,
hakkı haykırmaktır ezan; yani sâlih ameldir, toplumu ıslah etmeye yönelik
bir dâvettir, emr-i bi’l ma’ruftur. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır
mı? Ezanlara ve müezzinlere, vâizlere ve vaazlara da şeytan yaklaşamaz
mı? Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır?
Dinin temel esasları, Allah’ın en büyük olduğu, O’ndan başka ilah olmadığı.
Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, önder ve kılavuzun kim
olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net,
pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tebliğdir ezan, çünkü şâhidlik yapılmaktadır.
Ve güzel bir üslûpla, gönüllere işleyecek şekilde insanlara çağrıdır ezan. Peki,
bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde.
Ezana, “ezân-ı Muhammedî” denir. Anlamı, Muhammed’e (s.a.s.) ait çağrı,
Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usûl ve metodla tevhidî
148] 11/Hûd, 87
149] Buhâri, Ezan 4, Amel fi’s-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89
- 55 -
mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları
bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkutup kaçırmak
isteyenlere duyrulur.
Sâlih amellere Allah kesintisiz nimet ve cennet vaad etmektedir: “İman edip
sâlih amel işleyen, dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar başka; onlar için
kesintisiz bir ödül vardır.” 150
Sâlih ameli işlerken niyetimize, ihlâsımıza, huşûmuza göre sevabımız
yükselir, hatta o amel, bizim seyyiâmızı hasenâta (günahlarımızı sevaba)
çevirir. Evet, toplumun çirkinliklerini güzelleştirme, ifsâdını ıslaha çevirme
gayreti, benzeri olan en güzel ödüle insanı ulaştırır; kişinin kötülük ve günahını
iyilik ve sevaba çevirir.
“Tevbe edip iman ederek sâlih amel işleyenin (erdemli işler yapanın) durumu
başkadır; Allah böylelerinin günahlarını sevaba, kötü hallerini iyiye çevirecektir.
Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” 151
Sâlih amel, insanı meleklerle yarıştırır ve onları geçebilecek yolu açar. Sâlih
amel sahibi, canlıların en hayırlısı, en iyisi olmakla müjdelenir: “İman edip salih
ameller işleyenler ise; işte onlar da yaratılmışların en hayırlılarıdırlar.” 152
Dâvet ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker başta olmak üzere, toplumsal
yönü fazla olan, insanları ıslah çalışmaları, en önemli sâlih amellerdendir. Bu
görev, şeytanı uzaklaştırır, insanı Allah’a yaklaştırır, kişiyi Allah’ın cündü/
askeri yapar. Tabii, usûlüne uygun yapılırsa. Namazın nasıl kılınma usûlü
varsa, Kur’an ve sünnet, davet ve tebliğ denilen bu görevin yapılış usûllerini
belirtir.
Sâlih amellerle güzelleşmiş Müslümanca bir ömür sürdüren tevhid ehli
mü’minlere selâm olsun!
150] 95/Tîn, 6
151] 25/Furkan, 70
152] 98/Beyyine, 7
- 56 -
5. HUTBE
SÂLIH AMELIN FAYDALARI
Âyet :
لِيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ
“(Allah,) iman eden ve sâlih amel işleyenleri mükâfatlandıracaktır. Onlar için
mağfiret ve güzel bir rızık vardır.”153
أحْسَنِ �ِ أجْرَهُم ب ? أنثىَ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فلَنَحُْييَِنهَُّ حَيَاةً طيَبَِّةً وَلنَجَْزيِنَهَُّمْ ? أوْ ? مَنْ عَمِلَ صَالحًِا مِّن ذَكرَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
“İman etmiş olarak, kadın – erkek kim sâlih amel işlerse ona güzel bir hayat
yaşatacağız ve onların mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile
vereceğiz.”154
Hadi s:
“Allah, sizin ceset ve sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar” 155
a- Güzel Bir Gelecek ve Mutluluk
Kur’ân-ı Kerim’de, iman edip sâlih amel işleyenleri güzel bir gelecek ve
mutluluğun beklediği ifade edilerek şöyle buyrulmaktadır:
“İman eden ve sâlih amel işleyenler için güzel bir gelecek ve mutluluk (tûbâ)
vardır.”156
Âyette ifade edilen güzel bir gelecek ve mutluluğun, iman edip sâlih amel
işleyenlerin olacağı belirtilmektedir. Çünkü iman etmek ve bu imanın gerektirdiği
şekilde güzel davranışlarda bulunmak, helâl ve haram kavramlarını en ince
noktasına kadar düşünüp, bu doğrultuda hareket etmek, mü’min için umulan,
ama oldukça da zor başarılan davranışlardandır. İşte kim bunları yerine getirirse,
Allah böylelerine mutluluk ve güzel gelecek vaad etmektedir ki, Allah’ın verdiği
sözden dönmeyeceği açık bir şekilde beyan edilerek şöyle buyrulmaktadır:
153] 34/Sebe’ 4
154] Nahl, 96
155] Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9
156] 13/Ra’d, 29
- 57 -
“Bu, Allah’ın vadidir. Allah, vadinden caymaz.”157 Ra’d sûresi 29. âyette geçen
“tûbâ” kelimesinin, nimet, gıpta etmek, sevinç ve göz aydınlığı, güzellik, hayır,
keramet, cennet, cennette bir ağaç anlamlarına geldiği rivâyet edilmektedir.
b- Güzel Bir Hayat
Kur’ân-ı Kerim’de ister kadın, isterse erkek olsun, mü’min olarak sâlih amel
işleyene güzel bir hayat vaad edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:
“İman etmiş olarak, kadın – erkek kim sâlih amel işlerse ona güzel bir hayat
yaşatacağız ve onların mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile
vereceğiz.”158
Âyette ifade edilen güzel bir hayatın bu dünyada mı, yoksa âhirette mi olacağı
konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. İbn Abbas ve Dahhâk’e göre vaad
edilen bu hayat, bu dünyada; Katâde, Mücahid ve İbn Zeyd’e göre âhirette
ve Süddî’ye göre de kabirde olacaktır.159 “Güzel bir hayat”la ne kast edildiği
konusunda da çeşitli görüşler vardır. Kurtubi, bunları helal rızık, kanaat, Allah’ın
rızasını kazandıran tâatleri yapmak, saâdet, cennetteki hayat şeklinde sıralar.
Âhiret hayatı, ebedî saadet ve mutluluğu ifade etmekle beraber, sâlih bir
mü’min, sâlih ameliyle ve şahsiyetli bir kişiliği ile bu dünyada da mutlu bir hayat
sürebilir. Çünkü davranışlarında samimi, doğru, âdil ve temiz olanlar, diğer
İnsanlara oranla bu dünyada da çok daha iyi bir hayat yaşarlar. Çünkü onlar,
kusursuz kişilikleriyle, bu özelliklere sahip olmayanların görmediği saygı, şeref
ve güven içinde yaşarlar. Başarı kazanmak için kötü yollar deneyenlerin elde
edemediği temiz ve göze çarpan bir başarı kazanırlar. Dünya hayatındaki güzel
yaşayış, âhiretteki mükâfatı eksiltmez, onların zevaline yol açmaz. Bahşedilecek
güzel bir hayatın, sadece âhirete tahsis edilmeyeceği kanaatindeyiz. Çünkü
mü’min, sâlih amelle, kendisi ve çevresiyle hoş bir atmosfer içinde yaşama
imkânını bulabilir. Fakat önemli olan bu yaşantıyı kendisine sağlayacak iman
ve bu imanın gerektirdiği sâlih ameli işlemektir. Kadın olsun, erkek olsun
bu güzel hayata ulaşabilmek için İnsanların Allah’a iman etmekle beraber,
Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine tâbi olarak sâlih ameller işlemeleri
gerekmektedir.
157] 39/Zümer, 20
158] 16/Nahl, 97
159] Fahreddin Râzi, Tefsiru’l-Kebir, 20/113
- 58 -
c- Bol Rızık ve Mağfiret
Kur’ân-ı Kerim’de, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin bağışlanıp bol
ve güzel bir rızıkla rızıklandırılacağı belirtilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:
“(Allah,) iman eden ve sâlih amel işleyenleri mükâfatlandıracaktır. Onlar için
mağfiret ve güzel bir rızık vardır.”160
Âyette geçen mağfiret, imanın mükâfatı; rızk-ı kerîm ise, sâlih amelin
ödülüdür. Başka bir âyette ise:
“İman eden ve sâlih amel işleyenlere mağfiret ve bol rızık vardır.”161 buyrularak,
bunlara nâil olmak için iman ve amel-i sâlihin gerekli olduğu vurgulanmaktadır.
Bazı âyetlerde ise, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin, büyük mükâfatla birlikte
mağfiret edilecekleri belirtilmektedir.162
Bütün bu âyetler, iman eden ve bu inancına bağlı olarak sâlih amel
işleyenlerin affedileceğini, bunlarla da kalmayıp gerek bu dünyada ve gerekse
âhirette yaptıklarının karşılıklarını göreceklerini göstermektedir. Çünkü
Allah, ğafur ve rahimdir. Nitekim Allah, tevbe eden, durumunu ıslah eden/
düzelten, ıslah işinde çalışanı bağışlayacağını ve ona aynı zamanda merhamet
edeceğini de beyan etmektedir. 163
Kur’an, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işlemek sûretiyle hidâyete ulaşan
İnsanı bağışlayacağını zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Ve Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen, sonra da hidâyete ulaşan
kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır.”164 Bu âyete göre bağışlanma için
dört husus gerekmektedir. Bunlar:
Tevbe: İsyan, itaatsizlik ve küfürden sakınmak ve vazgeçmek,
İman: Allah’a, Rasûl’üne, Kitab’a ve âhiret gününe samimiyetle inanmak,
Sâlih amel: Allah ve Rasul’ünün emirlerine uygun işler yapmak,
Hidâyet: Sebatla doğru yolu takip etmek ve yanlış yola sapmaktan sakınmak.
Sayılan bu hususlara, doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an’ın hemen her
yerinde rastlamak mümkündür.
160] 34/Sebe’, 4
161] 22/Hacc, 50
162] 5/Mâide, 9; 35/Fâtır, 7; 48/Fetih, 29
163] 3/Âl-i İmran, 89; 5/Mâide, 39; 6/En’âm, 54...
164] 20/Tâhâ, 82
- 59 -
“Ancak sabredenler ve sâlih amel işleyenlere gelince, işte onlar için mağfiret
ve büyük ecir vardır.”165 Bu âyette de, bağışlanma ve büyük mükâfata nail
olma, sabretmeye ve sâlih amel işlemeye bağlanmaktadır. Başka bir âyette
ise, amellerin ıslah edilip günahların bağışlanması, Allah’tan korkmaya ve
doğru söz söylemeye bağlanmakta ve:
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki (Allah) amellerinizi
düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” 166 buyrulmaktadır.
d- Tevbelerinin Kabul Görme si
Kur’ân-ı Kerim’de sâlih ve muslih İnsanların tevbelerinin kabul edileceği
beyan edilerek şöyle buyrulur:
“Rabbiniz içlerinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz, sâlih İnsanlar olursanız,
şüphesiz ki O, tevbe edenleri bağışlar.”167
Bu âyette Allah, mağfiretini sâlih bir İnsan olma ve tevbe edip O’na itaat etme
şartına bağlamaktadır ki, böyle bir İnsanın da Allah’a iman eden ve sâlih amel
işleyen birisi olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Başka bir âyette
ise, bir kötülük yapıp, sonra durumlarını düzeltenlerin de tevbelerinin
kabul göreceği beyan edilmektedir.168 Kısaca geçmişi tamamen tasfiye etme,
günahlardan vazgeçip pişmanlık duyma anlamını ifade eden tevbe, iman
da dâhil olmak üzere, her şeyden önce gelmektedir. Nitekim âyetlerde bunu
görmekteyiz.169 Çünkü tevbe, gerçek iman etmenin bir teminatı durumundadır.
Çünkü tevbe, bu durumda olan bir şahsın, ayrılmaz vasfıdır. Hatta diyebiliriz
ki, tevbe, mü’minlerin en önde gelen vasıflarından biridir. 170
Bir âyette ise, tevbe ve sâlih amel, Allah’a gereği gibi yönelmenin şartı
durumundadır. “Kim tevbe eder ve sâlih amel işlerse, o, gereği gibi Allah’a
yönelmiş olur.”171
Bu âyet, aynı zamanda tevbe edip kendilerini düzeltenler için bir müjdedir.
Zira bu âyette, tabir câizse “genel af” ilan edilmektedir.
165] 11/Hûd, 11
166] 33/Ahzâb, 72
167] 17/İsrâ, 25
168] 4/Nisâ, 16
169] 19/Meryem, 60; 20/Tâhâ, 82; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67
170] Bak. 9/Tevbe, 112
171] 25/Furkan, 71
- 60 -
e- Kötülüklerinin Örtülme si ve İyiliklere Tebdili
İçerisinde sâlih amel ifadesinin geçtiği âyetlerden bazılarında, iman eden ve
sâlih amel işleyenlerin kötülüklerinin örtüleceği ve iyiliklere tebdil edileceği
vurgulanmaktadır. Bunlardan birinde şöyle buyrulmaktadır:
“Ancak kim tevbe eder, iman edip sâlih amel işlerse, işte onların kötülükleri
iyiliklerle değiştirilir.”172
İlgili âyetlerden anlaşıldığına göre, kötülüklerin örtülüp iyiliklere tebdil
edilmesinde bazı şartlar söz konusudur. Bunlar da, genel anlamda tevbe, iman
ve sâlih amel olarak ifade edilmektedir.
f- Se vginin Olu şma sı
Kur’ân-ı Kerim’de iman edip sâlih amel işleyenlere, Rahman’ın bir sevgi
yaratacağı belirtilerek şöyle buyrulur:
“İman eden ve sâlih amel işleyenler (var ya), Rahman onlara bir sevgi
yaratacak.”173
Âyette ifade edilen sevginin yaratılmasını Hz. Peygamberimiz’in şöyle izah
ettiği rivâyet edilmektedir:
“Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrâil’e der ki: ‘Ben falanı sevdim, sen de
sev.’ Cebrâil de göktekilere aynı şekilde nida eder. Sonra onun için yeryüzünde bir
sevgi yerleşmiş olur. İşte Allah’ın “iman eden ve sâlih ameller işleyenler (var ya),
Rahman onlara bir sevgi yaratacak” âyeti bunu ifade eder.”174
Allah’ın muhsinleri/iyilik yapanları,175 Allah’tan tam anlamı ile
sakınanları / müttakîleri,176 sabredenleri,177 adâletli davrananları,178 Allah’a
tevekkül edenleri,179 çok tevbe edenleri,180 temizlenenleri181 seveceği
zikredilirken; zâlimleri,182 haddi aşanları,183 fesâdı ve fesad çıkaranları,184
172] 25/Furkan, 70 ve yine bak. 47/Muhammed, 2; 29/Ankebut, 7; 64/Teğâbün, 9
173] 19/Meryem, 96
174] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 20
175] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmran, 134; 5/Mâide, 93
176] 3/Âl-i İmran, 76; 9/Tevbe, 4, 7
177] 3/Âl-i İmran, 146
178] 5/Mâide, 42; 49/Hucurât, 9; 60/Mümtehine, 8
179] 3/Âl-i İmran, 159
180] 2/Bakara, 222
181] 2/Bakara, 222; 9/Tevbe, 108
182] 3/Âl-i İmran, 57; 42/Şûrâ, 40
183] 2/Bakara, 190; 5/Mâide, 87; 7/A’râf, 55
184] 2/Bakara, 205; 5/Mâide, 64; 28/Kasas, 77
- 61 -
kâfirleri,185 kibirlenenleri,186 günahkârları,187 israf edenleri,188 hâinleri,189
nankörleri190 de sevmeyeceği belirtilir.
Allah’ın kulunu sevmesi demek, ona nimetlerini sunması demektir. Kulun
Allah’ı sevmesi ise, O’na yakın olmayı arzu etmesi, istemesi demektir. Böylece
kul, daima kendini kontrol etmeyi hissedecek demektir. Çünkü Allah’ın sevgisini
kaybetmek istemeyecektir. Bundan dolayı da kulun Allah’a sevgisi kuvvetlenecek
ve âyette işaret edilen boyuta ulaşacak demektir ki, âyette şöyle buyrulur: “...
Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise daha kuvvetlidir.”191 Allah sevgisini kazanmak için
O’na iman ve bu imanın gerektiği şekilde sâlih amel gerekmektedir.
g- İn sanlar ın En Hay ırl ılar ı Olmak
Kur’ân-ı Kerim’de iman eden ve sâlih amel işleyenlerin mahlûkatın en
hayırlıları olacağı ifade edilerek şöyle buyrulur:
“İman eden ve sâlih amel işleyenler mahlûkatın en hayırlılarıdır.”192
Bu âyette geçen “beriyye” kelimesinin genel bir mânâ arzedeceği gibi, kendi
asırlarında yaşayan mahlûkatın en hayırlısı anlamını ifade edeceği beyan
edilmektedir. Gerçekten İnsan, “en güzel bir şekilde yaratılmış” olup, şeklen
mahlûkatın en mükemmeli olduğu gibi, akıl sayesinde de onların en üstünüdür.
Fakat İnsan, bu mükemmelliğin nereden kaynaklandığını unuttuğundan
dolayı, kendisini yaratan, öldüren ve sonra yine diriltecek olan Allah’ı unutmuş
ve böylece “nankör” durumuna düşmüştür.193 Dolayısıyla mahlûkatın en şerlisi
olmuştur. Ancak, onu bu durumdan kurtaracak yol da yine Allah tarafından
gösterilmiştir ki, bu da genel anlamda iman ve sâlih amel olup, İnsan bu sayede
yaratıkların en hayırlısı konumuna gelmiştir.
h- Dinami zm Kazanmalar ı
İman edip sâlih amel işlemek, İnsanı dinamizme sevkeder. Çünkü iman ve
sâlih amel, bir noktada, mü’minin boş işlerle meşgul olmasını engeller. Çünkü
mü’minler âyetlerde de ifade edildiği gibi
185] 3/Âl-i İmran, 32; 30/Rûm, 45
186] 4/Nisâ, 36; 16/Nahl, 23; 28/Kasas, 76
187] 4/Nisâ, 107
188] 6/En’âm, 141; 7/A’râf, 31
189] 8/Enfâl, 58; 2/Bakara, 276
190] 22/Hacc, 38
191] 2/Bakara, 165
192] 98/Beyyine, 7
193] 22/Hacc, 66
- 62 -
“... Faydasız bir şeye rastladıkları zaman, yüz çevirip vakarla geçerler. Kendilerine
Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.”194
İnsanın sabahın erken saatlerinden, gecenin belirli bir vaktine kadar
Rabbi ile baş başa kalması, bir sâlih ameldir ve bunu İnsana ancak inancı
yaptırabilir. Yani kılacağı beş vakit namaz, mü’minin Rabbi ile başbaşa
kalmasını sağlayacaktır ki, namazın sâlih amellerin en üstünü olduğu
belirgindir. Namaz, özellikle cemaatle kılındığında mü’minin hem kendisine
ve hem de çevresine karşı sorumlu ve uyanık olmasını sağlayacaktır. Böylece
mü’min sâlih ve muslih (aktif bir İnsan) olma yolunda gayret gösterecek
demektir. Ramazan’da oruç tutan bir mü’min, toplumdaki yoksulları düşünür.
Bu durum, mü’mini dinamik tutarak onun devamlı çalışmasını sağlayacak
ve yine çevresinde fakir ve yoksul olanlara sadaka ve zekât yoluyla yardıma
koşacaktır ki, bunlar da sâlih amelin birer göstergeleridir. Psikolojik açıdan
ibâdetlerin İnsan ruhu üzerinde etkisinin olduğu ve İnsanı huzur ve sükûna
kavuşturduğu bilinmektedir. Günlük ibâdetlerini yerine getiren bir mü’min,
Allah’a karşı görevini yapmanın rahatlığı yanında, kendini de yenilemiş ve
dinamik bir hayata kavuşmuş olacaktır. Böylece mü’minler, Allah’ın bütün
İnsanları sadece kendisine kulluk etmeleri için yarattığının195 şuuru içinde
hareket etmeleri gerektiğini idrâk etmiş olacaklardır.
i- Yeryü züne Vâri s Olmalar ı
Kur’ân-ı Kerim’de iman edip sâlih amel işleyenlere, yeryüzüne halef
kılınacakları vadedilerek şöyle buyrulur:
“Allah, sizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı,
sahip ve hâkim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, sahip ve hâkim
yapacağına onlar için râzı olduğu dinî temelli yerleştireceğine ve korkularını
güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi
Bana ortak koşmazlar. Ama kimler bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar artık
yoldan çıkmışlardır.”196
Bu âyette Allah, iman edip bu imanlarının gerektirdiği şekilde sâlih amel
işleyenlere üç şey vadetmektedir. Bunlar:
Yeryüzüne halef kılınmaları,
Kendileri için seçilen ve beğenilen/râzı olunan dinin kendilerine
sağlamlaştırılacağı,
194] 25/Furkan, 72-73
195] 51/Zâriyât, 56
196] 24/Nur, 55
- 63 -
Korkularından sonra güvene erecekleridir.
Âyette vaad edilen “yeryüzünde halef kılma” şeklinde ifade edilen hususla
ne kast edilmektedir? Müfessirler, bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Allah’ın hangi ırktan olursa olsun müşriklerin topraklarına varis kılması ve
orada her türlü tasarruf yapmaya yetkili halifeler yapması, kâinatı imar etme,
adaleti yerine getirme ve kullar arasında ihsan, iyilik yapmak için Allah’ın
onları halife yapmasının söz konusu olduğu beyan edilmektedir. Başka bir
âyette de bu vaade açıklık getirilir:
“Andolsun, Tevrat’tan sonra Zebur’da da arza mutlaka sâlih kullarım vâris
olacaklardır, diye yazdık.”197
Ancak bu verâseti, iman etmeye ve bu inancın gerektirdiği şekilde sâlih amel
işleme şartına bağlamaktadır. Yeryüzüne, tevhid inancına sahip olup sâlih
amel işleyenler, dün olduğu gibi bu gün de vâris olabilirler. Yeter ki onlar
sâlih olsunlar.
k- Cenneti Kazand ırma sı
Kur’an’da iman eden ve sâlih amel işleyenlere vadedilen hususların
başında cennet ve içindekilerin geldiğini söyleyebiliriz. Cennete girmenin
temel şartı iman ve sâlih ameldir. Bazı âyetlerde bu durum, “şart edatı” ile
ifade edilmektedir.
“Erkek ve kadından her kim iman ederek sâlih amel işlerse işte onlar, cennete
girecekler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir.”198; “Allah, muhakkak ki iman
eden ve sâlih amel işleyenleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyar.” 199
Bütün bunların yanında, iman edip sâlih amel işleyenlere Allah, yüksek
dereceler verecek;200 korku ve hüzünden emin kılacak;201 çalışmalarını
zâyi etmeyecek;202 iyi İnsanlar arasına dâhil edecek203 ve İlâhî rahmete
kavuşturacaktır. 204
“Ey Rabbim! Beni verdiğin nimete şükretmeye ve râzı olacağın sâlih ameller
işlemeye muvaffak kıl. Rahmetinle, beni sâlih kulların arasına kat.” 205
197] 21/Enbiyâ, 105
198] 40/Mü’min, 40 ve bak. 19/Meryem, 60; 4/Nisâ, 124; 64/Teğâbün, 9; 65/Talak, 11
199] 22/Hacc, 14 ve bak. 47/Muhammed, 12; 14/İbrahim, 23; 2/Bakara, 25; 29/Ankebut, 58
200] 20/Tâhâ, 125; 46/Ahkaf, 19; 8/Enfâl, 84
201] 2/Bakara, 277; 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69; 6/En’âm, 48; 7/A’râf, 35
202] 7/A’râf, 170; 18/Kehf, 30; 3/Âl-i İmran, 57; 4/Nisâ, 173; 21/Enbiyâ, 94
203] 29/Ankebut, 9; 28/Kasas, 67
204] 45/Câsiye30; 6/En’âm, 12
205] 27/Neml, 19; Ömer Dumlu, Kur’ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi adlı kitabından yararlanılıp yer yer özetlenerek
- 64 -
6. HUTBE
GÜNLÜK HAYATTA ŞIRK
Âyet :
اِنَّ اللّٰهَ لَ ا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْماً
عَظ۪يماً
“Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan
başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah
işleyerek iftira etmiş olur.” 206
Kur’an’ın, üzerinde en çok durduğu ve en fazla önem verdiği konu; tevhidin
ikamesi, şirkin izâlesidir. Yani Allah’a tevhidî ölçüler içinde iman etmek ve
O’na hiçbir şeyi şirk koşmama konusudur.
Buna rağmen, bugün camilerde şirkten, putperestlikten hemen hiç
bahsedilmez. Okullardaki Din Kültürü derslerinde bu konular hiç gündeme
gelmez. Abdesti bozan konular işlendiği kadar bile, imanı bozan konular
işlenmez.
İnsanımız da, kanserden sakındığı kadar şirkten sakınmaz, depremden veya
aç kalmaktan korktuğu kadar bile Cehennemden korkmaz. Hâlbuki şirk, kana
giren öldürücü bir mikroptan daha beterdir. Mikrop en fazla insanın dünyasını
yok eder. Ama şirk mikrobu, dünya huzuru ile birlikte esas âhireti mahveder.
Tevhid; fıtrattır, sıhhattir; huzur, nizam ve selâmettir. Şirk ise, bozulma,
hastalık, fesat, kaos ve ârızadır.
Bir küçük kibrit çöpünün, koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri
mahveder, bir mikrobu veya kibrit çöpünü önemsemeyip tehlikesiz görmenin
zararlı neticelerini düşünen insanlar; maalesef şirkin, küfrün, putlara saygı
duruşunun zararlarını hesaba katmıyor.
Şirk Nedir ?
Lügat olarak şirk: Ortaklık, ortak koşmak demektir; mülk ve saltanatta
ortaklık anlamına gelir. Istılahta şirk; Allah’a zâtında, sıfatlarında veya
hazırlanmıştır.
206] 4/Nisâ, 48
- 65 -
fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya
daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak
bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadîm, bâkî gibi sıfatlarına başka varlıkların da sahip
olabileceğine inanmak şirktir. Kısacası, Allah’ın ilâhlık vasıflarından herhangi
birini Allah’tan başkasına vermek şirktir. Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda
kâfirdir.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı, çok sevip saydığı
maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da
şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı
haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para,
kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Allah, şirk inancı ile âhirete
gelenleri asla affetmeyecektir.
“Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan
başkasını dilediğine bağışlar.” 207
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve
düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla
şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle
İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak
ölmektir.
Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile,
onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak
olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde Karun’lar, yani zengin elit
tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla
-Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından
meydana gelir.
Şirk İçin Bazı Örnekler
Eski câhiliyye dönemindeki putlara tapmak yanında, onların şirklerinden
çok daha fazla ve çok daha yaygın şirk çeşitleri toplumu kuşatmış durumdadır.
Kur’an’ın hükümlerini ve akîdevî esasları bildiği halde, nasıl oluyor da, dâvetçiler
ve dâvetçi olması gereken tevhid ehli Müslümanlar, başta şirk bataklığı olan
düzene karşı ve şirk anlayışlarının tümüne karşı tavır almıyorlar, bunları
önemsiz gibi görüyorlar… Her gün farklı alanlarda farklı versiyonları çıkıp kitle
207] 4/Nisâ, 48
- 66 -
imha silâhı şeklinde insanımızın dünya huzuru yanında âhiretini de tümüyle
mahvedecek şekilde şirk virüsleri tüm halka bulaşıyor. Bundan daha önemli
bir problem olmadığı halde, şuurlu geçinen Müslümanlar, nelerle uğraşıyor ve
nelere karşı çıkıyor? Yasama, yürütme, yargı, eğitim, ekonomi alanlarındaki şirk
unsurlarını gündeme getirmek, çok uzun bir listeye sebep olacaktır. Bu alanların
dışında, devamlı artan çeşitleri ve tüm insanlara bulaşma eğilimi gösteren
yaygınlığı ile, günümüzde ve yaşadığımız ülkede ne tür şirk çeşitleri var, sadece
başlıklarıyla bir görelim:
a) Allah’ın Sıfatları Konusunda Şirke Düşmek. Allah’ın isim, sıfat ve
fiillerinden herhangi birini inkâr etmek veya başkasını bu hususlarda ortak
görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Sadece Allah’a ait olan bazı sıfat ve
özellikleri, Allah’la birlikte veya O’ndan bağımsız olarak başkasına vermek.
Bunun sonucu olarak, Allah’a herhangi bir eksiklik izâfe edilir veya ortak
koşulur, ki bu tevhidi bozar.208 “Allah beni unuttu”, “Bu muska olmasa, ben bu
12/Yûsuf, 40; 9/Tevbe, 31küfür lafızlarıdır, tevhidle bağdaşmaz.
b) Hâkimiyet Şirki; Allah’ın indirdiği emirlerle hükmetmemek, Allah
ve Rasûlü’nün hükmünü kabul etmemek. Allah’tan başkasını mutlak kanun
koyucu kabul etmek, İslâm dışı kanunları ve kanun koyucuları benimseyip
kabullenmek de insanı şirke sokar. Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp gönül
rızâsı ile tâğutların hükümlerini uygulamak veya severek onlara tâbi olmak
insanı tevhidden uzaklaştırır. 209
c) Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma, kanun
koyma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar, insanı şirke
sokar. 210
d) Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini
kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse,
benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm ve kanun
koyucu olarak kabul ederse, onu Allah’a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya
hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi,
içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları,
devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin
vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu
benimseyen, beşerî düzen ve yasaları İlâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş
demektir. 211
208] 7/A’râf, 180
209] 5/Mâide, 44; 12/Yûsuf, 40; 42/Şûrâ, 21; 4/Nisâ, 65; 4/Nisâ, 59; 33/Ahzâb, 36
210] 12/Yûsuf, 40; 9/Tevbe, 31
211] 33/Ahzâb, 36
- 67 -
e) Allah’tan Başka İlâh Kabul Etmek: İlâh; kendisine kulluk edilen,
yönelinen, kendisinden korkulan, aynı zamanda sevilen, sayılan, kâinatın
idaresini elinde tutan zât demektir. İlâh, her şeyi görür, bilir, dilediğini yapmaya
gücü yeter. Allah’tan başka bir zâtın da her şeyi gördüğünü, bildiğini ve tabiatta
veya yaratıklar üzerinde dilediği gibi tasarruflarda bulunduğunu zannetmek
şirktir. 212
f) Allah’tan Başka Rabler Edinmek: Rab kelimesinin anlamı: Eğiten,
yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden, hükmeden, idare edendir. Allah’tan başka
rab edinmek şirktir. Allah’tan başka rab olarak benimsenen sâlih bir insan, hatta
peygamber bile olsa bu durum, yine açık bir şirk olur.213 İnsanların Allah’tan
başka rab edinmeleri nasıl olur? Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı bir tarafa bırakarak,
üstün ve büyük bildikleri zâtlara yönelip onların her dediğini kabul eden, her
hükmüne iman eden kimseler, onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram, yani
yasak; haram kıldıklarını da helâl yani serbest kabul eden görüşlerine uyan
kimseler onları rab edinmiş olurlar. 214
g) Allah ile insanlar arasında, ibâdetleri Allah’a çıkaran ve aracılık/
arabuluculuk yapan varlıklar olduğuna inanmak: Allah’ın buyruklarını
insanlara ulaştıran peygamberlerden başka, Allah ile insanlar arasında bu
anlamda aracılar yoktur. Kul ile Allah arasına ibâdet yönüyle hiç kimse
giremez. Allah, kulun ibâdetini, duâsını işitir ve onu görür. Allah, kuluna şah
damarından daha yakındır. 215
h) Velî/Dost Edinme Şekliyle Şirk; Mü’minleri Bırakıp Kâfir ve Münâfıkları
Velî/Dost ve yönetici Edinmek: 216
i) Herhangi Bir İbâdet Şekliyle, Özellikle Duâ Hususunda Şirke Girmek,
İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak. Allah’tan başkasına secde etmek,
Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına duâ etmek gibi
fiiller tevhidi bozar. 217
k) Allah ve Rasûlü’nden Geldiği Kesinlikle Sâbit Olan Nasslara, Hükümlere
Bir Bütün Olarak Tümüne İnanmamak: Kim Kur’an’ın hükümlerinden birini
geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah’a ortak koşmuş olur. 218
212] Bak. 6/En’âm, 19; 27/Neml, 63; 41/Fussılet, 6
213] 9/Tevbe, 31; 3/Âl-i İmrân, 64; 12/Yûsuf, 39; 18/Kehf, 110
214] Bak. 9/Tevbe, 31. âyetin izahı olarak Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hds no: 3292
215] 6/En’âm, 51; 2/Bakara, 186
216] 4/Nisâ, 45; 9/Tevbe, 116; 5/Mâide, 51, 57; 2/Bakara, 186, 257; 3/Âl-i İmran, 100; 6/En’âm, 14; 18/Kehf, 102;
36/Yâsin, 74-75
217] 6/En’âm, 162; 1/Fâtiha, 5; 26/Şuarâ, 213; 46/Ahkaf, 5; 7/A’râf, 97, 194; 2/Bakara, 255
218] 2/Bakara, 85; 30/Rûm, 31-32; 9/Tevbe, 65-66; 4/Nisâ, 140
- 68 -
l) Kur’an’la, Sünnetle, Dinle, Peygamberle Alay Etmek, Onlara Hakaret
Etmek: 219
m) Allah’tan Başkasına Tevekkül Etmek, Mutlak İtimad ve Güven Duymak:
“Mü’min iseniz Allah’a tevekkül ediniz...” 220
n) Sevgi, Hürmet ve Bağlılık Yönüyle Şirk. Bir İnsanı veya Nesneyi,
İdeolojiyi Aşırı Şekilde Sevip Putlaştırmak: Devleti, devletin kurucusunu,
devlet başkanını, vatanı, bayrağı, demokrasiyi, laikliği din gibi yüceltmek,
uğrunda canını verecek kadar aşırı şekilde sevmek şirktir. “(İbrahim onlara)
dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet/sevgi uğruna Allah’ı
bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...”221
o) Allah’tan Başkasının da Gaybî Yollarla Fayda ve Zarar Verebileceğine
İnanmak: 222
Gaybî yollarla, yani arada hiçbir vâsıta olmadan, mûcizevî bir şekilde yapılan
yardıma, böyle bir güce ancak İlâh sahiptir. İlâh ise yalnızca Allah’tır. Allah’tan
başka hiçbir varlık hiçbir sûrette gaybî yollarla hiç kimseye fayda da zarar da
veremez. Böyle bir güce peygamber de sahip değildir.
p) Allah’ın Âyetlerinden Yüz Çevirmek:223
Kur’an’dan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirmek, onları önemsemeden
hayatına yön vermek, yaşadığı hayatı Kur’an’a uymayan bir tarzda sürdürmek
de şirktir. Çünkü insan ancak Allah’ın âyetlerini yaşadığı sürece Allah’a kulluk
eder. Allah’ın âyetlerinden uzak olduğu zaman Allah’a kulluktan da uzaklaşır.
Ya hevâsının, heveslerinin kulu olur, ya da uyduğu lider ve büyüklerinin kulu
olur.
“Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar.
Rabbine yalvar ve sakın müşriklerden olma!”224
“Şu hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?”225
“Âyetlerimiz size okunmadı mı? Fakat siz, büyüklük tasladınız ve suçlu bir
kavim oldunuz.”226
219] 9/Tevbe, 65-66; 4/Nisâ, 140
220] 5/Mâide, 23; 9/Tevbe, 51; 36/Yâsin, 74-75
221] 29/Ankebût, 8, 25; 2/Bakara, 165
222] 7/A’râf, 188; 5/Mâide, 76
223] 28/Kasas, 87; 45/Câsiye, 23, 31; 2/Bakara, 39
224] 28/Kasas, 87
225] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
226] 45/Câsiye, 31
- 69 -
“...Âyetlerimizi tanımayıp yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin
dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.”227
r) İtaat ve İttibâ Yoluyla Şirk. Tâğutların Hükmünü Allah’ın Hükmüne
Tercih Etmek, İslâm’ın Yaşanıp Kur’an’ın Hâkim Olmasını İstememek,
Rasûlullah’ın Örnek ve Önder Olduğunu Kabullenmemek, 228
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin
vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar).”229
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve
Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka
bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları
şeylerden yücedir.”230
s) Kötülüğü Hoş Karşılayıp Yayılmasına Seyirci Kalmak, Kötülüğü
Emretmek231 “Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil),
birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler.
Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu (Onları terketti, hidâyet ve
yardımını kesti)! Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir.”232
t) Korku Yönüyle Şirk: Allah’tan başkasından Allah’tan korkar gibi
korkmak, Allah’ın korkmayın dediklerinden korkmak,233
u) Cibt ve Tâğuta da İnanmak:234 Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah’tan
başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük, müneccimlik,
gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah’ın
çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif
olma iddiasındaki anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah’ın
Kitabında olmayan hususları ve Kitab’a aykırı olan hükümleri ve kanunları
insanlara Allah’ın kanunları gibi sunarlar. Câhil kimseler de bunlara aldanıp
inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar.
v) Tasarruf ve Hulûl Yoluyla Şirk (Allah adına yeryüzünde tasarruf yapmak,
yağmuru yağdırmak, kalpten geçeni bilmek; Allah’ın bir eşyaya veya bir insana
hulûl edip onun şeklinde zuhur ettiğine inanmak)
227] 2/Bakara, 39
228] 42/Şûrâ, 21; 9/Tevbe, 31; 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36
229] 42/Şûrâ, 21
230] 9/Tevbe, 31; Ve Bak. 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36
231] 9/Tevbe, 67; 5/Mâide, 78-79
232] 9/Tevbe, 67
233] 16/Nahl, 51-52; 3/Âl-i İmrân, 175; 11/Hûd, 54; 39/Zümer, 36
234] 4/Nisâ, 60; 4/Nisâ, 51-52
- 70 -
y) Kur’an’ın Zâhirî Mânâsına Ters Düşen Bâtınî Anlamlarının Olduğunu,
Bunları da Ancak İlham Aracılığıyla Az Sayıda İnsanların Bilebileceğini
İddia Etmek,
z) Tevhid Ehli Bir Mü’mini Haksız Yere Tekfir Edip Katlini Helâl Saymak.
Tâğutlara Tapma Yönüyle Şirk ; Resmî ve Siya sal Şirk
Dünyamız, hâlâ câhiliyeyi yaşıyor. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu
câhiliye hükmünü istiyorlar ve ondan râzılar. 21. Asırda da hâlâ bazı Firavunlar,
yani ulusal tâğutlar putlaştırılmaktadır. Bazı ülkelerde, Ortadoğu’da, diğer
ülkelerde, meselâ Çin’de ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla
tapıldığı sözkonusudur. Özgürlük va çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere
inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır. İnsanlar, okullarda kendi
dinlerini doğru şekilde öğrenemezler, tam tersine dinlerine düşman şekilde
yetiştirilirler. Okulların bilgiden de önce gelen esas amacı, müşrik vatandaş
yetiştirmektir. Şirk düzenlerinde bütün (resmî) kurumlar tevhid anlayışına
zarar verecek şekildedir.
Allah’a, O’nun dinine, hükümlerine dil uzatılabilir, ama diri veya ölü olsun
ideolojinin tanrısı kabul edilen tâğuta, Mao’ya dil uzatılamaz; o kesinlikle
eleştirilemez, mâsum kabul edilir. Devlet törenleri olarak topluma dayatılan bu
dinin farzlarını hiçbir vatandaşın terk etmesine müsâmaha ile bakılmaz. Çin’de
tüm resmî uygulamalar Mao’yu putlaştırmaya dayanır. İslâm’ı değil, düzeni
temsil eden ulusal marş okunurken hiç kimse oturamaz, hatta kımıldayamaz.
Ezan ya da Kur’an okunurken bir müslümanın gösterdiği saygıdan daha fazlası,
hatta o ülkede Müslümanlardan bile istenir. Çin gibi ülkelerde belirli günlerde
yetkililer ve etkililer, tanrılaştırılan kişinin, Mao’nun tapınağına, anıt mezarına
giderek orada âyin ve ibâdet etmek ve o ulusal tanrıya dilekçe yazıp ona bazı
problemleri şikâyet etmek zorundadırlar. Yesin diye olsa gerek, adına çelenk
denilen otlar koymaları gerekir. Putlara ve putlaştırılan kimseye karşı saygı
duruşu denilen âyinler özellikle Çin’deki tüm okullarda okutulan öğrencilere
mecburen uygulattırılır. Çocuğunu böyle bir okula göndermeme hakkını da
ebeveyne vermez özgürlükçü Çin.
Mao’nun heykelleri ve fotoğrafları meydanları ve kamusal alanları, resmî
kurumları doldurur. Hele okullar, bir tapınak durumundadır. Bu heykel ve resimlere
bile en küçük saygısızlık büyük çapta ceza sebebi olur. Okullarda bu büyük tâğutun
kahramanlıkları, meselâ Mao’nun vatanı nasıl kurtardığı, hayat hikâyesi, ilk sınıftan
üniversite son sınıfa kadar “Siyer” okutulur gibi, hatta daha coşkulu ve uzun şekilde
tekrar tekrar okutturulur. Her öğrenci, hatta her vatandaş Mao’ya hayran olmak
- 71 -
zorunda bırakılır. Bayramlarda ve özel günlerde puta tapmanın çok yönlü görüntüleri
her yerde sergilenir. Mao devrimini ve ilkelerini kimse eleştiremez. Kim ve hangi parti
iktidarda olursa olsun Mao her dönem hem de tek başına iktidardadır ve iktidarına
ortak/şirk kabul etmez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Mao’nundur.
Çin’de din devletinden bahsedilmese de, devlet dininin egemenliğinden
rahatlıkla söz edilebilir. Aslında Çin, bir din devletidir. Yasamaya, yargıya,
eğitim kurumlarına ve başta Çin silâhlı kuvvetleri olmak üzere her türden resmî
kurumlara bakıldığında bunu kabullenmek zorunluluğu vardır. Maoculuk
dini, tek dindir ve kimse Mao’ya hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Evet, dini reddettiği veya en azından devlet rejimi olarak dini önemsemediği,
hatta özellikle İslâm dinine düşman olduğu düşünülen Çin rejimi, aslında
Maoist bir teokrasidir. Mao ülkede kızıl devrim yaptığı gündenberi ülkenin en
büyük dehâsı ve önderi kabul edildiği için her Çin vatandaşının onu sevmek
ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu Çin rejimi, din yaklaşımı içinde
tartışmasız kabul eder ve ettirir. Çin devletinin anayasasında, Allah, Peygamber,
Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Mao’ya ve
onun devrimlerine, ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve
bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
Müslümanın “Allahu Ekber” (Allah’tır en büyük, O’nun dışında başka
büyük yoktur) inancına rağmen; Çin’de devletin uygulamalarına bakılınca
resmî sloganın “En büyük Mao, başka büyük yok!” olduğu görülür. Çin rejimi,
Mao sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin
tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder
ve çeşitli âyinlerle bu tavır, tüm eğitim kurumlarında öğrencilere ve tüm
vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Kimse Mao’yu eleştiremez, heykellerine
ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.
Çin’de câmiler bile bu tâğutların emrinde ve hizmetindedir. Kur’an’ın
ahkâm âyetleri hutbe ve vaazlarda hiç konu edilmez. Mao başta olmak üzere
tâğutlara duâlar yaptırılır. Bayram kabul edilen vatanın, Çin’in İslâm’dan
kurtuluş günlerinde tâğutların övgüsü hutbelerin temel konusudur. Câmiler
devlet kurumu, imamlar da devlet memurudur Çin’de; Evet Çin böyledir…
Siya sal Şirk
Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem,
milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır.
Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi
- 72 -
alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar
canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek
demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia
ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde İslâm’a, şeriate, Kur’an inancına ve hükümlerine
yer yoktur, eğitim ve sosyal hayat, laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek
zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye
tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik din eğitimi kurumlarında
da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber,
ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata,
totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek
tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...
Modern câhiliyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği devlet, din esaslarına
-en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına
çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî
inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk
şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin
hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak
kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka
tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere
uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim
olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara,
cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara
karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği
olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin
dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana
hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar,
buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve
İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan
bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini)
dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için
mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece
eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel
atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir
sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki,
- 73 -
kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa,
konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara
Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor,
dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin
dışında bir şeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul
ediyorlardı.235 Modern câhiliyye insanı ise, Allah’a bu kadar bile inanmıyor;
ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat
ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri,
güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat
tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka
insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da
katarsanız, muvahhid insanın, istisnâlar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk
ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.
Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah’a
ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır”, “ben buna
da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart
değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır.
Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah’a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zât, gerçekte hayatta olmayan bir
kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın,
tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen
koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zâtlar olduğu
kabul edilir. “Müslümanım” diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan
coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk
edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle
de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta
tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zât olamaz.
Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir.
Evren bu İlâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir
kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi
duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliye sapıklıklarındandır. Muvahhid
bir mü’min, bu çirkin inançlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden
dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.
235] Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87
- 74 -
7. HUTBE
TEVHİDİ ESAS ALAN ALLAH’IN DİNİ İLE DEVLETİN
YÖNLENDİRDİĞİ HALK DİNİ ARASI NDA KARŞI LAŞTIRMA
Âyet :
وَلَ ا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُون
“Hakka bâtılı karıştırmayın, hakkı bâtıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin.
(Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz.”236
اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُٓوا ا۪يمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْ امَْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ۟
“İman edip de inançlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya,
işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 237
Hakla bâtıl savaşı günümüzde Hakla Hak maskesi takmış bâtıl arasında
cereyan ediyor. Bâtıl, savaşını kalleşçe sürdürüyor. Erkekçe bâtıl kimliğiyle
Hakkın karşısına çıkmaya cesaret edemediğinden, maske takarak, hak elbisesi
içinde bizden biri imiş gibi çıkıyor, ama bizi arkadan vuruyor. En zayıf ânımızı
kolluyor, en zayıf yerimizden vuruyor. Dine karşı din. Canavar kurt, koyun
postuna bürünerek koyun sürüsünün içine dalıyor, nice koyun, sürü psikolojisiyle
katiline sevgi besliyor. En kötüsü de şu: Koyunu kurttan çoban korur. Ya çoban
kurt olursa o sürünün hali ne olur? Dicle kenarında kurttan koyunu koruyacağım
diyenler, kırmızı başlıklı kıza pusu kurmuşsa, kim kimi kimden koruyacak? Yine,
yiyeceği kokmaktan tuz korur. Tuz kokarsa o yiyeceğin hali ne olur? Bu girişten
sonra, iki din arasında karşılaştırmaya geçebiliriz.
Allah’ın râzı olduğu tevhid dini olan İslâm dininde; “Lâ ilâhe illâllah”
(Allah’tan başka ilâh yoktur) esası, mü’minlerin inancını ve yaşama biçimini
oluşturur. Devletin yönlendirdiği halk dininde; lâ bilinci yoktur. Reddedilmesi
gereken sahte ilâh olarak nelerin bulunduğu belli değildir, hatta çağdaş sahte ilâh
olarak reddedilen hemen hiçbir şey yoktur. İlâh olarak neler kabul edilmez ki…
Tevhid dininde; Allah’tan başka (yerde, gökte, devlette, mecliste) hiçbir ilâh
yoktur. Tahrif edilmiş dinde ise; Allah, göklerin ilâhıdır, yağmuru yağdırır, rızık
verir, yaratıcıdır; ama kamusal alana, yönetime, meclise, eğitime… karışmaz.
236] 2/Bakara, 42
237] 6/En’âm, 82
- 75 -
Allah’ın İslâm adını verdiği dinin merkezinde, hayatın merkezinde Allah
vardır. Devletin yönlendirdiği dinde ise; hayatın merkezinde devlet vardır,
vatan vardır, para ve eşya vardır, refah ve rahat vardır.
Hak dinde Allah; zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir Tek’tir. Halk dininde ise
Allah’a ait sıfatlar karizmatik devlet adamlarına, şeyhlere, kanaat önderlerine
de verilir.
Kur’an’la hududu çizilen dinde; Hüküm/Egemenlik sadece Allah’ındır.
Hak maskesi takan hakla bâtılın karıştığı dinde; Hüküm/egemenlik
halkındır, milletindir (denilse de aslında Atatürk’ündür, paranındır, parti
başkanlarınındır, medyanındır, Amerika’nındır).
Allah’ın dininde en iyi idare şekli Peygamberimizin oluşturduğu Medine
İslam Devleti modelidir. Devlet dininin en iyi idare şekli demokratik laik
cumhuriyet rejimidir.
Allah’ın bildirdiği dinde anayasa ve yasalar Allah’ın kitabı Kur’an
hükümlerinden alınır. En azından Kur’an’a ters düşmez. Devletin uzlaştığı
dinde, Kur’an’a ters düşmesine bakılmaksızın anayasa ve yasalar, mecliste
parmak hesabıyla hevâ yoluyla oluşturulur. Atatürk ilkelerine ters düşmez.
Allah’ın dininde Allah’ın kitabı ve Rasülünün sünneti esastır. Devlet dininde
ise demokrasi ve laiklik esastır.
Hiçbir beşerin müdahalesi olmayan vahiy dini İslâm’da lider, önder, izi takip
edilen örnek şahsiyet Allah’ın rasûlüdür. Geleneğin ve devletin müdahale ettiği
dinde ise, şeyhler, parti başkanları, tâğutlar, atalar, putlar ve putlaştırılanlardır.
Bütün peygamberlerimizin dini olan aziz dinimize göre insan, yalnız
Allah’ın kuludur. Kalabalıkların dinine göre insan devletin kuludur, koltuğun
kuludur, paranın, sanatçının, futbolcunun, hevânın kuludur.
Kur’an’daki dinde; Allah’a hakkıyla iman eden kişilerin kimliği “Müslim/
Müslüman”dır. Kur’an’a göre bu ismi onlara Allah vermiştir. İslâm’ın tahrif
edilmiş şeklinde ise; Türk, Kürt, vatandaş, millet, halk, falan partili gibi
kimliklerle insanlar kendini tanıtır ve bunlarla övünür.
İndirilmiş dinde; Farzları, haramları (emirleri ve yasakları) Allah belirler.
Uydurulmuş dinde; Yasaları ve yasakları, neyin serbest (câiz) olup neyin yasak
olduğunu devlet, meclis belirler.
Devletlerin de Rabbi olan Allah’ın dininde; Kur’an Allah’ın kitabıdır;
Ona itaat edilmelidir. Allah’ı rab kabul etmeyenlerin dinine göre; Anayasa ve
- 76 -
yasalara herkes uyup itaat etmelidir. Tâğut demek şeytan demektir. Bugünkü
yöneticiler tâğut değil ülü’l-emrdir. İtaat de vaciptir. Devleti de Atatürk
kurmuştur. Atatürk ilkeleri kutsaldır, onlara ters düşülmemelidir.
Put kıran İbrahim’in de dini olan İslâm dininde putlar, heykeller yıkılır;
putlarla ve putçularla mücadele edilir. Müslüman geçinen Nemrutların dininde
ise heykeller yapılır; putlara ve putçulara karşı çıkanlar cezalandırılır.
Aziz din İslâm’a göre; Herkes, peygamber bile Allah’a, O’nun vahyine uymak
zorundadır. Mevcut din anlayışına göre; Herkes devlete, kanunlara, halkın
çoğunluğuna, halkın tercihlerine uymak mecburiyetindedir. Yoksa, demokrasi
çarpar.
Tevhidi esas alan dine göre; hiçbir şey ve hiçbir kimse Allah’a şirk koşulmaz.
Tâğutlarla, uzlaşan dine göre; Atatürk, meclis, devlet, demokrasi, heykeller,
futbolcular, sanatçılar da kendilerinde ilâhî özellik bulunan yüce değerlerdir.
Hâlis din olan İslâm’a göre; Allah kuddüs’tür, Kutsal olan yalnız O’dur.
Sadece Allah yolunda ve Allah için ölen şehittir. Devletin rengine giren dine
göre; Vatan, bayrak, devlet, marş, heykel kutsaldır; bunlar uğrunda ölenler de
kutsal şehitlerdir. Demokrasi şehidinden, vatan şehidinden, görev şehidinden
bahsedilir. Namazsız, inançsız kimseler de olsa bütün subay ve askerler ölürse
şehit olurlar, polisler de öyle. Bunlara bu şehitlik payesini devlet vermiştir;
bunlar devlet şehididir.
Allah’ın dininde; Cehennemden, Allah’ın azâbından korkulup sakınılır.
Hacı Baba dininde; Devletten, hapisten, açlıktan, depremden korkulur.
İslâm Dininde; Gaye Allah’ı razı etmektir. Cennet ümidi ve beklentisi esastır.
Adı İslâm olan her şeyin meşru görüldüğü halk dininde; Üst makamların
gözüne girme, dünyevî beklentiler, iyi bir vatandaş olmak önemlidir.
Atma ve katmalardan berî olan İslâm dinine göre; En üst derece sevgi,
bağlanma ve tâzim, sadece Allah’a gösterilir. Kıyâm, rükû ve her çeşit ibâdetle
Allah’ın huzurunda durularak O’na saygımızı, kulluğumuzu gösterip O’na
yaklaşılır. Hakla bâtılın karıştırıldığı dinde ise; Özellikle bayram kabul edilen
günlerde, Cuma ve Pazartesi okullarda bayrak törenlerinde heykelin karşısında
kıyama benzer saygı duruşu gibi tapınmalar, saygı duruşu, anıtkabirdeki
uygulamalar, heykelleri şehirlerin meydanlarına dikme, resmini resmî dairelere
asmayı mecbur etmekle tâğutlara yaklaşılır.
Şirki en büyük günah sayan hak dinde; Tâğutları reddedip inkâr etmek esastır.
Şirki önemsemeyen mevcut dine göre; Özellikle okullarda ve politikacıların
- 77 -
nutuklarında tâğutları sevmek ibadettir. Tâğutları sevmeyenleri sevmemek
esastır. Tâğutları, hele oy verip seçtikleri kendi tâğutlarını kabul edip ona ters
düşenleri dışlamak veya ceza vermek esastır.
Fıtrat dini olan İslâm’a göre; Hayatın amacı, yaratılış, idealler; tümüyle Allah
için olmalıdır. Bâtıla her türlü desteği veren dine göre; Hayatta başarılı olmak,
kariyer yapmak, zengin olmak çok önemlidir. Dinle ilgili bir çalışma varsa,
dinin özüyle ve tevhidle bağlantılı olmayan ayrıntı cinsindendir.
Kur’an’da ve Sünnette esasları bildirilen dine göre; Allah ve O’nun dini, her
şeyimize karışır. Diyanet Teşkilatlarının da içini doldurduğu din anlayışına
göre; Ülkede demokrasi ve özgürlük var, kimseye karışılmaz. Allah yönetime,
okullara, kıyafetlere karışamaz. Laiklik gereği, din devlete karışamaz, ama
devlet dine Diyanet yoluyla karışır.
Allah’ın râzı olduğu tek hak din olan dinimize göre; Allah hüküm verdiğinde
başka seçeneğimiz olmaz. Allah’ın hükmüne teslimiyet gerekir. İçine çağdaş
hurafeler katılmış, aslı Hak olan, şimdi hakla bâtıl karışımı olan dine göre;
Tâğutî kanunlar insanın aleyhine haksız karar bile verse, “şeriatın kestiği
parmak acımaz” denir. Allah devlete zeval vermesin denilir. Sofra duasında bile
devletin devamından yana dua edilir. Hutbelerde bile İslam dışı düzene, devlete
dua edilir.
Kâinatın yaratıcısı Rabbimizin dinine göre; Ölülerden bir şey beklenmez.
Onlar artık kendilerine bile fayda veremeyecek durumdadır. Atatürk’ün
de râzı olduğu din anlayışına göre; Anıtkabir defterine yazılanlara orada
yatandan cevap yazması beklenmese, Atatürk çarpar denilmese de; yatırlardan,
türbelerden çok şey beklenir. Vatan için ölenlerden de şefaat istenir.
İslâm adlı insanlık dinine göre; Gaybı, geleceği sadece Allah bilir. Devletin
şekil verdiği dine göre; halkın 2023 için hayali beklentileri, laik ve demokratların
şeriat getireceği, fallar ve burçlar…
Tevhid dininde; Yemin, sadece Allah adına yapılabilir. Çünkü şâhit tutulacak
en büyük zat O’dur ve O her şeyi görür ve bilir. Kalabalıkların dininde ise;
Kimde ne kadar var olduğu düşünülmeden namus ve şeref üzerine yemin edilir.
Saf ve katıksız din olan Rabbimizin gönderdiği dine göre; Eğitim, Rab
olan Allah’ın eğitim kurallarını merkeze alan ve insanları Rabbimizin eğitim
sistemine ve müfredatına göre yetiştirmektir. Demokrasiden ve Batıdan
etkilenenlerin dinine göre; Batı tarzı eğitim esastır. Eğitime vahiy karıştırılmaz.
Okullarda Atatürk’e şirk koşmak suçtur. Her konuda en büyük odur. Onun
- 78 -
heykellerine tapmadan okul başlamaz, onun resminin olmadığı sınıfta eğitim
olmaz. Atatürk ilkelerine göre eğitim müfredatı oluşturulur.
Razzâku’l âlem olan Rabbimizin bildirdiği dine göre: Rızkı veren Allah’tır.
Helâl rızık talebidir, helâl yoldan kazanmaktır önemli olan. İmtihanımızı
kazanmamız için haram rızka meyletmemek gerekir. Resmî din anlayışına
göre; Kapitalist sistemde her yol, hatta her yolsuzluk paraya çıkar. Paranın dini
imanı yoktur. Din iman varsa, bankaya mecburen konulduğu için varsa dini
imanı zaten kalmaz. Paranı dini olur mu bilinmez ama üzerinde Atatürk’ün
resmi olmayan para olmaz. Haram unutulmuş bir kelimedir, suç olmasın da;
önemli olan odur. Banka tapınaktır, çek koçanları kutsal kitap, para da ilâh.
Yalan-dolan, hile-aldatma haram olsa da nasıl olsa suç değildir.
Dinin sahibi’ne göre; Sevgi, korku ve ümit sadece Allah’a yöneliktir. Mevcut
din anlayışına göre; Sevgi denilince karşı cins ve aşk akla gelir. Korku denilince
kimsenin aklına cehennem gelmez. Ümitler hep dünyaya yöneliktir. Bu üçünü
birden Allah’ın dışındakilere atfeden mü’min olamazmış, kimin umurunda?
Dosdoğru din olan İslâm’a göre; Velâ ve berâ (Allah için sevmek ve Allah
için buğzetmek) dinin önemli hususlarındandır. Piyasa dinine göre; Allah’ın
düşmanları dost ve müttefik kabul edilir. Avrupa Birliği hâlâ önemsenir. Tâğutlar
ve zâlimlere hayran olunur. Tâğutlara karşı çıkıp devletin İslamlaşmasını
isteyen ve cihadı öne çıkartanlara ise “sapık!” diye ad verilir.
Tek Hak din olan İslâm’a göre; Elfâz-ı küfür ve ef’âli küfür, kaçınılması
gereken en önemli yasaklardandır. Üretilmiş din halini alan din anlayışına
sahip olanlar, nedir bu dedikleriniz? Karın doyuruyor mu bu ifadeler, sen ona
bak, diyebilirler.
Kur’an’ın yön verdiği dine göre, Din, Allah’ın dinidir. Hiç kimse ona bir şey
ilave edemez. Mü’minler “semi’nâ ve eta’nâ / duyduk ve itaat ettik” derler. Eski
ve yeni Anayasalarla sınırları çizilen din anlayışına göre Din, devletin dinidir.
Diyanet de devletin kurumudur. Diyanet, istediği (devletin istediği) gibi fetva
verir, televizyon müftüleri de istediği kolaylığı getirir. Din halkın dinidir.
Atalarından ve Ata’sından ne gördüyse ona tâbi olur halk. Ve halkla devlet din
konusunda kaynaşmış, uzlaşmıştır. Böyle saça böyle tarak.
Rabbim, Hakkı Hak olarak bilip Hakk’a tâbi olanlardan eyle. Bâtılı bâtıl olarak
tanıyıp bâtıldan sakınmamızı nasip eyle. Hakka bâtılı karıştıran zihniyetten
bizi uzak tut, o karışımdan bizi muhâfaza eyle! Yüzüne maske geçirip bizim
gibi göründüğü için dost bildiğimiz, ama Senin dostun olmayanların şerrinden
bizi koru Allah’ım.
- 79 -
8. HUTBE
AŞI RI SEVGI, SEVILEN ŞEYI PUTLAŞTIRMAYA GÖTÜRÜR!
Âyet :
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ
حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkasını O’na endâd edinir;
Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenlerde ise, Allah sevgisi daha
fazladır.” 238
Endâdı (Bir Şeyi) Allah’ı Sever Gibi Sevmek: Şüphesiz ki mü’minler, Allah’ı
sevdikleri kadar hiçbir şeyi sevmezler. Ne kendilerini, ne de başkalarını. Ne
şahısları, ne değerleri, ne alametleri, ne de insanları peşine takan şu dünya
kıymetlerinden birisini. Allah sevgisi, en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve
ölçülerin üstünde, mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı besledikleri bütün
sevgilerin üstünde Allah sevgisi. Âyetteki sevgi tabiri; doğru ve yerinde bir ifade
olduğu kadar da güzel bir tabirdir. Hakiki mü’minle Allah arasındaki bağlılık,
sevgi bağlılığıdır. Kalpten bağlanmak. Bu bağ; ruhta meydana gelen bir cezbeyle,
dostluk ve yakınlık bağıdır. Sevimli ve parlak muhabbet duygusuyla sıkıca
bağlanmış vicdan bağı... 239
Âyette geçen “Endâd edindiklerini Allah’ı sever gibi severler” ifadesinin
anlamı, “onlara itaat ve saygı duyma hususunda” demektir. Mü’minin Allah’ı
sevmesi konusunda başka âyetlerde de açıklık vardır. “Allah onları, onlar da
Allah’ı severler.”240 âyetinde olduğu gibi. Yine bir bedevî, Hz. Peygamber’e
gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü, kıyamet ne zaman?” diye sordu. Bunun üzerine
Rasûlüllah, “Onun için ne hazırladın?” dedi. Bedevî de: “Çok namazım ve
orucum yok; ne var ki ben, Allah’ı ve Rasûlünü seviyorum” dedi. Bunun
üzerine de Peygamberimiz (s.a.s.): “El-mer’ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile
beraberdir.)”241 buyurdular. Bunu müteakiben Enes (r.a.) şöyle dedi: “İslâm’dan
sonra, müslümanların bu hadisle sevindikleri kadar, başka herhangi bir şeyle
sevindiklerini görmedim.”242
238] 2/Bakara, 165
239] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, c. 1, s. 319-320
240] 5/Mâide, 54
241] Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 165
242] Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 183
- 80 -
Yaratılana değil, yaratana kulluk ve İbâdet etmek zorundayız. O’nun emir ve
yasaklarına uygun hareket etmeli; O’nun emir ve yasaklarına ters düşen bütün
emir ve yasakları reddetmeliyiz. Hürriyetimizi korumalı, özgür olmalıyız.
Bizim gibi yaratılanların emir ve yasaklarını Allah’ın emir ve yasaklarına
tercih ederek insandan ilâh türetemeyiz. Biliyoruz ki, bu üretilen ilâhlar yok
olacak, ölecektir. Ölenden ilâh olmaz.
Hâlbuki müşrikler, ilâhlarını severler. Allah’tan başka filan adamı ilâh
ediniyorlar. Onu seviyorlar. Ne gibi? Allah’ı sevdiği gibi. Yani bu kimseler Allah’a
da iman ediyorlar. Allah’a inandıkları gibi Allah’ı seviyorlar da. Ama filanı da
sevsek olmaz mı diyorlar. Allah ile Allah’ın kanunlarına zıt kanun koyan kişiyi
ilâhlaştırıyor, ikisini beraber seviyorlar. Mü’minlere gelince, mü’minlerin ise
Allah’a olan sevgileri daha şiddetlidir. Onların putlarını sevdiklerinden daha
fazla severler müslümanlar Allah’ı.
Bu âyetin yaptığı kıyas/karşılaştırma ile düşündüğümüzde, günümüzde iman
konusunda ne kadar geçerli not alabileceğimizin muhasebesini yapmalıyız. “Şu
kâfir grubun veya şu bâtıl dâvâ adamının gayret ve mücâdelesini müslümanlar
da yapsa...” diyoruz. Adam, kendisi gibi bir insanın koymuş olduğu kuralların
insanlar üzerinde hâkim olması için malını veriyor, canını veriyor. Müslüman
da diyor ki: “Bizim de imanımız ve gayretimiz, şu imansızınki kadar olsaydı.”
Bu âyette Rabbimiz öyle demiyor. Sizin Allah’a olan sevginiz, onların putlarına
olan sevgisinden daha şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse, imanımızdan
şüphe etmemiz veya zayıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Allah sevgisinden sonra Peygamber Efendimiz’i sevmemiz gerekiyor. Bir
hadis-i şerifte öyle buyruluyor: “Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla
sevmedikçe iman etmiş olmaz.”243 Rasûlüllah’ı Rabbimiz’den sonra sevmek
zorundayız. Kul olduğunu hiç unutmadan sevmeliyiz. Sevmek adına -hâşâ-
Hıristiyanların Hz. İsa’yı sevdiği gibi de olmayacaktır sevgimiz.
Kâfirlerin kendi liderleri, kendi yöneticileri, kendi kanun koyucuları yolunda
verdikleri mücâdeleye denk mücâdele vermeyeceğiz. Bu âyete göre244 onların
verdiği mücâdeleden daha üstün bir mücâdele verirsek, ancak müslüman
olduğumuzu ispatlayabiliriz.245
Allah’ın itaat edilmesini yasakladığı kimselere veya Allah’ın hükümlerine
düşman olan kimselerin veya düzenlerin emir, yasak ve arzularına itaat etmek,
243] Buhârî, İman 8; Müslim, İman 69
244] 2/Bakara, 165
245] Mahmut Toptaş, Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, c. 1, s. 324 vd.
- 81 -
Allah’a isyan olduğu gibi; aynı zamanda Allah’a karşı endâd tutmaktır. Şüphe
yok ki, böyle yapmak, gerek Allah’ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın,
ilâhlık mânâsında onları Allah’a endâd / ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı,
bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan
açığa ilâh, ma’bud adını vermekten çekinmezler. Onlara “rabbimiz, tanrımız”
derler. Diğer bir kısmı da, açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları,
Allah’ı sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini,
hareketlerinin başı kabul ederler. Allah’a yapılacak şeyleri onlara yaparlar.
Allah rızâsını düşünmeden onların rızâlarını elde etmeye çalışırlar. Allah’a
isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.
Bu âyet246 gösteriyor ki, ilâhlık mânâsında son derece sevgi, bir esastır. Ve
ma’bud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne
olursa olsun, ma’bud ve endâd edinilmiş olur. Sevginin sonucu ise itaattir.
Bunun için, ma’buda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket
başlangıcı, onun ma’bududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle ma’bud
mertebesi verilerek Allah’a endâd / denk tutulan şeyler, o kadar çeşitlidir ki, bir
taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine,
ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber “onları severler” ifadesindeki
akıl sahiplerine ait olan “hüm (onlar)” zamiri, bunların özellikle akıllılar
kısmını açıkça ifade etmektedir.
Bunun içindir ki, tefsirciler, “denk, benzer” mânâlarına gelen “endâd”ı
“Allah’a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri” diye
açıklamışlardır. Bu zamir, tağlib yoluyla putları da kapsamına alması
takdirinde bile bu anlam açıktır.
Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi
bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar, liderler
gibi insanları, Allah’ı sever gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan
nice kimseler vardır ki bu, endâd ve şirk konusunun putperestlik esasını,
insanlığın en büyük yarasını teşkil eder. Edebiyatta, romanda, şiir ve şarkılarda
bu tür şirk o kadar ileri gitmiştir ki sevgililer ilâh seviyesine çıkartılmıştır. En
ufak bir işi övmek için, yaratma kudreti yakıştırılmış, sanatçılar, futbolcular
açıkça veya üstü kapalı şekilde tanrılaştırılmıştır. Yeryüzündeki insanlık
kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan endâdın mücâdelesi yüzündendir.
Bilimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi buna çare bulamaz; bilakis hepsi, bu
şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine bu kavramları/endâdı kullanır.
246] 2/Bakara, 165
- 82 -
İslâm dışı düzenler de şirk ve endâd için çok rahat ortam oluştururlar ve
beslerler. Bunlar, biz de müslümanız deseler bile, gerçekte ne Allah tanır, ne
peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahlûk yer
tutmuştur. Onları Allah’ı sever gibi severler, onlara ma’bud muamelesi yaparlar.
Onlara itaat etmek için Allah’a isyan ederler. “Onları, Allah’ı sever gibi severler.”
İfadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri ma’bud
derecesine çıkaranlar da dâhildir.
Bunun için Allah’ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını
severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi
derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah’ı
sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah’ı sevenler, Allah
yolundaki O’nun sevgili kullarını da severler. Fakat Allah’ı sever gibi değil, Allah
için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. “(Ey Muhammed!)
De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin.”247
Buna göre, Allah’ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk
değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah
sevgisi gibi olmamalıdır. Velileri, peygamberleri veya onların ruhlarını ya da
melekleri bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken Allah’ı ve Allah’ın
emirlerini unutmak, onlar adına kurban kesmek, âyin yapmak, onlardan direkt
duâ şeklinde bir şeyler istemek, onlardan medet ve imdat beklemek... “Onları,
Allah’ı sever gibi severler.” ifadesinin tam anlamıyla şirk ve küfürdür. Ayrıca
böyle yapmak onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar, ancak Allah’ı sevmişlerdir.
Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanıp, hurafelere boğulan, uydurma
masalları ve efsaneleri din edinen, mezarlara ve ölülere tapınan insanların
sayısı gittikçe artmaktadır; câhiliyye sistemi yürürlükte olduğu müddetçe de
artacaktır. Bir de vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir ateist felsefe vardır ki,
din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar, bundan gelmiştir.
Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah’ı sever gibi sevenler ve onların,
Allah’ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah’a isyan edenler,
bunları Allah’a eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası ve
endâd konusu, bu tarz muhabbet beslemektedir. Bunlar, itaat ettikleri kimseleri
Allah için değil; Allah gibi severler. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise çok
daha fazladır.” Mü’min olanların Allah’a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden
çok ve o müşriklerin tapındıkları endâda, eş ve benzerlere, hatta varsa Allah’a
sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü mü’minler, ancak Allah’a
yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah’ı
247] 3/Âl-i İmran, 31
- 83 -
hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar. Bundan dolayı,
mü’minin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta ve
gerekse genişlikte Allah’a olan sevgisi devamlıdır.
Kâfir ve müşrik ise bazen rabbinden yüz çevirir, tutar bir puta tapar, sonra
ondan daha güzel bir şey gördüğü zaman onu bırakır, buna tapar. Sonra ondan
daha güzel bir şey gördükleri zaman onu da bırakır, başkasına tapar. Hatta
Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman ma’budlarını yedikleri olur.
(Sözgelimi, özgürlüğe, demokrasiye taparcasına sarılanların menfaatleri veya
İslâm düşmanlıkları gereği bu putlarını yedikleri çok görülmüştür.) Bu şekilde
sevgi besledikleri şeyi ve ma’budlarını değiştirir giderler. Bunun için onların,
mü’minler gibi devamlı bir sevgileri olmaz. Mü’minler, tek Allah’a inandıkları
için bütün sevgileri, bizzat Allah’ta toplanır. Allah’ın yarattıklarına olan
sevgileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah
için, Allah rızâsı için severler. Müşrikler ve kâfirler ise bir ma’budun veya bir
putun karşılığında diğer ma’budları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri
ve bütün sevgilerini Allah sevgisiyle, Allah rızâsıyla ölçmedikleri için sevgileri
dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve
sabit sevgiye göre bir hiç demektir.
Bunun için mü’min bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için
sevilen başkanlar, kendilerine uyulan insanlar, ne kadar mutludurlar. Şüphe
yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da hakkıyla tek Allah’a inanan bir mü’min
olmaya, her şeyden, hatta kendinden önce Allah’ı sevip, Allah’ın kullarına
da Allah için muamele etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka
türlü aşırı gidenler veya ihmal edenler, zulümden kurtulamazlar. Allah’a karşı
başkalarını endâd, yani eş ve ortak tutmak, onları Allah’ı sever gibi sevmek ve
Allah’a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine
itaat etmek, özellikle Allah’ın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve ma’budluğuna
başkalarını da ortak etmek, en büyük zulümdür. “Şüphe yok ki şirk, büyük bir
zulümdür.”248 Bunu yapanlar son derece zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin
yaratıcısı, kâinat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ’nın hakkına
tecavüz etmek cür’etinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar? Allah’ın
kullarına, âciz yaratıklarına ne yapmak istemezler? 249
Bu âyet,250 açıkça gösteriyor ki, ulûhiyetin en önemli özelliklerinden biri,
muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an ve İslâm ıstılahında
248] 31/Lokman, 13
249] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 472 vd.
250] 2/Bakara, 165
- 84 -
/ teriminolojisinde insan, daha çok “kul” vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine
kul olunan varlığa karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. “Abd”
kelimesinin bu anlamı, câhiliyye devri Araplarında da mevcut idi. Dünyevî
mertebeler içinde risâlet en üstün mertebe olduğu halde, Rasûl, kulluğu ile
övünürdü. Şehâdet kelimesinde de biz O’nun önce kul olduğunu, sonra Rasûl
vasfını zikrederiz. Mezkür âyet gösteriyor ki, Allah’tan başka herhangi bir şeyi
veya kimseyi, Allah’ı severcesine seven, Allah’ın emir ve nehiylerine uyar gibi
bu sevginin gereklerini yerine getiren kimse, Allah’tan başka endâd, yani nidler,
nazirler edinmiş demektir. Bu, muhabbette niddir. Bâtıl tanrılara, tapanlarının
gerçek bir sevgi taşıdıklarını 2/Bakara, 95 ve 29/Ankebût, 25 âyetleri bildirir.
Mü’min, Allah’ı; halis, katışıksız, sabit ve en ileri derecede sevmelidir.
“Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.”251 Demek ki, Allah’a inanan nezdinde onu sevmek, asıl fıtratı teşkil
eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak, Allah’ın da kendilerini sevmesi
için uymaları gereken yola, böylece irşad olunuyorlar. Öte yandan bu âyette
“sevmek ve bağışlamak” kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor
ki, Allah’ın mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak
sevmeyen bağışlamaz.
Kur’an, kimi özellikleri imanın gereği sayar ki, bunlar ister istemez sevgiyi
tazammun eder. Bunlardan biri “rızâ”dır. Rızâ, şunları gerektirir: Kul için en
sevdiği varlık, Allah olacaktır. Çünkü bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini
belirleyen kıstas, Allah’ın onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul, Allah’ından
bütün fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla râzı olacaktır: Rab, müdebbir, emredici,
yasaklayıcı, Vekîl, Velî vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden O’nu sevmesini
gerektirecektir.
Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlara, babaları ve evlatları bile olsa, mü’minler
sevgi beslemezler.252 Buralarda insanın doğal olarak en çok seveceği varlıklar
(baba, çocuk, zevce, mal, yakın akrabalar, yer-yurt), Allah sevgisi ile karşı
karşıya konulmakta, eğer Allah’ın rızâsı başka yerde bulunuyorsa, Allah’a
sadâkatın baskın gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen, Allah’a
olan sevgidir, O’nun rızâsıdır. Bu âyetler kulun, Allah’a sevgi besleyebileceğini
göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu da gösterir. 253
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah’a ve Rasûlüne karşı
çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin.”254 Sevgi, kullanırken çok dikkat
251] 3/Âl-i İmran, 31
252] bkz. 58/Mücâdele, 22; 9/Tevbe, 24
253] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 159 vd.
254] 58/Mücâdele, 22
- 85 -
edilmesi ve ancak Allah’a, Peygamberine ve İslâm Düzeninin bağlılarına
tahsis edilmesi gereken pek yüce bir hayat sermayesidir. İnançsızlara, müşrik
ve münafıklara, bizi Allah’ın yolundan alıkoyan nesnelere israf edilmemesi
gereken kıymetli varlığımızdır sevgi. Kur’an ve sünnet, Allah ve Rasûlünün
mutlak olarak, öncelikli şekilde ve en büyük tarzda sevilmesini emretmiştir.
Bunun dışındakileri severken, ancak ve ancak Allah’ın ve Peygamberinin
sevilmesini istediklerinin sevilebileceğini açıklar. “Rahmeti bütün canlıları
kuşatan (Allah) iman eden ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi
yaratacaktır.”255; “Amellerin en faziletlisi/değerlisi, Allah için sevmek ve Allah için
buğzetmek/nefret duymaktır.”256 İmansız sevgiye ulaşılamaz ve sevgisiz de iman
olgunlaşamaz. Hz. Peygamberimiz, “imanın tadını bulmayı (birinci derecede)
Allah ve Rasûlü’nü her şeyden çok sevmeye” bağlamıştır.257; “(Ancak) Allah için
seven, Allah için buğz eden / nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık
yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır.”258
“Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin
dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.”259; “Ey iman
edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine
tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerden iseniz
Allah’tan korkunuz.”260; “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret,
hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan
daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsık kimseleri
doğru yola eriştirmez.”261
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı,
göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları
yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor,
yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî
kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı
şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dahil okullara,
mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve
kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve
uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde
ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması”
255] 19/Meryem, 96
256] Ebû Dâvud, Sünnet 3
257] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
258] Et-Tâc, c. 5, s. 78
259] 5/Mâide, 51
260] 5/Mâide, 57
261] 9/Tevbe, 24
- 86 -
demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına
karışıl(a)mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda
egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm
adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan
bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyyesinin de Allah’ı (hak
dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le
bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir
şey yok; sadece eski câhiliyyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet
olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir
sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki,
kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa,
konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara
Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor,
dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin
dışında birşeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul
ediyorlardı.262 Modern câhiliyye insanı ise, Allah’a bu kadar bile inanmıyor;
ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat
ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri,
güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat
tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka
insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da
katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk
ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.
Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah’a
ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna
da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart
değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır.
Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah’a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan
bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı İlâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen
“evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna,
insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın
262] 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87
- 87 -
varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice
insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü
suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip
dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir
ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta
tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zat
olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler
belirlemiştir. Evren bu İlâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve
tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına,
sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak
câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle
uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve
O’na duâ etmelidir.
Her Çeşit Putpere stliğin ve Şirkin Zararlar ı
İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat üzere (imana
ve tevhide müsait şekilde) doğduğu gibi, ilk din de (câhiliyye eğitiminde
kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen) tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî
mesaja sahip bir peygamberdir. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir
mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır,
müşrikler de ölümcül hastadırlar,263 onların duyu organları da ârızâlı ve görev
yapamaz durumdadır.264 Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı
insan müsveddeleri,265 birer pisliktirler.266 Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı
yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya
yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız
kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde,
kargaşa, fezat, fesat, kavga, anarşı, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer
yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların
nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.”267 Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre,
tevhidî özellik vardır.
Güneşler, gezegenler ve büyük yıldızlar gibi makro âlemden atom ve
hücrenin içyapılarına kadar mikro âleme, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine
kadar tüm evrende tevhidin eseri gözükmektedir. Yeryüzünün halifesi olarak
263] 2/Bakara, 10
264] 2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179
265] 7/A’râf, 179
266] 9/Tevbe, 28
267] 21/Enbiyâ, 22
- 88 -
yaratılan insanın tevhidden yüzçevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep
olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din
ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini
karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa sahip olan, Kur’an
tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup
gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur.268 Şirkin bu çirkin
tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”,
diğeri “birlik” veya “birleşmek” demektir. Tevhide inanan her ırktan, her
yapıdan insan “ümmet” bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş269
kabul edecektir. Aynı Allah’a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar,
aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkân birliği oluşturacaklardır.
Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:
• Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.
• Arınmış nefsi yok eder.
• İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.
• Vahdeti, insanların birliğini parçalar.
• Amelleri boşa çıkarır.
• İnsanın ebediyyen cehennemden kalmasına sebep olur.
• Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.
• Büyük bir zulümdür.
• Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.
• İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından daha
önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır. Allah, şirk inancı
ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Sana da, senden öncekilere de
vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve
hüsrâna uğrayanlardan olursun.”270; “Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını
asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar.
Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk/eş
koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”271
268] 30/Rûm, 31-32
269] 49/Hucurât, 10
270] 39/Zümer, 65
271] 4/Nisâ, 48 ve 116
- 89 -
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin
adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün
peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı
Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak
durulması konusudur.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını
isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a İbâdet edildiği
ve sadece O’na uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın
dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Faziletler doğuştan
değil; sonradan kazanılan iman, takvâ, cihad ve ilim sâyesindedir. Şirk ise nefsini
ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine
kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini
kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk
düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında
kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği
düzenin adıdır.
Müşrikler, bazı şeyleri ilâh haline getirdikten sonra bazıları doğrudan
o ilâhlara tanrı diye, bazıları da ‘bizi Allah’a götürecekler’ diye tapınmaya
başladılar. Hâlbuki Allah (c.c.) bütün insanlara, sizi ben yarattım ve rızkınızı
da ben veriyorum. Öyleyse ibâdeti yalnızca Bana yapın.’ diye buyurmaktadır.272
Şirk dini üzerinde olanlar, hem Allah’ın dışında birtakım ilâhlara ibâdet ederler,
hem de o ilâhlar adına kurallar (şeriatlar) uydurup onu din haline getirirler.
Allah ise onların bu tutumunu kesin bir şekilde kınamakta ve reddetmektedir.273
Allah’a başka şeyleri ‘şerik-ortak’ koşanlar, aslında gerçek anlamda bir ilâh
bulmuş ve gerçekten ona ibâdet ediyor değildir. Onların bu yaptığı bir ‘zan’
(sanı)dır, bir avunmadır.274 Yarın hesap günü şefaatçi olacakları zannedilen
bütün ‘şerikler-ortaklar’ müşriklerin yanında olmayacaklar, onlara yardım
edemeyeceklerdir. 275
272] 4/Nisâ, 36
273] 42/Şûrâ, 21
274] 10/Yûnus, 66
275] 6/En’âm, 94

2. BÖLÜM
İLİM
- 92 -
9. HUTBE
İLIM MI, BILIM MI? VAHIY MI, CAHILIYYE KÜLTÜRÜ MÜ?
Âyet :
وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّ ا الظَّنَّۚ وَاِنَّ الظَّنَّ لَ ا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَئًْاۚ
“Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise
gerçekten yana bir şey kazandırmaz.” 276
وَاِنَّ كَث۪يرًا لَيُضِلُّونَ بِاَهْوَآئِهِمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِالْمُعْتَد۪ينَ
“…Doğrusu birçokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar.
Muhakkak ki rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” 277
İlim -Vahiy İli şki si ve Günümü zdeki İsti smar ı
Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler
tarafından çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin
istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan
uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak
kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adâlet ve zulüm anlayışından
İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur.
Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların
sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla.
İlim de bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi
kavramlarımızdan.
İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele
alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal
için tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine
dayalı bir kavram ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması
uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze
edilmesine çalışılıyor.
Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde
etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice
276] 53/Necm, 28
277] 6/En’âm, 119
- 93 -
tehdit etmekte, hidayetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın
yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden
ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için
kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden
ve Allah’a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden
uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.
İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu
ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru
giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır.
Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır.
Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın
gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.
Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi,
tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne kadar
evreni insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet haline
getirme masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline getirdiğinin
ve ebedî hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern insan, hevâsının
yolundaki aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının, teknolojik aygıtların,
makinelerin tutsağıdır. Bundan kurtuluşun yolu, önce ilim kavramının
Kur’an’la sağlaması yapılarak tashih edilmesi, bilgi birikimleri, dinin anladığı
şekilde “faydalı ilim” ise başa tac edilmesi, değilse kendisinden Allah’a
sığınılması gereken bir tehlike olarak kabulü ile gerçekleşebilecektir. Vahiyden
ve Allah’la bağlarından koparılmış bilimin ve bilim sayesinde oluşan aygıtların,
makinelerin ve maddeci hayatın tutsaklığıdır modern insanın temel problemi;
asrın insanının hüsrânı, çıkmaz ve açmazları, bunalım ve streslerinin temel
sebebidir bilimi “câhil”ce, “câhiliyye” gözüyle değerlendirmek ve gerçek ilimden
kaçmak. Bu esaretten kurtulmak, hevânın gerçek akla dönüşmesi, bilimin,
evrenin sırlarını “halife” sorumluluğu ile öğrenme ve Allah’a kulluk yönünde,
yani en faydalı şekilde kullanılması sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin
vahye, yani Allah’tan gelen gerçek ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden
daha az değildir.
İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i
İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz,
hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur-olmaz kimseler
tarafından “ilmin faziletleri”nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri ve
bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar için istismar
edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin ne olup ne olmadığını
- 94 -
belirlemek bir zarûret olacaktır. Peygamberimiz, “faydasız ilimden Allah’a
sığınmaktadır”278 diye dua edecek kadar faydasız ilmin zararı konusunda
hassasiyet göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine bakılmadan ve şer’î
ölçüyü hiç hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü yapmak, ilim adına
işlenen büyük bir cinayettir.
Meselâ, “İlim istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana
farzdır.” 279 hadis-i şerifini ve “İslâm’ın ilk emri oku emridir” düsturunu
dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese
farzdır ama, hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla?.. İşte bunu bir türlü
belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar
moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil
getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar.
Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer.
İslâmiyeti bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke
ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların
tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?
Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye esas
alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye
kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne derece
parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak surette bir fuzûliyattan ibarettir. İşin
daha kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek, insanı asıl yaratılış
gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı, Din’in esprisi içinde bir
ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda bir bilim anlayışıdır.280
“Bilim ” ile “İlim ” Ayn ı Şey mi ?
Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken
şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim” ile, modern
câhiliyyenin belirlediği “bilim” başka başka şeylerdir. Bu iki kavram, hem
konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları bakımından doğru
ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim, bazı bakımlardan ilim
kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar kalıpları içine sığdırılamaz.
Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere ulaşamamakta, onun alanını
kapsamamaktadır.
278] Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711; et-Tâc, Kitâbü’l Ezkâr, c. 5, s. 124
279] İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224
280] E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Yay., s. 52-53
- 95 -
Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir,
gözlem ve incelemedir. Hâlbuki genel anlamda ilmin yolu öncelikle “vahiy”dir.
Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli “mânâ” ve gayb
âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır. Fakat İslâm’a
inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış bir ilim adamının
“gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek” (bilimsel gerçek)
dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden farklıdır. Her şeyden
önce, bilimin metodunda, hiçbir öneri, hakikat ve inanç sistemi, deneyler ve
bilimsel olaylar tarafından desteklenmedikçe doğru ve gerçek kabul edilmez.
İlim için bu kural, özellikle vahiy ve gayb âlemi, iman gibi temel konularda
olaylar ya da deneyler tarafından desteklenmesi şart olmadığı gibi, bu aynı
zamanda imkânsızdır da.
Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Yani bilim adamı kişisel
eğilim ve önyargılarının etkisi altında kalmadan bulduğu sonucu olduğu gibi
yansıtmalıdır. Bulgular inançlara ters düşse bile yansızlıktan ve doğruluktan
uzaklaşmamalıdır. Aynı kural, ilim için de geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır,
ama inançlara ters düşmesi halinde müslüman ilim adamının tutumu farklı
olacaktır; eğer burada bilimin bulgularının ters düştüğü inanç İslâm ise, işte
o zaman ilim adamı inancından yana olacaktır. Çünkü onun gözünde vahyin,
İslâm inançlarının doğruluğu mutlaktır, daha kesindir. Bilimin ortaya koyduğu
bulgular, değişmez ve mutlak değildir. Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip
değiştirilebilmek gibi bir ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır.
(Bundan üç-beş asır önce, özellikle Ortaçağda bilimin doğruları ile şimdiki
doğruları arasında uzlaştırılması mümkün olmayan nice örnekler herkesçe
bilinir.) Hâlbuki müslümanın anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu
için ilim, değişmezlik ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.
Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar
ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı sağlamak, yine
maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Hâlbuki ilmin gayesi,
insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz hayatın saadetini
sağlayacak hayat tarzını belirlemektir.281
Ayrıca bu iki kavramın, konuşma ya da yazı dilinde kullanılışları ânında
akla getirdiği ilk fikir ve çağrıştırdığı anlamlar da farklıdır. İslâm’a inanmış
bir toplumda “âlim” kelimesi kullanıldığı zaman akla ilk gelen, müslüman
bilginlerdir, özellikle din âlimleridir. Ama, mesela Newton, Einstein, Descartes
gibi şahsiyetler ise ancak “bilim” söz konusu edildiği zaman akla gelmekte ve
281] M. Sıddıkî, Bilimin İslâmî Temelleri, 20-21; Bilgiden Tevhide Yükseliş, 9-11
- 96 -
onlara âlim denmeyip “bilgin” veya “bilim adamı” denmektedir. Demek ki
bilim, fizikçilerin, kimyacıların, sosyologların, antropolog ve benzerlerinin
(yani beşerin) -yine Allah’ın verdiği yetenek ve imkân sınırları içinde- bulup
ortaya koyduğu şeylerdir.
İlim ise, bu saydıklarımızın meşgul oldukları alanları ve elde ettikleri
sonuçları genelde reddetmeksizin, hatta onları kendi kuralları içinde özümseyip
yorumlamakla birlikte, aynı zamanda bütün bunlara bir anlam kazandırıp
faydalı ve meşrû bir yorum getiren vahiy öğretisinin ortaya koyduğu sistemin
incelenmesi ve kavranmasıdır. Mesela bilim, savaş araçları ve silâhlar, kimyasal
bombalar üretir, bunların en etkili biçimde işlemesi için araştırmalar yapıp
yöntemler geliştirir. Bu silâhların hedefleri belirlenirken ölçü, yalnızca menfaat
ve üstün gelme duygusudur; ahlâkî bir ölçüsü ve duyarlığı yoktur. Hâlbuki
dine bağlı ilmin kuralı, bunları insanlığın maddî manevî kurtuluşu yolunda
kullanmak şeklindedir. 282
İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade “anlayış ve idrâk”
olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan öte,
bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir. İlim, zihinsel
çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını düzenli ve
faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.
İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü
bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri
mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist,
ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine,
mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan
çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz
kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta
topyekün reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru,
bilimin bize getirdikleridir.
Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi
hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları
kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret
hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.
Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından
tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya
da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim
282] E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 11
- 97 -
alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil;
etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda
bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine
güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir
dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir
ders müfredâtında vahye, Allah’a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer
verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil
midir?
Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek
ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından
câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler mi
sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?
Ama unutmamalı; Allah, Musa’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir;
yalnız, yine unutulmamalı ki Musa, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş,
Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi
sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da
o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel
sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf
cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin,
Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında;
gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen
bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin
gösterebilirseniz!..
İlim , İslâmiyet ’tir
Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim ilk defa
Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin
başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah’ın,
Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir
kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa olsa
beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da
derde deva bir şey sayılmazdı.
İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de tam 854 yerde
geçmektedir; hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları hâriç tutulmak
üzere. Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde “bilinecek”
ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı.
Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında
- 98 -
olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için
anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş
yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir ilme
sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal
gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.
Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde
konusu ve gayesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle müslümana mahsus ilmi
tanımak için Saâdet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde
hemen kolayca anlaşılır ki, Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının insanlara
tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü’nün
söylediği ve yaptıklarında başka ilme konu olacak hiçbir malzeme mevcut
değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber “hadis”
dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların kalbine ve
zihnine nakşedilmesinden ibaretti.
Ashâbın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları ve Rasûlullah’ın
söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzakere ederek “ilm”i
koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini
“yaşıyor”, eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet
alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında bir
değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen Allah’ın kelâmı,
Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen ve emredilen de bundan
başkası değildi. İlk emir “oku!” emri, vahy kitabı Kur’an dışında başka bir kitaba
mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve ashâbı “oku!” emrinden neyin okunmasını
anlıyordu? İndirilen vahyin ışığında ve onun tefsiri olarak “kâinat” ve “insan”
adlı kitapların dışında?
Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme konu
olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün sünneti idi. Kadın-erkek her
müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu söylenemez.
Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî
bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı
olarak: Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz. Bu iki
esasın özünü ve ruhunu, manasını ve mesajını aksettiren her nevi kitap ve yazılı
ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve
sadece bu şartla müslümanın ilmine esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün
kitaplar, tek bir Kitab’ı daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.
Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibaret olduğu herhalde anlaşılmıştır.
Yüce Allah, insanlığa bir din gönderdi. Allah’ın peygamberi de o dinin öğretimi
- 99 -
ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak “getirdiği şeyler”i insanlara
anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah’ın gönderdiğini insanlara
tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir
Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti öğretiyor”du.283 Görülüyor
ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak bu Kitap’la kurtulabilir insan.
Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu Kitap’la kurtuldular. Bu
demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş ve kıyamete kadar da gelip geçecek
olan her toplum, yalnız bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu
vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan
dosdoğru yola girmiş olacaktır.
İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz’e
“Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan
zâlimlerden olursun.”284 şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki
“sana ilim geldikten sonra” ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu
açıkça görülüyor. Çünkü Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle,
İslâm’ı konu ve yine onu gaye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim
olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar,
bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir.
Kişiye Allah’ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah’tan
uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların faziletli
olduklarını söyler mi? Kur’an ve Sünnet temel kaynaktır müslüman için,
müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan ve onların ruhuna
nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede önemli kitaplarla ilim yolunda
ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler
doğru istikamete yönlendirilir. Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna
sahip olunmadan okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana
yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam bir inanç ve
İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu şeyler de onun fesadını
artırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup anlaşıldıktan sonra insana hiçbir
şey zarar veremez. Çünkü Hak bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama
yapabileceğimiz mikyas belirlenmiştir; bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.
Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu ayetlere
dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından öncelikle istediği,
kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi, Rab’liğinin kabul edilip O’na teslim
olunmasıdır. Bu cümleden olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale
283] 3/Âl-i İmran, 164; 62/Cum’a, 2
284] 2/Bakara, 145
- 100 -
getirmesi de ilk istenen şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut
“bilgi”, ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak surette
belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim tavsiye edilmiştir.
Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde bir imana sahip
olmasını sağlayacak ilimdir. 285
Zaten İmam Gazâli’nin de belirttiği gibi asr-ı saâdette de “ilim” sözü, Yüce
Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini kapsayan ilme verilen bir
isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle ilim kelimesini istismar ederek diledikleri
mânâya kullanmaya başladılar.286 Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz
ve gaye çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan “araç”
olmaktan çıkarak başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek” haline gelmiştir.
Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok daha etkinleşip
azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını çok boyutlu ve yaygın olarak
yürütme avantajına da sahip bulunuyor. O yüzden İslâm, “câhil” unvânını hiç
bilmeyen bilgisize değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e sahip olmayan ve
vahyi kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik,
bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.
İlim, maldan çok daha hayırlıdır. Onun için ilim, kendinden daha düşük bir
şeye âlet ve köle yapılmamalı; ilmi basit dünya menfaati uğrunda kullanmamalı,
ilmi ve ilim sahibini harcamamalıdır. İlmin kapısı Hz. Ali, şu tavsiyelerde
bulunur: “Sana söyleyeceklerimi iyi belle. İlim maldan hayırlıdır. İlim seni
korur; malı ise sen korursun. İlim amel edildikçe ve başkalarına verildikçe
artar; mal ise harcandıkça eksilir. İlim âlime hayatında itibar kazandırır,
ölümden sonra da hayırla anılmasına vesile olur; malın sağladığı yalancı itibar
malla birlikte tümden kaybolur. Nice zenginler vardır ki hayatta iken ölüdürler;
Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar.” 287
İlmin Sınırlar ı
İnsan olarak bizim ilmimizin, bilme gücümüzün bir sınırı vardır. Çünkü zaten
vahyin dışındaki bilgi vasıtaları olan duyularımızın ve aklımızın gücü sınırlıdır.
Duyu organlarımızın ve aklımızın bizi yanılttığı durumlar da söz konusudur.
İnsanın bilgi bakımından bazen yanılabileceği, hoşlanıp sevdiği bir şeyin aslında
şer; hoşlanmadığı bir şeyin de gerçekte hayır olabileceği ifade edilerek, “Allah
285] A. g. e. s. 50 ve devamı
286] İmam Gazali, İhya, 1/54
287] M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahâbe, 4/1503
- 101 -
bilir; fakat siz bilmezsiniz.”288 şeklinde kesin hüküm verilir. İnsan, bilgisinin
sınırını idrâk ederek, kavrayamadığı gerçeklerin de bulunabileceğini kabul
etmelidir. Gerçek, sınırsız ve mutlak ilim sahibi sadece Allah’tır. Tüm mahlûkat,
O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, aklımız, organlarımız da maddî ve manevî
güçlerimiz de Yaratıcımızın verdiği kadardır. İnsan, ancak aklının erdiği ve
çalışması oranında bilir, daha ilerisini bilemez. Bu varlık âlemi içinde insanın
bildiği birkaç damla ise, bilmediği bir okyanustur. Hatta insanlar, bildiklerini
sandıkları konularda bile tam ve mutlak bir bilgi sahibi olamıyorlar. Bilgiler
eşyanın ve hadiselerin yüzeyinde kalıyor, iç yüzüne nüfuz etmek için sarf edilen
gayretlerin sonu acze varıp dayanıyor. 289
Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç
meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri
yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim
neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir,
olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.
Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul
edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik
eğitim de bilime Allah’ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki
Kur’an’a göre yönetmek ve eğitmek/terbiye sadece tek Rab olan (terbiye eden,
eğitip yönlendiren) Allah’a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit
yalnız O’nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap
câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki
modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın
ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah’a
dayandırılmaz. Besmele ile başlamak bile yasaktır derse, Es-selâm’la sınıfa
girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gayet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile
başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir.
Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan
bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen
bâtıldan.
Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi
(rabliği) Allah’a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını
yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya
hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur’an’ın ilkelerine hiç yer vermeyen,
O’nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi
288] 2/Bakara, 216
289] E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51
- 102 -
eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar
bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap
(suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup yazması olmayan,
hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk
insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe
bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden
tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil,
krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı. Hak - bâtıl mücâdelesi
değil; savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan.
Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır,
câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden
geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti;
Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir. Din Kültürü
ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve
ahlâktan ibârettir, ahlâkın da uygulanması değil, sadece bilgisi önemlidir bu
zihniyete göre.
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde
insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim
kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta
zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor.
İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla
cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı
değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le
karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın
zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.290
Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması,
hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip
uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına
hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/
salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap
yüklü merkep291 değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.292
O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve
kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim,
290] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711
291] 62/Cum’a, 5
292] 35/Fâtır, 28
- 103 -
insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek
demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk
bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin
yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda
yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.
Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır.
“Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”293 Kıble; kalplerdeki imana,
kafalarda taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği
“ilâh”a göre değişen bir yön ve istikamettir. “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya,
anıtkabir yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla bazı kimseler
Kâbe yerine Anıtkabir’i, Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler.
Kâbe’yi kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah’a döndürmesi, diğer
yönlere ve kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin
ve her dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti
vardır. Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da
İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar.294
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline
dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de
farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de “Allah” inancına sahipti.295
Fakat, Kâbe’de tavaf etmek gibi Allah’a ibâdet kastıyla bazı görevleri yaptıkları
halde, zaman zaman put heykellerin karşısında saygı duyuyorlar, onların
önünde törenler düzenliyorlardı. Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin
parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların
kendilerini yönetmelerini istiyorlar, eski büyük tâğutlarını da unutmamak için
heykellerine hürmet ediyorlardı. Onlar da yer yer dindar kesilmelerine rağmen,
tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlar, putlarından vazgeçmiyorlardı.
Israrla vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki
okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk
tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok.
Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz
olmadığı şeyler, yapıldığında öncelikle insanlık suçu olduğu ilan edilecek
davranış ve sözler, resmî âyinlerde/törenlerde, şirk unsuru olan hususlar,
derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar, tâğutları övmeler vb.
kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la
293] 2/Bakara, 148
294] 2/Bakara, 145
295] Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
- 104 -
bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli,
öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Şirki güncel açılımlarıyla
topluma duyuramamanın vebalinin büyüklüğünü düşünmek bile zor. Her
vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının
sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanki tevhidin yasaklanmasından ve
putperestliğin mecbur edilmesinden daha önemliymiş gibi, varsa-yoksa sadece
başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri
gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim câhiliyye
okullarından istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve
sadece başörtüsünden başka?! Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet
aracılığıyla, başın içine konulan inanç, bilgi ve kültürün ne olup olmadığı,
ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile
değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız
iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman
iki inanç ve yaşam tarzı sunuluyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana
ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda
öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha
küçük yaşta anormalleştiriyor, iki dinli ve münâfık karakteri oluşturuluyor.
Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler
arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm
ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli
Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel
olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i
tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde
olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen
sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini,
kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların
laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır.
İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler
okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi
işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne
her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor.
Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor
okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna
atölyesi konumunda işlev yapmakta. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta
kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
- 105 -
Evet, maalesef bin kere evet; Bu törenler, bir âyindir, putperest tapınmalarıdır.
Allah’tan başka rab edinmenin, başka ilâh kabul etmenin, tâğutlara ibâdet
etmenin göstergesidir. Tepkisiz ve buğzsuz olarak bu törenleri kabullenmek
insanı şirke götürür. Şirk de Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suçtur. Kişiyi
dünyada Allah’ın yardımından uzaklaştırır, âhirette de ebedî cehennemlik
yapar. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır,
bir anormalliktir. Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi,
şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü
önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla
bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat,
kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır.296 Tevhid ve şirk insanlık
tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle
tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde
vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu
konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki:
“Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi),
‘Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de,
babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi.”297
“Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz hiç akıllarınızı kullanmaz
mısınız?”298
Buyurun hep beraber andımızı tazeleyelim: “Ey kâfirler! Tapmam sizin
taptıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” 299
296] 21/Enbiyâ, 22
297] 21/Enbiyâ, 52-54
298] 21Enbiyâ, 66-67
299] 109/K3afirûn, 1, 6
- 106 -
10. HUTBE
İLIM VE ÂLIM
Âyet :
يَرْفَعِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۙ وَالَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ
“... Allah içinizde îmân etmiş olanlarla (bilhassa) kendilerine ilim verilmiş
bulunanların derecelerini yükseltir. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.” 300
وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَآءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَ ا نَص۪يرٍ
“Sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve isteklerine uyacak olursan
Allah’a karşı seni koruyacak ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” 301
İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrak etmek”
ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış
malumata ilim (bilgi) denilemez.
Yine ilim hakkında şu tanımlar da yapılmıştır: İlim, insanın vahy, akıl ve
duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu
dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif Cürcânî’ye
göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi
olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır.
Râgıb, Müfredât’ında şu tanımı yapar: İlim, amelî-dinî yükümlülüklere
vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam olur. İlmin zıddı, cehalet
(câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi)dir. Kur’an-ı Kerim’de ilim kelimesi 105
defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı, 854’ü bulur.
Dolayısıyla “ilm” Kur’an’da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir. Ayrıca
“akıl, fikir, zikir” gibi kelimeler Kur’an’da çokça geçer.
“Allah, her şeyi en iyi bilendir.” 302
“Allah, size bilmediklerinizi bildirmek ve sizden öncekilerin yollarını göstermek
ve iyi hale dönüşünüzü görerek günahlarınızı bağışlamak diler. Allah hakkıyla
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 303
300] Mücadele, 11
301] 2/Bakara, 120
302] 8/Enfâl, 73
303] 4/Nisâ, 26
- 107 -
“Şüphesiz ki Biz onlara iman edecek bir kavme hidayet ve rahmet düsturu
olması için, tam bir ilim ile fasıl fasıl ayırdettiğimiz bir Kitap gönderdik.” 304
“Rabb’im benim ilmimi artır!” 305
“Rabbim, ilimce her şeyi kuşatmıştır.” 306
“İlim, ancak Allah katındadır.” 307
Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden
kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’dan olduğuna
göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada
ilim, Allah’a, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için
mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim,
kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan ilâhî nur
olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil;
bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum
düzenine de câhiliyye denir. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin
verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri, özellikle Allah’ı hiç tanıyıp bilmemesi
değil; yanlış bilmesidir.
İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:
a- Naklî ilimler; Kur’an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz’in
vahy kanalıyla Allah’tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.
b- Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak üzere
naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler.
İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması
yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin
ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak
ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rehberi ve
mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak
ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru
ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı
birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl
inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın
gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim
304] 7/A’râf, 52
305] 20/Tâhâ, 11
306] 6/En’âm, 80
307] 46/Ahkaf, 28
- 108 -
merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.
Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor
olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî
bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça
ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada
yarar sağlamaktadır.
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri,
vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı
bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle
bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle
câhilliği (câhiliyyeyi) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir.
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına;
kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi
reddetmenin sonucu olarak ispatlanmamış faraziyelere, mesnedsiz teorilere
dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar. Mü’minler
için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûlü Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer
alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta akıl ve duyu organları bu vahyî
haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye
ters düşen her türlü bilimsel teoriler de ilim tanımı dışında kalır.
İlim ve İslâm
Kur’an’a göre yaratılış amacı, Allah’a kulluktur. Allah’a kulluk, bir tavrı ve bir
tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir
gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da
irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç
temel ögeye ihtiyaç vardır: 1- Bilişsel (zihinsel) öge, 2- Duygusal öge, 3- Davranışsal
öge. Kur’an eğitiminin boyutları da bu üç temel ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu,
duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz.
Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf
ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde
beslemek, güçlendirmek gerekir. Kur’an’ın en üstün insan tanımı, bilgili308, cihad
ehli309 muttakî/takvâ sahibi310 kişidir. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm’da
ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da
o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir
308] 39/Zümer, 9
309] 4/Nisâ, 95
310] 49/Hucurât, 13
- 109 -
ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün
inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim
olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif
olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar
adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.
Kendisinden önceki dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklayan
İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen
insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini
emretmiştir.
İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla
aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden
yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum
ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: “Câhilin sofusu,
şeytanın maskarasıdır.” “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” 311
İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi,
hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi,
zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale
getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan
çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o
hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur.
Kur’an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub
bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü
fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm’ın ve Kur’an’ın istediği ilim,
kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir.312
Bilgi kırıntılarının ilim olabilmesi için, güncelleştirilmesi, özümsenmesi,
benimsenip hayata geçmesi gerekmektedir. Kur’an’da müşriklerin “yağmuru
kim yağdırıyor, gökleri ve yeri yaratan kimdir, sorularına “Allah” diye cevap
verdikleri ifade edilir. Demek ki gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını biliyorlardı.
Fakat bu bilginin onlar için pratikte hiçbir faydası yoktu; Yaratıcıyı kabul
etmenin özümsenen, benimsenip uygulanan, yani bu bilginin ilim ve iman
olması için gereken işlem yoktu. Bu nedenle Kur’an, o bilgiye değer vermiyor ve
sahiplerini “câhiller”, “bilmeyenler” olarak tanıtıyor.
Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti ve
orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları
311] Y. Fersahoğlu, Kur’an’da Zihin Eğitimi, Marifet Y. s. 225
312] Muhammed Kutub, İslâm’da Ferd ve Cemiyet, s. 305
- 110 -
ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için ve esas bilinmesi gerekeni
bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak, ona “câhillerin
atası” “atacâhil = câhil baba” ismini verdi. Kur’an, dünya hayatının sadece
zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor:
“Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten
habersizdirler.” 313
“İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet
yollarından birini açar. Melekler, ilim tahsil edene karşı memnuniyetleri ve
tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta
su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet
eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki dolunayın görünen diğer yıldızlara
üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne altın ne
de gümüş bırakmışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır. Kim ilmi
almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” 314
“Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleşim yerinden) çıkarsa, geri
dönünceye kadar o kişi Allah yolundadır.” 315
“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim
öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık
takan adama benzer.” 316
“Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur’an’dan bir ayet öğrenmen senin
için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden
çıkıp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbı öğrenmen
(senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır.” 317
“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır.” 318
“Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa o mü’minin kendisi ona
daha lâyıktır.” 319
“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek
ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa
rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).” 320
313] 30/Rûm, 7
314] Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, hadis no: 2822; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223
315] Tirmizî, İlm 2
316] İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224
317] İbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219
318] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400
319] Tirmizî, Kitabu’l-İlm, 19, hadis no: 2827
320] İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254
- 111 -
“Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayış sahibi)
kılar.” 321
“Şeytana, bir fakîhi (dinde anlayış sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i
aldatmak) tan daha zordur.” 322
“Rasûlullah’a (s.a.s.) biri âbid (ibadetle çokça meşgul) ve diğeri âlim (ilimle
çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem:
“Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede olanınıza
üstünlüğüm gibidir.” buyurdu. Sonra şunları söyledi: “Allah, melekleri, göklerin
ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve balıklar, insanlara hayır (faydalı
şey) öğreten kişiye dua ederler.” 323
“İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden dolayı
kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden sâlih
evlâttan kesilmez.” 324
“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duâdan,
doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” 325
“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması
kıyamet alâmetlerindendir.” 326
“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını
kabzetmek suretiyle giderecektir. Nihayet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar,
câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da
bilgileri olmadığı halde fetva verecekler. Onlar bu suretle hem kendileri sapıklığa
düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” 327
“Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağmura benzer.
Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya
doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar,
gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri
içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit
toprağa isabet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir.
İşte Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve
ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu
321] S. Buhâri, İlm 14, hadis no: 13; S. Müslim, İmâre 53, hadis no: 175
322] Tirmizi, İlm 19, hds no: 2821; İbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222
323] Tirmizî, Kitabu’l-İlim 19, hadis no: 2825
324] Sahih-i Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393
325] Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711
326] S. Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-
327] S. Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-
- 112 -
vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidayetini
kabul etmeyen kimse böyledir.” 328
Hz. Ebûbekir (r.a.) Peygamberimiz’i anlatırken şöyle ifade eder: “Rasûlullah
(s.a.v.) (Vedâ Haccında) şöyle buyurdu:
“...Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize haramdır. Burada hazır
bulunanlarınız, burada bulunmayanlara (yeni nesillere) bunu tebliğ etsin. Olabilir
ki, hazır olan kimse, bunu daha iyi anlayan bir kimseye tebliğ etmiş olur.” 329
İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü
bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri
mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist,
ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak
hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir
put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir,
tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün
reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize
getirdikleridir. Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları
hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları
kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret
hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.
Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından
tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya
da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim
alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil;
etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda
bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine
güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir
dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir
ders müfredâtında vahye, Allah’a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer
verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil
midir?
Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek
ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından
câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler
mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?
328] S. Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; S. Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-
329] S. Buhâri, İlm 10, hadis no: 9
- 113 -
Ama unutmamalı; Allah, Musa’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir;
yalnız, yine unutulmamalı ki Musa, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş,
Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi
sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da o
kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel sebebinin
Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf cambazlığı ve
sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin, Firavunların bilime
yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların,
Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme
bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..
Âlimlere çok iş düşmektedir. Âlimler, ümmet içinde var olan her türlü
potansiyeli İslâmî harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır.
Topluma tevhidi ulaştırarak, her çeşit şirk ve küfre karşı halkı bilinçlendirmelidir.
İnsanlara haram-helâl bilinci vererek, onların Allah’a karşı, kendisine ve
topluma karşı görevlerini yerine getirmelerini sağlamaya çalışmalıdır. Bu
kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ
ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir
durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların
halini varın siz düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri
konusunda şiddetle ikaz etmiştir:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça
belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de
bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve
gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul
eden ve çokça merhamet edenim.” 330
İslâm nokta-i nazarında ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak
görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır.
“Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunduğu”331, Kur’an’da işaret
edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her
müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir.
Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır.
Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği
doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ,
nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar.
330] 2/Bakara, 159-160
331] 12/Yusuf, 76
- 114 -
İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha
ağırdır. Hele günümüzde 50 küsür devlete ayrılmış ve kendi ülkelerinden
yüzlerce, binlerce grup içinde ve birbirlerini dalâletle, küfürle itham eden
cemaatlerin, dünya müstekbirlerinin ve kendi ülkelerindeki tâğutların
zulmü altında inleyen ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli
hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız
kalması düşünülemez. İlimdeki seviyesi oranında mes’ûliyeti de büyük olur.
Dinin ayrıntılarını dinin esası gibi görüp bunların mücadelesini vermesi
kabullenilemez. İslâm düşmanlarını bırakıp dinleştirdiği kendi görüşlerini
kabul etmeyenlere sataşanlar âlim de sayılmaz. Yangın ortamında az faydalı
şeyleri bile kurtarmanın yanlış olduğunu bilen ve bunu âhiret ateşleriyle
kıyaslayan âlim, kurtarılması gereken en önemli şey olan imanları kurtarma
gayretine öncelik verir.
Parçalanmış, zaafa uğramış, istikametini bulamamış ve Kur’an’dan
uzaklaşmış ümmetin elinden tutup ümmetin ayağa kalkması ve yeniden
yapılanmasında, esas öncülük yapma görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi
olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu
bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin
topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım kısır veya
cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden
kurtaramaz. Allah’ın rızasına, Cennete giden yolun takip edilebilmesi için,
ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle gerçekleşmelidir.
Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, ne yeterince tevhidî
duyarlılığa sahip âlimlerimiz mevcut, ne de bu âlimlerimiz sorumluluklarının
bilincinde ve ne de bu sorumluluklarını yerine getirmek için imkânlarını
ve güçlerini seferber ediyorlar… Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle,
halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen
sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış
yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.
- 115 -
11. HUTBE
İLIM VE İS LÂM
Âyet :
يَرْفَعِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۙ وَالَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ
“Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini
yükseltir.”332
أْ وَرَبُّكَ الْ اَكْرَمُۙ ? أْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ خَلَقَ الْ اِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ اِقْرَ ? اِقْرَ
اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الِْنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ
“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı alâktan (aşılanmış
yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden)
yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu
olmayan Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de
ancak O öğretti.” 333
Kur’an’a göre yaratılış amacı, Allah’a kulluktur. Allah’a kulluk, bir tavrı ve
bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine,
bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en
sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal
psikoloji açısından üç temel ögeye ihtiyaç vardır: 1- Bilişsel (zihinsel) öge, 2-
Duygusal öge, 3- Davranışsal öge. Kur’an eğitiminin boyutları da bu üç temel
ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna
zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise
inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır.
Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek
gerekir. Kur’an’ın en üstün insan tanımı, bilgili, cihad ehli, muttakî/takvâ
sahibi kişidir. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm’da ne kadar hoş
karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar
hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet
de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün
inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür.
İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete
332] Mücâdele, 11
333] Alak, 1-5
- 116 -
alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan
olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.
Kendisinden önceki dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklayan
İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen
insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini
emretmiştir.
İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla
aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden
yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum
ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: “Câhilin sofusu,
şeytanın maskarasıdır.” “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.”
İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi,
hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi,
zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale
getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan
çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o
hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur.
Kur’an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub
bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk,
ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm’ın ve Kur’an’ın
istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük
faydalı bilgidir. Bilgi kırıntılarının ilim olabilmesi için, her şeyden önce
vahiyle irtibatının kurulması, bütün içinde uygun yere monte edilmesi,
güncelleştirilmesi, özümsenmesi, benimsenip hayata geçmesi gerekmektedir.
Kur’an’da müşriklerin “yağmuru kim yağdırıyor, gökleri ve yeri yaratan kimdir,
sorularına “Allah” diye cevap verdikleri ifade edilir. Demek ki gökleri ve yeri
Allah’ın yarattığını biliyorlardı. Fakat bu bilginin onlar için pratikte hiçbir
faydası yoktu; Yaratıcıyı kabul etmenin özümsenen, benimsenip uygulanan,
yani bu bilginin ilim ve iman olması için gereken işlem yoktu. Bu nedenle
Kur’an, o bilgiye değer vermiyor ve sahiplerini “câhiller”, “bilmeyenler” olarak
tanıtıyor.
Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti ve
orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları
ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için ve esas bilinmesi gerekeni
bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak, ona “câhillerin
atası” “atacâhil = câhil baba” ismini verdi. Kur’an, dünya hayatının sadece
- 117 -
zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor: “Onlar, dünya hayatının
görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler.”
Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyonu farklı olduğundan
yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde tezkiye
olamaz ve aynı şekilde ilim öğrenemez. Allah bu noktada insanları derece derece
kılmıştır ve herkes kapasitesi ölçüsünde ilimden yararlanır. “Dilediğimizi
derecelerle yükseltiriz; her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır.” Şu halde,
Allah’ın elçileri aracılığıyla gönderdiği ilme kimse aynı derecede vâris değildir
ve bu ilme, kalplerinde herhangi bir leke ve kaplarında tortu (rics) olmayanlar
tam vâris olabilirler.
İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu
anlamdaki ilim bir nurdur, Allah’ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi
paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah’ın çizdiği
sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz
ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki
sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye
de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur’anın buyurdu gibi
“Allah’tan kulları içinde ancak âlimler korkar.” Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir
zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki “kitap yüklü eşekler”dir.
İslâm, okumaya ve ilim elde etmeye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber
(s.a.s.)’e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden
bahsedilir:
“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı alâktan (aşılanmış
yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden)
yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu olmayan
Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O
öğretti.” 334
Bakara suresi 30. âyette belirtildiği gibi, ilk insan, yaratılıp meleklere arz
edilince Allah tarafından kendisine isimler öğretilmiştir. Allah’ın, kendisine
eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş
ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının
tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.
İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün
müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki
334] Alak, 1-5
- 118 -
bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile
bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. “İlim tahsil etmek, her
müslüman erkek ve kadına farzdır.” Kişinin müslüman bir kul olarak şirkten
sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması farz olduğu
gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit ibadetle ilgili
bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn’dır. Tıp, mühendislik, teknik ve teknoloji
gibi sosyal hayat için gerekli olan her türlü ilimleri öğrenmek farz-ı kifâyedir.
Bu tür ilimler, toplumun bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farîza yerine
getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında
sorumlu olurlar. Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim
öğrenmek ise, mekruhtur.
İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün,
hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek
olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen bir kimse kâfir olmaz. Şirkin
ne olduğunu bilen, başka bir şeyi Allah’a ortak koşmaz, Allah’tan başkasına
kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur’an, ilimsizlikten şiddetle sakındırır:
“Sakın ha câhillerden olma!”335 “Kulları içerisinde Allah’tan hakkıyla ancak
âlimler korkar.”336
Kur’an’da ilim övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça
belirtilmiştir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”337
İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların değerini yükseltmiştir. “Allah,
içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir.”338
“Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini
yükseltir.”339
“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı alâktan (aşılanmış
yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden)
yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu olmayan
Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O
öğretti.” 340
335] En’am, 35
336] Fâtır, 28
337] Zümer, 9
338] Mücâdele, 11
339] Mücâdele, 11
340] Alak, 1-5
- 119 -
İlim (Öğrenme ve Öğretme )
“Rabbin, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O
öğretti.” 341
İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel olarak insan zihnine (ve gönlüne)
konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak bilmek,
bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak bilmek,
deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek mânâlarına gelmektedir. İslâm
âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrâk etmek” ve “mâlum
olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış mâlûmata ilim
(bilgi) denilemez.
Yine ilim hakkında şu tanımlar da yapılmıştır: İlim, insanın vahy, akıl ve
duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu
dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif Cürcânî’ye
göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi
olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır.
Râgıb, Müfredât’ında şu tanımı yapar: İlim, amelî-dinî yükümlülüklere
vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam olur. İlmin zıddı,
cehalettir (câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi). Kur’an-ı Kerim’de ilim kelimesi
105 defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı, 854’ü
bulur. Dolayısıyla “ılm” Kur’an’da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir.
Ayrıca “akıl, fikir, zikir” gibi kelimeler Kur’an’da çokça geçer.
“Rabbim, ilimce her şeyi kuşatmıştır.”342
“İlim, ancak Allah katındadır.”343
Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan,
yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın
tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam
mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir
geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun
için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi
kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû
Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir. Ebû Cehil’e,
câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri,
özellikle Allah’ı hiç tanıyıp bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
341] Alak, 4-5
342] En’am, 80
343] Mülk, 26
- 120 -
İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:
a- Naklî ilimler; Kur’an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz’in
vahy kanalıyla Allah’tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.
b- Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak üzere
naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler.
Günümüz ve İlim Kavramının, Oku Emrinin Tahrifi
Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler tarafından
çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde
tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara
sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çok. Din kavramından
şehidlik kavramına, adalet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet
anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur. Kâfirler müslümanları
daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların sahip çıkmadıkları,
kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli
payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan.
İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele
alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için
tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine
dayalı bir kavram ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması
uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze
edilmesine çalışılıyor.
Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde
etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice
tehdit etmekte, hidâyetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın
yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden
ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için
kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden
ve Allah’a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden
uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.
İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu
ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru
giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır.
Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır.
Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın
gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.
- 121 -
Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi,
tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne kadar evreni
insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet haline getirme
masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline getirdiğinin ve ebedî
hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern insan, hevâsının yolundaki
aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının, teknolojik aygıtların, makinelerin
tutsağıdır. Bundan kurtuluşun yolu, önce ilim kavramının Kur’an’la sağlaması
yapılarak tashih edilmesi, bilgi birikimleri, dinin anladığı şekilde “faydalı
ilim” ise başa tac edilmesi, değilse kendisinden Allah’a sığınılması gereken bir
tehlike olarak kabulü ile gerçekleşebilecektir. Vahiyden ve Allah’la bağlarından
koparılmış bilimin ve bilim sayesinde oluşan aygıtların, makinelerin ve maddeci
hayatın tutsaklığıdır modern insanın temel problemi; asrın insanının hüsrânı,
çıkmaz ve açmazları, bunalım ve streslerinin temel sebebidir bilimi “câhil”ce,
“câhiliyye” gözüyle değerlendirmek ve gerçek ilimden kaçmak. Bu esaretten
kurtulmak, hevânın gerçek akla dönüşmesi, bilimin, evrenin sırlarını “halife”
sorumluluğu ile öğrenme ve Allah’a kulluk yönünde, yani en faydalı şekilde
kullanılması sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin vahye, yani Allah’tan
gelen gerçek ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden daha az değildir.
İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i
İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz,
hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur-olmaz kimseler
tarafından “ilmin faziletleri”nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri ve
bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar için istismar
edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin ne olup ne olmadığını
belirlemek bir zaruret olacaktır. Peygamberimiz, “faydasız ilimden Allah’a
sığınırım” diye duâ edecek kadar faydasız ilmin zararı konusunda hassasiyet
göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine bakılmadan ve şer’î ölçüyü hiç
hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü yapmak, ilim adına işlenen büyük
bir cinâyettir.
Meselâ, “İlim istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana
farzdır.” hadis-i şerifini ve “İslâm’ın ilk emri oku emridir” düsturunu
dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese
farzdır, ama hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla?.. İşte bunu bir türlü
belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar
moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil
getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar.
Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer.
İslâmiyet’i bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke
- 122 -
ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların
tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?
Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye esas
alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye
kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne derece
parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak surette bir fuzûliyattan ibarettir. İşin
daha kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek, insanı asıl yaratılış
gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı, Din’in esprisi içinde bir
ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda bir bilim anlayışıdır.
“Bilim ” ile “İlim ” Ayn ı Şey mi ?
Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken
şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim” ile, modern
câhiliyyenin belirlediği “bilim” başka başka şeylerdir. Bu iki kavram, hem
konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları bakımından doğru
ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim, bazı bakımlardan ilim
kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar kalıpları içine sığdırılamaz.
Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere ulaşamamakta, onun alanını
kapsamamaktadır.
Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir,
gözlem ve incelemedir. Hâlbuki genel anlamda ilmin yolu öncelikle “vahiy”dir.
Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli “mânâ” ve gayb
âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır. Fakat İslâm’a
inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış bir ilim adamının
“gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek” (bilimsel gerçek)
dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden farklıdır. Her şeyden
önce, bilimin metodunda, hiçbir öneri, hakikat ve inanç sistemi, deneyler ve
bilimsel olaylar tarafından desteklenmedikçe doğru ve gerçek kabul edilmez.
İlim için bu kural, özellikle vahiy ve gayb âlemi, iman gibi temel konularda
olaylar ya da deneyler tarafından desteklenmesi şart olmadığı gibi, bu aynı
zamanda imkânsızdır da.
Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Yani bilim adamı kişisel
eğilim ve önyargılarının etkisi altında kalmadan bulduğu sonucu olduğu gibi
yansıtmalıdır. Bulgular inançlara ters düşse bile yansızlıktan ve doğruluktan
uzaklaşmamalıdır. Aynı kural, ilim için de geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır,
ama inançlara ters düşmesi halinde müslüman ilim adamının tutumu farklı
olacaktır; eğer burada bilimin bulgularının ters düştüğü inanç İslâm ise, işte
- 123 -
o zaman ilim adamı inancından yana olacaktır. Çünkü onun gözünde vahyin,
İslâm inançlarının doğruluğu mutlaktır, daha kesindir. Bilimin ortaya koyduğu
bulgular, değişmez ve mutlak değildir. Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip
değiştirilebilmek gibi bir ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır.
(Bundan üç-beş asır önce, özellikle Ortaçağda bilimin doğruları ile şimdiki
doğruları arasında uzlaştırılması mümkün olmayan nice örnekler herkesçe
bilinir.) Hâlbuki müslümanın anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu
için ilim, değişmezlik ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.
Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar
ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı sağlamak, yine
maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Hâlbuki ilmin gayesi,
insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz hayatın saadetini
sağlayacak hayat tarzını belirlemektir.
Ayrıca bu iki kavramın, konuşma ya da yazı dilinde kullanılışları ânında
akla getirdiği ilk fikir ve çağrıştırdığı anlamlar da farklıdır. İslâm’a inanmış
bir toplumda “âlim” kelimesi kullanıldığı zaman akla ilk gelen, müslüman
bilginlerdir, özellikle din âlimleridir. Ama meselâ Newton, Einstein, Descartes
gibi şahsiyetler ise ancak “bilim” söz konusu edildiği zaman akla gelmekte ve
onlara âlim denmeyip “bilgin” veya “bilim adamı” denmektedir. Demek ki
bilim, fizikçilerin, kimyacıların, sosyologların, antropolog ve benzerlerinin
(yani beşerin) -yine Allah’ın verdiği yetenek ve imkân sınırları içinde- bulup
ortaya koyduğu şeylerdir.
İlim ise, bu saydıklarımızın meşgul oldukları alanları ve elde ettikleri
sonuçları genelde reddetmeksizin, hatta onları kendi kuralları içinde özümseyip
yorumlamakla birlikte, aynı zamanda bütün bunlara bir anlam kazandırıp
faydalı ve meşrû bir yorum getiren vahiy öğretisinin ortaya koyduğu sistemin
incelenmesi ve kavranmasıdır. Mesela bilim, savaş araçları ve silâhlar, kimyasal
bombalar üretir, bunların en etkili biçimde işlemesi için araştırmalar yapıp
yöntemler geliştirir. Bu silâhların hedefleri belirlenirken ölçü, yalnızca menfaat
ve üstün gelme duygusudur; ahlâkî bir ölçüsü ve duyarlığı yoktur. Hâlbuki
dine bağlı ilmin kuralı, bunları insanlığın maddî manevî kurtuluşu yolunda
kullanmak şeklindedir.
İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade “anlayış ve idrâk”
olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan öte,
bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir. İlim, zihinsel
çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını düzenli ve
faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.
- 124 -
İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü
bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri
mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist,
ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak
hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir
put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir,
tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün
reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize
getirdikleridir. Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları
hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları
kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret
hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.
Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından
tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya
da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim
alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil;
etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan, vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda
bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine
güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir
dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders
müfredâtında vahye, Allah’a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip
verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?
Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek
ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından
câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler
mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?
Ama unutmamalı; Allah, Mûsâ’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir;
yalnız, yine unutulmamalı ki Mûsâ, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip
yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir.
O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî
kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin
temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak
laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin,
Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında;
gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım
diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini
gösterin gösterebilirseniz!..
- 125 -
12. HUTBE
İLIM İS LÂMIYET’TIR, İLIM KUR’ANÎ HAKIKATLERDIR
Ayet :
قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِۖ وَاِنَّمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ
“De ki: (Onunla ilgili) bilgi ancak Allah katındadır. Ben yalnızca apaçık bir
uyarıcıyım.” 344
وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَآءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ
“…Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek ve
tutku)larına uyacak olursan, o zaman gerçekten zalimlerden olursun.” 345
Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim ilk defa
Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin
başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah’ın,
Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir
kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa olsa
beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da
derde deva bir şey sayılmazdı.
İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de 854 yerde geçmektedir;
hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları hâriç tutulmak üzere.
Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde “bilinecek” ve
bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı.
Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında
olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için
anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş
yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir ilme
sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal
gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.
Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde
konusu ve gayesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle müslümana mahsu ilmi
tanımak için Saadet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde
hemen kolayca anlaşılır ki, Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının insanlara
344] 67/Mülk, 26
345] 2/Bakara, 145
- 126 -
tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü’nün
söylediği ve yaptıklarında başka ilme konu olacak hiçbir malzeme mevcut
değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber “hadis”
dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların kalbine ve
zihnine nakşedilmesinnden ibaretti.
Sahâbe-i Kiramın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları ve
Rasûlullah’ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzakere
ederek “ilm”i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi, bu
öğrendiklerini “yaşıyor”, eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre
vaziyet alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında
bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen Allah’ın
kelâmı, Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen ve emredilen de
bundan başkası değildi. İlk emir “oku!” emri, vahy kitabı Kur’an dışında başka
bir kitaba mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve sahâbe “oku!” emrinden neyin
okunmasını anlıyordu?
Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme konu
olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün sünneti idi. Kadın-erkek her
müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu söylenemez.
Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî
bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı
olarak: Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz. Bu iki
esasın özünü ve ruhunu, manasını ve mesajını aksettiren her nevi kitap ve yazılı
ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve
sadece bu şartla müslümanın ilmine esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün
kitaplar, tek bir Kitab’ı daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.
Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibaret olduğu herhalde anlaşılmıştır.
Yüce Allah, insanlığa bir din gönderdi. Allah’ın peygamberi de o dinin öğretimi
ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak “getirdiği şeyler”i insanlara
anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah’ın gönderdiğini insanlara
tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir
Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti öğretiyor”du. Görülüyor
ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak bu Kitap’la kurtulabilir insan.
Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu Kitap’la kurtuldular. Bu
demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş ve kıyamete kadar da gelip geçecek
olan her toplum, yalnız bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu
vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan
dosdoğru yola girmiş olacaktır.
- 127 -
İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz’e;
“Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan
zâlimlerden olursun.”346 şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki “sana
ilim geldikten sonra” ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça görülüyor.
Çünkü Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle, İslâm’ı konu ve yine
onu gaye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim olmayacağı prensibini
benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa
hamallığından ibarettir. Kişiye Allah’ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan,
onu Allah’tan uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm
bunların faziletli olduklarını söyler mi? Kur’an ve Sünnet temel kaynaktır
müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan ve
onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede önemli kitaplarla ilim
yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan
fikirler doğru istikamete yönlendirilir. Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız;
buna sahip olunmadan okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir
insana yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam bir inanç
ve İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu şeyler de onun fesadını
artırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup anlaşıldıktan sonra insana hiçbir
şey zarar veremez. Çünkü Hak bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama
yapabileceğimiz mikyas belirlenmiştir; bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.
Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu
âyetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından öncelikle
istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi, Rab’liğinin kabul edilip O’na
teslim olunmasıdır. Bu cümleden olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli
hale getirmesi de ilk istenen şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak
soyut “bilgi”, ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak
surette belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim tavsiye
edilmiştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde bir imana
sahip olmasını sağlayacak ilimdir.
Zaten İmam Gazâli’nin de belirttiği gibi asr-ı saâdette de “ilim” sözü, Yüce
Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini kapsayan ilme verilen
bir isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle ilim kelimesini istismar ederek
diledikleri mânâya kullanmaya başladılar. Bunun doğal bir sonucu olarak da,
ilimdeki öz ve gaye çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için
kullanılan “araç” olmaktan çıkarak başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek”
haline gelmiştir.
346] 2/Bakara, 145
- 128 -
Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok daha etkinleşip
azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını çok boyutlu ve yaygın olarak
yürütme avantajına da sahip bulunuyor. O yüzden İslâm, “câhil” unvânını hiç
bilmeyen bilgisize değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e sahip olmayan ve
vahyi kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik,
bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.
İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması
yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin
ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak
ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rehberi ve
mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak
ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru
ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı
birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl
inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın
gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim
merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.
Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor
olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî
bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça
ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada
yarar sağlamaktadır.
Yine bunun yanı sıra sebeb-i nüzul bilgisi, tefsir ve hadis usûlü, hüküm
istinbat etme yolu (Fıkıh usûlü) gibi alanlar, inkâr edilemeyecek şekilde Kur’an’ı
ve Hz. Peygamber’i daha derinlikli ve hikmete uygun bir şekilde anlamamızı
kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu ilmî disiplinler, belli birikim gerektiren ihtisas
alanlarıdır. Bu ilmî birikimlere sahip olan “ulemâ”nın, İslâmî bir yürüyüşe
öncülük etmedeki rolü, hem daha etkin hem daha kuşatıcıdır. Peygamberlerin
vârisleri olarak sorumlulukları bildirilip taltif edilen “ulemâ”, tevhidî gerçekleri,
peygamberlerin topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle topluma ulaştırma
gayreti içinde olan “ulemâ”dır. İslâmî hareket içinde tevhidî şuura sahip
muttakî âlimlerin yerini alması ve sahip oldukları ilmî birikimlerini hareketin
güçlenmesi yolunda harcamaları gerektiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü
ilim adamlarının sahip oldukları ilmî birikimin onları toplumda daha fazla
dikkat ve câzibe merkezi haline getirdiği bilinen bir husustur.
Bu bağlamda şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm nokta-i nazarında ilim belli
bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık
- 129 -
olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır. “Her ilim sahibinin üstünde
bir âlimin bulunması Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi
alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın kendi konumunun
gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin
âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece
kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi
hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve
nehy-i ani’l-münker yapar. Tarih boyunca ulemânın toplum üzerindeki gücü,
özellikle kritik dönemlerde, bâriz bir şekilde hissedilmiştir. Buna, Moğollara
karşı, kalemi ve lisanıyla Müslümanlara kahramanlık ve cesaret aşılayan
Ahmed İbn Teymiyye ile İslâm akîdesini koruma uğruna “Mihne” döneminde
her türlü işkenceye katlanan Ahmed İbn Hanbel örnek olarak verilebilir. İlim
adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır.
Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu
karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet
sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. Böyle ise, o âlim değildir. İlmî
seviye oranında bu mes’ûliyet artar.
Parçalanmış, zaafa uğramış ümmetin elinden tutup ümmetin kalkınması
ve yeniden yapılanmasında, en fazla öncülük yapma görevi, ulemâya aittir.
Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde
kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında
kalacaktır. Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın,
birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları,
onları bu vebalden kurtaramaz. “Toparlayıcılık” misyonu ya da ümmetin
önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak,
yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, tevhidî duyarlılığa sahip ilim
adamlarının tek başına bu işin altından kalkmaları imkânsız gibi görünmektedir.
Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun
sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların
keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi
olamadıkları görülmektedir.
Dolayısıyla, ilim adamlarımızın, toplum içinden gelen entelektüel birikimin
sahibi, tevhidî şuura sahip dâvâ adamı genç Müslüman öncülere de ihtiyacı
vardır. Her iki birikimin bütünleşmesi, öncü kadro misyonu açısından, zorunlu
ve vazgeçilmez gözükmektedir. Aslında, aydın ve hareket adamı aktivist
muvahhidlerin belirli oranda da olsa ilim sahibi olma zorunluluğu gibi; gerçek
ulemânın aynı zamanda entelektüel yetiye sahip, çağı ve insanları her yönüyle
tanıyan aydın kimliğinin de bulunması gerekir.
- 130 -
Diğer bir tâbirle, ümmete öncülük yapacak kadrolar içinde, ulemâ var
olan ilmiyle, diğer dâvâ adamı genç Müslümanlar da var olan tecrübe ve
yetenekleriyle yerini almalı ve bu iki tâife, sorumluluklarının bilincinde ve
istişare içinde birbirleriyle bütünleşebilmelidir. Bununla birlikte her âlimin
aydın ve hareket adamı, her aydın ve hareket adamının da belli oranda ilimle
kuşanması gerekir.
Ulemânın rolü ve sorumluluğu İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda
farklıdır; İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır. Küfrün egemen olduğu
bir toplumda, ulemânın, sanki İslâm devletinde yaşıyormuş gibi davranması,
çok ciddi bir zâfiyet, çok ciddi bir açmazdır. Böyle bir toplumda ulemânın
öncelikli ve en âcil görevi, toplumu İslâm’a doğru dönüştürecek İlâhî yasaları
harekete geçirmede rehberlik yapması, örnek yaşayışıyla öne düşmesidir.
Ulemânın ayrıca, İlâhî programa uygun İslâmî bir yürüyüşü denetleme
gibi bir görevi de vardır. Yürüyüşün İlâhî maksatlara uygun bir şekilde
yürümesini kontrol etme, hareketin ifrat ve tefrite sapmasını engelleme, hareket
önderlerinin fevrî ya da usûle aykırı davranmalarını tespit ve murâkabe etme
gibi fonksiyonları da icrâ etmeleri gerekir. Bu noktada, İslâm hukukunda yerini
alan bir kavram olan, “ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun yürütücü işlevlerini
muttakî ulemâ üstlenir. Ulemâ, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli
bir harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Bu kadar hayatî
görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim
faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir
toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz
düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri konusunda
şiddetle ikaz etmiştir:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça
belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de
bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve
gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul
eden ve çokça merhamet edenim.”347
347] 2/Bakara, 159-160
- 131 -
13. HUTBE
ÂLIM KIMDIR, ÂLIM OLDUĞUNU SANAN KIM?
Âyet :
وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ
“Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.”348
قُلْ ءَاَنْتُمْ اَعْلَمُ اَمِ اللّٰهُۜ
“De ki: ‘Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?”349
وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَ ا تَعْلَمُونَ۟
“Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 350
Hadi s:
“İlim tahsil etmek, her müslüman erkek ve hanıma farzdır.”351
Doğruluğu mutlak olan gerçek ilim, Allah’tandır. “De ki, ilim ancak
Allah’ın yanındadır.”352 İlim, Peygamber’e inenler, ona gelenlerdir.353 İnsana,
bilmediğini öğreten Allah’tır.354 Yani, ilmin esası Kur’an’dır, vahiydir. Âdem’e
(a.s.) ve dolayısıyla insanlığa ilim veren Allah’tır. O cömerttir, ilmi her isteyene,
istemesini bilen ve isteğinde samimi olana verir. İlim, vahyin mirasıdır.
Vahiyle ilim sahibi olan mü’min, “âlim” vasfını alınca, (zayıf bir rivayete göre)
Peygamberlerin mirasına da sahip olur.
“El-ulemâu veresetu’l-enbiyâ / Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”355
Hadis olmasa bile, bu söz anlam yönüyle doğru kabul edilirse, deriz ki; Bu
miraslar, iftihar edilecek nimetlerdir elbet; ama bu miras, harcanmak için,
348] 12/Yûsuf, 76
349] 2/Bakara, 140
350] 2/Bakara, 216
351] İbn Mâce, Mukaddime 17
352] 67/Mülk, 26
353] 2/Bakara, 120, 145; 5/Mâide, 48; 13/Ra’d, 37
354] 96/Alak, 5
355] Tirmizî, İlim 19; Ebû Dâvûd, İlim 1; İbn Mâce, Mukaddime 17, h. No: 223. Bu hadis rivayeti, zincirinde yer
alan râvileri yüzünden “zayıf ”tır. Bu zayıflık sebebiyle de bu metni Nebîmize dayandırmanın zor olduğunu söyleyebiliriz
(http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/âlimler-peygamberlerin-varisleridir-hadisi-sahih-midir.html). Bu
rivâyete benzer halkın ve âlimlerin sık sık gündeme getirdiği nice rivâyetlerin sıhhati de bu rivayete benzer.
- 132 -
tüketmek için verilmemiş, hareket için, koşturma için verilmiştir. Peygamberler
mal-mülk miras bırakmazlar. Onların bıraktığı; amel etmek için ilim, inanmak
için iman, tatbik edilmek için Kur’an hükümleri, uygulamak için şeriat, yeniden
oluşturmak için İslâmî devlet/hilâfettir. Yine, onlardan âlimlere miras olarak
kalan, insanları yalnız Allah’a kulluğa dâvet ve onları tâğuttan sakındırmaktır.
İnsanları İslâm’la buluşturmak, müslümanları cemaat, cemaati ümmet, ümmeti
devlet haline getirmeye çalışmaktır miras. Putlarla ve putçularla mücadele
etmek, tâvizsiz bir dâvâ eri olmaktır nebevî miras. Öyle ki, bir eline Güneş’i,
diğer eline Ay’ı koyup verseler yine zerre kadar geri adım atmamaktır o miras.
Âlimlerin, peygamberlerin mirasına mukaddes emanet nazarıyla bakıp
onu korumak için her türlü gayreti göstermesi gerekir. İnsanoğlunun “benim”
dediği hiçbir şey, aslında onun değildir. Hiçbir şeye gerçek anlamda sahip
değildir insan. İlmin de emanetçisidir o. Hoyratça tüketsin diye verilmemiştir
o emanet. Mülkün, yani her şeyin sahibi Allah’tır.
“Göklerin ve yeryüzünün mülkü Allah’a aittir.”356; “De ki: ‘Ey mülkün gerçek
sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın.
Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir.
Hiç kuşku yok sen her şeye kādirsin.”357 “Mülk”ün içinde “ilim” de vardır.
Kimdir Âlim ?
İçinde yaşadığı dünyanın ve özellikle yaşadığı ülkenin, yaşadığı zamanın
sorunlarını iyi bilip onlara Kur’an ve Sünnetten çözümler üreten kimsedir
âlim. Allah’tan hakkıyla korkan, Allah’tan başkasından da korkmayan, zor
şartlarda bile zulme karşı çıkıp hakkı haykıran kimsedir âlim.
Dinin ayrıntılarını, eski âlimlerin görüşlerini tümüyle bilen, bazılarına göre
12 ilmi, bazılarına göre 15 ilmi yutmak, ezberlemek zorunda değildir âlim.
Bir su kuyusunun içine düşen bir hayvandan dolayı kaç kova su döküleceğini
günümüzün şehir hayatında faaliyet yapan bir âlimin bilmesi şart değildir.
Sahur vaktinin dakikasını tespit etmek için de olsa, Kuzey Kutbuna gidip orada
araştırma yapması gerekmez âlimin. Ama, dinin özünü iyi bilmeli, çevresindeki
şirkin her çeşidine karşı çıkabilmeli, mevcut küfrü ve putları halka nefret
ettirerek tanıtabilmelidir âlim. Tevhidin ferdî, ailevî, ictimâî, siyasî, hukukî ve
iktisadî; her yönünü iyi tanıyıp topluma tanıtabilmelidir. Tâğutlardan, İslâm dışı
devletten berî ve uzak olmalı, onları kurum ve kurallarıyla reddedebilmelidir.
356] 3/Âl-i İmran, 189
357] 3/Âl-i İmran, 26
- 133 -
Bu zulüm düzenlerinin nasıl yıkılacağını ve başında râşid halifeleri örnek alan
bir halifesi bulunan İslâm Devletinin nasıl oluşacağını çok iyi bilmeli ve bunları
toplumla birlikte hayata geçirmeye çalışmalıdır. Kısaca “âlim” budur.
İçinde yaşadığı dünyayı, bâtıl ideolojileri, egemen güçleri, zâlimleri, işgalcileri,
sömürücüleri yeterince tanımalı, onların zihniyetlerini, güç ve imkânlarını
çok iyi takip edebilmelidir. Müslümanları çok daha iyi tanımalı, ümmetin
imkânlarını bilip sorunlarını iyi teşhis edebilmeli, çözümler üretebilmelidir
âlim.
Kimler Âlim Değildir ?
Kendi cemaatine veya derneğine kapanarak,
Eski kitapların tozlu sayfaları arasında kaybolarak,
Arapça gramer tahlilinde boğularak,
Kur’an’dan, yani gerçek ilimden uzaklaşarak,
Faydası olmayan gereksiz bilgilerin hamallığıyla yorularak,
Eski âlimlerin görüşlerini tekrarlayarak,
Peygamberlerin mirasını, babasının malı gibi yiyip bitirerek,
Maddî miras gibi onunla geçimini sağlayarak,
İnsanlar onca zulümle ezilirken,
Bunca tuğyanla azgınlaşırken, diğer âlimlere reddiyeler yazarak,
Vahdet için hiçbir adım atmayıp ona giden yolu tıkayarak,
İslâm’ın devleti için en küçük söylem ve eylemden uzak yaşayarak… âlim
olunmaz.
Âlim San ılan Bel ’amlar
İlim, ehem ile mühimi doğru tespit edip yapılması gereken en önemli şey
dururken, önemli ile uğraşmanın en önemli olanın hakkını gasp ve ona ihanet
olduğunu kavramayı gerektirir.
Abdullah İbn Ömer’e Kûfeli birisi: “Hacda bit öldürmenin hükmü nedir?”
diye sormuş. O da: “Haydi oradan! Siz Kûfeliler Peygamber torununu
öldürmenin hükmünü önemsemez ve onu rahatlıkla öldürürken, şimdi kalkmış
bitin öldürülmesinin hükmünü soruyorsunuz. Yıkılın karşımdan!” diyor.
- 134 -
“Delikli tüfek çıktı, mertlik bozuldu” der Köroğlu. Facebook, Twitter çıktı,
ilim ve âlim tümden bozuldu. Demokrasinin, Batının, düzenin bozamadığını
televizyon ve internet bozdu.
Koca ülkede, medrese hocası âlimlerden, İlâhiyat profesörü
akademisyenlerden iki elin parmakları kadar demokrasiyi, tâğutları reddeden
çıkmıyorsa, “sen hangi âlimden bahsediyorsun?” diye sorabilirsiniz. Allah’ın
âyetlerini çok ucuza, bir maaşa satanların, hakkı gizleyip zamanımızdaki şirk
ve putperestliği yok sayan, hakka bâtılı karıştıranların, dine bir sürü hurâfe
katanların âlim sayıldığı bir ülkede yaşamanın zilleti bize yeter.
Demokratik, laik, Kemalist düzenin nasıl yıkılıp yerine İslâmî bir devletin
nasıl ikame edileceğini halka öğretmesi gereken âlim denilen kişiler, bu düzeni
güçlendirecek şekilde koşuyor ve konuşuyor ise, işimiz hayli zordur.
Çözüm Ne?
Öyleyse, bu durumda iş bize düşüyor. Âlim zannedilen şahıslar, Kur’an’ı
ihmal edip başka şeylerle uğraşıyorsa, nebevî mirası çar-çur eden mirasyedi
konumuna düşmüşse, dâvâ adamı konumundaki cemaatlere, sana bana çok iş
düşüyor.
Zaten dinimiz, sınıflı bir toplumu kabul etmez. Ruhbanlık sınıfı, ulemâ
sınıfı yoktur. Ne demek din adamı? Ne demek din görevlisi? Diyanet denilen
resmî kurumda devletin emrinde olmayan kimseler din adamı, din görevlisi
değil de, dinsizlik adamı mı oluyorlar? Devlet dini, ne zamandan beri Allah’ın
dini yerine “din” diye kabul ediliyor? Âlimlere özgü özel giysi, yani üniforma
sözkonusu değildir. Peygamberimiz, o günkü Mekkelilerin giydiğini giyiyor,
kıyafetiyle fark edilmiyordu. Âlimler sınıfı olmadığından, herkes bildiğinin
âlimi, bilmediğinin talebesi kabul edilir. Her mü’min, esas bilinmesi gereken
Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı gibi bildiği ve o şekilde inandığı için belirli
ölçüde de olsa âlim kabul edilir. Tabii, iman edip kendisine en faydalı olan öz
ilme sahip kimse, bildiklerini sâlih amelle ispatlar ve başkalarından korkmayıp
Allah’tan hakkıyla haşyet duyar. İslâm’la cehâlet taban tabana birbirinin
zıddı olduğu gibi, müslümanla câhillik de birbirine öyle zıttır. Kur’an’a göre
âlim, çok bilen, şu kadar farklı alanda bilgi hamalı olan değil; esas bilinmesi
gerekeni bilen ve bildiğiyle amel edip görevini yapan ve Allah’tan hakkıyla
korkan kimsedir. Yani, kafasını, elini ve gönlünü dengeli şekilde kullanıp
çalıştıran kimsedir. Cehâleti temelinden reddeden İslâm, kendinden önceki
dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklamış, iman edenlere ilk emir
olarak vahyin ilk kelimesi “Oku!” olmuştur. İlmi, yani Allah’tan gelen vahyi
- 135 -
kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına
Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
Faydalı ilim anlamında vahyin doğru anlaşılıp dosdoğru yaşanması anlamında
“ilim tahsil etmek, her müslüman erkek ve hanıma farzdır.” 358
Her müslüman, bildiğinin âlimi, bilmediğinin tâlibidir.
“Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.”359
Allah’ın ilmi yanında tüm insanların ilmi yok mesabesindedir. Rabbimiz
sorar:
“De ki: ‘Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?”360
Bu soruya kendisi cevap verir: “Allah bilir, siz bilmezsiniz.”361
Ebû Hanife ve İbn Teymiye gibi çok az sayıdaki zâtı istisnâ ederek diyebiliriz
ki; tarihten günümüze âlimler, İslâm’ın siyasetle, yönetimle ve yöneticilerle
ilgili hükümleri konusunda, hem ilim ve hem tavır ve uygulama açısından geçer
not alamayacak şekilde başarısızdır, eksiktir, yetersizdir. Tevhidi siyasî açıdan
doğru anlayan ve anlatan âlim, maalesef her dönemde yok denilecek kadardır.
Günümü zün Âlimleri Neyin Mira sçısı?
Dini sevdirmek, kolaylaştırmak, müslümanları müjdelemek konusunda
başarısız olsalar da; haklarını yemeyelim; dini zorlaştırıp dinden insanları
soğutmak, korkutup nefret ettirmek yönüyle hayli başarılıdır günümüzün
âlimleri, âlim geçinenleri. Aynı şekilde, kâfirlere, zâlim yöneticilere, sapık
ideolojilere karşı sessiz kalsalar da; Kur’an’ı merkeze alan, Kur’an’ın açıklaması
ve uygulaması olarak Peygamberimizin sünnetini önemseyen, Peygamber’e
ve dine saygı gereği olarak rivayetleri Kur’an’a uymuyorsa kabul etmeyip
dini Allah’a tahsis edenlere karşı en sert üslupla düşmanca tavır takınmakta
ustadırlar. Rivâyetlere ve âlimlerin görüşlerine ters düşen Kur’an âyetlerine
teslim olmakta zorlansalar bile; mevcut kanunlara itaat etmede, insanları
mevcut iktidarları desteklemeye çağırmada devlete, hükümete ve mevcut
kanunlara tam bir teslimiyet içindedirler; haklarını yemeyelim.
Ulemâ acziyet, korkaklık ve zillet içinde ise, ümmetin durumu nasıl olur? Tuz
yiyecekleri kokmaktan korur, tuz kokarsa bu yiyeceklerin ve yiyenlerin hali ne
olur? Âlim insanları bâtıldan, geleneksel ve modern hurâfelerden korur. Âlim
358] İbn Mâce, Mukaddime 17
359] 12/Yûsuf, 76
360] 2/Bakara, 140
361] 2/Bakara, 216
- 136 -
bu çirkinliklere batmışsa ümmetin hali ne olur? İyiliği emredip kendini unutan,
Hakka bâtılı karıştıran, Hakkı ketmeden, mevcut tâğutlara, putperestliğe, şirke,
ılımlı İslâm anlayışına, demokrasi ile İslam’ın sentezine, zâlim yöneticilere itaat
ve teslimiyet göstererek Kur’an’ın emirlerini önemsemeyen kişiler nasıl âlim
kabul edilir? Âlim kabul edilirse, câhillerin hali ne olur?
“Hak yolda iken bile, tartışmayı (cidâli, münâzarayı) terk eden kimseye
cennetin ortasında bir köşk” vaad edilirken,362 kendi cemaatlerinden olmayan
tevhid ehli dâvetçileri kamuoyu önünde itibarsızlaştırmak için hakaret ve
iftiralarla onları tekfir veya tadlil etmek kasdıyla reddiye adıyla tartışmalar ve
suçlamalar yapmayı tercih edenlerin âlim kabul edildiği bir ortamda, gerçek
ilmi ve âlimi nerede ve nasıl bulur halk?
Olma z Olsun Böyle İlim , Böyle Âlim
Eskiden beri gerçek âlimlerin sayısı azdı. Bugün âlim kabul edilenler iyice
azdı. Bugünün âlim geçinenlerine “âlim” demek, âlimliğe hakaret sayılır. İlmin
hakkını veren âlim, ancak İslâm devletinde yetişir. İslâm dışı bir devlet, kendini,
kendi düzenini yıkmak isteyen kimseler yetiştirir mi? Bataklıkta gül yetişmez,
hele gübrelikte hiç yetişmez. Yetişmiş olsa, mis gibi kokmaz, gübre gibi kokar.
Âlimler, inkâr edip reddetmek zorunda olduğu tâğutî devletin imkânlarına
meyletmez, Cehennemden uzak kalmaya çalışmak gibidir o kapılardan uzak
kalmak. Tam tersine, âlim devleti denetler, yöneticilere adâleti, tevhidi, Allah’ın
hükmüyle hükmetmeleri gerektiğini, aksi takdirde mü’min olamayacaklarını,
kendi günahlarıyla birlikte halkın günahlarını da yükleneceklerini net şekilde
tebliğ etmek zorundadır.
“Cihadın en faziletlisi, zâlim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.”363
İlim, sahibini yüceltir, güçlendirir, devleştirir. Devlerin yükü de ağır
olur. Küfür devletinde yaşayan âlimlerin sanki İslâm Devletinde yaşıyor gibi
davranması, önceliklerini ve faaliyetlerini bu şekilde tespit etmesi çok ciddi
yanlıştır. “Usûlünüz yok, usule uymuyorsunuz” diye başkalarını suçlayıp
kendilerini öven âlim taslaklarının bu asl’a ve usûle riâyet etmemeleri, ümmeti
de âlimsiz bırakacak bir problemdir.
362] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis 51; Tirmizî, Birr ve’s Sıla 57, hadis no: 2961
363] Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13
- 137 -
İlme İhânet Bu Değil se ya Nedir ?
Öncelikle ele alınması gereken siyasal açıdan bunca tuğyan, bunca küfür ve
putperestlikle mücadele dururken;
Müslümanların toprakları, devletleri, zihinleri, gönülleri, mescidleri,
meclisleri, mahkemeleri küfrün işgaline uğramışken; halkın bunca cehâleti,
hurâfeleri din diye kabul etmelerini, dinin esaslarını ve tevhidî inançları da
hurâfe gibi algılamalarını düzeltmeye çalışmak dururken;
Âlim geçinenlerin kendileri gibi düşünmeyen ilim adamlarına, yazarlara,
cemaat önderlerine hakaretler yağdırması, iftira ve tekfire varan çirkince
eleştirmeleri, onların ilimden ve âlim vasfından ne derece uzak olduklarını
göstermeye yeter.
Tâğutlara, putperestlere ve toplumu ifsad edenlere karşı ve İslâmî
hareketin güçlenmesi yolunda kullanmaları gereken enerjilerini yanlış yerde
tüketmemeleri icap eder.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi keşke hiç okutulmasa.
Câmilerde keşke hiç vaaz verilmese, hiç Türkçe hutbe okunmasa… İslâm’a ters
hususları İslam diye öğrenenlerin yanlışlarının sıfırlanması, hiç bilmeyen sıfır
konumundaki şahıslara doğruları öğretmekten o kadar zor ki… Yaşadığımız
çağ, bilgi çağı değil; bilgi kirliliği çağı. Ancak gerçek âlimler, vahyin nûruyla bu
kirli bilgileri temizleyebilir ve insanlara tertemiz ilim verebilir.
Tevhidî bilince sahip ulemânın birbirleriyle yardımlaşmasına, işbirliğine,
ortak faaliyet ve eylemlerine büyük ihtiyaç var.
Peygamberlerin mirasını Peygamberlerin yoluna ters şekilde harcayan,
Kendileri Kitap ve Sünnetten yeni meselelere çözümler üretmeleri gerekirken,
eski âlimlerin kendi dönemlerindeki problemlere çözüm oluşturma çabalarını
mutlaklaştırıp şartlar tümüyle değiştiği halde, onları mutlak doğru gibi sunan,
Mezhebini veya menhecini, eski âlimlerin görüşünü, yorumları din gibi
de değil dinin kendisi gören anlayışla, rivayetleri kutsallaştıran, beşer sözünü
vahye tercih edip ilme ihânet eden kimselerin bu vahim yanlışlarını Kur’an’daki
mutlak doğrular ile düzeltmeleri için duâlar ediyoruz. Biz de bu yazımızda ve
genel din anlayışımızda hata ettiysek, hatamızı görüp düzeltmeyi Rabbimizden
niyaz ediyoruz.
Kur’an’ı merkeze alan ve onu Peygamberimizin sünneti ile, onun metoduyla
hayata geçirmeye çalışan âlimlerimize selâm olsun!
- 138 -
14. HUTBE
DÜZEN HANGI ÂLIME ZULMETMIYOR KI… ZULÜMLE
MÜCADELE ETMEK ZORUNDA OLAN ÂLIMLER
Âyet :
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَ ا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةًۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ
“Aranızdan yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan fitneden
sakının ve bilin ki Allah, cezası çok çetin olandır.” 364
Hadi s:
“Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.” 365
“Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil
ki onun varlığı ile yokluğu birdir.” 366
Âlim ve zâlim; birbirini hiç sevmeyen iki şahsiyet. İlim ve zulüm nasıl
birbiriyle zıt iki ayrı dünya görüşünü ve hayat tarzını ifade ediyorsa, bu
özelliklere sahip olan kişiler de, kendilerinde bu vasıflar ne kadar varsa o oranda
birbirlerine düşman… Zâlimde eziyet etme özelliği varsa, âlimde de Allah’tan
başkasından korkmama cesareti var. Zâlimde haksızlık yapma arzusu ne kadar
fazla ise, âlimde de zâlime karşı hakkı haykırma gücü o kadar ağır basar. Biri
olumsuz örnek, diğeri olumlu… Karşı karşıya gelmeleri, ateşle barutun birbirine
yaklaşması gibi bir şey. Biri fesadın diğeri salâhın timsâli. Biri şeytanın diğeri
Rahmân’ın askeri. Biri Allah’tan, O’nun azâbından korkmayan, diğeri kullar
içinde Allah korkusu en derin olan.
Tuğyanın temelinde zulüm yattığı için, tâğutlar en büyük zâlimlerdir. Şirk
de en büyük zulüm olduğuna göre tâğutların aynı zamanda müşrik olması,
âlimlerin de mücadelesinin bu iki karaktere karşı yoğunlaşmasını gerektiriyor.
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.367
Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler
tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı
364] 8/Enfâl, 25
365] İbn Mâce, Fiten 20
366] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349
367] 5/Mâide, 45
- 139 -
hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en
önemli ibadetlerdendir.
“Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.” 368
İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü âlimlerle
doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüşmüştü.
Tıpkı Abdurrahman b. el-İş’as ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin,
Haccac’ın tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına başkaldırmaları gibi.
Medine’nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefâ-i Raşidin’in yolundan
gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi
itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve
onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik’e biatı reddeden
Said bin Müseyyeb’e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said
bin Cübeyr, Haccac’ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda
vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. Yusuf el-Karadavi, bu destansı
mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.
Halife Mansur’un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak
için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid
edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur’dan
işkence ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi
üzerine ona da işkenceler yapıldı. İmam Şafii, dokuz arkadaşıyla birlikte
yakalandı, tüm arkadaşları öldürüldü, kendisi son anda kurtuldu. İmam Ahmed
bin Hanbel, zâlim yönetim tarafından falakaya yatırıldı ve kolları kırıldı. İbn
Teymiyye, İmam Serahsi, Şâtıbî yıllarını zindanlarda geçirdiler. Abdulkadir
Udeh (Avde) yüzyılımızın en büyük İslam ve Anayasa Hukukçularındandı;
darağacında can verdi. Seyyid Kutub’un tefsirini bunca etkili ve yaygın kılan
ilmî değerinden çok, kitabını kanıyla, canıyla imzalamasıydı. Bu büyük şehid
öyle diyordu: “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak;
fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmeleri şartıyla... Fikirlerinin,
kan ve canları karşılığında mânâlanması şartıyla... ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘Hak’
olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri
şartıyla...”
Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam
edilen çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne
getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said
Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan
368] İbn Mâce, Fiten 20
- 140 -
el-Bennâ, Mevdudi, Ali Şeriati, Muhammed Bâkır es-Sadr... (Tabii, özellikle 20.
Ve 21. Yüzyıl âlimlerini sayarken; âlim olup olmadığı ve hatta mü’min kabul
edilip edilmeyeceği konusunda ihtilafları bir tarafa bırakarak mazlum olma
özellikleriyle örnek verdiğimizi hatırlatalım.) Daha yakınlardan, günümüzden
örnekler verecek olursak; Mehmet Emin Akın, Kul Sadi Yüksel, Timurtaş
Uçar, Şahi-i Merdan Sarı, Ebu Hanzala, Alâaddin Palevi, Mustafa İslamoğlu,
Abdullah Büyük, Hüsnü Aktaş, Ebu Hanzala, Ahmet Topal, Alpaslan Kuytul,
Cihan Akman…
Âlim olmasalar da bazı âlimlerden daha fazla dâvetçi özelliği ile faâliyet
yapan, Ercüment Özkan, Yaşar Kaplan, Kadir Mısıroğlu, Selahattin Eş, Yılmaz
Yalçıner, Salih Mirzabeyoğlu, Hizbu’t Tahrir’in ön saflarında yer alanların
tümü; hemen aklıma gelen isimlerden. Tabii bunlar en azından düzenin
zindanlarında zulüm çekenler. Bir de zindan hayatı yaşamadığı halde, ondan
daha büyük zulüm çekenler var. Mehmet Pamak’ı ele alalım meselâ; hakkında
açılan dâvâ sayısı 60’ın üzerinde. 10 yılın üzerinde mahkûmiyet kararı. 2,5
sene yurtdışında sürgün (bize göre hicret). Bu satırları yazanın düzene göre
bazı suçlarının cezasının paraya çevrildiği, bazılarının çevrilmeyip mahkûm
olduğu ve defalarca ve uzun yıllar yurt dışında yaşamaya mecbur kaldığı hicret
günleri…
T.C.’nin Hapi s Karne si
Türkiye’de müslümanların cezaevi süreçleri Kemalist rejim kurulur
kurulmaz başladı. Rejim darağaçlarıyla, zindanlarla kendi yüzünü gösterdi.
Cumhuriyet ilan edilir edilmez İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemeler
darağaçları, sürgün ve hapislerle insanlara gözdağı verdi. Dünyanın neresinde
görülmüştür şapka giymemenin idamlık suç olduğu? Bu ülkede on binlerce
insan sırf şapka giymediği için hapse atılmakla yetinilmeyip idam edildi. İslâm
düşmanı rejim kanla, idamla, zorla kabul ettirildi. Atatürk’ün İslâm’la halkın
bağlarını koparmak için Kur’an’ın alfabesini değiştirip Kur’an harfleriyle
yazılan tüm kitapları yasaklaması, elif-be öğretimini bile hapislik suç saydı.
Köyde çocuklara Kur’an öğrenimi için altyapı olarak elif-be öğretmek, hocanın
sarığını başından alarak boynuna dolayıp köy meydanında sürüklemekle
başlayan işkencelere, yıllarca hapishanelerde çürümeye sebep olacak bir suç
sayılıyordu. Allah demenin bile yasak olduğu dönemler yaşandı.
Atatürk’ün başlatıp İnönü’nün sürdürdüğü ezan okurken bile Allahu ekber
demenin suç sayılmasını, bu yüzden nice kimsenin hapislerde çürümesini
kim ne ile izah edebilir? 1980’li yıllara kadar devam eden Arapça öğrenim
- 141 -
yasağını nereye koyalım? 2010’lara kadar devam eden başörtüsü yasağını
nasıl açıklayalım? Hâlâ sürdürülen tevhidin günlük hayata ve siyasal alanlara
yansımasının, devletin İslâm dışı uygulamalarına yapılan eleştirinin, putlara
karşı çıkmanın, Atatürk’ün heykeline yan bakmanın hapis cezasına sebep
kabul edildiğini Türkiye dışında yaşayan Müslümanlara anlatmak zor olduğu
kadar, Avrupalı Kâfirlere bile hayli zordur.
Avrupa’da, Amerika’da bile İslâm’ı anlattığı için bir imamın, vâizin veya
bir dâvetçinin hapse atıldığı duyulmuş bir olay değildir. Bu ülkede ise içeri
girmeyen meşhur âlim sayısı, girenlere oranla çok daha azdır. Rejim, istediği
âlimi el-Kaide örgütü üyesi veya şimdilerde daha çok IŞİD’çi diye içeri tıkar
veya uydurma başka bir gerekçe bulur. Bu satırların yazarı sadece “Atatürk’ün
cenaze namazının hangi camide kılındığını bilmiyorum” dediği için bir yıl
hapis cezasına çarptırıldı. 27 Mayıs 60’da, 12 Mart 71’de, 12 Eylül 80’de, 28 Şubat
97’de hapishaneler yeniden dolmuş, 20 kişilik koğuşlara 50 kişi yatırılmıştır.
Düzen, hapishanedekilerin âlimden mahrum kalmalarını istemediğinden olsa
gerek; bu mazlum mahkûmların önemli bir kısmını da âlimler teşkil ediyordu.
Bu tarihler, sıkıyönetimin tekrar yürürlüğe konulduğu günler olduğu gibi,
hapishanecilik ve zulüm tarihinin altın sayfalarıdır.
Câhiliye Düzeni ve Toplumu Demek ; Her Taraf Hapi shane
Demektir
İslâm’ın hayat veren ilkeleri uygulanmadığı için, tâğutların, velîsi
olduklarıyla birlikte, bu ülkeyi de nurdan zulumâta çıkardığı için yaşadığımız
topraklar açık hapishaneye dönüştü. İslâm dâvâsını yeterince bilmeyenlerin
bu olguyu görüp anlamalarını bekleyemeyiz. Ama Kur’an’ı, tevhidi, kulluğu,
İlâhî rızayı hayatının merkezine alan mü’minlerin, yaşadığı ülkeyi doğru
tanımlamaları şarttır. Bu ülke dâru’l-İslâm değilse, (ki olduğunu iddia etmek
İslâm’ı da, ülkeyi de hiç tanımamak demektir) adına ne denilirse denilsin bu
ismin “dâru’l-hapis” anlamını da içerdiği rahatlıkla söylenebilir. Hapis hayatı,
hürriyetlerin kısıtlanması demek olduğuna göre, Müslümanın Müslümanca
yaşama hakkının, sadece Allah’a kulluk yapma hürriyetinin verilmediği bu
ülkeye Türkiye Hapishane Cumhuriyeti denilebilir. Seçimler gardiyanlardan
gardiyan tercihi demektir. Ve halkın çoğu kendilerine hapishaneyi, hapis
hayatını sevdiren gardiyanları seçiyorsa devamlı hapiste kalmayı hak ediyor
demektir. Cezaevindekiler hayatlarından memnun; yeter ki, gardiyanları
değişmesin, diğer mahallenin gardiyanları başlarına geçmesin.
- 142 -
Âlimlere Yap ılan Esas Zulüm , Onlar ın Beyinlerine ve
Gönüllerine Müdâhaledir
Âtıf Hoca’ya acıyana acıyorum. Onun da kendine acıyanlara acıdığını
sanıyorum. Şehidler değildir acınacak; zâlimlerden korkup dinini ve âhiretini
satanlardır. İçeride yatan kimsenin, zindanda bedeni esir olsa bile vicdanı hür,
gönlü hür, kafası hürdür. Dışarıdaki insanın işgal edilmedik tarafı kalmamış,
kafası esir, vicdanı hapis hayatı yaşıyor, gönlüne de müebbet vermişler. Şehid,
ölümsüzleşmiş; zillet içinde hakla bâtılı karıştıran kişi ise, her an ölümü
yaşamakta, ölümü ve ölümden daha beter zilleti, zâlimlere esâreti, kulla
kulluğun sıkıntısını. Biri şehadetle ölümü öldürüyor; diğeri tâğutlara itaatle
canlı cenaze olmayı seçiyor, hayat süren leş oluyor.
Zulüm gören, mazlum âlim deyince sizin aklınıza ne tür görüntüler gelir,
bilmiyorum. Benimkine idam sehpalarında sallanan ve işkenceler altında inleyen
âlimler gelmez; esaret zinciri gibi kravatı boynunda, dili hakkı söyleyemeyecek
şekilde kapalı, zâlim devletin emrinde, kanunların güdümünde, hürriyetini
(belki cennetini) bir maaş karşılığı satmış, korkak ve düzen başta olmak üzere
bâtıllarla uzlaşmış köle ruhlu, başı fes üzerine sarıklı insanlar geliyor.
Zulüm Demek , Sadece Hapi s ve İşkence Demek Değildir
Câhiliyyenin adalet ve zulüm anlayışı, birçok çarpıklıklarla ve çifte standartlı
nifakla hastalıklı bir anlayıştır. Zulmü sadece fizikî bir yaptırım olarak ve hiç
sebep yokken yapılan bir haksızlık olarak değerlendiren câhiliyye, özellikle
müslüman müstaz’aflara inanç ve psikolojik zulümleri zulüm olarak kabul
bile etmez. Câhiliyye zihniyetine sahip olanlar, kendi içinde bulundukları
zulmün farkında bile değillerdir. Kendi kurtuluşları için çabalayan dâvetçilere
ise kendi haklarına saldırıyor ithamında bulundukları çokça görülür. Allah’a
şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu hiçmi hiç düşünüp kavramazlar.
Müslüman olduğunu iddia eden câhiliyye mensupları, müşrikçe inanç ve
yaşayışı, küfür ahlâkını (ahlâksızlığını) bir hak olarak görür, müslümanların
bunlara tavır almasını ise zulüm olarak değerlendirir.
Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve
benzeri fizikî yaptırımlar gelir. Dinimizde ve dilimizde bu kelimenin esas
anlamı: “Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden başka bir yere koymaktır.”
Yani, hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir.
Allah’ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak
zulümdür. Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşrû olan yerinden
- 143 -
başka bir yere koymaktır. Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma esasına dayanır.
Yolun üzerinde dosdoğru gitmemek de zulümdür. İslâmî ıstılahta; bir eşyayı
veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir.
Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmektir. Zulüm,
yerli yerine koymamak, sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak
anlamlarına da gelir. Zulmün dayandığı temel, “nur”dan yoksun olmaktır.
Aslında zulüm sözlükte, bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır.
Yukarıda geçen anlamların hepsinde de bu tanımın işaretlerini görmek
mümkündür.
Musîbet İstenme z; Gelir se Sabredilir
Müslümansanız, üstelik dâvâ adamıysanız, hele bir de zâlimlere hakkı
haykırıyorsanız bugün değilse bile yarın düzenin zulmüne muhatap olacaksınız
demektir. Hapislere düşeceğiniz kesin değilse de düşmeyeceğinizin de hiçbir
garantisi yoktur. Nasılsa tevhidden birazcık bahsedersen, “örgüt üyesi”
damgasıyla dosyan hazırlanacaktır. Düzen ve düzenbazlar, düzenin kurbanı
halk, hakkı söyleyip bâtıla tavır aldığınızda sizi hapishane ile korkutmayı pek
sever. Dâvâ adamı ölümden bile korkmaz, şehitliğe can atarken, hapishaneden
mi korkar hiç?
“Sizler Allah’ın, haklarında size hiçbir delil indirmemiş olduğu putları O’na
ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur
da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli
olmaya daha lâyıktır?”369
“...Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’minlerden iseniz, bilin ki,
Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.”370
Hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, bütün dünya bir araya gelip bütün
güçleriyle bize zarar vermek isteseler Allah istemedikçe zerre kadar zarar
veremezler.
“Eğer insanların tümü toplanıp sana zarar verme hususunda birleşseler ancak
Allah’ın senin aleyhinde yazdığı şeyden başka bir zarar veremezler.” 371
“Cihadın en faziletlisi, zâlim sultana/yöneticiye karşı hakkı söylemektir.”372
369] 6/En’âm, 81
370] 9/Tevbe, 13
371] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/293
372] Tirmizi, Fiten 13; Ebû Dâvud, Melâhim 17
- 144 -
“Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil
ki onun varlığı ile yokluğu birdir.” 373
İslâm dışı düzenler korku rejimidir, baskıcıdır, zorbadır. Bu rejimlerin
başındaki egemen güçler, etrafa korku ve dehşet salmaya, hakkını arayanları
sindirmeye ve insanları robot gibi tek tipleştirmeye, daha doğrusu kendilerine
kul/köle yapmaya çalışırlar. Bırakın eylemi, düşünmek bile yasaktır, düşüncesini
söylemek ve yazmak sadece rejimden yana olanların yapmasına izin verilen bir
lütuftur. İnsanlar öyle korkutulmuştur ki, her yerde devletin gözü kulağı var
zannedilir. Devlet, bilinçaltında dev’letilmiş, devleştirilmiştir. Devlet denince
öncelikle karakol, polis, askerlik, mecbûrî eğitim, vergi, mahkeme, suç-ceza,
hapishane... akla gelmektedir. Bu tür korku rejimlerinin kutsal kitapları
şu cümleyle başlar: “Yurtta sus, cihanda sus!” Nice insan, omuzlarındaki
kameraman ve yazıcıları düşünmez de konuştuklarının rejim tarafından
dinlendiğinden kuşkulanır. “Haram” pek önemli değildir sokaktaki vatandaş
için, ama “yasak!”, o başka. Hapis korkusu, nice insanda cehennem korkusunun
önüne geçmiştir. Ama gerçek mü’min, sadece Allah’ın kulu olduğunun
bilincindedir. Müşriklerin korktuğu korkunç insanlar, bostan korkuluğu gibi
gözükür müttakî mü’minin gözüne.
Si z Allah ’tan Korkma zken , Biz Si zin Zulümlerini zden hiç
Korkmay ız!
Örneklerden de anlaşıldığı gibi zulüm ve tuğyan, ister mü’min geçinsin,
ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin
yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç
taviz vermeden Allah’ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle
kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmaktan
çıkartılıp İslâmî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü
Allah’ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. “Kim Allah’ın indirdiği ile
hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” 374
“İnsanlar zâlimi ve zulmünü görüp de onu zulümden el çektirmezlerse Allah’ın
onların hepsinin başına bir ceza indirmesi çok yakındır.” 375
“Bir milletin âlimleri sustuğu vakit o millet uyumuştur. Âlimleri uyuyan bir
millet ölmüştür.” O halde ölmüş olan bir milletin de tıpkı bir “ba’su ba’de’l-
373] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349
374] 5/Mâide, 45
375] EbûDâvûd, Fiten: 1; Tirmizi
- 145 -
mevt” kalkışı gibi ihyası ve yeniden dirilişi için âlimin hakikati söylemesi
lazım. Âlim’in hakkı ketmetmemesi lazım.
Siya sî Otorite ve Yöneticinin Tuğyân ını Başkalar ına
Ula ştırma sı/Tâğut ’la şma sı
Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını
haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını
düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların
koydukları hükümleri kabul eder, Allah’ın hükmünü bırakır, tuğyankârların
hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibadet
etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur’an, bunlardan birinci
tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı
çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen
insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir
yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir.
Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi
zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş
aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.376 Böylece, tâğutun peşinden gidenler,
onu velî/dost edinmekle ona ibadet etmiş olurlar.377 Allah’a imandan önce
‘lâ/hayır’ silahıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun
koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah’a küfretmiş ve tâğuta
iman etmiş olurlar.378 Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur’an ayetleri
böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.379 Böylelikle, şirk toplumunun
üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile
yardımcılarıyla tâğuta ibadet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun
yerini alır veya karşısına geçer.
Zulüm , Herke si Kuşat ıyor , Tabii Âlimleri de …
Şirk en büyük zulüm olduğu için, şirk düzeni en büyük zulüm kaynağıdır.
Ve zulümlerinden hiçbir vatandaşını mahrum etmeyen düzen, âlimleri de
bu kaynaktan bol bol sulamaktadır. Hemen her konuda adâletsizlikleri ve
ayrımcılığı olsa da, âlimlere karşı ayrımcılık yapmayıp küfrün ve isyanın her
çeşidinden onları da besler. Âlim adayı da, diğer insanlar gibi, gözünü gayr-ı
376] 2/Bakara, 257
377] 5/Mâide, 60
378] 4/Nisâ, 60
379] 5/Mâide, 64
- 146 -
İslâmî bir toplumda açıyor. O da haramların câzibesine kapılacak şekilde
büyüyor. Herkes gibi o da Atatürkçü olacak şekilde yetiştirilmiş. O da okulda
Pazartesi ve Cuma günleri putperest âyinlerine katılma mecburiyetinde.
O da hakkı bâtıl, bâtılı hak diye öğreniyor. O da müşrik vatandaş yetiştiren
okul denilen tornadan çıkmış. O da ilim yerine filmle büyümüş. Ona da
düzen futbolu yücelterek sevdirmiş. O da sanatçı denilenleri tanımış, onların
şarkılarıyla büyümüş. O da uzlaşmacılığı, düzenle sürtüşmeden yaşamanın
faziletini öğrenmiş. Dini öğreten resmî kurumlarda Hak Dini yerine devlet dini
öğretilmiş. Atatürk’le, Amerika ile, tâğutlarla mücadele etmemenin dinî görev
olduğunu öğrenmiş. Laiklik ve demokrasiyi sevdirmişler. Din öğreten hocaları
da hakla bâtıl nasıl bulamaç haline getirilir, bâtıl hak yerine nasıl konulur, hak
nasıl gizlenir, bunları öğretmiş. Partilerden bir parti, zulümlerden bir zulüm
beğenmesi için düzen iknâ etmiş. Kanunların, anayasanın Kur’an hükümlerine
ters düşse bile tercih edilmesi gerektiğini benimsetmiş. Kısaca hakkı bâtıl, bâtılı
hak diye kabul ettirmeyi başarmış.
Böyle bir ortamda, sormak lâzım esas büyük zulüm Âtıf Hoca’ya yapılan
mıdır, bu günkü âlimlere uygulananlar mıdır? Âtıf Hoca, kendisine yapılan
zulüm neticesinde idam edilerek şehid oldu. Bugünkü âlimlerin kahir ekseriyeti
kendilerine öğretildiği şekilde hakkı ketmederek lânetlendi, devlet dinini
Allah’ın dinine tercih ederek dünyada zilleti, âhirette azâbı hak edecek şekilde
yetiştirildi. Hangisi daha büyük zulümdür. Şehid edilerek cennete gönderilmek
mi, âhirette hesabını veremeyeceği yanlış din anlayışını kabullenmiş ve topluma
mesaj diye emr-i bi’l-münker yapacak, tevhid gibi, şirk gibi, putperestlik gibi
konuları yok sayıp bunları gizleyen hoca şeklinde yetiştirilmek mi? Dünyaya
yönelik zulüm mü daha büyüktür, âhirete yönelik zulüm mü? Dünyası yok
edilmek mi büyüktür, âhireti yok edilmek mi? Allah’ın razı olduğu inanç ve
eylem uğruna hapis veya idam mı; yoksa Allah’ın lânetine muhatap olsa da,
dünyada rahat şekilde maaşını alıp yaşama karşılığında âhiretini satan mı?
İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük
ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları
ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe
en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden
korkulmaya lâyık tek zât O’dur. Bazı insanlardan korkmanın getireceği esâret
ve istibdat zehrinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu yerleştirmiştir.
Allah korkusu olmayan kimsenin başına on tane polis diksen, işini bilen insan
suç işlemenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bir de o polislere de ayrıca polis
gerekecek; rüşvet yemesinler, görevlerini kötüye kullanmasınlar diye, tabii o
polislere de başka polisler...
- 147 -
İmanlar, korku terazisiyle tartılmaktadır. Korkunu söyle, sana kim
olduğunu, kimi ilâhlaştırdığını söyleyeyim. Ya sadece Allah’tan korkup takvâ
zirvesine tırmanarak Allah katında en ekrem, yani ikram edilmeye en lâyık
yiğit bir Allah eri olmak; ya da ayaklar altında ezilinceye kadar sümüklü böcek
gibi yaşamak. İnsan özgürdür; bu iki yoldan birini seçebilir. Ama takvâ yolunu
seçerse, bilmelidir ki, bunun bedeli ucuz değil! Korku hissinin tevhidî bilinçle,
mü’mine has irâdeyle kontrol altında tutulması, şeytanın korku oklarının
fedâkârca savuşturulup karşı hücuma geçilmesi gerekecektir, hem de ömür
boyu.
Ey zâlimler! Vallahi sizlerin dünyayı sevdiğiniz kadar bizler Allah
yolunda ölmeyi seviyoruz. Ey zâlimler! Vallahi sizlerin rahatı sevdiğiniz
kadar bizler Allah yolunda cefa çekmeyi seviyoruz. Ey zâlimler! Bizleri neyle
tehdit ediyorsunuz? Bu uğurda ölmemiz şehâdet, sürgün edilmemiz seyahat,
zindanlara doldurulmamız halvettir. Ve bizler için iki güzellikten biri vardır;
ya şehâdet veya zafer. Ey zâlimler! Bizi iyi tanıyın, bizler Hasan El Bennâ’nın
öğrencileriyiz. Ve diyoruz ki; “Gayemiz Allah, önderimiz Rasûlullah,
anayasamız Kur’an, yolumuz cihad, en büyük arzumuz Allah yolunda şehid
olmaktır.” İbnTeymiye, “Hapishane Mektupları” adlı kitabında benzer şekilde
haykırır: Öldürülürsem bu benim için şehâdet, sürgün ederlerse bu benim için
hicret olur. Hapsederlerse hapishane bana mescid olur. Beni nereye sürerlerse
sürsünler ben her yerde yün veren koyun gibiyim!” Bunları dillendirmek sizin
yasalarınızda hapisle cezayı hak ediyorsa, buyrun biz oraları okula, Yusuf
medresesine çevirmeye hazırız. Biz hapisten korkmayız, siz bizim hapiste de
yapacaklarımızdan korkun. Biz cehennemden sakınırız. Sizin cehenneminiz
mi var ki sizden korkalım. Asıl siz cehennemden korkun. Zâlimler için yaşasın
cehennem!
Ey Allahım! Korktuklarımızdan bizi koru. Korkulardan emin kıl.
Korkaklıktan, Senden başkasından korkmaktan, Senin sevgini kaybetme
korkusundan başka, korkulacak şeylerden Sana sığınıyoruz. Bizi umduğumuz
güzel şeylere kavuştur. “Lâ havfun aleyhim velâ hum yahzenûn” (“Onlara korku
yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.”)380 dediklerinin sınıfına kat.
“Korkup susma! Susarsan sıra (hem burada, hem orada) sana da gelecek.
“Zincirlerin altınsa da hattâ koparıp kır; / Susmak ne demekmiş? Yere
haykır, göğe haykır!”
380] 46/Ahkaf, 13
- 148 -
15. HUTBE
İLIM, ANCAK AMEL ETMEK İÇIN ÖĞRENILMELIDIR
Âyet :
أْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ � اَتَ
“Siz, insanlara iyiliği emrediyor da, kendinizi unutuyor musunuz? Bir de
Kitap okuyorsunuz ha! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” 381
مَثلَُ الذَّ۪ينَ حُمِّلوُا التوَّْريٰةَ ثمَُّ لمَْ يحَْمِلوُهَا كمََثلَِ الحِْمَار يحَْمِلُ اسَْفَارًاۜ بئِْسَ مَثلَُ القَْوْم الذَّ۪ينَ
كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ لَ ا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
“Tevrat’la yükümlü tutulup da onun hakkını vermeyenlerin durumu, koca
koca kitaplar taşıyan merkebin durumuna benzer. Allah’ın âyetlerini yalan
sayan kavmin misali ne kötü! Allah zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz.” 382
Hadi s:
“Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!” 383
İslâm’da ilim, Allah’ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir.
Peygamberimiz, şöyle dualar ederdi:
“Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim
öğret, ilmimi artır.”384
“Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan
kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım.” 385
Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla
amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum
ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim,
bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği caiz görmediği
(sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.
381] 2/Bakara, 44
382] 62/Cum’a, 5
383] Tirmizî, Deavât 68
384] Tirmizî, Deavât 128
385] Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416
- 149 -
Hz. Peygamberimiz’e “ilim nedir?” diye sorulunca, “amelin kılavuzudur”386
buyurdu. Âlim, âmil olmadığı (öğrendiklerini hayatına uygulamadığı) zaman
onun ilmi vebal olabilir. “Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden
olacaktır.” 387
Fahreddin Râzi’ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan
kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin
durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. “Fi’lü’l-ulemâ, delîlü’l-cühelâ” sözünde
belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde
câhil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir. 388
“(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara
iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” 389
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız
şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir
şeydir.” 390
“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle
amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.”391
İmam Gazali; Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya
kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı
gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat
kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat
kendisi yanmaktan kurtulamaz. 392
Bir şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini,
insanlar “ona göre yaşasınlar” diye gönderdi; sözünü ve lafını etsinler diye değil.
Yine Gazali şöyle der: İlim olan yerde söz az olur; lafı uzatanı ilmi de azdır.393
Şimdi laf çok, kitap çok, konferans, seminer ve benzeri etkinlikler çok. Fakat
bu işler insanların davranışlarında bir değişiklik yapmıyor. İlim adamları(!)
ve bazı din adamları(!) sadece meslekî görevlerini yapıyorlar o kadar. İslâm’ı
tarihî bir olay konumundan, keramet masalları, hurâfeler ve tartışmalar
yığını gibi algılanmaktan kurtarmak şarttır. İslâm, Allah tarafından Kur’an’la
tamamlanmış, Rasûlullah’ca hayata geçirilmiş, ilke ve esasları belli olan Hak
386] F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296
387] Aliyyül Kari, Esraru’l-Menfûa, 364
388] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. 2/ 283
389] 2/Bakara, 44
390] 61/Saff, 2-3
391] 62/Cuma, 5
392] Gazali, İhya, c. 1, s. 82
393] Gazali, İhya, c. 1, s. 140
- 150 -
dindir. O dün olduğu gibi, bu gün için ve gelecek için de vardır. O şimdiki
hayatın, fert ve toplum hayatının içinde olmak için vardır. İslâm, duygulu şekilde
hatırlanacak nostaljik bir hâtıra değildir. Onu bir tarihî olay gibi algılayanlar,
gerçek ilimden nasibi olmayan ilim kalpazanlardır. 394
Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih
amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan
kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek
kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe
yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı
cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek
ve o yola koyulmaktır. O yüzden, ilim; satırlardaki değil, sadırlardaki (göğüslerdeki)
dir denilir. Senin hayatını düzenlemeyen, seni Hakk’a iletmeyen, üzerinde eseri
görülmeyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur. Bilginin papağan gibi hâfızı
ve hammalı olmak boşuna yorulmaktır. Ortalıkta bu kadar kitap ve araştırmacı
yokken, ortada hakiki ilmin özü ve şimdikinden daha güzel, daha müslümanca bir
hayat vardı. Sahabe-i Kiram, Kutlu Elçi’den aldığı ilim ve özellikle halleri ile, somut
ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve temsil ediyorlardı. Peygamber, canlı bir
Kur’an; O’nun ashabı da Küçük Muhammed’lerdi. Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve
o kadar da amelleri vardı. Sözleri az, fakat amelleri çoktu.
İnsan olarak bizim ilmimizin, bilme gücümüzün bir sınırı vardır. Çünkü
zaten vahyin dışındaki bilgi vasıtaları olan duyularımızın ve aklımızın gücü
sınırlıdır. Duyu organlarımızın ve aklımızın bizi yanılttığı durumlar da söz
konusudur. İnsanın bilgi bakımından bazen yanılabileceği, hoşlanıp sevdiği
bir şeyin aslında şer; hoşlanmadığı bir şeyin de gerçekte hayır olabileceği ifade
edilerek, “Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz.”395 şeklinde kesin hüküm verilir. İnsan,
bilgisinin sınırını idrâk ederek, kavrayamadığı gerçeklerin de bulunabileceğini
kabul etmelidir. Gerçek, sınırsız ve mutlak ilim sahibi sadece Allah’tır. Tüm
mahlûkat, O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, aklımız, organlarımız da maddî
ve manevî güçlerimiz de Yaratıcımızın verdiği kadardır. İnsan, ancak aklının
erdiği ve çalışması oranında bilir, daha ilerisini bilemez. Bu varlık âlemi içinde
insanın bildiği birkaç damla ise, bilmediği bir okyanustur. Hatta insanlar,
bildiklerini sandıkları konularda bile tam ve mutlak bir bilgi sahibi olamıyorlar.
Bilgiler eşyanın ve hadiselerin yüzeyinde kalıyor, iç yüzüne nüfuz etmek için
sarf edilen gayretlerin sonu acze varıp dayanıyor. 396
394] E. Sağıroğlu, a.g.e., s. 113
395] 2/Bakara, 216
396] E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51
- 151 -
İlim, aynı zamanda bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidayet, risâlet,
kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan
kaynaklanır. İlim, Allah’ın adıyla, O’nun izniyle ve O’nun rızasıyla, O’nun
verdiği imkânlarla, O’nun kitaplarını (Kur’an, evren ve insan) okumakla
gerçekleşir, açığa çıkar. İmam Şafii’ye atfedilen Vekıy isimli âlime hâfızadan,
ilim öğrenmedeki başarısızlıktan şiir diliyle şikâyet edildiği mısralarda geçtiği
üzere; “İlim nurdur; Allah’ın nûru da âsîlere verilmez.”
İlmi ve hikmeti Allah, her isteyene değil; dilediğine verir:
“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır
verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”397
Farklı anlamlar verilmekle beraber; derin ve yararlı bilgiye hikmet denir.
Bu ayetteki hikmet, Kur’an ilimleri demektir. Bilgisayarlar; ilim, hikmet,
nur özelliğindeki Allah’ın vehbî olan basiret ve ferâsetle ilgili bilgileri ve ona
giden yolları yok saymaktadır. Hikmeti, ferâset ve basireti, nuru bilgisayara
sığdıramazsınız; ancak gönül sarayının tahtına oturtabilirsiniz. Bülbül, altın
kafes ve vatanla ilgili ünlü atasözünü, konumuza adapte ederek şöyle diyebiliriz:
İlmi, altın bilgisayara/bilgisaraya koymuşlar; ah mü’minin gönlü! demiş.
Allah’la, hidâyetle, fıtratla bağını koparanlar, akılsız, kör ve sağır oldukları
için398 câhildirler. Zaten İslâm, câhilliği Allah’ı hakkıyla tanımayanların, hakkı
örten ve görmezden gelenlerin sıfatı olarak belirtir.399 Câhiliyye mensubu bu
câhiller hasta ruhludurlar.400 Fıtratlarına, evrene ve Rab’lerine ters düştükleri
için fesatçı/anarşisttirler401 Hayvandan da aşağıdırlar.402 Hayvanlar, yaratılışları
gereği insanlara hizmet edip faydalı olurken; bu câhiller sadece faydasız değil;
zararlı, müfsid, bulaşıcı mikrop taşıyan pisliklerdir.403 Kötülüğü emreden, iyiliği
yasaklayan,404 şeytanın askerliğini yapan,405 giderek şeytanlaşan406 kimselerdir.
Kur’an’da akıl ve derin düşünme yerinin kafa değil de kalp olarak
değerlendirilmesinin kalbin manevî duygu ve güzelliklerin, özellikle de iman
ve takvanın mahalli olması ve selîm aklın bunlarla irtibatı dolayısıyla olmalıdır.
Böyle bir aklın; imanla, takva ile, yani Allah’la bağı dolayısıyla câhillerin
397] 2/Bakara, 269
398] 2/Bakara, 18; 7/A’raf, 179
399] 7/A’raf, 138; 6/En’âm, 111
400] 2/Bakara, 10
401] 2/Bakara, 12
402] 7/A’râf, 179
403] 9/Tevbe, 28
404] 9/Tevbe, 67
405] 58/Mücâdele, 19
406] 6/En’âm, 112
- 152 -
(kâfirlerin) basit çıkarlarından başka şeylere çalışmayan akıllarından farklı
olacağı doğaldır. O yüzden Kur’an onlar için akletmeyen, aklını kullanmayan
vasıflarını kullanır. 407
Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan,
meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını
kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması
gereken araçların başında ilim gelir. Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta
olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın
gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet/kulluk etmektir. O’nu tanımak
ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla
Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla
tanır ve bilir. Gayb hakkında tek bilgi kaynağı vahiydir. Vahiy, sadece
gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi,
yaratıcısı ve eğiticisinin, her şeyi bilen Zat’ın haber verdiği her konu için
kesin bilgi kaynağımızdır.
“Allah, her şeyi en iyi bilendir.”408
İster fıtrî imkânlarla elde edilen bilgi, isterse hidayet bilgisi olsun, ilim
elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına boyun
eğmek; böylece evrenle ve fıtratıyla uyum içinde olmaktır. Böylece evrenin
de, insanın da terbiye edeni, eğiteni aynı rab olduğundan kâinattan âdil ve
dengeli şekilde yararlanacak, diğer insanların ve tüm varlıkların aleyhine ve
haksız olarak bilgi gücünü kullanmayacaktır. Meleklerin endişe ettiği fesatçı
ve kan dökücü vasıflarını bastıracak veya buna sebep olacak özelliklerini hayra
yönlendirecektir.
Câhiliyye toplumlarında vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi
ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim,
câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Cehâlete (küfre) bilim
maskesi takılmış, câhile âlim makyajı yapılmış, okullar ve kitaplarla modern
hurâfeler sahnelenmiştir. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı, bilime karıştırmak
istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir arada
barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir. Tabii, bu sentez, gerçek ilme giden
yolu tıkadığı gibi, hakla bâtılın karışmasına yol açmaktadır. İlmin hidayete
vesile, nur ve rahmet özelliğinden soyutlanıp Bel’amlığa zemin oluşturmaya
giden yoldur bu.
407] 7/A’râf, 179
408] 8/Enfâl, 73
- 153 -
Vahyi dışlayan bilim, Firavunlar adına beşeriyete âmentüler yazdırıp iman
ettirmeye gayret eden soysuz bir dindir. Bunu batı bilimcileri de itiraf ediyor.
Ernest Renan şöyle diyor: “Bilim bir dindir; bundan sonra âmentüleri, yalnız
bilim yazacaktır. İnsanın, yaratılışı icabı çözümlerini ille ve ille istediği ebedî
meseleleri yalnız bilim çözebilir.” 409
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına;
kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi
reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta,
bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar.
Mü’minler için Allah’ın kitabında ve Rasûlü’nün sünnetinde kat’i olarak
yer alan her haber (vahiy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları, bu
vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahiy, kesin bilgi kaynağımızdır.
Akletmek, gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri,
gerçek âlimlerdir.
“Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası
akletmez.”410
Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın
verdiği aklı, Allah’ın ihsânı olan fıtratları doğrultusunda kullanmayanlar,
kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış
olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir.
“Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar.” 411
“ Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz
hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” 412
“Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini
mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”413
“Allah, bilmeyenleri işte böyle mühürler.” 414
Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okunup güzel isim konmakla
çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Ta’lime yani öğretmeye
başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa İlk
öğretilecek şey imandır:
409] Bilimin Geleceği, E. Renan, Terc. Ziya İhsan, c. 1, s. 134, Ank, 1965
410] 29/Ankebût, 43
411] 43/Zuhruf, 20
412] 53/Necm, 28
413] 45/Câsiye, 23
414] 30/Rûm, 59
- 154 -
“Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun.”415 Rasûlullah’ın
ashâbından Cündüb İbn Abdillah (r.a.) anlatıyor:
“Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik.
Kur’an’ı öğrenmezden önce imanı öğrenirdik. Sonra da Kur’an’ı öğrendik. Kur’an
sâyesinde imanımız daha da arttı.” 416
Çocuğun eğitiminde çok önemli yeri olan namaza başlama yaşı da temyiz
yaşıdır.
“Çocuk sağını solundan ayırmasını bildimi ona namazı emredin.”417 Bu
hadisten anlaşıldığına göre namaz ve benzeri İlâhî emirleri, kendilerine
tümüyle farz olmadan daha küçük yaşta emretmek ve onu alıştırmak gerekir.
Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’in öğretileri doğrultusunda
Allah’ı ve kendini tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek
yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak, Kur’an ahlâkıyla
yaşamaktır. Eğitim ve öğretim faaliyeti; Vahiy başta olmak üzere faydalı ilmin,
insana ideal ölçüler içerisinde mal edilmesi, ilmin özümsenip hazmedilmesidir.
Özümsemek, içselleştirmek, varsa posalarını ayıklayıp atmak ise, ancak fıtratla
uyum içinde olan hidayetle mümkün olacaktır.
Kısaca; İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla
tek öğretici her şeyi bilen Allah’tır. O’nun öğrettikleri dışında kimsenin bilgisi
yoktur. Eğitimi peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramıyla karşılaşırız.
Tebliğde öğretim ve eğitim iç içedir. Peygamberimiz aynı zamanda öğretmen olarak
gönderilmiştir. Peygamberlerin miras olarak bıraktıkları ilmi, âlimler o muallimin
örnekliğinde diğer insanlara ulaştırmakla yükümlüdürler. İlim, ma’lum olanın
olduğu hal üzere bilinmesidir. Yanlış ma’lûmâta ilim denilmez. Ebû Cehil’e câhillerin
atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi
değil; yanlış bilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de ilim; en sık kullanılan anlamıyla ilâhî
vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim Allah’tan olduğuna
göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla
birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah’a kalpten gelen saygı ve huşû
duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar. Âlim,
ilimle donanmış, takva sahibi mücahid kimsedir. Allah’ın verdiği ilmi (vahyi)
kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû
Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
415] Abdürrezzak, Musannef IV/334
416] Kütüb-i Sitte, Akçağ Y. 16/490
417] Ebû Dâvud, Salât 26
- 155 -
İlim, bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risâlet, kitap, hikmet,
basiret, ferâset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan kaynaklanır. Allah’ın,
kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün
olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının
gerçekleşmesi için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.
Vahiy, gayb alanında tek bilgi aracı olduğu gibi, içerdiği her konu hakkında da
temel bilgi kaynağıdır. İlim elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir
ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratla uyum içinde olmaktır.
Vahyi ilim kaynaklarından kabul etmedikleri için bilim, câhiliyye düzenlerinde
bir put haline dönüşmüş, cehalete de bilim maskesi takılmıştır. Doğar doğmaz
kulaklarına ezan ve kaamet okuyup güzel isim koymakla çocuğun dünyadaki
eğitimi fiilen başlamış olur. Öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya
başladığı ilk zamandır. Çocuğa ilk öğretilecek şey, iman ve tevhiddir. Eğitimin
amacı; Fıtrata ters düşmeden Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve
kendini tanıyıp yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak ve Kur’an
ahlâkıyla yaşamaktır.
“Hatırla ki, Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi.
Onlar: ‘Biz hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat
çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da
onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi. Allah Âdem’e bütün isimleri
öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz,
şunların isimlerini bana bildirin’ dedi. Melekler: ‘Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan
tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz
alîm ve hakîm olan ancak sensin’ dediler.” 418
İnsan öyle bir varlıktır ki, melekler bile insanın tüm sırlarını çözemez,
insanın sadece bazı belirli yönlerini tanıyabilirler. Sadece yaratıcısı, ondaki
sırlardan tümüyle haberdardır.
“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden
haberdardır.”419
Melekler insanla ilgili sayfanın sadece bir tarafını görüp okumuşlardı.
Diğer yönlerinden haberleri yoktu. Bildikleri yanlış değil; doğruydu. Doğruydu
ama eksikti. Allah, onların göremediğini görüyor; “sizin bilemeyeceğinizi ben
bilirim” diyordu. Allah’la melekler arasındaki konuşmada, insanın psikolojik
yapısında iki manevî çekirdeğin tesbitini görüyoruz: Bunlardan ilki, halifelik;
418] 2/Bakara, 30-32
419] 67/Mülk, 14
- 156 -
Allah’ın eğitmesi sayesinde meleklere bile üstünlük. Diğeri ise ifsat ve kan
dökme eğilimi; Rabbin talimatları doğrultusunda eğitilmezse bozgunculuğa
meyletmesi.
İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek
öğretici Allah’tır. O’nun öğrettiklerinin dışında kimsenin bilgisi yoktur. Hz. Âdem’e
Allah tarafından eşya ile ilgili bilgiler verilir. Âdemoğluna da ilim için potansiyel
fıtrat, hilafet ve güzel yaratılış vermiş, dolayısıyla tüm insanlığın eğitimini Allah
üstlenmiştir. Onlara ilim ve terbiye ile sürekli rablik yapmış, insanlardan da rab
olarak sadece kendisini kabul etmelerini istemiştir. Tüm âlemlerin olduğu gibi, tabii ki
insanların da terbiyesini, eğitimini üzerine almış, Rabliğini kesintisiz sürdürmüştür.
İnsanları İslâm fıtratı üzere yarattığı, ilim elde etme araçları olan duyu organları ve
akledecek kalp verdiği gibi; gerçek ve örnek öğretmenleri, esas öğrenilmesi gereken
vahyi öğretmek için göndermiştir:
“Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size
Kitab’ı ve hikmeti ta’lim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik.” 420
Eğitimi, peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramı karşımıza
çıkar. Böylece öğretim de eğitimin içine girmektedir. Tebliğ, hem eğitimi ve
hem de öğretimi içine alır.
Rasûlullah, bir gün mescidde iki halka görür: Birindekiler zikir ve ibadetle
meşguller; ötekiler ilmî meseleler müzakere ediyorlar. İbadet halkası için:
“Bunlar, Kur’an okuyorlar ve Allah’a duada bulunuyorlar, Allah’ın rızasını
talep ediyorlar. Dua ve arzularını Allah dilerse kabul eder ve verir, dilerse vermez.
Öbür halkadakilere gelince, onlar fıkıh ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyenlere
de öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür. Ben de zaten bir muallim olarak
gönderildim.” 421
Ta’lim mesleğinin en üstün görev olduğunu ve bir nevi peygamberlik mesleği
olduğu şu hadisle de te’yid edilir:
“Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak para pul
bırakmazlar; ilim bırakırlar.” 422
Eğitime başlama yaşı konusunda farklı tavırlar söz konusudur. Temyiz yaşı,
altı yaş, dört yaş, çocuğun konuşmaya başlama aşaması... Pedagoji tarihinden
günümüze yaklaştıkça araştırmalar, sıfır yaşa kadar gelmiştir. Bazı çağdaş İslâm
eğitimcileri de, irsiyet ve tohum-tarla ilişkisi ile çocuk eğitiminin eş seçimi ile
420] 2/Bakara, 151
421] Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 1/428
422] Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 1/428
- 157 -
başlaması gerektiğini ileri sürerler. Biz, daha ileri (daha gerilere) giderek, A’râf
sûresinde ifade edilen elest bezmiyle ilgili ayetten yola çıkarak ilâhî, Rabbânî
eğitimin insanın dünyaya gelmesinden sonra da değil; yaratılmadan önce,
ruhlar âleminde başladığını iddia edebiliriz.
“Kıyâmet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin
Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine
şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da,) Evet (buna)
şâhit olduk, dediler.”423
Bu ayette açıklanan soru-cevabın mecaz değil de, gerçek anlamda olduğunu
kabul ettiğimizde, Âdemoğlunun daha ruhlar âleminde iken, Rabbini tanıma
eğitimi gerçekleşmiş olmalıdır ki, ilâhî soruya verdiği cevapla Allah’ı rab olarak
kabul etmesinin arka planı tamamlanabilsin. Rableri, ruhları eğitmemiş olsa,
onların rablerinı nasıl tanıdıkları sorusuna cevap verilemez.
Yukarıdaki misak’ın istiâre yoluyla teşbih olduğu, dolayısıyla mecazî anlam
taşıdığı söylenebilir. Ama, bu insan eğitimin Rab tarafından başlama tarihi
konusunu pek etkilemez. Eğitimin tüm insanlara, babaları Hz. Âdem’in
şahsında daha cennette iken başladığı açıktır. Ayrıca Rahman suresinde,
Allah’ın öğretmesinin insanın yaratılışına önceliklenmesi, ta’limin
yaratılmadan önce ifade edilmesi dikkat çekicidir:
“Rahmân. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (açıklamayı) ta’lim etti.”424
Zaten tüm esmâü’l-hüsnâ için olduğu gibi Rab ismi için de sınır tesbiti, belirli
süreye tahsisi doğru değildir. Yani, eğitim anlamını da kuşatan Allah’ın Rab isminin
tecellisi, insan için belirli bir zamanda yoktu; sonradan ortaya çıktı denilemez.
Tüm eşyanın ismini öğreten, eşyadan yararlanma bilgisi ve halifelik yeteneği
veren Allah olduğu gibi;425 Cennette bir ağaca yaklaşmayı yasaklayarak insanı
irade eğitiminden geçiren de Allah’tır.426 Peygamberler aracılığıyla insanı
vahiyle eğiten ve hidayet bilgisi veren de O’dur.427 Şükretmesi için fıtrî imkânlar,
duyu organları ve akıl veren Allah’tır.428 Bilmediklerini öğreterek varlıklardan
yararlanma bilgisi veren de yine Rableridir.429 Kur’an’ı ve beyanı öğreten de
Allah’tır.430
423] 7/A’râf, 172
424] 55/ Rahmân, 1-4
425] 2/Bakara, 31
426] 2/Bakara, 35
427] 2/Bakara, 151
428] 16/Nahl, 78
429] 96/Alak, 5
430] 55/Rahmân, 2, 4
- 158 -
İlim veren, verdiği ilmi arttıran, bizden ilmimizi arttırması için dua etmemizi
isteyen de O’dur:“Rabbim, ilmimi arttır, de.” 431
İlmin Allah tarafından verildiği vurgulanır: “Kendilerine ilim verilenlerin
üstün dereceleri vardır.”432
Hadis-i şerifte de bu konu şöyle ifade edilir: “Allah, kim için hayır dilerse, onu
dinde fakîh (derin anlayışlı, hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar.”433
Melekler ve insanlar ilmin kaynağının Allah olduğunu itiraf etmek
zorundadırlar: “Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur.” 434
İlmin, vahiyle, Allah’ın öğretmesiyle ilgisi bakımından Peygamberimiz’in
ümmîliği435 dikkat çekicidir. Rasûlullah’ın Kur’an’da geçen ümmî vasfı,
okuma yazma bilmeyen karşılığında kullanılmıştır. Allah’ın O’nu ümmî diye
vasıflandırdığı halde Efendimiz’in ilmin bütün kemâlâtına sahip olması, ilmin
vahiyle, dolayısıyla Allah’la irtibatı konusunda önemlidir. Yine, eğitimin ilâhî
boyutuyla ilgili olarak, meleklerin insanlara öğretmeleri436 Allah tarafından
ilim öğretilen kul437 konuları da zikredilebilir.
Peki, ilim nedir? Kur’an’ın ilim anlayışı nasıldır? Şimdi bu sorulara cevap
bulmaya çalışalım. İslâm âlimlerinin tanımına göre ilim: Bir şeyin hakikatini
idrak etmek ve ma’lum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir. Bu anlayışa
göre, yanlış ma’lûmâta ilim (bilgi) denilemez. Ebû Cehil’e, câhillerin
atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç
bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Dünya ve âhirette faydası dokunmayacak
bilgi kırıntıları, mâlûmât yığınlarına sahip olmasına rağmen, esas bilinmesi
gerekenleri bilmemesidir. Ve Ebû Cehil, tarihî bir kişilik olmaktan öte; her
zaman görülen prototiptir.
“Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır.”438
“İlim ancak Allah katındadır.”439
Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden
kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna
431] 20/Tâhâ, 114
432] 58/Mücâdele, 11
433] Buhârî, İlim 10
434] 2/Bakara, 32
435] 7/A’raf, 157, 158
436] 2/Bakara, 102
437] 18/Kehf, 66
438] 6/En’am, 80
439] 46/Ahkaf, 23; 67/Mülk, 26
- 159 -
göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır.
İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah’a kalpten gelen
saygı ve ihtiram duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de
âlim sayılmazlar: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”
440 Gerçek âlim, takvayı ve cihadı da ihmal etmeyen kimsedir. İlim, imanı
gerektirir. Salih amel sahibi ve tabii cihad etmeyene âlim denilmez. Dolayısıyla
âlim, ilimle mücehhez, Allah’tan haşyet duyan takva sahibi mücahid
kimsedir.
Yine Kur’an bütünlüğünde değerlendirildiğinde âlim, insanlara Allah’ın
emirlerini duyurur ve O’ndan başka kimseden korkmaz.441 Bildiği doğruları
ve hidayet yolunu ketm etmez/gizlemez.442 İlmini az bir paha karşılığında
satmaz.443 Bilir ki dünyadaki refah, âhiret nimetleri yanında az bir paha, çok az
bir menfaattir.444 İlmini önce kendi hayatına geçirir, yaşar; bildiğiyle amel eder,
kafalarındaki ilimle amel etmeyenlerin durumunun kitap taşıyan merkebin
durumu gibi olduğunu445 unutmaz. Zâlim yöneticilere hak kelimeyi (tevhidi,
adaleti) söylemenin en büyük cihad olduğunu446 bilerek ona uygun yürekli tavır
takınır. Kâfirlerin tâğut yolunun savaşçısı olduğunu; iman edenlerin de Allah
yolunda savaşçı olma seçeneğinden başka tercihi olamayacağını447 bilen diliyle
ve kalemiyle savaşçı kimliktir âlimlik.
Peygamberlerin mirasçısı, ilmin sorumluluğunu taşıyan ve ümmete hak
yolu gösteren, öncülük ve önderlik yapandır âlim. Câhillikten ve câhiliyyeden
arınmış, onu tanıyan ama fikirde ve tavırda ondan uzak olan, tâğutlara boyun
eğmeyen, Bel’am tipine benzemeyen kişidir âlim. Âlim kelimesinin, burada
Kur’an terminolojisindeki özel anlamıyla kullanıldığı akıldan çıkarılmamalıdır.
Yine burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate
ayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen
anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate
dayanan ilâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi (vahyi) kabullenmeyen
insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil;
böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
440] 35/Fâtır, 28
441] 33/Ahzâb, 39
442] 2/Bakara, 159
443] 2/Bakara, 174
444] 3/Âl-i İmran, 197
445] 62/Cum’a, 5
446] İbn Mâce, Fiten 20
447] 4/Nisâ, 76
- 160 -
İlmi Gizlemek
Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar?
Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir?
Kur’an-ı Kerim’de bu konuda yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde,
hükmü müslümanları da kapsayan bazı ayetler vardır.
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten
sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet
edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği
açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve
çokça merhamet edenim.” 448
“Allah’ın indirdiği kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok
mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir.
Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır.
Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı,
mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar
dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır.
(Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir
anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” 449
Ayet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah’ın ayetlerini
gizleyen ve şer’î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü ayetin ifade
tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam
ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı
sertlikle ifade eder:
“Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten
bir gem vurulacaktır.” 450
Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre’nin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: “Eğer Allah’ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiçbir
hadis rivayet etmezdim.” Ebû Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti
okudu. 451
“Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem
değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun
üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor
448] 2/Bakara, 159-160
449] 2/Bakara, 174-176
450] İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2787
451] Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît I/454
- 161 -
ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla
emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim
de, onu kendim işlerdim’ der.” 452
Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından
“Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir.”453 ilâhî emrine muhatap
olan peygamberin izindedir.
“Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve
O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter.” 454
Kur’an’ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid
ve amelî tevhid’dir. Allah Rasûlü, bu iki tevhidi sağlamak için gönderilmiş,
diğer peygamberlerin daveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saadet,
manevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı
ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah’ı bilmek; sâlih amel de
Allah’ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin
haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah’a
kulluk ve Rasûlü’ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.
Bize düşen, müslümanlığı gaye edinmek ve onu hayatın mihveri saymaktır.
Artık bize gereken, Rasûl’ün dünyaya bıraktığı “mîras” ile kalbimizi diri
tutmak, böylece fikrimize ve hayat yolumuza aydınlık ufuklar açmaktır.
Üzerimize borç olan, fikrimizi ve ilmimizi Allah’ın nimeti kabul etmenin
gereği olarak Allah yolunda kullanıp O’na fiilî şükrümüzü yerine getirmek,
kulluğumuzu kanıtlamak. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder,
kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim
edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. İnsanın övünçle, aldatıcı bir güvenle
taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten ve tehlikeli
ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve
intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin
hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkiyadırlar;
hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil
bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine
su taşımaktadırlar.455 Bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi
canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar.
452] S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)
453] 5/Mâide, 67
454] 33/Ahzâb, 39
455] İzmir’li İsmail Hakkı, (H. B. Çantay, K. K. Mealinden naklen, 3/1231)
- 162 -
16. HUTBE
ALÂK SÛRESI IŞI ĞINDA HAYATIN ALLAH İÇIN OLMASI -1-
Ayet :
أ وَرَبُّكَ الْ اكَْرَمُۙ اَلذَّ۪ي عَلمََّ بِالْقَلَمِۙ عَلمََّ ? أ بِاسْمِ رَبِّكَ الذَّ۪ي خَلَقَۚ خَلَقَ الْ اِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ اقِْرَ ? اقِْرَ
الْ اِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ
“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı alâktan (aşılanmış
yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden)
yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu
olmayan Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de
ancak O öğretti.” 456
Hayatın Allah için olması demek, tüm yaşayışımızı Allah’ı râzı edecek şekilde
tanzim etmek demektir. Adama bilinci demektir; dâvâ adamına özgü yaşamak,
dâvetçi/tebliğci olmak, lillâh (Allah için) ve fillâh (Allah yolunda) yaşamak
demektir. Her durumda, her oturumda, her konumda, her işte, her zamanda
ve her yerde Allah’ı akıldan çıkarmamak, her yaptığı işle Allah arasında bağ ve
bağlantı kurmaktır.
İnsanların yaratılış gayelerinin Allah’a kulluk, yani Allah için yaşamaları
olduğunu belirten Kur’an,457 baştan sona hayatın nasıl Allah için olabileceği
sorusunun cevabını vermektedir. Örnek olarak nüzul yönüyle ilk âyetleri
verebiliriz. İlk inen sûre olan Alâk sûresinde hayatın nasıl inşâ edilip Allah’a
tahsis edilebileceğiyle ilgili önemli veriler görebiliriz. Şöyle ki;
1- Yüce Yaratıcı’yı gereği gibi idrâk etmek ve her şeyin tek gerçek sahibi
olarak hayatın merkezine oturtmak (kulluk bilinci), Allah’ın insanı zaaftan
kuvvete çevirmesindeki hikmetin beyanı ve diğer mahlûkattan ayırt edilmesi
için ona “oku” diye emrettiğini unutmamak gerekir. Öncelikle okumalıyız. Her
işe ve özellikle okumaya besmele çekerek başlamalıyız.458
2- Okuyacağız; Neyi?: İnsan, kâinat ve vahy adlı kitapları; birbirleriyle
tefsir ederek. Nasıl?: Bi’smi Rabbike: Rabbinin ismi ve izniyle. Tâğutlardan
değil, O’ndan izin alarak, O’nun ismini anarak, O’nun yardımını isteyerek,
456] 96/Alak, 1-5
457] 51/Zâriyât, 56
458] 96/Alâk Sûresi, 1. âyet
- 163 -
O’nun istediklerine uymak için. Besmele ile: Aynı zamanda: “İsim” kelimesi;
ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi harf-i cerri ile de- (b’ismi) yüceltmek,
yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında “semâ”
kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden, “bismillâh”ın veya “bismi
Rabbike”nin anlamı, “Allah’ı (Rabbini) yücelterek” şeklinde de anlaşılabilir. 459
3- Okumak; O’nun ismi ile, O’nun izin verdiklerini, O’nun rızâsını kazanmak
için. Öncelikle Kur’an’ı hayatın kitabı olarak algılayarak, anlamak ve yaşamak
maksadıyla okumak ve toplumu mânevî-ahlâkî ilkeler doğrultusunda Kur’an’a
çağırmak; aynı zamanda bu konuda gereken organizasyonların yapılması
(vahyin zihnî ve sosyal inşâsı) dâvâ adamı mü’minlerin görevidir. 460
4- Okumanın ve ilmin ilk temeli Allah’ı tanımaktır. Bu, İslâm’ın ilk temeli
olduğu gibi, ilmin de esasıdır. İlmin esas kaynağı vahiydir. Kur’anî mesajın
«Oku» emriyle başlaması, vahyin ve İslâm’ın okumaya ve ilme verdiği önemi en
güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Ayrıca bilimin ve dünya nimetlerinin insanı
hak yoldan ve Allah’a tam anlamıyla bir kul olmaktan alıkoyması muhtemel
olduğu için, bunun ancak Allah’a ibâdet ile tamamlanacağı ve ilim ile ibâdetin
birbirlerinden ayrılmaz unsurlar olduğu da sûrenin ilk ve son âyetleri arasındaki
insicâmdan anlaşılmaktadır.461
5- “Oku” emri önemli bir emir. Her hayrı içeren kapsamlı bir ifade. İmandan
da ibâdetlerden de önce okumamız gerekiyor. Çünkü ilim, imandan da
ibâdetlerden de önce gelir. Kişi, bilmeden neye nasıl inanacak ve ibâdetini nasıl
yerine getirecektir? Kâfirlerden ayrışmamız daha ilk âyetin ilk kelimesinden
sonra ortaya çıkıyor: “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile).” Kâfirler,
müşrikler de okurlar. Ama farkımız biz Allah’ı hatırlayarak O’nun ismiyle ve
O’nun izniyle okuruz. Allah’a yaklaşmak için okuruz. Onlarsa öyle bir ihtiyaç
hissetmezler. Sadece kendileri besmelesiz değildir; eğittiklerini de besmelesiz
yapmaya çalışmakta, besmeleyi meclislerinde, mahkemelerinde, okullarında
yasaklamaktadırlar. Onların besmelesi tâğutun adıyladır. İlk âyette kâfirler ve
müşriklerle, müslümanlar arasında besmele simgesiyle bir ayrışma istendiği
sezilmekte, sûrenin devamında bu berâet/ayrışma pekiştirilmekte, son âyette
zirveye çıkarılarak onlara itaat yasaklanmakta ve isyan emredilmektedir. 462
6- Yalnız başına “Oku” hitabı değilse bile; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
emri, mü’minlerle kâfirler arasında bir ayrışma sağlıyor. Mü’min-kâfir ayrılıyor,
459] 1. Âyet
460] 1. Âyet
461] 1. âyet
462] 1. âyet
- 164 -
saflar netleşiyor. Demek diğer insanlar da okuyor; ama Kur’an’ı değil, Allah’ın;
vahiy başta olmak üzere okunmasını istediğini istediği gibi okumayı değil;
şeytan vahiylerini, parayı, faydasız bilgileri, televizyon kanallarını, eğlenceyi
okuyorlar, insanların canına okuyorlar; gecenin son üçte birinde değil, ilk
üçte birinde okuyorlar. İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki okuma açısından
da fark… Önemli olan okumak değil; Allah’ın râzı olacağı şeyleri, O’nun râzı
olacağı gibi okumaktır 463
7- İlk inen âyette Allah’ın “Rab” isminin vurgulanması, O’nun yarattığı
kullarını eğitip yetiştirdiği, ihtiyaçları olan her ne ise onları ihsan ettiğini
değerlendirmemiz gerekmektedir. Nice sıfatlarından “yaratma” sıfatının
zikredilmesi de; ancak yaratmaya kadir olanın Rab olabileceğini ve kendi
yaratılmamızdan başlayarak tefekkür etmemizi işaretle vurguluyor. 464
8- “Alâk’tan, Aşılanmış, Asılı, Yapışkan Bir Hücreden Yaratılmak”: İslâmî
hareketin de ilk aşamada dışarıdan kimsenin fark etmedediği güvenli bir yere
yapışması, oraya sağlamca tutunması ve belirli bir büyümeye ulaşıncaya kadar
o gizliliği sürdürmesine işaret kabul edebiliriz. Hücre faaliyetine benzer cemaat
çalışması, dâru’l-erkam gayreti… Üç karanlıkla örtülü, dıştan gelecek olumsuz
etkilere karşı korunaklı bir yer. Kendisi gibi olanlarla neticeye ulaşmak için,
hayırda yarış içinde olması, Aynen 300 milyon spermin yumurtayı döllemek
için şampiyonluk yarışı gibi. Toprak altındaki tohum gibi… Bir buğday
başağını düşünelim: Evimize ekmek olarak gelip bize enerji vermesi için
hangi aşamalardan geçmiştir? Bir tohumun toprağa düşmesi, yere gömülmesi,
çiğnenmesi, karanlık yer altı zindanlarında uzunca çile çekmesi... Yarılıp/
yaralanıp ikiye bölünmesi, ölmesi lâzımdır; ölme yok olma değil; daha güzel
bir hayata dirilme olduğundan değişmesi, başak olması gerekir. Sonra küçücük
buğday başağı, yumuşacık taze bir ot şeklinde olmasına rağmen sert toprağı
deler, zindan hayatı biter ve yeryüzüne çıkar. O yumuşak cüssesi ile soğuğa,
yakıcı sıcağa, şiddetli rüzgârlara ve daha nice zorluklara göğüs gerer. Eğilse de
direnir, kırılmaz. Yazın kavurucu sıcağında olgunlaşır, artık bir buğday gitmiş,
yerine 70’den 700’e kadar çoğalan buğday başağı olmuştur. Bu aşamalardan
geçen buğday dânesi, bir ölür, yüz dirilir.465 Şehidler de başak gibidir, bir
ölür, bin dirilir. Canlı şehid kabul edebileceğimiz tevhid ve şehâdet erleri de
ölümden korkmadığını gösteren çabalarla Allah yolunda ölmeyi göze alarak
aynı berekete sebep olurlar. 466
463] 1. âyet
464] 1. âyet
465] 48/Fetih, 29
466] 2. âyet
- 165 -
9- Alâk kelimesinin bir anlamı da alâka, ilgi, sevgi. İslâmî faâliyetlerde gayret
ve çabanın, sevginin yeri çok önemlidir. İslâmî çalışmanın da anası sevgidir.
Sevgi ananın enerjisinden, sütünden beslenir. Sevgiyle, dayanışmayla büyür. O
sevginin, alâkanın, ilginin çocuğudur. 467
10- İnsanın ana rahminde asalak misali çok küçük canlı olarak spermadan,
yapışkan hücreden yaratıldığına dikkat çekiliyor. Oku emrinden sonra gelen
insanın alaktan yaratıldığını belirten bu ifadeler, okumaya insanın yaratılışını
araştırarak başlanması ve insan adlı kitabın da mutlaka okunması gerektiğine
işaret ediyor. 468
11- İnsanın bir damla hakir sudan, alâktan yaratıldığına vurgu yapılarak
gurura kapılmaması istenmektedir. İnsanın aslı, hakir bir su ve onun embriyona
dönmüş şeklidir. Okumayıp vahye teslim olmayan, kendini müstağnî görerek
tuğyân edip azgınlaşan insanların kibirlenip gurura kapılması ne kadar tuhaftır?
İnsan, yaratılışındaki hakir suyu ve bunca acziyetini görüp bildiği halde, nasıl
olur da kendini yüceltir ve Rabbine karşı müstağnî tavırlar takınarak kulluktan
kaçınır?469
12- Allah’ın insanı alâktan yaratması, “alâk” kelimesinin diğer anlamı
olan sevgi ve ilgiden yaratılması demektir. Allah’ın kendisini çok sevdiğini ve
rahmet sıfatlarının, lütuf ve ikramının üzerinde bolca görüldüğü bir vâkıadır.
Bizi çok seven Allah’ı bizim de sevmemiz ve bizi O’na yaklaştıracak ibâdet ve
itaate dört elle sarılmalıyız. 470
13- Sonsuz kerem sahibi Yüce Yaratıcı’nın bizlere bahşettiği nimetlerin
devamlı hatırlanması, insanların aynı yerden geldiğini, bir damla hakir sudan
yaratıldığını unutmayarak yaratılış ve insan olma yönünden diğer insanlarla
eşitlik inancına sahip olmak, ırkçılığın her türlüsüne tavır almak gerekir. 471
14- Okuma iki çeşittir. Birisi metlüv âyetlerin okunması, yani okunan,
kulağa hitap eden işitsel âyetler, Kur’an’ın âyetleri; ikincisi meşhûd âyetlerin
okunması. Meşhûd, yani müşâhede edilen, görülen, göze hitap eden görsel
dediğimiz ay gibi, güneş gibi, yıldızlar, bitkiler, ağaçlar, semâ, arz gibi âyetler
olmak üzere Rabbimizin iki tür âyeti vardır. İnsan da âyetler mecmuâsı olduğu
ve enfüsünde bulunan âyetlere472 vurgu yapıldığı için, ayrı ele alırsak; birbiriyle
467] 2. âyet
468] 2. âyet
469] 2. Âyet
470] 2. âyet
471] 3. âyet
472] 41/Fussılet, 53
- 166 -
tefsir edilerek Allah’ın ismi ve izniyle okunması istenen üç kitabın olduğu;
bunların hem gözlem yaparak ve hem de yazılı bir metinden veya yazı olmasa
da okunması, tefekkür edilip hayırlı neticeler çıkartılması istenmektedir. Bu
sûrenin birinci ve üçüncü âyetlerinde “oku” emrinin tekrarı, bu ayrı âyetlerin
ayrı ayrı okunması anlamına da gelebilir. Demek ki, başta Kur’an olmak üzere
okunması gereken kitapları hayatımız boyunca ve günün her zaman diliminde
okumamız isteniyor. Kur’an’ı da her zaman, ama özellikle gece,473 ağır ağır, tane
tane,474 anlayarak,475 düşünerek,476 dersler çıkararak,477 yaşama gâyesiyle478 ve
öğrendiklerimizi paylaşma479 arzusuyla okumamız emrediliyor. 480
15- Allah, sonsuz kerem sahibidir, cömertliğinin sonu yoktur. İlmi insanın
hizmetine vermekte son derece cömertliğini sergiledi. İnsanoğluna fıtrat olarak,
yaratışında öğrenme ve hakkı bulma kabiliyeti verdi. Ama bunlar bilgisayarlara
yerleştirilen hazır bilgi çipleri gibi algılanmamalı; bilgi levhaları ya da paket
programların zihne yerleştirilmesi şeklinde değil; ilim elde edecek, vahyi
anlayacak kapasite ve yeteneği verdi. Ayrıca, “kalem”le vurgulandığı şekilde
ilim araçlarını ihsan etti. Ve insana, o araçlardan yararlanacak özellikler verdi.
Yine bir lütuf olarak görme, işitme, akletme (beyin) ve duyumsama (kalp) yolu
ile bilgiye ulaşma nimeti vermiştir. Yarattığı insanın nefsine takvâ ve fücur
olarak iki farklı özelliği, yani kötülük ve iyilik yapma kabiliyetini de ilham edip
veren481 Allah, sonsuz rahmetiyle insanın takvâ yolunu bulması için “vahiy”
göndermiştir. Vahyin hidâyeti, rehberliği olmadan hakka, ilme, doğru bilgiye
ulaşılamayacaktır. 482
16- İlâhî eğitim ve öğretim aracı olan kalemin ve meşrû her türlü ilim
aracının gereği gibi kullanılması; buna bağlı olarak âlim ve aydın kadrolar
yetiştirilmesi, kalem gibi araçlarla ilmin üretilmesi ve başkalarına ulaştırılması,
ihmal edilemeyecek görevlerimizdendir. 483
17- Allah Tealâ’nın, vahiy ilimlerini bilmede, sosyal bilimlerin insanlar
arasında yayılmasında, müsbet ilimler aracılığıyla insan ve kâinat adlı
kitapların vahyin tefsiri ve Allah’ın yarattıklarının tefekkürünün aracı olan
473] 73/Müzzemmil, 2-6, 20
474] 73/Müzzemmil, 4
475] Bk. 12/Yûsuf, 2
476] Bk. 38/Sâd, 29
477] Bk.54/Kamer, 17, 22, 32, 40
478] Bk.7/A’râf, 3
479] Bk. 51/Zâriyât, 55
480] 3. Âyet
481] 91/Şems, 8
482] 3-5.âyet
483] 4-5. âyet
- 167 -
okuma ve yazma öğrenilmesini de (işaret yoluyla) emretmektedir. Çünkü
okuma-yazma; bilimlerin, kültürlerin, edebiyat ve sanatların
ilerlemesinde,
uygarlık ve medeniyetlerin gelişmesinde, dinin doğru öğrenilip öğretilmesinde
esas teşkil etmektedir. 484
18- Allah Tealâ’nın cehâlet karanlığından ilim aydınlığına çıkarmak için,
insana bilmediğini öğretmesi, O’nun keremi ve fazlındandır. Onu ilimle
şerefli ve onurlu yapmıştır. İnsanlığın babası Âdem de meleklere onunla üstün
gelmiş ilim sahibi olmasıyla yeryüzünün halifesi vasfını kazanmıştır. İlmin
kaydedilmesi, daha sonraki nesillere intikali yazı ve kalem ile olduğundan,
yazının fayda ve faziletleri çoktur. Öyle ki Allah, yazı ve talimi insana ihsan
ederken Zâtını nihâyetsiz kerem sahibi olmakla methetmiştir. “Rabbin
nihâyetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemi (yazı yazmayı) öğretendir.” Yani Allah,
insana kalem vâsıtasıyla bilmediklerini, ilimleri öğretti. Ya da, kalemle ona
yazıyı öğretti. Rasûlullah’ın (s.a.s.) ümmî olup da sonradan Allah tarafından
öğretilmesi,
ümmî (okuma-yazma bilmeyen) Araplar arasında mûcizesinin
isbâtı için daha elverişli ve hücceti
için de daha güçlü olmuştur. 485
19- Allah katında değer, mal ve mevki ile değil, takvâ iledir. Allah, ibâdetlerini
yerine getiren ve emirlerine uyan sâlih insanlara değer verir. Müslümanların,
kendilerini müstağnî görüp tuğyân ederek azgınlaşmaması; yeryüzünde sahiplik
iddiası ile değil, emanetçi sorumluluğu ile hareket etmesi icap etmektedir.
Özellikle okumayan ve kendini beğenmiş insanların Allah’ın kendisine ikrâm
edip verdiği nimetleri inkâr etmesi; servet ve taraftar çokluğu ile veya Meclisten
kendisine destek gelecek umuduyla azgınlaşarak nimetlere nankörlük yapması;
böylece azgınlaşması sözkonusudur. Çünkü Allah, insandaki basit bir mizacı
haber vermiştir: Kendisini müstağnî ve çok zengin görürse şımarık, kibirli ve
azgın birisi olur. Okumak ve ilim sahibi olmak farzdır. Okumayınca insan azar.
Kendisini Allah’a muhtaç hissetmeyip İlâhî hayat sistemi dışında kalan kişi
azgınlaşır ve O’na âsi olur. 486
20- Sûrenin ilk âyetleri ilmin övgüsüne, ikinci bölüm âyetleri de malın
yergisine delâlet ediyor.
Dine teşvik ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran dünyadan,
maldan uzak durmak için bu yeterlidir. 487
484] 4-5. âyet
485] 4-5. âyet
486] 6-7. âyet
487] 6-7. âyet
- 168 -
17. HUTBE
ALÂK SÛRESI IŞI ĞINDA HAYATIN ALLAH İÇIN OLMASI -2-
Âyet :
أ وَرَبُّكَ الْ اكَْرَمُۙ اَلذَّ۪ي عَلمََّ بِالْقَلَمِۙ عَلمََّ ? أ بِاسْمِ رَبِّكَ الذَّ۪ي خَلَقَۚ خَلَقَ الْ اِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ اقِْرَ ? اقِْرَ
الْ اِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.
Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana
bilmediği şeyleri öğretti.”488
21- Bu nedenle de Allah, dönüş ve varılacak yerin kendisine olduğunu, her
insanın malını nereden toplayıp nereye harcadığından hesaba çekileceğini haber
vererek vahyi okumayıp azgınlaşan kimseleri tehdit edip azgınlığını dizginlemesi
ve sorumsuzluğunu
durdurması için öğüt vermiştir. O’ndan geldiğimiz gibi, son
dönüş yine Allah’a olacaktır. O yüzden Allah’a dönüp O’na hesap verileceğinin
bilinci içerisinde davranmak gerekmektedir.489
22- Hakkı savunup yaşayan kimselerin karşısında mutlaka bâtıl adına
mücadele eden kimseler olacaktır. Gerçek anlamda ibâdet yapana engel olmak
isteyenler çıkacaktır. Bu insanoğlunun tarihinden kıyâmete kadar ortaya çıkan
ve çıkacak olan İlâhî bir kuraldır; Hak-bâtıl mücâdelesi. Kulları namazdan ve
onun gibi İlâhî emirleri uygulamaktan alıkoymaya çalışan tâğîler ve tâğutlar
çıkacaktır. Bu kimseleri ve onların düzenlerini görmek zorundayız.490
23- Allah’ın istediği şekilde okuyup gereğini yapanlara, insanları diliyle
ve hâliyle Allah’a dâvet edenlere (okuyanlara) karşı mücâdele eden bâtıl
taraftarlarının varlığının kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır. Aslında bu
mücâdelenin Allah’a, O’nun vahyine karşı, O’na yapılan ibâdetlere karşı mücâdele
olduğunun bilinmesi ve bile bile bu tâğutî mücadeleyi yapanların cezasının
Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. O zâlimlere, tâğî ve tâğutlara kesinlikle itaat
etmemek emredilmekte, secde ile Allah’a yakınlaşma istenmektedir. Tâğut ve
zâlimlere itaatsizlik ile secde arasında kopmaz bir bağ olduğu vurgulanmaktadır.
Allah’a yaklaşmak ile zâlimlerden uzaklaşmak arasında yine ciddi bir bağ olduğu,
bunların birbirinden kopmaz bütün olduğu anlaşılmaktadır. 491
488] 96/Alâk, 1-5
489] 8. âyet
490] 9-10
491] 9-10, 19
- 169 -
24- Dine, ibâdete engel olup yasaklama getirenlerin; din hürriyetine,
müslümanca yaşayışa, dinin kurallarını uygulamaya mâni olanların maddeci
şaşkınlar ve azgın tâğî veya tâğutlar olduğu belirtilerek o gibilerin cehennemde
cezasını çekeceği vurgulanıyor.492
25- Namaz kılan, Allah’a ibâdet eden kul, bunu hidâyet çizgisi içinde, dosdoğru
yol olduğu bilinciyle yapar. Ve sadece kendisi güzel şekilde yaşamakla yetinmez;
çevresine takvâyı emreder. Takvâ; her şeyden önce şirkten sakınmadır ve Allah’a
isyandan kaçınmadır.493
26- Rasûlullah’tan “kul” vasfı ile bahsediliyor. Peygamberimiz’in
peygamberliğinden bile öncelikli ve önemli konumu Allah’a “kul” olma bilinci
ve gerektiği gibi kulluk yapmasıdır. Şehâdet kelimesinde de biz öncelikle onun
Allah’ın kulu olduğuna şehâdet etmekteyiz. Kul, ancak kendi cinsinden kulu
örnek alabilir. Biz de “o kul”u örnek alıp okursak kurtuluşa yönelmiş oluruz.494
27- Kıldığımız namazların, yaptığımız ibâdetlerin hayata müdâhale etmesi,
bizi ve toplumu fahşâ ve münkerden alıkoyacak şuurda olması gerekiyor.
Fesatçı kâfirler, namaz kılan mü’minlerin toplumsal ve siyasal hayata müdâhale
etmesi durumunda bizim namazımıza ve müslümanca yaşayışımıza müdâhale
edecekler. Buna hazır olmalı ve bu şuurla ibâdetlerimizi onların tepkilerine
rağmen hayat boyunca sürdürmeliyiz.495
28- Namaza, ibâdetlere düşman olan kimseler Hakkı (Kur’an’ı, İslâm’ı)
yalanlıyor ve ona sırtını dönüyor demektir. Onun doğruyu (hidâyeti) araştırma
ve bulduğunda ona uyup teslim olma gibi bir düşüncesi yoktur. O, azgınlığın
sonucu bu davranışlarda bulunmaktadır.496
29- Allah’ın kendisini devamlı gördüğünü, O’na hesap vereceğini düşünse
bunu yapabilir mi insan? İnsan, ihsân bilincinde olur ve devamlı Rabbinin
kendini gördüğünü bilirse O’na itaat edene engele olabilir, kendisi bu kadar
isyan içinde bulunabilir mi?497
30- Gerçek anlamda ibâdet eden kimsenin düşmanlarına karşı Allah devreye
girmekte, maddî yönden zayıf/güçsüz ve sayı olarak az olanlara Allah yardım
edecektir. İnsan, davranışlarının sonucunu unutmamalı; yaptığının yanına kâr
kalacağını sanmamalıdır. Bu dünyanın bir de sonu, âhiret hayatı vardır. Orada
İslâm’a ve Müslümanlara tavır alanlar şiddetle cezalandırılacaktır.498
492] 11-12. âyet
493] 11-12. âyet
494] 11-12. âyet
495] 11-12. âyet
496] 13. âyet
497] 14. âyet
498] 15-16. âyet
- 170 -
31- İnsanın gücü Allah’ın gücüyle karşılaştırılabilir mi hiç? Allah dilemeden
kâfirler tümüyle meclislerini, taraftarlarını toplasalar; yasalarıyla, ilkeleriyle,
düzenleriyle ortaya çıksalar Allah’a karşı ve Allah’ın yardım edeceği şahsa
karşı ne yapabilirler ki! Dünya bir araya gelse, Allah dilemedikçe bir kimseye
en küçük bir fayda veya zarar veremezler. Allah’ın dışında gerçek anlamda güç
ve kuvvet yoktur. Kim Allah’a sahip o neden mahrum, kim Allah’tan mahrum
o neye sahip? 499
32- Tâğîlere ve tâğutlara itaat edilmez. Allah’a itaat eden kul, Allah’a isyan
edene itaat edemez. Allah’a isyan edene isyan edilir. Onlardan korkulmamalı,
onlara tâviz verilmemelidir. 500
33- Zâlimlere, isyankârlara, tâğutlara değil, Allah’a yakın olmak, O’na
yaklaşmak önemlidir. Allah’a da ancak ibâdetle, namaz ve secde ile yaklaşılır.
Öyleyse isyankârlardan uzaklaşmak ve Allah’a yaklaşmak gerekmektedir.
Yalnızca Yüce Yaratıcı’nın önünde tevâzu ile eğilerek O’nun emir ve yasakları
karşısında boyun bükmek (secde) ve ibâdetlerle O’na yaklaşmak emredilmiştir.
Her türlü baskı ve sıkıntıdan, ümitsizlik ve stresten kurtulmak için secdeye
kapanmalıdır. 501
Nüzûl Ortam ı ve Biz
Alâk sûresi, yani ilk vahiy, Peygamberimiz’in câhiliyye toplumundan
uzaklaşması sonucunda indi. Biz de gönlümüze ve zihnimize vahyin inmesini
istiyorsak, biz de içinde bulunduğumuz câhiliyyeden inanç, yaşayış tarzı
ve dünya görüşü yönüyle ayrılmalıyız. Mânevî hicret içinde olmalıyız.
Câhiliyyeden, câhilce zihniyetten arınmadan vahye muhâtap olmanın, onu
kuşanmanın mümkün olmadığını bilmeliyiz.
Meleğin “oku” emrine karşı mâzerete yer olmadığı onun kanatlarıyla
sıkılarak gösteriliyor. Okumamaya mâzeret bulan sıkılacaktır, sıkıştırılacaktır;
tekrar tekrar iç sıkıntısına muhâtap olacaktır; ta okumayı kabulleninceye
kadar. Okumanın ve İlâhî emre uymanın önemine dikkat çekilmekte, bu
konuda mâzeretin kabul edilmeyeceği, okuma bilmememizin bile mâzeret
olmayacağına işaret edilmektedir bu sûrenin iniş sürecinde.
Bu kısa sûrede özet şekilde İslâm’ın inanç sistemi (tevhid) vardır, âhiret
vurgusu vardır, ibâdet vardır, farzlar ve haramlar, yani fıkıh vardır, cihad
499] 17-18. âyet
500] 19. âyet
501] 19. âyet
- 171 -
vardır, takvâ vardır, ahlâk vardır. Daha ilk sûrede İslâm dini özetlenmiştir.
Bu kısa sûre, “nereden geldik502, nereye gidiyoruz503 ve ne durumda olmalı,
ne yapmalıyız?”504 gibi en önemli insanlık soru ve sorunlarına cevap
vermektedir. Hayatın merkezine Rab olan Allah’ı, tevhidi yerleştirmektedir.
Rabbin ismi ve izniyle O’nun istediklerini O’nun istediği gibi ve O’nun rızâsı
için okumamız icap ettiğini öğretmekten bu sûre, kime itaat edip kime isyan
etmemiz gerektiğini, namaz düşmanlarına boyun eğmememiz gerektiğini bize
bildirmekte, okumayan ve kendini müstağnî gören kimsenin nasıl azgınlaşıp
tuğyan edeceğini ve imkânı varsa tâğutlaşacağını haber vermektedir.
Alâk sûresi, içeriği itibarıyla insanın kendisini vahiy doğrultusunda yeniden
yapılandırması ve dolayısıyla hayatın yeniden inşâ edilmesi açısından da temel
teşkil etmektedir. Bu sûrede Rab sıfatıyla bizi terbiye ediyor Cenâb-ı Hak.
Eğitiyor, okumamızı, Yaratanımızı tanıyıp O’na ibâdet etmemizi emrediyor.
Bizi bu şekilde yetiştiriyor.
“Oku ” Emri Aktif Bir Hareket Çağr ısıdır!
Alâk sûresinden anlıyoruz ki, vahyin ilk mesajından itibaren insanlar,
sorumluluğa ve mücâdeleye dâvet edilmektedir. “Yaratan Rabbin adıyla
okumak”, O’nun rızâsını ve memnuniyetini gözeten bir hayat tarzını ve
mücâdeleyi biçimlendirmeyi gerekli kılar. Bu, her zaman ve mekânda, her işte
Allah’ın (c.c.) ismini yüceltecek şekilde yaşamaktır. Ancak, unutulmamalıdır
ki, Allah’ın adı sadece sözle değil; esas olarak şirke, zulme, ifsâda, tuğyâna ve
istikbâra karşı verilecek tevhid mücâdelesi ile yüceltilir. Bu sebeple, Yaratan
Rabbin adıyla okuma; aynı zamanda ilâhlık iddiasındaki her beşere, her çeşit
beşerî sisteme ve onun akîdesini oluşturan beşerî ideolojilere meydan okuma
sorumluluğunu da beraberinde getirir. O yüzden “Oku” emri aktif bir hareket
çağrısıdır.
“İnsan; inancına, kimliğine ve hayatının her alanına referans noktası olarak
vahyi almakla sorumludur. Dolayısıyla ‘Yaratan Rabbin adıyla okumak’ demek;
kişinin kendisini bir alâktan yaratan Rabbine karşı sorumluluk bilincini
kuşanması, O’na itaat etmesi, her zaman ve mekânda egemenliğin yalnızca
O’na ait olduğuna iman etmesi, bu imanını sadece dili ile değil her davranışı ile
seslendirmesi, vahyin mesajını Rabbinin adını yüceltmek için hayata taşıması
502] Yaratan Rabbimiz’in bizi alâktan yarattığı, O’ndan geldiğimiz: Bk. 96/Alâk, 2
503] Dönüşün ancak Rabbimize olduğu: Bk. 96/Alâk, 8
504] Okumak, namazı ikame etmek, hidâyet üzere ve takvâ sahibi olup onu başkalarına da emretmek, müşriklere
itaat etmeyip Allah’a secde edip namaza devam etmek: Bk. 96/Alâk, 1, 10, 11, 12, 19
- 172 -
demektir. Şâyet insanların vahyin mesajıyla buluşmasını ve yalnızca Allah’a
kulluk etmesini engelleyen faktörler varsa onları aradan çıkarmak, ortadan
kaldırmak demektir. Hakikatin üstünü örtmeye kalkışanlara karşı çıkmak,
onlara meydan okumak ve onlarla kesintisiz bir mücâdeleye girişmektir. Bu da,
elbette tevhid mücâdelesidir. Görüldüğü gibi Yüce Yaratıcı, daha ilk âyetlerinden
itibaren hem kulları arasından seçtiği elçisine hem de tüm insanlara hayata
doğrudan müdâhale eden bir okuma biçiminin sorumluluğunu yüklemektedir.
Bu durumda, Allah’ın kayıtsız şartsız egemenliğine şirk koşan tüm düzenlere
ve o düzenlerde kendi egemenliğini ilân eden tüm sahte ilâhlara karşı açıktan
yapılmayan her okuma biçimi eksik kalacaktır.”
Vahiy , Hayata Müdâhaledir !
Evet, vahy, hayata her yönden İlâhî bir müdâhaledir. Allah’ın her yaptığımıza
karışma hakkının ilânıdır. “Müslümanların imanları vahiyden besleniyorsa, o
halde amelleri de doğrudan hayata müdâhale etmelidir. Bireyselleşen, sosyal ve
siyasal hayata karışmayan, beşerî sistemlerin egemenliğini rahatsız etmeyen,
istikbar ve istiğnâ sahiplerinin huzurunu kaçırmayan okuma biçimleri; ilk
mesajlardan itibaren yüklenen sorumluluğu terk etmektir. Oysaki mü’min
kişi, dini egemen kılmaya çalışma husûsunda peygamberlerin vârisidir. Bu
hususta onun yol göstericisi de Kur’an’dır. O halde Kur’an’ı insanlara ve hayata
okumanın anlamı; azgınlık, bozgunculuk ve fesatçılık yapanlarla, takvâ ve ıslah
bilinciyle mücâdele etmektir. Bunun anlamı, vahiyle insanlar arasına giren,
kendi egemenliklerini zorbalıkla dayatan, beşerî düzen ve ideolojilerini din gibi
sunan güçlerin devrilmesidir… Çünkü hangi imkâna, zenginliğe ve güce sahip
olursa olsun, meşrûiyetinin referansı vahiy olmayan her iktidar Müslümanlar
için gayr-i meşrûdur.
Azgın ve zâlim olan, ifsâd eden ve hakikatin üstünü örten her türlü iktidar
biçimine karşı çıkmak ise meşrû bir tavırdır. Âhiret günü ise, bu iktidar
mücadelesinin asıl kazananları ve kaybedenleri arasındaki nihâî hesabın
görüleceği gündür.
“Yaratan Rab” tamlamasında “Rab” ifadesinin tekilliğiyle tevhid inancına
gönderme yapılmıştır. İnsana “alâk”tan yaratıldığının hatırlatılmasıyla da
bir bakıma şu mesajların verildiğini değerlendirmek mümkündür: “İnsanlar
yaratılmışlardır ve bunu gerçekleştiren Yüce Allah’tır. Dolayısıyla yaratma
gücüne sahip tek bir yüce otoritenin varlığının kabulü, kanun ve hüküm koyma
yetkisinin, yani egemenliğin de O’na ait olduğunu kabul etmeyi gerekli kılar.
Çünkü yaratmaya güç yetiren emretmeye de güç yetirir demektir.
- 173 -
“…İyi bilin ki, yaratma ve emir (yönetme) O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah,
ne uludur!”505
Yaratan kim ise, ülûhiyet onun hakkıdır; kulluk da ona yapılır. Yaratıcı
Allah olduğuna göre, ibâdete lâyık olan da O’dur.
“Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O’na
döndürüleceksiniz.”506
“Rabbiniz Allah işte budur. O’ndan başka tanrı yoktur. (O) her şeyin
yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.”507
Bu gerçeği kabul etmemek, O’nun otoritesini tanımamak müstağnîliktir,
istikbardır, küfür ve zulümdür…
505] 7/A’râf, 54
506] 36/Yâsin, 22
507] 6/En’âm, 102
- 174 -
18. HUTBE
KUR’ÂN-I KERIM’DE İLIM, KALEM VE YAZMA
Âyet :
أْ وَرَبُّكَ الْ اَكْرَمُۙ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْ اِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ ? اِقْرَ
“Oku (ve öğren)! Rabbin ekremdir/en cömerttir. O, kalemle (yazmayı)
öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” 508
Kur’ân-ı Kerim’de “ilim (ılm)” kelimesi ve türevleri toplam 854 yerde
zikredilir. İlm’in zıddı cehâlet (c-h-l) kelimesi ve türevleri toplam 24 yerde
kullanılır. Kalem ve çoğulu Aklâm kelimesi toplam 4 yerde geçer. Yazmak
anlamında K(e)-t-b kelimesi ve türevleri ise toplam 322 yerde zikredilir.
Kur’an’ın, 854 yerde ilimden bahsetmesi, bilmeye, öğrenmeye verdiği önemi
gösterir. Ayrıca Allah, Kur’an’ın bilgiye dayalı bir kitap ve yol göstermek için
bir rahmet olduğunu ifade ediyor.509 Bilmeksizin zan ile konuşmayı yasaklıyor.510
Bilenlerle
bilmeyenlerin bir olmayacağından,511 Allah’tan en çok âlimlerin
korkacağından,512 iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin derecelerinin
yükseleceğinden513 bahsediyor. “Rabbim ilmimi artır, de” 514 âyetiyle de
mü’minin ruhuna şiddetli bir ilim ateşi yakıyor. Ancak ilmi, amaçsız bir
şekilde kendi başına bir değer olarak alıp kutsamıyor. Onun salt bir bilgi yığını
olarak biriktirilmesini yeterli bulmuyor, bir gâyeye hizmet etmesini ve topluma
aktarılmasını
da istiyor. İşte tebliğ ve inzarın böyle bir fonksiyonu vardır.
“Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.” 515
“Bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorunuz.” 516
“Hatırla ki; Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi.
Onlar, ‘Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat
çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da
508] 96/Alâk, 3-5
509] 7/A’râf, 52
510] 3/Âl-i İmran, 66; 4/Nisâ, 157
511] 39/Zümer, 9
512] 35/Fâtır, 28
513] 58/Mücâdele, 11
514] 20/Tâhâ, 114
515] 68/Kalem, 1
516] 16/Nahl, 43
- 175 -
onlara ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.”517 “Allah Âdem’e bütün isimleri,
(eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere arz
edip, ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunların isimlerini Bana bildirin’ dedi.”518
“Melekler, ‘Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif
ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm
(her şeyi bilen) ve hakîm olan (her yaptığında hikmetler olan) ancak Sensin’
dediler.” 519
“Allah, sizi analarınızın karnından hiç bir şey bilmez halde çıkarmıştır.” 520
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan
yüklendi. Doğrusu o çok
zâlim, çok câhildir.” 521
“Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın. Yoksa bir topluluğa câhilce sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman
olursunuz.”522
“Utanmalarından
dolayı, câhil, onların zengin olduklarını sanır.
Sen onları
simalarından tanırsın.” 523
“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak cehâletle işlenip de sonra tez elden tevbe
edenlerin tevbesidir.” 524
“Sizden kim, cehâletle bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini
ıslah ederse...” 525
“Sonra şüphesiz Rabbin câhillik sebebiyle kötülük yapan, sonra da bunıın
ardından tevbe edip (durumunu) düzeltenleri (bağışlayacaktır).” 526
“Bir zamanlar Mûsâ kavmine ‘Allah, bir sığır kesmenizi emreder
dedi. ‘Bizimle
alay mı ediyorsun?’ dediler. ‘Câhillerden
olmaktan Allah’a sığınırım’ dedi” 527
“Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzre toplayıp birleştirirdi; o halde sakın
câhillerden olma?” 528
517] 2/Bakara, 30
518] 2/Bakara, 31
519] 2/Bakara, 32
520] 16/Nahl, 78
521] 33/Ahzâb, 72
522] 49/Hucurât, 6
523] 2/Bakara, 273
524] 4/Nisâ, 17
525] 6/En’âm, 54
526] 16/Nahl, 119
527] 2/Bakara, 67
528] 6/Enâm, 35
- 176 -
“Rabbim, ilimce herşeyi kuşatmıştır.” 529
“O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Ben sana câhillerden
olmamanı tavsiye ederim.” 530
“Eğer sen onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder
ve câhillerden
olurum dedi.” 531
“...Allah’ın dilemesi müstesna yine de inanacak değillerdi. Fakat çokları
cehâlet segiliyor.” 532
“Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı
yap!’ dediler. Musa,
‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’
dedi.” 533
“...Ben, iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rabblerine
kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhillik yapan bir topluluk olarak görüyorum.” 534
“De ki: ‘Rabbim ilmimi arttır.” 535
“...Yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve câhil kimseler kendilerine laf attığında
‘Selâm!’ derler.” 536
“De ki: hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 537
“İlim, ancak Allah katındadır.” 538
Hadi s-i Şeriflerde Okuma , Yazma ve İlim
“İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet
yollarından birini açar. Melekler, ilim tahsil edene karşı memnuniyetleri ve
tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta
su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibâdet
eden kimseye üstünlüğü, ondördündeki dolunayın görünen diğer yıldızlara
üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne altın ne
de gümüş bırakmışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır. Kim ilmi
almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” 539
529] 6/En’âm, 80
530] 11/Hûd, 46
531] 12/Yûsuf, 33
532] 6/En’âm, 111
533] 7/A’râf, 138
534] 11/Hûd, 29
535] 20/Tâhâ, 124
536] 25/Furkan, 63
537] 39/Zümer, 9
538] 46/Ahkaf, 23; 67/Mülk, 26
539] Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, hadis no: 2822; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223
- 177 -
“Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleşim yerinden) çıkarsa, geri
dönünceye kadar o kişi Allah yolundadır.” 540
“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim
öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık
takan adama benzer.” 541
“Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur’an’dan bir âyet öğrenmen senin
için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden
çıkıp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbı öğrenmen
(senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır.” 542
“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır.” 543
“Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa o mü’minin kendisi ona
daha lâyıktır.” 544
“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek
ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa
rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).” 545
“Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayış sahibi)
kılar.”546
“Şeytana, bir fakîhi (dinde anlayış sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i
aldatmak) tan daha zordur.” 547
“Rasûlullah (s.a.s.)’a biri âbid (ibâdetle çokca meşgul) ve diğeri âlim (ilimle
çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem:
“Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede olanınıza
üstünlüğüm gibidir.” buyurdu. Sonra şunları söyledi: “Allah, melekleri, göklerin
ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve balıklar, insanlara hayır (faydalı
şey) öğreten kişiye dua ederler.” 548
“İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden dolayı
kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden sâlih
evlâttan kesilmez.”549
540] Tirmizî, İlm 2
541] İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224
542] İbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219
543] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400
544] Tirmizî, Kitabu’l-İlm, 19, hadis no: 2827
545] İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254
546] Buhâri, İlm 14, hadis no: 13; Müslim, İmâre 53, hadis no: 175; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 220-221
547] Tirmizi, İlm 19, hds no: 2821; İbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222
548] Tirmizî, Kitabu’l-İlim 19, hadis no: 2825
549] Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393
- 178 -
“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duadan,
doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” 550
“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması
kıyamet alâmetlerindendir.” 551
“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek sûretiyle değil, âlimlerin ruhlarını
kabzetmek sûretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar,
câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da
bilgileri olmadığı halde fetva verecekler. Onlar bu sûretle hem kendileri sapıklığa
düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” 552
“Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer.
Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya
doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar,
gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri
içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit
toprağa isabet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir.
İşte Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve
ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu
vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidâyetini
kabul etmeyen kimse böyledir.” 553
Hz. Ebûbekir (r.a.) Peygamberimiz’i anlatırken şöyle ifade eder: “Rasûlullah
(s.a.s.) (Vedâ Haccında) şöyle buyurdu:
“...Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize haramdır. Burada hazır
bulunanlarınız, burada bulunmayanlara (yeni nesillere) bunu tebliğ etsin.
Olabilir ki, hazır olan kimse, bunu daha iyi anlayan bir kimseye tebliğ etmiş
olur.” 554
Kur’an’ın, 854 yerde ilimden bahsetmesi, bilmeye, öğrenmeye verdiği önemi
gösterir. Ayrıca Allah, Kur’an’ın bilgiye dayalı bir kitap ve yol göstermek için
bir rahmet olduğunu ifade ediyor.555 Bilmeksizin zan ile konuşmayı yasaklıyor.556
Bilenlerle
bilmeyenlerin bir olmayacağından,557 Allah’tan en çok âlimlerin
550] Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711
551] Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-
552] Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-
553] Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-
554] S. Buhâri, İlm 10, hadis no: 9
555] 7/A’râf, 52
556] 3/Âl-i İmran, 66; 4/Nisâ, 157
557] 39/Zümer, 9
- 179 -
korkacağından,558 iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin derecelerinin
yükseleceğinden559 bahsediyor. “Rabbım ilmimi artır, de”560 âyetiyle de
mü’minin ruhuna şiddetli bir ilim ateşi yakıyor. Ancak ilmi, amaçsız bir
şekilde kendi başına bir değer olarak alıp kutsamıyor. Onun salt bir bilgi yığını
olarak biriktirilmesini yeterli bulmuyor, bir gâyeye hizmet etmesini ve topluma
aktarılmasını
da istiyor. İşte tebliğ ve inzarın böyle bir fonksiyonu vardır.
Kur ’an ’ın Eğitime Yönelik İlkeleri
Okumaya, yazmaya ve ilim öğrenmeye yönelik olarak Kur’an’ın söylemi
konusunda daha önce bilgi vermiştik. Bunlara
tekrar girmeden eğitime yönelik
teklif ettiği ilkeleri de kısaca
ortaya koymak gerekir. Çünkü İlâhi kitap, insanın
eğitimini
belirsizliğe terk etmemiştir. Ancak bu ilke ve kurallar, daha çok
genel bir nitelik arzetmekte, teknik düzenleme işlemlerini
insan düşüncesine
bırakmaktadır. Şimdi bu ilkelere kısaca göz atalım:
Her şeyden önce bilmeyi, anlamayı ve düşünmeyi öngören İlâhi vahiy;
bilmeden konuşmayı,561 yapmadıklarını
söylemeyi562 yasaklıyor; insanın
bildiklerini uygulamasını istiyor ve uygulamayan kimseleri kınıyor.563
Dolayısıyla eğitimcinin tutarlı olmasını istiyor. Öğretmedikçe sorumlu
tutmuyor.564 İnsanın sorumluluğu ile bilgilendirilmesini
doğru orantılı olarak
görüyor. Kolaylaştırmayı emrediyor,
zorlaştırmayı çirkin buluyor;565 yumuşak
muâmeleyi emrediyor,566 muhâtabın seviyesine
göre ve anlayacağı bir dille
öğretilmesi gerektiğini öneriyor.567 Affedici olmayı, ceza
ve sert muameleye
tercih ediyor. 568
Faraziyeler üretmekten sakındırıyor,569 hedefi olmayan salt bir eğitim
kutsamasını kabul etmiyor. Hem uzun vadeli hem de kısa vadeli hedefleri
gözönünde bulunduruyor,
fakat uzun vadeli olanları ön plana çıkarıyor.570 Bu
nedenle inançlı ve Allah’ı merkeze alan bir eğitim ve öğretim öneriyor,571 seküler
558] 35/Fâtır, 28
559] 58/Mücâdele, 11
560] 20/Tâhâ, 114
561] 3/Âl-i İmran, 66
562] 61/Saff, 2
563] 62/Cum’a, 5
564] 17/İsrâ, 15
565] 22/Hacc, 78
566] 3/Âl-i İmran, 159; 20/Tâhâ, 44
567] 2/Bakara, 233, 286; 41/Fussilet, 44
568] 57/Hadîd, 199
569] 5/Mâide, 101, 102
570] 25/Furkan, 77; 15/Hicr, 56; 74/Müddessir, 45; 75/Kıyâmet, 20, 21
571] 96/Alak, 1
- 180 -
ve dinsiz bir eğitimi reddediyor.572 İnançlı bir eğitimde, ferdin ve âlemin,
kısaca tabiatın parçalanmasını kabul etmiyor, bütünleştirici
ve tevhidî bir
dünya görüşü kazandırmayı hedefliyor.573 Bu tevhidî bilinçle Allah’tan başka
kimseden
korkmayan, kendine güven kazanmış, şahsiyetli bir fert ve ümmet
yetiştirmeyi amaçlıyor.574
Yöntem olarak telkin, soru-cevap,575 tartışma,576 tekrar, kıssa, meseller
ve örneklemeye sıkça başvuruyor. Dahası eğitimcinin örneklik etmesi ve
kendisinden örnek alınması gerektiğini söylüyor.577 Tümden gelim ve tüme
varım metodlarının her ikisini de kullanıyor.578
572] 38/Sâd, 26
573] 17/İsrâ, 44; 13/Ra’d, 16
574] 5/Mâide, 3, 44; 2/Bakara, 150
575] 26/Şuarâ, 70-75
576] 56/Vâkıa, 58-72; 16/Nahl, 125
577] 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6
578] 10/Yûnus, 31; 2/Bakara, 255
3. BÖLÜM
ÖZEL GÜNLER: RAMAZAN VE
BAYRAM
- 182 -
19. HUTBE
RAMAZAN AYI, DIĞER AYLARDAN NEDEN FARKLIDIR?
Âyet :
شَهْرُ رَمَضَانَ الذَّ۪ٓي انُزِْلَ ف۪يهِ القُْرْانُٰ هُدًى للِناَّسِ وَبَينَِّاتٍ مِنَ الهُْدٰى وَالفُْرْقاَنِۚ فمََنْ شَهِدَ مِنْكمُُ
الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلىٰ سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ ايََّامٍ اخَُرَۜ يُر۪يدُ اللهُّٰ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَ ا
يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda
açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır.
Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu
olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük
çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı
Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun
hükümler gönderiyor).”579
Hoş geldin Ramazan, gerçekten özlemiştik seni. Hoş geldin Kur’an ayı,
Kur’an’ı yeniden gönüllerimize, yaşayışımıza, evimize, işimize, aşımıza, en
sonunda da devlete hâkim kılmak için yeniden sindire sindire okuma niyetiyle
hoş geldin güzel ay.
Ramazan ayını diğer aylardan üstün kılan nedir? Ramazan’ın özelliklerini
sayarak diğer aylardan farkını anlamaya çalışalım: Ramazan, oruç ve az yeme
ayıdır. Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır. Teravih başta
olmak üzere nâfile ibâdetlerin daha çok yapıldığı ibâdet ayıdır. Zekât ve fıtır
sadakasının verildiği bereketli bir aydır. Fakirlerin hatırlanıp gözetildiği
cömertlik ayıdır. Şeytanların ve şeytânî arzuların bağlandığı rahmet ve mağfiret
ayıdır. Kötü alışkanlıkların terk edilip iyi alışkanlıklar edinilmeye çok müsait bir
aydır. Ramazan, bir okuldur. Ama, Kur’an onu, bütün bu özelliklerinden başka
bir özellikle tanıtıyor. Bunlar doğrudur, ama Ramazanı Kur’an’ın tanıttığı gibi
tanıtmaya yetmez. Rabbimiz onu bize Kur’an’ın indirildiği ay olarak tanıtıyor.
Evet, Kur’an’a göre Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı
olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur’an’dan almaktadır.
“Ramazan ayı ki, insanlara dosdoğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırma
ölçüsü ve hidâyet için belgeler içeren Kur’an onda indirilmiştir…”580
579] 2/Bakara, 185
580] 2/Bakara, 185
- 183 -
Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda
indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan
hayırlı olduğuna göre,581 Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir
gün de, bin aydan daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece
Kur’an’a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak
okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün
yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında
bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de
bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan üstün
olur.
Değeri Kur’an’dan kaynaklanan Ramazan, Kur’an’dan daha çok
önemsenirken, Kur’an ihmal edilmiştir. Rasûlullah’ın ümmetinden şikâyetçi
olacağı tek husus vardır: “(O gün) Peygamber şöyle der: ‘Ey Rabbim! Doğrusu
benim toplumum, bu Kur’an’ı terk etmişti (uzak durmuş, onunla amel etmemişti).”582
Unutmayalım, Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece
bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün
Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını
bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına
yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez. Çeşme, bin dört yüz
yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri
suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya
devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden
yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda
yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan
az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele
o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci)
görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik
araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini
ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları,
örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere
sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Kur’an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur’an’la bağlarını
sağlamlaştırması Ramazan’daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin
hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur’an’ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye
ve yaşamaya gayret etmesi, Kur’an’ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması,
581 97/Kadr, 3
582] 25/Furkan, 30
- 184 -
Allah’ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı
Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu
Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli
ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm
problemlerin Kur’an’ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu,
çözümün de Kur’an’ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün
olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi
bir öğretim ayı da olmalıdır.
Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur’an kursuna, Kur’an okuluna
dönüşmemekte, vaktimizi Kur’an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en
dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden,
anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde
okumakta ve Kur’an’a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu
zannetmektedir.
Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş
bulunan Kur’an’ı duvarlara, kitaplığa terk etmekten, onu süslü kabının içinde
mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanların Ramazan’dan alacakları pay, en fazla
açlık olacaktır.
Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü
uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım;
ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak
için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat,
hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan: “Ey iman edenler! Hayat
verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun, onların
emrine icâbet edin.” 583
Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip
uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim
yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına
ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik
etme yarışı yapmalıyız.
Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız
olmak çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu
yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun üzerimize
yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin,
her istirahatımızın önüne geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an
583] 8/Enfâl, 24
- 185 -
insanı olmalıyız. Ahlâkımız Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı
hedeflemeliyiz.
Kur’an ve Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız.
Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına
gösterebilecek şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ın diriltici mesajlarıyla ayaklanmalı,
yattığımız yerden kalkmalı ve kıyâmetimize kadar kıyamda olmalı, kıyamda/
ayakta ölmeye çalışmalıyız.
Ramazan ayı, mü’minler için bir eğitim ve öğretim ayıdır. Bu ay, ibâdetler
ve hayırlar için özel ve verimli bir aydır. Kur’an’ın indirilmeye başlandığı bu
aydaki bu hâtırayı ebedîleştiren İslâm Dini, inandıkları Kur’an’ın sunduğu
hayat düzenini yaşayabilmeleri için, mü’minlerin muhtaç olduğu bedenî ve
ruhî eğitimi bu feyizli aya tahsis etmiştir. Ramazan ayını incelediğimizde, onun
dünyamızın amelî eğitim yaptıran çok güçlü bir mektebi olduğunu görürüz. Bu
yüce mektebin namaz, oruç, fıtra, Kur’an okumak ve dinlemek, çok çok zikir
yapmak gibi müfredâtını uygulayan, geçmiş on bir ayın muhâsebesini yapan ve
gelecek on bir aya bedenen ve rûhen hazırlanan ve böylece İslâm Dininin hayat
düsturlarını yaşama coşkusuyla dolan mü’minler Yüce Mevlâ’mızdan rahmet
ve rızâ diploması alırlar. Ramazan okulunda arzedilen bu olumlu neticeyi
alabilmek için Ramazan eğitiminin tek hedefi, mü’min hayatının biricik gâyesi
olan ibâdetlerle, ciddî bir İslâm insanı olarak kaynaşmak lâzımdır.
İbâdet; Yüce Rabbimizin namaz, oruç, zekât, hac, Hakk’a çağrı, mü’minlerle
beraberlik, adâlet ve cihad gibi her bir emrini uygulamaktır. Peygamberimizin
öğütlediği af, merhamet, tevâzu, sevgi ve saygı gibi ahlâkî güzellikleri yaşamaktır.
Fâiz, zinâ, içki, kumar, bencillik, zulüm, riyâ ve yalan gibi İlâhî yasaklardan
sakınmaktır. Hayatının her bir safhasında gerçekleştirmekle emrolunduğu
ibâdet hayatını mü’min, özellikle Ramazan ayında tabiîleştirecektir. Dinimizin,
tatbik etmediği emirlerini îfâ etmek, kaçınmadığı yasaklarından sakınmak
için nefsini kontrol altına alarak ciddî bir eğitime tâbi tutacaktır. Ramazan bir
eğitim ayı olduğu için, çeşitli kusurları ve faydasız alışkanlıkları olan mü’minler
bu mübârek ayı nefisle cihad mevsimi bilmelidirler. Her çeşit haram ve kötü
alışkanlıklardan kaçınma ve ihmal ettikleri İslâmî görevlerini yeniden hayata
geçirme hususunda nefsiyle sıkı bir savaş vermelidirler.
Hayat nizamı olan Kur’an’ın Peygamberimize indirilmeye başlandığı
Ramazan ayında mü’minler, nefislerine Kur’an terbiyesini tatbik etmelidir.
Nefislerini fiilen Kur’an hayatına intibak ettirirken Kur’an’la fikrî bağlarını
geliştirmeye çalışmalıdır. Peygamberin sünnetini izleyerek Ramazan ayında
özellikle Kur’an’ı okumaya, dinlemeye, anlamaya, yaşamaya önem vermelidir.
- 186 -
Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar olarak Kur’an
âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı,
dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Ramazan ayı, her şeyden önce Kur’an
ayıdır, her dönem ve her yerdeki müslümanlar açısından böyle kabul edilmeli
ve gereği yapılmalıdır. Kur’an okumasını bilmeyenler, Ramazan gecelerini bu
öğrenime ayırmalıdır. Kur’an okumasını bilenler de Kur’an’dan dersler tâkip
etmeli, fakat yalnız yüzünden okuma ile yetinmemelidir. Kur’an mealleri ve
tefsirleri veya Kur’an âyetlerini açıklayıcı değişik konulardaki mûteber eserleri
okumalı, vakitlerini değerlendirmelidir. Öz ifâdeyle Ramazan, mü’minler için
bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.
Günümüzde Ramazanlar, dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak
folklorik planda hayata yansıtılmaktadır. İnsanımızı yönlendiren düzen ve
kurumları, belediyeler ve özellikle medya Ramazanı “ibâdet ve mâneviyât
ayı” olmaktan çıkarıp eğlence ayı olarak değerlendirmektedir. Ramazan
çadırları konser salonu görevi de yapmakta, müzik parçaları bu ibâdet ayında
teravihlerdeki salevatları bastırmaktadır. Televizyonlar, diğer zamanlardan
daha fazla eğlenceye, tiyatromsu şeylere, ortaoyunu ve kuklalara... yer
ayırmaktadır. “Ah eski Ramazanlar!” Sanki asr-ı saâdetteki her ânı ibâdet
coşkusuyla değerlendirilen Ramazanları hasretle hatırlayıp ona özenmektedir
bunu söyleyenler. Hayır, bu güzel arzudan değil bu nostaljik iç geçirmeler...
Ya niçin, Lâle Devrinden sonra ve özellikle Tanzimatla birlikte yabancı ve
yabancılaşmış insanların Direklerarası gibi eğlence mekânlarındaki gayr-i
İslâmî faşingleri, festivaller, câhilî örfler, lüks ve isrâfa âit hâtıralar ve onları
canlandırma gayretleri; Rum ve Ermeni şarkıcıların bozuk şive ve bozuk
ahlâkla icat ve icraatları olan kantolar ve bayağı ve de cıvık eğlenceler için... Bir
de Ortaoyunu ve meddah...
Açlık ve sabır ayı olan Ramazan, halk açısından tıkınma ayıdır. Günler
öncesinde piyasa canlanır, koşturmacalar başlar, gıdalar Ramazanda midelere
havâle edilmek için evlere yığılır, depolanır. Kadınlar, Kur’an okumaya ve nâfile
ibâdete, kültürlerini arttırmaya vakit ayıramasınlar diye mutfaklara hapsedilir;
yağlılar, börekler, çörekler, Ramazan yemekleri adı altında bitmeyen uğraşlarla
meşgul edilir. Medya “Ramazan Yemekleri” ve “Yemek Târifleri” programları
yapar. “Oruç kafası” diye nitelenen sinirlilik, acelecilik, iftar öncesi telâş ve
özellikle trafikteki keşmekeşlik ve kazâ yoğunluğu... Tek kelimeyle sabırsızlık
ve stres. Sebep de “oruç kafası!” Oruç insanda sabır kapılarını sonuna kadar
açar, açlık da insanı olgunlaştırırken insanımız bırakın oruç tutmayı hakkıyla
yerine getirmeyi, aç bile kalamamış, akşam tıka basa yedikten sonra sahurda da
- 187 -
gün boyu hazmedilemeyecek yağlı ve hamur işleriyle kilo artırmaya çalışmıştır.
Buna rağmen sinirlenmenin ve sabırsızlığın suçu oruca yüklenir, bir ibâdete
hiç bağdaşmayacak kadar çirkin ve yalan şekilde iftirâ atılır. Ramazanda daha
bir tembellik ortaya çıkar, uyku ve uyuşukluk ile, geyik muhabbetleriyle, işi
rolantiye alıp boş vakitle geçirilir zamanlar. İtikâf yoktur, hatta adını bile
telaffuz etmekte zorlanır halkımız. Câmi cemaatine anket yapılsa, “İtikâf
nedir?” diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç
bulunmayacaktır. Mukabeleye meal ve hele tefsir hiç katılmayacak, tefekkür ve
kültürel çalışmalar Ramazan’da da artmayacaktır.
Kapitalist işverenler, ağır işler vermeye, işçisini ezip sömürmeye
Ramazan’da da devam edecek, mesai ayarlamasına gitmeyeceklerdir. Laik
düzenin, Ramazanda ayrıcalık göstermesi beklenmemelidir tabii; o yine
askerlere, memurlara, okullardaki öğretmen ve öğrencilere iftar saatine uygun
ayarlamalara, Ramazanın mânevî yapısına uygun düzenlemelere gitmeyecektir.
Halbuki Ramazan, her şeyden önce Kur’an ayıdır, tefekkür ve muhâsebe
ayıdır, diriliş ve devrim ayıdır, arınma, yenilenme ayıdır. İlim ve kültürle
değerlendirilen, ibâdeti günün ve gecenin her dakikasına yayma gayreti
gösterilen, mânevî özelliklerin, takvâ, sabır ve tevbenin öne çıktığı aydır.
Namazlarını aksattığından mü’min olduğu tartışılabilecek kişinin, Ramazanla
iman tazeleyip namazlı mü’min hale geleceği, namazlıların, namazı huşû ile
ikame etmeye ve nâfile ibâdetlere alışabileceği bir ortamdır. Evet, Ramazan
güzel alışkanlıkların edinileceği aydır. Terâvihler, nâfile ibâdetlere, sahurlar
teheccüd saatinde kalkıp gece namazına alışmak için büyük bir fırsat olduğu
gibi, mukabeleler, Kur’ansız ve Onun anlaşılması ve yaşanması için gayretsiz
günün geçirilmemesi gerektiğini öğretir, alıştırır.
Giderek dünyevîleşen, bireyselleşen insanımızın unutmaya yüz tuttuğu
ikrâmı, misafir ağırlamayı, infakı hatırlatır ve yeniden alışkanlık haline getirtir
Ramazan; iftarlarla, sadaka-i fıtır ve zekâtlarla bu ayda fakirlere ekstra yapılan
yardımlarla... Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz bir
fırsattır. İçkiciler bile Ramazanda içmez veya çok azaltır. Cehennem kapıları
kapandığı gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da
Ramazanda kilit vurulur. Bir mü’min açısından Ramazan, hâlâ sigara gibi kötü
alışkanlıkları varsa, sabahtan akşama kadar içmediğine göre, akşamdan sabaha
kadar da içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor olmadığını
kendisine öğretir. Sık sık çay içmeden, kahve keyfi yapmadan, çerez ve benzeri
abur cubur atıştırmadan yapamayanlara, sık sık yiyip içmeden edemeyenlere,
bu alışkanlıklarından vazgeçmeleri için en güzel imkânları gösterir Ramazan.
- 188 -
Az yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine
sahip olabilme alışkanlıklarını kazandırır/kazandırmalıdır.
Bütün organlarına oruç tutturup haramlardan sakınan ve Ramazan ayında
Kur’an’ın nurlu çeşmesinde arınıp durulan, olgunlaşıp Rabbinin dinine,
kitabına sahip çıkan dâvâ erlerine selâm olsun!
- 189 -
20. HUTBE
MISÂFIR DOKTOR VE ÖĞRETMENDEN YARARLANIYOR
MUYUZ?
Âyet :
شَهْرُ رَمَضَانَ الذَّ۪ٓي انُزِْلَ ف۪يهِ القُْرْانُٰ هُدًى للِناَّسِ وَبَينَِّاتٍ مِنَ الهُْدٰى وَالفُْرْقاَنِۚ فمََنْ شَهِدَ مِنْكمُُ
الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلىٰ سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ ايََّامٍ اخَُرَۜ يُر۪يدُ اللهُّٰ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَ ا
يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda
açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır.
Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu
olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük
çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı
Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun
hükümler gönderiyor).” 584
Ramazan adında bir eğitimci var. Öğretmenlik yanında aynı zamanda
vâizlik de yapan bu uyarıcının bir mesleği de doktorluk. Kendisini sevenleri
tedâvi etmek, yetiştirip olgunlaştırmak üzere her sene kapımızı çalar, bir ay
misafirimiz olur. Bu çok zengin ziyaretçi, bizden bir şey almaz, bize hep ikram
ve ihsanda bulunur, getirdiği hazinelerini sunmak ister.
Ölümcül hastalara, zihni ve gönlü paslanmış, çalışmaz hale gelmiş zavallılara
şifâ dağıtır. Dengeleri sarsılan, “önemli olan dünya mı, âhiret mi?” sorusuna cevapta
zorlanan insanlara yol gösterir. Mânen ölmüş insanları İsa nefesiyle diriltir.
Hayat veren bu ziyâretçi, tekrar kapımızı çaldı. Sevinmemek mümkün
değil. Bir ay boyunca getirdiği güzellikler hemen her tarafı kaplayacak. Şeytan
suratlı ekranlar bile arada sırada dünya güzelinin maskesini takmak zorunda
kalacak. Evimizde, içimizde kim bilir ne değişmeler, güzellikler, devrimler
yaşanacak. Hoş geldin Ramazan! Hoş, safâ getirdin. Buyur, başımızın üstünde,
gönlümüzün tahtında yerin var.
Aziz misafirimiz Ramazan’ı biraz daha yakından tanıyalım. Kimdir bu
güzeller güzeli? Kitabımız onu her şeyden önce Kur’an’la irtibatlandırır.
584] 2/Bakara, 185
- 190 -
Ramazan; gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur’an’dan almaktadır.585 Ramazanın
verdiği temel mesaj da Kur’an’dır. Kur’an bu kutlu misafir zamanında inmeye
başladığından, müslümanların Kur’an’la bağlarını sağlamlaştırması bu
misafirle vuslat zamanında ilk görevleridir. Allah’ın kitabını mehcur bırakıp
terk eden586, bir roman kadar, TV. dizisi ve film kadar, top veya pop kadar
onunla içli-dışlı olamayanları ikaz edip uyarmak için misafirimiz Ramazan
olanca gür sesiyle haykırmaktadır. Bu sesi, gönül kulakları kapalı olmayan her
insan duyacaktır. O diyor ki: “Okumayı bilmeyenler, hemen öğrensin, bilenler
Kur’an’ı çokça okusun ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etsin.
Beni seven, beni göndereni seven, Kur’an’ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışsın,
beni gönderen Zât’ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrensin.”
Misafirimizin zihinlerimize çıkmayacak bir yazıyla yazdığı gerçek şudur:
“Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemler; Kur’an’ı terk etmenin, onu
tatbik etmemenin ürünü olduğundan, çözüm de Kur’an’ın tüm hükümleriyle
hayata geçirilmesidir. Hâlâ evleriniz niye Kur’an kursuna dönüşmüyor, niye
vaktinizi Kur’an ilimleri doldurmuyor? Formalite icabı ve âdet olarak mukabele
ile yetinmek değil; onu tefekkürle, düşünerek, anlamaya çalışarak, hayatına
geçirme endişesi duyarak okumalısınız. Yasak savma şeklinde lafzını hızlıca
okuyup geçivermek, okur gibi yapmak, hatim etmekle Kur’an’a karşı görevinizi
yerine getirdiğinizi sanıyorsanız, aldanırsınız.”
Ramazan, misafir olduğu insanlara orucu emreder ve az yemeyi tavsiye eder.
Ramazanın misafir olduğu evlerde tıka basa yemek yenmesi, Ramazana büyük
saygısızlıktır. Ramazan açlığı sever, mideyi dinlendirip rûhu gıdalandırmayı
öğretir. Ramazan eşitlikten yanadır; Zenginle fakiri en azından gündüzleri
eşit yapar. Açın halinden tokun anlamasını ona açlığı tattırarak yerine getirir.
O, oruç gibi bir misafir daha getirmiştir kendisiyle birlikte. Oruç, hayatın
yalnız yeme-içme, bencil duyguları ve hayvanî arzuları tatmin etme anlayışına
dayanmadığını öğreten bir arkadaşıdır Ramazanın. Oruç, fiil olarak fakirlik
halini yaşatmakla kalmaz, sevdirir de fakir gibi yaşamayı. Sosyal adâlet fikrini,
yardımlaşma duygusunu; açlık halini yaşatarak öğretir Oruç Öğretmen.
Ramazan, bir ay boyunca bize yaptırdığı eğitim ve antrenmanla kendimizi nasıl
dizginleyip kontrol altında tutacağımızı, nefsimizin hevâsıyla nasıl savaşılıp cihad
edileceğini öğretir. Onun eğitiminden geçen kişi, artık olgunlaşmış ve irâdesine
sahip olabilen sabırlı kimse haline yükselmiştir. Ramazan ve onun ayrılmaz kardeşi
oruç, verdikleri eğitimle bize Allah için iş yapmayı, zorluklara göğüs germeyi,
585] 2/Bakara, 185
586] 25/Furkan, 30
- 191 -
doymayan nefsin aşırı isteklerini geri çevirebilmeyi öğretmekle kalmazlar, bunları
kendiliğimizden yapabilecek şekilde bizi eğitirler de. Dilimizi okumaya, beynimizi
bilgiye, midemizi açlığa, gönlümüzü ibâdet ve zikirle coşturmaya, benliğimizi hayır
için koşturmaya yönlendirir. Bu misafirlerin bulunduğu zaman dilimi, dinlenme
değil; “din”lenme, fırsat ve imkânlardan yararlanma anlarıdır.
Eli boş gelmeyi sevmeyen cömert Ramazan, İbâdet hazineleri ve
mâneviyat meyveleriyle gelir. Bize takvâ getirir. Bize lezzetini tattırdığı oruç,
haramlardan korunup sakınma duygularını, yani takvâyı geliştirir.587 Doktor
Oruç, perhiz gibi ilâçlarla sadece mideleri hastalıklardan arındırmaz. O, aynı
zamanda günahlarla hastalanan dili, gözü, kulağı, gönlü ve zihni de mânevî
mikroplardan arındırır. Bu doktor, hasta rûhları canlandırır, ârızalı gönülleri
bir ay karantinaya alıp iyileştirir, can çekişen ahlâkı diriltir, tepeden tırnağa
bütün organları düzeltip insanı gitmesi gereken yola (Cennete) doğru sağlıklı
şekilde gidecek hale getirir.
Elbette, bu doktorun tavsiyesini önemsemeyen, verdiği ilaçları kullanmayan
kimse, doktoru değil, kendini kandırmış olacaktır. İyileşmek istemeyen hiçbir
hastayı kimse, zorla tedâvi edemez. Herkesin hasta olma, hastalığını arttırma,
tedâviyi geri çevirme, doktor ve ilaçları beğenmeme, hatta intihar etme, yani
Cehenneme gitme özgürlüğü de vardır. Bunlar özgürlük müdür, acınacak
zavallılık ve delilik midir, orası tartışılır.
Doktorumuzun, misafir olduğu kimselere yazdığı reçetede zekât ve sadaka
ilâçları da vardır. Zekât ve fıtır sadakasını, mecbûr eder. Yardımlaşma, ihsan,
ikram ve cömertlik tavsiyesi yapmayı ihmal etmez, kendini sağlam sanan
hastalara. Dünyevîleşen, bireyselleşen, dengesini kaybeden, çağdaş mikropların
hasta ettiği insanın unutmaya yüz tuttuğu ikrâm, misafir ağırlamak, infâk
etmek, almaktan çok vermeyi sevmek gibi ilâçları hatırlatır Ramazan.
İftarlarla, ikramlarla, ziyâret ettiği zaman diliminde fakirlere cömertçe yapılan
yardımlarla hastalıkları tedâvi eder.
Ramazan, bir öğretmendir; onun misafir olduğu yerler de birer okul. Bu
okulun namaz, oruç, fitre, Kur’an okumak ve dinlemek, çokça zikir ve duâ
yapmak gibi dersleri vardır. Misafirin bulunduğu zamanlar, onsuz yaşanacak
on bir ayın muhâsebesini yapan, geleceğe beden ve ruh olarak hazırlanan
başarılı öğrenciler, misafir öğretmen okuldan ayrılırken Allah’ın rahmet ve
rızâ diplomasını alırlar. Ramazanın öğretmenliğinden yararlanmak için,
onu bize gönderen Zât’ın, Gerçek Yöneticinin tüm emirlerini yerine getirip
587] 2/Bakara, 183
- 192 -
yasaklarından kaçmak, kurallara uymak, verilen on bir aylık ödevleri yerine
getirmek, dünya sınavını kazandıracak eğitimi her an sürdürmek gerekiyor.
Bu misafir, eğlenceden, karşılama törenlerinden hiç hoşlanmadığı halde, o
misafire, hatta onu bize gönderen Zât’a düşman olduğu halde bunu gizleyen
medya gibi sahtekârlarca ve onu yanlış tanıyan câhillerce dinî ve mânevî
özelliklerinden soyutlanarak folklorik ve nefsin arzuları doğrultusunda bu
misafir ağırlanmak istenmekte, böylece o aziz misafir rahatsız edilmekte,
küstürülmektedir. Bazıları onun eğlence, müzik, tiyatro, ortaoyunu, meddah
ve Karagözden hoşlanacağını zannediyor. Hâlbuki o, bunların bizim
hastalıklarımızı artıran uyuşturucular olduğunu hatırlatmak için geliyor.
Medya, Ramazanın gelmesini engelleyemediği için, onun faydasını en
aza indirecek yollar bulmaya gayret edecektir yine. Ramazanla insanımızın
sımsıcak ilişkisini bozmak isteyecektir. Bu güzelim misafirin bizi ziyaret
ettiği her ay, biraz sansasyon, biraz iftira, biraz istismar ve biraz da irticâ
adıyla İslâm düşmanlığının tezgâhlandığı medya pazarında, yutanlar yutsun,
yutmayanların da boğazına dizilsin diye bakalım bu ayda iftarlık olarak ne
eşantiyonlar verilecek? Bu misafirin insanı ihyâ etmesini istemeyenler bu ayda
da boş durmazlar. Bu ay onların da pazarıdır. Dinin ticareti de, istismârı da,
dine hakaret piyasası da hayli iş yapar, müslüman mahallesindeki medya adlı
salyangoz pazarında. Hipnotize edilmişçesine kendinden geçmiş ve etkilenmeye
hazır, ağzı açık müşterilere sihirli kutunun yalancı aynasından geçirilen bayat
ve kokmuş dolmalar yanında, taze avlar da menüye konulup yutturulur.
Ramazandan yararlanarak müslümanların dine yönelişlerini frenlemek için,
temcit pilavı olarak medya tarafından bu yıl da ne çirkinlikler sunulacak,
hep birlikte göreceğiz. İnsanları diriltmeye gelen muhteşem ve muhterem
Ramazanı öldürmek isteyenler, en azından yaralamaya kalkanlar çıkacak.
İnsanın bozulan kalp/gönül motorlarını tamir etmeye gelen Ramazan’ı tahrif
edip bozmaya yeltenenler olacak. Kâfirler vazifesini yapacağı gibi, Ramazan
münâfıkları da iş başında olacak. Onlar görevini yapıyor, yapacak. Peki ya biz?!
Kaçıncı defadır bu misafir geliyor, beraberinde getirdiklerini bir müddet
sonra kapı dışına atıyorsak mirasyediden farkımız olmayacak, emânetlere
ihânet ettiğimiz tescillenecek. Bu misafire şâhit olup ev sahipliği yapmamızın
artan sayısı, aynı zamanda ölümün yaklaştığının da habercisi. Önemli olan
Ramazanın getirdikleriyle bilinçlenip dirilerek, onun eğitiminden geçip
ölümden sonrasına her an hazır olmak.
Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz fırsatlar sunar.
İçkiciler bile Ramazan Hoca’ya saygısından o varken içmez veya azaltmaya
- 193 -
çalışır. Cehennem kapıları onun ziyareti şerefine kapandığı gibi, meyhane ve
kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da bu zaman diliminde kilit vurulur.
Ramazan Hoca, kendini seven bir mü’mine neler öğretmez ki... Hâlâ sigara
gibi kötü alışkanlıkları varsa, misafir hoca yanında sabahtan akşama kadar
içmediğine göre, akşamdan sabaha kadar da içmeyebileceğini, irâdesine sahip
olmanın çok da zor olmadığını kendisine öğretir. Az yemeyi, diyet ve rejimi,
iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine sahip olabilme alışkanlıklarını
kazandırmak için, çeşitli usûllerle gerekli her eğitimi verir Ramazan Efendi.
Ramazan, bilindiği gibi bir uyarıcı, bir vâizdir aynı zamanda. Herhalde siz de
duyuyorsunuzdur; ruhlarımıza hitap ettiği sesiyle, kendini seven bizlere şu
mesajları veriyor vâiz Ramazan:
“Bu dünya, imtihan alanıdır. Burada ne ekildiyse, âhirette o biçilecektir.
Bilindiği gibi, Yüce Allah, insanları sadece kendisine ibâdet ve kulluk yapmaları
için yaratmıştır. Allah’ın yasakladıklarından kaçıp O’nun rızâsına uygun
davranarak her ânımızı ibâdet sevabıyla geçirebiliriz. Dünyada, yaşadığımız günü
zorluk ve sıkıntılardan uzak geçirmek istediğimiz ve yarınları düşündüğümüz
gibi, âhiretteki sonsuz hayata daha fazla önem verip esas yatırımlarımızı oraya
yapmalıyız. Para kazanmanın, dünyada bir ev sahibi olmanın bedeli olur da,
cennetin bedeli olmaz mı? Sonsuz mutluluğun bedelinin de müslümanca
güzellikler olduğunu unutmamalıyız.
Her çeşit putlardan yüz çevirip Allah’ın istediği gibi iman etmeden
kurtuluşa ermek mümkün olmadığı gibi, sadece kuru bir “iman ettim” demekle
de iş bitmemektedir. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. “Ben
el-hamdü lillâh mü’minim” demek, “tüm düşünce ve davranışlarımı Allah’ın
hükümlerine göre düzenleyeceğime söz veriyorum” demektir. Hayatta
karşılaştığımız her zorluk ve sıkıntı da, her nimet ve hayır da imanımızı test
eden sınavlardır.
Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir,
yok hükmündedir. Yarın yaşayıp yaşayamayacağımızı bilmiyoruz, bugünü
değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Dünya
hayatı oyun ve eğlenceden ibâret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin
kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise
bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş. Dünkü çektiğimiz sıkıntı gibi,
yaşadığımız rahatlıkların da bugün için pek bir önemi yok. Bizimle âhirete
gidecek olan, sadece sevap ve günahlarımız olacak. Her hareketimiz, sağ ve sol
omuzlarımızdaki kameramanlarca filme alınmaktadır. Yarın bunların ödül
veya cezaları verilecektir.
- 194 -
Yaşadığımız toplumda ahlâksızlıklar artıyor, insanların birbirine güven
duygusu kalkıyor ve yeterince yardımlaşma yapılamıyorsa, bunun temel sebebi;
insanların gereği gibi iman edip Allah’a teslim olmamasıdır. Allah’ın Kitabını
öğrenip hayatına geçirmeye çalışmayan insanların, öldükten sonra “Kitabın ne?”
sorusuna “Kur’an” diye cevap vermeleri mümkün değildir. Bu sorunun cevabı
olarak, Kur’an’dan fazla önem verip okudukları gazetenin, televizyon kanalının
veya ahlâksız sanatçı ya da futbolcunun ismi dillerinden dökülecektir.
Cennet insanın hayallerine dahi sığmayacak güzellikte yaratılmış; fakat
nefse ağır gelen, nefsini terbiye edememiş, ona esir olmuş insanlara çok zor gelen
işlerle kuşatılmıştır. Akıllı insan, geçici ve kısa bir dönemdeki rahatı, sonsuz
güzellik ve mükemmel nimetlere değişmez.
Sadece bu dünyada yaşayacağını, hayatın bu dünyadan ibâret olduğunu
düşünerek yaşayan insan, canlı cenâze gibi yaşar; hem kendisi, hem çevresi
böyle sorumsuz bir hayatın acılarını tadar. Ama öleceğini düşünerek, ölümden
sonra ya cennet veya cehennem olduğunu, her şeyden hesaba çekileceğini
düşünerek yaşayan kişi, kendisi huzurla dolu olduğu gibi, etrafına da sadece
güzellikler yansıtır. Unutmayalım; mezardakilerin pişman oldukları şeyler
yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor. Her gün ve her gece, namaz
sonlarında, işimizin arasında; ölümü, kıyâmeti, dirilişi, mahşeri, cenneti,
cehennemi, günahlarımızı, Allah’ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı
derin derin düşünelim. Allah’ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat
süremiyorsak, müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım.
Akıllı insan, kendini hesâba çekip ölüm sonrası için çalışan ve Allah’ın her an
kendisini gözlediğini unutmayan insandır.”
Rabbımızdan hem kendimiz, hem de liyâkat kesbeden insanlarımız için bu
Ramazanın yeniden dirilişlere, canlanış ve uyanışlara vesile olmasını, secde
yerlerini gözlerimizden dökülen incilerle süslediğimiz sahur seccâdesinin
üzerinde tüm içtenliğimizle isteyebilmeli, fiilimizle de bu duâya iştirak
edebilmeliyiz.
Ne mutlu, Ramazanı gereği gibi değerlendiren, Ramazanla hayırlara doğru
değişenlere! Kim Allah’ın dostluğuna sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan
mahrum, o neye sahip?
- 195 -
21. HUTBE
TERSYÜZ EDİLEN NAZAMAR
Âyet :
شَهْرُ رَمَضَانَ الذَّ۪ٓي انُزِْلَ ف۪يهِ القُْرْانُٰ هُدًى للِناَّسِ وَبَينَِّاتٍ مِنَ الهُْدٰى وَالفُْرْقاَنِۚ فمََنْ شَهِدَ مِنْكمُُ
الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلىٰ سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ ايََّامٍ اخَُرَۜ يُر۪يدُ اللهُّٰ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَ ا
يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda
açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır.
Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu
olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük
çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı
Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun
hükümler gönderiyor).” 588
Bir Ramazan daha geldi. Hayat veren bu aylara şâhit olmamızın artan sayısı,
aynı zamanda ölümün yaklaştığının da habercisi. Önemli olan Ramazan’a
güzellik veren temel özellik Kur’an’la şuurlanıp dirilerek ölümden sonrasına
her an hazır olmak... Bu Ramazan biraz farklı olacak; halk geçim derdini de
unutup seçim derdinin yorgunluklarıyla, mecliste sahnelenecek oyunları takip
edecek, kim bilir kaçıncı defa ümitlerinin balık olup demokrasi kavağına
çıktığına şâhitlik edecek. “Ver oyunu, gör oyunu!” diyen oyunun kurallarını
belirleyenler, figüran olarak kullandıkları halkın tercihine karşı da ne tür
hile ve dayatmalar sergileyecekler Ramazanda ortaya çıkacak. Meydanlardaki
cambazlar, yerlerini Ramazan çadırlarındaki cambazlarla medya sihirbazlarına
bırakacaklar. Halkı cambaza baktırıp oyalayan kukla oynatıcıları, yakında ve
Irak’ta müslümanlara daha büyük darbeler vurmak, ceplerini ve gönüllerini
boşalttıkları yetmiyor gibi damarlarını da boşaltmak için vampir dişlerini
gösterecekler.
Destekçileri olan hâinlerin yardımıyla İsrail sömürgesi süper cüce bunları
planlarken, ABD’nin abdleri durumundaki medya da, Ramazanı müslümanlara
zehir etmenin yolunu bulacak. Her Ramazanda biraz sansasyon, biraz iftira,
biraz istismar ve biraz da irticâ adıyla İslâm düşmanlığının tezgâhlandığı
588] 2/Bakara, 185
- 196 -
medya pazarında, yutanlar yutsun, yutmayanların da boğazına dizilsin diye
bakalım bu Ramazanda iftarlık olarak ne eşantiyonlar verilecek? Ramazan
geldiğinde, din ticareti de dine hakaret piyasası da hayli iş yapar, müslüman
mahallesindeki medya adlı salyangoz pazarında. Hipnotize edilmişçesine
kendinden geçmiş ve etkilenmeye hazır, ağzı açık müşterilere sihirli kutunun
yalancı aynasından geçirilen bayat ve kokmuş dolmalar yanında, taze avlar da
menüye konulup yutturulur. Ramazandan yararlanarak müslümanların dine
yönelişlerini frenlemek için, temcit pilavı olarak medya tarafından bu yıl da
ne çirkinlikler sunulacak, hep birlikte göreceğiz. İnsanları diriltmeye gelen
Ramazanı öldürmek, en azından yaralamaya kalkacaklar çıkacak. Bozulan
insanı tamir etmeye gelen Ramazan’ı tahrif edip bozmaya yeltenenler olacak.
Kâfirler görevini yapacağı gibi, Ramazan münâfıkları da iş başında olacak.
Bütün bunlar, gâyet doğal. Herkes inancının/dâvâsının gereğini yapıyor. Esas
problem müslümanlarda. Ramazan’ı aslî çizgisinden saptırmak isteyenler, sadece
fıtratları bozulmuş İslâm ve Ramazan düşmanları değil; iyi niyetli ama câhil,
samimi ama âdetleri ibâdetleştiren, ibâdetleri de âdetleştiren müslümanların
çoğunluğu da bu durumda. Zâten lâyık olduğumuz şekilde yönetiliyor, hak
ettiğimiz şekilde muâmele görüyoruz. “Ey iman edenler! Siz kendinize (kendi
görevlerinize) bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olunca dalâletteki/sapık kimse
size zarar veremez...”589 Biz bu yazımızda dışımızdaki güçlerin doğal tavırlarını
değil; müslüman halkın Ramazan’la ilgili doğal olmayan tavırlarına değinmek
istiyoruz. Hakk’ın dinindeki Ramazanın özellikleriyle halkın dinindeki
Ramazanın özelliklerini örneklerle karşılaştırmak, böylece Ramazan aynasında
kendimize çeki düzen vermenin gereğini hatırlatmak bu yazının amacı
olacaktır.
Hakk’ın dininde Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim
ayı olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur’an’dan almaktadır.590
Kur’an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur’an’la bağlarını
sağlamlaştırması Ramazan’daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin
hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur’an’ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye
ve yaşamaya gayret etmesi, Kur’an’ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması,
Allah’ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı
Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu
Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli
ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm
589] 5/Mâide, 105
590 (2/Bakara, 185)
- 197 -
problemlerin Kur’an’ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu,
çözümün de Kur’an’ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün
olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi
bir öğretim ayı da olmalıdır.
Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur’an kursuna dönüşmemekte, vaktimizi
Kur’an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet
olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme
endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur’an’a karşı
görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.
Ramazan, oruç ve az yeme ayıdır.
Tıka basa yeme ayı, oburluk ayı değil; açlık ve mideyi dinlendirme, ruhu
gıdalandırma ayıdır. Ramazan, zenginle fakiri en azından gündüzleri eşit yapar.
Oruç, hayatın yalnız yeme-içme, bencil duyguları ve hayvanî arzuları tatmin
etme anlayışına dayanmadığını öğreten bir ibâdettir. Oruç, fiil olarak fakirlik
halini yaşamaktır. Sosyal adâlet fikrini, yardımlaşma duygusunu; açlık halini
yaşatarak öğreten bir ibâdettir. Oruç sâyesinde zengin mü’minler de beden ve
ruh yönünden fakirliğin sınırları içinde yaşarlar. Tok insanın açın halinden
anlamasını kolaylaştırır oruç.
Açlık ve sabır ayı olan Ramazan, halk açısından tıkınma ayıdır. Günler öncesinde
piyasa canlanır, koşturmacalar başlar, gıdalar Ramazanda midelere havâle edilmek
için evlere yığılır, depolanır. Kadınlar, Kur’an okumaya ve nâfile ibâdete, kültürlerini
arttırmaya vakit ayıramasınlar diye mutfaklara hapsedilir; yağlılar, börekler, çörekler,
Ramazan yemekleri adı altında bitmeyen uğraşlarla meşgul edilir. Medya “Ramazan
Yemekleri” ve “Yemek Târifleri” programları yapar.
Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır.
“... Oruç sabrın yarısıdır...”591; “Oruç bir kalkandır.”592 Oruç, irâdelerimizi
güçlendirir. Sabır ve sebâtımızı arttırır. Allah için iş yapmayı, zorluklara göğüs
germeyi öğretir. Zorluklara dayanabilme, nefsin isteklerini geri çevirebilme
ayıdır bu ay. Ruhumuzu eğittiğimiz bir aydır Ramazan. Dilimizin okumaya,
beynimizin bilgiye yöneldiği, gönlümüzün İlâhî huzurla coştuğu, benliğimizin
her çeşit ibâdete koştuğu bir aydır, öyle olması gerekir.
Günümüzün manzarası ise; “oruç kafası” diye nitelenen sinirlilik, acelecilik,
iftar öncesi telâş ve özellikle trafikteki keşmekeşlik ve kazâ yoğunluğu...
591] Tirmizî, Deavât, 86, 87
592] Buhârî, Savm 9; Tirmizî, İman 8
- 198 -
Tek kelimeyle sabırsızlık ve stres. Sebep olarak gösterilen iftirâ da hazırdır:
“Oruç kafası!” Oruç insanda sabır kapılarını sonuna kadar açar, açlık da
insanı olgunlaştırırken; insanımız bırakın oruç tutmanın hakkını vermeyi,
aç bile kalamamış, akşam tıka basa yedikten sonra, sahurda da gün boyu
hazmedilemeyecek yağlı ve hamur işleriyle kilo arttırmaya çalışmıştır. Buna
rağmen sinirlenmenin ve sabırsızlığın suçu oruca yüklenir, bir ibâdete hiç
bağdaşmayacak kadar çirkin ve yalan şekilde iftirâ atılır. Dinlenme değil,
“din”lenme ayı olması gereken Ramazanda daha bir tembellik ortaya çıkar, uyku
ve uyuşukluk ile, geyik muhabbetleriyle, işi rolantiye alıp boş vakitle israf edilir
bu değerli günler.
Ramazan itikâf ayıdır.
Ramazan ayının son on gününde itikâfa girmek sünnettir. “Hz. Peygamber,
Ramazanın son on gününde, vefatına kadar itikâfa girdi. İrtihalinden sonra
da zevceleri itikâfa devam ettiler”593 Halkın Ramazanında itikâf yoktur, hatta
adını bile telaffuz etmekte zorlanır insanımız. Câmi cemaatine anket yapılsa,
“itikâf nedir?” diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen
hiç bulunmayacaktır.
Ramazan ibâdet ve mâneviyat ayıdır.
Ramazan takvâ ayıdır. Oruç, yüce dinimizin haramlarından korunup
sakınma duygularını, yani takvâyı geliştirir.594 Mü’min, bu önemli faydayı
da sağlamak için, günah davranış, söz, işitme ve bakışlardan korunacak,
sakınacaktır. Oruç, ruhî ve ahlâkî bir eğitimdir. Ramazan tevbe ayıdır. Günahları
terketme, kötü alışkanlıkları bırakma ayıdır Ramazan. Kendine dönme, âhireti
tercih etme ve diriliş ayıdır. Bütün vücut organlarımızın, tüm duygularımızın
da oruca ihtiyacı vardır, onlara da oruç tutturmak gerekmektedir. Ramazan;
haramlara, şeytanî özelliklere, nefsimizin kötü isteklerine karşı bir sığınaktır,
bir kaledir. Oruçla bu kaleye girilir. Ramazan; göz ve dillerini kontrol altına
alarak ağızlarını kapayıp kalp ve gözlerini açmaya müslümanları hazırlıyor.
İmsaktan iftara kadar geçen zamanda, Ramazan içinde bulunduğunu, oruçlu,
yani ibâdet halinde olduğunu hatırlayan kimse, sanki Allah’ı görüyormuş
gibi, yaptıklarını ölçülü ve güzel yapmaya çalışacaktır. Oruç, insana ibâdet
için yaratıldığını hatırlatır, her dakikanın Allah’ın emir ve yasaklarına uygun
olması için gayreti artırır, ruhu olgunlaştırır. Oruçlu insan Rabbini daha çok
düşünür ve huzura kavuşur. Mideler rahatladığı için bütün vücutta bir hafiflik
593] Buhârî, İtikâf 1
594] bakın 2/Bakara, 183
- 199 -
hissedilir, kâmil bir oruçla gönül saflaşır, berraklaşır, daima iyi şeyler düşünür.
Yani kâmil bir insan olmanın yolları açılır, oruçla nefsin kötü isteklerine dur
demesini öğrenir insan.
Günümüzde Ramazanlar, dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak
folklorik planda hayata yansıtılmaktadır. İnsanımızı yönlendiren düzen ve
kurumları, belediyeler ve özellikle medya Ramazanı “ibâdet ve mâneviyât
ayı” olmaktan çıkarıp eğlence ayı olarak değerlendirmektedir. Ramazan
çadırları konser salonu görevi de yapmakta, müzik parçaları bu ibâdet ayında
teravihlerdeki salevatları bastırmaktadır. Televizyonlar, diğer zamanlardan
daha fazla eğlenceye, tiyatromsu şeylere, ortaoyunu ve kuklalara... yer
ayırmaktadır. “Ah eski Ramazanlar!” Sanki asr-ı saâdetteki her ânı ibâdet
coşkusuyla değerlendirilen Ramazanları hasretle hatırlayıp ona özenmektedir
bunu söyleyenler. Hayır, bu güzel arzudan değil bu nostaljik iç geçirmeler...
Ya niçin, Lâle Devrinden sonra ve özellikle Tanzimatla birlikte yabancı ve
yabancılaşmış insanların Direklerarası gibi eğlence mekânlarındaki gayr-i
İslâmî faşingleri, festivaller, câhilî örfler, lüks ve isrâfa âit hâtıralar ve onları
canlandırma gayretleri; Rum ve Ermeni şarkıcıların bozuk şive ve bozuk
ahlâkla icat ve icraatları olan kantolar ve bayağı ve de cıvık eğlenceler için... Bir
de Ortaoyunu ve meddah... Televoleci kanalların bunları canlandırması değil;
Ramazan ruhunun ne olduğu bilen/bilmesi gereken kanallar, gayrı müslim
azınlıkların alternatif Ramazanı olan direklerarasını Feshanelere taşıyan,
namaz kılanları çadır eğlencelerine çağıranlar insanı üzüyor.
Zekât ve sadaka ayıdır. Yardımlaşma, ihsan, ikram ve cömertlik ayıdır
Ramazan.
Fıtır sadakası vermek bu aya mahsus bir ibâdet olduğu gibi, hayır ve hasenâtı
çoğaltmak da bu ayın eseridir. “Rasûlullah (s.a.s.) insanların en cömerdi idi.
Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de kendisiyle Cebrâil (a.s.) karşılaştığı
zaman daha da artardı. Rasûlullah, Cebâil ile buluştuğunda insanlara rahmet
getiren rüzgârdan daha cömert, daha faydalı olurdu.”595 “Hangi sadaka daha
fazîletlidir?” diye sorulunca, en büyük insan; “Ramazan ayında verilen sadaka”
buyurmuştur.596 Giderek dünyevîleşen, bireyselleşen insanımızın unutmaya
yüz tuttuğu ikrâmı, misafir ağırlamayı, infakı hatırlatır ve yeniden alışkanlık
haline getirtir Ramazan; iftarlarla, sadaka-i fıtır ve zekâtlarla, bu ayda fakirlere
ekstra yapılan yardımlarla...
595] Buhârî, Savm 7
596] Tirmizî, Zekât 28
- 200 -
Günümüzde kısmen yapılan bu ikram ve yardımlaşmalar, daha çok
zenginlerin birbirini ağırladığı, tanınmış kimselerin sofralara dâvet edildiği,
iftar ziyafetlerinde israf ve gösterişin hâkim olduğu bir tarzda olabilmektedir.
Çevrede, hatta uzak yerlerdeki fakirlerin, dul ve yetimlerin iftarlara dâvet
edildiğini, kendi evinde iftar ziyafeti kadar oralardaki sofraları donatmanın
gerektiği unutulmaktadır. Bilmem kaç yıldızlı otellerin, başka toplantılarının
içkisiz yapılmadığı balo salonlarında Firavun sofralarına benzer tarzda iftar,
günümüz insanına has tuhaflık olduğu gibi, iftar ve Ramazan ruhuna da
hakarettir.
Ramazan, bir okuldur.
Bu okulun namaz, oruç, fitre, Kur’an okumak ve dinlemek, çokça zikir ve
duâ yapmak gibi dersleri vardır. Bu ayda geçmiş on bir ayın muhâsebesini
yapan, geleceğe beden ve ruh olarak hazırlanan İslâm’ı yaşayan insanlar, bu
ay sonunda Allah’ın rahmet ve rızâ diplomasını alırlar. Ramazan okulundan
yararlanmak için, dinimizin tüm emirlerini yerine getirip haramlarından
kaçan gerçek müslüman olmaya gayret etmek, ibâdetlere ve Kur’an’a sarılmak
gerekir. Ramazan ayı, nefsimizi kontrol altına almayı, zorluklara ve arzulara
direnip sabretmeyi öğrettiğinden, her çeşit haramları, kötü alışkanlıklarımızı
da bırakmak, bu oruç ayında daha kolaylaşacaktır.
Ramazan okuluna kaydolan öğrencilerin, hele başarıyla diplomasını alan ve
gelecek on bir ay için gerekli donanımlara sahip olan kişilerin sayısının yeterli
olduğunu kimse iddia edemez.
Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz bir fırsattır.
İçkiciler bile Ramazanda içmez veya çok azaltır. Cehennem kapıları kapandığı
gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da Ramazanda kilit
vurulur. Bir mü’min açısından Ramazan, hâlâ sigara gibi kötü alışkanlıkları
varsa, sabahtan akşama kadar içmediğine göre, akşamdan sabaha kadar da
içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor olmadığını kendisine
öğretir. Sık sık çay içmeden, kahve keyfi yapmadan, çerez ve benzeri abur cubur
atıştırmadan yapamayanlara, arada sırada yiyip içmeden edemeyenlere, bu
alışkanlıklarından vazgeçmeleri için en güzel imkânları gösterir Ramazan. Az
yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine sahip
olabilme alışkanlıklarını kazandırır/kazandırmalıdır.
Ramazan, para gibi maddî ve fânî şeyleri yüceltmenin yanlışlığını öğreten
bir aydır.
- 201 -
Kapitalist işverenler, ağır işler vermeye, işçisini ezip sömürmeye
Ramazan’da da devam edecek, mesai ayarlamasına gitmeyeceklerdir. Laik
düzenin, Ramazanda ayrıcalık göstermesi beklenmemelidir tabii; o yine
askerler, memurlar, okullardaki öğretmen ve öğrenciler için iftar saatine uygun
ayarlamalara, Ramazanın mânevî yapısına uygun düzenlemelere gitmeyecektir.
Ama, müslüman iş adamları da çalıştırdıkları işçilere aynı zulmü yapıyorlarsa,
Ramazan’ın özellik ve güzelliklerinden bahsetmeye hakları olmayacaktır.
Ramazan, her şeyden önce Kur’an ayıdır, tefekkür ve muhâsebe ayıdır, diriliş
ve devrim ayıdır, arınma, yenilenme ayıdır. İlim ve kültürle değerlendirilen,
ibâdeti günün ve gecenin her dakikasına yayma gayreti gösterilen, mânevî
özelliklerin, takvâ, sabır ve tevbenin öne çıktığı aydır. Namazlarını aksattığından
mü’min olduğu tartışılabilecek kişinin, Ramazanla iman tazeleyip namazlı
mü’min hale geleceği, namazlıların, namazı huşû ile ikame etmeye ve nâfile
ibâdetlere alışabileceği bir ortamdır. Evet, Ramazan güzel alışkanlıkların
edinileceği aydır. Terâvihler, nâfile ibâdetlere; sahurlar da teheccüd saatinde
kalkıp gece namazına alışmak için büyük bir fırsat olduğu gibi; mukabeleler,
Kur’ansız ve Onun anlaşılması ve yaşanması için gayretsiz günün geçirilmemesi
gerektiğini öğretir, alıştırır.
Ne var ki, Ramazan’ı ters çevirip nazamaR’a dönüştüren, farkında olmasa
da Kur’an ayı’nı tahrif eden kimseler Ramazan’a rağmen değişememekte,
Ramazan çeşmesinden kaplarını dolduramamaktadır. Rabbımızdan hem
kendimiz, hem de liyakat kesbeden insanlarımız için bu Ramazanın yeniden
dirilişlere, canlanış ve uyanışlara vesile olmasını, secde yerlerini gözlerimizden
dökülen incilerle süslediğimiz sahur seccâdesinin üzerinde tüm içtenliğimizle
isteyebilmeli, fiilimizle de bu duâya iştirak edebilmeliyiz.
Ne mutlu, Ramazanı gereği gibi değerlendiren, Ramazanla hayırlara doğru
değişenlere! Yazıklar olsun, imtihanda olduğunu unutup dünyayı sadece
geçim ve seçim dünyası kabul edip ibâdetleri ihmal eden ve Ramazan’ı hevâsı
istikametinde değiştirenlere!
- 202 -
22. HUTBE
KUR’AN’SIZ RAMAZAN, İÇI BOŞ SAHTE CENNET GIBIDIR
Âyet :
شَهْرُ رَمَضَانَ الذَّ۪ٓي انُزِْلَ ف۪يهِ القُْرْانُٰ هُدًى للِناَّسِ وَبَينَِّاتٍ مِنَ الهُْدٰى وَالفُْرْقاَنِۚ فمََنْ شَهِدَ مِنْكمُُ
الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلىٰ سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ ايََّامٍ اخَُرَۜ يُر۪يدُ اللهُّٰ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَ ا
يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda
açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır.
Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu
olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük
çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı
Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun
hükümler gönderiyor).” 597
Ramazan ayını diğer aylardan üstün kılan nedir? Ramazan’ın özelliklerini
sayarak diğer aylardan farkını anlamaya çalışalım: Ramazan, oruç ve az yeme
ayıdır. Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır. Teravih başta
olmak üzere nâfile ibâdetlerin daha çok yapıldığı ibâdet ayıdır. Zekât ve fıtır
sadakasının verildiği bereketli bir aydır. Fakirlerin hatırlanıp gözetildiği
cömertlik ayıdır. Şeytanların ve şeytânî arzuların bağlandığı rahmet ve mağfiret
ayıdır. Kötü alışkanlıkların terk edilip iyi alışkanlıklar edinilmeye çok müsait bir
aydır. Ramazan, bir okuldur. Ama, Kur’an onu, bütün bu özelliklerinden başka
bir özellikle tanıtıyor. Bunlar doğrudur, ama Ramazanı Kur’an’ın tanıttığı gibi
tanıtmaya yetmez. Rabbimiz onu bize Kur’an’ın indirildiği ay olarak tanıtıyor.
Evet, Kur’an’a göre Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı
olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur’an’dan almaktadır.
“Ramazan ayı ki, insanlara dosdoğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırma
ölçüsü ve hidâyet için belgeler içeren Kur’an onda indirilmiştir…” 598
Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda
indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı
olduğuna göre,599 Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de,
597] 2/Bakara, 185
598] 2/Bakara, 185
599] 97/Kadr, 3
- 203 -
bin aydan daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur’an’a
uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup
hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle
yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak,
yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de bin insandan
hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan üstün olur.
Değeri Kur’an’dan kaynaklanan Ramazan, Kur’an’dan daha çok
önemsenirken, Kur’an ihmal edilmiştir. Rasûlullah’ın ümmetinden şikâyetçi
olacağı tek husus vardır: “(O gün) Peygamber şöyle der: ‘Ey Rabbim! Doğrusu
benim toplumum, bu Kur’an’ı terk etmişti (uzak durmuş, onunla amel etmemişti).”600
Unutmayalım, Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece
bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün
Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını
bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına
yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez. Çeşme, bindört yüz yıldır
akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı,
nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya
devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden
yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda
yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan
az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele
o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci)
görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik
araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini
ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları,
örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere
sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Ramazan, Kur’an’ın kendisine indiğini bilen ve ona göre hayatını tanzim
eden kimselerin Ramazan’ıdır. Kur’an’ı ve hükümlerini önemsemeyen, ya da
başka şeyleri Kur’an’a tercih eden, Kur’an’a ters ilke ve yaşama biçimlerini
reddetmeyen kimseler için, yani Kur’an’sız, Kitapsız yaşayanlar için Ramazan
da yoktur bayram da. Kur’an kendisine inmemiş gibi Kitapsız şekilde yaşayan
insanlar, Kur’an’dan yararlanamadığı gibi, Ramazan’dan da nasip alamazlar.
“Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle
zulumâttan nûra, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarmak
600] 25/Furkan, 30
- 204 -
için onu sana indirdik.”601; “O (Kur’an) sizi zulumâttan nûra çıkarmak için
apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber’e) indirilmiştir.”602; “O bir peygamber
gönderdi; Allah’ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel
işleyerek zulumâttan nûra çıkasınız.” 603
Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına
engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden “Allah’ın
indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.”604 Nur, tek olduğu
halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî
ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını
ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur’dan da bizi
mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir.
Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur
düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan
uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır. Ahiretteki cezanın
sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı
saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih
ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin
hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada
başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından
binâ edilmiştir zindanlar. “Allah, mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan
nûra (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O,
onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlıklara götürür.”605 Zâlim insan, ışığa karşı
gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah’ın “gözleri
vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler” 606 dediği körlüğü seçmiş,
kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar
ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı
vahşilerdir.
Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah
korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur. Fobidir, aç kalmaktan,
insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar,
şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın
önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin
601] 14/İbrahim, 1
602] 39/Zümer, 39
603] 65/Talâk, 11
604] 5/Mâide, 45
605] 2/Bakara, 257
606] 7/A’râf, 179
- 205 -
olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden,
nurla, göz nûruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla
yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.
Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir
adı da “Nûr” olan Allah’ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya
çalışan insandır. Kur’an’la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara
karanlıkların kapkara adamıdır. Kur’an’sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu
vahşi bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. “Kim Benim zikrimden
(Kur’an’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu,
kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: ‘Rabbim! Beni niçin kör olarak
haşrettin? Oysa ben, hakikaten (dünyada) görüyordum!’ der. (Allah) buyurur ki:
İşte böyle (sen dünyada da mânen kördün). Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama
sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan
sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı,
elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” 607
Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa “Kitapsız!”
denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder, ama
yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur
câhiliyye toplumu, onlar Kitab’ın kendilerini ve toplumlarını eğitip
yönlendirmesini istemezler. Kitabı öğretmesi gereken okullar Kitapsız okuldur;
Kitabı göndereni ve Kitabı eğitime karıştırmazlar, O Kitab’ın yeri yoktur resmî
kurumlarda. Mahkemeler, Meclis ve tüm kurumlar Kitapsız olduğu gibi,
mü’minlerin elindeki (fazla fonksiyonu olmasa da) Kitab’ı (ç)almak için bin bir
gerekçe ve hüküm koymaktan çekinmez. Devlet, Kitapsız devlettir. Kitabın bir
âyetini, bir hükmünü bile uygulamaz. Öldükten sonra sorulacak sorulardan
birinin “Kitabın ne?” sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. “O gün
onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik
eder.”608 “Kitabın ne?” sorusuna o gün Kitaptan uzak yaşayan insan “falan
gazete”, “filânın nutku”, “falan anayasası”, ya da “şu kanal”, “bu televizyon”...
diyebilir. Yani, “Kitabım” diye iddia edilen Allah’ın Kitabı yerine, kişiye yön
veren, o kimsenin O Kitap’tan fazla okuyup baktığı, etkilendiği, itaat edip
uyduğu ne ise, insanın organları yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir.
“Kitabım Kur’an” sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle
yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını
yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. Bir
607] 20/Tâhâ, 124-127
608] 36/Yâsin, 65
- 206 -
ilke, bir kanun fert ve toplum hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa
onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine
inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön
vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. “Allah, şu Kur’an’la
amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.”609
Hayat kitabımız Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak
da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü’minin Kur’an’a imanı, zaten
onu yaşamak içindir. “İşte bu Kur’an, indirdiğimiz mübârek bir Kitaptır.
Artık Kur’an’a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının
ki merhamet olunasınız.”610 Mü’min, Kur’an’ı, mûsikisinden yararlanmak
ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek,
okuyacak ve dinleyecektir.
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan,
okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur’an’dan da özlenen faydalar
sağlanamayacaktır. “Benim zikrimden (Kur’an’ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için
(buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır.”611
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece
reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. “Kur’an şifadır.”612
Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşaya.
Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle
olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır.
Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Son kullanma tarihi kıyâmet
olan bu şifa kaynağı raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak
hastaları bekliyor.
Tevhidî çizgide yaşamaya çalışan mü’minler Kitapsız değildir, Kitapsız
olamazlar. Onları Kitabullah yönlendirir. Eğitimleri, cemaat çalışmaları
Allah’ın Kitabını daha iyi anlamaya yöneliktir. Medya organlarının, nutukların,
herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın Kitabının yerini tutamayacağını
bilirler ve ona göre tercihlerini yaparlar. Onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha
önemli olmadığının bilinci içindedir. İçinde hiç yanlışın olmadığı, her emrine
mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı
Kur’an olduğuna inandıklarını tüm davranışlarıyla ispat etmeye çalışırlar.
609] Riyâzü’s-Sâlihin ve Terc. II, 341
610] 6/En’âm, 155
611] 20/Tâhâ, 124
612] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44
- 207 -
Kur’an, muvahhid mü’minin başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat
kitabıdır. Hakemdir, ölçüdür, furkandır. Kur’an mü’minler için ana yasadır.
Ona ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul etmez, edemez muvahhid kimse.
Ölü kitabı değildir Kitaplı mü’min için, muska kitabı değildir Kur’an.
Hatmetmek için hatmetmenin Kitaplı olmaya yetmeyeceğini bilir muvahhid
mü’min. Dostlar alışverişte görsün kabilinden, yasak savma cinsinden
Ramazanlarda Kur’an’ı kabından çıkarıp hatim etmeyle işin biteceğini hiç mi
hiç düşünmez. Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdi.
Şirksiz ve şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil,
hüsrânını arttırabilirdi çünkü. “Biz, Kur’an’da mü’minlere şifâ ve rahmet olan
şeyler indiriyoruz. Ama bunlar, zâlimlerin hüsrânını, kayıplarını arttırır.”613
Kim gönlündeki, başta şirk olmak üzere, her çeşit mânevî hastalıkları Kur’an’la
tedavi etmezse, Allah ona başka bir yoldan asla şifâ vermez. Âyette dünya, türlü
hastalıklarla dolu bir hastaneye, Peygamber bir doktora, Kur’an da şifâ veren
ilaca benzetilmiştir. Kur’an’a itaat eden mü’min, bu âyetlerle şifaya ve rahmete
kavuşur. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi de onun
hastalığını arttıracaktır.
Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktır Kitaplı mü’minlerin dertleri. Onlar Kur’an’a
tâbi olmak, ona itaat etmek için okurlar. Bilirler ki, Kur’an hüdâdır, hidâyettir,
yol göstericidir. Onlar Kur’an’ı yaşama niyetiyle okuyup anlamayı en büyük
zikir, en önemli ibâdet kabul ederler. Onları kimse Allah adına kandırıp
Kur’an’ı anlayamayacaklarını söyleyemez. Başkalarının, hata yapma ihtimali
büyük olan beşerin, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı onlara
yasak kılamaz. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı görseler, öyle bir
eûzü çekerler ki, sadece cin şeytanları değil ins şeytanları da kaçar onlardan.
Onlar mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel ses
gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği
yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okurlar.
Sadece Kur’an’la yetişen “canlı Kur’an” sıfatına en lâyık şahsiyet, “Onun
ahlâkı Kur’an’dı”614 denilen Yüce Önderimiz Peygamberimiz’in izinden giden
muvahhid mü’minler de canlı Kur’an olmaya, ahlâkını, yaşayışını tümüyle
Kur’an’ın yön verdiği tevhidî inkılâbı her alanda gerçekleştirmeye aday olmaya
çalışan insanlardır. Onlar bilirler ki, insanların en hayırlısı Kur’an’ı (metnini
okumayı, anlamını, hükümlerini, nasıl yaşanacağını, çevreye nasıl hâkim
613] 17/İsrâ, 82
614 Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139
- 208 -
kılınacağını) öğrenen ve başkalarına öğreten kimselerdir. Onların evleri Kur’an
okuludur. Ailecek Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya çalışırlar.
Bütün mûcizevî yönlerinin yanında Kur’an, tarihin akışını değiştirmiş, en
köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte
muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır.
Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam
bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah’ın
uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhit olduğu en büyük devrim, Kur’an’ın
gerçekleştirdiği inkılâptır. Kur’an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa
değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihyâ etmiş, diriltmiş, değiştirmiş,
dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil’in samimi arkadaşı, eli silahlı katil
adayı Ömer, Peygamber’i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği
Kur’an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer,
Kur’an sayesinde insanları ihyâ eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli
basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermişti. Fert planında tek
tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur’an, toplumu da, düzeni
de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran,
o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir
bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde
çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet olmuşlar ve en
güzel medeniyet oluşturmuşlardı.
Ashâbı dirilten, canlandıran, adam eden Kur’an bizi de ihyâ eder. Yeter ki
Kur’an’a yaklaşımımız ashâbınki gibi olsun.
Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin
çağ anlayışı da câhilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da,
hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve
uydurmalara dayanarak savunur. İslâm’ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini
yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı
zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen büyük peygamberler de çağ
kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle
yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları
ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Mûsâ
(a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâp, Kur’an’ın yaptığı inkılâp; en büyük
inkılâpçı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an’la câhiliyye çağı kapanmış;
mutluluk çağı başlamıştır. Kur’an’la birlikte Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın
adı asr-ı saâdet; inkılâpçı insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler,
- 209 -
adına inkılâp denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha
doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır.
Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük
değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin
adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor.
Kur’an’da “câhiliyye” kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin dört
özelliğini belirtir. Câhiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.615 Câhiliyye
bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir. 616 Câhiliyye ahlâksızlık,
hayâsızlıktır.617 Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: “Yoksa
onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre,
hükmü Allah’tan daha güzel kim var?”.618 Câhiliyyenin temel vasıflarından
kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede
şeytanın, nefislerinin, hevâ ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir
yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli
sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı
insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını
yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar,
öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu
ve mü’mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor (Tabii,
kürtaj, intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum). Kısaca,
Kur’an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de,
buralarda da arz-ı endam etmektedir.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye
değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’an okudukları halde, niçin
karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur’an, niye artık
tevhidî bir inkılâp yapamıyor? Kur’an değişmemiştir, ama Kur’an okuyanlar
başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir.
Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a ashâb
gibi yönelmiyor.
Kur’an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur’an’la bağlarını
sağlamlaştırması Ramazan’daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin
hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur’an’ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye
615 bk. 3/Âl-i İmran, 154
616 bk. 48/Fetih, 26
617 bk. 33/Ahzâb, 33
618 5/Mâide, 50
- 210 -
ve yaşamaya gayret etmesi, Kur’an’ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması,
Allah’ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı
Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu
Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli
ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm
problemlerin Kur’an’ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu,
çözümün de Kur’an’ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün
olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi
bir öğretim ayı da olmalıdır.
Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur’an kursuna, Kur’an okuluna
dönüşmemekte, vaktimizi Kur’an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en
dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden,
anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde
okumakta ve Kur’an’a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu
zannetmektedir.
Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş
bulunan Kur’an’ı duvarlara, kitaplığa terk etmekten, onu süslü kabının içinde
mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanların Ramazan’dan alacakları pay, en fazla
açlık olacaktır.
Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü
uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım;
ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak
için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat,
hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan:
“Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah
ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.”619
Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip
uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim
yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına
ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik
etme yarışı yapmalıyız.
Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız
olmak çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu
yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun üzerimize
619 (8/Enfâl, 24)
- 211 -
yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin,
her istirahatımızın önüne geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an
insanı olmalıyız. Ahlâkımız Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı
hedeflemeliyiz.
Kur’an ve Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız.
Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına
gösterebilecek şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ın diriltici mesajlarıyla ayaklanmalı,
yattığımız yerden kalkmalı ve kıyâmetimize kadar kıyamda olmalı, kıyamda/
ayakta ölmeye çalışmalıyız.
Selâm olsun canlı Kur’an adayı (her yaştan) genç muvahhidlere! Kur’an
talebesi olmayı hayat boyu sürdürecek, Kur’an’ı öğrenip öğretmeyi, yaşayıp
yaşatmayı hiçbir hazineye değişmeyecek Kur’an dostlarına!
- 212 -
23. HUTBE
İNSANI RABBIYLE VE KENDISIYLE BARIŞ TIRAN,
UNUTULMUŞ BIR İBÂDET: İ’TİKÂF
Âyet :
وَاذِْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْناًۜ وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ ابِْرٰه۪يمَ مُصَلًّىۜ وَعَهِدْنَٓا اِلٰٓى ابِْرٰه۪يمَ
وَاِسْمٰع۪يلَ اَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّٓائِف۪ينَ وَالْعَاكِف۪ينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
“... İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim
Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn
(Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve
secde edecekler için temiz tutun.”620
İnsan, hayrın ve güzelliğin zirvesine doğru yol alabilmek için devamlı
değişmek/gelişmek zorundadır. Değişiklik, insanı esir eden bağlardan kurtulma
çabasıdır. Bulunulan konumdan dışarı çıkmaktır; hicretin farklı bir açılımıdır
değişim. Yozlaşmamak, donuklaşmamak için; mü’minin bir ayağı sırât-ı
müstakîmin sâbit/değişmeyen çizgisinde, diğer ayağı ise tekâmül/olgunlaşma
arayışında bir pergel olmalıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen
yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine
dışarıdan bakabilmeli, bazen farklı bir kimse gibi kendini gözlemleyebilmeli
ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. Rüyâda
kendini sanki başka biri imiş gibi dışarıdan görüp gözleyebildiği gibi, (meselâ
rûhunun, hayâl âleminde bedeninden soyutlandığını varsayarak hayâlen bindiği
sanal helikopterden, aşağıda yürüyen) kendisine, çevresini kuşatanlarla birlikte
bakabilmeli, her şeyini bir yabancı gibi kontrol edip gözden geçirebilmelidir. Bu
nefis muhâsebesi/otokritik, öyle bir otomatik hale gelmeli ki, kişi bir taraftan
konuşurken, diğer taraftan yabancı bir kimse gibi bu konuşmayı eleştiri gözüyle
dinleyip kritik edebilmeli; sokakta yürürken, nehy-i ani’l-münker görevini kendi
nefsine de yapabilecek kontrole ve olgunluğa sahip olabilmelidir. İşte bu özellikleri
insan, i’tikâf rûhunda yakalayabilir, bu rûhu koruyarak her zaman tümüyle
hayatına geçirebilir. İ’tikâf, insana kendini gözlemleyebilme, sorgulayabilme,
hesaba çekebilme ve öncelikle kendine ma’rûfu emredip öncelikle kendindeki
münkerlere karşı çıkarak nefsini ıslah edebilme yolunun anahtarını kazandırır.
620] 2/Bakara, 125
- 213 -
“Mekân” önemlidir; bulunulan yer, insanı etkileyen ciddî bir unsurdur. Bir
sefâhet mekânı, ya da çokça haramlar işlenen yer ile Mescid-i Haram’ı mukayese
edince; insanın inanç, düşünce ve davranış yönleriyle nasıl farklı mekânlarda
çok farklı etkiler altında olacağı daha iyi anlaşılır. İşte i’tikâfın, Allah’ın evi
kabul edilen câmilerde yapılması, insana kazandıracağı olumlu açılımlar
yönünden değerlendirilmelidir. İnsan üzerinde büyük etkisi olan unsurlardan
biri de “zaman”dır. İ’tikâfın herhangi bir zaman diliminde yapılmasının câiz
olmasıyla birlikte, kâmil anlamda Ramazan’da ve özellikle de Kadir gecesinin
bulunduğu tahmin edilen bu kutlu ayın son on gününde olması boşuna değildir.
Hindistan’ın İngiliz işgalinden kurtulmasında en önemli rolü oynayan
Hind lideri Mahatma Gandi’nin önemli bir karar arefesinde müslümanlar
gibi oruç tutup uzlete çekildiğini biliyoruz. Eski devirlere damgasını vuran,
özellikle Doğuda yaşamış bazı kişilerin, dünyevî faydalarından dolayı da olsa,
bu tür özelliklere sahip olduklarını görüyoruz. Bu açlık ve uzlet hayatının rûhu
arındırıp düşünceye açıklık getirdiğinin tecrübeyle sâbit olduğundan, çok eski
toplumlardan itibaren yaşanan bu tavır, İbrâhimî çizginin ana hatları üzerinde
yaşayan Hanîflerde de görülüyordu. Buna şâhit olan Hz. Peygamber, fıtratının
da yönlendirmesiyle bi’setinden önceki günlerde çevresindeki toplumun ve tüm
insanlığın durumunu düşünüp tahlil etmek için Hira’da inzivâya çekiliyordu.
Demek ki bazen uzlet şeklinde uygulanan i’tikâf, eski şeriatlerde de vardı. Zâten
şu âyet de i’tikâfın eski ümmetlerdeki mevcûdiyetine işaret etmektedir: “...
İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrâhim
ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn (Mescid-i
Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve secde edecekler
için temiz tutun.”621 Bu âyetteki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenler”e de işaret
edildiği değerlendirilir. Bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e
hitap ettiğini bildirdiğine göre- eski ümmetlerlerin şeriatlerinde de i’tikâfın
mevcut olduğunu göstermektedir.
İnzivâ hayatı ve tümüyle yalnızlık; aslında riskli bir durumdur.
Bunalımlara, psikolojik sorunlara sebep olabilir; vesveseye kapılar açabilir.
Hadis rivâyetlerinde, mecbûri olmadan yalnız yolculuk tavsiye edilmemiş,
yalnız kalanın şeytanla arkadaş olacağı belirtilmiştir. İşte i’tikâfta bu tür riskler
bertaraf edilmiştir. Mu’tekif, yalnız değildir; o Allah’la birliktedir, O’nunla
baş başadır. O’nun evinde, O’nun misâfiri olarak O’nun ikram ve ihsanlarına
muhâtaptır. Manastıra kapanmış veya tüm insanlardan soyutlanarak bin bir
gün çilehâneye çekilmiş mistiklerden farklı durumdadır i’tikâftaki mü’min.
621] 2/Bakara, 125
- 214 -
O, toplumla, cemaatle, insanlarla bağını tümüyle koparmamış, sadece asgarîye
indirmiştir. Cemaatten kopmadan ve cemaati ıslah etmek için, cemaatle günde
beş kez birlikteliği sürdürerek, onların iyi ve kötü taraflarını değerlendirme
fırsatıyla câmide Allah’a yönelmiştir. Mistisizm, ferdî inzivâ ile toplumdan
tümüyle koparak sadece kendini ıslahı prensip edinirken; mu’tekif topluma
daha faydalı olmak, onlara dâvet ve tebliğ ulaştırmak, onların ifsâdına
engel olmaya hazırlanmak için kendini ıslah isteği içindedir. Günümüzde
müslümanların hayatını hemen tümüyle kuşatan modern yaşam, kalabalık
içinde yalnızlığın, âile içinde bireyselliğin, topluluk içinde bencilliğin öne
çıktığı bir yaşam tarzı sunmaktadır. İ’tikâf rûhunda ise yalnızlık içinde toplum;
yalnızken bile cemaatle birlikte, onun için planlar sözkonusudur. Dünya içinde
ama dünyadan/dünyevîlikten uzak ve Allah’a, rûhî özelliklere yakın bir yaşama
tarzı vardır i’tikâfta.
İ’tikâf, mü’min için, özellikle dâvetçi için mânevî azıktır. Sporcular, önemli
maç öncesi hazırlık için kampa alınır, enerji depolar ve dış dünya ile ilgi ve
ilişkilerini koparır; tebliğci bir mü’min açısından da içindeki ve çevresindeki
düşmanlara karşı yapacağı mücâdele için kampa çekilmedir. Koruyucu
hekimliktir, chek-up yaptırmak, tedâvi olmaktır i’tikâf. Her gün yarım saat,
bir saat olsun tefekkür, zikir, yatakta da olsa ölüm ve şehâdet râbıtası yapmak,
i’tikâf rûhunun insana kazandırdığı lezzetli gıdâlardır.
Toplumun yanlışlıklarına alışmış, artık yadırgamaz hale gelmiş dâvetçi,
bazı zamanlarda sadece Allah’la kalabilmeli ki, toplumu hayra doğru
değiştirme bilinci bilensin. Hangi şuur ve tavsiye içerdiği belli olmayan bir
söz var: “Kendine iyi bak!” İki arkadaşın birbirinden ayrılırken selâm ve
temennî yerine söyledikleri bu sözü konumuza adapte edebiliriz: Günümüz
insanı nefsinin hevâsına gösterdiği ilgiyi, kendisini insan yapan özelliklere,
fıtratına göstermiyor. Modern insan, Rabbini unuttuğu için Allah’ın da onlara
kendilerini unutturduğu622 günahkâr yapı arzetmektedir. İ’tikâf gibi ibâdetlerle
Rabbına dönmeli ki kendine dönmüş, kendini bulmuş olsun. İnsan, kendine
bakmasını bilmeli, alıcılarını ıslah edip parlatmalı ki; kendini ve çevresini
objektif ve sâlim olarak gözlemleyebilsin; alıcı sağlam değilse, vericilerden
gelen etkilerin doğru algılanması mümkün değildir çünkü. Günahlarla
kirlenmiş/hastalanmış gözünü, gönlünü, beynini temizleyip tedâvi ederek
sağlığına ve uzaklaştığı fıtratına yeniden kavuşmalı ki; tanım, yorum, bakış
ve değerlendirmeleri doğru yapabilsin; işte i’tikâf bunu sağlar. Göz ve gönül
aynasını berraklaştırır, paslarını siler, temizler i’tikâf.
622] 59/Haşr, 19
- 215 -
Ramazan ayı, i’tikâf ayı olduğu ve her Ramazan’da Peygamberimiz’in i’tikâfı
hiç terketmediği halde; bugün “müslümanım” diyen kalabalıklar i’tikâfın adını
bile telaffuz etmekte zorlanır. Faydasız nice konuların yön verdiği gündeminde
i’tikâfın hiç yeri olmadığından, belki ilk defa sizden duymuş oluyordur bu
kelimeyi. Bırakın dâvâsı İslâm olmayan sıradan vatandaşları, câmi cemaatine
anket yapılsa, “itikâf nedir?” diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de
uygulayanlar hemen hiç bulunmayacaktır. Böyle bir zaman diliminde i’tikâfı
ihyâ etmenin çok büyük ecri vardır.
“Kim, benden sonra terk edilmiş sünnetimden bir sünneti ihyâ ederse, ona,
insanların o sünnetle amel etmesinin ecri kadar ecir/sevap verilir.”623 “Ümmetimin
fesâdı zamanında, kim, benim sünnetime sarılırsa o kimse için bir şehid ecri/
sevâbı vardır.”624
İ’tikâf, kâmil anlamda kalabalık câmilerde ve Ramazan ayında, özellikle
son on gününde yapılır. İ’tikâf, câmiden kopa(rıla)n insanımızın Allah’ın
eviyle tekrar kucaklaşması, Ramazanın rûhu olan ibâdeti her âna yaymanın
prototipidir. Bununla birlikte; i’tikâfı, sadece Ramazandan Ramazana yapmak,
günümüz şartlarında ölümcül hastalıkların tedâvisini geciktirmek ve belki de
o hastalıklarla ölmeyi göze almak demektir. İhtiyaç duydukça, hemen her gün
beş - on dakika da olsa Allah’ın evine bu gâye ile sığınmalı, O’ndan yardım
istenmeli, O’nun dâvetine icâbet edip ziyâfetine katılmalıdır. Câmilere sığınma
imkânını da sıkça bulamayan kimse, evinde, işinde, sokakta ve hatta yatakta
i’tikâf rûhunu yakalayabilmelidir; zâten Allah’ın arzı mescid değil midir?
Öyleyse en güzel i’tikâf Ramazan ayında ve câmilerde yapılsa da, i’tikâf rûhunu
başka alanlara taşıma gayretinde bulunmamak, ibâdetleri câmi gibi alanlara
mahkûm edip diğer yerleri başka ilâhlara ayırmak gibi fecî durumlara yol
açabilir. Her an i’tikâftaki gibi Allah’la beraber olma ve her yeri Allah’a ibâdet
edilen mekân haline getirme gayreti, aynı zamanda cihad sevabına da ulaşmak
demektir.
İ’tikâf özellikleriyle mü’min, meleklik tarafını (rûhî, mânevî yönünü) her
çeşit ibâdetlerle arttırmış, açlık (oruç) sâyesinde ve şehvetten/cinsel temastan
perhiz yaparak hayvanî taraflarını da azaltmış olur. Mu’tekif melekleşir, yani
meleklerin temel özelliği olan “Allah’a isyan etmemek ve O’nun emirlerini
tümüyle yerine getirmek”625 sıfatlarına sahip olur. Çünkü i’tikâfta temel
ibâdetlerin tamamına yakını mevcuttur. Ana/doğurgan bir ibâdettir i’tikâf.
623] İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 210
624] Terğîb, I/44
625] 66/Tahrîm, 6
- 216 -
İbâdetlerin fayda ve hikmetleri, tümüyle ve en kâmil şekliyle i’tikâfta vardır.
İ’tikâfla, nefis terbiye ve tezkiye edilip sabır zırhına bürünülerek cihada
hazırlanılmış olur. İhmal edilen gönlün tâmiri, bakımı, tedâvisidir; gönül
aküsünün şarz edilmesidir i’tikâf rûhu. Zühd, takvâ, ihlâs, huşû ile edâ edilip
zevk alınan ibâdet, mânevî haz gibi konularda derinleşmektir. Muhâsebe ve
olgunluğa tırmanıştır i’tikâf.
Nedir İ’tikâf ?
İ’tikâf kelimesinin kökü olan “a-k-f”, “bir şeye yapışmak, tutunmak, ondan
ayrılmamak, kendini bir şeye vermek, vakfetmek, bir şeyle meşgul olmak,
vaktini onunla doldurmak, bir şey içinde sürekli kalmak, bir yerde inzivâya
çekilmek” mânâlarına gelmektedir.
İ’tikâfın terim anlamı ise, “Bir mescid veya o hükümdeki yerde ibâdet için
özel şekilde beklemek ve bulunmak”, “Ramazan ayı içinde -ve bazen diğer
zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak zarûrî olmayan bütün
dünyevî faâliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibâdete ve tefekküre
hasretmek” demektir. İ’tikâf yapana “mu’tekif” denir. İ’tikâf; mü’minlerin
Allah için her şeylerini fedâ edebilecek bir bilinç kuşanmak maksadı ile, belirli
bir süre, özellikle Ramazan ayının son on günü içerisinde, kendilerini ibâdete
kapatmaları demektir.
İ’tikâf sünneti ve önemi hakkındaki hadis-i şeriflerden birkaç tanesini
kaydedelim: İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Ramazanın son on
gününde i’tikâfa çekilirdi.” 626
Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: “Nebî (s.a.s.) her Ramazan on gün i’tikâfa girerdi.
Vefat ettiği senenin Ramazanında yirmi gün i’tikâfa girdi.” 627
Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre “Nebî (s.a.s.), vefat edinceye kadar
Ramazanın son on gününde i’tikâfa girmiştir. Vefatından sonra eşleri i’tikâfa
girmeye devam ettiler.” 628
“İ’tikâfa giren kişi, günahları hapsedip sevapların tümünü elde eden kişi gibi
kendisine sevaplar kazandıran kişidir.” 629
“Ramazan’da on gün i’tikâf yapmak (nâfile) iki hac ve iki umre gibidir.” 630
626] Buhârî, İ’tikâf 1, 6; Müslim, İ’tikâf 1, 2, 3, 4; Ebû Dâvud, Savm 77, 78; Tirmizî, Savm 71; İbn Mâce, Sıyâm 58
627] Buhârî, İ’tikâf 17; Ebû Dâvud, Savm 78; İbn Mâce, Sıyâm 58
628] Buhârî, İ’tikâf 1; Müslim, İ’tikâf 5; Ebû Dâvud, Savm 77
629] İbn Mâce, hadis no: 1781
630] Taberânî ve Beyhakî’den; Terğîb ve Terhîb, c. 2, s. 526
- 217 -
Zührî şöyle demiştir: “İnsanların i’tikâfı nasıl terk ettiklerine şaşıyorum.
Oysa Rasûlullah (s.a.s.) bazı şeyleri bazen yapar, bazen de terk ederdi. Fakat
vefat edinceye kadar i’tikâfı hiç terk etmemiştir.” 631
İnzivâ ile İ’tikâf Arasındaki Fark: İ’tikâf ile, inzivâ da denilen uzlet birbirinden
tamamen farklıdır. İnzivâ yasaklanmıştır. “İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’ın
ruhbanlığı cihaddır.” İ’tikâf, bir kutlu arınış; inzivâ ise görevden kaçıştır.
Peygamberimizin Hira’da yaptığı gibi, belli bir süre, hayatın velvelelerinden
uzakta kalıp, Nebevî âyetlerin kaynağı Kur’an ile, kâinatın her bir köşesine
serpiştirilmiş sayısız âfâkî âyetler ile ve uzağa gitmeye gerek duyurmayan
özbenliğimize yerleştirilmiş enfüsî âyetler arasında uyumu yeniden kurmak,
irtibatı yeniden hatırlamak gerekmektedir. Allah’ın başları döndürecek geniş
ufuklarında yarattığı âyetlerden algı alanımıza inmiş olanlarını düşünmek,
onlarla ilgili hikmetli tefekkürlere dalmak, kendi özbenliğimizde yer alan
burhanlara durup, yeniden bir göz atmak, tefekkürü Kur’an’ın âyetlerinin
rehberliğinde yapmak bir ibâdettir.
Fakat dalıp kalmak, boğulmak doğru değildir. Çünkü i’tikâfın amacı, dünya
hayatından, nimetlerinden kopmak değildir. Dünya hayatının fitnelerine karşı
mânevî hazırlık yapmak, yeniden dışa dönük mücâdeleye devam etmektir.
Meselâ Hira’da vahyi kuşanan Peygamberimiz, hemen aşağıya inerek
halkın arasına katılmıştır. Toplumun kendisine gelmesini fildişi kulesinde
beklememiştir. O inzivâyı değil; i’tikâfı, bize sünnet olarak bırakmıştır.
Çünkü inzivâ, bireysel iç arınışı temsil ederken; i’tikâf, ferdi de kurtaran
toplumsal arınmayı temsil etmektedir. İnzivâda fert, ipek böceğinin durumuna
düşebilmektedir. Yani inzivâ ile bireysel arınış yöntemini benimseyenler, ipek
böceğine benzemektedirler. Çünkü onlar ortaya bir büyük değer/ipek çıkarayım
derken, böcek gibi “kendi hapishânelerinin duvarcı ustası durumuna düşme
handikapı” ile yüz yüze kalakalırlar. Bir tür şuursuz intihar yani. Oysa i’tikâf,
halkın içinde kalıp yaşadıkları kirliliklerden hicret etmeyi gâye edinen şuurlu
bir arınma yöntemidir.
Hira Bir Uğrakt ır; Durak Değil !
Hira’ya hapsedilen bir mesajın topluma bir yararı yoktur. Bu yüzden
Rasûlullah’ın örnek mücâdelesinden de tâkip ettiğimiz gibi Allah’ın rızâsını
kazanmanın yolu toplumsal hayat ekseninde verilecek mücâhededen
geçmektedir. Yani kendi Hiramızdan çıkmadan yaşamayı gâye edinmek,
631] Buhârî, İ’tikâf 6; Müslim, İ’tikâf 5
- 218 -
bencilliktir. Oysa kurtuluş Hak için halk ile beraber olmakta, bu nedenle
kendi kurtuluşumuz dahi, başka mü’minlerle birlikte ortaya koyacağımız
sâlih amellere bağımlı olmaktadır. O halde salt bireysel bir iç arınışın İslâm’ın
tezkiye modelinde bir yeri yoktur. Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek,
rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; bireysel iç arınış ile toplumsal tezâhürlerde
meydana getirilmesi gereken arınma işlemleri birbirini tamamlayan bütünün
parçalarıdır.
Rabbimizin rızâsını kazanırken yapacağımız işlerin zemîninde diğer
insanlar vardır. Tek başına yapılacak mistik bir iç yolculuk, elde edilmesi
gereken değerleri kazanmada yetersiz kalacaktır. Kısaca islâm’ın arınma
modelinde, fertlerin arınışı, toplumun arınışı ile eşzamanlıdır. Arınma
yöntemlerimiz de İslâmî olmalıdır. Toplumsal yaşamdan kopuk, bireysel
kurtuluşu amaçlayan bir arınma usûlü, İslâm’ın bütüncül mesajına uygun
düşmemektedir. Çünkü insanlarla ve özellikle mü’minlerle olan ilişkilerimizi
“i’sâr” ilkesine göre düzenlemek zorundayız. Bu ilkeye göre; “kendimiz için
istediğimizi mü’min kardeşimiz için de istemeli, kendimiz için istemediğimizi
mü’min kardeşimiz için de istememeliyiz.” Yani diğergâm olmalı, kadirşinas
davranışlar sergilemeliyiz. Tevâzûyu elden bırakmamalı, ulaştığımız doğruları
paylaşarak çoğaltmalıyız. Salt kendi kurtuluşumuz için değil; bütün insanlığın
kurtuluşu için çaba sarfetmeliyiz. Kendimiz için istediklerimizi bütün
müttakîler için de istemek zorundayız. Çünkü salt bireysel bir arınış yöntemi
Kur’anî değildir. “Tebliğ”in temel mes’ûliyetlerimiz arasında yer almasından
dolayı, kendimizden başka insanları da arındırma sorumluluğu içinde olmak
durumundayız.
Öz benliklerimizde taşıdığımız şeytanî eğilimlerin mutlaka denetim
altına alınması gerekmektedir. Bu, dünya sınavını kazanabilmemiz için
şarttır. Şu dünya hayatında şeytanlar binlerce yol deneyerek bizi Allah’a karşı
sorumluluklarımızı îfâ etmekten alıkoymaya çalışmaktadırlar. Bu güçlü
çağrılara ciddî bir direniş göstermezsek, Allah korusun ayağımız kayabilir,
farkında olmadan yoldan çıkabiliriz. Bu nedenle bizi Allah’ın rızâsını elde
etmekten alıkoymaya çalışan cin ve insan şeytanlarına karşı koyabilmek için
ciddî bir mânevî donanıma, güçlü bir şahsiyete sahip olmamız gerekmektedir.
İfrâta ve tefrîte saptırmayan bir mu’tedil arınma usûlü olan i’tikâf bize,
şeytanların günaha yaptıkları karşı konulamaz çağrılarına direnme gücü
kazandıracaktır. Şer odakları ile olan mücâdelemiz için, sıradan bir maça bile
kampa girerek hazırlanan sporculardan daha donanımlı olmak zorundayız. 632
632] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, Sayı 116-117 (Kasım-Aralık 2000), s. 58
- 219 -
İ’tikâfın Hikmetleri, İnsana Kazandırdığı Faydaları: Hürriyetin,
özgürleşmenin gerçek anlamda ne demek olduğunu insan, sadece Rabbıyla
baş başa olduğu zamanlar anlar. İhtiyaç zannettiklerini, alışkanlıklarını,
meşgalelerini, önemsiz meselelere ayırdığı zamanlarını, katili olduğu boş
vakitlerini, israflarını sorgular ve düzeltmenin yollarını arar. Hayatını
planlamayı, kendini disipline etmeyi öğrenir. Tatmadığı mânevî hazları tadar,
güzel zevklerin farkına varır; Kur’an’ı okuma, anlama ve yaşayışına geçirme,
zikir, tefekkür ve teheccüd adlı gece neşesi633 gibi güzelliklerle coşar, zevk sahibi
olur. Fuzûli konuşma, fazla yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkiden
sakınarak huzurun, mutluluğun, sağlığın yolunu bulur. Câmi ve cemaatle
ünsiyet kurma, beş vakit namazını cemaatle edâ etme, câmi hayatına alışma, hiç
haram işlemeden gözüne ve kulağına sahip olma, tâat ve sabır gibi fazîletlerle
cennet hayatının minyatürünü dünyaya taşımaya çalışır.
İ’tikâfın en önemli amacı; her ibâdetin gâyesi olan Allah’ın rızâsıdır. Bu
temel hedefin gerçekleşmesi için mü’minin/dâvetçinin, dünya meşgalelerinden
kendini soyutlayarak Rabbi ile yalnız kalması ve nefsini muhâsebe etmesi
sâyesinde, hayatını ve amellerini O’nun rızâsı doğrultusunda tanzim etme,
takvâ sahibi bir insan olma hal ve şuuruna erebilmesidir. Allah’ın rızâsı için
gerekli olan namaz, oruç, zikir, ibret, tefekkür, muhâsebe, nefsi kontrol, geleceği
planlama ve tekâmüle ulaşmasıdır.
İslâm’ı öncelikle kendi gönüllerinde ve benliklerinde hâkim kılamayan
insanlara Allah’ın yardım edip onlara devlet gibi nimetler vermesi beklenemez.
Dünyada Allah’ın râzı olacağı devlete, âhirette insanın râzı olacağı cennete
kavuşmanın yolu, öncelikle tam mânâsıyla müslüman olup Allah’a teslim
olmaktır. İslâmî bir şahsiyete ve irâdeye sahip olmak, nefsi tezkiye etmek,
ma’siyetlerden, günahlardan, ayıp ve ahlâksızlıklardan arınmaktır. Rûhuna
özen göstermeyen bir dâvetçi mü’minin Cenâb-ı Hak’tan hidâyet ve nusret
beklemeye hakkı yoktur. Zira, “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe
Allah onların durumlarını değiştirmez.”634
İtikâf; halîfelik görevlerini yerine getirmek için enerjisini doldurmak,
arınmak, azıklanıp rûhunu gıdâlandırmak, sosyal faâliyetlere ve cihâda daha
bir hızla atılmak için, geri çekilip gerilmek ve kısa bir süre Rabbiyle baş başa
kalmaktır. Hasta olanın, hastalıklardan tedâvi için muvakkat bir zaman
hastanede kalıp ilâç ve perhize devam edip tedâvi edildikten sonra hastaneden
çıkıp daha sıhhatli bir halde işlerine dönüp çalıştığı gibi, müslüman için i’tikâf
633] 73/Müzzemmil, 6
634] 13/Ra’d, 11
- 220 -
da böyledir. Kısa bir müddet i’tikâfta kalır; yenilenip rektefe edilmiş, sabra
alışan ve her ânını ibâdete dönüştüren özellikleriyle sosyal hayata daha kuvvetli
olarak çıkar. Mânevî yönden daha güçlü olarak Rabbine yaklaşır, iman ve yakîn
nûru ile kalbini düzeltir ve huzur içinde Allah’a yönelir. Nice kimseler vardır
ki, fâni olan cisminin sağlığına gösterdiği özeni mânevî yapısına göstermez.
Dünya rahatına verdiği önem kadar ebedî hayatını düşünmez. Yatağa düşürecek
mikroplardan ve hastalıklardan sakındığı kadar, cehenneme götürecek kalp
hastalığından ve mânevî mikroplardan kaçınmaya çalışmaz. Yatırımını sadece
dünyaya yapan, rûhî ve mânevî gıdâlarını ihmal eden modern insan, tek kanatlı
kuşa dön(dürül)müştür. İşte i’tikâf, huzura, esas hayata ve tükenmeyen saâdete
erdirecek tüm imkânlarını, kendisiyle kucaklaşan herkese sunmaya hazırdır.
Yarışmalardan önce sporcuların özel hayatlarından koparılarak kampa
alınmaları, belli bir süre enerji depolamak için olduğu kadar, onları gerideki
ilgilerin etkisinden sıyırmayı da hedef alır. Gözlerinden biri hastalanan kimse
için eşyanın yarısı nasıl bulutların arkasında gölge bir varlık gibi silik ve bulanık
gözükürse, dikkati vâkıalara takılıp kalan, kendine bakmasını ve kendisini
Hakka vermesini bilmeyenler için de hakikatin yarısı kaybolmuş demektir.
Özellikle i’tikâfla elde edilen, mâsivâyı (O’ndan başka her şeyi) gönlünden
silip sadece Allah’la beraber olmanın faydası meydandadır: Meşgaleyi azaltır,
insanın gözünü ve kulağını korur. Zira göz ve kulak kalbin yoludur. Kalp bir
havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis ve bulanık, mikroplu sular
dökülür. İ’tikâftan maksat, kalbi o pis sulardan ve bunlardan meydana gelen
çamurdan temizlemektir ki, bu sâyede havuzun ana kaynağı temiz su ile dolsun.
Pis suyu akıtan derelerin havuza akan yolları açık iken havuzu temizlemek
nasıl mümkün olur? Her an yeni bir pis su havuzu doldurur. O halde ilk önce
o pis derelerin yolunu kesmek lâzımdır, yani kalbe yönelen duyuların güzel
olmayan akıntısını kesmek gerekir, ancak zarûret miktarı açık kalır. Bu da
i’tikâf ve benzeri uygulamalarla mümkün olur. Ayrıca i’tikâfla gözü hâriçten
çekmekle bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek,
perde tabakalarını kaldırıp atmak sûretiyle içinden hikmet pınarlarını akıtıp
kalbi doldurmak da mümkündür.
İ’tikâf, pek çok ibâdeti içeren ana ibâdettir. Başka bir ibâdette bu kadar
çok özellik bulunmaz. İ’tikâf yapanın namazı vaktinde cemaatle ve huşû ile
edâ etmesine yardımcı olur. Nâfile namaz kılma ve gece hayatına, yani Allah
için uykuyu bölüp teheccüdle neşelenme imkânına ve alışkanlığına ulaştırır.
Mu’tekifin (i’tikâf yapan kimsenin) orucu, takvâya ulaştırır; çünkü onun
orucu; gıybet ve yalan gibi haramlardan, hatta gereksiz sözlerden uzak, mescid
- 221 -
gibi bir mekânda yerine getirilen oruçtur. İ’tikâf, özellikle fesâdın yayıldığı
günümüzde, gözün, kulağın ve dilin, dolayısıyla da gönlün haramlardan
korunmasına vesîledir. İ’tikâf, insanı dünyevîleşmekten, hırs ve tatminsizlikten
kurtarır.
İ’tikâf, mü’minin Allah ile olan imânî bağını kuvvetlendirip nefsini tezkiye
edip arındırır, çevre baskılarına ve fitnelere karşı daha dayanıklı hale getirir.
İ’tikâf sâyesinde insan, ahlâk ve ibâdetlerle ilgili zaaflarını gidermek için
gerekli adımlar atabilir. Kötü alışkanlıklarını bırakma imkânına kavuşur.
Bildiği doğruları ve güzellikleri hayata geçirme gayret ve çabasına kavuşur.
Sözlerin yalama olduğu, muhâtapların güzel konuşmalardan değil; ancak
güzel yaşayıştan etkilendiği günümüzde, hal diliyle güzel bir tebliğdir i’tikâf.
Başkalarına iyiliği emrettiği halde kendi nefislerini unutanlara da önemli bir
derstir. Allah için ağlayıp tevbe etmeyi unutan takvâ ve ihlâs konusunda büyük
ihmalleri olan ve yaptığı ibâdetlerden zevk alamayan insan için bir şahsiyet
okuludur. Kişinin Rabbine yaklaşabilmesi ve kendini O’na adayacak seviyeye
yükselebilmesi için fiilî bir duâdır.
Hiçbir şey, Allah’ı zikretmekten daha lezzetli değildir. Hiçbir amel, zahmetin
azlığına karşın verdiği lezzetin çokluğu, kalbe verdiği sevinç ve huzurun
büyüklüğü bakımından zikrullah gibi olamaz. İnsan, ancak Allah’ı gereği gibi
ve tüm kapsamıyla zikrederek tatmine ve huzura kavuşabilir. İ’tikâf rûhu, kişiye
namaz gibi eylemle, tefekkür ve Allah’ı hatırlayıp unutmama gibi kalp ve beyinle,
Kur’an kıraati, duâ, tehlil, tesbih, tahmîd ve tekbir gibi dille yapılan zikirlerle içli
dışlı olma tatlarını verir. Zikrin en önemlisi Kur’an okuma, Kur’an’ı düşünme,
anlama ve gereğince yaşayıp ahkâmını topluma hâkim kılma çabasıdır.
İ’tikâf yapan kişi, kâmil mânâda bu sünneti ihyâ etmek istiyorsa, Ramazanın
son on gününde ve câmideki bu arınma sürecinde Kur’an’ı meâliyle birlikte
ve düşünerek okuyup hatim etmelidir. Bunun insana kazandıracağı şeyleri
yaşamayan bir kimseye anlatmak mümkün değildir; tatmayan bilmez. Hele,
maddî imkânı olanların bu muhteşem özellik ve anlatılamayacak güzelliklerle
dolu i’tikâfı, Mescid-i Haram’da ya da Hz. Peygamber’in i’tikâflarını yaptığı
mescidde, Medine’de yerine getirmeleri... Gerçekten i’tikâf, yüksek mertebelere
ulaşabilmek için mü’minlerin mutlaka değerlendirmesi gereken büyük bir
fırsattır.
İnsan, kendi namazını ne denli önemsediğini ve hangi ruh hâletiyle namaz
kıldığını değerlendirmelidir. Eğer bu hususta kendindeki eksiklikleri tesbit
etmişse, işte i’tikâf, namazlarının edâsında yüksek mertebelere ulaşmak için bir
fırsat olarak onu beklemektedir. Bir mü’min, Allah Teâlâ’nın râzı olmayacağı
- 222 -
işler yapmaktan korkmalı, bunun için günlük hayatında namazdaymışçasına
davranmalı, unutma hali hâriç, abes şeylerle meşgul olmamalı, Hak’tan
uzaklaştıracak hususlara veya lüzumsuz hiçbir şeye iltifat etmemelidir. Bunlar
da en doğal şekilde i’tikâfla kazanılır ve sonra devam ettirilecek alışkanlık ve
ahlâk haline getirilebilir. Mü’minin, ulaşmak için gayret sarfetmesi gereken
bir başka seviye de, nefis ve şeytanla mücâhede gayretleridir. Bu mücâhede
sâyesinde namazda gönül huzuru, huşû ve haşyet duyguları kazanılır. Böylece
i’tikâfa giren mü’min pek çok dünyevî meşgûliyetle ilgisini kesmek sûretiyle,
başka insanların tatmadığı lezzetleri tatmış, ulaşamadıkları derecelere ulaşma
fırsatını yakalamış olur.
İ’tikâftaki mü’minin, insanların çoğunun yaptığı yanlışlardan kaçınması da
kolay olacaktır. Bunlara örnek olmak üzere, insanı hüsrâna götüren pek çok
şeyi kendisinde toplayan üç yanlış davranışı gündeme getirebiliriz. Bunlar,
fuzûlî konuşma, isrâfa varan yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkidir.
Allah’ın Kitabını okuma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma veya
maîşetle ilgili gerekli bir konuşmanın dışındaki, yani hayır sözün hâricindeki
konuşmalar, fuzûlîdir. Mü’min, kirâmen kâtibîn meleklerinin kendisini
devamlı gözetlediğinin farkında olmalı, her söylediğinin kasete alındığını, her
yaptığının kameraya çekildiğini unutmamalıdır.
Zamâne gençlerinin çoğu, hatta dâvâ adamı olanların önemli kısmı bile,
dille imtihanda pek başarılı olamamaktadır. Nice gençler, konu üzerinde
düşünmüyorlar bile. O nedenle de bugün pek çok dindarda, dâvetçide ve ilim
talebesinde görülen üslûpsuzluk, yerinde söz söyleyememe, geyik muhabbeti,
ciddiyetle somurtkanlığı karıştırma, samimiyetle sululuğun arasındaki
dengeyi bulamama gibi özellikler yaygınlaşmaktadır. Ayrıca bunlara, çoğu
zaman gıybet, yalan söyleme gibi günahlar da eşlik etmektedir. Mü’min için
i’tikâf, Allah’ı zikir, zarûrî ve hayırlı konuşmanın dışında ağızdan çıkan her
kelime için nefis muhâsebesi yapmaya bir fırsat ve vesiledir. İ’tikâftaki mü’min,
kendini olgunluğa alıştırmalı, i’tikâfına zarar verecek kişilerle ilişkisini ve
gereksiz konuşmaları bırakabilmelidir.
Midesine girenleri kontrol edemeyen gönlünü de denetleyemez. Günahlar,
Allah için oruç tutup aç kalana uzak, tıka basa yiyene daha yakındır. Az
yemek, sadece kalıba değil, aynı zamanda kalbe de incelik kazandırır, maddî
hastalıklara olduğu gibi, mânevî hastalıklara da şifa sebebidir. Nefsin hevâsını,
yani kötü isteklerini dizginler, öfkeyi azaltır. Ayrıca, kişiyi fazla uykudan,
tembellikten ve gevşeklikten kurtarır. Nitekim Lokman Hekim oğluna şöyle
demiştir: “Ey oğulcuğum! Mide dolarsa düşünme uykuya dalar, hikmet dilsiz
- 223 -
kalır, uzuvlar da ibâdet için hareket etmez.” İ’tikâftaki mü’minin, kendisini
ibâdetten alıkoyacak her şeyden, bu arada çok ve çeşitli yemekten uzaklaşması
gerekir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Çok yemek yiyen, Allah’ı
zikretmekten bir lezzet alamaz.”
İ’tikâf, mü’min için, daha önce lezzetine varılmış bazı şeylerden uzak kalma
hususunda nefsini terbiye etme ve alışkanlık haline gelmiş pek çok şeyden
müstağnî olma konusunda nefsiyle mücâhede imkânıdır. Çay tiryâkilikleri,
çerez ve benzeri alışkanlık ve bağımlılıkları, israfı ve ağzına giren her şeyi
tekrar gözden geçirme fırsatıdır i’tikâf.
İnsanlarla çok ve gereksiz ilişki de kişinin kulluğuna ve huzuruna darbe
vurma bakımından önemlidir. Çünkü insanların çoğu, diğer insanlarla bir
araya gelmeye öyle düşkündürler ki, kendi ibâdetlerini yapma ve tamamlama
konusundaki güçlerini kaybederler. İnsanlar arasına fazlaca karışmak, ibâdet
zamanının ve mekânının heybetini azaltır; gıybet, yalan söyleme, boş konuşma,
aşırı şaka yapma gibi birtakım günahlara önayak olur.
İ’tikâf, kişinin ibâdetlerini gözlerden ırakta yaparak ihlâsını ölçmesi ve
takviyesi için bir fırsattır. Kişi, murâkabe şuurunu kazanabilmek ve âniden
gelebilecek ölümü her an hatırında tutabilmek, böylelikle kemâl merdivenlerine
tırmanabilmek için, nefsiyle devamlı bir sûrette mücâdele etmesi gerekir. Bu
özellikler, en güzel biçimde i’tikâf bilinciyle kazanılabilir.
Kimin gönlünde Allah varsa onun her iki dünyada da yardımcısı Allah’tır,
kimin kalbinde Allah’tan gayri şeyler tümüyle yer etmişse onun iki dünyada
da hasmı Allah’tır. Allah’la beraber olan ve i’tikâfı bu konuda baş tacı eden,
bu unutulmuş sünneti ihyâ ederek kendisi ihyâ olan genç müslümanlara selâm
olsun!
Yılda en az bir defa, Ramazan ayında i’tikâfa girmek, Peygamberimizin
unutulan önemli bir sünnetini ihyâ etmektir. Hayatımızı namaza benzetmek
zorunda olduğumuz gibi, i’tikâftaki Allah’a adanmışlık rûhunu ve işe
kendimizden başlamamız gerektiği bilincini her an canlı tutmak da müslümanca
yaşayıp müslümanca ölmek için mecbûrî istikametimizdir. Toplumdaki şerleri
değiştirmek niyetiyle kendimizi yetiştirip ıslah için haydi i’tikâfa!
- 224 -
24. HUTBE
KADIR GECESI
Âyet :
انِآَّ انَزَْلنَْاهُ ف۪ي ليَْلةَِ القَْدْرۚ وَمَٓا ادَْرٰيكَ مَا ليَْلةَُ القَْدْرۜ ليَْلةَُ القَْدْر خَيْرٌ مِنْ الَفِْ شَهْرٍۜتنََزَّلُ المَْلئٰٓكَِةُ
وَالرُّوحُ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْۚ مِنْ كُلِّ اَمْرٍۙ سَلَامٌ۠ هِيَ حَتّٰى مَطْلَعِ الْفَجْرِ
“Doğrusu Biz, onu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu
sen nereden bilirsin? Kadir gecesi; bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Rûh,
o gece Rablerinin izniyle her iş için iner de iner. O, tanyeri ağarıncaya kadar bir
selâmettir.” 635
Yani Kur’ân inmeye başladığı gece, Kur’ân’sız, kitapsız, peygambersiz, kısaca
Allah’ın hükümlerinin ve adının duyulmadığı bin aydan (aynı zamanda 30 bin
geceden) daha hayırlı, daha değerlidir, daha şereflidir. O gece Abdullah oğlu
Muhammed, Allah’ın elçiliği gibi bir misyonla görevlendirilmiş, Rasûlullah
olmuş, böyle bir makama yükseltilmiştir. O makam kolay ve basit bir makam
değildir. İnananların nazarında en değerli mercidir. Üstelik oldukça zor ve
ağır bir iştir. Bu görev, Allah Teâlâ’nın “Doğrusu biz sana (taşıması) ağır biz söz
vahyedeceğiz”636 buyurduğu görevdi.
İşte böylesi şerefli, şanlı, değil sadece o günkü Mekke’de, tüm tarihin en
mühim günü olarak kaydedilecek bir gecede Allah vahyini peygamberine
sunuyordu. O peygamber ki o güne kadar kitap nedir, iman nedir bilmiyordu…637
İşte, bu gecenin fazileti bundan dolayı idi. Çünkü dağlara inmiş olsa dağdaki
kayaları, taşları Allah korkusundan paramparça edecek Kur’an inmişti o
gece. Konuyla ilgili Kur’an şöyle diyor: “Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine
indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça
parça olmuş görürdün…”638 Kaya, taş Kur’an inmiş olsa, o emanetin altında
paramparça olacak, ama Kur’an bize inmiş, kılımız kıpırdamıyor.
Kur’an’ın yeni yeni indiği bir ortamda Mekke’de mü’minler arasında şimdiki
zavallı müslümanların kuruntuladıkları gibi sırf sevap kazanmak için ibadet
etme güdüsü yoktu. Onların yaptıkları sadece kendilerine verilen görevi yerine
635] 97/Kadr, 1-5
636] 73/Müzzemmil, 5
637] 42/Şûrâ, 52
638] 59/Haşr, 21
- 225 -
getirmektir. Bu görev de şirkin yerine tevhidin hâkim kılınması idi. Dolayısıyla
Kadir gecesinin bin aydan hayırlı oluşunu, o gecede yapılan ibadetin bin aydaki
ibadetten daha hayırlı olduğunu düşünmek ve sanmak sadece bir şaşırma ve
kuruntudan ibarettir. Kur’an’ın ruhuna terstir.
Kadir gecesi kabul edilen gecenin akşam namazını kılmayanlar, hiç Kur’an
okumayanlar bile Ramazan’ın 27. gecesini Kadir gecesi olarak değerlendirecek.
Oysa bu Kadir Gecesinin, Kadir Gecesi olarak kabul edilen gece olduğu sadece,
bazı rivayetlere istinad eden bir ‘yorum’dur. Kadir gecesinin Ramazanın 27.
gecesi olduğu kesin değildir.
Peki, kadir gecesinin, Ramazan’ın 27. gecesi olduğu kesin olarak tespit edilse
neyi ifade eder? Temel ölçüler ışığında değerlendirecek olursak, çok şey ifade
etmez.
Her sene olduğu gibi bu sene de ülkede kadir gecesi büyük bir coşku ile
kutlanacak. Birtakım ‘din adamları’ kadir gecesinin bir ‘fırsat’ olduğundan
dem vuracaklar. Sanki ‘kaçırmayın bu fırsatı’ dediklerini duyar gibi oluyoruz.
Mevlidhanlar ve duahanlar alabildiğine şişiriyorlar avurtlarını. Kaside ve
mevlit okuyacağız diye kıpkırmızı oluyor yüzleri. Duâhanlar, sanki Allah’ın
-hâşâ- duyma sorunu varmış gibi avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Emirkomuta
formatında âdeta Allah’a, yapmasını istedikleri işlerin listesi sunuluyor.
Rahmetli Mehmet Akif’in enfes benzetmesiyle, Allah neredeyse ırgat yerine
konuluyor; “Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ.”
Bugün ‘kadir gecesi’ adına, azıcık geç kalanlar camilerde yer bulamayacak.
Memleketin semâları dua, zikir, Kur’an tilaveti, kaside, mevlid ve mersiyelerle
inim inim inleyecek.
Halka anlatılanlara göre; bugün insanlar her umduklarına nâil olacaklar.
Günahları bağışlanacak. Gökyüzüne doğru açılan elleri boş döndürülmeyecek…
İşe öncelikle, kadir gecesinin ne olduğu, neyi ifade ettiği, değerini nereden
aldığından başlamak gerekir.
Kadir gecesini Kur’an tanımlamaktadır: Kur’an’ın indirildiği gecedir.
Doğrusunu Allah bilir ama bunu, Kur’an’ın indirilmeye başladığı gece olarak
anlamak gerekir. Bakara suresinin 185. ayeti, Kur’an’ın Ramazan ayında
indirildiğini bildirmektedir. Kadir suresi ise Kur’an’ın kadir gecesinde
indirildiğini ifade etmektedir. Bu sûre kadir gecesinin ne olduğuna biraz daha
açıklık getirmekte ve o gecenin bin aydan daha hayırlı olduğunu; melekler ve
er-Rûh’un o gecede her iş için çokça indiklerini, bu gecenin fecrin doğuşuna
- 226 -
kadar esenlik ve selamet olduğunu bildirmektedir. Duhan sûresinin 3. ayeti ise
‘kadir gecesi’ni ‘mübarek bir gece’ olarak tanımlamaktadır.
Bu âyetlerden anlaşılan mana şudur ki, Kur’an kadir gecesinde/mübarek
bir gecede indirilmiştir. Kur’an bir tek gecede inmediğine göre, sanırım bu
ayetleri, Kur’an kadir gecesinde inmeye başladı olarak anlamak isabetlidir. Bu
meseleyi daha da sadeleştirerek söylemek icap ederse: Kur’an, fazileti önceden
belirlenmiş bir gecede indirilmiş değil de, -doğrusunu sadece Allah bilir ya-
Kur’an’ın indirilmeye başladığı geceye Kur’an’ın kendisi ‘kadir gecesi’ adını
vermiştir. Kur’an, Allah’ın gecelerinden bir gecede indirilmiş, Kur’an inmeye
başladığı için o gece bir önem kazanmıştır.
Bu ifadeden acaba, o gecenin çok özellikli ve önemli bir gece olduğunu
mu anlamak gerekir, yoksa o gecede yapılan işin, yani Kur’an’ın inmeye
başlamasının çok önemli olduğunu mu anlamak gerekir? Bir nevi ‘zarf-mazruf’
ilişkisi…
Kadir gecesini kadir gecesi ve mübarek bir gece yapan, orada Kur’an’ın
inmeye başlamasıdır. Yeryüzüne Kur’an’ın inmeye başlaması her türlü takdirin
ötesinde bir kıymet ve ehemmiyete sahiptir. Çünkü aziz İslam dini son olarak
Kur’an’la vaz edilmiştir. Yeryüzü yani insanlık Kur’an’la muhatap kılınmıştır.
Bizim zikrimiz Kur’an’dadır. Dinimizin kaynağı bu mübarek kitaptır. Kadir
gecesine işaret, Kur’an’a işaret olsa gerektir. Bütün insanlığa, Kur’an’a dikkat
edin, Kur’an’a iman edin, ona sımsıkı tutunun ve onun getirdiği Din’i din
edinin, beşerin icat ettiği yollara sapmayın denmiş olmalıdır.
Şurası kesindir ki, Kur’an kadir gecesini, onda yapılacak bütün duaların kabul
olduğu, âdeta bir ‘fırsatlar gecesi’ olarak anlatmamaktadır. Anma-kutlama
kültürüyle her şeyi kutlanacak bir nesneye dönüştüren küresel kapitalist
din, İslam’ın pek çok değerini kendine uyarlayarak bir tüketim nesnesine
dönüştürmüş bulunmaktadır. Rasulullah’ın doğum gününün ‘kut’lanmasıyla,
kadir gecesinin ‘kut’lanması arasında büyük bir benzerlik vardır. Biri, İslam’ın
son Nebîsinin doğduğu gün, diğeri de o Nebî’ye vahyedilmiş olan Kur’an’ın
doğduğu gece olmaktadır. Nebî’nin değeri nasıl ki herhangi bir günde doğmuş
olmasında değil de, nebilik ve rasullük misyonunda ise, kadir gecesinin değeri
de, onda doğmuş olan Kur’an’da olsa gerektir. Kutlu doğum etkinlikleriyle
Nebî’nin (s.a.s.) misyonu örtülmekte, kadir gecesi kutlamalarıyla da Kur’an’ın
otoritesi örtülmektedir.
Şayet ‘kadir gecesi’ doğru şekilde kavransaydı, büyük bir gizlilik içerisinden
keşfedilip çıkartılmış(!) olan bir geceye bu kadar ‘gizem’ atfedilmek yerine, bu
- 227 -
ismin Kur’an’a işaret ettiği üzerinde durulur ve şayet bir ‘iş’ yapmak isteyen
birileri varsa, bunun önce Kur’an’ı doğru şekilde okuyup anlamak, sonra
yaşamak ve daha sonra da insanlığı Kur’an’a davet etmek olduğunu kavrar ve
ona koyulurdu.
Miladi 7. yüzyıl Arap yarımadası gibi, bugünün toplumları da İslam davetine
muhtaçtır. Bugünkü modern câhiliye, eski Arap câhiliyyesini aratmaktadır.
En başta da, Müslüman ismini taşıma iddiasındaki toplumların İslam tebliğine
ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu beldelerdeki ‘anma’cı ve ‘kutlama’cı ruhban
sınıfı, ‘mübarek gün ve geceler’ klişesiyle şova dönüştürdükleri mübarek
kavram ve değerlerimizi, âdeta cahiliyenin fark edilmemesi için bir paravan
olarak kullanmaktadırlar. Bu anma-kutlama kültürü, toplumu rahatlatmakta,
aslında Nebîlerin insanları rahatsız edici, aileleri bölücü (tevhid-şirk ayrımı)
misyonuna operasyon çekilmekte, din tamamen putlarla uzlaştırılmakta;
kapitalist, demokratik laik bâtıl inançlarla uyumlu hale getirilmektedir. Din
cihad gibi lâ bilinci gibi esaslarından uzaklaştırılmakta, terbiye edilmekte,
bugünkü kâfir ideolojilerin yedeğine verilmektedir. Kur’an, kendisinden başak
bütün hayat tarzlarını ‘öteki’ olarak etiketler ve sadece İslam’a haklılık pâyesi
verir, İslam’dan başka her düşünce sistemi ve yaşam biçimini, yok olmaya
mahkûm bâtıl olarak takdim eder. Kadir gecesi ya da kutlu doğum kutlamak
üzere camiye giden cemaate ise İslam’ın bir hoşgörü dini olduğu anlatılmakta,
inanç ve düşünce özgürlüğü adı altında İslam’ın bütün şirk sistemlerine saygı
duyduğu, bütün fahşa ve münker çeşitleriyle bir arada yaşanabileceği iddia
edilmektedir. Selatîn camilerden dönen cemaatin benliğinde hâsıl olan etki
şudur: Namazımızı kıldık, duamızı ettik, kadir gecemizi idrak ettik; akraba ve
dostlarımıza kadir gecesi kutlama mesajı da çektik; tüm görevlerimizi yaptık,
daha ne yapalım?
Kısacası kadir gecesi, kadir gecesi adına itina ile kadirsizleştirilmektedir.
Bu gün ve gece kutlamalarıyla, bu gece indirildi diye adına törenler yapılan
Kur’an hâkim, yani hükmeden konumuna gelmiş değil; her geçen gün daha da
mahkûm/hükmedilen konumuna itekleniyor, kimse önemsemiyor. Kur’an bu
topluma, bu devlete inmiş mi ki, Kur’an hem de bu gece indi diye kadir gecesi
kutluyorsunuz? Gerçekten Kur’an, okullara, deniz kenarlarına, mahkemelere,
büyük denilen meclislere, aile hayatına, iş hayatına indi de onun bayramı ve
kutlaması mı yapılıyor?
Kadir gecesi, Kur’an’la yeniden tanışma, ölünceye kadar çıkmayacak şekilde
hayatımızı yönlendirme açısından gönlümüze ve zihnimize inmeye başladıysa,
onun indiği zamanı kadir gecemiz olarak kutlayabiliriz.
- 228 -
Kitabımız Kur’an, Kadir Gecesine değil, insanlara inmiştir. Bize inen
Kur’an bu gecede indiği için bu zamanı 30 bin geceden hayırlı kılıyorsa, bizim
hayatımıza yön verecek şekilde bize inen Kur’an, bizim kadrimizi kıymetimizi
nasıl arttıracaktır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre,639
Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün veya bir gece de, bin
aydan, yani otuz bin gün ve geceden daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir.
Her gün ve gece Kur’an’a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş
gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini itikadî, ibâdî, ahlâkî ve iktisadî
bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme
çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek,
o zaman biz de otuz bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve
geceler de bin aydan, yani otuz bin geceden daha üstün olur.
Kadir Gecesinin tam olarak ne zaman olduğunun belli olmadığı bellidir.
Çünkü bu konuda standart yoktur, her insana göre Kadir gecesi değişir.
Kur’an’ın gönlümüze, zihnimize, yaşayışımıza indiği gece hangi gün ve gece
ise, bizim Kadir Gecemiz odur. Her gece iniyorsa bizim için her gece Kadir
Gecesidir; hiçbir gece inmiyorsa bizim için Kadir gecesi yoktur. Kur’an’ın
indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesidir.
Kur’an hangi gece inmiş, bizim için esas önemli olan o değildir; bize ne zaman
iniyor, o bizim kadir insanı olmamız için olmazsa olmaz öneme sahip olan
odur. Bu gecenin kadir gecesi olup olmasından öte, bizim kadir insanı, kadir
mü’mini olmamız önemlidir.
Kadrinizin, kıymetinizin artması ve 30 bin kişiden daha faziletli olmanız için
Kur’an’ın gönlünüze, beyninize devamlı inmesi; evinize, işyerinize, sokağınıza,
devletinize Kur’an’ın hâkim olması (amacıyla her türlü gayret göstermeniz) için
Kadir Gecesini sürekli yaşamanız duasıyla, bu gecenin hayatınızda bu güzel
değişimi gerçekleştirmesini diliyorum.
Kadir Gece si Nedir ?
Bu sorunun cevabı, kişinin Kur’an algısına göre değişmektedir. ‘Kur’an’ı,
onu inzal eden şânı yüce Allah’ın murâdına uygun şekilde algılayanlar Kadir
Gecesini de doğru algılayacaklardır. Kur’an’ı nesneleştirenler ise Kadir gecesini
de bir nesne, bir anma ve kutlama gününe irca edeceklerdir.
Oruç tutulan coğrafyada kadir gecesi kutlamaları, bir anlamda kadir gecesinin
karartılmasıdır. Doğrusu bu karartma, Kur’an’ın tamamına yöneliktir. Halkın
639] 97/Kadr, 3
- 229 -
vicdanını bastırması, dine ve Kur’an’a karşı görevini yaptığı anlayışı içinde tatmin
bulup daha güzel alternatiflere engel olacak şekilde fıtratı susturma çabasıdır.
Eğer kadir gecesi, bugün sanıldığı gibi, bütün günahları affettirecek özel sevap
gecesi gibi bir anlama sahip olsaydı, Rabbimiz hem gününü/saatini belirtip, hem
de ne gibi eylemlerle bu geceyi ‘ihyâ etmemiz’ gerektiğini bildirmez miydi?
Kur’an’a hürmet adına yapılanlar, kendi başına saygısızlıktır. Allah’ın Kur’an’la
neyi murad ettiğini anlama çabası yerine, belirli bir zümrenin Kur’an’ı nasıl ve ne
olarak algılatmak istedikleri öne geçmektedir.
Kur’an, Kadir suresi ile Kur’an’ın yeryüzüne indirilişine, dolayısıyla Kur’an’ın
önemine dikkat çekmektedir. Kur’an’ın ilk indirilmeye başlandığı bu mübarek
geceye, Cebrail’in Muhammed (sav)’e seslendiği o ilk karşılaşma zamanına bu
ismi vermektedir. Tabii ki bu ilk gecenin bir anlam ve önemi vardır. Zaten Allah
böyle buyurduğu için bu gecenin anlam ve önemine iman etmek tartışılmaz
bir şeydir. Fakat problem, bu ‘önem’in hangi şeyden kaynaklandığı, nasıl bir
önem olduğu ve niçin böyle bir öneme sahip olduğuyla alâkalıdır. Acaba kadir
gecesinin önemi, bu gece yapılacak hiçbir duanın geri çevrilmemesiyle(!) mi
alâkalıdır, yoksa yeryüzüne Kur’an vahyinin inmeye başlamasıyla mı alâkalıdır?
Kadir suresine dikkat edildiğinde, gecenin önemi, Kur’an’ın indirilişinden
kaynaklanmaktadır; dolayısıyla kadir gecesi, Kur’an’ın kadr ü kıymetini
bilme, anlama, idrak etme ve iman etme gecesidir. Yani ‘kadir gecesi’nde
çakılıp kalmanın bir anlamı olmasa gerektir. Çünkü Kur’an, kadir gecesinde
kalın, onu kutsayın; o gecede bütün günahlarınız affedilecektir dememektedir.
Mesele, Kur’an’ın insan hayatındaki yerini idrak etme meselesidir. Yeryüzünde
her geçen gün insan hayatına yönelik olarak büyük büyük(!) ideolojiler, doktrinler
üretilmekte, insanın kurtuluşu(!) için şaşalı anlatılar icat edilmektedir. Kur’an ise,
içinden birtakım cümlelerin alakalı-alakasız spotlaştırılarak evlere/dükkânlara
asıldığı ‘kutsal’ ama aynı zamanda sıradan bir kitaba dönüştürülmektedir. Kabul
etmek lazım ki, son yıllarda Kur’an algısı biraz daha mesafe(!) alarak, Ramazan
ayında mabedlerde çokça okunan bir kitap durumuna gelmiştir. Televizyonlarda
sık sık Kur’an okuma yarışmaları, tören havasıyla icrâ olunmaktadır. Fakat dikkat
edilirse, bütün bu okumalar(!) hâlâ, Kur’an’ın emir ve yasaklarının anlaşılıp
yaşanmasına hizmet etmemekte; hayata hükmetmesi uğrunda bir büyük inkılaba
dönüşmemektedir. Tam tersine, Kur’an bireyin hayatına bir kutsal nesne olarak
daha fazla girerken, bir hayat nizamı olarak da o oranda çıkmaktadır. İnsanoğlu
her senenin aynı gecesinde, aynı saatlerde Kur’an’ı bir çeşit günah çıkartma
aracı yapmaktadır. Kadir gecesi âdeta, önümüzdeki bir sene boyunca, gelecek yıl
kadir gecesine kadar rahatça günah işleyebilmeyi temin eden bir vakumlamaya
dönüştürülmektedir.
- 230 -
Eğer kadir gecesinde bütün günahların affedilmesi gibi bir durum olsaydı, -hâşâbu,
öncelikle Kur’an’ın kendisiyle çelişirdi. Çünkü o zaman, Kadir sûresinin dışında
kalan Kur’an’ın tamamının insana yönelttiği teklifler anlamsızlaşırdı. Kur’an, insana bir
hayat tarzı teklif etmekte, bir sorumluluk yüklemektedir. Bu, tarih boyunca rasullerin
öncülüğünde dünyada fırtınalar estirmiş, toplumlarda büyük çalkalanmalar meydana
getirmiş, toplumları bölmüş, savaşlara sebebiyet vermiş çok büyük bir olaydır. Din
mefhumu, insanoğlunun ‘kadir gecesi’ olarak tayin ettiği bir gecede âdeta Allah’a din
öğreten, bağırıp çağırarak duâlar(!) yapan resmî din adamlarının icraatlarına bırakılamaz.
‘Kadir gecesi’ olduğu kesinmiş gibi kabul edilen bu gecede camilerin dolup
taşmasını riyakâr bir basının şâşaalı manşetlerle haber yapması, ‘kadir gecesi’
bağlamında yapılıp edilenleri haklılaştırır mı? Bu manşetler tam da işaret etmeye
çalıştığımız, Kur’an’ın nesneleştirilmesi, İslam’ın ötelenmesi niyetlerinin dışavurumu,
ikiyüzlü tutumlardır. Kadir gecesinde camilerin dolup taşması, acaba Kur’an’ın kadr
ü kıymetinin anlaşıldığı, Mekke’deki o ilk imanı oluşturacak bir bilinç uyanışının bir
sonucu mudur, yoksa Müslümanım diyenlerin hiçbir küfür ve şirkine ses çıkartmayan,
kimsenin günahına müdâhale etmeyen bir Kur’an algısının imali midir?
Bizler de her mü’min gibi bu gece ve her gece Rabbimize, kendi indirdiği Kur’an’a
göre bir hayat inşa edebilmemiz için gerçek bir imanı nasip etmesi, Rasulullahın
algısı gibi bir Kur’an algısı ve O’nun yoluna adanmış gerçek bir mü’min hayatı
bahşetmesi; bu uğurda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan bir yürek ve
imanıyla çelişmeyen örnek bir Müslüman hayatını nasip etmesi için dua edeceğiz.
Kur’an’ın bir geceliğine ve sadece söylem (retorik) düzeyinde değil, her şeyiyle
hayatımıza girmesi için Allah’a yalvarıp yakaracağız.
Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre,640 Kur’an’ı okumaya,
anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan, yani 30 bin günden daha
hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur’an’a uygun olarak
ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini
ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal
ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi
gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de 30 bin insandan hayırlı
oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de 30 bin günden üstün olur.
Değeri Kur’an’dan kaynaklanan Kadir Gecesi, Kur’an’dan daha çok
önemsenirken, Kur’an ihmal edilmiştir. Rasûlullah’ın ümmetinden şikâyetçi
olacağı tek husus vardır: “(O gün) Peygamber şöyle der: ‘Ey Rabbim! Doğrusu
benim toplumum, bu Kur’an’ı terk etmişti (uzak durmuş, onunla amel etmemişti).”641
640] 97/Kadr, 3
641] 25/Furkan, 30
- 231 -
Unutmayalım, Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için
Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün Ramazan’dır.
Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu
gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için
hiçbir şey ifade etmez. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat
veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran
rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına
tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir.
Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin
suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır.
Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini
yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını
körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek
isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve
dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını
aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Kadir Gecesi olduğunu tahmin ettiğimiz gece, Peygamberimizin tavsiye ettiği şu
duâyı yapmalıyız: “Allahumme inneke afuvvun kerîmun tuhıbbu’l affe fa’fu annî”
Yani; “Allahım, sen affeden kerim bir zatsın. Affetmeyi seversin. Beni de affet.” Bu
duâ, görüldüğü gibi, tevbedir, gönülden günahlarımıza pişmanlık duyarak bu duâyı
yaparsak, affedilmeyi bekleyebiliriz.
Kur’an bu gece indirilmeye başlandığından, kadir gecesi kutlamak istiyorsak;
Kur’an’la bağlarımızı sağlamlaştırmak için söz vermemiz, Kadir gecesinde ilk
görevimizdir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an
âyetlerini bu Kadir Gecesi olarak kabul ettiğimiz günde ilk nâzil oluyormuş gibi imanî
bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal,
ekonomik tüm problemlerin Kur’an’ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü
olduğunu, çözümün de Kur’an’ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün
olacağını unutmamalıyız.
Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur’an kursuna, Kur’an okuluna dönüşmemekte,
vaktimizi Kur’an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı
ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme
endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur’an’a karşı görevin
en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.
Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş bulunan
Kur’an’ı duvarlara, kitaplığa terk edenler, onu süslü kabının içinde mahpus tutup tutuklu
hayatı yaşatanlar, Kadir Gecesi kabul edilen zamanda da istedikleri ödülü alamayacaklardır.
- 232 -
Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü
uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım; ama
güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil,
kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat, hayat bile
değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan: “Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek
şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.” 642
Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip
uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim yapmakla,
Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına ulaşılmaz.
Kur’an’ı yaşama yarışması, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik etme
yarışı yapmalıyız.
Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız olmak çok
önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu yüklenmeli, O’nu
taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun, üzerimize yüklediği görevleri
yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin, her istirahatimizin önüne
geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an insanı olmalıyız. Ahlâkımız
Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı hedeflemeliyiz.
Kur’an ve Kadir Gecesi aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız.
Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına gösterebilecek
şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ı kendimiz yaşamalı, Kur’an’ı topluma yaşatmaya
çalışmalı, Kur’an’ı devlete hâkim kılmaya gayret etmeliyiz.
Kur’an’dan uzak yaşayanların Kadir gecesi yoktur, onların bayram yapmaya,
sevinmeye de hakları yoktur. Kur’an’ı hayat kitabı kabul edip ona göre yaşamak
isteyenlerin Ramazan’ı, Kadir Gecesi mübarek olsun. Kur’an’ın doğum günü olan
Kadir gecesinde, Kur’an’la ihyâ olan kimselerin bayram yapmaya hakları vardır.
Kur’an bayramı yapacaklardır. Müslümanın zaten iki bayramı vardır: Kur’an ve
Kurban Bayramı. Kur’an’dan ve Allah’tan uzak yaşayanların ne Ramazan’ı vardır, ne
Kadir gecesi, ne de bayram yapma hakları. Onlar için bayram yapıyorlarsa eğer, şeker
bayramı vardır, et bayramı vardır.
Kur’an’ın önce gönüllerimizde, sonra tüm alanlarda hâkim olması için görev
bilincine ulaşmamızı diliyorum. Kur’an’a dönüş için dönüm noktası olmasını ümit
ettiğimiz Kadir Gecenizi ve yaklaşan Kur’an bayramınızı şimdiden tebrik ediyorum.
642] 8/Enfâl, 24
- 233 -
25. HUTBE
RAMAZAN BAYRAMI HUTBESI BAYRAM DEMEK, ALLAH’A
YAKLAŞMA DEMEKTİR
Âyet :
اَلَٓ ا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَ ا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَ ا هُمْ يَحْزَنُونَۚ اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي
الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْ اخِٰرَةِۜ لَ ا تَبْد۪يلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۜ
“Bilesiniz ki Allah dostlarına asla korku yoktur; onlar üzüntü de
çekmeyecekler. Onlar ki, iman etmişler ve takvâya ermişlerdir. İşte onlara
hem bu dünya hayatında hem de âhirette müjdeler olsun! Allah’ın sözlerinde
değişme olmaz; (öyleyse) en büyük kazanç budur.”643
Hadi s:
“Kim, sevabını Allah’tan ümit ederek Ramazan ve Kurban Bayramının
gecelerini ibâdetle ihyâ ederse, kalplerin öldüğü gün onun kalbi ölmeyecektir.”644
Bayramlar, neşe ve sevinç günleridir. İslâm, kendi toplumunu huzur ve
sevincin zirvelerine tırmandıran kendine has özel günler tesbit etmiş ve tüm
bağlılarını bu günlerde birbirleriyle kaynaştırmıştır. Dinimiz, her şeyde olduğu
gibi bayram konusunda da orta yolu seçmiştir. Dejenere olmuş toplumlarda
görülen bayram enflasyonu da, insan doğasına aykırı bayramsızlık da, fıtrat ve
denge dini İslâm’da doğru görülmemiştir. Her toplumun, kendi inançlarına göre,
kendine has bayramları olduğu gibi; Medine İslâm devletinin kuruluşundan
bugüne bütün İslâm âleminde kutlanan, bu ümmetin de iki bayramı vardır:
Biri Kurban, diğeri de Ramazan Bayramı.
İslâmî kardeşliğin, dayanışma ve huzurun perçinlendiği bu mübârek
günler, müslümanların huzur, mutluluk, dostlarla dayanışma ve en büyük dost
Allah’a yakınlaşma günleridir. Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye hicret
ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi. Medineliler bu
bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi. Bu durumu gören Hz. Peygamber, bu
günlerin bayram olarak devam etmesini kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Allah
Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan
643] 10/Yunus, 62-64
644] İbn Mâce, Sıyâm 68
- 234 -
Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir.”645 Bu Peygamberî tavırdan
yola çıkarak, bir müslüman, bu iki bayramın dışında başka bir bayram kabul
edemez.
“Allahu ekber, Allahu ekber!” şeklinde yüksek sesle getirilen tekbirler
de bu coşkunun dış âlemle paylaşılmasıdır. Bu özel namaz ve tekbirler,
benzetme yerinde ise, Yaratıcı ile bayramlaşmadır. Namazdan, bu güzel
randevudan sonra insanlar arası bayram başlar. Önce aile, sonra akrabalar
ve daha sonra bütün müslümanlar birbiriyle bayramlaşır; sesli tekbirler
şeklindeki sloganlar da tabiattaki diğer varlıklarla bayramlaşma, onlarla
selâmlaşmadır.
Namazsız, ibâdetsiz bayram olmaz. Yüce Rasûl şöyle buyurmuştur: “Bu
günümüzde yapacağımız ilk şey, namaz kılmaktır.”646 Bayramlar Allah’a
yakınlık ve kulluk zamanlarıdır. Her iki bayramda bayram namazı kılınmadan
bayram başlamaz. Hac’da, önce şeytan taşlanır, sonra bayram başlar. Şeytanı
mağlup etmeden, şeytanlara taş atmadan mü’min bayram yapmaz. Bayramın
ilânı çokça ve yüksek sesli tekbirlerle olur. Allah’ın en büyük olduğu, O’nun
dışındaki şeylerin çok da önemli olmadığı ilân edilir bayramlarda. “Bu bayram
günleri, yeme içme ve Allah için zikir günleridir.”647
Secdelerle, iç dünyamız bayrama kavuşur. Sevincin en yüksek doza
çıktığı bu günlerde ölüm ve ölüler de unutulmaz. Diğer âlemde yaşayan
akrabalarla bayramlaşılır. Bayramlar sıla-i rahmin icrâ edilmesi şeklinde
yaşayan dostlarla beraberlik olduğu gibi, hayattakilerle ölüler arasında da
bir köprüdür. Böylece müslümanın sevincine tatlı bir hüzün ve ölüm ötesi
duyarlılık katılacaktır.
Bayram günlerinde boğazımıza dizilen acı bir soru: “Kâfirlerin emrinde
ve onların oyuncağı konumunda, çeşitli zulümlere muhâtap, zillet içinde
yaşayan dünya coğrafyasındaki günümüzün müslümanları, nasıl sevinip
bayram yapsınlar, bayram yapmaya hakları var mıdır?”
Esas bayram, gerçek bayram; İslâm’ın her şeyimize, bireysel, sosyal ve
siyasal hayatımıza hâkim olmasıyla, Allah’a hakkıyla kulluk sergilememizle
ortaya çıkacaktır. Bayramlar Allah’a kulluğun neticesi, Allah’a yaklaşmanın
sembolleridir. Esas bayram, tâğutların Cehenneme çevirdiği dünyayı
Cennete benzettiğimiz ve Cenneti hak ettiğimiz gün olacaktır. Bayram bir
645] Ebû Davûd, Salât 239; Nesâî, Iydeyn 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/103, 178
646] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Edâhî 7
647] Müslim, Sıyam 144, hadis no: 1141; Ebû Dâvud, Savm 50; Tirmizî, Savm 59; Nesai, Menâsik 195
- 235 -
liyâkattir. Kazançlara bayram; kayıplara mâtem yapılır. Kur’an’ın (sosyal ve
siyasal hayata yansıması gereken tüm hükümleriyle) mahkûm, dünyanın da
zindana döndürüldüğü bir zamanda, bayram yapmaya ne kadar hakkımız
olduğunu düşünmeliyiz. Medine İslâm Devleti kurulmazdan önce Mekke’de,
Habeşistan’da yaşayan müslümanların bayramları yoktu. Bugün küfrün
egemenliği altında yaşayan, müslümanca yaşama hakkını elde edemeyen
müstaz’af müslümanların bayram yapıp sevinmeye ne kadar hakları olabilir?
Kurban; İslâm’ın şiarlarından biri… Kurban; anlamı, insanı Allah’a
yaklaştıran şey… Allah’ın rızâsına, O’nun sevgisine yükselten, takvâ
duygusunu zenginleştiren, gönlü Allah’a bağlayan, fedâkârlık simgesi… Allah
için vazgeçemeyeceğimiz hiçbir şeyin olmadığının ve O’na her şeyimizi fedâ
edebileceğimizin göstergesi…
Bu anlamda kurban, varlığın, esas sahibine iâde edilişini, emanet
şuurunu sembolize eder. İnsanın hizmetine sunulan maddenin esâretinden
kurtulmak, Allah dışında hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin önünde belimizi
bükmemek bilincidir bu. Kurban, malın da canın da gerçek sahibini tanıyıp
mülkün sahibinin istediğini istediği gibi yerine getirmektir. Kurban, Allah’a;
kurban ettiği hayvan için “o benim kurbanımdı, ben ise Senin kurbanınım”
diyebilmektir. Diyebilmek, sadece dille değil, bütün organlarla; diyebilmek ve
gerektiğinde uygulayabilmektir.
Bayramlar Allah’a kulluğun neticesidir. Tüm vücuduna ve nefsinin
arzularına oruç tutturan ve kendini Allah’a adayıp nefsini ve sevdiklerini
kurban edebilenlere Allah’ın birer lütfudur Ramazan ve Kurban Bayramları.
Bu anlayıştan uzak yaşayanlar olsa olsa Şeker ve Et Bayramı kutlarlar.
Bayramlar, sadece bir sevinç günü değildir. Aynı zamanda şükür, zikir,
diğer mü’minleri hatırlama, muhâsebe ve derlenip toparlanma günleridir.
Gönül arzu ederdi ki, bayrama İslâm âleminin gülen yüzü ile girelim ve
sevinip bayram yapmaya hak kazanalım.
Bütün bunlarla birlikte, unutmamalıyız ki, her çeşit aşırılık dinimizde
yasaklanmıştır. Allah’ın müslümanlara ihsan ettiği bayramları kabul
etmemek, o günleri diğer günlerden farksız görmek dinin tasvip edeceği bir
husus değildir. Bayramı çılgınca eğlenip Allah’a isyan ederek geçirmek, nasıl
bayram rûhunu katlederse; Allah’ın bayram yapmamızı istediği günleri kabul
etmemek de bir isyandır. Allah’ın Rasûlü şöyle der: “Ey Ebû Bekir, her toplumun
(kendi inancına göre) bayramı vardır. Bu (Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim
- 236 -
bayramımızdır.”648 Bu bayramların neşe ve sevinç günleri olduğunu yine bizzat
Hz. Peygamber ifade buyurmuşlardır.649 Bayramlarda sevinçli olduğunu açıkça
ortaya koymak İslâm’ın prensiplerindendir. Biteviye akıp giden sosyal hayatın
monotonluğu bayramlarla kırılarak akraba, eş ve dostlar ziyaret edilmekte,
fakirler hatırlanmakta, yetimler sevindirilmekte, küsler barıştırılmakta, Allah’a
daha fazla ilticâ edilmektedir.
Bayramlar yine, yenilip yedirildiği, içilip içirildiği ikram günleridir.
Akraba ve eş-dost ile beraberce bu günün mutluluğu paylaşılır. Bunun için
de bayramlarda oruç tutmak Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır.650
Fakat bayramlar yukarıda belirtilen hedeflerinden de saptırılmamalıdır. Zira
bayramlar sadece yemek, içmek ve tatil yapmaktan ibaret değildir. Bu gerçeği
göz ardı edip cemiyet hayatını düzenleyen ve aradaki uçurumları kaldıran
böyle bayramlarda, tatil bahanesiyle toplumdan kaçarak bir deniz kenarında
ya da lüks bir otelde vakit öldürmek, her şeyden önce bu bayramların fazîlet ve
sevabından mahrum kalmaktır.
Diğer taraftan bu bayramlar İslâm’ın vakar ve şahsiyetini, olgunluk ve
yüceliğini gösteren müesseselerdir. Bu hakikati görmek için, Güney Amerika
karnavalları ile Avrupa’nın faşinglerini ve yılbaşı/noel bayramlarını, İslâm’ın
bayramları ile karşılaştırmak yeterlidir. İslâmî bayramlar, arkasında tatlı
hatıralar, yetim ve kimsesizlerle, fakirlerin mutluluk gözyaşlarını bırakırken;
yukarıda saydığımız diğer milletlerin bayramları, arkalarında sadece sefâlet,
içki kokusu, yollarda metrelerle ölçülen pislik ve çöp, hepsinden de vahşisi içki
ve alkolün sebep olduğu nice ıstıraplar ve ölüler bırakmaktadır.
Bayram günlerini eş-dost, hısım-akraba ziyaretleşmeleri yerine; tanıdıklardan
uzaklaşma ve hevâ istikametinde eğlenceyi tercih etme, son yıllarda ortaya
çıkan ve dünyevîleşerek lâle devrini hortlatmaya çalışan zenginler arasında
giderek yayılma temâyülü göstermektedir. Bayram vesilesiyle evden uzaklaşıp
büyük masraflara katlanarak tatil ve eğlence yerlerine gidilmesi, bayram
yapmak adına bayram rûhundan kaçmaktır. Dinin bu iki mübârek ve kutlu
günlerini batılı ve bâtıl ölçülere göre kutlama ve dejenerasyon açısından bir
ölçüttür. “Para benim, bayram benim; dilediğim yerde istediğim gibi bayram
geçiririm; kim ne karışır?” demeye hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Çünkü
para ve her türlü mülk Allah’ın, bayram da İslâm’ın. Sen de müslümansın.
İslâmî örfe ters; misafirperverlik anlayışını yok eden; komşu, akraba, dost ilişki
648] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu’l-Iydeyn 16
649] Bkz. Buhârî, Iydeyn 2 ve Müslim, Salatu’l-Iydeyn 16
650] Buhârî, Savm, 66; Ahmed b. Hanbel III/34, 35
- 237 -
ve dayanışmalarını öldüren; fakir-zengin kaynaşmasını engelleyen, nefsin arzu
ve isteklerinin ön plana çıkartılıp uygulandığı bir bayram anlayışı, hayatımız
ve toplumsal huzurumuz için, nesillerimiz ve ahlâkımız açısından tehlike
işaretidir. Özellikle çocuklar ve gençler bayram harçlıklarını gayr-ı meşrû
yerlerde harcamamalı, her türlü haram eğlence ve oyunlardan kaçınmalıdır.
Müslümanca sevinip eğlenmesini bilemeyenler, sevinçlerinin yarın sonsuz
üzüntüye dönüşebileceğini unutmamalıdır.
Bayramlar, bizi Allah’tan uzaklaştıran değil; Allah’a yaklaştıran günler
olmalıdır. İnsan, Allah’a ne kadar itaat ve ibâdetle yaklaşıyorsa o oranda
bayram yapmaya hakkı olur. Kurban kelimesi, kurbiyet; Allah’a yaklaştıran
ibâdet anlamına gelir. Kurban; en değerli varlıklarımızı İbrâhim gibi gözünü
kırpmadan Allah yolunda fedâ etmenin; gerektiğinde de İsmâil gibi kendi
canımızı hiç çekinmeden O’nun için verebilmenin sembolüdür. Bayram,
namaz kılarak başlar, bu günde ekstra tekbirler ve zikirler vardır. Namazdan,
ibâdetten kopuk bir bayram anlayışı dinimizde yoktur. Allah’tan gâfil geçirilen
günler bayram değildir.
Yine, bayram vesilesi ile, insanı Allah’a yakınlaştırma şöyle dursun; O’ndan
uzaklaştıracak TV. özel eğlence programlarının, dinle ve dinin mukaddesâtıyla
alay etme ve hakaretler yağdırma anlamına geldiğini bilmek zorundayız. Zira
bayram süresince geceli gündüzlü yayına konulan TV. kanalizasyon pislikleriyle
bayramımızı kutlamak adına içini/ruhunu boşaltıp isyanlarla dolduranlar,
bu iki bayram İslâm’ın ve müslümanların bayramı olduğu halde, en rezil
eğlencelerle müslüman mahallesinde salyangoz satmayı âdet edinenlerdir.
Çoğu programlara baktığınızda kendinizi bir batılı ülkede karnaval ve faşing
gösterileri arasında bulur, bayramları şeytanlara yakınlaşma ve Allah’a isyan
günlerine çevirenlerle beraber olursunuz.
Gusül abdesti ile bedenimizi, temiz ve güzel elbiselerimizle dışımızı
bayrama uygun hale getirdiğimiz gibi, ruhumuzu da bayramda fazladan tekbir,
tefekkür, zikir ve benzeri güzelliklerle arındırmamız gerekmektedir. Kur’an ve
Sünnetin çok önem verdiği sıla-i rahmi icrâ, yani yakınlarla ziyaret, telefon,
mektup gibi araçlarla tebrikleşerek ihyâ etmeli, büyüklerin ayağına, dostların
evine gitmeli, çocukları, muhtaçları, yetim ve dulları sevindirmeliyiz. Bayram
ziyaret ve görüşmelerinin İslâmî tebliğ için büyük bir fırsat ve imkân olduğunu
unutmamalıyız. Hasta ve ölüleri ziyaret ederek veya en azından duâlar
göndererek hatırlamalıyız. Maddî ve mânevî zulümlerle kâfirler tarafından
ezilen insanları, aziz olması gereken zelîl müslümanları düşünmeli, onlarla
dayanışma içinde olmalı ve kavlî ve fiilî duâlar yollayabilmeliyiz. Her şeyden
- 238 -
önemlisi, Arefe gecesi ve bayram gün ve geceleri umumî af günleridir. Bu günleri
değerlendirmeli, böyle zamanlarda coşan rahmet çeşmesinden yararlanmak
için kaplarımızı nereye tutacağımızı bilmeli, alıcılarımızı esas alınması gereken
yere ayarlamalıyız. En büyük insan öyle buyuruyor: “Kim, sevabını Allah’tan
ümit ederek Ramazan ve Kurban Bayramının gecelerini ibâdetle ihyâ ederse,
kalplerin öldüğü gün onun kalbi ölmeyecektir.”651 Rabbımızın sayısız nimetlerinin
farkında olduğumuzun nişânesi olarak şükür, dilimize ve yüzümüze yansımalı.
Evet, içimiz ağlasa bile tebessüm yüzümüzden eksik olmamalı.
Câmiler de bayram yapar bayramları ve bayram sayılan Cuma günleri.
Diğer namazlarda onda biri bile dolmayan câmiler, bu bayramda genleşir, hâlâ
kalbinde küllenmiş iman bulunan insanları da bağrına basmaya, kucağında
yer vermeye can atar, kendisini bunca zamandır hatırlamayanlara küsüp
onları reddetmez. Ama, “müslümanım” diyenler unutmamalı ki; her gün
birkaç kez yemeğe ihtiyaç duyduğu gibi, günde beş kez mânevî gıdâlara da
ruhunun ihtiyacı vardır. Ağacın kökü kururken, yapraklarını ıslahla uğraşmak
gibidir; beş vakit namaza önem vermeyip ihmal ettiği halde, Ramazandaki
teravih ve bayramdaki bayram namazı için cemaate koşmak. Çünkü tevhid en
önemli farz, beş vakit namaz da imanın isbatı anlamında büyük bir farz iken;
teravih sünnet, bayram namazı da bazı mezheplere göre vâcip, bazılarına göre
sünnettir. İslâm ağacının kökü imandır, tevhidî ilkelerdir; Allah’a isyan sayılan
tüm davranışlardan, haramlardan kaçmak ve farzları yerine getirmektir.
Bununla birlikte, müslüman da câmi gibi toplayan/çağıran olmalıdır; dağıtan/
uzaklaştıran değil. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama alnı secdeye değen,
câmiye gelenler, cemaatin misafiri sayılır, onlara ihsan ve ikram edilmelidir.
Onlardan para istemek yerine; onlara broşür, kitap hediye etmek, maddî
ve mânevî ikramlarda bulunmak gerekir. Ama gel gör ki, yardım edilmesi
gerekenlerden yardım istenir, doktorun görevini ihmalinden dolayı, hastanın
doktoru tedâvi etmesini beklemektir bu.
Filistin başta olmak üzere dünyanın nice yerinde müslüman kanı akar,
insanımıza maddî ve mânevî her çeşit zulüm uygulanırken, İslâm dışı ortam
ve yapılar kişileri Allah’tan koparmaya ve dünyevîleştirmeye çabalarken,
bardağın dolu kısmını gösteren bayramlar da olmasa teselli kaynaklarımız
iyice kuruyacaktır. Gerçek bayramlara ulaşmak temennîsiyle, hak edenlerin
bayramları mübârek olsun!
651] İbn Mâce, Sıyâm 68
- 239 -
26. HUTBE
KURBAN BAYRAMI HUTBESI BAYRAM VESILESIYLE
SEVGIMIZI GÖSTERELIM
Âyet :
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فَاِنَّاللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ
“Sevdiklerinizden (Allah yolunda) infak edip harcamadıkça iyiliğe
erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz Allah onu bilir.” 652
لَنْ يَنَالَ اللهَّٰ لحُُومُهَا وَلَ ا دِمَٓاؤُ۬هَا وَلكِٰنْ يَنَالهُُ التَّقْوٰى مِنْكُمْۜ كَذٰلكَِسَخَّرَهَا لَكُمْ لتُِكَبِّرُوا اللهَّٰ
عَلٰى مَا هَدٰيكُمْۜ وَبَشِّرِ الْمُحْسِن۪ينَ
“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Ancak sizden O’na yalnız
takva ulaşır. İşte böylece onları sizin emrinize verdi ki sizi hidayete erdirmesine
karşılık Allah’ı tekbir edip yüceltmeniz için. İyilik edenleri, güzellik sergileyenleri
müjdele.” 653
قُلْ اِنَّ صَلَات۪ي وَنُسُك۪ي وَمَحْيَايَ وَمَمَات۪ي لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ
“De ki: ‘Benim namazım, kurbanım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hep
âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” 654
İbrahim Olup En Se vdiğimi zi Allah ’a KURBAN Edebilme Bilinci
Kurban; İslâm’ın şiarlarından biri…
Kurban; anlamı, insanı Allah’a yaklaştıran şey…
Allah’ın rızâsına, O’nun sevgisine yükselten, takvâ duygusunu zenginleştiren,
gönlü Allah’a bağlayan, fedâkârlık simgesi… Allah için vazgeçemeyeceğimiz
hiçbir şeyin olmadığının ve O’na her şeyimizi fedâ edebileceğimizin göstergesi…
Kurban anlayışı, hemen bütün dinlerde mevcut bir ritüel, İlâh’a takdim
edilen hediye…
652] 3/Âl-i İmrân, 92
653] 22/Hacc, 37
654] 6/En’âm, 162
- 240 -
Halkın “ben sana kurban”, “canım sana kurban”, “kurbanın olam” şeklinde
muhâtabına aşırı sevgisini ifade ettiği en anlamlı kelime…
Nice bâtıl dinde tanrıların gazabını gideren tanrı yiyeceği sayılmış, bazı
dinlerde insan ve eşya da kurban kabul edilmiş. Hâlâ heykellerin önüne et
değilse de ot konulması bu yanlış kurban anlayışının uzantısı…
Günümüzde düzen tanrısına vatandaşın, madde tanrısına mâneviyatın,
sanat(çı) tanrısına hayran kitlelerin, futbol(cu) tanrısına fanatiklerin, diploma
denen kâğıttan tanrıya gençliğin, para denen ve insanı paralayan bol sıfırlı
tanrıya koca bir ömrün, moda tanrısına modern insanın, seks tanrısına
nesillerin, Batı tanrısına Doğunun, dünya tanrısına âhiretin kurban edildiği
bir vâkıa. Bütün bu kurban isteyen güçler sanal, ilâhlık da sahte. Allah’tan
başka hiçbir ilâh olmadığına tüm hücreleriyle iman ve şehâdet eden muvahhid
mü’min, Allah’tan başka kendisi için kurban edilecek ve kurban olunacak hiçbir
varlık kabul edemez. Tek güç kaynağı olan mutlak kudret sahibine kurban
bilinciyle adanmadan, harcanmaktan ve esaretten kurtulmanın çaresi yok.
Ancak İslâm’a teslim olan insan özgürleşebilir, gerçek hürriyetine kavuşabilir.
Kim Allah’a sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum o neye sahip?
Çağdaş sahte ilâhlar, modern tanrılar sadece insan bedenini kurban almakla
yetinmiyor, onların ruhlarını, yüreklerini de istiyor. Bedenlerden çok daha
önemli olan beyinler, gönüller tâğutlara, beşerî ideolojilere, zâlim düzenlere
kurban ediliyor. Doğru kurban anlayış ve uygulamasının sonu cennet, yanlış
kurban anlayışının sonu da zillet ve âhirette de dehşet.
Kendi hevâsına, eşyaya, ideolojilere, tâğutlara kurban edilen insanlığın
yeniden izzete kavuşması için Allah’tan başkasına kul olmaması, her ibâdetinin
yalnızca Allah için olması gerekiyor. Aziz, onurlu ve erdemli insan olmanın
yolunu gösteriyor Rabbimiz: “De ki: Benim namazım, ibâdetlerim, hayatım
ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan ve ortağı bulunmayan Allah içindir. Ben,
bununla emrolundum ve (böyle inanarak) Müslüman olanların ilki de benim.”655
Bu âyetteki ifadeyle kendimizi Allah’a adayarak armağan edip şöyle ant içmiş
oluyoruz: “Benim tüm istek ve arzum, kurbanım ve bütün ibâdetlerim, hayatım
ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’a armağan olsun! Ulûhiyetinde O’nun
ortağı yoktur. Ben, işte bu tevhid ile emrolundum ve ben varlığını kayıtsız
şartsız Allah’a teslim edenlerin öncüsü olacağım!”
İnsanların sahte tanrılara böylesine dünya çapında kurban edildiği, İslâm
düşmanı zâlim işgalcilerin kurban yerine Müslümanları kesip onların kanını sel
655] 6/En’âm, 162-163
- 241 -
gibi akıttıkları zamanları bayram sevincinden ziyade, ümmetin muhâsebesini
yaparak kurtuluş planlarıyla değerlendirmeliyiz.
Fesâdın ve şirkin egemen olduğu böyle bir dünyada, İslâm’ın getirdiği
kurban ibâdeti bu çarpık zihniyete bir tavır alıştır, bir meydan okumadır. Evet,
bir yanıyla tam bir teslimiyet olan kurban bilinci, diğer yanıyla isyan ateşini
yakmak, Allah’a isyan edenlere isyan bayrağını çekmektir. “Lâ”sı olmayan,
tahrif edilip yumuşatılmış, ısıtılıp ılımanlaştırılmış din anlayışından, hayatın
merkezine başka şeylerin konulduğu şirk anlayışından kurtulmak için O’nun
yoluna her şeyimizi kurban edebilmeye hazır olmamız ve kendimiz de kurban
olma için can atmamız gerekiyor. Ancak bu bilinç bizi dünyada izzete, âhirette
cennete kavuşturur.
Bu anlamda kurban, varlığın, esas sahibine iâde edilişini, emanet şuurunu
sembolize eder. İnsanın hizmetine sunulan maddenin esâretinden kurtulmak,
Allah dışında hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin önünde belimizi bükmemek,
hayvan sürüsü gibi güdülmemek, parlak kurbanlık bıçaklarına boyun
uzatmamak bilincidir bu. Kurban, malın da canın da gerçek sahibini tanıyıp
mülkün sahibinin istediğini istediği gibi yerine getirmektir. Kurban, Allah’a;
kurban ettiği hayvan için “o benim kurbanımdı, ben ise Senin kurbanınım”
diyebilmektir. Diyebilmek, sadece dille değil, bütün organlarla; diyebilmek ve
gerektiğinde uygulayabilmektir.
Et değil, kan değil; Allah’a takvâ ulaşır.656 Kurban bizim takvâmızı içerdiği
oranda makbul bir ibâdet… Füzeden çok daha hızlı yücelere yol alacak şekilde
İlâhî rızâya ihlâsımız ölçüsünde bizi ulaştıracak bineğimizdir, kurbanımız…
Kurban Etmek , Kurban Olmak
Allah’ı sevmek, yani muhabbetullah, her mü’minin, elde etmek için ardından
koştuğu mertebelerin en yücesi… Allah sevgisi; kalplerin azığı, ruhların gıdası,
gözlerin bebeği… Allah sevgisi; bir hayattır, onsuz insan ölülerden sayılır; bir
nurdur, onu kaybeden karanlıklarda kalır. İnsan için en büyük mutluluk, Allah
sevgisine ulaşmaktır. Bu sevgiye ulaşmanın yolunu ve sevginin isbatını Yüce
Allah şöyle bildirir: “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”657 Allah’ı seven O’nun Rasûlüne uyar. Kurban;
Rasûl’ün vâcip hükmünde önemli sünnetlerinden biri. Paradan, maldan, candan
geçme ile ortaya konan kurban, Allah sevgisinin ve Rasûl’e tâbî olmanın isbatıdır.
656] 22/Hac, 37
657] 3/Âl-i İmrân, 31
- 242 -
İsyan ile sevgi bir arada bulunamaz. Allah’ı sevmek, diğer varlıkları
sevmemeyi gerektirmez. Ancak, yaratılanı Yaratan gibi, Yaratan’ı da yaratılan
gibi sevmek küfürdür. İşte kurban, Yaratan’ı her şeyden çok sevdiğimizi
göstermek, yaratılan mallardan ve canlardan bazılarını O’nun uğrunda fedâ
ederek bu sevgiyi yerli yerine koymak, sevgi sınavını kazanmaktır.
Hiç kimsenin sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz: “De ki: Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız
mallar, kötü gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler/köşkler
size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli
geliyorsa, (işte o zaman) Allah’tan size bir belânın gelmesini bekleyin. Allah
böyle fâsık bir toplumu, asla dosdoğru yola ulaştırmaz.”658 Babamız ve oğlumuz,
kardeşimiz veya eşimiz Allah’tan ve cihaddan daha sevimli olamaz da bir
kurban parası mı daha sevimli olacak ve bu yanlış sevgi sahibi mi Müslüman
kalacak?
Namazsız, ibâdetsiz bayram olmaz. Yüce Rasûl şöyle buyurmuştur: “Bu
günümüzde yapacağımız ilk şey, namaz kılmaktır.”659 Bayram, Allah’a yakınlık
ve kulluk zamanıdır. Bayram namazı kılınmadan bayram başlamaz. Yine gücü
yeten Müslüman, kurban kesmeden bayram yapmaz. Kurbandır bayramımız,
bayramdır kurbanımız bizim. Hac’da, Zilhicce’nin onunda temettu haccı
yapanlar da kurban keser. Ama bu, bayram kurbanı değil, şükür kurbanıdır.
Çünkü bir gün önce hacı olmuş, artık dünyada en sevdiği varlığı, oğlunu
kurban eden ve kendi canını seve seve Allah’a verenin çağrısına uymuş,
onların izini takip etmiş, kendisi ve en sevdiği kurban olmuş, İbrahim’leşmiş
ve İsmail’leşmiştir hacı. Kurbandan sonra ilk iş olarak şeytan taşlanır, sonra
bayram başlar. Şeytanı mağlup etmeden, şeytanlara taş atmadan mü’min
bayram yapmaz. Bayramın ilânı çokça ve yüksek sesli tekbirlerle olur. Allah’ın
en büyük olduğu, O’nun dışındaki şeylerin çok da önemli olmadığı ilân edilir
bayramda. “Bu bayram günleri, yeme içme ve Allah için zikir günleridir.”
Kurban ibâdeti, İbrahim’in ve İsmail’in şehâdetini bu çağa taşımaktır.
Bunu kimileri kurban keserek sembolik olarak yapar. Kimileri de canlarını
Allah yolunda vererek fiilî olarak gerçekleştirir. Allah için kurban kesen, Allah
yolunda gerektiğinde kan akıtmaya veya kendi kanını akıtıp canını vermeye
hazır bir cihad eridir. Allah emretse oğlunu ve kendini kurban edebilecek olan
muvahhid mü’min, gerektiğinde oğluyla karşılaştırılmayacak kadar kıymetsiz
olan İslâm düşmanının kanını akıtmaya, gerektiğinde İsmail Peygamber’den
658] 9/Tevbe, 24
659] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Edâhî 7
- 243 -
kıymetli olmayan canını fedâ etmeye, Allah yolunda kıyâm edip cihad
etmeye can atmakta, esas bayramın şehid veya gâzi rütbelerinde olduğuna
inanmaktadır. İslâm dünyası, Allah yolunda mallarını ve canlarını kurban
olarak fedâ eden veya etmeye hazır olan, çağdaş İbrahim ve İsmail’ler eliyle
yücelecektir.
Kurban ibâdetinin şuuruna varmayanların payına kurbandan belki de “et”,
İsmail gibi olanların payına da “cennet” düşer. Kendilerini Allah’ın yoluna
kurban olarak hazırlayanlar; imanlarını tıpkı kestikleri kurban gibi kusursuz,
eksiksiz yapmaları gerekir. Bedeninde noksanlık olan hayvanlardan kurban
olmaz. Kurbanın sağlıklı, eksiksiz ve hayvanlar arasından en seçilmişlerden
olması gerekir. İmanı eksik, hastalıklı, felçli ve illetli olanlar kendilerini o ulvî
gâyeye adayamazlar. Öyleyse, haydi yeniden İslâm’a, yeniden imana!
Kendini Allah’a adayıp nefsini ve sevdiklerini kurban edebilenlere Allah’ın
bir lutfudur Kurban ve Bayram. Bu anlayıştan uzak yaşayanlar olsa olsa Et
Bayramı kutlarlar. Sevdiğimiz dünyevî şeyleri Allah yolunda kurban etmeden
bayram yapmaya hakkımızın olmadığını unutmamalıyız.
İbrahim olup İsmail’imizi, İsmail olup gerektiğinde kendi nefsimizi O’nun
yolunda seve seve fedâ edebilme bilinciyle hak edenlerin bayramı mübârek
olsun. Hak etmek için Hakk’a teslim olma duâsıyla, Allah yolunda kurban
adayı, cihad eri, canlı şehidlere selâm olsun!
- 244 -
BAYRAM HUTBESİ DUALARI
Hutbe okuyacak hoca, tekbirlerle minbere çıkar. Ayakta tekbir getirir;
yani şunları sesli olarak cemaatle birlikte söylerler:
Allâhu Ekber Allâhu Ekber Allâhu Ekber Allâhu Ekber Lâ ilâhe illâllahu
vallahu ekber. Allahu ekber ve lillâhi’l-hamd. Allahu ekber kebîrâ ve’l hamdu
lillâhi kesîrâ ve subhânallahi bükraten ve esıylâ VE KEBBİRULLAAHE TEKBÎRÂ
Cemaatle tekbir getirilir
Sübhânallahi ve’l hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber. Ve lâ havle
ve lâ kuvvete illâ billâhi’l aliyyi’l azıym VE KEBBİRULLAHE TEKBÎRÂ
Cemaatle tekbir getirilir
Ve ilâhukum ilâhun vâhıd. Lâ ilâhe illâ hüve’r rahmânur’ rahıym ve
kebbirullahe tekbîrâ
Cemaatle tekbir getirilir
أنْفُسِناَ وَ ? إلَِيْهِ ، وَ نَعُوذُ باِللهِ مِنْ شُرُوورِ ? الَْحَمْدُ للهِ نَحْمَدُهُ وَ نَسْتَعيِنُهُ وَ نَسْتَغْفِرُهُ وَ نَتُوبُ
أعْمالَنِا . مَنْ يَهْدِ الله فَلا مُضِلَّ لَهُ ، وَ مَنْ يُضْلِلْ فَلا هادَِيَ لَهُ نَشْهَدُ انَْ ل ا ? مِنْ سَيِّئاتَِ
الِهَ الِ ا اللهُ وَحْدَهُ ل ا شَرِيكَ لَهُ وَنَشْهَدُ اَنَّ سَيِّدَنَا مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ* اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ
آلهِِ وَاصَْحَابهِِ اجَْمَعِينَ* امََّا بَعْدُ فَيَا عِبَادَ اللهِ! اتِقَُّوا اللهَ وَاطَِيعُوهُ* ? عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى
انَِّ اللهَ مَعَ الذَِّينَ اتَّقَوْا وَالذَِّينَ هُمْ مُحْسِنُونَ* قَالَ اللهُ تَعَالَى فِى كِتَابِهِ الْكَرِيمِ* اعَُوذُ بِاللهِ
مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ* بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ
Hutbenin girişinde okunacak âyet, metni ve mealiyle birlikte okunur.
Muhterem müslümanlar… (Türkçe olarak Hutbe okunur, yani bir konu
üzerinde konuşma yapılır.)
-----Hutbe bittikten sonra----
- 245 -
Birinci hutbenin bitiminde sesli olarak şu dua okunur:
الَ ا انَِّ احَْسَنَ الكَْلامَ وَابَْلغََ النظَِّام كلَامَُ اللهِ المَْلكِِ العَْزِيزِ العَْلامَّ*ِ كمََا قاَلَ اللهُ تبََارَكَ وَتعََالىَ
أعوذ بالله من الشيطان ? آنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ? أ الْقُرْ ? فِى الْكَلامَِ* وَاذَِا قُرِ
الرجيم , بسم الله الرحمن الرحيم انَِّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْل اِسْلامَِ
Ettâibü mine’z-zenbi kemen lâ zenbe leh. Estağfirullahe’l azîm ve etûbu ileyh
ve es’elullaahe lî ve lekumü’t-tevfîk
Birinci hutbe ile ikinci hutbe arasında oturduğunda sessiz olarak şu dua okunur:
بَارَكَ اللهُ لَنَا وَلَكُمْ وَلِسَائِرِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ اَل احَْيَاءِ مِنْهُمْ
وَاْل امَْوَاتِ اِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ مُجِيبُ الدَّعَوَاتِ
İkinci hutbede sesli olarak şu dua okunur:
آلهِِ وَاصَْحَابهِِ ? أ مِينِ وَعَلَى � الْحَمْدُ للهِ حَمْدَ الْكَامِلِينَ وَالصَّلاةَُ وَالسَّلامَُ عَلَى رَسُولنَِا مُحَمَّدٍ الْ
آمِرًا* اِنَّ اللهَ ? اَجْمَعِينَ* تَعْظِيمًا لِنَبِيِّهِ وَتَكْرِيمًا لِصَفِيِّهِ فَقَالَ عَزَّ وَجَلَّ مِنْ قَائِلٍ مُخْبِرًا وَ
آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا ? وَمَلَئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا اَيُّهَا الَّذِينَ
Sesi biraz kısarak şöyle dua edilir:
آلِ ابِْرَاهِيمَ انِكََّ ? آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى ابِْرَاهِيمَ وَعَلَى ? اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى
حَمِيد مَجِيدٌ
آلِ ابِْرَاهِيمَ انَِّكَ ? آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا بَارَكْتَ عَلَى ابِْرَاهِيمَ وَعَلَى ? اَللَّهُمَّ بَارِكْ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى
حَمِيدٌ مَجِيدٌ
الَلهَُّمَّ وَارْضَ عَنِ الْ ارَْبَعَةِ الْخُلَفَاءِ* سَيِّدِنَا ابَىِ بَكْرٍ وَعُمَرَ وَعُثْمَانَ وَعَلِىٍّ ذَوِى الصِّدْقِ وَالْوَفَاءِ
آلِ بَيْتِ الْمُصْطَفَى وَعَنِ اْل انَْصَارِ وَالْمُهَاجِرِينَ وَالتَّابِعِينَ اِلَى يَوْمِ ? وَبَقِيَّةِ الْعَشَرَةِ الْمُبَشَّرَةِ وَ
الْجَزَاءِ* اَللَّهُمَّ اغْفِرْ للِْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَات الْ احَْيَاءِ مِنْهُمْ وَالْ امَْوَاتِ
بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ* وَسَلامٌَ عَلَى الْمُرْسَلِينَ وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Âmin
Dua bitince Eûzu-Besmele çekilir ve:
وَقُلِ الْحَمْدُ للهِ الذَِّى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلىٌِّ مِنَ
الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا
Ayeti okunarak tekrar tekbir getirilir. Tekbir getirilirken minberden inilir.

4. BÖLÜM
CUMA NAMAZIYLA İLGİLİ
SORULARA CEVAPLAR
- 248 -
CUMA NAMAZI NEREDE, NASI L KILINMALI?
Konuyla İlgili Sorulan Bazı Sorular ve Cevaplar ı
“Bizler İslâm dışı bir devletin memurlarının arkasında Cuma namazının
câiz olmayacağı görüşündeyiz. Cuma namazı için de birçok şart ileri
sürülüyor. Bu şartlar yerine gelmiyor. Kendi aramızda Cuma namazı kılmış
olsak, şartlar yerine gelmediği halde, caiz olur mu? Yoksa, öğle namazı
kılmaya devam mı edelim?”
Müslüman, her şeyden önce Kur’an’a kulak vermeli, onun emirlerini
hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te’vil, anlayış ve uygulamalardan
kaçınmalıdır. “Sana bu Kitab’ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir
rahmet ve bir müjde olarak gönderdik.” 660; “...Bu Kur’an, her şeyin açıklanması
ve mü’minler için bir kılavuz ve rahmettir.”661 Müslümanlar, herhangi bir
konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah’a ve Rasûlü’ne arzetmekle
mükelleftirler. 662
Kur’an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur’anın
hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara “niye falan müctehidi,
filan fetvâyı uygulamadın?” diye sormayacak, ama mutlaka Kur’an’ın emrini
uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur’an Cuma namazını çok net bir
şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi
bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret
yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur’an’ın herhangi bir
hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur’an’da çok net şekilde
açıklanır.
660] 16/Nahl, 89
661] 12/Yusuf, 111
662] 4/Nisâ, 59
- 249 -
Peygamberimiz’in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis
kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir
durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu
değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele
“şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!” gibi bir söz onun ağzından
kesinlikle çıkmamıştır.
Yani, hutbe ve cemaat dışında ve öğle namazının vaktinde kılınması şartı
Kur’an ve Sünnetten çıkan şartlardır. Bunların dışında cemaat olarak kaç kişi
bulunmalıdır, mutlaka camiide kılınmalı, başka yerlerde kılınmamalıdır” gibi
hiçbir şart Kur’an ve Sünnette bulunmamaktadır. Daha sonraki dönemlerdeki
müctehidler, kendi dönemlerindeki cuma namazlarına disiplin getirme
ihtiyaçlarından dolayı bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla, cuma
namazını aynen ikindi namazını kılan insanlar gibi bir evde, bir işyerinde
kılabilirsiniz. Aradaki tek önemli fark Cuma namazında mutlaka hutbe
okunmalıdır. Ayrıca cemaatle kılınır ve öğle namazı vakti içinde kılınır.
Kazaya bırakılması sözkonusu değildir. Yine, aynen ikindi namazı gibi iki-üç
kişi ile birlikte de kılabilirsiniz. “Kılabilirsiniz” tabirim, aslında “kılmalısınız”
anlamına geliyor. Sünnetten anlaşıldığı şekilde, Cuma namazı, kadınlara,
kölelere, hasta ve yolculara farz değildir. Bu kimseler Cuma namazı kılarlarsa
üzerlerinden öğle namazı düşmüş olur. Cuma namazına katılamamışlarsa, bu
kimseler öğle namazı kılarlar.
Cuma namazının illâ camide kılınmasını emreden bir âyet veya hadis
yoktur. Sayı mecburiyeti de öyle. Yeryüzü, bu ümmete mescid kılınmıştır.
Mü’minler, akidesi sağlam olduğuna kanaat getirdikleri bir imamın arkasında
Cuma namazını kılarlar, kılmalıdırlar. Bu, olmasa da olabilir denilecek bir konu
değildir; Kur’an ve Sünnet bizden Cuma namazını kılmamızı emretmektedir.
Pireye kızıp yorgan yakmak kabilinden tâğutlara kızıp namaz terk edilmez.
Daha fazla kızıp diğer beş vakit namazı da terk etmek nasıl doğru bir mantık
değilse, tâğutlara kızanlar Cuma’yı onların önemsemeyeceği şekilde terk etmek
yerine, onları daha rahatsız edecek şekilde açık havada, parklarda kılsınlar. Ya
da cami yerine kullandıkları, müslümanlara açtıkları evlerinde, işyerlerinde,
dernek ve vakıflarında eda etsinler. Cuma namazını terk ederek tâğutlar
devrilecekse, beş vakit namaz da kılmayan, Cuma da kılmayan insanlar, demek
ki düzeni yıkmak üzere olan kahramanlar sayılır ve düzen de bunlardan korkar,
düzen kendini sağlama almak için sokaktaki serserileri Cuma kılmaya çağırır.
Yok böyle bir şey…
- 250 -
Câmi Görevlilerinin Arkasında Cuma Namazı Kılınabilir mi?
Cemaatle kılınan namazın sahih olması için öncelikle imamın Müslüman
olması gerekir. Mutlaka cemaatle kılınması gereken Cuma namazı da,
ancak mü’min bir imamın arkasında kılınınca caiz olur. İmam denilen bir
cami görevlisinin mü’min olup olmadığını, onun konuşmalarından, hutbe
ve vaazlarından anlayabiliriz. Bir imam-hatip, “hutbede kendince İslâm’ı
anlatıyor, hutbenin sonunda da İslâmî olmayan sisteme dua ediyorsa, bu
kimsenin inanç yönüyle durumu belli olmuş, açığa çıkmıştır. Şöyle ki:
“Kendince İslâm’ın anlatılması”, kendi kafalarına göre suç olan, suç olmayan
tasnifi yapıp suç olmadığını düşündükleri T.C.nin istediği (yasaklamadığı) bazı
hakikatleri anlatmak ise durum şudur: Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey
söylememektir. Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır. “Kendilerince
İslâm’ın anlatılması”, kendi görüş ve kabullerine göre, ki bu görüş devlet dinini
ölçü kabul eden Diyanet’in kabullerini ve yasaklarını içeriyor ise, Kur’an’ın en
fazla önem verdiği tevhid ve şirk gibi dinin temel esaslarını, bunların güncel
yansımalarını anlatmıyor, açıklanması gereken hakkı gizliyorlarsa, hakla bâtılı
karıştırarak anlatıyorlarsa, İslâm’a düşman kişileri veya düzenleri övüyor ya
da onlara dua ediyorlarsa, bu kimselerin itikatları/inançları açığa çıkmış
demektir. Böyle bir kimsenin arkasında ne vakit namazı, ne de Cuma namazı
kılınabilir. Tâğuta karşı çıkmak, onu red ve inkâr etmek Kur’an’ın emridir.663
Böyle bir red ve inkârı göremediğimiz, tam tersine tâğutu kabul ettiğiyle ilgili
gösterge olarak onlara dua ettiğine şahit olduğumuz kişi, arkasında namaz
kılınamayacak kişidir.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet
hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı
bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle
devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal
edilen bu mekânlar, mü’minler için zararlı mıdır, tartışılmalı ama, devlet için
öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla
sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana
Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla
toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak şöyle diyor: “Şimdi modern din adamı
adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir
tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama
663] Bak. 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60 vb. âyetler
- 251 -
bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama
ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara
saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne
olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da Allah’ı kandırmak
istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler.
Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için,
fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak
mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.”
Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla
günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe
ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin
vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış,
sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine
imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi
bildirilerini tutuşturup okutmak için... 664
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve
öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin,
hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik
etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması
beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz
imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir,
tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama
günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış,
sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve
cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve
âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin
mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla
velâyet hakkı tanımamıştır.”665 Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık
veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı
görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler
değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da
kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme
664] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Yay., s. 36-37
665] 4/Nisâ, 141
- 252 -
ulaştıracağı ifade edilir. Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları
olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak
olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
Mü’min imamlar ise, imamların imamı Hz. İbrâhim örnekliğinde ortaya
konulur. O, put ve putçulara karşı tek başına bir ümmettir. Ve aynı zamanda
ümmetin imamıdır. O’nun İshak, İsmail gibi oğulları, Ya’kub, Dâvud, Mûsâ,
İsa, Muhammed (salevâtullahi aleyhim ecmaîn) gibi torunları imamdır. Kur’an,
apaçık bir imam/rehber olduğu gibi, yol (hidâyet yolu, sırât-ı müstakîm) da
imamdır. İmam hakkındaki Kur’an’ın bu tanımlarından yola çıkarak diyebiliriz
ki; iyilik imamı, peygamberlerin izinden ayrılmayan, Kur’an’ın ahkâmını
inanarak uygulayan ve İslâm hidâyeti üzere, sırât-ı müstakîm yolunda önder
kişidir. Bu özellikleri taşımayan kimse, mü’minlerin imamı olamaz; olsa olsa,
küfür imamı/önderi olabilir.
Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki müslümanların
arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre
girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı her kıble ehlini müslüman kabul
etmek zorundayız. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te’vil edilemeyecek
açıklıkta) ifâde eden bir imama rastladığında müslümanlar câmiyi terkeder,
bir daha o imamın arkasında namaz kılmazlar. Bu konuda diğer namazlarla
Cuma namazı arasında fark yoktur.
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit
ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse,
çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde
imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç kişinin namazları kabul olmaz.
Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...”666;
“Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Cemaatin kerih gördüğü
(kendisini sevmediği) halde bir cemaate imamlık yapan kişi...”667
Konuyla İlgili Âyet -i Kerimeler
“Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o
muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah
kemaliyle işitici ve bilicidir.”668
666] Ebû Dâvud
667] Tirmizî, Salât 266, hadis no: 360
668] 2/Bakara, 256
- 253 -
“Hakka bâtılı karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin.” 669
“Ey kitap ehli! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği
gizliyorsunuz?” 670
Ve aşağıda mealleri verilecek olan 2/Bakara, 174-176; 3/Âl-i İmran, 187; 2/
Bakara, 159-160.
Konuyla İlgili Hadi s-i Şerifler
Hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen
kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.” 671
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” “En fazletli cihad, zâlim sultana
karşı hakkı söylemektir.” 672
“Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem
değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun
üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor
ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla
emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim
de, onu kendim işlerdim’ der.”673
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını
tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben
de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim
onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir.
Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” 674
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar (yöneticiler) peydah olur.
Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler
(ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir
tâviz kopararak verirler.” 675
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar,
sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı
vakitlerinden geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu:
669] 2/Bakara, 42
670] 3/Âl-i İmran, 71
671] Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 501
672] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538
673] S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51, hadis no: 2989
674] Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
675] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu’l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah
bin Hars’dan-
254 -
“Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü
Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” 676
Soru: Tevhid ehli olsa bile cuma namazını camilerde resmî görevli olan
memurların arkasında kılmak caiz mi? Değilse neden?
Tevhid ehli olan kişilerin arkasında beş vakit namaz da, Cuma namazı da
kılınır. Fıkıh olarak câizdir. Ancak, ben dâvâ insanı olan, topluma az-çok dâvet
götüren kimselerin, özellikle kendisine hoca denilen tevhid ehli kimselerin
Camilerden birinde resmî görevli kimselerin arkasında Cuma namazı veya
başka bir namaz kılmamaları gerektiğini söylüyorum. Sebebini aşağıda ele
alacağım.
Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki müslümanların
arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre
girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı her kıble ehlini müslüman kabul
etmek zorundayız. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te’vil edilemeyecek
açıklıkta) ifâde eden bir imama rastladığında müslümanlar câmiyi terkeder,
bir daha o imamın arkasında namaz kılmazlar. Bu konuda diğer namazlarla
Cuma namazı arasında fark yoktur.
Soru: Pek yoktur, ama eğer bir yerde tevhidi ve şirki güncel boyutlarıyla
anlatan ve düzeni kurum ve kurallarıyla reddeden bir imam olsa, onun
arkasında Cuma namazı kılınır mı?
Böyle bir durumda bu imamın arkasında cemaat olmaya yönelik gönlün
yatıp yatmamasına (huzur bulup bulmamasına) bağlı tavır gösterilebilir.
Peygamberimiz (s.a.s.): “Fetvasını alsan da kalbine/gönlüne danış” buyurur.
İmamın ketmetme gibi, hakla bâtılı karıştırma gibi, yanlışları olmamış olsa
bile, “bakın böyle güzel imamlar da var, bunlar da devlet memuru. Demek ki
devletimiz kötü değilmiş, sizin tağuti devlet diye başlayıp suçlayarak anlattığınız
devletin bu da memuru…” diyebiliyorlar. Yani o imam, tevhid üzere olduğu
durumda, düzeni aklamış, rejime katkı sağlamış oluyor. Düzen bunların
gayreti ile ayakta duruyor. Bu suç da onlara yeter demek durumundayız. Ama,
bir kişi zâhire bakar, bu tür imamların arkasında namaz kılabilir (imamın
mü’min olduğuna şahit olan, tâğutları reddeden biri olduğu durumlarda) o
imama uyabilir, mescide girebilir. Fakat bu görüş ve uygulama, bizim tavsiye
ettiğimiz şey kapsamına girmez. Bir imamın sadece kendisinin şirk koşup
koşmaması yeterli değildir. Bu şahıs, herhangi bir tüccar ile, esnaf veya
işçi ile aynı kategoride değildir, bu kimseden dinin beklediği şey de sıradan
676] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
- 255 -
vatandaşla aynı değildir. Yani bir konfeksiyoncu, bir berber müşterilerine kendi
bulundukları ülkedeki şirki, fesat ve tuğyanı (tâğutluğu) anlat(a)mayabilir. Bu
kimsenin suçu önemli görülmez. Ama bir imam aynı konumda değildir. Onun
anlatması şarttır. O, başka insanlara kötü örnek olamaz. Ve hakkı savunup
bâtıla karşı çıkmak, öncelikle onun görevidir. O bu görevi yapmayınca, hakkı
ketm etmiş/gizlemiş olmaktadır. Camide görevli insanlar anlatmayınca, tevhid
ehli başka şahısların bunları anlatması da inandırıcı olmuyor; halk o cami
imamını gösteriyor ve “eğer dinimizde bu senin anlattıklarına yer olmuş olsa
idi, imamlarımız da bahsederdi. Onlar anlatmadığına göre siz kendi kafanızdan
din çıkarıyorsunuz, siz sapıksınız” diyebiliyorlar. “Sükût ikrardan gelir.” Sessiz
kalmak, mevcut durumu onaylamak anlamına gelir. Kendi anlatmadığı gibi,
sizin gibi şahısların anlatmasının da inandırıcı olmamasına sebep oluyor. Dini,
dinin özü olup tevhid ve şirki halka anlatmayanların durumuna Kur’an’dan
bakalım, bu konuyu Allah’a arz edelim, mü’min olarak Allah’a danışıp sonra
alacağımız cevaba peşin ve tereddütsüz şekilde iman edip teslim olalım:
“Allah’ın indirdiği kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok
mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir.
Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır.
Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı,
mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar
dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır.
(Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir
anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” 677
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az
bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” 678
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitaptan insanlara açıkça belirttikten
sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet
edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği
açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve
çokça merhamet edenim.” 679
Allah Teâlâ tarafından vuku bulan lânet, dünyada hayır ve tevfikten/
başarıdan, âhirette ilâhî lütuf ve rahmetten uzaklaştırılmak manasını ifade
etmektedir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılan, Rabbimizin rahmetiyle
677] 2/Bakara, 174-176
678] 3/Âl-i İmran, 187
679] 2/Bakara, 159-160
- 256 -
muâmele etmeyeceğini bildiğimiz bir kimse, bizim namazımızı nasıl kıldırabilir,
bizim namazımızı Allah’a nasıl taşıyabilir? Hak etmeyen bir kimseye lânet etmek
veya çokça lânet tabirini kullanmak, büyük günahlardan kabul edilir. “Mü’mine
lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” 680
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) Tebük seferi sırasında, helâk edilen
Semûd kavminin yurdu olan Hıcr’a uğradığı zaman: “Nefislerine zulmedenlerin
meskenlerine girerken onların mâruz kaldığı musîbetin size de gelmesi korkusuyla
ağlayarak girin!” buyurdu. Sonra başını (rıdâsıyla) örtüp yürüyüşünü hızlandırdı
ve vâdiyi geçinceye kadar bu hâl üzere devam etti.”681 Diğer bir rivâyette, “Şu
anda sizler, mel’ûn (lânete uğramış) bir vâdidesiniz; onun için hızlanın (buradan
çabuk çıkın) Kim buranın suyu ile hamur yaptı, tencere kaynattı ise ters çevirsin.”
Bir diğer rivâyette: “Bu azaba uğrayanların yanına girmeyin. Ancak ağlayarak
girerseniz o başka. Eğer ağlamazsanız yanlarına girmeyin de onlara gelen belâ
size de gelmesin.”682 Yine İbn Ömer anlatıyor: “Halk, Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte
Hıcr’a, Semûd kavminin yurduna inince, kuyularından su aldılar ve onunla
hamur yoğurdular. Efendimiz, onlara derhal aldıkları suyu dökmelerini ve
hamurları develere yem yapmalarını emretti. Ayrıca, Hz. Sâlih’in devesinin su
içtiği kuyudan su almalarını emretti.” 683
Diyelim ki, siz kendisiyle konuştunuz ve sizin yanınızda tâğutları sevmediğini
söyledi. Ve siz bu kimseyi mü’min kabul ettiniz ve arkasında namaz kıldınız.
Sizi tanıyan nice insan, sizin her imamın arkasında değil, muvahhid olduğuna
şahit olduğunuz bir imamın arkasında kıldığınız (imamları seçerek arkalarında
cemaat oluşturduğunuz) durumu bilmiyor. Bir Diyanet görevlisinin arkasında
namaz kılmanızı, çevrenizde sizi iyi olarak tanıyan nice insan, kolaycı ve ucuzcu
bir şekilde “Filan kardeş de camiye gidiyor, Cuma ve vakit namazlarını resmi
görevlilerin arkasında kılıyor, ben de, biz de kılabiliriz” demek ve sizi örnek almak
durumunda olabiliyor. Kabul edersiniz ki, teke tek konuşulduğunda imamların
çoğu “ben tağuta düşmanım, onu reddediyorum” demiyor, diyemiyor. Hüküm
de çoğunluğa göre verilir.
Bazıları diyor ki: “Bir insan, kâfir, müşrik veya mürted olunca ve küfrü ortada
olunca arkasında namaz kılınmaz. Bunun dışında her imamın gidip arkalarında
namaz kılmak lazımdır.” Hayır, sadece kâfir ve mürted olunca değil; imamın
arkasında namaz kılınacak özellikleri olmadığında, şüpheli durumlarda,
insanlara dinin özünü anlatmadıklarında, fiilen İslâm dışı devleti, rejimi
680] Buhârî, Eymân 7, Cenâiz 84, Edeb 44, 73; Müslim, İman 176 -110-; Tirmizî, İman 16
681] Buhârî, Enbiyâ 7, Mesâcid 53, Meğâzi 80, Tefsir, Hıcr 2; Müslim, Zühd 38-40
682] Kütüb-i Sitte, 7/250-251
683] Buhârî, Enbiyâ 17; Müslim, Zühd 40
- 257 -
destekliyor görünümü verdiklerinde bir imamın arkasında namaz kılınmaz.
Olaya dar pencereden bakmak bizi yanlışlığa götürür. Bugün bütün dünyada,
Amerika’nın ve Batının etkisiyle “dine karşı din” projeleri geliştiriliyor. Lâ’sı
olmayan bir din, isyanı barındırmayan, mevcut şirk düzenlerine karşı çıkmayan
bir din anlayışı. Halkın ve devletin doğru yolda olduğunu haliyle ve tavrıyla
göstermeye çalışan namaz kıldırma memurlarının da arkasında Cuma ve vakit
namazları kılınmaz.
Halkının önemli bir kesimi müslüman olan ülkelerdeki Diyanet görevlileri,
büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın
toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü
işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı.
Andolsun yaptıkları ne kötüdür!”684; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar
da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”685 Bu
görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri,
bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi
az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı
bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” 686 Atasözünde denildiği gibi;
“Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da.” Paradan olmasa ne çıkar,
paralandıkça paramparça âhireti paralanır.
Yine, hangi sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek sadece belli konuları
işlemeleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun hesabı, elbette
sorulacaktır. “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz
onların hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız. O halde sen emrolunduğun şeyi
açıkça söyle ve müşriklere aldırma!” 687 Kur’an’ı parça parça ederek bir bölümü
ile hareket edenler için Kur’an’ın öngördüğü ceza, dünya hayatında tâğûtî
düzenlerin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik; rezillerin âhiret
cezâsı ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına
inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezâsı, dünya
hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en
şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.” 688
Ülkelerdeki Diyânet örgütlerinin memurları, bu itaatkâr tavırlarıyla,
bilerek veya farkında olmadan; Diyanetin, dolayısıyla laik düzenlerin emir ve
yasaklarını Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmış oluyorlar.
684] 5/Mâide, 79
685] 9/Tevbe, 9
686] 2/Bakara, 41-42
687] 15/Hicr, 91-94
688] 2/Bakara, 85
- 258 -
Bu nedenle, Kur’ânî emirler bunlar için pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bunun
açık örneklerinden biri, cenaze namazları ile ilgili tutumlarıdır. Kur’ân-ı
Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayanların, fâsıkların ve münâfıkların
namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken; bu
namaz memurları, bırakın münâfıkları, Allah’ın dinine ve müslümanlara
düşman olan dinsizlerin (daha doğrusu, farklı din mensubu müşriklerin) bile
namazlarını kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan sonra da bu
müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, “kahrolsun şeriat!” diye
İslâm’a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir. “Onlardan ölen hiçbirine asla
namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü
inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.”689 Şimdi, bir tarafta Yüce Allah’ın emri,
diğer tarafta Diyanet teşkilatları ve laik sistemlerin emri var. Namaz memurları
tâğûtî düzenlerin emrine tâbi olduklarını ortaya koyarak, Yüce Allah’ın bu
emrinin tersine hareket ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab’ın hükümlerini
arkalarına atmış oluyorlar.
Resmî din teşkilatlarına, daha doğrusu tâğûtî ve laik düzenlere hizmeti
ibâdet kabul eden memurlardan oluşan bu grup, tevbe ederek Allah’a ve O’nun
yüce Kitabına tam teslim olmadıkları ve Kur’ânî gerçekleri insanlara olduğu
gibi anlatmadıkları sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de
Yüce Allah tarafından bağışlanırlar. “İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını
satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım
edilmez.”690; “Ancak, tevbe edip kendini düzeltenler, (Hakkı) açıklayanlar başka.
Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli olanım.” 691
Soru: Camide resmî görevli memurun arkasında cemaat olarak Cuma
namazı kılmanın câiz olmaması halinde, bu durum, cuma namazının farzını
yerine getirmemeye mazeret sayılabilir mi? Cuma namazını bağımsız bir
şekilde kılacak; dernek gibi imkânımız olmayan bir yerde cuma namazın
farzı üzerimize borç kalır mı, yoksa Cuma namazını terk etmeye mazeret
sayılabilir mi?
Hayır, mazeret sayılmaz. Dernek gibi Cuma namazı kılınabilecek bir imkân
olmayan yerde yine Cuma namazı mü’minlerin üzerine farzdır, kılınmazsa
borç olarak kalır. Peki, nasıl kılacaklar?
Tevhid ehli bir mü’min, oturduğu veya çalıştığı bir semtte, birlikte Cuma
namazı kılacakları bir-iki mü’min bulamaz mı? Bulur, bulmak zorundadır.
689] 9/Tevbe, 84
690] 2/Bakara, 86
691] 2/Bakara, 160
- 259 -
Mümkün, biraz fedakârlık yaparak, beş-on dakikalık mesafedeki bir yerde
buluşulacak oralarda uygun bir yerde namaz kılınacaktır. Birlikte Cuma
namazı kılacakları bir-iki arkadaş bulabildiği gibi, namaz kılabilecekleri
müsait bir yer de bulabilirler. Burası, bir dernek değilse, ev olabilir, iş yeri
olabilir. Arayan bulur. Samimi olan bulur. İçlerinden kıraati en düzgün olan
birisi, bir hutbe hazırlar ve sunar. Eğer topluluğa karşı konuşma yeteneği yoksa,
birkaç nasihat cümlesiyle yetinir. Hutbede şart olan hamdele ve salveledir.
Yani; sadece “elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemin, ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ rasûlinâ
Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmeıyn” deyip hutbeden inen kimse, hutbe
okumuş sayılır. Normal olarak hutbede birkaç kişi olunsa bile, bazı önemli
bilgiler verilir, gündemle ilgili yorumlar yapılır, takvâ ve sâlih amelin artması
için bazı nasihatler ve uyarılar yapılır. Birlikte Cuma namazı kılmak, cemaati
bilinçlendirir ve inançlarında, düşüncelerinde, yorumlarında yakınlaşmalar
olur, sevgi bağları kuvvetlenir, cemaat ruhu kazanmış olurlar. Bunlardan da
önemlisi, Cuma namazı sahih bir şekilde edâ edilerek Rabbimizin emri yerine
getirilmiş olur.
Bulunduğu yerde tek başına ise ve birlikte Cuma namazı kılacakları hiç kimse
bulamamışsa, bütün sorup soruşturmalarına rağmen kimseye ulaşamamış ise,
buluncaya kadar (Allahu a’lem) mâzur olabilir.
Soru: Ve arkasında namaz kılınmayan imamlara dinî konularda herhangi
bir meselede başvurabilir miyiz?
Eğer ilimlerine, bildiklerini gizlemeyeceklerine, hakla bâtılı
karıştırmayacaklarına güveniyorsak, dinî konularda onlara başvurulabilir.
Nikâh da kıyabilirler. Arkalarında namaz kılmayışımız, bunları mü’min kabul
etmediğimizden değil de başka bir gerekçeye dayandığından ehil olduğunu
bildiğimiz konularda danışabilir, görüş ve fetva alabiliriz, tabii gönlümüz ona
danışma konusunda fetvâ verirse, gönlümüz uygun görürse...
Türkiye Dâru’l-Harp’tir Diyerek veya Peygamberimiz Mekke’de Kılmadı
Gerekçesiyle Cuma Namazı Kılınmaz Diyenler Yanılmaktadır!
Cuma Nama zını Kim Emrediyor , Kim Yasakl ıyor ?
1. Kur’an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da,
Kur’anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara “niye falan
müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?” diye sormayacak, ama mutlaka Kur’an’ın
emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur’an Cuma namazını çok net
bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi
- 260 -
bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret
yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur’an’ın herhangi bir
hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur’an’da çok net şekilde
açıklanır.
Kur’an, Cuma namazına öyle bir önem vermiştir ki, özel olarak Cuma
namazından bahsetmiş, hatta Kur’an’ın bir sûresi692 bu isimle adlandırılmıştır.
Cuma namazına öyle önem vermiştir ki, helâl olan alışverişi Cuma vakti
yasaklamış, müslümanların ezanla birlikte Cuma namazına gitmelerini
emretmiş ve gerçeği anlayan, bilen insanlar için en hayırlı şeyin bu olduğunu
belirtmiştir: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu)
zaman, hemen Allah’ı zikretmeye gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği
anlayan/bilen kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince
yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki
kurtuluşa erersiniz.”693
Müslüman, her şeyden önce Kur’an’a kulak vermeli, onun emirlerini hayata
geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te’vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır.
“Sana bu Kitab’ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir
müjde olarak gönderdik.”694; “...Bu Kur’an, her şeyin açıklanması ve mü’minler
için bir kılavuz ve rahmettir.”695 Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa
düştüklerinde, onu Allah’a ve Rasûlü’ne arzetmekle mükelleftirler.696 “Biz sana
Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve iman eden
bir kavim için yol gösterici ve rahmet olsun.”697; “İnsanlar için hidâyet rehberi olan
Kur’an, yol gösterici ve hakkı bâtıldan ayırıcı (furkan), apaçık belgeler (beyyinât)
olarak Ramazan ayında indirildi.”698; “De ki: ‘en üstün delil (hüccetü’l-bâliğa)
Allah’ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.”699 Allah, Kur’an’da
hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.700 Bir müslüman, Kur’an varken, başka hakem
arayamaz: “Allah size hakikati apaçık ve ayrıntılı olarak açıklayan Kitab’ı indirmiş
iken, ben (neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda) ondan başka bir hakem mi
arayayım?”701; “Rabbiniz katından size indirilene uyun. O’ndan başka önderlerin
ardından gitmeyin. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?”702 İnsanlar, falan kişinin
692] 62. sûre
693] 62/Cum’a, 9-10
694] 16/Nahl, 89
695] 12/Yusuf, 111
696] 4/Nisâ, 59
697] 16/Nahl, 64
698] 2/Bakara, 185
699] 6/En’âm, 147
700] 6/En’âm, 38
701] 6/En’âm, 114
702] 7/A’râf, 3
- 261 -
ictihad, fetvâ ve yorumuna uymaktan değil; Kur’an’a uyup uymadıklarından
hesaba çekileceklerdir: “Muhakkak ki o Kur’an, hem senin hem de ümmetin için bir
şeref ve öğüttür. İleride ona uyup uymadığınızdan sorguya çekileceksiniz.”703
Kur’an, anlaşılması zor bir kitap değildir. Onun emirleri arasına kimse giremez.
O, “apaçık” ve “anlaşılır” bir kitaptır.704; “İşte bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir.
Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”705 Allah, kullarına
“kaldıramayacakları bir yük yüklememiş”,706 Kur’an’ı herkesin ve her seviyeden
insanın anlayabileceği bir dil ve basit, sade, anlaşılır bir üslûpla göndermiş,
anlaşılsın ve uygulansın diye kolaylaştırmıştır. “Tâ-hâ. Bu Kur’an’ı sana güçlük
çekesin diye değil, Allah’tan korkanlara bir uyarı olsun diye indirdik.”707; “Yemin
olsun! Bu Kur’an’ı öğüt almak ve düşünmek için kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt
alan?” 708 Allah Teâlâ, kullarına, “ancak kaldıracakları kadar sorumluluk yükler.”709
Allah “dinde bir zorluk kılmamıştır.”710 Kur’an’a muhâtap olan mü’minlerin
özelliği, Kur’an’daki her İlâhî fermanı işittiklerinde “semi’nâ ve eta’nâ: İşittik
ve itaat ettik” demeleridir.711 “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne
çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak: ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir.
İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar!”712 Dünya ve âhiret felâketlerinin en
büyük nedeni, Kur’an’ın emirlerini (önemsemeyerek, te’vil ederek veya herhangi
bir gerekçe ile) uygulamayıp arkaya, geri plana atmaktır. “O gün, haksızlığı
kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip ‘ah, ne olurdu, Rasûl’ün gösterdiği
yolu tutmuş olsaydım! Vah, yazıklar bana, ne olurdu filanı da kendime dost
edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra
beni ondan (Kur’an’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız
bırakandır.’ Ve Peygamber dedi ki: ‘Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı
terkedilmiş bir kitap olarak bıraktılar.”713
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfir, zâlim ve fâsık olarak
nitelendirilir.714 Devamındaki âyetlerde de, başta Peygamber olmak üzere
müslümanların Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi emredilir: “Sana da, önceki
kitapların bir kısmını doğrulayan ve onları düzelten bu Kitab’ı hak olarak
703] 43/Zuhruf, 44
704] 11/Hûd, 1-2; 15Hıcr, 1; 26/Şuarâ, 2; 28/Kasas, 2; 42/Şûrâ, 2; 43/Zuhruf, 2
705] 12/Yusuf, 1-2
706] 2/Bakara, 286
707] 20/Tâhâ, 1-3
708] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
709] 2/Bakara, 285
710] 22/Hacc, 78
711] 2/Bakara, 285
712] 24/Nûr, 51
713] 25Furkan, 27-30
714] 5Mâide, 44, 45, 47
- 262 -
indirdik. Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana da hak geldikten sonra,
onların hevâlarına uyma... De ki: ‘Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum.”715
Kitaptan pay sahibi olanların, bildikleri ve inandıkları Kitabın hükümlerini
uygulamaları, yolların ayrılış noktasıdır: “Kendilerine Kitab’dan bir pay
verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah’ın Kitab’ı hükmetsin diye çağrılıyorlar
da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir.”716; “...
Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin’ denildiğinde, o münâfıkların
senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün.”717
Kimsenin Kur’an’ı devre dışı bırakma hakkı yoktur. Hangi niyetle olursa
olsun Kur’an’la sâbit bir hükmü, bir ibâdeti kimse yasaklayamaz. Bazı kimseler,
Kur’an’da ve sahih hadislerde hiç geçmeyen ve mezhepler arasında da tartışma
konusu olan “dâru’l-harp” yaklaşımını sebep göstererek fâizi helâl kabul
edebiliyor, bazıları da Cuma namazı gibi farîzaları yasaklayabiliyor. Birincisi,
kolaylaştırma adına ruhsat, ikincisi de cihad adına azîmet diye takdim edilebiliyor.
Biri, Kur’an’la sâbit bir haramı helâl, diğeri de Kur’an’la sâbit bir farzı haram
ilân edebiliyor. Bu örneklerin her ikisi arasında pek bir fark yoktur. Dini tahrif
eden yaklaşım, daha çok bu tür atmalar veya katmalarla olur. Kur’an’ı ve sahih
sünneti devre dışı bırakan hiçbir yaklaşım, sırât-ı müstakîm olamaz. İmanından
ve samimiyetinden şüphe etmediğimiz bazı müslümanların, Kur’an’daki çok net
bir emri yasaklamalarına şaşmamak mümkün değildir. Kur’an’ın emrine uyup
Cuma namazı kılanlar değil, bunu yasaklayanlar suçlanmalıdır. Ve Kur’an’ın ve
Sünnetin kesin emrine rağmen Cuma namazını kılmamakta hâlâ ısrar etmekle
kalmayıp başkalarına da yasaklayanların bu tavırlarıyla taban tabana zıt sloganı:
“Temel kaynağımız Kur’an ve Sünnettir. Referansımız bu ikisidir. Biz Kur’an ve
Sünnet’e bağlıyız!” Ya bu sözü söylemesinler, ya da Kur’an ve Sünnetin emrini suç
saymasınlar, deme hakkımız olmalı değil mi?
2. Müslümanın ikinci kaynağı Sünnettir. Sünnet, hiçbir zaman Kur’an’a
ters uygulama içermez. Peygamberimiz de kendisine vahyedilen Kur’an’a
uymak zorundadır. O, yaşayışıyla, canlı Kur’an olmuş, Kur’an’ın mücmel
âyetlerini açıklamıştır. Peygamberimiz’in Cuma namazının faziletiyle ilgili
onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile
olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir
rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey
söylememiş, hele hele “şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!” gibi bir söz
onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.
715] 5Maide, 48-49
716] 3/Âl-i İmrân, 23
717] 4/Nisâ, 61
- 263 -
Şu hadisin kapsamına girilip girilmediği bütün müslümanlar tarafından
muhâsebe edilmelidir: “Allah bir toplumdan ilmi çekip almak sûretiyle kaldırmaz.
Toplumlar, gerçek âlimlerin tükenmesiyle âlimsiz kalırlar. Gerçek âlimlerin
tükendiği bu toplumda, insanlar câhil önderler edinirler. Bu câhil önderler ilimsiz
fetvâ verirler. Bu sûretle kendileri de sapar, peşindekileri de saptırırlar.”718
Sahih-i Müslim’de “Cuma’yı Terk Edenler Hakkında Gösterilen Şiddet
Bâbı” adlı bölümde birçok hadis vardır. Onlardan biri olan şu hadis-i şerif çok
önemli bir uyarıdır: “Birtakım kimseler, Cuma namazlarını terk etmekten ya
vazgeçerler yahut Allah, onların kalplerine muhakkak sûrette mühür vurur da
artık gâfillerden olurlar.”719
Cuma namazının fazîletini belirten; terkedenleri, hafife alanları tenkit
ve ihtar eden çok miktarda hadis bulunmasına rağmen, Cuma namazının
kılınamayacağı ve kılanların sorumlu tutulacakları bazı şartlara dâir zayıf da
olsa tek bir hadis rivâyeti yoktur. Aksi görüşte olanlar, Hanefî mezhebinin bu
konudaki şartları için de ileri sürdüğü tek delil olarak İbn Mâce’nin kendisinin
de “zayıf” dediği ve aslında hiç de Cuma’nın kılınmaması için bir çıkarım
yapılamayacak olan ve Cuma namazı kılmayanları tehdit eden şu zayıf hadisi
delil olarak kullanıyorlar:
“Bilmiş olun ki, Allah Teâlâ Cum’ayı, benim şu durduğum yerde ve bu yılımın
bu ayındaki bu günümde; size kıyâmet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim
hayatımda olsun, benden sonra olsun, âdil yahut câir (zâlim) bir devlet reisi
varken onu istihfaf ederek (önemsemeyerek, hafife alarak) veya inkâr ederek
terkedecek olursa Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiçbir
hususu mübârek kılmasın (işini rast getirmesin). Haberiniz olsun ki, böylesi tevbe
etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de başka bir hayrının
sevabı vardır. Her kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder (etsin).”720
Tekrar ifâde edelim ki, bu hadisten Cuma’nın bazı şartlarının çıkartılması
ve Peygamberimiz’e “şu şartlar varsa ancak Cuma’yı kılabilirsiniz, yoksa Cuma
namazı kılmayın” şeklinde bir ifâdede bulunduğunu ileri sürmek, Cumanın
şartları için delil kabul etmek birçok yönden kesinlikle doğru ve mümkün
değildir. Bu hadis rivâyetinin meşhur hadis âlimlerince zayıf kabul edildiği için
delil olarak kullanılamayacağını da ifade etmek zorundayız.
718] Buhârî, İlim, 34, Müslim, İlim 13, Tirmizî, İlim 5; İbn Mâce, Mukaddime 8
719] Müslim, Cuma 40, hadis no 865, c. 4, s. 2412-2413
720] İbn Mâce, Kitâbu İkameti’s-Salât 78, hadis no 1081; Râvîler arasında cerh edilen isimler olduğu için isnâdının
zayıf olduğu belirtilir; Bk. İbn Mâce
- 264 -
Cuma namazının bu ülkede câiz ve sahih olmadığını iddiâ edenler, Cuma
konusundaki âyetin mücmel olduğundan dolayı bu çıkarımlara vardıklarını
söylüyorlar. Mücmel olan bir âyeti Peygamberimiz tafsîl eder, açıklar,
uygulamasıyla izah eder. Peygamberimiz (s.a.s.)’in hadislerinde kesinlikle
“sultanın izni şarttır, halife bizzat kendisi veya tâyin ettiği kişi Cuma’yı
kıldırmalıdır, yoksa sahih olmaz” veya benzeri zayıf bir rivâyet bile yoktur.
O yüzden mücmel âyeti Peygamberimiz sözleriyle ve uygulamasıyla nasıl
anlayıp anlattıysa o hükmü Kur’an ve Sünneti esas kabul eden kimseler -tüm
âlimler farklı şey ileri sürseler bile-, Allah’ın emrini ve Rasûlü’nün kavlî ve fiilî
açıklamasını tercih etmek zorundadırlar.
Sultanın/halifenin izni gibi şartlar, Kur’an’ın ve Sünnetin tâyin ve tesbit ettiği
şartlar değildir; ictihâdî, dolayısıyla zannî bir yorumdur, o zamanın şartları
dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Hiçbir ictihad, âyet ve hadisle sâbit olan
bir farzı iptal edemez. “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ki size rahmet edilsin.”721
3. Temel kaynaklar Kur’an ve Sünnet olmakla birlikte, onlara ters
düşmemek şartıyla, hatta bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasına hizmet
ettiği müddetçe, delilleri sağlam, inandırıcı ve iknâ edici kabul edilince
fıkhî ictihadlar, mezhebî görüşler de müslümanların ibâdetleri için istifade
edilebilecek ikinci derecede kaynaktır. Müslümanlar, kendileri Kur’an ve
Sünnetten hüküm çıkarabilecek ilmî yetenekte değilse Kur’an’ın ve sünnetin
kesin hükme bağlamadığı konularda delili sağlam olan müctehidin Kur’an ve
Sünnete uygun hükmüne uyabilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken şeyler:
Bağnaz olmamak, diğer fıkhî görüş ve ictihadları görmezden gelmemek,
“benim mezhebim veya müctehidim mutlak doğrudur, diğer mezhep veya
müctehidlerin hükmü kesin yanlıştır” dememek, farklı mezhepleri veya
ictihadları taklit edenleri kınamamak şarttır. Unutulmamalıdır ki, mezhep
imamları ve müctehidler de birer beşerdir, hatâdan ma’sûm/korunmuş değildir.
Onların ictihadları da zannîdir, mutlak doğru değil; göreceli doğrulardır, şüphe
sözkonusudur. O yüzden delillerinin kuvvetli olmadığını, ya da bir âyet ve sahih
hadise ters düştüğünü gördüğünde, hiçbir müslüman buna rağmen ictihadı
öne çıkaramaz. Zaten “Kur’an ve sünnet” vurgusunu öne çıkaranlar, fıkıh
bağnazlığının farkına varan, 1200-1300 sene önce yaşamış insanların günümüz
şartlarını bilmelerini, kıyâmete kadar geçerli hükümleri hiç yanılmadan ve
aşılamayacak şekilde en isâbetli ictihadlarla tesbit ettiklerini iddia etmeyen
(etmemesi gereken) bilinçtedir. Önceki müctehidler, kendilerine ulaşan deliller
ve kendilerini çevreleyen tarihî şartlarla, o günkü problemlere çözüm getirmeye
721] 3/Âl-i İmrân, 132
- 265 -
çalışmışlardır. Ve bütün şuurlu müslümanların ittifak ettikleri tek bir mezhep
veya müctehid yoktur. Yani, kimine göre bir konuda Hanefî mezhebi veya onun
müctehidleri doğruyu yakaladıkları ve kuvvetli delillere sahip olduğu halde,
kimine göre farklı bir mezhep ve müctehidler o konuda veya başka bir konuda
daha doğru ve kuvvetli delillere sahip olabilir. O yüzden bir mezhebin veya
müctehidin hükmünü tüm müslümanların uygulamalarını istemeye kimsenin
hakkı yoktur. Bir müslüman, falan mezhebin hükmünü tercih edebilir, ama
başkalarına dayatamaz, başkası da farklı bir mezhebin görüşünü tercih
edebilir. Yoksa mezhepler din edinilmiş olur. “Yoksa onların, dinden Allah’ın
izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü
olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler
için can yakıcı bir azap vardır.”722
Cuma namazı muhkem bir farîzadır. Farziyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile
sâbittir. Kitab ve Sünnet gibi ana deliller mevcut iken, ictihâdî ve tâlî bir şartın
yokluğu öne sürülerek, beşer sözü ile Cuma farîzası ortadan kaldırılamaz. “Şek/
şüphe ile yakîn zâil olmaz.” Hanefî mezhebinin dışındaki İslâm mezheplerinin
tümü (cumhûr-ı ulemâ), Cuma namazını halifenin kıldırma şartını ileri
sürmezler, bu namazın dâru’l-harple ilişkisi olduğunu da iddia etmezler. Elbette
hiçbir mezhep ve âlim, Cuma namazının devlet namazı olduğunu da ileri
sürmez. Mezhep bağnazı olmayan “Kur’an ve Sünnet, Kur’an ve Sünnet!” diyen
müslümanlar, Kur’an ve Sünnetin kesin emri konusunda, gerekirse başka bir
mezhebin görüşüyle amel eder, Kur’an ve Sünnetin emrini çiğneme ihtimalini
ortadan uzaklaştırır.
Kaldı ki, bu insanlar, kraldan fazla kralcı kesildiklerini fark etmiyorlar
mı? Hanefî mezhebi adına Cuma namazının şartları oluşmadığı için Cuma
namazının kılınmayacağını iddia edenler, Hanefî mezhebine ait “şu şartlar
yerine gelmeyince Cuma namazı kılınmaz, kılmayın!” diye net bir fetvâdan bile
bahsedemezler. Nice müslümanın kanını döktüğü gibi, kendisini de zindanlara
atıp orada şehid eden zâlim bir yöneticinin hâkim olduğu şartlar altında Ebû
Hanife’nin Cuma namazı kılmadığını veya kılınmasını câiz görmediğini
kimse iddia ve isbat edememektedir. Onun zamanında da, ondan sonra da
hanefî müctehidler, kendi çıkarımlarıyla tesbit ettikleri cumanın sıhhat şartları
yoksa Cuma namazı kılmayın demedikleri ve tarihte Cuma namazı kılmayan
cemaatlerden bahsedilmediği gibi, daha sonra gelen bazı hanefî müctehidleri,
bu şartlardan bazıları yerine gelmediği için, Cuma namazı terk edilmez, belki
sahih olmamıştır diye, öğle namazı yerine geçmek üzere “zuhr-ı âhir” adı
722] 42/Şûrâ, 31
- 266 -
verilen Peygamberimiz zamanında hiç bilinmeyen namazı tavsiye etmiştir.
Başka hiçbir mezhebin bilmediği bu namazın tek bir gerekçesi vardır: Bir
mezhebe göre şartların yerine gelmediğinde Cuma namazının terk edilmemesi,
ama aynı zamanda Cuma namazı sahih olmayabilir endişesinden dolayı, öğle
namazı yerine geçecek dört rekâtlık bu namazın da kılınması.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de hiçbir ülkede Cuma namazını protesto
etme ve Cuma namazının kılınmaması gerektiğini (belki bir-iki istisnâ
dışında) âlimler gündeme getirmemiştir. Bu konuda yüzlerce âlimden kimler
Cuma namazı kılınmasına karşıdır? “Bugünkü şartlarda Cuma namazı
kılınmaz” diyen ne kadar âlim gösterilebilir? Çağımızda dünya çapında
kabul gören Mevdûdi mi, Seyyid Kutub mu, kardeşi Muhammed Kutub mu,
Hasan el-Bennâ mı, Muhammed Ali Sâbûnî mi, Ebû Ğudde mi, el-Âlbânî mi,
Muhammed Gazâlî mi, Yusuf el-Karadavî mi, bunlardan veya bunlara benzer
âlimlerden herhangi birinin Cuma namazının kılınmaması gerektiğiyle ilgili
bir fetvâ, görüş veya uygulama iddiâ edilebiliyor mu? Bu konuyu Türkiye’de
ilk ortaya atanlar bile bu görüşlerinden vazgeçmiş, Cuma namazının kılınması
için yine Hanefî fıkıhçıların görüşleri istikametinde çözümler önermeye ve
(Cuma imamı olarak seçtikleri kişilerin arkasında) Cuma namazını kılmaya
ve kılınmasını istemeye başlamıştır. Dâru’l-harp durumunda olduğu ve tâğûtî
düzeni protesto ve Diyanete tepki için bugünkü şartlarda Türkiye’de Cuma
namazı kılınmamalıdır diye ilk kamuoyu oluşturan zâtın, hatasından dönmüş
olması sevindiricidir. Bu konuları ondan öğrenen bazı kişilerin hâlâ kraldan
fazla kralcılığı ise düşündürücüdür. Bu konuda şâz kalan rahmetli Sadreddin
Yüksel Hoca’dan başka Türkiye’de veya diğer ülkelerde “Cuma namazı
kılınmamalıdır” diyen meşhur hiçbir âlim gösterilememektedir. İhvân-ı
Müslimin’den tutun, ülkeleri işgal altındaki (dâru’l-harp kavramı için gerçek
bir örnek, yani savaş ülkesi olan) Kudüs’te, Filistin topraklarında da Cuma
namazı terkedilmemiştir ve hâlâ büyük katılımlarla kılınmaktadır.
Bu konu, tekfir konusuyla da (mevcut câmi imamlarının kâfir olduğu
değerlendirmesi ile) ele alınmaktadır. Tâğutlara gönülden bağlı olmayan
resmî görevlilerin, sırf memur diye Allah’ın değil, tâğûtî devletin emrinde
olduğunu ve küfrü imana tercih eden kâfirler olduğunu iddiâ etmek, insanı
vebal altına sokabilir. Bu konu, Müslümanlar arasında tartışılmaktadır.
Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki Kur’an’ın istediği gibi
şirksiz şekilde iman eden müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin
sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin
olmadığı, ağzından elfâz-ı küfür, davranışlarından ef’âl-i küfür sâdır olmayan
- 267 -
her kıble ehlini müslüman kabul ederiz. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu
(te’vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama (daha doğrusu hakka bâtılı
karıştıran devlet memuruna) rastladığında müslümanlar câmiyi terketmeli,
alenen tevbe etmediği müddetçe bir daha da o şahsın arkasında hiçbir namazı
kılmamalıdır. Tâğutu seven, bunu görüşleriyle ya da okuduğu hutbeyle gösteren
bir kimsenin arkasında sadece Cuma değil, hiçbir namaz kılınamaz. Bu konuda
diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur. Yani, arkalarında beş
vakit namaz kılınması câiz olan kimsenin Cuma imamı olmasında, günümüz
şartlarında bir sakınca yoktur. Okul diplomalarının, resmî nikâh işlemlerinin
küfre ait birer vesika kabul edilmeyip düzenin dayattığı birer formaliteden
ibâret kabul edildiği gibi, resmî görevlerin de birer formalite kabul edilmesi
gerektiğini ileri süren çok sayıda kişi vardır. Bununla birlikte en azından bu
konuda şüphe olduğundan ihtiyatlı davranarak beş vakit namaz ve Cuma
namazı gibi çok önemli bir ibâdeti, kabul olmama ihtimalinden dolayı diyanet
görevlilerinin arkasında kılmayan kimseleri de haksız görme hakkımız yoktur.
Resmî görevlileri namaz ve Cuma imamı kabul etmeyen, ama bunlar yüzünden
cumayı da terk etmek istemeyip formül arayan çok sayıda muvahhid mü’min
bulunmaktadır.
Cuma namazını resmî imamların arkasında kılmak zorunda değiliz;
devlet memuru durumundaki resmî görevlilerin arkasında kılmaya gönlümüz
yatmıyorsa, kendi aramızda cemaat teşkil ederek herhangi bir yerde Cuma
namazı kılmalıyız. Cuma namazlarının ille de bir camide kılınmasının şart
olmadığını belirtelim. Özellikle günümüz ortamında câmilerden daha özgür
alternatifler oluşturabiliriz. Müslümanlar, diyanete bağlı bir câmi imamının
(namaz kıldırma memurunun) arkasında namaz kılmaya gönülleri elvermiyorsa,
toplanıp kendi aralarında bir dernekte, vakıfta, hatta bir işyerinde veya uygun
bir evde Cuma namazı kılabilirler, kılmalıdırlar.
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi
yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın.
(Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.”723
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde,
evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm
fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı
olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit
723] 10/Yûnus, 87
- 268 -
ve mektep görevi yapıyordu. Bugünkü cemaat evleri, bağımsız dernek ve
vakıf durumundaydı. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden
tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve
hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını
kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da
görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı,
irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur,
misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden
câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere
sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli
cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız
ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini,
ders yaptıkları ve cemaat olarak toplandıkları yerleri ihyâ etmeleri, ev ve benzeri
yerlerin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline
getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
O yüzden câmilerde Cuma kılmayı uygun görmeyen Müslümanların cumayı
bu sebepten terk etmeleri de doğru olmaz. Kendilerine alternatif mescidler,
yani cemaatle namaz ve Cuma kılabilecekleri mekânlar rahatlıkla bulabilirler,
bulmalıdırlar.
20. y.y.ın ilk çeyreğindeki işgal ve savaş zamanlarında Maraş’taki bir
imamı, o günkü özel şartlar nedeniyle farklı değerlendirdiğimizde, Cuma
namazının Türkiye şartlarında kılınmaması gerektiği, Türkiye’de ilk defa
1970’lerin sonlarına doğru ortaya atıldı. Osmanlı devletinde olduğu gibi,
Cumhuriyetin ilânından sonra da Cuma namazının kılınmaması gerektiği
gündeme gelmemiştir. Şeyh Said, Said Nursi, Atıf Hoca ve benzeri düzene belirli
oranlarda karşı çıkan hiçbir âlim böyle bir fetvâ vermemiştir. Arap ülkelerinde
de aynı şey geçerlidir. Bu konuyu Türkiye’de gündeme getiren kişiler, bununla
aslında müslümanların şuurlanmasını, siyasî bilince ulaşmasını, devlet ve tâğut
konusunun bu şekilde anlaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Ama, hiçbir zaman
böyle olmamıştır. Cuma namazı kılmayanların bu görüşünden devletin etkilenip
geri adım attığı söylenemeyeceği gibi, halkın da Cuma namazını kılmayanlara
tavrı beklentilerin tam aksine olmuştur. Cuma’yı terk, halkı şuurlandıracağına;
terkeden gençlerin câmi cemaatinin gözünden tümüyle düşmesine
sebep olmuştur. Cuma, terkedilerek değil; sahiplenilerek aslî hüviyetine
kavuşturulabilir. Haccı (gidişleri Diyanet ve dolayısıyla T.C. düzenliyor ve hac
- 269 -
paraları önceden bankaya yatırılıyor diye) câiz görmeyip terketmeye, cemaate
katılmamaya, Cuma namazını protestoya hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Bu
tavırlar, ilhâmını Kur’an ve Sünnetten alan davranışlar olmadığı gibi, tebliğe de
zarar veren yanlışlardır.
Cuma namazı kılmayanların da hemen hepsi, Cuma vaktinde vicdânen
rahat olmadıklarını, bir ibâdeti terk etmenin vebalini düşündüklerinden dolayı
kalplerinin huzura kavuşmadığını -en azından yakın çevrelerine- dillendirirler.
Yine bunlardan bazıları, alternatif de oluşturamamakta, bazen de farklı şekilde
Cuma namazı kılmak için özel bir yer bulduklarında kendi ictihadlarıyla
çelişen tavırlara girebilmektedirler.
Kur’an’dan başka kutsal ve yanlışsız kitap, Peygamberimiz’den başka da
mâsum insan yoktur. Müctehidlerin görüşleri de herkesi bağlamaz. Kaldı ki,
hiçbir mezhepten hiçbir müctehid, hangi şartlar eksik olursa olsun, Cuma
namazının kılınmaması gerektiğini net bir şekilde fetvâya bağlayıp şartlar
eksik olunca Cuma’nın kılınmasını yasaklamamıştır. Çünkü Kur’an’ın emrini
yasaklamak çok büyük bir cür’ettir. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin
vermediği şeyleri dinî kaide kılan şerikleri/ortakları mı var?”724
Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin
bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle
vermek, kraldan fazla kralcılıktır; mezhepli olmak değil, mezhepçilik
yapmaktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber’le (s.a.s.) birlikte,
sözü eleştirilemeyecek başka insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle
müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli
ve tartışmalı konular, cemaatlerin ihtilâflı yorumları, filân efendi hazretlerinin
görüşleri, bundan yüzlerce sene önceye ait ve o günkü şartlarla ilgili fetvâlar
ve kelâmî değerlendirmeler, hatta yer yer Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan,
bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı
müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte, bazı
şahıs ve cemaatler Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur’ânî
bir emrin, Cuma namazının terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad
yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektedir. Kimine göre
İslâm, sanki cihad nutukları atmaktan veya Cuma kılmamak, câmileri boykot
etmekten, İslâm’ın sadece siyâsî taraflarını öne çıkarmaktan ibârettir. Dâvet
edilen din, altı çizilen esaslar bu tür beşerî yorumlardır.
724] 42/Şûrâ, 21
- 270 -
Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya
reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu
halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen
kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir
tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler
edindiler...”725 Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti
okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar,
onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle
buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar
mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara
ibâdettir, tapınmadır.”726
Din anlayışımız; özellikle akîdeye, haram-helâl ölçüsüne ve ibâdet
hükmündeki ahkâma, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak
doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış
olamaz. Falan hocanın veya filan İmamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz
bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok
yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini,
kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp
başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların
kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını Din zannetmeleri,
bugünkü ihtilâfların temelini teşkil etmektedir.
Meşhur hadis-i şerifte, bir kötülük görüldüğünde el, dil veya kalple onun
(daha iyisiyle) değiştirilmesi emredilir.727 Bu hadis, aynı zamanda alternatif
göstermeyi emretmektedir. Kur’an’da Mescid-i takvâ alternatifi gösterilerek
mescid-i dırardan bahsedilmesi728 konuya örnektir. İctihad, ilgili nassla
yaşanan olay arasında bağ kurabilmektir. Yaşanan hayatı yeterince tanımayan,
tahlil edemeyen kimselerden doğru ictihad beklemek, elma ağacından armut
beklemek gibidir. Allah için bir bakın, dünyadaki şuurlu müslümanlar bu
konularla mı uğraşıyor dersiniz?!
Bekri Mustafa’nın imam olmasıyla ilgili fıkrayı konumuza adapte edebiliriz:
Öteki âlemdeki ruhlar sorarlarsa, onlara buralardaki müslümanların pireye
kızıp yorgan yaktıklarını, tâğutlara kızıp bazı farzları terk ettiklerini söylersin,
onlar gerisini anlarlar...
725] 9/Tevbe, 31
726] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no 3292
727] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
728] 9/Tevbe, 107-109
- 271 -
Dâru ’I-Harpte Cuma Nama zı
Hanef î Mezhebinin Bu Hususla İlgili Görü şleri
Diğer mezhep imamlarının bu konuda herhangi bir sorunları
bulunmamaktadır. Hanefîler’e gelince, bütün Hanefî âlimleri İslâm devletinin
fiilen mevcut olması kaydıyla İmam Ebû Hanîfe tarafından ileri
sürülen devlet başkanı şartını kabul etmelerine rağmen, İslâm devletinin
fiilen ortadan kalktığı ve “Dâru’l-Harp Fıkhı“
nın gündeme girdiği fitne
zamanlarında Cuma namazının mûteber olabilmesi için devlet başkanı
şartını aramayarak sair mezhep imamlarıyla aynı çizgide birleşmişlerdir.
Nitekim bizzat İmam Ebû Hanîfe’nin mektebinde yetişen ve bu mezhebe
ait görüşlerin birçoğunda imzası bulunan Hanefî müctehidlerden İmam
Muhammed, Cumanın şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli
davranarak şöyle demektedir:
“Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve
vakittir. İkincisi ise, vali ve şehir olup bunlar ihtilâflıdır.729
Hanefî ulemâsından Kâsânî ise, “el-Bedâî” adlı meşhur eserinde bu şartın
sadece İslâm devletinde devlet başkanı ve nâibinin hazır bulunması haliyle sınırlı
olup İslâm devlet başkanı
ve nâibinin bulunmadığı fitne dönemlerinde bu şarta
riâyet edilmeksizin Cuma namazının kılınacağını hiç bir te’vile imkân vermeyecek
bir dille ifade ederek şöyle der: “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı,
devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır. Ama fitne veya ölüm sebebiyle
devlet başkanı
olmadığı ve Cuma namazının vakti girinceye kadar henüz başka
bir devlet başkanı da hazır bulunmadığı zaman; Kerhî: ‘İnsanların kendilerine
Cuma namazını kıldırması için bir kişinin
arkasında toplanıp Cuma namazını
kılmalarında herhangi bir beis yoktur’ demiştir. Nitekim “El-Uyûn”da İmam
Muhammed’den de bu şekilde söylediği rivâyet edilmiştir. Zira Hz. Osman
(r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre kendisi muhâsara edildiği
zaman insanlar Hz.
Ali’yi öne geçirmişler, o da onlara Cuma
namazını kıldırmıştır.730
Kâsânî’nin “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı (İslâm devleti
ve halife) devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır.” ifâdesi istilâ,
anarşî ve benzeri sebeplerle İslâmî otoritenin fiilen ortadan kaldırılması ve
ülkenin dâru’l-harbe dönüşmesi hâlinde devlet başkanı şartının aranmayacağı
konusunda son derece net bir ifadedir. Bu da gösteriyor ki Hanefîler bu şartı
sadace İslâm devletinin mevcut olması haline bağlı olarak ortaya atmışlardır.
729] Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî, Câmiu’s-Sağîr, s. 111
730] Kâsânî, Bedâyîu’s-Sanâyî fî Tertîbi’ş-Şerâyî, 1/261
- 272 -
Bütün Hanefî ulemâsı aslında mezheplerinin bu husustaki kanaatlerini
savunmakla beraber, müslümanların
halîfeli toplumdan mahrum edildikleri
fitne zamanında ve kâfirlerin istîlâsı altındaki “Dâru’l-Harp”te bu şarta
bakılmaksızın
Cuma namazının mutlak sûrette kılınacağını belirterek, sonuçta
Cuma namazında devleti ve devlet başkanını şart saymayan
cumhur-ı ulemâ
ile aynı noktada birleşmektedirler. İslâm devletinin dışında ve dâru’l-harpte
Cuma kılınmaz diyen bir tek Hanefî âlimine rastlamak
mümkün değildir.
Bu da Hanefî mezhebinin bu şartı ileri sürerken günümüzde bazı marjinal
grupların anladığı ya da anlamak
istedikleri şekilde Cuma namazının bir
devlet namazı veya bazılarının uyduruk tabiriyle “kendisinde devletin temsil
edildiği
resmî bir toplantı namazı(!)” olarak görmediklerini isbâta kâfidir.
Tahânevî’nin de ifade ettiği
gibi, “Aslolan aksine bir delil bulununcaya kadar
öğle ile Cumanın müsâvî oluşudur. Çünkü Cuma namazı öğle namazından
bedeldir. Bu, üzerinde ittifak olunan bir şeydir.”731
Müslümanlara yakışan, zayıf delillere dayanan
bir kısım görüşlere taassup
derecesinde sarılmak yerine, daha
kuvvetli delillere dayanan cumhûr-ı ulemânın
görüşlerine uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk
etmemektir. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve
şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak
kayıt ve şarta bağlanmaksızın mutlak
olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki
Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının “olmazsa
olmaz”ı gibi
gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet
başkanına ait bir vazife sayılıyor ki doğru olanı da budur. Zira İslâm’da, sadece
Cuma namazları değil bütün namazları kıldırmak
öncelikle devlet başkanına
ve sırasıyla diğer idârecilere ait bir vazifedir.
Peygamberimiz’in buyurduğu gibi,732 sadece Cuma namazı değil, bütün
namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi, hatta müslümanların lideri
olma vasfının bir şartı sayılmaktadır. Ama bu, devlet başkanı yoksa beş vakit
namazın kılınamayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, devlet başkanı
İslâm’ın kendisine
yüklediği diğer vazifelerle birlikte nihâyet bu vazifeyi de
yapmadığı zaman müslümanların lideri olma vasfını kaybeder, demektir. Yoksa
bu vazife, onu yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkar, demek değildir.
Şu halde tıpkı beş vakit namazı kıldırmak devlet başkanını müslümanların
meşrû lideri yapacak önemli bir sıfat olduğu gibi, Cuma namazını kıldırmak da
731] Tahânevî, İ’lâü’s-Sünen, 7/8
732] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-î Müslim, 12/486; Ebû Dâvud, Sünen, 1/159; İbn Hibban, Sahib-u İbn Hibban, I.
Baskı, 1971, Medine, Mektebetu’s-s Selefîyye neşri, 3/447; Humeydi, Müsnedu’l-Humeydi, 1/217
- 273 -
devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir vazifedir. Ama
bu vazîfeyi devlet başkanı yapmadığında beş vakit namazın farziyyeti ortadan
kalkmadığı gibi Cuma namazının
farziyyeti de ortadan kalkmaz. Çünkü bir
vazîfe, o vazifeyi yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkmaz. Sadece
vazîfeyi yapmakla sorumlu olanların nâkısasını ortaya koyar.
Biz, bütün ulemânın izini takip ederek Allah’ın mutlak olarak
farz kıldığı
bir ibâdetin hiç bir kimsenin görüşünden veya herhangi bir topluluğun
davranışından dolayı terk edilemeyeceği
noktasında herhangi bir tereddüt
taşımıyoruz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki bütün namazları kıldırmak devlet
başkanının bir vazifesi hem de imâmetinin meşrûluğunun sebeplerinden biridir.
Fakat devlet başkanının bu namazları
kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması,
bu namazların farziyyetinin ve meşrûluğunun bir sebebi değildir. Bu, bütün
mezhep imamlarına göre hatta Hanefî ulemâsına göre de böyledir.
Yukarıda
naklettiğimiz Hanefî imamlarının görüşleri bunun isbâtıdır. Şayet Hanefî
mezhebine göre devlet başkanı bu namazın
meşrûiyyetinin bir sebebi ve “olmazsa
olmaz”ı sayılmış olsaydı,
bu âlimler “Dâru’l-Harb” olsun “Dâru’l-İslâm” olsun
her halükarda Cuma namazının kılınacağı fikrini savunarak “kâfirlerin
istîlâ
ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma
namazı geçerli değildir” diyenlerin câhilliği ortaya çıkmıştır733 derler miydi?!
Gayr-i İslâmî bir yönetimi protesto etmek ya da halkın dikkatini belli bir
noktaya çekebilmek için siyâsî tavırla Cuma namazını terk etmek gibi bir
yaklaşım, hiçbir ibâdet için hiçbir âlimin öngörmediği her yönüyle yanlış
bir değerlendirmedir. İslâm dininde herhangi bir ibâdeti meşrû kılmak ya
da Allah tarafından meşrû kılınan herhangi bir ibâdeti iptal etmek sadece
Allah’ın tekelindedir. Peygamber dahi olsa hiçbir kimsenin, bu noktada tercih
hakkı yoktur. Her ne kadar Allah, Peygamberini dinde “helâl ve haram” kılma
yetkisiyle donatıp onu ümmetin şârî’i kabul etmiş olsa bile bu, onun Allah’ın
emir ve nehiylerine aykırı olmaksızın hüküm koyabileceği anlamındadır.
Değilse Peygamber’in hiçbir şekilde Allah’ın irâdesine aykırı hareket etmesi,
yani Allah’ın emrettiği bir şeyi iptal, haram kıldığı bir şeyi de helâl kılması söz
konusu olamaz. Zira Peygamber’in (s.a.s.) yetki ve nüfuz alanı Allah’ın rızâsıyla
sınırlıdır.
Müctehid bile olsa, hiçbir kimsenin, şâri’nin açıkça beyan etmediği bir
şeyi illet sayıp onun meşrû kıldığı herhangi bir ameli ictihadı sâyesinde iptal
etme yetkisi yoktur. Müctehidlerin yetkileri naslara işlerlik kazandırmaktan
733] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr Ale’d-Dürri’l-Muhtâr Şerhu Tenvîr ‘il-Ebsâr, 2/l
- 274 -
ibarettir. Onlar ictihadları ile herhangi bir nassın hükmünü iptal edemeyecekleri
gibi, nas vârid olan yerde ictihad dahi yapamazlar. Nitekim
“Mevrid-i
nasta ictihada mesağ yoktur” Nas mevcut olan yerde ictihada müsaade yoktur734
kaidesi bütün ulemânın ittifafakla kabul ettiği küllî bir kaidedir. O halde
Allah ve Rasûlü’nün sarih ve muhkem naslarla farz kıldığı Cuma namazı gibi
bir ibâdeti aynı derecede sarih ve muhkem bir delil olmadan
iptal etmek veya
siyâsî tavır yaftasıyla insanlara onu terkettirmek nasıl câiz olabilir? Hedefi ve
gayesi ne olursa olsun bu, Allah ve Rasûlüne apaçık muhâlefet etmektir. Bu ise
sapıklıktan
başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususa işaret ederek
şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman
etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine
göre seçme hakkı yoktur. Kim
Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”735
Hükümlerin
illetlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kesin olarak ancak
Allah ve Rasûlü bilir. Bizim akıl ve re’yimizle naslar ve şer’î hükümler hakkında
vereceğimiz hükümler, ancak zandan ibaret kalır. Zan ise, haktan bir şey ifade
etmez.736
O halde elinde kesin bir delili bulunmadığı halde bir müslümanı nasıl olur
da Kur’an’ın “zikir” tâbir ettiği bir ibâdetten bahisle “bana göre bu, siyâsî
bir ibâdettir” diyebilir ve insanları siyâsî tavırla Cuma namazını terketmeye
çağırabilir? Müslüman
her türlü hareket fıkhını Kur’an ve sünnetten almak
zorundadır.
Kur’an ve sünnette ise, şu veya bu ibâdetin bu arada da Cuma
namazının siyâsî tavırla îfâ edilip aynı şekilde siyâsî tavırla terk edilebileceğine
dair sarih veya dolaylı olarak herhangi bir ifade mevcut değildir. Kezâ bugüne
kadar “Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu ve siyâsî tavırla terk
edilebileceğini” söyleyen hiçbir müctehide, hiçbir âlime rastlanmamıştır.
Bu konuda en katı kurallar getiren Hanefîler bile Cuma namazının
siyâsî bir ibâdet olduğunu dolayısıyla da gayr-i İslâmî otoriteler altında
kılınamayacağını söylememişlerdir. Aksine onlar kâfirler tarafından istilâ
edilen beldelerde dahi kayıtsız
şartsız Cuma kılınacağını ifade etmişlerdir.
Hicret yolculuğu esnâsında başını getirene yüz devenin vaadedildiği ve
Allah’ın himâyesi dışında henüz hayatından bile
emin olmadığı bir ortamda
Ranuna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları mahallesinde Rasûlullah (s.a.s.) Cuma
namazı kıldırmıştır. O esnâda ortada hangi İslâm devletinin ve otoritesinin
varlığından
söz edilebilir? Kezâ hicretten önce henüz bir dâru’l-harp olan
734] Mecelle, Md. No 14; Ali Ahmed en-Nedvî, el-Kavaidü’1-Fıkhiyye, s. 148
735] 33/Ahzâb, 36
736] 10/Yûnus, 36
- 275 -
Medine’de Müslümanlar Rasûlullah (s.a.s.)’in emir ve müsaadeleriyle
Cuma
namazı kılıyordu. Hiçbir kimse Medine’de o dönemde İslâmî bir otoriteden,
hatta ıstılahî mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira
hicretten önce Medine’de
dinî-siyasî anlamda kimsenin liderliği söz konusu
değildi. Akabe bey’atından sonra nakib/temsilci seçilen insanların liderliği
tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir liderlikti.
Bu sebeple o
gün Medine’de bir değil, birden fazla lider bulunuyor ve her biri sadece kendi
kabilelerinin temsilcisi sayılıyordu.
Mus’ab b. Umeyr ise, onların lideri değil,
sadece namazlarda imam olan ve Kur’an öğreten bir muallim konumundaydı.
Sonra Medinedeki bu insanlar dinî-siyasî mânâda bir cemaat
oldukları için
kılmış olsalardı Mekkede Rasûlullah (s.a.s.)’in kılması daha evlâ olurdu. Zira
Cemaatin asıl lideri kendisiydi.
Hâlbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma
imkânı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat
oldukları
için değil, ortamları müsait olduğu içindir. Şayet iddia edildiği gibi,
gayr-i İslâmî sistemlerin otoritesi altında Cuma kılmak o sistemleri meşrû hale
getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût’u velî edinmek anlamına
gelseydi, Rasûlullah (s.a.s.)’in İslâm devletinin kurulduğu güne kadar Cuma
kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi. Şayet Rasûlullah bu ictihadında
hata etmiş olsaydı, Allah Teâlâ’nın Rasûlünü uyarması, onun da müslümanları
bundan vazgeçirmesi icap ederdi. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.
O halde yeryüzünün her tarafında kâfirlerin hâkim olduğu bir ortamda
Allah’ın Rasûlü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma
namazını terkederek tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor?
Eğer düzene tavır konulacaksa, bunun yolu Allah’ın farz kıldığı bir ibâdeti
terketmek değil, en mühim kamuoyu oluşturma vâsıtası
olan bu ibâdeti
lâyık-ı veçhiyle (hangi mekânda daha uygunsa orada) yerine getirerek
müslümanları bilinçlendirmek ve bu yüzden gayr-i İslâmî güçlerden
gelebilecek
tehlikelere karşı da göğüs germektir. İslâm’ın farz kıldığı bir
ibâdeti terketmek, diğer bir ifadeyle İslâm’ın kesesinden fedâkarlık yapmak
tavır değil, tâviz vermektir. Bütün bunlar bir yana
İslâm’da “siyâsî tavırla
herhangi bir namazı terketmek” diye bir ibâdet şekli yoktur.
Hepsinden önemlisi -keskin sirke küpüne zarar misali- bu tür hareketler
başkalarından daha ziyade müslümanları rahatsız etmekte ve geniş halk
kitlelerinin kendilerini dışlamalarından başka bir sonuç vermemektedir.
Nitekim bunların bu tavrı, başkalarından önce müslümanların büyük bir
kesimin tepkisini toplamış ve hemen hemen büyük bir çoğunluk tarafından
dışlanmış durumdadır. Daha önce bu anlayışta olan nice Müslüman, bu konuda
hataya düştüklerini de kabul etmektedir.
- 276 -
Netice itibarıyla hiç bir ibâdet, bu arada da Cuma namazı ister siyâsî tavırla
isterse başka bir maksatla terkedilemez. Dinde siyâsî tavırla ibâdetlerin
terkedilmesi diye bir ibâdet mevcut değildir.
Bu kapının aralanması dinin
bütün emirlerinin iptaline sebep olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir.
Bu düşünceyi destekler mâhiyette ne bir âyet, ne bir hadis, ne bir sahâbi
sözü, ne bir icmâ, ne de bir kıyas bulmak mümkündür.737
737] Hanefi fakihlerinin dâru’l-harpte, istilâ edilen ülkede, İslâm devlet başkanı yokken Cuma kılmaları gerektiği
hakkında, geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl
Yayınları, s. 350-364..
5. BÖLÜM
ŞİRK VE KÜFÜRDEN UZAKLAŞMA
- 278 -
27. HUTBE
Şİ RKI NE KADAR TANIYORUZ?
Âyet :
قُلْ انَِّمَٓا انََا۬ بَشَرٌ مِثْلكُُمْ يُوحٰٓى الَِيَّ انََّمَٓا الِهُٰكُمْ الِهٌٰ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لقَِٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ
عَمَلاً صَالِحاً وَلَ ا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَداً
“De ki: ‘Ben, yalnızca sizin gibi bir insanım. Şu var ki bana, ilâhınızın, sadece
bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin
ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.”738
اِنَّ اللّٰهَ لَ ا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْماً
عَظ۪يماً
“Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan
başkasını dilediğine bağışlar.”739
أْمُرُٓونّ۪ٓي اَعْبُدُ اَيُّهَا الْجَاهِلُونَ � قُلْ اَفَغَيْرَ اللّٰهِ تَ
وَلقََدْ اوُ۫حِيَ الِيَْكَ وَالِىَ الذَّ۪ينَ مِنْ قبَْلكَِۚ لئَنِْ اشَْرَكتَْ ليََحْبَطنََّ عَمَلكَُ وَلتَكَوُننََّ مِنَ الخَْاسِر۪ينَ
بَلِ اللّٰهَ فَاعْبُدْ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ
“De ki: Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi
emrediyorsunuz? Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki
peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin
şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a
kulluk et ve şükredenlerden ol.”740
Lügat olarak şirk: Ortaklık, ortak koşmak demektir; mülk ve saltanatta ortaklık
anlamına gelir. Istılahta şirk; Allah’a zâtında, sıfatlarında veya fiillerinde ortak ve
denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak,
herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadîm,
bâkî gibi sıfatlarına başka varlıkların da sahip olabileceğine inanmak şirktir.
Kısacası, Allah’ın ilâhlık vasıflarından herhangi birini Allah’tan başkasına vermek
şirktir. Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir.
738] 18/Kehf, 110
739] 4/Nisâ, 48
740] 39/Zümer, 64, 65, 66
- 279 -
Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul olması için ihlâs
yani, yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de
şöyle buyuruyor: “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine
ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.”741
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Allah, şirk inancı ile âhirete
gelenleri asla affetmeyecektir. “Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette
bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.”742
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin
adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibârettir. Bütün
Peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı
Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak
durulması konusudur. Şirk sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri
peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların
sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha
inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar
ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en
büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeük ve
Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu,
cömert insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman
geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Araplar bunlardan başka; güneşe, aya,
bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, Melekleri
Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve meleklere tapıyorlardı. Aslında insanların
Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsinin hevâsını ilâh
edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler
arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı
yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini veya başka bir
şahsı tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar
kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu
kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde
Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı
görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her
şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece
tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı
741] 18/Kehf, 110
742] 4/Nisâ, 48
- 280 -
Allah’a isyana sevk ederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için
değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’an’da “Şirk” kelimesi ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk kelimesi geçmese
bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle mücâdeleyi
konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, müşrikleri, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan,
insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve neces, yani pislik (pis değil;
pislik) olarak nitelendirir.743 Kur’an’da şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir
kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la
eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıyla göstermektir. Kur’an bize
Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh olmadığını
kesin ifadelerle bildirmiştir. Allah’tan başkasının ilâh kabul edilmesi, bir şahıs
veya nesnenin Allah’ın Kur’anda bildirilen bazı özelliklerine sahip olduğu
varsayımıyla olur. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan
başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la
birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh
kabul etmektir, yani şirktir.
Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri
hususunda uyarır:
“De ki: Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?
Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de
vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa
gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve
şükredenlerden ol.”744
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: Kesin delilinizi getirin, İşte benim
ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları. Hayır, onların çoğu gerçeği
bilmez de yüz çevirirler.”745
“O, ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na şirk/ortak koşmanızdan mâsumum,
berîyim’ de.”746
Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile,
onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan,
bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde Karun’lar, yani zengin elit tabaka ve
bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın
hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
743] 9/Tevbe, 28
744] 39/Zümer, 64, 65, 66
745] 21/Enbiyâ, 24
746] 6/En’âm, 19
- 281 -
Kur ’ân -ı Kerim ’de Şirkin Tan ımlar ı
Kur’ân-ı Kerim’e göre şirk büyük günahtır,747 büyük bir zulümdür,748 aynı
zamanda büyük cehâlettir.749 O yüzden şirk, ilme ve akla dayanmaz; şirk zanna
göre harekettir.750 Apaçık sapıklık751 ve büyük bir alçaklıktır.752 Şirk âhiret
inancıyla bağdaşmadığından dünya hayatına düşkünlüktür.753 Şirk, Kur’an’da
halkı, sağlam temellerden uzak tutma olarak da tanımlanır.754 Takvâ gibi gerçek
ve güzel korkulardan uzak olduğu için müşrik, kendi içini kemiren ve onurunu
tümüyle yok eden çirkin korkulara mahkûm olur. Şirk, kalplerin korku ile
doldurulması demektir.755 Müşrikler, Tevhid inancında olanlara karşı düşmanlık
yaparlar.756 Bütün bu sebeplerden dolayı şirk insanı ebedî cehennemlik yapar.
Cennetin kapıları onlara kesin olarak kapanır.757
Şirkin Sebepleri
Kur’ân-ı Kerim, şirkin çirkinlik ve zararlarını anlatıp insanları ondan
sakındırırken, şirkin kaynağını, sebeplerini de açıklar. Bu sebepleri şöyle
özetleyebiliriz:
1-) İnsanların tevhidden sapıp, şirke düşmelerinin asıl sebebi; insanın
nefsinin arzularına tapması, hevâsını ilâh edinmesi ve diğer insanlara karşı
üstünlük sağlayıp onları kendisine kul etmek istemesidir.758
Bağy; hakka saldırı, payına râzı olmayıp başkalarının payına saldırma,
haksızlık etme, hased, birbirini çekememezlik mânâlarına gelir. İnsanları
bağy etmeye iten, hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeleri, nefislerine
tapınmalarıdır.759 Şirk, nefsinin hevâsını ilâh edinenlerin, insanları kendilerine
kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi
hevâlarını/arzularını ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri
ve başkalarının haklarını gasp üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar,
ortaya attıkları sahte ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine (kendi
747] 4/Nisâ, 48
748] 31/Lokman, 13
749] 21/Enbiyâ, 24
750] 6/En’âm, 116
751] 29/Ankebût, 5; 4/Nisâ, 116
752] 7/A’râf, 152
753] 2/Bakara, 96
754] 29/Ankebût, 41
755] 3/Âl-i İmran, 151
756] 5/Mâide, 82
757] 5/Mâide, 72
758] Bak. 79/Nâziât, 24; 43/Zuhruf, 51; 3/Âl-i İmran, 10
759] 25/Furkan, 43; 28/Kasas, 50
- 282 -
çıkarlarına) taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği
düzenin adıdır.
2-) Atalarına ait özelliklerle gururlanmak ve halkı atalarının bâtıl inancına
sevketmek.760
3-) Diğer varlıkları Allah ve Rasûlünden çok sevmek.761
Şirkin Çeşitleri
1- Şirk-i İstiklâl: Allah ile birlikte başka bir ilâh tanımak yahut tamamen
ayrı olmak üzere bir veya birden fazla ma’bûdun varlığına inanmaktır. Eski
Türklerdeki yer ve gök tanrısı inancı veya mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı
inançları gibi.
2- Şirk-i Teb’îz: Allah’ın bir olduğunu kabul etmekle beraber, birden
fazla tanrının toplanmasından meydana gelmiş bir Allah kabul etmektir.
Hristıyanların teslis, yani Allah’ın baba-oğul-rûhul kudüs toplamı olarak bir
olduğu inancı gibi.
3- Şirk-i Takrîb: Kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir olduğuna
inanmakla beraber, ona yaklaştıracağı inancı ile insanların kendi yaptıkları
put, heykel ve benzeri şeylere tapmasıdır. Peygamberimiz zamanında yaşayan
câhiliyye Arapları putlara, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları iddiası ile
tapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim onların şöyle dediklerini anlatır: “Allah’ı bırakıp
da kendilerine birtakım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a
daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.”762
4- Şirk-i Taklîd: İnsanların husûsî olarak beğenip seçtikleri için değil de,
atalarından geldiği için kabul ettikleri şirktir. Genellikle insanların çoğu dinini
seçerek değil, içinde bulunduğu toplumda o din bulunduğu için bir dine sahip
olur. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtilir: “Atalarımızı bir din üzerinde
bulduk. Biz de onların izlerine uyan kimseleriz.”763
5- Şirk-i Esbâb: Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve
müsaadesiyle değil de, kendi kendine oluştuğuna ve işlediğine inanmak.
Kâinattaki her şeyi yaratan ve eşyanın husûsîyetlerini tayin ve takdir eden
Allah’tır. Kâinatta her şeyin özellikleri vardır. Su yüz derecede kaynar, ateş
yakıcıdır gibi. Eşyaya bu özellikleri Allah vermiştir. Allah’ı hiç tanımayarak her
760] 2/Bakara, 170; 43/Zuhruf, 23, 24
761] 9/Tevbe, 24; Yine bak. 2/Bakara, 165, 96
762] 39/Zümer, 3
763] 43/Zuhruf, 23
- 283 -
şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir. Allah her şeye bir sebep göstermiştir.
Her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey olmadığına inanmakla
beraber, sebepleri Allah’ın yarattığına inanmak şirk değildir. Şirk olan, her şeyi
yalnız tabiata ve zâhiri sebeplere vermektir.
Bu tasnifin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılır.
Gizli Şirk
Şirk, gizli ve açık olmak üzere de ikiye ayrılır. Açık şirk: Allah’ın zâtında,
sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat
gizli şirk öyle değildir. Gizli şirk; Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa
tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin
farkına varmak zordur. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen
bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.s.) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında
gelir. Meselâ bir insan Allah’a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi,
onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna
gizli şirk denir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır.
Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve
servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır.
Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı
şirke götürebilir.
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”764 Allah Rasûlü (s.a.s.)
bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.”
‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet
günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine
riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir
karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”765
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız.
Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi:
“Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde
böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir
şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden
mağfiret dileriz’ deyin”766 buyurdu.
764] 12/Yûsuf, 106
765] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
766] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr
Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm
- 284 -
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Yâ Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok
insanı saptırdı.”767 Âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve
neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir.
Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri
daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde, küçük olsun, büyük olsun şirkin
her türlüsünden arınan müttakî kullardan bahsedilmektedir. Allah’ın birliğine
iman eden, Allah’a şirk koşanlara düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz
ederek Allah’a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız
O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun
eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı
zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünde O’na ait olan kimseler
kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm
âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.”768
“De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, O’ndan başka bir rab mi arayayım?”769
Allah’a kulluğun gereği, itikadı ve imanı sağlamlaştırmaktır. Kimin
itikadında/inancında hafif de olsa sapma olur ve imanı bozulursa, onun
ibâdetleri ve amelleri Allah katında kabul olmaz. İtikadı düzgün, imanı sahih
ve sağlam insanın ise, az ibâdeti (meselâ farzlarla yetinmesi) bile Allah katında
çok ibâdet yerine geçer. Düşüncelerimiz, okuduklarımız, yaşadıklarımız ve
eylemlerimizin amacı itikadımızı sağlamlaştırmak olmalı, duâlarımızda da
Allah’tan bunu istemeliyiz.
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve
düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla
şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle
İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak
ölmektir.
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ
imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve
isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit
olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman
oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin
(Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde,
II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
767] 14/İbrâhim, 35-36
768] 6/En’âm, 163-164
769] 6/En’âm, 164
- 285 -
de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik
imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil;
tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle
uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü
bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı
ıslah zannediyor.
- 286 -
28. HUTBE
İTTIBÂ ŞIRKI
Âyet :
اِتَّخَذُٓوا احَْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ وَمَٓا امُِرُٓوا الَِّ ا لِيَعْبُدُٓوا الِهٰاً
وَاحِداًۚ لَٓ ا اِلٰهَ اِلَّ ا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve
Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka
bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları
şeylerden yücedir.”770
اِتَّبِعُوا مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَ ا تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۜ قَل۪يلاً مَا تَذَكَّرُونَ
“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek
onlara uymayın.”771
أذَْنْ بهِِ اللهُّٰۜ وَلوَْلَ ا كلَمَِةُ الفَْصْلِ لقَُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَانَِّ � امَْ لهَُمْ شُرَكؤُٰٓ۬ا شَرَعُوا لهَُمْ مِنَ الدّ۪ينِ مَا لمَْ يَ
الظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları
mı vardır?”772
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”773
“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer
onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.”774
Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları
rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı
helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy:
“Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” 775
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür:
İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde
770] 9/Tevbe, 31
771] 7/A’râf, 3
772] 42/Şûrâ, 21
773] 42/Şûrâ, 10
774] 6/En’âm, 121
775] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
- 287 -
bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile
yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek
adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin
üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki
insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin
yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah
kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden
dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen
olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına
bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm
topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın
elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna
gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden
çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi
korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip
insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir
uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah
edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla
devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”776 Çözüm, câhiliyye düzenini
devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in
yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî
çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya
benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik
ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’an en fazla önem
verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan
âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu
kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye
tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya
dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka
söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın
hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir.
“Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda
iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” 777
776] 26/Şuarâ, 227
777] 4/Nisâ, 136
- 288 -
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler
inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler
de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması,
hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler,
İman edin!”778 diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap
olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı,
yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli,
başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük
hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır
ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere.
İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih
yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.779
“Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere
müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”780 Bunun
için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah’a kulluk
edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı.
Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle,
onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...”
diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi
kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa
o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat
arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli
sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı.
İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı,
Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar,
zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve
haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri
gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı:
İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine
uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve
ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen
hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar,
778] 4/Nisâ, 136
779] Bkz. 33/Ahzâb, 44
780] 39/Zümer, 17-18
- 289 -
kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar,
tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay
kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya
bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara
bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları,
onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre,
gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması
yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa
iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden
çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite,
hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah’a aittir.
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur.
Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!”781
“...Hüküm sadece Allah’a aittir.”782; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir?
Hiç düşünmüyor musunuz?”783
“Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı?
O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz
(imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” 784
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar
üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti
kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına
gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine
sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar,
bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha
çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar.
Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar
ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim
de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü
ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk
çıkaracağından korkuyorum.” 785
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş,
onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine
781] 7/A’râf, 54
782] 12/Yûsuf, 40
783] 16/Nahl, 17
784] 35/Fâtır, 3
785] 40/Mü’min, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54
- 290 -
karışmayacak “el-emîn” Muhammed’den (s.a.s.) şikâyetçi değillerdi. Onun için,
dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve
takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi
arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk
de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdi, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu
tapınılan bir rabdi. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran
ve dilediğini haram yapan rablerdi.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah
nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple
tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri
(her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok
büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından,
bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının
tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın
öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın
ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna
inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah’a
iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah’a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud,
tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl
olur?!
İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda
Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına
girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve
râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar,
tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan
başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”786 Adiy: “Ya
Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh
edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı
da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi.
Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” 787
“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek
onlara uymayın.”788; “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara
meşrû kılacak ortakları mı vardır?”789; “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde
786] 9/Tevbe, 31
787] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
788] 7/A’râf, 3
789] 42/Şûrâ, 21
- 291 -
hüküm vermek, Allah’a aittir.”790; “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları
için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik
olursunuz.”791; “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli
işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir
burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”792;
“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra
onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar,
aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen
onlardan bir grup yüz çevirir.”793; “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte
onlar kâfirlerin ta kendileridir.”794; “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar?
İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan)
kim olabilir?”795; “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?”796; “Ey iman
edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre.
Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman
ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin);
bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”797; “Allah ve Rasûlü,
bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”798; “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/
hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”799; “İman
edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven
onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”800; “...Hüküm sadece Allah’a aittir.
O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din
budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 801
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve
Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar
Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse
Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı
kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan
eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve
790] 42/Şûrâ, 10
791] 6/En’âm, 121
792] 4/Nisâ, 65
793] 24/Nûr, 47-48
794] 5/Mâide, 44
795] 5/Mâide, 50
796] 95/Tîn, 8
797] 4/Nisâ, 59
798] 33/Ahzâb, 36
799] 7/A’râf, 54
800] 6/En’âm, 82
801] 12/Yûsuf, 40
- 292 -
onun için alçaltıcı bir azap vardır.”802; “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki:
‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz
Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”803; “Tâğuta
kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!)
Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola
ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”804; “(Rasûlüm!) De
ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve
Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 805
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu
Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve
puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde,
zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine
ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 806
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde
irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmeyenler kâfirlerdir.”807 âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl
saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük
günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede
Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir
edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki
konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri
ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır.
Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili
değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında
belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm
vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir.
Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki
farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın
dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle:
802] 4/Nisâ, 13-14
803] 8/Enfâl, 1
804] 39/Zümer, 17-18
805] 3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr,
50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115
806] İbn Mâce, hadis no: 4205
807] 5/Mâide, 44
- 293 -
“Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona
denktir veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm
tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda
ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden
şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve
kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak.
İkrâh bunun dışındadır;808 çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle
insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da
söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini
kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın
hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat
etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu
iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması
uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince
müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla
söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu
kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.809
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri
vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’lmünker)
yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme),
siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde
ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme
anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
İlâh Nedir ?
Şirki ve tevhidi tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken kavramlardan
biri de “ilâh” kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden şirk de yeterince
anlaşılmaz. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak
koşma) arasındaki farkı ortaya koyar. Sözlük anlamı; ısınmak, alışmak, birisine
aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk edilen, mâbud haline getirilen, alışılan, düşkün
olunan demektir. Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak,
kulluk yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.
808] 16/Nahl, 106
809] Geniş bilgi için bak. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.
- 294 -
Kavram olarak; “kendisine ibâdet edilen, mâbud sayılan her şey, her şeyden
çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık” anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan,
kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün mâbudların ortak adı “ilâh”tır.
Türkçede bunu “tanrı” kelimesi ile karşılarız. İslâmî istılahta ilâh; tapınılan,
kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye lâyık, yani kudret
ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğip ibâdet ve itaat etme gereği duyulan,
herşeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi, gizlilik ve
esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh, görülmez ve ulaşılmaz bir
varlıktır. İlâh, İslâmî ıstılahta şu anlamlara gelir: “Otorite sahibi, kanun koyan,
ibâdet edilen, rızık veren, hesaba çeken, kendisine ihtiyaç duyulan.” İlâhlık ve
otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun
koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah
(c.c.) gelmelidir.
İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem’den belirli bir zaman sonra insanlar, Tevhid
inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz. Nûh’tan sonra da
yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara tapındılar. Daha sonradan gelen
birçok kavmin arasında ve günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl
inanış devam etmektedir. Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan,
duâlarına karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan
üstün (müteâl) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği taşır.
Ülûhiyet (ilâhlık), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir makamdır. Kimileri
bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir. Birçoğu da
insana ait birtakım özellikleri onlara vermişlerdir.
Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin hanımlarına
göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki tanrısı vardı ve sürekli kavga
ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski
Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı. Kimileri birtakım hayvanları, kimileri
zamanı, kimileri ruhları, kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı
göstermişlerdir. Geçmişte bu tür acaip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm,
bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür bütün ilâh düşüncelerini kaldırmış ve
insanlar hakkında hakk olan Allah inancını getirmiştir. Çünkü bu inanç,
insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden değil; bizzat insanların
Rabbi Allah’tan gelmiştir. Böylece, Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’
konusundaki düşüncelerini ve inançlarını düzeltebilmişlerdir.
Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını kullanmayan,
Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış ilâh inancını sürdürmektedirler.
Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş
- 295 -
olur. Dinimizde bunun adı şirktir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme,
affetme, azab etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma
gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar ‘ilâh’ haline
getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişinin, bir kurumun veya bir
başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu kabul etmesi, “tıpkı tanrı gibi yaratıyor”
diye düşünmesi, onu ilâh saymasıdır.
Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür. Üzülerek
söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar hâlâ,
geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terk etmemişlerdir. Bugün
kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet yöneticilerini ve kahramanları,
kimileri devlet örgütlerini, kimileri uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi
görmektedirler. Bunların gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez
diye inanılmaktadır. Gazete sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müzik ilâhı’,
‘sanat ilâhı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana tapıyorum’, ‘ey sevgili sana
tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok çirkin görüntüleridir.
Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik ve film yıldızını kendisi için en
üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına sever, ondan başka
üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine,
yani şirke sürükler.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, partilerin, meclislerin
koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler, uygulamalar, ‘karşı gelinemez,
değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir’ düşüncesi, onları ilâh saymanın
çağdaş görüntüleridir. İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç
var sanmaktalar, dolaysıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler. Bazılarının,
‘birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür,
onların üzerinde güç ve otorite yoktur’ şeklindeki düşünce ve inançları,
onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın insanlar için indirdiği
hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine kişilerin ve
kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.
Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçüsü veya bir hükmü
var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasî bir otoritenin, devletin veya
başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan
Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır ve peşinden giderse; işte o
kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir.
Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram
sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki
sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, fâizsiz ekonomi olmaz diyor, ya da
- 296 -
birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları,
‘Allah’ın ölçülerinin geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama
yöneticilerin koyduğu hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz
onları tercih ederiz’ derlerse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline getirmedir.
Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye Allah’tan fazla saygı
gösterir, Allah’tan korkar gibi ondan korkarsa, kim Allah’ın dışında herhangi
bir şeye veya insana tapınırsa, kim Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının
ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor
demektir. Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya
koyuyorlar. ‘Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun, falan adamın
ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı değil onları ilâh tanıyor
demektir. İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe
illâllah, Muhammedun Rasûlullah” Yani, “Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz.
Muhammed Allah’ın rasûlü, elçisidir.” “Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip
tapınma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” 810
810] 28/Kasas, 88
- 297 -
29. HUTBE
GÜNCEL CÂHILÎ EĞITIMDE ŞIRK
Âyet :
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا اطََعْنَا اللهَّٰ وَاطََعْنَا الرَّسُولَ ا وَقَالُوا رَبَّنَٓا انِآَّ اطََعْنَا
سَادَتَنَا وَكُبَرَآءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا رَبَّنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً۟
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik,
Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve
büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz,
onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.”811
Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul
edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap
câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki
modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın
ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil
eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim
geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve
eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak
başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda
Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk
insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe
bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden
tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim
olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı
ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı
hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta
uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler
karşısında müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır
ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta, namazda doğal kabul
edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir
saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi
811] 33/Ahzâb, 66-68
- 298 -
bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye
toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan
müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna
katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta
okul açılış ve kapanışlarında, bayram kabul edilen zamanlar gibi özel günlerde
bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınma ve
âyindir.
İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En fazla önem verdiği husus, bireysel,
sosyal ve siyasal hayatta tüm çeşitleriyle şirkin izâlesi ve tevhidin ikamesidir.
İslâm, put amaçlı heykellere çok sert ve net tavır aldığı için müslümanlar 20.
y.y.’a kadar bu çeşit putlaştırmanın etkisinden uzak yaşadılar. Put heykelleri
ve putlaştırılma ihtimali olan resimleri büyük günah kabul ettiler. Yirminci
asırda, tâğutların ve onların kurduğu tâğutî yönetimlerin etkisi ve dayatmasıyla
her çeşit putlaştırma müslümanları kuşatmaya başladı.
Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen
tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak
düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman
çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka
bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul
ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli,
en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir
kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip
körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği
Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta.
Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev
yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır
insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir eğitimdir,
tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki Kitab’ı tırnak içinde
ve Kur’an anlamında ifade ediyorum. Yoksa, fırlatılınca ekonominin yerle bir
olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa adında kutsal bir kitabı vardır devletin.
Okullarda da bu kutsal Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde
farklı kitapların varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî
kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla
yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak
eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah’tır. O’nu temel almayan eğitim, eğitim
değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler
- 299 -
olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek
demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul
edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime,
laik eğitim de bilime Allah’ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir.
Hâlbuki Kur’an’a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah’a ve izin verdiklerine
aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O’nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale
ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı
düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın
oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun,
hiçbir konu Allah’a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir.
Bismillâh deyip besmele çekerek başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu
aleyküm’le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette.
Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği
tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur.
İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka
hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı
ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmadığından; yoktan var
edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara
inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur’an’ın ilkelerine
hiç yer vermeyen, O’nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan
anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz?
Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen
şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir
peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ
et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını,
karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî
inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve
hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır,
tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı; hak-bâtıl mücâdelesi
değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan.
Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır,
câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden
geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma,
Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir, şimdiki örneği de
Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika ve kokuşmuş Avrupa. Genel
Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir, dünya kendi kendine güneşten kopmuş,
kendi kendine içinde canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer
tüm derslerde de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.
- 300 -
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din,
sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre. Tevhidî Müslümanlar
olarak “keşke olmasa” dediğimiz Din Dersi, daha doğrusu “Din Kültürü ve
Ahlâk Bilgisi” dersi için durum, biraz farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı
gibi, din, bir kültür olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine
ders kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu ders
kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste Atatürkçülüğün şirki kabul
etmesidir. Yani diğer derslerde Atatürk’e eş ve benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç
kabul edilmez ve ona en küçük çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde
Atatürk’le beraber, Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, Atatürk’e
şirk koşulmasına müsaade edilir. Her ne kadar Atatürk’ün cümleleri, âyet ve
hadislerden daha fazla ise ve Atatürkçü bakışla konular ele alınsa da, yine de,
Atatürkçülüğe ters düşmeyen ve ona uygun yorumlanan başka bir dinle ilgili
bazı hususlar kültür olarak da verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna
göre çok önemlidir. Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa
çıksa ve bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları,
Kur’an’dan fazla Nutuk’tan alıntıları göstererek “bu din benim dinim değil; bu
kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!” deyip halk tabiriyle “din dersi”ne
girmek istemese -ki düzen sadece bu dersi isteğe bağlı kabul eder- başta babası
ve yakın çevresi tarafından nasıl dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın,
putperestlikle İslâm’ın sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış
doğrultusunda düzenin oltaya taktığı bir yemdir.
Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman yazarlar,
hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine benzediğinden oralarda
da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti bozan konular, tevhidi bozan konuların
önüne geçirilir hep. Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en
büyük mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık çağdaş
müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın
gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş
olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu
yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka
dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir.
Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun
ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine,
Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz
Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar
- 301 -
hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri
ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo
ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç
kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana”
der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz
zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek
zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın
olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net
şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı
tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin
gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz
dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Bugün
şikâyet ettiğimiz şey, uygulanan resmî dinin, başta eğitim olmak üzere, yargı,
ticaret, insanlar arası ilişki gibi hemen her alanda İslâm’a hak tanımaması
ve baskı altında tutup kendi bâtıl dinini zorla dayatmasıdır. Ayrıca, bütün
bunlar, kaypakça ve kalleşçe, yani bizim kavramlarımızla söylersek münâfıkça
tavır içinde uygulanmaktadır. Avrupa’da çocuğunu okutmak zorunda kalan
gurbetçi vatandaşlarımızın işi daha kolaydır. Onlar, okulların İslâm okulu
olmadığını, öğretmenlerin de Müslüman olmadıklarını biliyorlar, rahatlıkla
çocuklarına anlatabiliyorlar. Oradaki okullar ve öğretmenler de münâfıkça
davranıp “biz de sizin dininizdeniz” demedikleri için çocuklar da okullarda
öğrendiklerinin İslâm’a ters düşen çokça yönleri olduğunu rahatlıkla biliyor,
gerekli görüyorsa kendi dinini başka ortamlarda ve gerçekten Müslüman olan
kimselerden öğrenmeye çalışıyor. Buradaki eğitimin İslâm’la uyuşmadığı ve
farklı bir dinin çerçevesi içinde eğitim verildiği gerçeği ısrarla göz ardı ediliyor.
Açıkça, “biz Müslümanlığa düşmanız, irticadan kastımız İslâm’dır, İslâm’ın
kamusal alan dediğimiz toplum hayatında en küçük bir görüntüsüne bile
müsaade edemeyiz. Eğitim kurumlarımızda ve diğer tâğutî kurumlarımızda
İslâm’ın açığa çıkan hiçbir ibâdetine, hiçbir emrine izin veremeyiz, biz tüm
insanları devletin adı konulmamış dini olan Kemalizm kurallarına uymalarını
zorunlu görüyor, dayatıyor ve İslâm’ı düşman kabul ediyoruz” deseler, nifak
çizgisinden kurtulmuş, maske takmadan erkekçe mücadele etmiş olacaklar.
Böyle yapmış olsalar cahil ama kendisini Müslüman kabul eden halkın şiddetli
tepkisiyle karşılaşacaklarından korkuyorlar.
Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla nasıl olursa olsun
okutayım” demek, daha da kötü olabilir. Fazla ilim sahibi olmamak anlamında
kullanılan câhillik kötüdür, ama küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok
ehvendir. Halkın birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından,
- 302 -
çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim
diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.
Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip
yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince,
O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş,
bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören
kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut
hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist
bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da
ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği
tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan
hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir
Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene
uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla
elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul
dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap
verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk
ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce
bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir.
Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi
davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.
ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler,
“anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer
hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma
çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek,
ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları
gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı
olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların
evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri
gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı
için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya
da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul
putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü.
Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?
Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık
yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik
- 303 -
ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk
olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak
kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun
bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur,
daha nice şeyler yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu
bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir
daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk” mu demeliyiz? Yoksa daha
güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil
ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya
gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını
yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük
bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha
dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa,
bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu
ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen
olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor.
Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında
yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık
suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa
bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa
onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada, tartışmalı olan, yoruma
tâbi olan hususları kastetmiyoruz. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la
bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna
veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve
her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi
gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde.
ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı
memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı?
Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile
müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün
ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana
ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç
meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri
yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim
neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir,
olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.
- 304 -
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır.
Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak,
ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde
yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün,
‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey
Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da
onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları
büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.”812
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde
insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim
kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta
zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor.
İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla
cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı
değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le
karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın
zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.813
Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması,
hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip
uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına
hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına
hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü
merkep814 değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.815 O yüzden
takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan
uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek,
onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan
mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında
olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi
bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine
bir devşirme söz konusudur.
Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana
ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman
812] 33/Ahzâb, 66-68
813] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711
814] 62/Cum’a, 5
815] 35/Fâtır, 28
- 305 -
cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları
yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer
baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse,
evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri
olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar
oluşturacaktır.
Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine
hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki
kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi
üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah’ın
dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin
hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar
yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum
sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.
Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin
edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri
ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde
değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği
gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin
kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler
ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun
kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve
yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda
çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek
çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir
etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif
olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir.
Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar,
bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir.
Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir.
İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile;
diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi
toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu
tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler,
mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi
gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli
- 306 -
olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim
arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına
yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin,
ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih
edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman
için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır.
Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda
belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini
umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh
olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez.
Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir
Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için
ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl
taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların
övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere
katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler
çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır.
Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler
olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir
Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o
tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar
verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice
yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn,
yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri,
hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir.
Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin
edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir.
Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları
için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli
olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler
olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını
duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir.
Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak
devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak
beklenmemelidir.
- 307 -
30. HUTBE
TARIHTEN GÜNÜMÜZE PUT VE PUTLAŞTIRMA
Âyet :
قَدْ كَانَتْ لَكُمْ اسُْوَةٌ حَسَنَةٌ ف۪ٓي ابِْرٰه۪يمَ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُۚ اذِْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ انَِّا بُرَءٰٓؤُ۬ا مِنْكُمْ وَمِمَّا
تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللهِّٰۘ كَفَرْنَا بكُِمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَٓاءُ ابََداً حَتّٰى تُؤْمِنُوا باِللهِّٰ
وَحْدَهُٓ
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani
onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan
uzağız. Sizi inkâr ettik ve siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar bizimle sizin
aranızda ebedi düşmanlık ve kin belirmiştir.”816
اُفٍّ لَكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
“Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz
mısınız?” 817
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin
adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün
peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı
Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak
durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde
koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların
sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha
inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar
ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 360 tane put bulunuyordu. Bunların en
büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeûk ve
Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu,
cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve
zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka,
güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise,
melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı.
816] 60/Mümtehıne, 4
817] 21/Enbiyâ, 67
- 308 -
Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi
nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz
zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her
devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh
olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her
ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah
olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile
ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde
şirkin aldığı en net görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî mânevî her
şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece
tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı
Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için
değerli herhangi bir şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık
taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani
Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade,
zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu
kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk
yığınlarından meydana gelir
Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibadet
şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber,
genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden
yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara
sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen
veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.
Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında
tabiatüstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç
ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her
putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel
bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı
ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre putperestlik, İslâm’dan önce Arap
yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun bütün
çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci maddede belirtilen putperestlik
- 309 -
yaygındı. Kâbe’nin, putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından
saptırıldığını görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman
Kâbe’ye girmiş ve orada peygamberlerin resimlerinin bulunduğunu görünce,
bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti. Ayrıca Kâbe’de herbiri farklı
kabile ve şahıslara ait olan ve değişik şeyleri temsil eden 360 putu görünce,
onların da kırılmasını emretmişti.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en
beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının
sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık
olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız
(putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı
Allah’tır.” 818
Put, sadece Arapların cahiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde
şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi muhtelif cahiliyye
sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş,
hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit
puta tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz.
Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten
maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan
şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar
geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddîmanevî
her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak
olarak nitelendirilmiştir. İnsanları kendilerine faydası dokunmayan ağaç, taş,
maden vs. şeylere ibadete sevk eden sebepler nelerdir? İnsanlar niçin putlara
taparlar? Göz göre göre bu cansız şeylere neden tâzimde bulunulmuş ve
bulunula gelmektedir?
Putlara Tap ınman ın Sebepleri
Kur’an, putlara tapınma sebepleri konusunda şunları sayar:
1- Şefaat düşüncesi ve Allah’a bu aracılarla güya yakın olma arzusu:
Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli bir neden kabul
etmez ve insanları putperestliği bırakmaları için en keskin ve sert dili kullanır.819
2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme, onu yüceltme
ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol açacağı için yerilmiş ve şirk
818] 37/Sâffât, 95-96
819] Bkz. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86
- 310 -
olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler,
Allah katında makbul ve aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile
olabilirler. Kur’an, peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara
vb. varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir. 820
3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek, onun
arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah’a şirk koşmak olarak
değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi de,
onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan
başka eşler tutarlar. Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok
Allah’ı severler...”821 Allah’a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine
veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda
feda edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, Allah’ın
belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh
ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu
sevdiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah’a
denk tutmuş olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebî ve velîleri gibi değerli
kullarını severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir. Zira
Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki farkı bilip ona göre
davranmak gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz, O’na
ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı
putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı
olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.822 Fakat,
Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin
kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini
istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine ğmen, tevhid’in karşısında durarak
şirke sarılıyorlardı.
Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden
kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece
Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine
bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri,
bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı,
sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet
adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını,
820] Bkz. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nuh, 23
821] 2/Bakara, 165
822] Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
- 311 -
mülklerini, namuslarını, ahlaklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk
ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî,
şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa,
hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri,
kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını
harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri
kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?
Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç
ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak
putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi
putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar.
Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse
sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar,
kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize
çıkararak müslüman yapamaz!..
Putlar ı Kırmak
Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı
ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın
verdiği bir vesveseden ibarettir.823 Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi
bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişinin her şeye, herkese
ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah
gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına
gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük
gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak
hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay,
hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman
ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne
durumda olursa olsun Allah’a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak
uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde
Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak
göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu,
dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah’a
823] 14/İbrâhim, 22
- 312 -
yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan
Allah’a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim
Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve
onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O,
ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” 824
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır.
Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin
edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar,
sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen
şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle
şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer
putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak
için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim,
öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski
yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına
ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine,
kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını,
şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece
binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı
bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek
Allah mı?”825 diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur.
“İbrâhim / İçimdeki putları devir / Elindeki baltayla / Kırılan putların yerine
/ Yenilerini koyan kim?
Ve Rasûlullah
Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir peygamber babanın, put
kıran bir peygamber oğludur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put
kıran bir peygamber idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah
da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki
putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik
putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan
put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri
ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.
824] 65/Talak, 2-3
825] 12/Yûsuf, 39
- 313 -
Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ
yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur.
Bunlar, sembolleştirilen şirk unsurlarına karşı vurulan darbelerdir. Bugün de
sembolleştirilen şirk unsurlarına, putlara karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir;
ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmak, putperestliğin gönüldeki
ve zihindeki dayanaklarını öncelikle yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar
yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve
kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi ve Allah’ın razı
olacağı o bakış tarzıyla putlara tavır alınması gerekmektedir.
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani
onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan
uzağız. Sizi inkâr ettik ve siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar bizimle sizin
aranızda ebedi düşmanlık ve kin belirmiştir.”826 Muhammed aleyhisselâm gibi
ve aynı ifadelerle bize örnek gösterilen ikinci peygamber olan Hz. İbrâhim’in
putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi Enbiyâ sûresinin 51-71. âyetlerinde
ve Sâffât sûresi 83-98. âyetlerde diğer mü’minleri özendirecek şekilde ve
ayrıntılı olarak destansı bir şekilde anlatılır. Bu hususlar genellikle bilinir.
Ama Muhammed aleyhisselâm’ın Mekke döneminde illegal bir şekilde putları
kırdığı pek bilinmez. Şimdi, bu olayı anlatmaya çalışalım:
Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın,
müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk haline getirdikleri tevhidin
merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret
edeceği sırada gündeme gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib
(r.a.) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık.
Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omuzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim.
Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma çık!” dedi.
Omuzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar
yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından
yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden
ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana,
şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam
bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi
görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.”827
826] 60/Mümtehıne, 4
827] Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398;
İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149
- 314 -
Olayı anlatan Hz. Ali (r.a.)’nin ifadelerine dikkat edilecek olursa, bu put kırma
hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp en müsait zaman seçilmiş,
olay gerçekleştikten hemen sonra koşarak evlerin arasında kaybolup olay
yerinden uzaklaşılmıştır. Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “İnsanlardan birinin
bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.”
Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa korkunun
adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa, tüm ihtimaller düşünülerek
ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir. Müşrik tâğutların egemenliğindeki
Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah,
birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse
Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’nin fethi
günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında ibâdet için dikilmiş üç yüz
altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla
dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi, bâtıl
yok oldu.”828; “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.”829
Ebû’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah’ın (s.a.s.) beni
göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın
kendisine: “Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!”
buyurduğunu söyledi.”830
Rasûlullah’ın bu mücadelesini bile bilmeyen, bu da yetmiyor gibi; putlarla ve
putçularla uzlaşan insanımız, putlara put diyemeyecek kadar, putları savunacak
şekilde zillete batarak nasıl “tapmıyorum sizin taptıklarınıza!” diyen Rasûlün
izinden gitmiş ve onun ümmeti olmayı hak kazanmış olacak?
Ayrıca, şimdi putlar ve putlaştırılanlar; sadece heykellerden ibaret de değil.
Kemalizm bir put olduğu gibi, laiklik de demokrasi de put olmuş. Devleti ve
yöneticileri de putlaştırabiliyor insanlar ve devletin kutsal saydığı simgeleri…
Para bir put görevi yapıyor nice insana yönelik. Topçular, popçular, sanatçı
denilen kimseler, artistler, şarkıcılar, makam mevkiler, daha neler neler…
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz
de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı
kullanmaz mısınız?”831
828] 17/İsrâ, 81
829] 34/Sebe’, 49; Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer, B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-
Kur’an, B. 18, hadis no: 3345; Kul Sadi Yüksel, Selefin İzinde, s. 215-219
830] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
831] 21/Enbiyâ, 67
- 315 -
31. HUTBE
ELFÂZ-I KÜFÜR
Âyet :
مَنْ كَفَرَ بِاللهِّٰ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ الَِّ ا مَنْ اكُْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْ ا۪يمَانِ وَلكِٰنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ
صَدْراً فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
“Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim
iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah’tan onlara bir azap vardır.”832
وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ انَِّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُۜ قُلْ اَبِاللّٰهِ وَايَٰاتِه۪ وَرَسُولِه۪ كُنْتُمْ تَسْتَهْزِؤُ۫نَ لَ ا
تَعْتَذِرُوا قَدْ كَفَرْتُمْ بَعْدَ ا۪يمَانِكُمْۜ
“Allah ile, O’nun ayetleriyle, O’nun Rasulü ile alay mı ediyorsunuz? Boş
yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.”833
Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise “kefera”
fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki
imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim
olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı
küfür” adı verilir.
Bir mü’mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf,
istihkar ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf,
inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife
almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına
hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü
açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.
Allah’ın zatı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka
yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah’a çirkin sözler
söylemek kişiyi dinden çıkarır. “Allah ile, O’nun ayetleriyle, O’nun Rasulü ile
alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra
küfre düştünüz.”834
832] 16/Nahl, 106
833] 9/Tevbe, 65
834] 9/Tevbe, 65
- 316 -
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek,
onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme)
sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O’na
ezâ veren dinden çıkar. “Şüphe yok ki, Allah’a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere
Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap
hazırlamıştır.” 835; “Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar
ve ‘O her söyleneni dinleyen bir kulaktır’ diyorlar. De ki, ‘O sizin için bir hayır
kulağıdır. Allah’a da inanır, mü’minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir.
Allah’ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır.” 836
Hz. Peygamber’e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve
Kur’ân-ı Kerim’e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler
söylemek küfürdür. Kur’an’la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu
küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak,
onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil’in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali
yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi
dinden çıkartır. Azrâil’e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin
dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü’min
olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay
etmek ve onlara buğz etmek ise bid’at ve sapıklıktır. 837
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için
hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür
sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme,
bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür
sözü söyleyebilir. “Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ
olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah’tan onlara bir azap
vardır.”838 Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir.
Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye’yi İslâm’dan dönmeleri
için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir’in oğlu Ammâr’ı da
bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi
imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm’dan döndüğünü söylemiş ve canını
kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber’e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine
işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki
âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
835] 33/Ahzab, 57
836] 9/Tevbe, 61
837] Bkz. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100
838] 16/Nahl, 106
- 317 -
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan,
kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah’ı sever gibi sevme ifadeleri
müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol
takımı ekber, yani Allah’a ait olan “en büyük” ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte,
öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler
söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür
rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. “İşimiz Allah’a kaldı”, “Allah’lık” gibi
ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail’e kızılıp ileri
geri sözler söylenebiliyor. Bir kıza “Melek” ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle
göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler
edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet
ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah’ın ödül ve cezası şaka konusu
edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük
düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah’ın sıfatları başkasına verilebiliyor.
Allah’tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah’tan başkası
adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği
unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar,
elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.
Çevrede Çokça Duyulan Elfâ z-ı Küfürden Bazılar ı (Söyleyeni
Şirke Düşürme sinden Korkulan Çirkin Sö zler )
A- Allah ’la İlgili
“Allah’lık” (saf bir insan için)
“Allah’sız” (Bunun Allah’ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında)
“İşimiz Allah’a kaldı” (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında)
“İnşâallah deme, kesin söz ver” (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış
ve yetersiz olduğu anlamında)
“Gökte Allah var”, “yukarıda Allah var” (Allah’a mekân isnadı anlamında)
“Seni Allah gibi seviyorum” (Allah’ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik
anlamında)
“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli olmaz
anlamında)
“Burada Allah yok, Peygamber izinde” (Karakolda, hapishanede vb. Allah’ın
yardım edemeyeceği anlamında)
- 318 -
“Allah’ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini
sökerim” (Allah’ın olmadığı yer olabileceği anlamında)
“Allah, ondan verdiği canı alamıyor” (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında,
Allah’ın âcizliği anlamında)
“Allah’ın hükmü burada geçmez” veya “o eskidendi, şimdi Allah’ın hükmü
uygulanmaz, devir değişti” (Allah’ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm
zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında)
“Şu işin (şeyin) Allah’ını yapar” (Allah’ı herhangi bir şeye benzetme
anlamında)
“Sen Allah mısın be?” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak
anlamda)
“Ye Allah ye”, “vur Allah vur” (Allah’ı kula benzetmek anlamında)
“Allah Baba”, “Allah’ın oğlu gelse...” (Allah’a çocuk isnad etme anlamında)
“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibadet edilecek mâbud kabulü
anlamında)
“Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü anlamında)
“Hâkimler hâkimi” (Allah’ın dışında bir varlığa Allah’ın bir sıfatını verme,
her şeyi yönlendiren anlamında)
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” (Allah’a denk başkasının
hakkı olduğu, Allah’ın her yerde tek güç olmadığı anlamında)
“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda Allah’ı
unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında)
“Filan kimse şu şeyi yarattı” (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var
etme manasında başka birine verme, Allah’ın fiiline ortak kabulü anlamında)
“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her şeyi takdir edip,
her şeye hükmünü geçirmez, O’nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da
işler olur anlamında)
“Allah bilir ki, şu iş şöyledir” , “Allah şâhit şunu şöyle yaptım” dediği halde,
yalan söylemiş olsa; Allah’a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul
etmemek anlamında)
“Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir, ulusundur, meclisindir”
(Hâkimiyetin, egemenliğin Allah’ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve
Allah’ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında)
- 319 -
“En büyük filân takım, başka büyük yok” (Ekber/en büyük sıfatının Allah’tan
başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah’ın büyüklüğünün inkârı
veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında)
“Allah’ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir” (Söylediği söz, doğru bile olsa;
Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında)
“Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu” (Allah’ın
yarattığını beğenmemek, O’na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında)
“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi” (Allah’ın
hükmünü beğenmemek anlamında)
(O konuda âyet ve kudsî hadis olmadığı halde,) “Allah şöyle buyurmuştur”
demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah’a isnâd etmek,
dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında)
(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken “Allah’ın ismiyle
(Bismillâh)” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle alay etme anlamında)
Allah’ı, O’nun kurallarını, O’nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük
görme, hakaret, inkâr etme.
Allah’a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz
söyleme.
Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme.
Allah’tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için
söyleme: “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca
taptım.”, “Mihrâbım diyerek yüz sürdüm” , “Bir Allah’a, bir de sana taptım”,
“Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter” , “Ey, bugünleri borçlu
olduğumuz ulu Atatürk” vb.
Allah’tan başkasına dua etmek veya bir kuldan meded istemek
Allah’ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek
Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına adak adamak
Allah’ın kesin yasağına rağmen Allah’ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek,
küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua etmek
Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek
Allah’ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu
belirtmek: “Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir” , “Kemalizm,
Kapitalizm insanları mutluluğa götürür” demek.
- 320 -
Allah’ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip,
yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah’ı dünya işlerine
karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda
Allah’ın dışında otoriteler tanımak
Fayda ve zararı Allah’tan bilmemek, “şu doktor benim hayatımı kurtardı”
, “frene basmasaydı ölmüştüm” , “şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor”
“Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer”
İbadet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak,
gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
b- Dinle İlgili
“Din ayrı, dünya ayrı” (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya
karıştırmamak ve laiklik anlamında)
‘’Din ayrı, siyaset ayrı” (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset
dinden bağımsız olmalıdır anlamında)
“Dinde zorlama yoktur” (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara
sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana
karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/
muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında)
“Zevklere ve renklere karışılmaz” (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdahale
etmesine hakkı yoktur, ben neden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile
olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında)
“Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz.”, “Demokrasi var, bana kimse
karışamaz, canım ne isterse onu yaparım” demek (Allah’ı, Allah’ın hükümlerini
önemsememek ve O’na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp
ilâhlaştırmak anlamında)
“Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük” (geleneği, ataların yolunu
mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en
doğru yol olduğunu kabul anlamında)
“Din şöyle diyor, doğru ama...”, “haklısın, fakat...” (Dinin emir ve yasaklarının
doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok
zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zaruri olduğu anlamında)
“İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir” (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü
almama, aklı putlaştırma anlamında)
- 321 -
“İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz.” (Dini, eski
zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah’ın vaadlerini
inkâr anlamında)
“Dine bağlı yaşamanın, dindar olmanın zamanı geçti; doğru olursan
bu devirde aç kalırsın” (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi
anlamında)
“Dinî günler” (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı
günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında)
“Hayat yalnız bu dünyadadır” (âhireti inkâr anlamında)
“Sen benim kalbime bak, kalbim temiz” (Dinin bazı emirlerini yerine
getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibadet edenlerin kalbi
temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında)
“Paranın açmadığı kapı yoktur” (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey
olduğu anlamında)
“Demokrasilerde çare tükenmez” (Beşerî bir düzen olan demokrasi (halkın
kendi kendisini yönetmesi)nin her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli
olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli
olduğu anlamında)
“Aşırı dinciler” , “dinciler” “fundemantalistler”, “dinci teröristler” gibi çirkin
ithamları gerçek mü’minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla
İslâm’ı kötülemek anlamında)
İslâm’a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar
takmak.
İslâm’a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlara
düşman olanları desteklemek.
İslâm’ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm’a düşman
olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak.
c- Cennet , Melek ve Kaderle İlgili
“Eşek cennetini boyladı” (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle
vasıflandırmak anlamında)
“Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül” gibi sözler (Cenneti,
cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli
kabul etmek anlamında)
- 322 -
Bir insana “Meleğim” demek, “Çarli’nin melekleri” veya bir kıza “Melek”
ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Melekleri insan gibi olduğunu,
şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında)
“Azrâil onun canını yanlış yere aldı” , “Azrâil’le savaşıyor” gibi sözler, Azrâil’e
hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında)
“Kader utansın” gibi kadere isyan anlamında sözler
“Felek”le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız
ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök
cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında)
Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk
düşüncesini yansıtan nice sözler...
Yozla ştırılan Din ; Halk ın Dini ve Hakk ın Dini
“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri,
dinden kendilerine şeriat kıldılar?” 839
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe,
o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her
kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 840
“...De ki: ‘Doğru yol/hidâyet, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden
sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki,
Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” 841
“... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak
saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” 842
“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve
bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” 843
“Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni?
Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” 844
Müşrikler İbrâhim’in (a.s.) dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının
hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile nasıl basit çıkarlarına uyan uydurma bir
839] 42/Şûrâ, 21
840] 33/Ahzâb, 36
841] 2/Bakara, 120
842] 6/En’âm,119
843] 23/Mü’minûn, 71
844] 25/Furkan, 43
- 323 -
din çıkarmış iseler, onların tâkipçileri de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra
aynı yolu izliyorlar. Tarihî süreç içerisinde İslâm toplumunun içinde bulunan
münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya
çalışmış; hadisler uydurarak ikinci kaynağın duruluğuna halel getirmeye
gayret etmişler, hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir
İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır. Halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü,
bid’atlere din diye yapışmaları, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı.
Müslüman olduğunu söyleyen halkın çoğunluğu, önem vermediği için vahyi
hiç anlamıyor veya yanlış anlıyor. Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok,
onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan
etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.
Bütün bu mirasın yanında, yerel ve global küfrün çok çirkin tavırlarına
muhâtap oldu modern çağın Müslümanları. Bugünkü iletişim akışı içinde,
medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri
kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları
arasında gerçeği yakalamak, gerçek dini öğrenip yaşamak kahramanlık
istemektedir. İslâm’a düşman düzenlerin, resmî kurumların, okulların ve çevre
şartlarının gerçek İslâm’a giden yolu nasıl tıkayıp uzlaşmacı bir yolu din diye
sundukları ortadadır.
Kalabalıklar, yaşayışlarını dinleri olduğunu söyledikleri İslâm’a göre yön
vermek yerine; hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline
getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına
sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik...
İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil;
çağın icapları tayin etmekte ve din çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle
sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Modernizm, Batı tarzı hayat biçimi, kapitalizm ve ne olduğu belli olmayan
demokrasi ve bu çerçevede egemen güçlerce oluşturulmuş konjonktür asıl kabul
edilmiştir. Ve merkezdeki bu yapı doğrultusunda İslâm te’vil edilmeye, kuşa
benzetilmeye, moda akımlarla sentez edilmeye çalışılmaktadır. İslâm’ı ırkla,
ulusalcılıkla, resmî dayatma ve kabullerle, vatan anlayışıyla, şahsî kanaatlerle,
lider ve örgütlerle, çağdaş felsefî akımlarla, moda ideolojilerle, kavramlarla
sentez etme gayretleri gözükmektedir.
İslâm’ı sadece vicdan özgürlüğü olarak görenler mi ararsınız, sadece Allah’la
kul arasındaki ilişki olarak anlayanlar mı? Dünyamızı düzenlemek için gelen
İslâm’ın dünya hayatına, kamusal alana karışmasını istemeyenlerden tutun
da, İslâm’a şeytanlarının söylediği şekilde bir içerik kazandırmaya çalışanlara
- 324 -
kadar ne ararsanız bulursunuz müslümanlık adına, Kur’an’ın anlattığı ve
Peygamber’in yaşadığı gerçek İslâm dışında.
Bugün okullarda öğretilen mecburî din, câmilerden halka empoze edilmeye
çalışılan din, medyanın % 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir,
ılımlısıdır; aslı değil. TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin,
sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu
ılımlı ve sahte dindir.
Amaç, Dili pak bir ifadeyle; devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip
yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist
ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki
dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu,
demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun,
düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara)
karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek. İncil’e benzer bir Kur’an,
kiliseye benzer bir câmi, papaza benzer bir imam ve hıristiyana benzer bir
müslüman oluşturmak.
Halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı
kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek. Türkiye
ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı
anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye,
Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Ortadan
kaldıramayacaklarını anladıkları İslâm isim olarak var olmalıydı ancak, hüküm
ve uygulama alanından kaldırıldığı gibi, pratik hayattan da uzaklaştırılmalı
ve özellikle kamusal alanlardan tümüyle kaldırılmalıydı. Bunun en kolay yolu,
müslümanlık adına müslümanlığa cephe açmak, din adına gerçek dini dışlamaktı.
Açık cephe alarak fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltip etkisiz
hale getirmenin, müslümanlığı tahrif etmeye çalışıp İslâm inanç ve yaşayışını
saptırmanın, “müslümanım” dediği halde kâfir gibi yaşamanın adını “ılımlı İslâm”
koymuşlar. Bu tanımlarla uyuşmayan Kur’an’ın istediği İslâm ise, “radikallik,
fundamentalizm, köktendincilik, terör, bölücülük, taassup, bağnazlık, yobazlık,
irtica” gibi yaftalarla çirkin gösterilmeye çalışılmış ve belirli mesafeler alınmıştır.
Halk sadece ismen müslüman kalsın, ama müslümanlığın içini İslâm düşmanları
doldursun ve “ancak şu şekildeki bir müslümanlığı yaşayabilirsin” diye halkın
dinini yönlendirsinler; yerlisiyle yabancısıyla egemen küfrün zorba güçleri
tarafından istenenleri ve yapılanları böyle değerlendirmek gerekiyor.
Ilımlı İslâm anlayışı, zıtları birleştirme çabasıdır; hâlbuki zıtlar birleşmez.
İki ayrı şeyin sentezinden farklı yeni bir şey ortaya çıkar. İslâm’la câhiliyyenin
- 325 -
kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip
bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren
ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur.
Uzlaşma ve sentezi, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın
hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm
demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık
resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf
sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif
edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur,
bazı benzer yönleri olsa da.
Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan ılımlı İslâm anlayışına sahip
kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın
kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? “Ey mü’minler, deyiniz
ki: ‘Biz Allah’ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah’ın boyasından daha güzel ne
olabilir? İşte biz O’na ibâdet edenleriz.” 845
Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım,
Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle
karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir.
Bukalemun bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi
onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellîsidir. Ama, insan için bulunduğu ortama
göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz
münâfığın karakteridir.
Ilımlı İslâm anlayışı, her şeyden önce, Allah’ın dininden tâviz vererek
egemen küfür dünyasıyla uzlaşma çabasıdır. Müslümanın İslâm’dan tâviz
vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını
pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Bu uzlaşma neticesinde kâfirlerin
ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da
tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir
güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla
belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini
reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek İlâh olduğunu kabul etmenin en önemli
şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları
anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp,
dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ
= hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın
845] 2/Bakara, 138
- 326 -
kabulü yerleşsin. “Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman
ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur.
Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” 846
İslâm, “lâ (hayır)” kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona
tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı, onun dünya görüşüyle sentez oluşturmayı kesip
atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma
nasıl mümkün olabilir? Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan
peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar
ve Allah’ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû
Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, mutlak otorite olarak sadece Allah’ı kabul
etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.
İçi suyla dolu bir kova taşımak, iki dolu kovayı taşımaktan daha zordur. Dünya
ve âhireti beraber dengeli şekilde yürütmek, fıtrata en uygunu ve en kolayıdır.
Sadece dünyayı zihninde, gönlünde ve yaşayışında taşımak aslında çok daha zor,
meşakkatli ve streslidir.
Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah’ın hudûdudur. Allah’ın göstermediği
kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf etmeye kalkmaktır.
Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol keseden sevap
dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve yazılmıştır:
“Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl boyunca
bütün günahların silinmesine sebep olur.” (Hâlbuki, Peygamber sünnetinde
ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır, ne de
bol keseden vaatler.) “Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen bir kadın,
bu davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden bu insanların
davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman sana uymazsa sen
zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun, tâviz vermeden
yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi geçinmeli, kâfirlere karşı
da hoşgörülü olunmalıdır...” gibi yaklaşımlar, dini kolaylaştırmak adına tahrîf
etmek demektir. Dine ilâveler (bid’atler) ve bu şekilde dini zorlaştırmalar ne
kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini insanların arzu ve hevesine uygun
hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir. “Yoksa onların birtakım ortakları
mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar?” 847
Ilımlı İslâm düdüğü çalanların maksadı, nefislerine zor gelen dini kolaylaştırmak
adına sulandırmak, kendi hevâlarından bir din oluşturmaktır. Müslüman, Allah’a
teslim olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil;
846] 2/Bakara, 256
847] 42/Şûrâ, 21
- 327 -
Allah’ın hükmünü ölçü alan kimse... Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’dır; Allah’ın
hükmüdür. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve
erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur.
Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 848
“Bunlar, Allah’ın (koyduğu) hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberi’ne
itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada
devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine
karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve
onun için alçaltıcı bir azâp vardır.” 849
“...De ki: ‘Doğru yol/hidâyet, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra
onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan
sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” 850
“(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların
hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından
seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz
çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına
belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” 851
“... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak
saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” 852
“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve
bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” 853
“Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni?
Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” 854
“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini
saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği
kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ
öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” 855
“Sonra da seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin
hevâlarına/isteklerine uyma.” 856
848] 33/Ahzâb, 36
849] 4/Nisâ, 13- 14
850] 2/Bakara, 120
851] 5/Mâide, 49
852] 6/En’âm,119
853] 23/Mü’minûn, 71
854] 25/Furkan, 43
855] 45/Câsiye, 23
856] 45/Câsiye, 18
- 328 -
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar
içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” 857
Dini, Allah’ın koyduğu ölçüleri hiçe sayarak kendi kafasına göre
kolaylaştırmak, Allah’ın göstermediği kolaylıklara müsâade etmek, -hâşâ-
Allah’tan fazla merhametli olmaya kalkmak demektir ki, bu Allah’a karşı isyan,
dine karşı da zulümdür. Bu ifrâtın yanında, Allah’ın mubah kıldığı şeyleri
haram kılan tefrît çizgisi de aynı oranda sakattır/bâtıldır. Eski kavimlerde bu
tefrît çizgisi, dinde tahrîfi ortaya çıkarmıştır.
Muharref dinler, tahrif edilmiş, bozulmuş dinler demektir. Allah’ın
gönderdiği İslâm Dini’nin atmalar ve katmalarla değiştirilmiş şeklidir.
Yahudilik ve Hıristiyanlık muharref dinlerdir. Ilımlı İslâm anlayışı da Allah’ın
değişmez tek ölçüsü olan İslâm gibi tek hak dini tahrif etmeye, onu da muharref
yapmaya çalışmanın adıdır.
İnsanlar tarih boyunca niye dinleri bozup tahrip etmeye çalışmışlar,
günümüzde de ılımlı İslâm gibi çalışmalarla niye bu tahrife ihtiyaç duymuşlardır?
Bu sorunun cevabını arayalım: İnsanlar zamanla Allah’ın yolundan sapmış,
tatmin olmak bilmeyen arzu ve isteklerini gerçekleştirmek isteyince de,
Allah’ın insanlar arasında dengeyi ve huzuru sağlamak için gönderdiği din,
kendilerine mâni olmuştur. Bu engeli ortadan kaldırmak için de iki seçenek
vardır: a) Allah düşüncesini ve inancını reddederek, Allah’a dayalı bir dini
de ortadan kaldırmak, b) Allah’ın gönderdiği dinin, kendi arzu ve istekleriyle
çelişen, kendi çıkarlarına müsaade etmeyen kurallarını değiştirmek.
Din düşüncesinin reddedilmesi işlerine gelmeyen veya toptan reddetmenin
mümkün olmadığını görenler, dinin kendi işlerine gelmeyen yönlerini
basit çıkarları doğrultusunda değiştirmişlerdir. Böylece hem câhil ve gâfil
dindarların tepkisinden kurtulmuşlar, hem de değiştirdikleri bu dinleri kendi
sömürü düzenlerine koltuk değneği yapmışlardır. Bu tip insanlar, zaman
zaman dinî merâsim ve törenlere katılıp kendilerinin de dindar olduklarını,
dine karşı olmadıklarını söyleyerek dindar ama câhil kesimin desteğini almaya
çalışmışlardır. Allah’ın düşmanları tarafından tarih boyunca ortaya konmaya
çalışılan bu tavır, bugün de ılımlı İslâm şeklinde kendini göstermektedir.
Tavklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin rejimi
diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak için münâfıklar
tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları ve soytarı sahneleri iletişim
kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir. Özellikle seçim zamanlarında
857] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70
- 329 -
veya iş başındaki aktörlerce sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta,
oyunlar ve hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları,
maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır. Bunun için
de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını savunur gözükmekte
ve ılımlı İslâm’ın bazı prensiplerini uygulamaya çalışmaktadırlar. Politika,
günümüzde nifakın en etkin alanlarından biridir. Düzen de her zaman açık
bir şekilde putçu değildir; bazen cahil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde
münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon
oyunları, verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri
başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık
oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm
adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın
kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için
alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.
“Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz.”858 Müslümanlar, üç buçuk
münâfığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu
değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve
en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak ve onların oyununu bozmak
zorundayız. Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp
şeytanların oyuncağı olmaya hakkı yoktur. Müslüman, her şeyden evvel ferâset
sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu mânevî
sezgi gücüne, yani ferâset ve basîrete erdirecek, furkan verip hakkı bâtıldan
ayırt ettirecek Kur’an’a sarılmalıyız.
Bütün bu tahrifatçı ve ılımlı İslâm anlayışı, Amerikancı, düzenci İslâm tavrı
şu sebeplerden dolayı ortaya çıkmaktadır:
a- Kaynağın karışık, bulanık olmasından: Tarihî mirasın bozuk ve
muharreflerinin ayıklanmadan, eski yanlışlıkların, eski kitapların, eski
fetvâların, eski tarikat anlayışlarının aynen esas kaynak kabul edilerek
okunması, anlatılması, kutsanması ve yaşanmasından; Modern Batılı ve bâtıl
kültür, resmî eğitim, kalabalıkların görüşü, ataların dini (taklitçilik anlayışı),
(nakil süzgecinden geçmemiş) salt kuru mantık ve yarım bilgi vb. sebeplerden,
b- Devletin, düzenin İslâm olmadığından, otoritenin İslâm’a
dayanmadığından (Devlet İslâm’ı ve ulusal din diyebileceğimiz şekilde
düzenlerin yönlendirdiği İslâm anlayışından) dolayı. Yine dünya çapında global
olarak küfrün (ABD ve AB örneğinde) süper ve karşı konulmaz güç kabul edilip
858] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63
- 330 -
ona tavır alınamamasından, onlara kulluğu Allah’a kulluğa tercih eden zillete
râzı kukla yönetici ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar sebebiyle,
c- Tüm müslümanların ihtilâf ve tartışmalarını çözümleyip hükme
bağlayacak, evrensel İslâm âilesinin reisi olan imamın, şer’î bir otoritenin,
müctehid âlimlerin yokluğundan ötürü,
d- Mü’minlerin yeterli samimiyete sahip olmaması, eylemlerinin
söylemlerini yalanlaması, nefsî arzularını dizginleyememeleri, hevâlarını
ilâh haline getirenlerin ayıklanıp temizlenememesinden; yani özellikle öne
çıkan cemaatlerin, lider, hoca ve şeyhlerin ihlâs, ihsân ve takvâ bilincine sahip
olmamasından dolayı, bu sapmalar bütün azgınlığıyla ortadadır.
O yüzden hakiki İslâm’ın tüm kesimleri kuşatabilmesi için şu unsurların
halledilmesi şarttır: Kur’an ve sahih sünnetin aslî kaynak olarak müslümanlar
için esas mürâcaat ve hüküm kaynağı olarak yeniden ihyâsı, hüküm ve
otoritenin İslâm’da olması, bütün öncü ve dâvetçi müslümanların üzerlerine
düşen görevi yapmaları.
Kurtuluş, hakiki İslâm’ı bilmek ve ona tâbi olmakta. O safta yerimizi
alarak sahte müslümanlarla, modern münâfıklarla savaşmaktadır. Yalancı
peygamberlere ve Mescid-i dırara Asr-ı saâdette ne yapıldı, nasıl tavır alındıysa,
tavrımız bugün de aynı olmalıdır. Konumuzu birkaç âyet meâliyle noktalayalım:
“Ey Peygamber (ve onun şahsında, ey mü’minler)! Kâfirlere ve münâfıklara
karşı cihad et, onlara karşı çetin ol.” 859
“Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme (itaat etme).” 860
“Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen kimselerden
ve yahûdilerden küfür içinde koşuşanlar (ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan
yalana kulak verirler, sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri
yerlerinden başkasına kaydırıp değiştirirler. ‘Eğer size şu verilirse hemen alın, o
verilmezse sakının!’ derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse
Allah’a karşı sen, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini
temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette
onlara mahsus büyük bir azap vardır.” 861
859] 9/Tevbe, 73
860] 33/Ahzâb, 48
861] 5/Mâide, 41
- 331 -
32. HUTBE
DİNE KARŞI DİNLE SAVAŞMANIN SON VERSİ YONU: ILIMLI
İS LÂM
Âyet :
أذَْنْ بهِِ اللهُّٰۜ وَلوَْلَ ا كلَمَِةُ الفَْصْلِ لقَُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَانَِّ � امَْ لهَُمْ شُرَكؤُٰٓ۬ا شَرَعُوا لهَُمْ مِنَ الدّ۪ينِ مَا لمَْ يَ
الظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları
mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi
(işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” 862
افَتَؤُْمِنوُنَ ببِعَْضِ الكْتِاَبِ وَتكَفُْروُنَ ببِعَْضٍۚ فمََا جَزَآء مَنْ يفَْعَلُ ذلٰكَِ مِنكْمُْ الِ اَّ خِزْيٌ فيِ الحَْيوٰة الدُّنْيَاۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يُرَدُّونَ اِلٰٓى اَشَدِّ الْعَذَابِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır.
Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta
olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 863
وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّ ا وَهُمْ مُشْرِكُونَ
“Onların çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” 864
سْلَامِ وَاللَّهُ لَ ا يَهْدِي الْقَوْمَ �ِ إِلَى الْ إ ? أظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُوَ يُدْعَىٰ ? وَمَنْ
الظَّالِمِينَ
“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır?
Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” 865
أمْرِهِمْ وَمَنْ ? أنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ ? أمْرًا ? إذَِا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ ? وَمَا كَانَ لمُِؤْمِنٍ وَلَ ا مُؤْمِنَةٍ
يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالً ا مُبِينًا
862] 42/Şûrâ, 21
863] 2/Bakara, 85
864] 12/Yûsuf, 106
865] 61/Saff, 7
- 332 -
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir kadın ve erkeğe, o
işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse,
apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”866
Ilımlı kelimesi, bilindiği gibi, lügat anlamıyla, fazla sıcak ve soğuk olmayan
demektir. İnsanlar ve onların ideolojileri, inançları için kullanıldığında da, “aşırı
olmayan, ölçülü, mûtedil” anlamlarında kullanılır. Yani sıcaklığı giderilmiş,
ılımlılaştırılmış anlamında. Bununla radikal olmayan anlayışlar kastedilir.
Radikallik de, köktencilik, her alanda köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, sertlik,
keskinlik, aşırılık anlamlarında kullanılıyor. Aslında radikallik/radikalizm,
Batıdaki çıkış ve kullanılış şekliyle, geçmişteki kurumlardan tamamıyla
kurtulmak amacını güdenlerin düşünce tarzı ve öğretisini belirten ve keskin
yenilik akımı için kullanılan bir terimdir. Köklü değişiklik isteme konusunda
uygun düşse de eski kurumlara tümüyle karşı çıkılıp her şeyiyle yenilik eğilimi
ve keskin bir yenilik taraftarı olmak anlamında muvahhid müslümanlara
radikal denilmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, müslümanın radikali, ılımlısı
vb. olmaz. Müslüman müslümandır, ona “müslüman” ismini Allah vermiştir.867
Muvahhid müslümanlar, kendilerine ne ılımlı, ne radikal, ne dinci denilmesini
isterler. Onlar Allah’ın verdiği isimle şeref duyarlar. Hele, “İslâm” dini için
kullanılan değişik sentezlere, Allah’ın vermediği başka adlandırmalara hiç
iltifat etmezler. İslâm’ı farklı ayrımlara tâbi tutup dini sulandırmaya, suyu
ılımlı hale getirmeye tümüyle karşıdırlar. İslâm, aşırı mıdır? Yani Kur’an’ın
ve sünnetin çizgisindeki İslâm, ölçüsüz müdür? Kime göre, nasıl bir aşırılıktır
bu da, onu ölçülü hale getirmeye yeltenebiliyorlar? Kur’an’ın sınırlarını çizdiği
“İslâm”, kaynar derecede sıcak mıdır ki, “ılımlısı” istenmektedir? Her konuda
ölçü ve “İslâm”ın ölçülü olup olmamasında karar mercii Allah mıdır, perde
arkasına gizlenen ve halka din biçen egemen güçler mi? “Ilımlı İslâm” ifâdesi,
Allah’ın dini olan gerçek İslâm’a iftiradır, ona hakarettir, onu suçlamaktır ve
reforma ihtiyacı olduğu anlayışıyla onu tahrif etme çabasıdır. “Ilımlı İslâm”
kavramından ancak bunlar anlaşılır.
Radikal ve ılımlı tâbirleri bütünüyle Batı kaynaklıdır. Onlar, önce etiketle
yaftalamayı, sonra uygun gördükleri bu yakıştırmayla insanları suçlayıp
cezalandırmayı pek severler; yani hem dâvâcı, hem savcı, hem yargıç ve hem
de gardiyan ya da cellat rolünü. Bununla da yetinmeyip müslümanların
kavramlarının ve dinlerinin içini de kendi bâtıl zihniyetleri doğrultusunda
doldurmaya, insanları da bu yeni şekil verdikleri kavrama ve dine uydurmaya
866] 33/Ahzâb, 36
867] 22/Hacc, 78
- 333 -
çalışırlar. Bu, bir anlamda rablik taslama, insanları ve inançlarını yeniden
inşâ etmeye çalışmadır. O yüzden Kur’an, Batılılara (ehl-i Kitaba): “Allah’tan
başkasına tapmama, O’na hiçbir şeyi şirk koşmama” yanında, “Allah’ı bırakıp
da bazı insanları, birbirlerini rab edinmemeye, ilâhlaştırmamaya” çağırır ve bu
bizim de bu çağrıyı yapmamızı (diyalog değil, dâvet tebliğ) emreder. Bu âyetin
sonunda da bizim halimizle ve dilimizle şöyle dememiz istenir: “…Eğer onlar
yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘bizim müslüman olduğumuza şâhit olun!’
deyiniz.” 868
Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî
içerikten soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir
ve yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiçbir tavrı olmayan
bir din oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bu amaca
yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrail’in sömürgesi konumundaki
ABD’nin başını çektiği Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki
çalışmaları yoğunlaştırdı. BOP, Ortadoğu’nun dinini yeniden şekillendirmeyi,
yani ılımlılaştırmayı hedefleyen bir projedir. Türkiye yönetimini de hem
demokrasi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir arada yürüttüğü için model ülke kabul
etmekte, yöneticilere “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini (ki, buna “İslâm”
demek doğru olmaz) diğer ülkelere de pazarlamasını istiyor. Türkiye’de devletin
dininden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dini halini
almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduğunu ısrarla belirtiyor. Görünen
o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri yok. Bu coğrafyadaki düzen ve
tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak, demokrat,
Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâfazakâr (neyi muhâfaza ediyorsa)
bir dini, yani “ılımlı İslâm”ı, dinini yaşamak isteyen müslüman halk için tek
alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din anlayışını
diğer ülkelere Batı adına ihraç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye
çalışıyor.
Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu önyargısından
yola çıkılarak oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç
de zor bir din olmadığı, dünya ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en
doğru yoldan elde etmenin adı olduğu halde; bazıları onu zor, kaynar derecede
sıcak kabul ediyorlar da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının
doğrultusunda hoşlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka
“sizin dininiz bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.
868] 3/Âl-i İmrân, 64
- 334 -
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım
güçlüklerin olması doğaldır. Aslında aziz İslâm’ın teklifleri insanın yapısına,
tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez.869
Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi
hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; İslâm’ın tekliflerini ağır bulurlar.
Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif
olarak kabul etmektedirler. 870
İslâm’da zorluk değil; kolaylık esastır. Allah’ın gönderdiği ölçülere göre
yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem
hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı
hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi
çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir
yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun
sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah
size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” 871
İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle
çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler;
kendi hevâlarına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putlarını elleriyle yapanlar, ya da
kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. İslâm,
insanlara, altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. İslâm’ın bütün
emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan güzel şeyleri kazandırmak,
zararlı olan çirkin şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.
Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık,
düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde
nass’la (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara
uydurmak mümkün değildir. Ilımlı İslâm kavramıyla, tek hak din olan İslâm,
atmalar ve katmalarla dejenere edilmek, çağın bâtıl ideolojilerinin ve sapık
insanların güdümünde uyduruk bir din oluşturulmak istenmektedir.
Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve
dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin
ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller
koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması
zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır
döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.
869] 2/Bakara, 286
870] 42/Şûrâ, 13
871] 2/Bakara, 185
- 335 -
Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak,
sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık
yolunu terketmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İbâdetlerle güçlenmeyen
ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm’ın bazı emir ve yasakları
zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî
yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za’fiyetten
dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan
kimse de mânevî ve psikolojik za’fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan
görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.
Allah’a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde
kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl
kendilerine şirin, gerçek din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da
daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları
bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik
rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen
şikâyetler... hep gayri İslâmî yönelişlerin ya da dini sulandırıp ılımlı İslâm
çizgisinin, bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye
çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. Meselâ
içki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi
güzel ve kolaylık zannettirir. Fâhişelik ve câhiliyyenin “hayat kadını” deyip
özendirdiği bayat kadınlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî
pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay ve güzel bir şey olmasa gerektir.
“Lâ râhate fi’ddünya.” İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık
ve rahat içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki
tüm insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın
zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu doğal zorlukları kolaylık ve güzelliklere
çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak; ya da gayri meşrû bir amaç uğruna
zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada zor
bir hayat onu bekleyecektir.
Allah, hiç kimseyi, yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz.872
Bununla birlikte, kişinin neyi yapıp neyi yapamayacağına kendisi karar
veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belirli bir kimsenin, neyi yapabilip
neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah’tır. Aynı şekilde, bir şeyin
kolay veya zor olduğuna hükmetmek; şeytanın ve insan hevâsının/nefsinin
kararına bırakılmamalıdır. Allah bizim için zorluk dilemediği, kolaylık istediği
872] 2/Bakara, 286
- 336 -
için,873 Allah’ın bize emrettiği tüm hükümler kolaydır. Ama, birçok zorluğu ve
çirkinliği bulunan haramları şeytan süslediği,874 kolay ve güzel gösterdiği gibi;
Allah’a ibâdet ve itaati de zor göstermeye çalışır. Müslümanca yaşamak, ibâdet
ve tâatle Allah’a teslim olup O’na yönelmek, aslında hayatı kolaylaştırmaktır.
Fakat insan şeytanla ve günahlarla imtihan edildiğinden nefsi/hevâsı ona
ibâdetleri ve İslâmî hayatı zor gibi gösterir.
Allah’ın râzı olduğu bu tevhid dinini yeniden dizayn edip reforma tâbi
tutmaya, onu tahrif edip yeniden şekillendirmeye kim, hangi hakla cür’et
edebilir? Bu yetkiyi onlara kim veriyor? Câmi duvarını pislemeye kalkanların
da, onlara seyirci kalanların da âkıbetleri hiç iyi olmayacaktır. Taşlar (tâğûtî
düzenin yasalarıyla) bağlı ve itler (özgürlük yemiyle) azgın olsa da bu sonuç
değişmeyecektir. Bir kısmını kabul edip bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle
Allah’ın dinini parça parça edip gruplara ayrılanlarla müslümanların hiçbir
(olumlu) ilişkileri olamaz.875 Bazıları kalkıyor, İslâm’ı ikiye ayırıyor: Radikal
İslâm, ılımlı İslâm diyor. Cici İslâm, ağza biber sürülecek İslâm şeklinde
iki çeşit İslâm ortaya koymaya çalışıyor. Tabii, tercihlerini, yönlendirme ve
dayatmalarını kendilerinin veya kendilerinden daha alçak bazı insanların
içini doldurduğu cici dinden yana koyuyorlar. Allah’ın Kur’an’la tanımlayıp
Peygamberiyle örneklendirdiği dini beğenmeyip değiştirmek isteyen bu tipler,
bir anlamda -hâşâ- Allah’a din öğretmeye kalkıyorlar. “De ki: ‘Siz dininizi
Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları
da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”876 Bu, vahiy dinini akıl dini haline getirmek,
İlâhî dini beşerî din ölçülerine indirmek, yani tahrif etmektir. Bir zamanlar
hak din olan hıristiyanlık ve yahûdiliğin başına gelenlerin aynısını İslâm için
de yapmaya çalışıyor ılımlı İslâm anlayışını dayatan muharrref din sahipleri.
İçinde “hak”dan bazı unsurlar taşıyan “bâtıl”, en tehlikeli bâtıldır. Bâtıl/
küfür, kendi aslî yapısıyla İslâm’ın karşısında durmayı göze alamadığı için, hak
maskesi takarak, hakla koalisyona girerek, sûret-i hakdan gözükerek kalleşçe,
münâfıkça İslâm’ın karşısına geçiyor. Dine karşı din, İslâm’a karşı ılımlı
İslâm yaklaşımıyla cahil kitleleri safına çekmeye, gerçek İslâm’ı içten yıkmaya
çalışıyor. Bu, modern zamanlarda icat olunan yeni bir keşif değil; kâfirlerin
çok eski, ilkel bir taktiği. Medine münâfıklarından farklı bir şey yok küfür
cephesinde.
873] 2/Bakara, 185
874] 6/En’âm, 43
875] 6/En’âm, 59
876] 49/Hucurât, 16
- 337 -
Ilımlı İslâm’ı savunmak, insanı tanrı yerine koymaktır, ilâhlık taslamaktır,
İslâm’ı yeniden şekillendirip, atmalar ve katmalarla onun içeriğini
yönlendirmeye kalkmaktır. Tâğut denen bu azgın sapıklar, kendilerinin râzı
olacağı bir din istiyorlar. Allah’ın bizim için seçip râzı olduğu dinden onların
râzı olmayacakları belli. “Sen onların dinine uyuncaya kadar yahûdiler de
hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın
yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak
olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”877 O
yüzden, bu ılımlı İslâm denen ucûbe, egemen güçlerin, global küfrün râzı
olacağı farklı bir dindir; adına İslâm denilse de hak din olan, Allah’ın seçtiği ve
râzı olduğu İslâm değildir. Kur’ân-ı Kerim, bunlar hakkında bakın neler diyor?
“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları
mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi
(işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” 878
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır.
Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta
olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 879
“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır?
Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” 880
“Onların çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” 881
Gerçek mü’minlerin vasfını ve tavrını da Kur’an şöyle belirtiyor:
“Gerçek mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla
şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte
sâdıklar (iman iddialarında doğru olanlar) ancak onlardır.” 882
Her gün, namaz kılarken 40 defa duâ ediyor ve O’nun dosdoğru dinini tâkip
edeceğimize dair bir anlamda Allah’a söz veriyoruz: “(Ey Allah’ım) Ancak Sana
kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. Bize hidâyet ver,
dosdoğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiğin, lütufta bulunduğun kimselerin
(peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin) yolunu; gazaba uğramış
(yahûdilerin) ve dalâlette olan sapıkların (hıristiyanların) yolunu değil!” 883
877] 2/Bakara, 120
878] 42/Şûrâ, 21
879] 2/Bakara, 85
880] 61/Saff, 7
881] 12/Yûsuf, 106
882] 49/Hucurât, 15
883] 1/Fâtiha, 5-7
- 338 -
Ilımlı İslâm denen bu sahte din, hakka bâtılın karıştırılması, hakla bâtılın
koalisyonudur. İlâhî dinden bazı hususlarla emperyalist keferenin bazı
prensiplerinin karması olan uydurma bir karışımdan, çirkin bir sentezden başka
bir şey değildir.
İslâm, “lâ (hayır!)” ile başlar. “Lâ ilâhe illâllah” demeyen insan müslüman
kabul edilmez. Tarihsel ve güncel ilâh yerine konulan her türlü sahte tanrıları,
güç odaklarını, otorite anlayışını, yani tâğutları reddetmeden müslümanlık
olmaz.884 Ilımlı İslâm denilen şey, “lâ”sız bir İslâm anlayışıdır. Reddedecek, tavır
alacak, savaşacak bir düşmanı olmamak; her şeyle ve gayri müslim herkesle
diyalog içinde kardeş-kardeş, barış içinde yaşamak… Kendisine ve her şeyden
önce dinine kast eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!... Aslında bu çirkin
kavramla istenen şey belli: müslümanın iğdiş edilmesi, işgalcilere karşı direnç ve
tavır gösteremeyecek şekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle
edilmesi…
Allah’ın yanında tek hak din olan İslâm,885 Allah tarafından tamamlanmış
ve Peygamberimiz tarafından bize sunulmuştur. “...Bugün size dininizi kemâle
(olgunluğa ) eriştirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak İslâm’ı
seçip beğendim, ondan râzı oldum...”886 İslâm, tarih boyunca Allah’ın insanlara
gönderdiği dinin genel adıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’la tamamlanan
ve olgunluğa ulaşan bu din, aslî kaynakları yönüyle kıyâmete kadar bozulmadan
devam edecektir. Bu dinin Kitabı olan Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın koruması
altındadır ve asla değişmeyecek, tahrif olmayacaktır. İnsanların din hakkındaki
görüşleri ve değerlendirmeleri değişse bile, İslâm, Allah’ın dini olarak devam
edecektir.
İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına
gelir. Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeye dayanan bir din
olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir. “İslâm”ın terim anlamı ise: Allah
tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette
insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm,
akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî
bir kanundur. Dünya hayatını düzene koyan İlâhî sistemin özel ismidir İslâm.
İnsanla Allah’ın arasındaki ilâhî bağdır. Mutluluğun, barışın, şeref ve izzetin
sağlandığı yaşama biçimidir. Allah’ın insanlara, onları mutluluğa ve yüceliklere
yükseltmek için gönderdiği İlâhî kanun ve ilkeler bütünüdür.
884] 2/Bakara, 256
885] 5/Mâide, 3
886] 5/Mâide, 3
- 339 -
İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti,
duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve
aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü
etkiden kurtarmaktır. İslâm, bütün peygamberlere gönderilen semâvî (İlâhî)
dinin adıdır. Çünkü İlâhî vahyin kaynağı birdir ve O da Allah’tır. Allah’ın
‘İslâm’ adını verdiği bu İlâhî din, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile olgunluğa ulaşmış,
bütün hükümler açısından tamamlanmış, bütün ilkeleri Peygamber tarafından
açıklanmış bir hidâyet yoludur. Allah katında geçerli din, yalnızca İslâm’dır.887
Bu dine inananlara ‘müslüman’ adını Allah vermiştir.888 Geçmiş peygamberler
de müslümandı, onlara inanan insanlar da. O peygamberler de insanları yalnızca
İslâm’a dâvet ettiler. 889
Müslüman, kalbiyle, diliyle davranışlarıyla İslâm’a teslim olduğunu, Allah’a
itaat ettiğini gösterir. Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.”
Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa
ona kul olmuş demektir. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min
bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve
Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”890 Allah’ı hakem kabul
etmeyen, O’nun hükmüne râzı olmayan, O’nu her konuda tek ölçü kabul etmeyen
kimse müslüman olabilir mi? Allah’ın dinini beğenmeyen, O’nun dininde bazı
eksiltmeler veya artırmalar yapan, o dindeki bazı hükümleri yok sayan veya
başka görüşlerle sentezleyen kimseden daha sapık kim olabilir?! Ilımlı İslâm
denilen şey, işte böyle bir sapıklıktır.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan
başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur;
En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın
ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür;
İslâm’dır. Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O’na karşı din
üretmek anlamına gelir. 891
İslâm’ın hâkim olmadığı sistemlerde, din devletsiz; devlet de dinsiz
konumdadır. İslâm’ın istediği gibi bir din topluma ve sisteme hâkim değilse,
devletin istediği bir din (dinin tahrif edilen şekli) ortaya çıkacaktır. Değişik
ifadeyle, bir ülkede ya dinin devleti, ya da devletin dini vardır. Ilımlı İslâm, zâlim
devletlerin, işgalci ve emperyalist güçlerin toplumları kendilerine kul etmek için
prensiplerini belirledikleri kuşa benzetilmiş bir din anlayışıdır.
887] 3/Âl-i İmrân, 19
888] 22/Hacc, 78
889] 2/Bakara, 128, 131-133, 135-136; 3/Âl-i İmrân, 20, 67 vd.
890] 33/Ahzâb, 36
891] Bak. 42/Şûrâ, 21
- 340 -
Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk’ın istediği şeyler: Hakkı eğip
bükmeden söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu
şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla
karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve
uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi
bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması,
inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah’ın emirlerinin büyüğü-küçüğü,
temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz.
İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve
onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah’ın
rızâsından başka beklentileri olmayan, âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir.
Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi,
dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar.
Bir müslümana Allah’ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icat
edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların
ücretlerini Allah verecektir.
Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından
bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir
müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı
ki dâvâyı/İslâm’ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur’an’dan destek ve cevaz
bulsun!
Ilımlı İslâm’ı savunan ve dinini yaşamak isteyen müslümanlara tek alternatif
olarak dayatan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya
satın almak ya da boğmaya çalışmaktır. “(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında
Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği
hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden)
yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların
başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.”892
Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın
hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber
şahsında mü’minlere emretmektedir.
“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri
de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar
isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” 893
892] 5/Mâide, 49
893] 68/Kalem, 7-9
- 341 -
“Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı/inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit
olasınız.”894
“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen
için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde
seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten,
neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve
ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı
da bulamazdın.” 895
“De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam/kulluk etmem…
Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” 896
Zamanımızda olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’in indiği devirde de kendi
kafalarına göre din icat edenler veya Allah’ın hükümlerinin kendi arzu ve
heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Hâlbuki Kur’an belli
dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil;
Kıyâmete kadar bütün insanlığın rûhî, ahlâkî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamak,
dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki,
âyette belirtildiği gibi Peygamber de dâhil olmak üzere hiç kimsenin Kur’an’ın
hükümlerini değiştirme veya onları tâviz pazarlığına koyma yetkisi yoktur.
Konuyla İlgili Birkaç Hadi s-i Şerif
“Benden sonra birtakım emîrler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını
tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben
de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim
onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir.
Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” 897
“Ben, sizin havuz başında öncünüzüm. Benim yanıma gelen ondan içer, ondan
içen de ebediyyen susamaz. Ve muhakkak benim yanıma birtakım kavimler
gelecek ki, ben onları tanırım, onlar da beni tanırlar. Sonra benimle onların
arasına bir perde konur. Ben, ‘onlar bendendir’ derim. Bana: ‘Sen onların, senin
ardından neler ortaya çıkardıklarını bilmezsin’ denilir. Ben de: ‘Benden sonra
dinde değiştirme yapanlar uzak olsunlar, uzan olsunlar’ derim.” 898
894] 4/Nisâ, 89
895] 17/İsrâ, 73-75
896] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
897] Tirmizî, 121, hadis no: 2360
898] Buhârî, Rikak 164; Müslim Fezâil 26-32
- 342 -
“Kitab ve Sünnet’ten başka uyulması gerekli üçüncü bir yol yoktur. Sözlerin en
güzeli Allah’ın kelâmı ve yolların en güzeli, Muhammed’in yolu, sîrettir. Dikkat!
(Sonradan) dinde ihdas edilmek istenen şeylerden sakının. Çünkü şer işlerden
birisi de, ihdas edilen şeylerdir. (Dinde) icat edilen her şey bid’attir. Bid’atler
dalâlettir.” 899
“Karanlık gecenin (zifiri) karanlıklarına benzeyen fitneler ortaya çıkmadan
amellere sarılın. (Zira o fitneler zuhur ettiği zaman) Kişi mü’min olarak
sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayacak. Veya mü’min olarak akşamlayacak,
kâfir olarak sabahlayacak. Dinini bir dünya metâı karşılığında satacaktır.” 900
“Ben sizi, gecesi, gündüzü gibi aydınlık olan (en küçük şüpheyi barındırmayan,
gayet açık) bir din üzerine bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, o dinden
(başka yönlere) sapar. Sizden kim çok yaşarsa, çokça ihtilâfa şâhit olacaktır. Onun
için Sünnetime ve hidâyete erdirilmiş olan hulefâ-yı râşidîn’in sünnetine/yoluna
yapışın...” 901
“…Bu din garip olarak başladı, tekrar garipliğe dönecektir. Gariplere ne
mutlu! O garipler ki, benden sonra, insanların sünnetimden bozdukları şeyi ıslah
edecekler.” 902
“İnsanlar arasında Allah’ın en çok buğzettiği üç kişi vardır. …(Bunlardan biri:)
İslâm’a girdiği halde câhiliyye sünnetini (yol, âdet ve tatbikatlarını) arayan.” 903
“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, onların içinde dini(nin gereklerini
yerine getirme) üzerinde tahammül gösteren, avucunun içinde ateş parçası tutan
gibidir.” 904
“Ben bir müşrikten yardım almam!” 905 “Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın.” 906
Günümüzde gerek sıcak, gerek soğuk savaş şeklinde nice coğrafyalarda tüm
şiddetiyle sürmekte olan hak-bâtıl mücâdelesi, aslında ilk insandan başlayıp son
insana, yani Kıyâmete kadar sürecek olan İlâhî bir kanun, Rabbânî bir cilvedir.
Yeryüzünü ıslah edecek halife olarak yaratılan insan, çok kısa bir zaman sonra bâtıl
savaşçısı Şeytanın hileli savaşıyla karşılaşmış ve halife olmanın, hak cephesinde
Allah’ın askeri olarak savaşta yer almanın eğitim ve imtihanından geçmiştir.
İnsanlık (ve İslâmlık) tarihi, peygamberlerin veya vârislerinin komutanlığındaki
899] İbn Mâce, Mukaddime 46
900] Müslim, İman 118, hadis no: 186
901] İbn Mâce, Mukaddime 6; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 16
902] Tirmizî, İman 13, hadis no: 2632
903] Buhârî, Diyât 9
904] Tirmizî, Fiten 61, hadis no: 2361; Ahmed bin Hanbel, 2/390-391
905] S. Müslim, hadis no: 151
906] Nesâî, Kitab: 48, bab 52
- 343 -
“hak”la, tâğutların komutanlığındaki “bâtıl” savaşının görüntüleri, teferruâtı
farklı; cephe ve asılları aynı olan bu mücâdele olaylarından başka bir şey değildir.
Bir müslüman için, bu savaşta tarafsız kalma, savaşın zorluklarından kaçarak
sulhu isteme, barışçı ve insancıl(!) olma tercihi sözkonusu değildir. O, şeytanın
askerleriyle, tüm hayatı boyunca savaş içinde olacaktır. Tâ ki, fitne yeryüzünden
tümüyle kalksın ve din tümüyle Allah’ın olsun. 907
Mü’min bu savaşta mutlaka safını seçmek zorundadır. Çünkü hakkın safında
yer almayan, bu tavrıyla bâtılın safını seçmiş kabul edilecektir. “İman edenler,
Allah yolunda savaşır, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın
dostları ile (kâfirlerle) savaşın. Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır.” 908
907] 8/Enfâl, 39; 2/Bakara, 193
908] 4/Nisâ, 76

6. BÖLÜM
HİDÂYET VE İSTİKAMET İÇİN
ATILMASI GEREKEN ADIMLAR
- 346 -
33. HUTBE
RASÛLULLAH BUGÜN BURADA YAŞASAYDI...
اَلْمُلْكُ يَوْمَئِذٍۨ الْحَقُّ لِلرَّحْمٰنِۜ وَكَانَ يَوْماً عَلَى الْكَافِر۪ينَ عَس۪يراً
وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلٰى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَب۪يلاً
يَا وَيْلَتٰى لَيْتَن۪ي لَمْ اَتَّخِذْ فُلَاناً خَل۪يلاً
لَقَدْ اَضَلَّن۪ي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ اِذْ جَٓاءَن۪يۜ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْاِنْسَانِ خَذُول اً
“İşte o gün gerçek egemenlik rahmânındır ve o gün inkârcılar için çok zor bir
gün olacaktır.
O gün, (dünyada iken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: ‘Keşke
peygamberle birlikte aynı yolda olsaydım!
Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim!
Meğer bana uyarıcı mesaj geldikten sonra, o dost bildiğim kişi bu mesajdan
beni saptırmış!’ İşte şeytan insanı (böyle) çaresizlik içinde yapayalnız bırakır.” 909
Tek önderimiz, rehberimiz, canımızı yoluna feda etme sözü verdiğimiz
Rasulullah’ın yolu, izi, takip ettiği çizgi ve metod olan sünneti yerine; onun
düşmanlarının izinden gitmekle iftihar eder oldu “Muhammed ümmetiyim”
diyen nice insan. Göstermelik şekilde Mevlit Gecesi gibi zaman dilimlerinde
senede birkaç gün o büyük insan anlatılır, sonra çağın Ebu Cehilleri övülüp
durulur bir yıl boyunca. Laiklik böyle bir şey olmalı: Çok dinli, çok peygamberli,
çok tanrılı olmak... Laik devlet ve onun güdümündeki halk, bayramları da ikiye
ayırır oldu: Milli bayram, dinî bayram diye. 29 Ekim’de camiye bayram namazı
kılmaya giden laik tipler yanında, Ramazan ve Kurban Bayramlarında artık
camilerin kapısına Türk Bayrağı asılmaya başlandı. Yakında, saygı duruşunda
bulunulmadan namaza geçilmeyecek diye cami bahçelerine heykel de
konulursa hiç şaşırmam, sürpriz saymam. Cami kapılarında asılan bayraklar,
Rabbimizin “hâkimiyet sadece Allah’ındır”910 demesine rağmen, câmilerde
okunan “hâkimiyetin ulusa ait olduğu”na dair hutbeler… Câmilerin devlet
dairesi, imamların namaz kıldırma görevlisi olarak devlet memuru olduğunun
göstergesi… Yaşlı cami cemaatini çocuk yerine koyup çocuk bayramını
909] 25/Furkan, 26-29
910] 12/Yusuf, 40
- 347 -
kutlattırmalar… Dini devlete karıştırtmamak (eskisiyle, değiştirileniyle)
anayasanın ve düzenin temel güvencesi olarak kabul edilirken, hani laiklik, aynı
zamanda devletin dine karışmaması demekti? Demek ki çağdaş düzenlerin de
helvadan putları var, istediği zaman yiyip yutmak için.
Onlar, Ramazan’da bir aylığına ellerine alıp sonra duvara asarak terk
ettikleri Kur’an’a davrandıkları gibi, Rasûl’e de yılda bir hafta ayırıp o haftanın
dışındaki zamanlarda onun düşmanlarına benzeyen şekilde yaşasınlar. Diğer
zamanlarda Kur’an ve Sünneti devre dışında tutsunlar. Onlara inat, biz kutlu
doğum haftaları olmasa da, o haftalar gelmese veya bir hafta bitse de Peygamber’i
gündemleştirmeye devam edeceğiz. Hayatımızın her alanına Allah’ın ve
Rasûlünün müdâhale etmesine zemin hazırlayacağız. Her an örneklik yönüyle
bahsedeceğimiz şahıs, Rasûl olacak. Yorumlayacağımız haberler, esas Kur’an
ve Kur’an’ın haberleri olacak: “De ki: ‘Bu Kur’an, büyük bir haberdir. Ama siz
ondan yüz çeviriyorsunuz.”911 Evet, bizim için, Mekke’ye ve Medine’ye sığmayan,
6. asırlara hapsedilmemesi gereken Peygamber, kutlu doğum haftasıyla da
sınırlandırılamaz. Öyleyse, haydi, Kur’an’ın tanıttığı Peygamber’i, Kur’an’ı da
doğru tanımak açısından yeniden ve ısrarla gündemleştirelim:
Rasûle itaat, onun izinden gitmek, sünnetlerine sarılmak; belirli bazı şeylerle
sınırlı değil, tüm hayatımızla ilgilidir. Onu on dört asır öncesine ve Mekke ile
Medine’ye mahkûm etmek, âlemlere rahmet olan şahsın evrensel ilkelerine
ihânettir. O bugün bu şehirde de örnektir. Sünnetleriyle burada yaşamalıdır.
O yüzden “o bu gün yaşasaydı, ne yapardı?” sorusunu kendimize sormak ve
cevabını imanımızın, vicdanımızın ve irfanımızın sesinden alabilmek gerekir.
Ve aldığımız cevabı sünnet olarak yaşamak… Önce biraz aykırı sorular soralım;
soralım ki, hayatımızla Peygamber hayatı arasındaki çelişkiler sırıtsın.
O bugün yaşasaydı, hangi köşkte yaşardı? Mercedes mi alırdı, BMV’yi mi
tercih ederdi?
Hangi bankanın veya bankaların kredi kartlarını kullanırdı? Banka
işlemlerini yaparken, faiz alır veya kredi çekerken besmele de çeker miydi?
Televizyonda hangi kanalları seyreder, hangi dizilerin tiryakisi olurdu?
Hangi şarkıcıları dinler, hangi sanatçıları över, hangi artistleri severdi?
Hangi takımı tutar, nasıl slogan atardı?
Yaz tatillerinde Marmaris’i mi, yoksa Antalya’yı mı tercih ederdi?
911] 38/Sâd, 67-68
- 348 -
Hangi Ergenekoncu subayın emri altında askerlik yapardı?
Düzeni devam ettirmek için tâğutlara nasıl yardım ederdi?
Düzenin yöneticisi olmaya, hangi basamaktan başlardı?
Hangi partiye oy verir, hangi devlet adamlarını kendinden kabul ederdi?
Heykellerin karşısında saygı duruşunda iken ne okur, deftere ne yazardı?
Hangi eliyle çelenk koyar, kutlamalarda ne tür konuşmalar yapardı?
“Biz de Atatürkçüyüz”, “Atatürk’ün izindeyiz” sözünü hangi törenlerde
söylerdi?
Hangi Batılı ülkeleri dost ve müttefik kabul eder, hangi yöneticileri kardeş
kabul ederdi?
Ümmet kavramını ne zaman ümmete unutturur, Avrupa ile ortak devlet
olma hedefini nasıl ilan ederdi?
Tevhid söylemlerinden hangi rüzgâra kapılarak vazgeçer, kâfirlere sınırsız
tavizler verirken, ne tür uzlaşmalar içinde olurdu?
Demokrasiyi mi daha harâretle savunurdu, liberal ekonomiyi mi?
“Devletin dini olmaz, paranın imanı olmaz” sözlerini hangi kâfirleri
memnun etmek için söylerdi?
Yatırları veya modern türbe Anıtkabir türü yerleri kimlerle ziyaret ederdi?
Katıldığı bayrak törenlerinde kravat mı takardı, yoksa papyon mu?
İstiklal Marşı dinlerken hangi titizlikle hazırola nasıl geçerdi?
Vergisini hangi vergi dairesinde öderdi?
Çocuklarını hangi okullara gönderirdi? Düz Liselere mi, özel okullara mı?
Hangi marka elbise giyerdi, kravatının rengi ne olurdu?
Giydiği kot yerli mi olurdu, yabancı mı? MC Donald’daki menüsü ne olurdu?
Coca Cola’yı mı, yoksa Pepsi’yi mi tercih ederdi?
Hangi marka sigara içerdi, yerliyi mi Amerikan sigarasını mı tercih ederdi?
Hangi dergâhta şeyh olur veya hangi cemaatin imkânlarından yararlanırdı?
Hangi derneğin başkanlığını yapar, hangi grubun başına geçerdi?
Hangi TV. programında boy gösterir, hangi kanalda mevlit okurdu?
- 349 -
TV.’de hangi sanatçıların hangi sanatlarını icra etmesinden sonra sahne alır,
konuşurken hangi reklamların girmesine ses çıkarmazdı? Program başına ne
ücret alırdı?
Koltuk takımları alırken hangi markayı tercih ederdi? İstiklal mi, Bellona
mı, yoksa Avrupa markalarını mı tercih ederdi?
Evindeki televizyonunu ne zaman LCD ile değiştirirdi? Uydu anteni hangi
marka olurdu?
Taşıdığı cep telefonuyla günde kaç fotoğraf çekerdi?
“Böyle soru mu olur?” “Rasûlullah bunları yapar mıydı?” diye tepki
gösterdiğinizi sanıyorum. Onunla aramızdaki çelişkiyi daha iyi vurgulamak
için bu soruları sorma ihtiyacı hissettim. Eğer o bunları yapmaz idi ise, biz
O’nun ümmeti olarak, O’nu örnek alıp O’nun izinden gitmemiz gerektiği halde,
hangi yüzle ve nasıl bunları yapabiliriz? Onun için sorulması uygun olmayan
bu sorular bizim için nasıl sorulabiliyor?
Peki, günümüzde yaşasaydı o yüce insan, ne yapardı? Giyimi, evi, işi, aşı,
putlarla ve putçularla ilişkisi, İslâm düşmanlarına tavrı, yani topyekûn yaşayışı
nasıl olurdu? Herhangi bir iş yapmaya karar verirken, “Rasûlullah olsa idi,
bugün benim yaşadığım bu yerde yaşasaydı bu işi yapar mıydı, yaparsa nasıl
yapardı?” diye sorsak ve kendi imanımızdan ve vicdanımızdan aldığımız cevap
doğrultusunda yaşasak, işte o zaman sünneti yaşamış oluruz. İşte o zaman
O’nun izinden gitmiş, O’nu örnek almış oluruz. O Rasûl, bugün yaşamış
olsaydı, elinde ve gönlünde Kur’an mı olurdu, yoksa cep telefonu mu? Kur’an’ı
mehcur bırakıp terk ettiği olur muydu? Politikacıları sever, bugünkü halleriyle
onları destekler miydi? Onlarla ilişkisi nasıl olurdu? Cevabını biliriz, biliriz
de Rasul’ün sünnetine değil, başkalarının yolunu ve izini tercih ediyorsak,
“Peygamberin kim?” sorusunun cevabı olarak dilimizden hangi ad çıkar acaba?
Peygamberimiz bugün yaşasaydı sigara içmezdi, televizyon seyretmezdi,
kahvede vakit öldürmezdi, kredi kartı kullanmazdı, bunlardan daha önemlisi;
hiçbir şekilde putlara saygı duymaz, putperestlerle uzlaşmazdı. İslâm’a düşman
olan düzenle mücadele ederdi. Tâğutlara yardımcı olmaz, tam tersine İslâm
dışı düzenle ve o düzeni sürdürenlerle mücadele ederdi… diyorsak o zaman bu
doğrultuda, sünnet kavramını güncelleştirme konusunda bize çok iş düşüyor.
Sünnet, meselâ sabah-akşam kabak yemek değildir. Sünnet, şekil yönüyle
Peygamber’i taklit etmekten öte, onun din adına yaptıklarını günümüzün
şartlarına uyarlamak, onun yaptıklarının gerekçe ve hikmetlerinden yola
çıkarak Kur’an’ı günümüz hayatına geçirmeye çalışmaktır. “Bugün ve
- 350 -
burada”yı Muhammed’ce yaşamak, “küçük Muhammed”, “Muhammedcik”
olmaya çalışmak, ashabla hayırda yarışmaktır. Sünnet, günlük hayatımızda
Peygamberimiz’in yapacağından emin olduğumuz şeyleri yapmak, onun
yapmayacağını değerlendirdiğimiz şeyleri terk etmektir. Evimiz, işyerimiz ve
sokaklarımızdan tutun da, okullar, mahkemeler, kanunlar, devlet Peygamberin
ilkelerine mi daha çok benziyor, yoksa O’nun düşmanı Ebû Cehil’lerin ilke ve
uygulamalarına mı benziyor? Kimi örnek aldığımız bu sorunun cevabındadır.
Sünnet: O’nun yolu, tavrı, davranışları ve konuşmaları demek… Bugün
sünnet olarak bildiğimiz birkaç tane, o da şekilden ibaret şey kalmış. Namazların
sünnetleri, yaşlı adamların sakalları, erkek çocukların küçük bir operasyonu
ve benzer bir-iki şey. Bunların dışında Peygamber’in yaşayışını, meselâ
sünnet olarak on tane davranışını bile sayamıyor Müslüman. Hâlbuki sünnet;
Peygamberimiz’in din adına yaptığı her şeydir, tavsiye ettiği, uyguladığı her şey.
Oğullarını sünnet ettirmeyenleri kınıyoruz da, ondan daha kuvvetli sünnetleri
terk edenleri niçin kınamıyoruz? Kendimizin de kınanacak birçok yönümüz
olduğunu kabul edelim, çünkü nice sünnetleri terk etmişiz. Esas sünnet,
Kur’an’ın hayata geçirilmesinde nebevî modeldir. O, canlı Kur’an’dı. O’nun
tüm hayatı sünnettir. Peygamberimiz’in putlarla ve putçularla nasıl mücadele
ettiği, cihadları, savaşları, insanları nasıl eğittiği, toplumsal sünnetleri, nasıl
devlete gittiği vb. bilinmeden sünnet kavramı da doğru anlaşılmaz.
Peygamberimiz kimlerle, niçin mücadele etti? Biz de aynı kimselerle
mücadele etmek zorundayız. Peygamber’in düşmanları sadece O’nun
zamanıyla sınırlı değildi. Ebu Cehiller, Ebu Lehebler günümüzde belki daha
etkin roldeler, ama onları tanıyacak ve gereğini yapacak Sünnet ehli insanlar
aranıyor. O’nun düşmanlarını dost kabul edemeyiz. O’nun düşmanları “ben
O’nun düşmanıyım” demeyebilir, sinsi olabilir, O’nun getirdiği vahye, Kur’an’a
ve O’nun yaşayışına yani Sünnetine düşman olanlar, Müslümanlara bu
konuda özgürlük hakkı vermeyenler, kim olurlarsa olsunlar bizim dostlarımız
olamazlar.
Peygamberimiz, Kur’an’ı hayata taşıyıp Sünnetiyle tefsir edip uygulayarak
o günkü câhiliye hayatını tarihin çöplüğüne atmıştı. Şimdi daha feci bir
şekilde ortada duran sosyal ve siyasal câhiliyeyi yine yeniden uzaklaştırmak
için Kur’an ve Sünnetin hayata geçirilmesinden başka yol yoktur. Bu görev,
hem dünya kurtuluşu ve hem de âhiret ödülü için şarttır.
Peygamberimiz’e karşı, O’nun mirasına ve bize bıraktığı emanete karşı bu ve
benzeri görevleri düşünüp planlamadan kuru kuruya güller ve gül edebiyatlarıyla,
duygusal hitaplarla Peygamber’i anmak, O’nun aziz hâtırasına saygısızlık olabilir.
- 351 -
Hayatımız Onun yaşayışına, evlerimiz Onun evine, sokaklarımız Onun
Medine’sinin sokaklarına, okullar Onun Suffe okuluna, devlet Onun devletine
ne kadar benziyor? Onun, nice zahmetlerle kurduğu devleti ne yaptık?
Onun adını destanlaştırması gereken dillerimiz ne adlar belledi? Kimleri
putlaştırdı? Artistleri, şarkıcıları, futbolcuları, tâğutları ezbere bilen, fakat
Peygamberin hayatını onların yaşayışı kadar bile tanımayan, Peygamberin
izi yerine başka izler takip eden nesiller nasıl onun ümmeti olacak?! Bugün
yine câhiliye hayatı her şeyiyle hâkim. Peygamberimiz’in hayata geçirdiği
prensipleri bireysel, sosyal ve siyasal hayatımıza hâkim kılarsak, yaşanılan
câhiliye asrı da mutluluk asrına dönüşecektir. İşte, sünneti gerçek anlamda o
zaman yaşamış olacağız.
Muhammed’siz ümmet, öndersiz vâris olunmaz. “Ilımlı İslâm” projesinin
devamı olarak “Ilımlı Muhammed” şeklinde, küfre ve şirke müdâhale etmeyen
bir portre sunuluyor. Suya sabuna dokunmayan, hiç kılıç kuşanmamış,
putlarla ve putçularla hiç mücadele etmemiş, eli tesbihli, herkese gül dağıtan
şeyh görüntüsünde, zulme ve münkere karışmayan tonton bir hacı amca gibi
takdim ediliyor. Hayır, bin defa hayır! Bu, benim peygamberim değil. O, rahmet
peygamberi olduğu kadar savaş peygamberiydi. O’nun dostluğu dünyalara bedel
olduğu gibi, düşmanlığı da korkulacak bir azap idi. Onu tanıyan, başka lider
arar mı? Onu seven başkasının arkasından gider mi? Âlemlere ve bize rahmet,
Muhammed! Salât ve selâm O’na ve O’nu örnek alanlara olsun!
- 352 -
34. HUTBE
DÜNYA ÇÖLLERINDE CENNET YOLUNU ŞAŞI RAN
KIMSEYE KILAVUZLUK: HIDÂYET
Âyet :
وَالَّذ۪ينَ اهْتَدَوْا زَادَهُمْ هُدًى وَاٰتٰيهُمْ تَقْوٰيهُمْ
“Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah hidâyetlerini artırır.” 912
انَِّ الَّذ۪ينَ امَٰنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ يَهْد۪يهِمْ رَبُّهُمْ بِا۪يمَانِهِمْۚ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْ انَْهَارُ ف۪ي
جَنَّاتِ النَّع۪يمِ
“İman edenler ve sâlih ameller işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları
hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir.” 913
كَيْفَ يَهْدِي اللهُّٰ قَوْما كَفَرُوا بَعْدَ ا۪يمَانهِِمْ وَشَهِدُٓوا انََّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاللهُّٰ لَ ا
﴾ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ ﴿ ٦٨
“İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğu, Allah nasıl hidâyet
eder?” 914
وَاللّٰهُ لَ ا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ
“Allah, zalimler topluluğuna hidâyet etmez.” 915
لَيْسَ عَلَيْكَ هُدٰيهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ
“Onların hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini hidâyet eder.” 916
Hidâyet kavramı Arapça’da; yol, yön, sîret, maksat, adak, bir şeyin benzer, misli
ve bir adamın içinde bulunduğu hal, durum, doğru yol gibi değişik fonksiyonlu
anlamlar taşır. Hidâyet, bu bakımdan insan hayatının tümünü kapsayan bir ölçü
konumundadır. Genel anlamda hidâyet kavramının, bir insanın kendisine yöneldiği
ya da yönlendirildiği, inanç ve yaşama biçimi olarak değerlendirmek mümkündür.
912] 47/Muhammed, 17
913] 10/Yûnus, 9
914] 3/Al-i İmran, 86
915] 2/Bakara, 258
916] 2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199
- 353 -
Çölün ortasında yolunu şaşırıp kaybeden bir kimseyle, bir rehber yardımıyla
gideceği yeri, yönü rahatça tayin edip bulan kimse bir olmaz. Bu bakımdan
hidâyetin tam karşısına da şaşırmışlık, sapmışlık, anlamına gelen dalâlet
kavramının yerleştirildiği görülür. Çünkü her şey kendi zıddına nispetle daha
gerçek anlam taşır. Öyleyse insanı, tâğutlar tarafından çölleştirilmiş hayat
yolunda doğru istikamete götürecek, sapmalardan koruyacak, doğru yön tayin
edecek kılavuz nedir? Cevabı hidâyet kitabı versin: “De ki: Hidâyet/doğru yola
kılavuzluk; ancak Allah’ın hidayetidir.”917; “Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi
mi?”918; “Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğri olanı da vardır.
Allah dileseydi hepinizi hidayete iletirdi.” 919
Hidâyet; doğru yolu bulma, açıklama, ilham etme, muvaffak kılma
anlamlarına gelmektedir. Terim olarak hidâyet; küfür, şirk ve sapıklıklardan
kurtularak, İslâm’ın aydınlık yoluna girmektir. Hidâyet, lutf ile olan
rehberlik demektir. Allah Teâlâ’nın, lütuf ve keremiyle, kuluna sonu hayır ve
mutluluk olacak isteklerinin yollarını göstermesi veya yola götürüp muradına
erdirmesidir. Sadece yolunu ve sebeplerini göstermeye irşâd; neticeye erişinceye
kadar yola götürmeye de tevfîk denir. Hidâyette istenen, hayra ulaştırmaktır.
Meselâ, hırsıza yol göstermeye hidâyet denmez. Hidâyeti buldurmaya “ihtidâ”
veya “hüdâ” denmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “el-Hâdî”, yani
hidâyet veren, hidâyete erdirendir.
Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan,
onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan,
her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihetlere yönelten
zattır. Bundan fazla olarak, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref
kılar, istediğini dosdoğru yola hidâyet eder. Ayrıca bütün diğer yaratıkları
faydalarına olan yöne sevkeder, rızık arama yollarını, zararlardan sakınmalarını
ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidâyete bazı örnekler verir: Yeni
doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive çıkar çıkmaz daneleri toplamasını,
arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını vb. gibi her canlı için en uygun şartı
ilham eder. Hidâyetin zıddı dalâlettir. Dalâlet; sapmak, şaşmak, karanlıkta
kalmak, bocalamak ve kaosa yenik düşmek anlamlarına gelir. Dalâlet, doğru
yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmaktır. “İhdinâ” kelimesinin Türkçeye
çevrildiğinde en uygun tabir: “bize hidâyet et” ifadesidir. Merhum Elmalılı’nın
açıklamasına göre: “İhdinâ” kelimesini “göster” diye tercüme etsek, götürmek
kalır. “Götür” deyince, letafet kalır ve hiç biri tam anlamı ifade etmez. En
917] 6/En’âm, 71
918] 93/Duhâ, 7
919] 16/Nahl, 9
- 354 -
uygunu Türkçeye de yerleşmiş olduğu şekliyle “bize hidâyet et” ifadesidir. Yani
hidâyet, tek kelimeyle tam olarak tercüme edilemez.
Hidâyet, bir yolu göstermek ve o yolda sebatı sağlamada yardımcı
olmaktır. Yalnız göstermek, dinin anladığı manada hidâyeti ifade etmez.
Gösterilen yolda sebata yardım etmek de vahyin hidâyetinin bir parçasıdır. O
yüzden daha çok hidâyete ermiş insanların okuduğu Fatiha suresi 5. âyetindeki
“ihdinâ” kelimesine, bazı müfessirler; “bize verdiğin hidâyette sebatımızı nasib
et” anlamı vermişlerdir.
Kur ’an ’da Hidâyet
Hidâyet, Kur’an’ın en önemli kavramlarından birisi olmakla beraber,
aynı zamanda zıddı olan dalâletle birlikte Kur’an’da en çok zikredilen
kelimelerdendir. Hidâyet kelimesinin kökü olan “Hdy” kelimesi ve türevleri
Kur’an’da 317 yerde geçer. Hidâyetin zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü “d-l-l”
ve türevleri ise toplam 188 yerde kullanılır. Hâdî, hidâyet eden, hidâyet yaratan,
istediğini hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur’an’a göre
mutlak Hâdî, Allah’tır. Mutlak Hâdî olan Allah’ın insanlara olan hidâyetinin ise
dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:
1- Hidâyetin bütün mahlûkata şamil olması. Bu, Allah’ın onlara akıl, zekâ
ve zaruri bazı bilgiler ihsan etmesidir. Tâhâ, 50 ve A’lâ, 3 âyetlerinde bu tür
hidâyetten bahsedilir.
2- Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidâyet. “Onları, buyruğumuz
ile, insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler yaptık.”920 âyetinde olduğu
gibi.
3- Bu hidâyeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik hidâyeti, onları
bu hidâyete muvaffak kılması. “Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah
hidâyetlerini artırır.”921; “Allah, iman edenleri hidâyet etti.”922 âyetlerinde olduğu
gibi.
4- Âhirette cennete hidâyet edip iletmesi. “Hamd Allah’a olsun ki, bizi buna
hidâyet etti.”923 âyetinde olduğu gibi.
İnsan, bir başkasını, bu dört hidâyet çeşidinden sadece davet ve yolu
tanıtmak suretiyle hidâyete sevkedebilir. Hz. Peygamber’e hitaben: “Muhakkak
920] 21/Enbiyâ, 73
921] 47/Muhammed, 17
922] 2/Bakara, 213
923] 7/A’râf, 43
- 355 -
ki sen, dosdoğru yola hidâyet edersin.”924; “Her millet için hidâyet eden
(yani, davet eden) vardır.”925gibi âyetlerde kasdolunan hidâyet, bu nevidendir.
Gerekli istidatları, tevfik ve âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür hidâyet
çeşitlerine ise: “Sen istediğini hidâyete erdiremezsin”926 (Hitap özellikle Hz.
Peygamber’edir.) gibi âyetler işaret eder. Allah’ın; zalimler, kâfirler, fasıklar
hakkında menettiğini bildirdiği her âyette, üçüncü nevi, yani “hidâyeti kabul
edenlere mahsus olan tevfik hidâyeti” söz konusudur. Cennete koymak ve
âhirette mükâfat vermekten ibaret olan dördüncü kısma giren hidâyet ise
şu gibi âyetlerdedir: “İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehadet
ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğu,
Allah nasıl hidâyet eder?”927; “Allah, zalimler topluluğuna hidâyet etmez.”928;
“Onların hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini hidâyet eder.” 929
Hâdî, cahiliyye devrinde, yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip,
varacakları yerlere götüren kimseye denilmektedir. Kur’an, sâlih amelle
hidâyet arasında yakın bir münasebet olduğunu açıklar. Tevbe-iman-sâlih
amel üçlüsünün neticesinde hidâyete ulaşılmaktadır.930 Başka bir ifadeyle
hidâyet, tevbe-iman-sâlih amelin doğal neticesidir. Hidâyete ermenin, iman
ve sâlih amellerle olacağını şu âyette de görmekteyiz: “İman edenler ve sâlih
ameller işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları hidâyete erdirir, doğru
yola eriştirir.”931 Başka bir âyette de hidâyet ve ıslah arasında bir ilginin varlığı
görülmekte olup, şöyle buyrulmaktadır: “Onları hidâyete erdirir, doğru yola
eriştirir ve durumlarını düzeltir.”932 Âyette doğru yola eriştirilen ve durumları
düzeltilenler, surenin baş tarafında ifade edildiği gibi, iman eden ve sâlih amel
işleyenlerdir. 933
Hidâyet , Yön Bulmak ; İman , Yönü Bulduran Kuvvet
İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran
kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı
karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu
gerekli kılar. Bu bakımdan Kur’an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır.
924] 42/Şûrâ, 52
925] 13/Ra’d, 7)
926] 28/Kasas, 56
927] 3/Al-i İmran, 86
928] 2/Bakara, 258
929] 2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199
930] 20/Tâhâ, 82
931] 10/Yûnus, 9
932] 47/Muhammed, 5
933] Ömer Dumlu, Kur’ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi, DİB Y., s. 63
- 356 -
Kur’an’da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında
nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.
Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam
Fâtiha sûresinde “ihdinâ” (bize hidâyet et) diye dua ediliyor. Dalâlette
bulunanların hidâyet istemesi, hidâyetin meydana gelmesini istemek; hidâyette
bulunanların hidâyet istemesi de sebat ve hidâyet mertebesinde yükselmeyi
istemek anlamındadır. Bizi hidâyet üzere sâbit kıl, hidâyetten ayırma demektir. Şu
âyette buna benzer dua ifadesi vardır: “Ey Rabbimiz, bizi hidâyete ulaştırdıktan
sonra, kalplerimizi saptırma.”934 Nice âlim ve âbid vardır ki, onun kalbine
küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hak’tan sapmış, ayağı kaymış ve dosdoğru
yoldan, müstakim dinden dönmüştür. Müslümanca bir hayat önemlidir, ama
müslümanca ölmek çok daha önemlidir. “Başka türlü değil, sadece müslüman
olarak ölün.”935 Tabii, Müslümanca ölmek için Müslümanca yaşamak şarttır. Biz,
her an hidâyette kalabilmek, doğru yoldan sapmamak için Allah’ın yardımına
muhtacız. Zaten suredeki tüm cümleler istimrarı (devamlılığı) ifade etmektedir.
Hamdler, sürekli O’na; ibâdetler, tâatler ve dualar da kesintisiz O’nadır.
Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, araç, akl-ı selim, Peygamber
ve Kitap’tır. Müstakim yolda kalabilmemiz, kesintisiz olarak bunlara sahip
olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı
bulunmak, Peygamber’e bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda
kalmak için de önemlidir. Öte yandan müslüman daha ileriye, en ileriye taliptir.
Zarardan kurtulmak için, mü’minin iki günü birbirine denk olmamalıdır.
İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidâyet yolunda mesafe
kat etmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde yer almaya gayret etmelidir. İşte bu
duamızla biz, Rabbimiz’den hidâyetimizin artırılmasını da istiyoruz.936
Bu âyetten hemen önce “Ancak Senden yardım isteriz.” denilmişti. İşte,
bu duanın nasıl yapılacağını göstermek için duaya başlanıyor: “Hidâyet
eyle bizi doğru yola...” Bu talep ve dua, istianenin öneminin ve genişliğinin
tatbik sahasını gösteriyor. Dua ve isteğe ne suretle başlayacağımızı, Allah’tan
ne istememiz gerektiğini, bizim için en büyük ve en değerli şeyin ne olması
gerektiğini öğretmek için böyle dua etmemiz telkin edilmiş oluyor.
“İhdinâ” (Bizi hidâyete erdir) ifadesi, ne istediğimizi anlatmaya yetebilirdi.
Ama bununla yetinilmedi. Nereye hidâyet edilmesi, hangi yola Allah’ın bizi
934] 3/Al-i İmran, 8
935] 2/Bakara, 132
936] Bkz. 35/Fâtır, 32
- 357 -
iletmesini istediğimiz de “es-sırata’l-müstakıym” ifadelerinde açıklanmış oldu:
“Dosdoğru yola. Öyle yol ki...”
Niçin “bana hidâyet et” değil de; “bize hidâyet et” diye çoğul edatı kullanıldı,
denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Dua, daha genel olduğu zaman, kabul
edilmeye daha yakın olur. Müslümanlar arasında duası kabul olunacak mutlaka
birisi vardır. Allah, birisinin duasını kabul edince, diğerlerinin duasını geri
çevirmez, denilmiştir. Peygamberimiz, “Allah’a, kendisiyle isyan etmediğiniz
dillerle dua edin.” Buyurdu. Sahabe: “Ya Rasulallah, hangimizin öyle dili
vardır?” deyince de, O: “Birbirinize dua edersiniz. Çünkü sen onun lisanı ile,
o da senin lisanınla Allah’a isyan etmemişsinizdir.” buyuruyor. Kul, sanki şöyle
der: “Senin Rasülün ‘cemaat, birlik rahmet; ayrılık ise azaptır.”937 buyuruyor.
Sana hamdetmek isteyince de, bütün hamdleri dile getirerek “elhamdü lillâh”
dedim. İbâdeti dile getirdiğimde, bütün herkesin ibâdetini dile getirerek “iyyake
na’budu - ancak Sana ibâdet ederiz-” dedim. Yardım talebinde bulununca da,
herkesin yardım talebini söyleyerek “ve “iyyâke nesteıyn (ancak Senden yardım
isteriz)” dedim. Şüphesiz hidâyeti istediğimde, onu herkes için isteyerek “ihdina
-bize hidâyet ver-” dedim.” Ayrıca, çoğul zamiri kullanılan bu ifade tarzında,
müslümanların cemaat halinde olmaları gerektiğine işaret vardır. Onlar toplu
halde bir şeye karar verirlerse, bu doğru ve Allah katında değeri olan bir hüküm
olur. Toplu haldeki bu müslümanlara Allah, yeryüzünü vâris kılıp, onları da
yeryüzünde halifeler kılmıştır. 938
“İhdinâ” derken, hidâyetin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu bildiğimizi
de itiraf etmiş oluyoruz. Allah, Rasulüne: “Sen sevdiklerine hidâyet veremezsin.
Ancak Allah, dilediğine hidâyet verir.”939 buyurarak, hidâyeti Rasülünün bile
veremeyeceğini bildirir. Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara
yol gösterirler. “Muhakkak sen, sırat-ı müstakıyme yol göstermektesin.”940
Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında
yürüyoruz. Rabbimiz, bu yolda bizlere ilerlemeyi nasip eylesin. Öyleyse haydi
Vahiyle, Kur’an ile hidâyet bulmaya...
Yol açıklığı ver ya Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi
kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan
sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!
937] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/278
938] 35/Fâtır, 39; 21/Enbiyâ, 105
939] 28/Kasas, 56
940] 42/Şûrâ, 52
- 358 -
35. HUTBE
SI RÂT-I MÜSTAKIYM, DOSDOĞRU YOL VE YOLCU
Âyet :
قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ
“Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur’ de!”941
وَعَلَى اللّٰهِ قَصْدُ السَّب۪يلِ وَمِنْهَا جَٓائِرٌۜ وَلَوْ شَٓاءَ لَهَدٰيكُمْ اَجْمَع۪ينَ۟
Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi
hepinizi doğru yola iletirdi. 942
وَهَدَيْنَاهُ النجَّْدَيْنِۚ
“Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?”943
وَجَعَلْنَاهُمْ اَئِمَّةً يَهْدُونَ بِاَمْرِنَا
“Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.”944
اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْد۪ي لِلَّت۪ي هِيَ اَقْوَمُ
“Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür.” 945
Sırât-ı müstakıym: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Dosdoğru yol; İki
nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına
en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır sırât-ı
müstakıym.
“İstikamet”in esas anlamı, doğru olmaktır. Ancak, bu istikamet için esas
olan doğruluk, herkesin kendi anlayışına bağlı olan göreceli doğruluk değil;
iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olan dosdoğru olmaktır. Zira bu
seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece sözde ve lâfta kalır, davranış
ve yaşayış haline gelemez.
941] 2/Bakara, 120
942] 16/Nahl, 9
943] 90/Beled, 10
944] 21/Enbiyâ, 73
945] 17/İsrâ, 9
- 359 -
Sırât-ı Müstakıym: İslâm kültüründe ilmin gâyesi tevhid; amel ve ibâdetin
zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakıym
denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakıym de doğru diye belirtilmiştir, ama
bu “doğru”yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya
üzerinde böylesine müstakıym bir doğru çizmek de mümkün değildir. O halde,
istikametin türediği kök olan “kavm” veya “kıvam” kelimelerinin, “ayağa kalkıp
durmak” mânâsından hareketle “müstakıym”e; “aşağıdan yukarıya yükselen
doğru”dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakıyme de; “dünya durağından
mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa yol” mânâsını vermek
mümkün olur. Bu anlamda bizi yücelere doğru yükseltmek için Allah’ın gökten
uzattığı ipi olan hablullaha/Kur’an’a sımsıkı yapışmak946 istikamet için, sırât-ı
müstakıym için temel şarttır.
Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı
Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar: “Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra
istikamet sahibi olarak dosdoğru yaşayanlara, hiçbir korku yoktur. Onlar
mahzun da olmayacaklardır.”947 Bu âyette sırât-ı müstakıym; Cenâb-ı Hakk’ın
nimete erdirdiği kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu
olarak târif ediliyor. Acaba, böylesine yüceltilen İnsanlar kimlerdir? Bu sorunun
cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: “Allah’a ve Rasûl’e itaat edenler;
Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle
beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.” 948
Hidâyet , Yön Bulmak ; İman , Yönü Bulduran Kuvvet
İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran
kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı
karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu
gerekli kılar. Bu bakımdan Kur’an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır.
Kur’an’da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında
nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.
Yol ve Yolcu
İnsan, her adım başında bu yoldan (sırât-ı müstakıym) sapabilir. Bu
bakımdan, bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son
anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son
946] 3/Âl-i İmrân, 103
947] 46/Ahkaf, 13
948] 4/Nisâ, 69; Hayri Bilecik, Mefhumlardan Tefekküre, Hülbe Y., s. 99 vd.
- 360 -
anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz.
Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihlere kat.”949 diye duâ etmiştir.
İşte, ömür boyu Allah’ın yolunda kalabilmek ve özellikle bu yol üzerindeyken
can verebilmek için her an Allah’a duâ etmek gerekir: “Rabbimiz, hidâyete
ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize rahmet bağışla.”950
diye yalvarmak gerekir. “Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde
sâbit kıl!”951 diye, hem dille, hem davranışlarla niyaz etmek gerekir. İşte, dünya
hayatında “sırât-ı müstakıym” üzerinde olan İnsanlar, ‘kıldan ince, kılıçtan
keskince’ yolu geçen İnsanlar, âhirette de cehennemin üzerindeki “sırât”tan
geçip, cennete ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah’ın yolu dışındaki
yollarda yürüyenler; âhirette cehenneme uzanan yola girip, ateşin içinde
yuvarlanacaklardır: “Toplayın o zâlimleri, onların eşlerini ve Allah’ın dışında
taptıklarını. Götürün onları cehennemin yolunu (sırâtına).” 952
Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz, yolcusuna
sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran...
Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç itirazsız düz (kısa),
geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olanıdır. Fâtiha’nın
bu âyetinde kul, Allah’tan bir istekte bulunur; bir yolcu olarak kendisine dosdoğru
yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını ister. Kulun isteği sadece doğru
olan herhangi bir yol değildir. Kul, dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir
yere gitmek değil midir? O halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk
olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı
bulunmayan bir yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin
nedeni işte budur. İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Âyetteki ‘yol’dan ne kast
edildiğine gelince:
Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre
dinlenmek için oturulan hana/otele benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri çıkış
için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedî geleceğe, yani âhirete çıkan bir
yoldan ibârettir. “Sizden her birinize bir şeriat ve bir yol belirledik”953; “De ki,
şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah’ı birleyen, tevhid ehli
İbrâhim’in dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi.”954 Bu ve diğer bazı
âyetlerden de anlaşılıyor ki, “yol”dan maksat din, yani inanç ve hayat tarzının
dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin kendisidir. Bu
949] 12/Yûsuf, 101
950] 3/Âl-i İmran, 8
951] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
952] 37/Saffât, 22-23; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 129-130
953] 5/Mâide, 48
954] 6/En’âm, 161
- 361 -
durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, “Beni dinlerin inanç ve hayat
tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe taşımayanına
sahip ve mensup kıl!” anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırât-ı müstakıym;
İslâm, Kur’an ve Rasûlullah’ın yolu ve bunların dayanağı Allah’ın bildirdiği
vahiydir. Fâtiha sûresinin söz konusu âyetinden, kulun Allah’tan, kendisini
Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği anlaşılır.
Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın bireysel
ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar, bilim
adamları ve düşünürler... tarafından oluşturulan sistemlerin tamamı İnsanlığı
huzur ve saâdete kavuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış; uygulama imkânına
kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş, arkalarında perişan İnsanlar
veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu
nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın şeklini ve yönünü tayin edecek
esaslar belirleme gayretinin Kur’ân-ı Kerim tarafından dayanaksız bir çaba
olarak nitelendirilmesi955 oldukça anlamlıdır. Böylesi bir gayretin çözümsüz
olduğunun belirtilmesi de oldukça gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini,
güç ve yeteneklerini aşar. Bu iş, âlemlerin rabbi Allah’a ait olup insanların bireysel
ve toplumsal hayatlarında gerçek huzur ve saâdeti sağlayacak bir sistemin sahibi
ancak O’dur. “De ki: Yol gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir.”956; “Asıl doğru
yol, Allah’ın yoludur’ de!”957; “Yolu doğrultmak Allah’a aittir.” 958
Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu Kur’an’da
bildirilip gösterilmiştir: “Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?”959;
“Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.”960;
“Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür.” 961
İbn Mes’ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: “Hz. Peygamber
bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve ‘Bu Allah’ın yoludur’ dedi. Daha sonra bu
çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek: ‘Bunlar ise diğer yollardır. Her
biri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır’ buyurdu. Arkasından
da şu âyeti okudu: “Şu emrettiğim yol, Benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun!
Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O’nun yolundan saptırmasın.
(Azâbından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.” 962
955] 68/Kalem, 36-41; 53/Necm, 28
956] 6/En’âm, 71
957] 2/Bakara, 120
958] 16/Nahl, 9
959] 90/Beled, 10
960] 21/Enbiyâ, 73
961] 17/İsrâ, 9
962] 6/En’âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1
- 362 -
Acaba insan, asıl gayesi olan, kurtuluş yolu olan cennet yoluna mı gider, yoksa
bu güzelim yoldan saparak (dalâlet), isyan çölleri içinde bocalar durur mu?
İşte, bu sorunun cevabı olarak hâdî olan Allah, hidâyet kitabı olarak Kur’an’ı
göndermiş, insanların çölleştirdikleri yollardaki karanlıkları aydınlatmış,
onlara yol göstermiştir.
Müslümanlar için gerçek gaye; Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu, dünya
ve âhiret mutluluğu demektir. Hedefe en kısa ve sağlam yoldan kavuşmak ise,
bütün müslümanların ortak arzusudur. Genel anlamda insanı, özel manada
da müslümanı, İlâhî hoşnutluğa ve gerçek mutluluğa aday kılan Allah, hidâyet
etmiş, peygamberi aracılığı ile kendisine giden doğru ve en kısa yolu tanıtmıştır.
Bu yol, hiç şüphesiz ki doğru yoldur (sırât-ı müstakîm). Allah, bu yolu İlâhî
rızâya ve mutluluğa kavuşmak için vesile kıldığını ve ona uyulmak gerektiğini
çeşitli âyetlerle açıklamıştır. Bunlardan biri: “İşte Benim doğru yolum bu, ona
uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın. (Azâbından)
korkarsınız diye (Allah) söze böyle tavsiye etti.” 963
Dünyada İslâmî devlete, âhirette tükenmeyen Cennete çıkan bu sırât-ı
müstakîmi Rabbimiz’den istiyoruz. Gazaba uğrayanlarla sapıkların yolunu
istemiyoruz. Yâ Rabbi, diye milyonlarca kere dua ediyor, âmin diyoruz. “Bize
hidâyet ver; dosdoğru yola bizi yönlendir.” Mekke’ye, Kudüs’e gidecek olursanız,
önce araştırırsınız: Hangi şirket, hangi yoldan, kaç liraya, kaç günde getirip
götürür diye bilgi ve broşür edinirsiniz. Allah (c.c.) da şöyle demiş oluyor:
Siz şimdi doğru yolu; dünyada devlete, âhirette Cennete götürecek sırât-ı
müstakîmi mi istiyorsunuz? Buyurun: “Elif Lâm Mîm. İşte bu Kitap, O’nda hiç
şüphe yoktur. Müttakîler için hidâyettir, doğru yolu gösterendir.” 964
Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler
“Bu dünyada bir garip gibi yaşa; yolcu gibi ol!”965 Dünya iki kapılı bir han/
otel; insan da yolcu. Hidâyet ve dalâlet adlı iki yol var; birinin son durağı cennet,
diğerinin de ateş. Yolcuyu yoldan, yolu yolculuktan, yolculuğu menzilden ayrı
değerlendirmek yanlıştır. Yolu bilmeyenlerin, yoldan çıkmış ve bâtıl/yanlış
yolda olanların hak yolun yolcusunu anlamaları çok zordur. Yol hikâyesi
okumak, kişiyi yolcu yapmaya yetmez. Yolcuyu anlamanın en kesin ve kestirme
yolunun yola çıkmak ve yolcu olmaktan geçtiğini bilmeyenler, “dosdoğru yol”u
ve “o yolun yolcuları”nı anlayamaz. Sırât-ı müstakıym adlı o yol, insanlık
963] 5/En’âm, 153
964] 2/Bakara, 1-2
965] Buhârî, Rikak 3. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 25; İbni Mâce, Zühd 3
- 363 -
tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları
bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez.
Kutlu yolun sâdık yolcuları, yolunu kesmek isteyen eşkiyâlara karşı yol
silâhlarını yanlarından ayırmazlar; onlar, tüm şartlarda yürüyen kervanın
yolcularıdır. Onlar bilirler ki, yolcu yolunda gerek. Neticeye ulaşmak isteyen
bir yolcunun, tüm dikkatini diğer yolculara veya yoldan çıkanlara değil; yola
vermesi gerektiğinin şuurundadır güzel yolcu.
Yolculuk yapmak yerine, yola yatan, bir engele takılıp düştüyse kalkmak için
çabalamayan, yolun kendi bulunduğu şeridinin dışındaki şeritlerden gidenlere
çelme takıp tekme atan, yoluna devam etmeyi bırakıp yol, yolcu ve menzil
üzerine nutuk atanlar, doğru yolun dosdoğru yolcuları olma vasfını kaybetme
riskleri büyük olan, yoldan çıkmaya aday kimselerdir. Çıktığı yolda kurallara
uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyen
insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak
yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren insan, yolun sonunda ödül almaya
hak kazanacaktır.
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol;
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” 966
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak;
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” 967
Dönülmez ufkun akşamlarına gelmeden ve yol yakınken, dosdoğru yolun
doğru yolcusu olarak yola düşmek, yola koyulmak yakışacaktır âhiret yolcusuna.
Yolda yorulmak normaldir, hatta yalpalayıp sendelemek de. Ama düşe kalka da
olsa yola devam gerek; yola yatıp yolu kapamak, diğer yolculara da ihânettir.
Yolu tıkamaktansa yoldan çıkıp başkalarına yol açmak, menziline ulaşmak
isteyenlere yol vermek, hiç değilse diğer yolcuların, o yola baş koyanların
bedduâsından kurtulmak demektir.
Başkalarını yola getirmek için, yola çağıranın öncü ve yolcu olması, yola
düşmesi şarttır. Yol göstermek için, yolu, yoldaki engelleri bilmek ve yol
haritasına sahip olmak da gerekecektir. Doğru yolu bulmak ve yoldan çıkmamak
için, rehbere ve yoldaki işaretlere uymanın olmazsa olmaz önemde olduğu
unutulmamalıdır. Dünya gurbetinde yol alan kişinin ana vatanı ve baba ocağı
cennete ulaşmaması için, kırk harâmîler yol başlarını tutmuş, yolları kesmiş
966] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat
967] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile
- 364 -
olsa da, yolsuzluk içinde yollanıp yolunu bulanlar, yolu şaşırtmaya çalışsa da,
yolcunun azığında takvâ var ise çıkış yolu ihsân edecek, sırât-ı müstakıyme
hidâyet edecektir yolun sahibi.
Tüm yolsuzlukların ve yoldan çıkmanın sebebi, hak yoldan sapmaktır.
Her şeyin yolu yordamı olur da sonucu cennete çıkacak güzel yolun düzeni,
işaretleri ve kuralları olmaz mı? Asgarî ve âzamî hız belirtilmez mi? Çok
yavaş gidenin, doğru yolda zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan
yolcunun kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu İnsanların
da ulaşmak istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü gibi uzun
ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı yolun
gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı yolcu.
Kalabalık yolda arabamıza yolcu çağırmaktır tebliğ. “Kalabalık yol” dedim. O
kadar çok araba var ki yolda… Kimi süslü-püslü, nefse hoş gelecek görüntülerle
döşenmiş, kimi modern mi modern. Bazı arabalar süratiyle, bazıları kalabalık
yolcularıyla aday yolcuları cezbediyor. Arabanın nereye gittiği, çoğu yolcunun
umurunda bile değil, kimi arabaların zikzak çizmesi, bir km. ileri, 2 km. geri
gitmesi de.
Arabalarına çeşitli yöntemlerle çağıranlar da çok. Otogarlardaki çığırtkanlar
gibi bazıları. Yaka-paça zorla kendi arabalarına bindirecekler neredeyse yolcu
adaylarını. Yarı yolda indirecek mi, kazaya kurban mı edecek, şoför ehliyetsiz
mi, hepsinden önemlisi araba hangi istikamete gidiyor, belli değil.
Bazıları da yolun kapalı olduğunu, nice insanın yoldan geri döndüğünden
yola çıkarak tahminle karışık değerlendiriyor. Aslında kapalı olan, yoldan
kaçmaya çalışanın alıcıları. Yol almak isteyene yol açık, bahaneyi bırak sen de
yola çık.
Üzerinde Washington, ya da İsrail yazdığı halde “bu araba Mekke’ye gider”
diyen çığırtkanlar mı ararsınız, soyguncu şeytanla işbirliğinden sâbıkalı
şoförler mi, hepsi mevcut.
Bütün bunlar ve benzerleri sizi korkutmasın. Siz de arabanızı hazırlayın;
daha doğrusu Nuh’un gemisinin servis otosu için yolcu çağırmaya çalışın.
Aman ha unutmayın; ilk işiniz çok yolcu almaktan önce, tertemiz arabaya
leke sıçrat(tır)mamak. Sürat yapılmayacak yerdeki sürat, yoldakilerin üzerine
çamur sıçratabilir mümkün ki. Az önce çamura boyadığımız kişiyi hangi yüzle
arabanıza çağırabilirsiniz ki?! Yoldaki İnsanların niceleri yolcu olduğunun
farkında bile değil; istikametlerinin farkında olmadıkları gibi. Sanki kör ebe
oyunu oynuyor; önüne kim geçtiyse onu şoför olarak seçebiliyor. Körlere
- 365 -
kılavuzluk çok zor değildir, ama kör olduğunun farkında olmayan bakarkörlere,
sarhoşlara rehberlik ve onları gitmeleri gereken yere yönlendirmek zorun da
zorudur.
Yolda kalmışları, yoldan çıkanları, yanlış araba ve kötü şoför seçenleri iknâ
etmek kolay olmasa gerek. Başka şoför ve arabalarla uğraşıp boşa vakit geçirme.
Ezanı oku, ezandaki tevhidî dâvetle kurtuluş gemisine çağır İnsanları. “Kurtuluş
gemisi” dedim; bu, senin-benim derneğimiz, vakfımız, radyomuz, dergimiz,
partimiz, tarikatimiz, cemaatimiz… değil. Belki o hüsn-i zanla biniyoruz o
arabalara ve sırât-ı müstakıym yolcusu olduğumuz konusunda hiç şüphemiz
yok; olsun! Yolcuları veya yolcu olmadığını sanan yolcu adaylarını başka bir
beşerî tabelaya / çalışmaya değil; Allah’a dâvet etmeliyiz, sadece Allah’a, O’nun
yoluna (İslâm’a), O’nun kitabına; O’nun peygamberinin yaptığı gibi.
“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. (Başka) yollara uymayın.
Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız ve takvâlı
olmanız için Allah size bunları emretti.” 968
“Sadece Bana ibâdet ve kulluk edin. Dosdoğru yol budur.”969
“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar
aydınlık bir yol (basîret) iüzerindeyiz (kör bir saplantı içinde değiliz). Allah’ı
(ortaklardan) tenzih ederim. Ve ben şirk koşanlardan değilim.” 970
Dünya hayatının nazenin yolcuları! Sizler için açılmış nice yollar var.
Fakat, bu yolların sadece birinden gitmeniz istenmiş sizden. Dünya hayatı
bir labirent gibi... Çıkış yolu bir tane... Aramak, bulmak lâzım. Bunun için de
labirenti kuşbakışı görebilecek yerde durmak gerek. Deneme yanılma yoluyla
da belki çıkış yolu bulunabilir. Fakat süreli bir arama içinde buna vakit yok.
Öyleyse “yolcu yolunda gerek” uyarısına kulak verip, bizim için açılmış doğru
yolda, yola devam etmeliyiz. Gereksiz meşguliyetlerle yerimizde saymak ciddi
bir zaaf. Yolculuğumuzda tahribat oluşturacak tavırlara göz yummak da bir
fâcia. Gideceğimiz yolun tahrip olması bizim yürüyüşümüzü zorlaştıracaktır.
Hele yol kesicilerin güçlenmesine izin vermek yolculuğu sekteye uğratacaktır.
Onlarca yolsuzluğun yaşandığı dünyada, ana yola (sırât-ı müstakıyme) açılacak
zeminler oluşturmalıyız. Şairin dediği gerçeği haykırmalıyız. “Yol onun, varlık
onun; gerisi hep angarya/ yüzüstü çok süründün ayağa kalk ......”
968] 6/En’âm, 153
969] 36/Yâsin, 61
970] 12/Yusuf, 108
- 366 -
Yol açmak... Ulaşılamayan nice köylere, nice insanlara, nice cevherlere...
Önder olmak, öncü olmak. Bize dosdoğru yolu açanın da bizden istediği bu
değil mi? İyi bir işte “çığır” açanların, arkasından gelenler kadar sevap kazandığı
müjdesini alıyoruz; tabii bunun tersi de mümkün.
Elbette merkeze ulaştıracak yolları açmak her zaman kolay olmuyor. Bazen
kazma kullanmak yeterli iken, bazen de buldozer ya da dinamit kullanmak
gerekebiliyor. Hiçbir yol açma görevlisi, karşılaştığı dağ gibi engellere gelince
“buraya kadar!” dememiştir, deme hakkı yoktur. Çözüm bulmuş, meydan
okumuş: “Dağlar seni delik delik delerim, kalbur alır toprağını elerim” demiş,
tünel açmış, köprü kurmuş; şehirleri kasabalara, kasabaları köylere bağlamış,
İnsanı İnsana kavuşturmuştur.
Bütün bu işleri beceren dünya hayatının nazenin yolcuları! Hemcinslerinizi
yoldan çıkarmaya çalışan, Yaradan’a götüren yolu tahrip eden yolsuzlara karşı
kullanacak kazmanız, buldozeriniz, dinamitiniz yok mu? “Yolcu yolunda
gerek”, eğleşmek size göre değil.
Yol açanların aynı zamanda yolculuğu kolaylaştıracak yürüyüş tarzı
geliştirmeleri gerekir. Zira sırat-ı müstakıym adlı ana yolun sahibi o yolun
yolcularına yolu kolaylaştırmıştır. Seçtiği yol önderi de “kolaylaştırın,
zorlaştırmayın” uyarısında bulunmuştur.
Açtığınız yollarda yürüyen yolculara, kendilerinin de yol açma
sorumluluğunun olduğunu; en azından açamıyorlarsa da, yolda yatıp eğleşerek
arkadan gelenleri oyalamamaları gerektiğini hatırlatın. Çoğu idealist yolcular
realist yolculara takılıp hızlarını yavaşlatmışlardır. Bu durumda yola devam
ederken yoldaşımızı da doğru seçmemiz gerekliliği ortaya çıkıyor.
Yola çıkarken yalnız kalma tehlikesini de göze almalıyız. Eğer çevremiz,
korkaklar, tembeller ve zoru göze alamayanlardan müteşekkil ise bu tehlike ile
her zaman karşı karşıyayız. Ama yola sebatla devam edersek, A mıntıkasında
olmasa da, B mıntıkasında kendimize göre yoldaş bulma ümidi vardır. Zira,
dosdoğru yolun sahibi bizzat kendisinin yoldaşımız olacağını vaad ediyor.
Her şeye rağmen yoldaşınızı çok iyi seçmek zorundasınız. Duygusallığa,
zaafa yer yok bu yolculukta. Yolcu ve yoldaş yolunda gerek.
Bugün yolunda gitmiyorsa işler, yolsuzlukla uğraşanlar ve bunların
yolsuzluğuna göz yumanlardadır suç. Küçük bir tahribatın onarılmaması
gayya çukurlarının oluşmasına sebebiyet verecektir. Yoldan sorumlu
sorumsuzların ihmali nasıl kazalara sebebiyet veriyorsa, ana yolun sahibine
- 367 -
yapılan haksızlıklara göz yumanların âkıbeti nasıl olacak?! Sırât-ı müstakıym
adlı doğru yol da bir tanedir, sahibi de. Kimse ortak olmaya çalışmasın. Bu
yolsuzluğu savunacak avukatlara da söz yok orada. Yoldaşlık ana yolun
sahibine göre değilse bu yoldaşlık külfet. Yolun sonunda hesaptan kurtulmak
için yoldaşını bile feda eder yolcu. Fakat nihai sonda yoldaş yoldaşa hiç bir
şey yapamaz. Ve o gün geldiğinde... Ana yolun sahibinin diğer yolları ortadan
kaldırdığı, yolcuları tek bir merkezde topladığı gün, o gün geldiğinde... eğleşen
İnsanlar yarışı kaybettiklerini anlayacaklar; kazanmak için yeni arayışlar içine
girecekler, ama... artık o engele ne kazma, ne buldozer, ne dinamit...
Yolcu yolunda gerek ...
Dosdoğru yolun sahibine doğru giderken her birimiz dönüşü olmayan bir
yola giriyoruz. Dünya yollarına benzemiyor. Bütün yollar Roma’ya çıkmıyor.
Bütün yolcularda Roma’ya gitmiyor.
Ey doğru yolun doğru yolcuları! Gerek yaya, gerek koşarak, gerek bineklerle
yola devam edin, ama sakın ha yolda çakılıp kalmayın, yolda yatıp eğleşmeyin.
Parsanın payı sadece size ait. Haydi koşun... Yolcu yolunda gerek. Ne kadar yol
koştunuz, ne de çabuk yoruldunuz? Daha gidilecek çok yol var. Haydi yola!
Yolda giderken yürüyüşünüze de dikkat edin. Anayolun sahibi öyle istiyor.
Yolsuz yolcular gibi mağrurluk, zâlimlik, ayağınıza takılanı ezmek yok bu
yürüyüşte. Başı havada gitmek de yok. Yolda kalmışa iyilik yapacaksın, yolcuya
hakkını vereceksin, sağına soluna bakıp senden önceki yolcuların bıraktıklarına
bakıp tefekkür edeceksin. Ve anayolun sahibini her handa zikredeceksin. Zira
güzel yolculuğun referansı bu.
Yol ağzında, yol ayrımındayız; bitmek bilmeyen dünyevî işleri yoluna koyma
uğraşıları, bizi ana yolumuzdan etmemeli, burada misafir ve yolcu olduğumuzu
unutmamalıyız. Yoldan kalmamalı, yolumuza/hedefimize bakmalıyız ki,
yolumuzu gözleyenlerin gözleri yolda kalmasın.
Yol açıklığı ver yâ Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi
kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan
sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!
- 368 -
36. HUTBE
ÂHIRET BILINCI
Âyet :
انَِّ هٰذَا الْقُرْانَٰ يَهْد۪ي للِتَّ۪ي هِيَ اقَْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِن۪ينَ الذَّ۪ينَ يَعْمَلوُنَ الصَّالحَِاتِ انََّ لَهُمْ اجَْراً
كَب۪يراًۙ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَف۪ي رَحْمَةِ اللّٰهِۜ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O
vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha!
İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti
içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.”971
Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne
gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete
yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa,
işte bunların çalışmaları makbuldür.” 972
“Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden
sorulacaksınız.”973
Âhiret, Kur’an-ı Kerim’de 110 yerde geçer. Kur’an’da son gün anlamında
yevmü’l-âhir şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde geçer.
Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması,
yani “âhiret yurdu”, “diğer ülke” anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek
olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret
kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır.
Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi
işlenir. Âhiretle ilgili âyetler hem Mekkî, hem de Medenî surelerde sık sık
tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk
duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi
kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere
yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Birçok sûrede kâinatın, özellikle
insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını
tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı
971] 3/Âl-i İmran, 106 - 107
972] 17/İsrâ, 19
973] 102/Tekâsür, 8
- 369 -
bir “oyun ve eğlence” bir “süs ve övünüş”tür; “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır.
Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret
hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir.974 Her
ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı
gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok
âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki
“lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir.
Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî
yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba
yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar.
Kur’an-ı Kerim’in âhireti ispat metodu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?”
sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya
mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında, kendisine ve içinde yaşadığı
tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse,
sözkonusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek
öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah’a imanla
âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte zikredilmek suretiyle bunun
ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir.
Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki
devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiat içindeki en mükemmel
yaratık haline gelir. Ondaki ruhî ve fikrî gelişme devam ederek, fıtratındaki
özellik ortaya çıkarak kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın,
iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden korkması
veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi
de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir
âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında, fıtratında
bulunan bir özelliktir. Ancak, dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki
ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir.
Âhiret âlemine iman, Kur’an’da çoğunlukla Allah’a imandan hemen sonra
zikr edilmektedir. Yani Allah’a iman ile âhirete iman birbirine bağlı olarak
ifâde edilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç. Çünkü yapılan her amel, her
iyilik, işlenen her suç, çiğnenen her emir ve reddedilen her hükmün karşılığı
ancak o adil mahkemede hallolunacaktır. O mahkemede hiç bir şey karşılıksız
bırakılmayacaktır. “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek;
kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.” 975
974] bkz. 29/Ankebut, 64; 40/Mü’min, 39; 57/Hadîd, 20
975] 99/Zilzâl, 7-8
- 370 -
Evet, dünya bir imtihan yeri, âhiret de o imtihanın değerlendirileceği bir
başka yerdir. O yerde Allah’tan başka hiçbir yardımcı, O’nun izni olmadan
hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün işlemler bitmiş ve bütün hesaplar
neticelendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir:
“Bir de öyle bir azâb gününden sakının ve korunun ki, o günde (Kıyâmette)
hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul
edilmez. Azaptan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kâfirlere
yardım da yapılmaz.” 976
Mü’minler bilmelidir ki, o gün mesuliyet ferdîdir, hesaplar şahsidir. Herkes
kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz. Hiç
kimse kimseyi kurtaramaz.
Âhirete iman, mü’mine, mutlak adâlete dayanan ferdî mesuliyeti yükler.
Bu prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç âleminde uyanıklığı hâkim
kılan en kuvvetli bir prensiptir. Âhirette mü’mini kurtaracak, onu himaye
edecek ancak sâlih amelidir. Hiç bir fidye onu küfür ve masiyetinin cezâsından
kurtaramaz. Bunun içindir ki, âhirete İmanın, mü’minin hayatında büyük
bir etki edeceği kaçınılmazdır. Öyle ise mü’min, bütün hazırlık ve çalışmasını
âhirete yönelik yapmalıdır. İslâmî çalışma ve ibâdet hayatında bunun dışında
hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü icraatında başkasını ortak eden (yani,
Allah’tan başkası için ibâdet edip, başkaları takdir etsin diye kulluk yapan)
âhirette de kimi ortak yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir. Âhirette Allah’dan
başkası mükâfat ve cezâ veremeyeceğine göre, o halde mü’min Allah’tan başkası
için kulluk yapamaz.
Âhirete iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere
yaratılmadığını, kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir.
Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu inanç, insanoğluna kesin
olarak bildiriyor ki, mutlak bir adâlet kendisini beklemektedir. Mü’min bu
inanç sayesinde hesap ve adâlet gününe kendini hazırlar.
Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle de ayırır. Mü’min,
âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul eder ve çalışmasını
da ona göre yapar. Kâfirler ise, âhirete inanmadıkları için, hayatı sadece bu
dünyadan ibâret sayar ve çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılar. Böylece onlar,
âhirete eli boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka
yardımcıları yoktur onların.
976] 2/Bakara, 48
- 371 -
Âhirete iman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani âhirete
inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Allah’a ve âhirete
inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa olsun,
onun sevgisi Allah’adır, Rasûlünedir ve mü’minleredir. Kalbinde diğerlerine en
ufak bir sevgi besleyemez. Allah’ın mü’minlerden istediği budur. 977
İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu âlemden
başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı düşünür;
dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşmaz. Fakat âhiret gününe inanan
kimse, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı
âhirete yöneliktir. O mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Ona hayırlı bir iş
götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmamaya çalışır.
Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddî faydası ne kadar olursa olsun ondan
kaçınır. Kısaca mü’min âhirete yönelik çalışmalarda bulunarak, geçici dünya
menfaatinin para, servet, mal, mülk, mevki, şöhret gibi aldatıcı meta’larına
aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevi
faydalar geçicidir; günün birinde hepsi yok olup gidecektir.
Yine insan, günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybedeceğini,
yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kâinatın altüst olacağını yakinen
bilmelidir. Kıyâmetten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği,
insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyâmet gününde
ortaya konulacağı, kıyâmette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği,
bir kısım insanların (iman ve amel-i sâlih sahiplerinin) Cennet’e; bir kısım
insanların (isyankârların) da Cehennem’e gireceğini yakînen bilir ve inanır.
Kur’ân-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır:
“Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit
yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte
o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti
içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.” 978
Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne
gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete
yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa,
işte bunların çalışmaları makbuldür.” 979
977] Bkz. 58/Mücâdele, 22
978] 3/Âl-i İmran, 106 - 107
979] 17/İsrâ, 19
- 372 -
Âhiretin Gerekliliği ve Âhirete İnanman ın Faydalar ı
1-) Dünya insan için bir imtihan yeridir. İnsan akıl ve irâde sahibidir. Allah,
gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insanlara hakkı ve bâtılı açıklamıştır.
İnsan imtihan olunmaktadır, eğer İslâm’ı seçerse cennete girecektir, yok bâtıl bir
din seçerse cehenneme girecektir. “Hanginizin daha iyi amellerde bulunacağını
denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”980
İnsana kendisine verilen nimetleri nerede kullandığı mutlaka sorulacaktır:
“Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.”981
2-) Dünyada birçok haksızlıklar yapılmaktadır. Yapılan zulümlerin hesabı
âhirette, dünyadan çok daha ağır bir şekilde görülecektir.
3-) Yaptığı amellerin hesabını vereceğine inanan kimse hareketlerine dikkat
eder. Çünkü bilir ki yaptığı işlerden mes’uldür, âhirette hesap verecektir. Bu
yüzden kendisi ve insanlık için iyi amellerde bulunur.
4-) Âhirete inanmak insanlık için bir huzur ve teselli kaynağıdır. İnsan da her
canlı gibi ölecektir. Bu yüzden insan için öldükten sonra dirileceği inancı büyük
bir nimettir.
Âhiret Şuuru
Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir.
İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile
mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sureler Mekkî
surelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir ya da putçu
her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve câhiliyye düşüncesinden
temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı kendilerine bir yaşam biçimi
edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan
sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın
oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını
savunup zalimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat
gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her
tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle
almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine
insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda
etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin rabbı olan Allah’tan beklemek
zorundadır. Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat
980] 67/Mülk, 2
981] 102/Tekâsür, 8
- 373 -
anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü’minde olmazsa olmaz bir
özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve
yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu yüzden Kur’an, her
konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde
Allah’ın hilafetini yüklenecek ve ilahî adaletini arz üzerinde tesis edecek
insanları somut haram ve helallerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret
(ceza-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş ve
namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu
inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve
hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme
istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm’dan uzak
anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen
hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst
olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi
olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adaletin arz üzerindeki tesisi
de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca
mustaz’af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar
cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını Allah,
âhirete saklamıştır. Adalet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla
değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi
arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden
o inkâr edenlere ateşten helak vardır. Yoksa biz, iman edip sâlih amel işleyenleri,
iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa
muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?” 982
Bu dünyada sırf Rabbinin rızasını gözeterek her tür meşakkate katlanan,
Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa
göğüs geren insanların, Allah’ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının
bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından
dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında
daha fazla yükselir.
982] 38/Sâd, 27-28
- 374 -
Âhiret Anlay ışı Bizi Dirili şe Ula ştırır/Ula ştırmal ıdır
Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak
yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve
aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip
mücadeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan
birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve
büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.
Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar
‘dünyadadırlar’ ama, ‘dünyadan ve dünyevî’ değildirler. Dünyada, bütün
ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin
yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye
ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi
gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz
şeye, fazla uzak gözüyle bakıl-mamalıdır. Çünkü “Dünya” kelimesi, denâ’dan
gelir ve ‘yakınlaştırılmış şey’ demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak
tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin
(dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son
varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, ‘daha
sonra’ geldiğinden; bize ‘uzak’ gibi gelir. Hâlbuki bu, ‘yakın’ olanın, yani
dünyanın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani,
son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi
yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek
ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.
Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır.
Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf
ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın her şeyden önce bunlara karşı
verilmesi gereken bir mücadele olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise
ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere
bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamadan ve denîlikten
uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı kılabilecektir. Hangi düzeyde
olursa olsun, müslüman birey için mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye
liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara,
eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret
inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan, hedef
sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir.
İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve nisyan arttıkça isyan ve sapma
da artar. Dahası, insanın gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da
- 375 -
duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine
getirmeye çalışmak, özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir yandan da
dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve
zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez.
“Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar.
Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında
büyük bir mükâfat vereceğiz.”983 Allah’ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne
olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade
ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları
karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Hâlbuki
sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek
hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir
ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen
bir insan için, korku son derece arızî bir şeydir.
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda
âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle
gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu
değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen
canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara suresi 4. âyette Kur’an’ın doğru
yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken “âhirete inananlar”
değil; “âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler.” denilir. O yüzden
âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa
ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden
geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini
yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve
değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve
hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden,
geçici zevk ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek
ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah’ın davası için
harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde
olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını
iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak
zorundadırlar.
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten iç içe yaşadıkları
ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın
mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü
983] 4/Nisâ, 74
- 376 -
sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda
ömür tüketebilen Allah erlerine! “Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ
sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”984
Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama
müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani
cennete koşabilmektir.
Âhiret konusu, İslâm’ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve sanıldığından
çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Müslümanın arz üzerinde küçük ve
büyük günahlardan kaçınabilmesi, dünyayı gözünde küçültüp, şehid cesaretini
elde edebilmesi, dünya müstekbirlerine meydan okuyabilmesi ancak bu
inancın sağlamlığı ölçüsünde mümkündür. Âhiret inancı, kesin bir kanaat, bir
bilinç, bir şuurdur. Yani, insan hayatına yön veren yerleşik bir idrâk etmedir.
Bu yüzden Mushaf tertibiyle âhiret kelimesinin geçtiği ilk âyette985 “yûkınûn
(yakînen iman)” ifâdesi yer almış; Kur’an’ın hidâyetine erip kurtuluşa erecek
muttakîlerin özellikleri arasında “âhirete yakînî iman” şartı aranmıştır.
Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakînen iman olması, şuur/bilinç haline
gelmesi, o düşüncenin kişi gözüyle görüyor, şâhid oluyor gibi konuyla kendi
arasında yakınlık kurmasıyla, o düşüncenin kişiye mal olmasıyla mümkündür.
Bir konu hakkında yakîne, şuura sahip olan kişi, o konu hakkında fikrî
üretkenliğe ulaşabilir, bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da
önemlisi, bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer
alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme’l- yakîn olarak
bilinen âhiret konusunun ayne’l- yakîn seviyesine taşınması gerekir.
Ayne’l-yakînde kişi, şâhid olduğu şeyi gerçekmiş gibi görür. Ama bütünüyle
duyumsayamaz. Çünkü bu seviye, hakka’l-yakînin alanına girer. Öyleyse ayne’lyakînin
güçlendirilmesi için sembollere, teşbihlere ihtiyaç vardır. Bu teşbih
ve semboller yoluyla âhiret tasvir edilir. Takvâ sahibi olup sorumluluklarını
severek yerine getiren ve Kur’an’la hidayet bulanlar, âhiretten dünyaya bakar
gibi, tercihini âhiretten yana yapan bir seviye kazanırlar. İşte, müslümanların
âhirete imanları bu şekilde olursa, âhiret konusu bir şuur haline dönüşecek ve
pratik hayata aksedecektir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz
insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî
hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların
984] 3/Al-i İmran, 133
985] 2/Bakara, 4
- 377 -
kafalarında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına
yakınının dünyevî endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en
yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu
soruyu yöneltin: “Şu anda neyi düşünüyordunuz?” Hiçbir insanın, “şu anda,
bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum”
dediğini kolay kolay duyamayacaksınız. İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm
olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden nasıl yaşar? Fakat maalesef yaşıyorlar;
buna yaşamak denirse.
Dünya hayatında mü’minlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede
olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat derecelerinin de
aynı olmayacağı haber verilmektedir. Bununla ilgili bir hadiste, Allah yolunda
cihad edenlere hazırlanan cennetin “yüz derece” olduğu ve her derecenin gökle
yer arasındaki mesafe kadar birbirinden uzak bulunduğu haber verilmiştir.986
Sahip oldukları nimetler açısından farklı mekânlar olduğu anlaşılan bu
derecelerin imanın hasletleri (şubeleri) kadar yetmiş küsür olacağı, bu hasletleri
kendisinde toplayanların bütün dereceleri elde edeceği de söylenmiştir.
986] Buhâri, Cihad 4; Müslim, İmâre 116
- 378 -
37. HUTBE
HİLÂFET
Âyet :
أ رْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ � آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْ ? وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ
أمْنًا ? الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ
أوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ � يَعْبُدُونَنِي لَ ا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَ
“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce
geçenleri halife ve egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen
kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları
korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair
vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi şirk/ortak
koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta
kendileridir.” 987
İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata
dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında
gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat
nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek
yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem
olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur” diyen
kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasûlullah’ın âhirete irtihâlinden
1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı
bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.
Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları
kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye
zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki
ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı,
kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu
Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı
saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan
bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe
çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.
987] 24/Nûr, 55
- 379 -
Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim
kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet
farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki
kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş
sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin
yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye
çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da
zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi
bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler
coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp
seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta
düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte
gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.
Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil
ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız! Hem de dinleri “üç kişinin
bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini lider seçmelerini” emrettiği halde.
Lidersiz/halifesiz ümmet, başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet
eden emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı988 ki,
onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın.989
Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle
ilişkilerinde ispatlasın.990 Müslümanlara “böl, parçala, yut” taktiğiyle tavır
alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek
devlet çatısı haline dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları
arıyorlar. Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine ise “cısss!”
diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler
diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği
“Büyük Ortadoğu” projeleri gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm
gerekiyorsa onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor,
“Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni Osmanlılar”a
nazîre olarak.
Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi başı Buş oğlu
Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni dünya düzen(sizliğ)
i” projesini uygulamak için, Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor.
Bir yandan da stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”,
988] 3/Âl-i İmrân, 104
989] 3/Âl-i İmrân, 110
990] 21/Enbiyâ, 92
- 380 -
“yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”, “lâ’sı
olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde içi boşaltılmış ve
Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın
dini imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la
çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah’ın katında tek
gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için
kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden
çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından
dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması.
Halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların
birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı coğrafyada yaşayan, aynı
ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan
kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek.
Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulus-devlet anlayışından ümmetçiliğe
geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek. İslâm,
sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı zamanda sosyal ve
siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam, 1924’lere kadar yaşandı, yine
yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi
çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek
halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği gerçek adâlet
ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar
nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya
İslâm Devleti... Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle
bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve
İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının
ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru düşünün...
Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan
eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında
kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş
vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü
din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar
yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak
takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi
yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkede değil;
tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya
çalışmakla yükümlüdür.991 Müslümanların tüm yeryüzünde halife olduğu992 ve
991] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
992] 2/Bakara, 30
- 381 -
hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına kavuşmak için iman
ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/
ibâdet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği993 Kur’an’ın mesajıdır.
“Hilâfet” derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs
hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan dört halife) tarzı hilâfeti kast
ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği
demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte;
geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir. Önemli
olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde
federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle
işbaşına gelip, şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata
geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı, içindekileri ve yaratıkların işleyiş
kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek
projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya
da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet
ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen
hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal
değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım
vaad ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli
çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi hayal edemediği bir
vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer
şeklinde ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren
Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla
gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış sene
önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, kırk yıl önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm
Devrimi, bütün dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin
hayal bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi?
Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin
kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip
dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un
Mısır’a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara
getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten
kanun çıkartarak “dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni, böylesi
önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir.
Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız” kimdir, orası meçhul.
993] 24/Nûr, 55
- 382 -
Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün
halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.994 Allah’ın takdir ve dilemesi,
yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak,
vârisler kılmaktır.995 İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve
iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.996 Hilâfetin
gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de Allah’ın
vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir hilâfet.
Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece Allah’a
kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve
meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere
sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal edilir, sonra
ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...
Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir”leş”miş
Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı,
müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran,
kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini
bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna,
Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için,
özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm
sözkonusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine
dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve
onların içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.
“Hilâfet” demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi tuzaklardan
kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun, aşılması gereken dağlar
yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar, başarının değerini arttıran
süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır
kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.
“İmkânsız”, ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir kelimedir.
İman imkândır, hem de en büyük imkân. “İmkânsız” kelimesini müslümanın
diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini kuşanarak Allah’a
daha yaklaşıp O’nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına
gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa “biraz
zaman alabilecek şey” anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip Hakk’a
ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın sağladığı imkânlarla
994] 6/En’âm, 165
995] 28/Kasas, 5
996] 24/Nûr, 55
- 383 -
Allah’a yaklaşıp O’nun yardımına muhâtap olan kimse için İlâhî emir ve
tavsiyelerin hiçbiri “zor” ve hele “imkânsız” gelmeyecektir.
En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke Almanya’da, işi
çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt üzerindeki devleti hiç
olmasaydı, hiç İsa ve Mehdi’ler çıkmasaydı, cihad zannedilen terör olayları
yapılmasaydı, “ihlâs” gibi güzel kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı,
Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara
yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu
tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun yolcularının
insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım
yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi
görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın
bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı,
psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey,
bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından
çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri
elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele olmaz. Bunun
da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü
vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır.997 Kim takvâ sahibi olur,
Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir.998 İnsanlara emr-i bi’lma’ruf
ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya
yöneltip onda başarılı kılacaktır.999 Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâinfak
konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir.1000 Kim
cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de
yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir. 1001
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki, Allah
zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah
dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır.
Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya
meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar
ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin
hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
997] 94/İnşirâh, 5
998] 65/Talâk, 4
999] 87/A’lâ, 6-9
1000] 92/Leyl, 5-7
1001] 92/Leyl, 8-10
- 384 -
Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler,
tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini birer ikişer
adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan, aceleciliğinin cezâsını
belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer birer bile çıkamayacak hale
gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken,
öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen
Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse kurmaya
çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda hem halkın ve hem de âlimlerin
yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip birleşmesi için organizeler
yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin
arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği
coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki mü’minleri, yani
kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten yararlanmalı, farklı
ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı
en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü
ile birlikte Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler,
hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem, resmî program yerine
İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî çözümleri gündeme getirmeli.
Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği vurgulanmalı. Vatanın müslüman için
İslâm’ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var
olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.
Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip kendilerini
kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar bilsinler ki,
kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife) çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın
emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle
bir lider, namaz imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin
en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden biri olacaktır.
Hicret örneğindeki Büyük Önder, Ulu Rasûl gibi, gemiyi en son terk eden
kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet1002 olmakla birlikte, aynı zamanda
insanlara imam/önder olan1003 İbrâhim gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin
bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye
yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve
onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara ulaştıran örnek
şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip yürüyecek, arkasından ümmet
yürüyecektir.
1002] 16/Nahl, 120
1003] 2/Bakara, 124
- 385 -
Halife kelimesi, h-l-f (halefe) kökünden türemiştir. Halefe, geride kaldı, sonradan
geldi anlamındadır. “Halife” selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil), istihlâf edilen,
birinin yerine bırakılan demektir. Aynı zamanda bu kelimenin kapsamı içinde
vekâlet ve yöneticilik de vardır. “Hilâfet” halife olmak, halifelik, reislik, başkanlık,
birinin yerine geçmek, onun adına iş yapmak ve onu temsil etmek anlamına gelir.
Istılahta ise; “Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra, Ona halef olarak mü’minlere emîr
olmak” şeklinde tarif edilmiştir. Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf yetkisine
sahip olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir.1004
Halife’nin çoğulu halâif ve hulefâ’dır. İstihlâf ise, birini halife (temsilci/ardçı)
kılmak anlamındadır. H-l-f (halefe) kökünden türeyen kelimeler Kur’an’da
çokça (127 yerde) geçer. Ama konumuzla direkt ilgili olarak halife kelimesi
Kur’an’da 2 yerde,1005 halife’nin çoğulu halâif 4 yerde,1006 Hulefâ kelimesi de 3
yerde1007 geçer. İstihlâf kelimesi ise Kur’an’da 4 ayette1008 zikredilir. Yine konuyla
dolaylı ilgili half kelimesinin de 2 ayette1009 geçtiği görülmektedir.
Allah, yeryüzünü îmar etmek, insanları Allah’ın kanunlarına göre
yönetmek üzere yarattığı Âdem ve neslini halife olarak yaratacağını belirtiyor.
“Yeryüzünde bir halife yaratacağım”1010 ifadesinden Hz. Âdem yaratılmadan
önce yeryüzünün yaratıldığını öğreniyoruz. Hz. Âdem yeryüzünde halife olarak
yaratıldı. Papazların dediği “Hz. Âdem cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi
biz cennetteydik” sözünün yanlış olduğunu Kur’an’dan anlamış oluyoruz.
Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini bildirmekle, insanı
yeryüzünün hâkimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri yapacağını
belirtmiştir. Ayetteki “halife” kelimesinde hâkimiyet anlamı vardır. Yeryüzünde
halife olmak, yeryüzünün hâkimi ve yöneticisi olmak demektir. “Ey Dâvud! Biz
seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet.”1011
Âyetten de anlaşıldığı gibi burada “halife” hüküm veren, yöneten anlamında
kullanılmıştır. Bu nedenle insanlar arasında hak ve adâletle hükmetmesi Hz.
Davud’dan istenmektedir. “Yani ey Dâvud, seni hükümdar yaptık ki iyiliği
emredesin ve kötülükten sakındırasın. Böylece senden önceki peygamber ve salih
önderlere halef olasın” denmiş olmaktadır. “Sonra da, sizin nasıl davranacağınızı
görmek için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık.”1012 “Yani onların
1004] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 105-106
1005] 2/Bakara, 30 ve 38/Sâd, 26
1006] 6/En’âm, 165; 10/Yûnus, 14, 73; 35/Fâtır, 39
1007] 7/A’râf, 69, 74; 27/Neml, 62
1008] 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129; 11/Hûd, 57; 24/Nûr, 55
1009] 7/A’râf, 169; 19/Meryem, 59
1010] 2/Bakara, 30
1011] 38/Sâd, 26
1012] 10/Yûnus, 14
- 386 -
yerine artık siz hükmedeceksiniz.” Halife kelimesiyle, nesil nesil birbirini takip
edecek ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir.
Yine Hz. Nuh ve kavmi için de şöyle buyrulur: “Onları (yeryüzünde) halifeler
kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk.”1013
Bu âyetlerde “halife” kelimesi, sözlük anlamı olan; başkasının yürüttüğü
bir işi, ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak devralınan
iş, hâkimiyetle ilgili bir iştir. Nitekim Hz. Adem için “halife” kelimesinin
kullanıldığı âyetten hemen önceki âyette: “Allah, yerde ne varsa hepsini sizin
için yarattı.”1014 buyurulmaktadır. Demek ki Hz. Âdem’in halife kılındığı şey,
yeryüzünün hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili bir iştir.
“Allah ’ın Halife si” Olur mu ?
Kimse Allah’ın halifesi olamaz. Nitekim Hz. Ebu Bekir’e: “Ey Allah’ın
halifesi!” denildiğinde, “Ben Allah’ın halifesi değilim; ben ancak Rasûlullah’ın
(s.a.s) halifesiyim ve bu bana yeter”1015 demiştir. Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir
âyetinde halife kelimesi Allah’a nisbet edilmemiştir. Ya müstakil olarak veya arz
kelimesiyle birlikte “yeryüzünde halife” şeklinde kullanılmıştır. Hiçbir hadiste
de “Allah’ın halifesi” tâbiri kullanılmaz. Buna rağmen, tevhid konusundaki
çizgiyi alabildiğine zorlayan tasavvufun etkisiyle, çok sayıda âlim ve müfessir,
bu yanlış ifâdeyi kullanagelmişlerdir. İbn Teymiyye’ye göre, tanım gereği; ölen,
orada hazır bulunmayan, ya da işinde âciz olan biri için halife söz konusudur.
Allah hakkında ise bu tür durumlar mümkün değildir. Allah’ın ne bir benzeri,
ne de dengi mümkündür. Âlemlerden müstağni olan Allah’ın halifeye/
vekile ihtiyacı yoktur. İbn Teymiyye, vahdet-i vücutçuların insanı ulûhiyet
makamına yükseltmek istediklerini, bu yüzden İbn Arabi’nin “insanın Allah’ın
halifesi” olduğunu iddia ettiğini söyler. Vahdet-i vücutçular, insanın birtakım
mertebelerle Allah’la bütünleşebileceğini iddia ederken, “Allah’ın halifesi” gibi
(Kur’an’da olmadığı halde) görünüşte Kur’anî(!) bir dayanak ileri sürerler. 1016
Oysa Allah’ın temsil edilebilir bir varlık olarak algılanması, Hz. İsa’yı
enkarne olmuş (et giymiş -Allah’ın oğlu-) biçimi olarak gören Hıristiyanlara
ait bir düşünce idi. Kur’an, halife kelimesini açık bir şekilde arza izâfeten
kullanıyor; Allah’a nisbet ederek hiçbir yerde kullanmıyor. Bakara suresi
30. âyetten sonraki âyetlerdeki, meleklerin yorumlarında ve reel hayatta
gördüğümüz gibi, (yaratıcısını överek tesbih edeceğine) yeryüzünde fesat/
1013] 10/Yûnus, 73
1014] 2/Bakara, 29
1015] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/10-11
1016] M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 168-169
- 387 -
kargaşa çıkaran, kan döken biri Allah’ın temsilcisi olabilir mi? Bir temsilci,
temsil ettiğinin dışına çıktığı zaman temsilci olmaktan çıkacağına göre, belli
bir iradî alanda istemlerini gerçekleştirme, tercihte bulunma yeteneğine sahip
insan gerçeği, “Halifetullah (Allah’ın halifesi)” ile nasıl uzlaştırılacaktır? 1017
“Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef
(güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için
râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine
dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak
koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir.
Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr
edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları
yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” 1018
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel
değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah’a ibadet ve hiçbir
şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz
ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber’e itaat.
Allah, başta Âdem (a.s.) olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin
uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife
adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı
devam ediyor demektir. Allah’ın hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz
çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını
koruyamayanlardır.
Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ,
genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır.
Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine
sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği
bütün insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak
O’nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü
halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması
demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan,
yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere
aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği
insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve
sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
1017] Bkz. 10/Yûnus, 14
1018] 24/Nur, 55-57
- 388 -
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını
istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre
halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri
yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine
de “hususi hilâfet” adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar
birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir.
Allah’ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile
söz verdiği kimseler,1019 O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları
tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak”
özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle
ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini
yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile
(Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi1020 emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin
insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan
geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin
zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını1021 bildirmiştir. Anlaşılmaktadır
ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya
çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama
yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum
da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise,
yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu
emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere
verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. 1022
Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta nâmus ve izzet
meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve tüm müslümanların, hatta
tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.
“Sahi, aslan nerede düşmüş ve nereden kalkacaktı?” Özellikle, olaya
hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere soruyor ve pratik
cevap istiyorum.
“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”
1019] 24/Nur, 55
1020] 38/Sâd, 260
1021] 2/Bakara, 214
1022] Bkz. 4/Nisâ, 58
- 389 -
38. HUTBE
ARDINDAN AĞIT YAKMAK İÇIN DEĞIL; MUHTEŞEM
DÖNÜŞÜNÜ HIZ LANDIRMAK İÇIN HİLÂFET
Âyet :
أ رْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ � آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْ ? وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ
أمْنًا ? الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ
أوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ � يَعْبُدُونَنِي لَ ا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَ
“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce
geçenleri halife ve egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen
kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları
korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde
bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar.
Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”1023
3 Mart 1924, Müslümanların tarihinde kara bir leke olarak duruyor. Bu
tarihte her ne kadar sembolik olarak bulunuyor olsa da “hilâfet” kaldırıldı.
Ve birkaç gün önce hâlâ tören yapılarak bu tarihî olay gözlerimizin içine
sokulurcasına kutlandı. Toplum çıldırınca ağlanacak yerde gülermiş. Devlet de
irtidâd edince matem yapılacak durumda bayram yapar, sürpriz sayılmamalı.
İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata
dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında
gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat
nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek
yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem
olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur” diyen
kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasûlullah’ın âhirete irtihâlinden
1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı
bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.
Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları
kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye
zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki
1023] 24/Nûr, 55
- 390 -
ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı,
kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu
Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı
saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan
bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe
çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.
Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim
kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet
farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki
kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş
sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin
yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye
çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da
zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi
bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler
coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp
seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta
düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte
gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.
Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil
ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız! Hem de dinleri “üç kişinin bile,
yolculukta dâhi, içlerinden birini lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/
halifesiz ümmet, başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı1024 ki, onlar yolu
açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın.1025 Müslümanlar
tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın.1026
Müslümanlara “böl, parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler”
şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline dönüştürüyor,
her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar. Müslümanların “hilâfet”
konusunu gündeme getirmelerine ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya
müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek
Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri
gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz”
anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor, “Hasta Adam”ın son demlerindeki
“Jöntürkler”e, yani “Yeni Osmanlılar”a nazîre olarak.
1024] 3/Âl-i İmrân, 104
1025] 3/Âl-i İmrân, 110
1026] 21/Enbiyâ, 92
- 391 -
Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi başı Buş oğlu
Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni dünya düzen(sizliğ)
i” projesini uygulamak için, Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor.
Bir yandan da stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”,
“yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”, “lâ’sı
olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde içi boşaltılmış ve
Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın
dini imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la
çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah’ın katında tek
gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için
kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden
çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından
dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması.
Aslında halifelik, daha ashabın bir kısmının hayatta olduğu bir zamanda
kaldırıldı. Dört Râşid halife döneminden sonra, hilâfet Muaviye tarafından
kaldırıldı, yerine ısırıcı krallık ihdas edildi. Artık ümmet, kendi içinden,
yöneticiliğe en uygun kişiyi seçme hakkından mahrum bırakılıyor, kılıç zoruyla
devlet başkanı olan yöneticinin oğlu, isterse zalim ve içkici biri olsun o yönetici
oluyor, halife ünvanını da dini istismar ve Müslüman halkı yanına çekmek
için kullanıyordu. Halifenin sadece adı ve şekli vardı; sıfatları ve kendisi yoktu.
Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin halife ile ilişkisine baktığımızda, halifeyi
önemsemedikleri, onunla ilişkiye girmedikleri, ona bey’at ve itaat etmedikleri,
halk tabiriyle onu takmadıkları rahatlıkla söylenebilir. Halife uğrunda mı
savaşılır, halifeye karşı mı savaşılır? Osmanlı, halife uğrunda değil, halifeye
karşı savaşmış, 1517 yılında kılıç gücüyle halifeliği ele geçirmiştir. Ama, Yavuz’la
birlikte Osmanlı padişahları, kendilerini halife gibi görmemişler, halife yerine
“sultan, hakan” gibi unvanları tercih etmişlerdir. Halifelik, Yavuz’dan önce de,
sonra da sembolik bir değerden öteye bir fonksiyon icra etmiyordu. Osmanlı
padişahları, tüm mü’minlerin halifesi olarak Osmanlı toprakları dışındaki
Müslümanların da ihtiyaçlarını karşılama ve ümmet bütünlüğünü sağlamaya
çalışma gibi endişeleri yoktu. Onlar “Sultan ibnu’s-sultan, ulu hakan” idiler.
“İmam, emîru’l-mü’minîn, halife-i müslümîn” değildiler.
Zaten hadis rivayetinde de bu konu gündeme getirilir. Muaviye ile birlikte
hilafetin değil, saltanatın hüküm süreceği belirtilir: “Benden sonra hilafet -veya
nübüvvet hilafeti- otuz yıldır.” 1027
1027] Ebû Dâvud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4/272; 5/220, 221
- 392 -
“Isırıcı”, yani zâlim saltanat kısmını ihtiva eden hadisi, Hz. Huzeyfe’den
Resulüllah’ın (s.a.s.) şöyle dediği rivâyet edildi: “Nübüvvet içinizde Allah’ın
dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra,
nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam
eder; ardından Allah onu da –dilediği zaman- ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir
saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde
onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği
kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra,
nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.”1028 Bu rivayeti merkeze alırsak, 4 halife
döneminden sonra ısırıcı bir padişahlık oluşmuş, Osmanlıdan sonra ise daha
gaddar, daha zâlim, yani ceberut bir yönetim işbaşına geçmiştir. Bu zâlim
yönetimin, laik Kemalist rejimin sonu yakındır. İnşaAllah nübüvvet sisteminde
bir hilâfet, çok geçmeden bizi kuşatacaktır. Şurası unutulmamalıdır ki, hilâfet
için önce ona lâyık ümmet oluşması gerekmektedir. Ümmet olmak için önce
cemaat olunmalıdır. Cemaat olmak için de tevhidi ve vahdeti merkeze alan
mü’min şahsiyet oluşmalıdır.
İslâm devletinin, halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek.
Müslümanların birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı
coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir
gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid
çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulusdevlet
anlayışından ümmetçiliğe geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk
şuuruna hicret demek. İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil;
aynı zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam,
1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim
araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok
katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek halifenin (ya da hilâfet komisyonunun)
şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük
İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin
birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti... Rüyâsı
bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle bir gücün karşısında
kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve İsrail adlı haydutlar
çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini,
dünyaya verdiği huzuru düşünün...
Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan
eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında
1028] Ahmed bin Hanbel, 4/273
- 393 -
kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş
vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü
din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar
yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak
takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi
yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkede değil;
tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya
çalışmakla yükümlüdür.1029 Müslümanların tüm yeryüzünde halife olduğu1030
ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına kavuşmak için iman
ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/
ibâdet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği1031 Kur’an’ın mesajıdır.
“Hilâfet” derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs
hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan dört halife) tarzı hilâfeti kast
ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği
demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla
birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz
değildir. Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir.
Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel
bir seçim usûlüyle işbaşına gelip, şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek
adâlet ölçüsü olan Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi,
artık bir daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı,
içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan
Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri
ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin
değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten
uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal
bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa
bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad ettiği Kur’anî
projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla
20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet,
asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer şeklinde
ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa
ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla
gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış
sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, çeyrek asır önce İran’da ne oldu,
1029] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
1030] 2/Bakara, 30
1031] 24/Nûr, 55
- 394 -
nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme
rağmen?! Kimlerin hayal bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi? (Ve şimdi
o devrim, Suriye ortamında nasıl karşı devrime dönüştü? Suriye’deki eski
İran şahına benzeyen tağuta kıyam edenleri kıyıma tâbi tutacağını, inkılabçı
Müslümanları değil, tâğutları destekleyeceğini kim hesap edebilir, kimler bunu
İslam Cumhuriyetinden bekleyebilirdi?)
Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin
kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip
dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un
Mısır’a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara
getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten
kanun çıkartarak “dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni, böylesi
önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir.
Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız” kimdir, orası meçhul.
Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün
halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.1032 Allah’ın takdir ve dilemesi,
yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak,
vârisler kılmaktır.1033 İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde
güç ve iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.1034
Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de
Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir
hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece
Allah’a kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın
lütfu ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere,
Sümeyye’lere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal
edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...
Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir”leş”miş
Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı,
müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran,
kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini
bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna,
Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için,
özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm
sözkonusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine
1032] 6/En’âm, 165
1033] 28/Kasas, 5
1034] 24/Nûr, 55
- 395 -
dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya
ve onların içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir
problem.
“Hilâfet” demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi tuzaklardan
kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun, aşılması gereken dağlar
yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar, başarının değerini arttıran
süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır
kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.
“İmkânsız”, ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir kelimedir.
İman imkândır, hem de en büyük imkân. “İmkânsız” kelimesini müslümanın
diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini kuşanarak Allah’a
daha yaklaşıp O’nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına
gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa “biraz
zaman alabilecek şey” anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip Hakk’a
ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın sağladığı imkânlarla
Allah’a yaklaşıp O’nun yardımına muhâtap olan kimse için İlâhî emir ve
tavsiyelerin hiçbiri “zor” ve hele “imkânsız” gelmeyecektir.
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, kendinizi düzeltin. Siz gerçekten
hidâyet üzere iseniz, doğru yolda olursanız, yoldan sapan dalâlet ehli kimse size
zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı
haber verecektir.”1035 En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke
Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt üzerindeki
devleti hiç olmasaydı, hiç sahte İsa ve Mehdi’ler çıkmasaydı, Bağdâdî’ler
kendilerini halife ilan etmese, bu kulaklar IŞİD diye bir şeyi işitmeseydi. Cihad
zannedilen terör olayları yapılmasaydı, “ihlâs” gibi güzel kelimeler ihlâssız
kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa,
politikacılar dini istismara yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı
müstakîm yolcularının yolunu tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu
bulmak isteyen o yolun yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım
yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi
görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın
bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı,
psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey,
bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından
1035] 5/Mâide, 105
- 396 -
çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri
elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele olmaz. Bunun
da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü
vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır.1036 Kim takvâ sahibi
olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir.1037 İnsanlara emr-i
bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en
kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.1038 Bu konudaki İlâhî sünnet, imantakvâ-
infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir.1039 Kim
cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de
yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir. 1040
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki, Allah
zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah
dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır.
Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya
meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar
ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin
hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler,
tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini birer ikişer
adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan, aceleciliğinin cezâsını
belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer birer bile çıkamayacak hale
gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken,
öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen
Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse kurmaya
çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda hem halkın ve hem de âlimlerin
yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip birleşmesi için organizeler
yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin
arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği
coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki mü’minleri, yani
kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten yararlanmalı, farklı
ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı
en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü
ile birlikte Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler,
1036] 94/İnşirâh, 5
1037] 65/Talâk, 4
1038] 87/A’lâ, 6-9
1039] 92/Leyl, 5-7
1040] 92/Leyl, 8-10
- 397 -
hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem, resmî program yerine
İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî çözümleri gündeme getirmeli.
Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği vurgulanmalı. Vatanın müslüman için
İslâm’ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var
olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.
Devlet için, hilâfet için önce ümmet olunması gerekiyor. Ümmetin oluşması
için de cemaat. Cemaat olmak için de önce tevhid ehli, tâğutu reddetme
seviyesine gelmiş, bedel ödemeye hazır Müslüman şahsiyet olmak ve bu
şahsiyetleri çoğaltmaya çalışmakla işe başlanmalı. Mehdi bekleyen insanlar,
çözümü Hz. İsa’nın gökten inip kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini
kuşanmaktan kaçanlar bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam,
halife) çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün
olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz imamı gibi toplumun
önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve
toplumun kardeşi, içlerinden biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder
gibi, gemiyi en son terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet1041
olmakla birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan1042 İbrâhim gibi
putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten
çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz
olmayan, müslümanların izzet ve onuruna halel getirmeyen, çok net olarak
İlâhî mesajı insanlara ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip
yürüyecek, arkasından ümmet yürüyecektir.
“Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef
(güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için
râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine
dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak
koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir.
Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr
edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları
yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” 1043
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel
değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah’a ibadet ve hiçbir
şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz
ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber’e itaat.
1041] 16/Nahl, 120
1042] 2/Bakara, 124
1043] 24/Nur, 55-57
- 398 -
Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin
uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife
adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı
devam ediyor demektir. Allah’ın hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz
çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını
koruyamayanlardır.
Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ,
genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır.
Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine
sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün
insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun
hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği,
onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması demektir.
Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, yeryüzünde
halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket
edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak
bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve
bunları aşmamasını istemiştir.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını
istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre halifelik
makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler
kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet”
adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş
ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife yapacağına ve
onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler,1044 O’nun
dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tâğutların tasallutundan
kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak”
özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle
ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini
yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile
(Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi1045 emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin
insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin
de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında
sözkonusu olmayacağını1046 bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın
1044] 24/Nur, 55
1045] 38/Sâd, 260
1046] 2/Bakara, 214
- 399 -
hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün
insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu
bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır.
Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür
iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte
olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri
arasındadır. 1047
Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta nâmus ve izzet
meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve tüm müslümanların, hatta
tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.
“Sahi, aslan nerede düşmüş ve nereden kalkacaktı?” Özellikle, olaya
hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere soruyor ve pratik
cevap istiyorum.
“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”
İslâm devletinin kurulup hilâfetin ilân edileceği günlerin kısa zamanda
gelmesi dileğiyle…
1047] Bkz. 4/Nisâ, 58
- 400 -
39. HUTBE
BİR MUHÂSEBE
Âyet :
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَ ا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةًۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle
kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı
şiddetlidir.” 1048
وَلَ ا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ ثُمَّ لَ ا تُنْصَرُونَ
“Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateşi (Cehennem)
dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” 1049
Gelin bugün bir muhâsebe yapalım; kendimize ve bulunduğumuz çevreye
ibret ve hikmet gözlüğü takarak biraz farklı bakalım. Ne yapıyoruz, nereye
doğru gidiyoruz?
İman ettik diyoruz, iman etmeyenler gibi yaşıyoruz. İman, Allah’a her
konuda güvenmek ve kendisine her konuda güven duyulacak şekilde yaşamak
demektir. Buna rağmen Allah’ın baztı imtihanlarından şikâyet ediyor ve
herkesin her şeyini güvendiği bir insan olamıyoruz.
İslâm, teslim olmak demek; Allah’a, O’nun hükümlerine, emir ve
yasaklarına. “Duyduk ve uyduk” dememiz gerekirken; “duyduk ve uyuduk”
der gibi davranıyor, “duyduk ve tartışıyoruz” diyoruz. Evet, her şeyi tartışmaya
döktük. Dini eğip büktük. Diğer Müslümanları küstürdük.
Elimizde Kur’an olması gerekirken; el kitabımız cep telefonu oldu. Bakmayı
okumaya tercih ettik. Başkalarına tavsiye ettiğimiz doğruları, kendimiz ihmal
ettik. Başkalarıyla meşgul olurken evimizi, çoluk-çocuğumuzu kaybettik.
“Namaz” denilince bazılarımız Cuma namazını anlıyor. Bazılarımız da günde
beş defa bilinçsizce yatıp kalkmayı. Namazlarımız bizi Allah’a yaklaştırmıyor,
kötülüklerden uzaklaştırmıyor. Bizi İlâhî rızâ hedefine odaklaştırmıyor. Bir an
önce namazı kılıp kurtulsam diyoruz. Hâlbuki namazdan kurtulmak değil,
namazla kurtulmak gerekiyor.
1048] 8/Enfâl, 25
1049] 11/Hûd, 113
- 401 -
Sabır, direnişimizi arttıracakken, sabır zannettiğimiz pasiflik, tavizleri
arttırdı. Mehter yürüyüşü gibi adımlarımız; ileriye doğru bir adım atar atmaz,
geriye doğru iki adım attık. Bırakın ilerlemeyi, yerinde sayanları, geri adım
atmayanları bile kahraman saymaya başladık.
Faizden kaçanımız kalmadı. Herkesin cebinde kimlik kartı gibi banka kartı.
İktidar, iş hayatına ve ticarete; bankayla çalışmıyorsanız izin vermiyor. Namaz
kılan halk da bankadan farklıymış gibi, Katılım Bankasını tercih ediyor.
İnsanımız ölümü ve yeniden dirilişi düşünmek ve Kur’an’la diriliş
yerine; Diriliş dizilerini seyretmeyi tercih ediyor. İbadet bilinciyle seyrettiği
Abdulhamit’i, başroldeki şimdiki cumhurbaşkanı diye izliyor. Lideri
Amerika’ya, Batıya kafa tutunca Batının kötü olduğu aklına geliyor; lider
barışınca Amerika ve Batı hayranı kesiliyor.
Ortadoğu’daki Müslümanların üstüne atılan bombalarla işgal edilen ülkelere
acırız da; kitle imha silahı şeklinde tv.lerden, diziler, internetten yağdırılan
bombalara ses etmeyiz.
Bazılarımız modern hurafelere kafayı takar, onları savunanları kendinden
saymaz; Bazıları da klasik hurafelere. Ama, kendi tarafındaki hurafe ve bid’ate,
bâtıl inanışa toz kondurmaz. Rivâyetleri zayıfıyla ve uydurmasıyla ya toptan
kabul eder insanımız; ya da toptan reddeder. Kur’an’ı nedense ölçü ve hakem
kabul etmek istemez.
Dilimiz “vahdet”i isterken, halimiz “vahşet”i sergiler oldu. Kur’an yerine,
başka kitapları, interneti tercih eder olduk. Kâfirlere gösterdiğimiz tahammülü,
mü’minlere gösteremiyoruz artık. Kızlarımız, örtünmek için değil, dikkat
çekmek için giyiniyor. Erkeklerimiz, kadınların peçe takmalarını isterken
kendi gözlerine peçe takmayı unuttu. Kızlarımızın yüzünde de, erkeklerimizin
gözünde de haramların izi ve isi, nurlarını yok etti.
Korkularımızı tedbir adıyla savunduk. Mü’minlere ve yakınlarımıza karşı
sevgide cimrileştik. Kendimizi savunmada cömertlik yarışına girdik. Suç
işleyince, tevbe edip af dilemek yerine, suçu üzerine yıkacağımız bir yerler
aradık. Günahımızı Amerika’ya, Batıya, düzene, çevreye yükledik; ama;
“Rabbim biz kendimize zulmettik. Sen mağfiret edip merhamet göstermezsen
biz zarar içinde bocalar dururuz” demedik. Haramlara kılıf, günahlara mazeret
bulmaya çalıştık.
Asılla ilgili ciddi usûl hataları mı yapıyoruz? İslâm adına da olsa; fıtratımıza,
Sünnetullaha ve vahye ters uygulamalar mı yapıyoruz da dünyevî netice için
- 402 -
hiçbir ilerleme kat edemiyoruz? Tedrîce mi riâyet etmiyoruz? Tevhidî hayat
görüşü yerine, klasik veya modern hurafelerden örülü yanlış din anlayışı mı
bizi kuşatıyor? Dâvetin zahmeti yerine dünyevî rahatı mı tercih ediyoruz?
Dindarlıkla dini darlığı mı karıştırıyoruz? Öncelikleri, önem sırasını yanlış
mı tespit ediyoruz? İnandığımız esaslar Kur’an’ın iman esasları değil mi
yoksa? İmanımız yakîniyet, kemal ve samimiyet testlerinden geçebilir mi
acaba? Amelimiz ihlâslı mı değil? Fedâkârlık bilincimiz mi yetersiz? Adama
bilincimiz hiç mi yok? İnfak gayretimiz, verme hassâsiyetimiz köreldi mi iyice?
Cemaatleşme ile gruplaşmayı karıştırarak fırka fırka mı olduk? Mezheplerimiz,
cemaatlerimiz dinin yerini mi aldı yoksa? Hocalarımızın, ağabeylerimizin
görüşleri, nassların önüne mi geçiyor? Zengin olmayı sevip istediğimiz kadar
cenneti istemiyor muyuz acaba? Aç kalmaktan korktuğumuz kadar cehennem
korkumuz mu yok? Üniversite sınavını ve benzeri dünyevî sınavları, Allah’ın
dünyada bizi tâbî tuttuğu imtihanlardan daha önemli mi görüyoruz? Şükür
yerine nankörlük ve şikâyeti, sabır yerine pasiflik veya isyanı mı tercih eder
olduk? İslâm devleti yerine demokratik düzenleri mi savunur hale geldik?
Devlete tâlip olmamız gerektiği halde, gayri İslâmî yasalarla yönetilen düzenin
hükümetine tâlip olmayı mı seçtik? Yeryüzünde adâleti sağlayacak İlâhî
hükümleri hâkim kılma gayreti yerine, zâlimlere az da olsa meyletmeyi mi tercih
ettik? Dost olmamız gerekenleri düşman, düşman olmamız gerekenleri dost
mu kabul ettik yoksa? Tersi olması gerektiği halde, mü’minlere sert, kâfirlere
hoşgörülü mü davrandık? Yalnız kalmaktansa yanlış yapmayı, marjinal
kalmaktansa çoğunluğun yanında yer almayı mı yeğledik? Sürüden ayrılıp
saflarımızı belirlemek yerine, “uydum kalabalığa” diyenlerden mi olduk? Dâvâ
adamı dâvetçi olmayı geri plana atıp dünyevileşen tiplere mi dönüştük? Yoksa,
bütün bu cinayetlerin hepsini ve ilave edilebilecek nice benzerlerini yapmaktan
mı çekinmedik? Öyleyse… Öyleyse Rabbimizin rahmetinin, yardımının
gelmesini beklemeye ne kadar hakkımız vardır?
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kim
kimin uğrunda, niçin cihad ettiğini bilmiyor. Hangi teşkilat, hangi grup neyi
amaçlıyor; çok net değil. Net kabul edilenlerin de yarın nasıl bir pazarlık ve hesaplar
içinde olacağını, şehid kanlarını veya ümmetin imkânlarını ve umutlarını satıp
satmayacağını, ya da kandırılıp kandırılmayacağını kimse bilmiyor.
Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; tevhidi tüm
boyutlarıyla özümseyip Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük gibi, çerçöp
gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost
- 403 -
kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli,
Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul
etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan
edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz
bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve
uhrevî cezalar, mü’minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu,
İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/
damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de
geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri
zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta
(Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve
sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, Firavunlaşmak, hayvanlaşıp Esedleşmek
(Esed bir hayvan cinsidir), İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk
veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha
tehlikeli olan, içimizdeki kâfirdir, gâvurluktur; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı
olarak gâvurlaşmadır. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet
üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”1050
İnsanımız, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor.
Gardiyanına âşık oluyor, celladını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman
Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. Dünyasını
yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle
diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”1051
Filistin’den, Mısır’dan, hatta Suriye’den daha feci bu ülkenin insanlarının
durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar onlara tavır alıyorlar.
Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve mümkün ki kurtuluyorlar. Buradaki işgal
sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi
için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için
mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri
mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?
İnsanımız o hale gelmiş ki, belâ kendi evinin kapısına dayanıncaya kadar
suya-sabuna dokunmamayı tedbir sayabiliyor. Para-pul, araç-gereç, sayı-nüfus
hesabı yaptığı kadar bile Allah’ı hesaba katmıyor ve korkularının esiri olabiliyor.
Okumakla adam olacağına, namazla sadece Allah’a kulluk bilincine ulaşacağına,
duayla aktifleşeceğine, sabırla direnişe geçeceğine; kitapla eşekleşebiliyor,
1050] 4/Nisâ, 105
1051] 31/Lokman, 13
- 404 -
namazla ürkekleşebiliyor, duayla pasifleşebiliyor ve sabırla zilleti kuşanabiliyor.
Elini taşın altına koyacağına, yüke omuz verip yük alacağına; yük olabiliyor. Bir
yol bulacağına, yol açacağına, yola düşeceğine; yolda düşüyor, düştüğü yerden
kalkmıyor, yoldan çekilmiyor. Yangını söndürmek için eline bir kova su alıp
göreve koşmak yerine; itfaiyecileri eleştiriyor, yürüyenin önüne taş, üretenin
önüne set olabiliyor. Zihni düşünce, gönlü huzur, eli iş üreteceğine, sadece dili
laf üretiyor.
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ
imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve
isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit
olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman
oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin
de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik
imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil;
tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle
uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü
bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı
ıslah zannediyor.
Müslümanların, emredildikleri gibi müslümanlaşması için tevhid, cihad ve
ibâdet bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi gerekmektedir.
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz
(herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”1052
Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm,
hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına
dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve
bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve
kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde
oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler
gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve
Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini
gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın,
onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul
olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size
ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım
göremezsiniz.”1053
1052] 8/Enfâl, 25
1053] 11/Hûd, 113
- 405 -
Bu fesadın sorumlusu bizleriz: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden
karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi, ki Allah yaptıklarının
bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”1054
Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin sebebi bizleriz:
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir.
(Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”1055; “Sana gelen iyilik Allah’tandır.
Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…”1056
Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar bizden,
içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız
gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca
dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O,
size yaptıklarınızı haber verecektir.”1057 Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla
gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek,
yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra
diğer rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi
düzeltmek gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor:
“(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi
bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”1058
“İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundumu,
artık o, ye’se düşen bir ümitsizdir.”1059 “Öldük, bittik, mahvolduk”, “bizden
adam olmaz.”, “Dünyamız zillete boyandı; öyleyse âhiretimiz de mahvolursa
mahvolsun, ne yapalım?” Böyle mi diyeceğiz? Umutlu olan kimse, mutlu da
olabilir. Umutsuzluk ise mutsuzluktur. İnsanlardan umut kesebilirsiniz, hatta
kendinizden bile; ama mü’minseniz Allah’tan asla! Unutmayalım; Yoktan var
eden Allah, ölüden diri de çıkartır.1060 Kıyâmeti dünyada yaşıyorsak, yeniden
dirilişi de önce dünyada gerçekleştirmeliyiz. “Kıyâmet”, yaratılmışların
topyekûn ölümünü ifade ettiği gibi, ondan daha çok, ölümden sonra yeniden
dirilişi, canlanış ve ayağa kalkışı belirtir. Kıyâmeti dünyadayken yaşayan
kimseler olarak yeniden canlanmalı ve diğer insanları canlandırmalıyız. Bak
görmüyor, duymuyor musun, kalk borusu öttü; Kur’an bizi uyanmaya ve göreve
çağırıyor.
1054] 30/Rûm, 41
1055] 42/Şûrâ, 30
1056] 4/Nisâ, 79
1057] 5/Mâide, 105
1058] 7/A’râf, 23
1059] 41/Fussılet, 49
1060] 6/En’âm, 95; 10/Yûnus, 31; 30/Rûm, 19
- 406 -
Peki, Rabbimiz bizi niye terk etti? Mü’minlere yardım vaad edip kendi üzerine
görev olarak yazdığı1061 halde, niçin İlâhî yardım gelmiyor? Bunca cemaatten,
bu kadar âlimden birine Rabbimiz rahmetiyle muâmele edip ümmetin oraya
yönelmesine işaret etmiyor?
Biz Rabbimizi terk ettik; O da bizi rahmetiyle terk etti. Biz O’nu unuttuk; O
da bizi (yardımını göndermeyerek) unuttu.1062
Hastalık doğru teşhis edilirse, tedavi için yapılması gerekenler de netleşir. Ne
mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra
uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti.
Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve
güçbirliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî
rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde
ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri.
Niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan
kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı
bildirecektir.”1063 Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine
gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan.
Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu,
bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da
belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans,
Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve
Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini
ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının
yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda
kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu
riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.1064 Başkalarını kurtarmaya
çalışmadan da kurtulmak mümkün değil.1065
“Ey iman edenler iman edin…”1066 İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi
gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet
gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman
yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır
1061] 30/Rûm, 47
1062] 7/A’râf, 51; 45/Câsiye, 34
1063] 5/Mâide, 105
1064] 2/Bakara, 44
1065] 103/Asr, 1-3
1066] 4/Nisâ, 136
- 407 -
olun. Ve imanda sebat edin. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde,
hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak
can verin.”1067 Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve
müslümanca yaşamak zorundayız.
Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının
tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren
çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması.
Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy
aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi
yanlışlarının farkına varamamaktadır.
Dinimiz bütün Müslümanların kardeş olduğunu bildiriyor. Tefrikayı
yasaklayarak Allah’ın ipi olan Kur’an’a tüm Müslümanlar olarak hep birlikte
sarılmamızı istiyor. Müslümanlar olarak Kur’an’ın istediği gibi birleşip dayanışma
ve vahdet içinde olsaydık çok büyük güç olurduk ve emperyalist zâlimler,
Afganistan’ı yakıp yıkamaz, Irak’ta bir milyondan fazla insanı öldüremez, İsrail
Filistinli kardeşlerimize böyle vahşice saldırıp zulümler yapamazdı. Suriye
kitle imha silahlarını dünyanın gözüne baka baka rahatça kullanamaz; Mısır
zindanları Müslüman kardeşlerle dolduramaz, ülkeyi hapishane ve morga
döndüremezdi. Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; Allah’ın
ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size
yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.”1068; “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye
kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”1069
Mü’minlerin, her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal
yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap
etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.
Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ
ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan
ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanları başta
olmak üzere, Kur’an’la kâfirlere karşı büyük cihadı gerçekleştirmektir. Kur’an’la
yapılan bu cihad, kapıları açacak ve Allah’ın yardımını sağlayacaktır. Allah,
ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir.
Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta
girişmek mümkün değildir.
1067] 3/Âl-i İmrân, 102
1068] 47/Muhammed, 7
1069] 3/Âl-i İmrân, 139
- 408 -
40. HUTBE
RÜKÛ EDENLERLE BERABER RÜKÛ ETMEK, YANİ
CEMAATE KATILMAK
Âyet :
وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِع۪ينَ
“Rükû edenlerle beraber rükû edin.” 1070
Hadi s:
“Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.” 1071
Konumuzu teşkil eden âyette, bilindiği gibi sadece rükû değil, cemaate
katılmak veya cemaat oluşturmak da emredilmektedir. “Rükû edenlerle
beraber rükû edin.”1072 Bu emir, rükûları, rükû ile kast edilen farz namazları
cemaatle kılmayı da içine almaktadır. Cemaat Nedir? ‘Cemaat’ kelimesinin
aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem’ fiilidir. ‘Cemaat’ sözlükte,
insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat;
bir fikir ve inanç etrafında bir araya gelen insan topluluğuna verilen addır.
Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan
mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla cemaat; İslâm ümmeti topluluğunu
ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda
bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e,
yani Tevhid dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın
neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer
üyesidirler.
Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar
değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında
ve niçin bir araya geldiklerinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir.
Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât)
değildir. Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli
değildir. Asgari müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki
1070] 2/Bakara, 43
1071] Ahmed b. Hanbel, 4/145
1072] 2/Bakara, 43
- 409 -
etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacı veya politikacının, ya
bir futbol topunun, filmin veya müziğin bir araya topladığı bir sürüdür.
Sürüyü akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.
Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir
etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı
olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir
imamın (önderin) bulunması gerekir.
Nama z ve Cemaat
İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya
gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir.
Peygamberimiz’in cemaatle namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği
bu nedenle daha iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarından seçtikleri ya da
uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere
cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla
rukû’ ve secde yaparlar. İmamla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı
tamamlarlar.
Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla
birlikte ama ondan sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer
mü’minlerle, cemaatle beraber davranır. Namazda kendi başına hareket etmez,
diğer müslümanlarla birlikte aynı amacı gerçekleştirmeye, yani namazı ikame
etmeye (yerine getirmeye) çalışır. Cemaatle kılınan namazdaki hiyerarşik
nizam, müslümanların oluşturacağı toplumun düzenine de bir işarettir.
Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin genişliğine göre onun
arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit düzeni değil, eşitlik
ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular ve imtiyazlılar sınıfı
yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri imam bile onlardan
biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.
Cemaat Anlay ışı ve İslâm Topulumu
İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları
ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal ve’l akd (imam,
halife, emir sahibi, veliyyül emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve
din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Onların önderleri
kendileri gibidir, hiç bir üstünlüğü/ayrıcalığı yoktur ve onların serbest oylarıyla
(biatleriyle) seçilmişlerdir. Namazdaki imam gibi yetkileri sınırlıdır ve o
- 410 -
Allah’a itaat ettiği müddetçe müminler de ona itaat ederler. Bir kimse, cemaat
istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi, hiç kimse de ümmet
istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz. Mü’minler,
tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında da birbirlerinin yanındadırlar.
Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları
gibi, hayatın her safhasında diğer müslümanlarla niçin bir arada olmaları
gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir.
Onların aralarındaki bağ iman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile, hizib, ya
da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği hiç değildir.
Müslümanlar bulundukları yerlerde az sayıda olduklarından küçük
cemaat olsalar bile, aynı özelliği taşırlar, aynı şuura sahiptirler. Herhangi
bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen mü’min topluluklarının
da bundan farklı yanları yoktur. Bazen bütün müslümanların bir önderin
(imamın) yönetimi altında bir araya gelmeleri mümkün olmayabilir. Şartlar
buna müsaade etmeyebilir. Günümüzde müslümanlar farklı coğrafyalarda ve
farklı ülkelerde yaşamaktadırlar. Birçok ayrı siyasî güç müslümanlara hâkim
durumdadır. Buna rağmen onlar İslâm’ın genel esasları ve hedefleri etrafında
bir cemaat olmak zorundadırlar. Onlar birbirlerinin kardeşidirler. Her mü’min,
birbirinin destekçisi, yardımcısı ve duâcısıdır.
Müslümanlar bulundukları yerde, az da olsalar cemaat anlayışını yaşatmakla
görevlidirler. Bazı mü’minler, bir amacı ya da bir hedefi gerçekleştirmek üzere
bir araya gelebilirler, bir grup çalışması yapabilirler. Vakıf, dernek ve teşkilat
çatısı altında örgütlenebilirler. Bu şekilde oluşan cemaatler, kendi aralarında
bazı prensipleri uygulasalar bile, diğer müslüman cemaatlerle İslâm kardeşliği
çerçevesinde ilişki kurarlar, ayrılık gütmezler, onlara sırtlarını dönmezler. Bir
cemaatin İslâmî olup olmaması, onun İslâmî prensiplere ne kadar uyduğuna
bağlıdır.
Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen
cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp parçalamamalıdır.
Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi cemaatinin veya grubunun görüşlerini,
prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı
ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini vurgulamakta,
onları ‘vahdet’e davet etmektedir.
Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya
çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat
olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar. ‘Cemâdat’, yani şuursuz, sıradan
sürü haline gelirler. Sürüleri güden çobanlar de her zaman bulunur.
- 411 -
Cemaat Olman ın Önemi
İslâm, cemaat dinidir. İslâm’n ilke ve prensipleri en güzel şekilde
cemaatla beraber yerine getirilir. İslâm, müslümanların şuurlu cemaatler
olmasını emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş
ve nasıl olacağını göstermiştir. Böyle bir cemaat mü’min için koruyucu bir
elbise, kale gibidir. Cemaat olan mü’minler birbirlerini daha iyi tanırlar,
birbirlerini sever sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin
durumlarından haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar.
Tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler. 1073
İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur.
Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık,
sevgi ve saygı vardır. Onların arasında soy, sınıf, kabile, meslek, bölge üstünlüğü
gibi iddialara yer yoktur. İslâm, müslümanları Kur’an etrafında bir araya
gelmeye davet ediyor.1074 Dinlerini parçalayanlar gibi parça parça olmaktan
sakındırıyor.1075 Allah (c.c), kuvvetli bir bina gibi bir araya gelip kendi yolunda
cihad eden mü’minleri sevmektedir.1076
Peygamberimiz (s.a.s.) birçok hadisinde müslümanlara cemaat olmayı
teşvik etmekte, bunun önemini bildirmektedir. Bunun yanında cemaatle
namaz kılmayı çok önemsemekte, mü’minlerin cemaatle namaz kılarak çok
fazla karşılık alacaklarını haber vermektedir. Kur’an, Hz. Peygamber’e, düşman
korkusu olsa bile mü’minlere namazı cemaatle kıldırmasını emretmektedir. 1077
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma)
ise azaptır.”1078 Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneği, beraber namaz
kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâmî cemaatin temelini atar, müslüman bireye
cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın derecesi tek
başına kılınana göre yirmi beş, veya yirmi yedi derece daha yüksektir.1079
İslâm’a göre cemaat olma o kadar önemlidir ki, iki kişi bir araya gelseler,
hemen cemaat olmaları tavsiye edilir.1080 Cemaate devam etmenin sevabı
kadın ve erkek mü’minler için aynı derecededir. Peygamberimiz kadınların
cemaate gelmelerine engel olunmamasını istemiştir. 1081
1073] Buharî, Edeb 27, 8/12; Müslim, Birr 17, Hadis no: 2586, 4/1999
1074] 3/Âl-i İmran, 103
1075] 30/Rûm, 32
1076] 61/Saff, 4
1077] 4/Nisa, 101-102
1078] Ahmed b. Hanbel, 4/145
1079] Buharî, Ez’an 30, 1/166; Müslim, Mesâcid 42, Hadis no: 649, 1/449; Ebu Davud, Salât Hadis no: 559, 1153; İbn
Mâce, Mesâcid 16, Hadis no: 786-790, 1/258; Tirmizî, Salât 245, Hadis no: 330, 2/150
1080] Buhârî, Ezan 35, 1/167; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 44, Hadis no: 972-975, 1/312; Nesâî, İmamet 43-44, 2/80
1081] Buharî, Ezân 162, 1/218; Müslim, Salât 30, Hadis no: 442, 1/326; Ebu Davud, Salât 52, Hadis no: 565-568, 1/155
- 412 -
Cum’a ve bayram namazlarının cemaatle kılınıp tek başına kılınmasının
mümkün olmaması oldukça önemlidir. Şüphesiz cuma ve bayram namazları,
mü’minlerdeki cemaat şuurunu kuvvetlendirir, onları birbirine yaklaştırır,
aralarındaki kardeşlik ilişkilerini arttırır. İnsan, yaratılışı gereği toplum halinde
yaşamak zorundadır. İslâm, müslümanları şuurlu bir toplum olarak yetiştirmek
istiyor. Cemaatleşme, bir arada yaşama bilinci, fedakârlığı, başkalarını hesaba
katma; hak ve hukuka uyma ahlâkını, yardımlaşma, acıları paylaşma, nimetleri
ve külfetleri bölüşme anlayışını geliştirir.
İslâm, bütün bu ideallerin en güzel bir şekilde yerine getirilmesini, bunların
bir ibâdet bilinciyle yapılmasını istemektedir. Cemiyet (toplum) içinde
yaşadığının farkında olan olgun İnsan, her konuda bağlı bulunduğu toplum
fertlerini de hesaba katar. Ancak kendi bencil duygularını doyurmak isteyenler,
kibirliler ve başkalarının haklarına tecavüz etmeyi normal görenler bu
anlayışın dışına çıkarlar. İslâm, toplum halinde yaşama ihtiyacını en doyurucu
bir biçimde teklif ediyor ve bunun kurallarını ortaya koyuyor. İslâm cemaati,
bir Allah’a, bir peygambere ve ilâhi vahye inanma mantığı üzerine kurulur ve
gelişir. Bu cemaatin gayesi de, Allah’ın rızâsına erebilmek için O’nun hükmüne
en güzel bir şekilde uyabilmek ve birbirlerine hakkı ve ma’rufu tavsiye edip,
birbirleriyle iyilik ve takvâda yardımlaşmak, kardeşlik ve cemaat şuuruna
erebilmektir. 1082
Namaz sadece kişiyi değil; toplumu da baştan ayağa değiştiren, tevhide doğru
geliştiren bir ibâdettir. O ferdî bir inkılap olduğu kadar sosyal bir inkılaptır
da. Günde beş kez cemaat namazlarıyla bir araya gelen dünyevî ve maddî
endişelerden uzaklaşarak aynı manevî atmosferi teneffüs eden mü’minler
topluluğu; sürekli birbiriyle yardımlaşarak, birbirinden güç ve kuvvet alarak,
birbirine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, hep iyiye doğru ilerleyerek tevhidî çizgide
bütünleşir. Camiler, mü’minlerin eğitim ve öğretimini, birlik ve dayanışmasını,
istişare ve organizasyonunu sağlayan mekânlardır. İslâmî hayatın mihveridir.
Günümüzde bu fonksiyonlarını icrâ etmediği göz önüne alınınca, muvahhid
mü’minlere büyük görevler düşmektedir.
Ezanlar bir inkılap çağrısı olarak algılandığı zaman, namazlar bir
tevhid eylemi olarak hakkıyla ikame edildiği zaman, cami ve cemaatler
gerçek fonksiyonunu icra ettiği zaman; işte o zaman İslâm ümmeti yeniden
dirilecek, mü’minler felâh bulacaktır.
1082] H. K. Ece, a.g.e. 101 vd.
- 413 -
Mü’minler, cemadât olma yanlışlığından cemaat olma şuuruna
yükselmelidirler. Câmilerimizin asr-ı saâdetteki takvâ mescidine, Mescid-i
Nebî’ye benzemesine; imamların ümmetin önderleri ve Peygamber’in vârisi
olmasına; tüm şuurlu müslümanların da gerçek anlamda bir cemaat ve ümmet
haline gelmesine zarûret vardır. Bütün bunların gerçekleşmesi için de İslâmî
değişim ve dönüşüme ihtiyaç vardır. Öyleyse kalabalıkların İslâm cemaati
haline gelebilmesi için, sadece Allah’a rükû edip O’nun dışında kimsenin
önünde eğilmemek için, namazlarımızın bizi canlandırıp kurtuluşa ulaştırması
için hayye ale’s- salâh! Hayye ale’l- felâh! Hayye ale’l- cihâd!
- 414 -
41. HUTBE
CEMAATLEŞME KUR’AN’IN BIR EMRIDIR
Âyet :
انَِّ الذَّ۪ينَ فرََّقوُا د۪ينَهُمْ وَكَانوُا شِيَعا لسَْتَ مِنْهُمْ ف۪ي شَيْءٍۜ انَِّمَٓا امَْرُهُمْ الِىَ اللهِّٰ ثمَُّ يُنَبِّئُهُمْ بمَِا
كَانُوا يَفْعَلُونَ
“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla
hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara
yaptıklarını haber verecektir.” 1083
وَاعْتَصِمُوا بحَِبْلِ اللهِّٰ جَم۪يعا وَلَ ا تفََرَّقوُاۖ وَاذْكرُُوا نعِْمَتَ اللهِّٰ عَليَْكُمْ اذِْ كنُْتمُْ اعَْدَآءً فاَلَفََّ بَيْنَ
قلُوُبكِمُْ فاَصَْبَحْتمُْ بنِعِْمَتهِ۪ٓ اخِْوَاناۚ وَكنُتْمُْ عَلىٰ شَفَا حُفْرَة مِنَ الناَّر فاَنَقَْذَكمُْ مِنهَْاۜ كذَٰلكَِ يبَُينُِّ
اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın
size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah
gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş
çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size
âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” 1084
Cemaat; sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir.
Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya gelen insan
topluluğuna verilen addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir
imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla cemaat; İslâm
ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar
bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e,
yani Tevhid dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde
yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.
Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir.
Asgari müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir
rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacı veya politikacının, ya bir futbol
topunun, filmin veya müziğin bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü akıllı ve
gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.
1083] 6/En’âm, 159
1084] 3-Âl-i İmran, 103
- 415 -
Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir.
Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında ve niçin bir
araya geldiklerinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir
birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir.
Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir
etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı
olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir imamın
(önderin) bulunması gerekir.
İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya
gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çok önemli bir
örnektir.
İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları
ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal ve’l akd (imam,
halife, emir sahibi, veliyyül emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve din
işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Namazdaki imam gibi
yetkileri sınırlıdır ve o Allah’a itaat ettiği müddetçe müminler de ona itaat
ederler. Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı
gibi, hiç kimse de ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam
(yönetici) olamaz. Mü’minler, tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında da
birbirlerinin yanındadırlar. Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin
şuurunda oldukları gibi, hayatın her safhasında diğer müslümanlarla niçin bir
arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir
tercihtir. Onların aralarındaki bağ iman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile,
hizib ya da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği değildir.
Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen dernek
ve vakıflar, cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp
parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi cemaatinin veya
grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı
oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini
vurgulamakta, onları ‘vahdet’e davet etmektedir.
Batı hayatı insanları bireyselleştiren, toplumsal bağları yok eden, fıtrata ters
bir zihniyete dayanır. İnsanın çevresinden alacağı güzellikler gibi, vereceği
katkı da önemlidir. İslâm, ferdî olarak yaşanabilecek bir din değildir. İnsanın
kendini kurtarabilmesi için toplumu kurtarmaya çalışması da gerekir. Dinin
bize ihtiyacı yok; ama bizim dine, dâvâya ihtiyacımız çok. Cemaat, hem dünya
ve hem âhiret açısından bizim için olmazsa olmaz konumundadır. Cemaat,
- 416 -
mü’minler için koruyucu bir elbise, bir kale, bir rehabilitasyon merkezi,
bir arınma mekânı, bir eğitim ocağı, hayırda yarışı öğreten olgunlaştırma
kurumudur.
İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur.
Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık,
sevgi ve saygı vardır. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş
ve nasıl olacağını göstermiştir. Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da
olsalar cemaat olmaya çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri
tutmazlarsa; cemaat olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar.
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler,
göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi
hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen
Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar...
Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında
topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili
farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte
basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken,
gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef
tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe
ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan zâtın kitaplarını okuyup
açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal
yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak
veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi,
Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi
ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı,
meselâ Kur’ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını
cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.
Dernek ve vakıfların günümüzde İslâm dâvâsına ne tür katkıda bulunduğu
tartışılabilir, ama üyelerini dâvâdan uzaklaştıran, hak dâvâyı bâtıl ideolojilerle
sentez yapmaya kalkan, yetişmiş nice insanı demokrat, sağcı ve muhâfazakâr
çizgiye doğru savuran; ilkesiz, çıkarcı ve tavizci anlayışı tevhidî anlayışa tercih
eden; kazanılmış insan, imkân ve birikimi yok eden çok sayıda örneklerini
göstermek mümkündür.
Bugün Türkiye’de faal olarak 70 bin civarında vakıf ve dernek var. Bunların
en az yarısı, Müslümanlar tarafından İslâm’a hizmet etsin diye bekledikleri
kurumlardır. En az 35 bin dernek ve vakıf ne yapmaktadır? 35 bin dernek 35
bin ayrı grup anlamına geliyor. Hakkı gizleyenleri mi ararsınız, hakla bâtılı
- 417 -
karıştıranları mı? Devletçi, düzenci derneklerin sayısı daha çoktur. İslâm’a
davet edeceğine insanları demokrasiye davet eden dernekler… Dün “tekbir!”
diye nâra atanlar bugün “tedbir” diyorlar, başka bir şey demiyorlar. Dün
“tevhid” diyenler bugün demokrasi türküsü çağırıyor. Dernekler savrulurken
sadece cemaatlerini savurmuyor, aynı zamanda hem diğer cemaatleri ve hem
halkı etkiliyor.
Müslümanlığı kendi cemaatinin anlayış ve yaşayışıyla sınırlandırıp kendi
cemaatinden olmayanların küfür içinde olduğuna hükmetmek, hatta bir adım
daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat
yerine koymak demektir. Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı
vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata
yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma
ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde
etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır.
Bugün tevhidi çizgide istikameti koruyan ilkeli duruşa sahip Müslümanların
durumu da maalesef cemaat olarak toplumun ümidini ve Allah’ın yardımını
çekecek kalitede değildir. Şöyle ki: Hiç bir proje üretmeyen, eğitim, tebliğ,
yardımlaşma ve şahidlik sorumluluklarını daha güçlü birlikteliklerle, daha
yaygın projelerle uygulamaya koymayan bir hal söz konusu. Cemaatleşme ve
kolektif iradeyi üretme pratiği zaaflı, fedakârlıklar noktasında hayli tembel ve
elini taşın altına koymak anlamında bedel ödemeye gelince bunu gerektirecek
ciddi bir çabası olmayan dağınık teorik imanlı fertler ya da sadece bilgilenmeyle
sınırlı, kapalı ve dar ölçekli Kur’an halkaları halinde cahiliye toplumuna
dağılmış olarak yaşamakta ısrar etmemiz, sürdürdüğümüz Kur’an halklarının
olumluluğuna rağmen büyük bir zaaftır.
Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye,
tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah’ın mutlak doğrularına, yani
hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman”
isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız
gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben
müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.”1085 Müslüman dâvâ
adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin
yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor:
“Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır.
(Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.”1086 Bugün kimi cemaat
1085] 41/Fussılet, 33
1086] 30/Rûm, 32
- 418 -
mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri,
Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet
edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini
parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.
Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber
verecektir.” 1087
Bugün tevhidî çizgide istikameti koruyan ilkeli duruşa sahip Müslümanların
durumuyla ilgili bazı tespitleri paylaşacak olursak: Hiç bir proje üretmeyen,
eğitim, tebliğ, yardımlaşma ve şahidlik sorumluluklarını daha güçlü
birlikteliklerle, daha yaygın projelerle uygulamaya koymayan bir hal söz konusu.
Cemaatleşme ve kolektif iradeyi üretme pratiği zaaflı, fedakârlıklar noktasında
son derece tembel ve elini taşın altına koymak anlamında bedel ödemeye
gelince bunu gerektirecek ciddi bir çabası olmayan dağınık teorik imanlı fertler
ya da sadece bilgilenmeyle sınırlı, kapalı ve dar ölçekli Kur’an halkaları halinde
cahiliye toplumuna dağılmış olarak yaşamakta ısrar etmemiz, sürdürdüğümüz
Kur’an halklarının olumluluğuna rağmen büyük bir zaaftır.
Cemaatle şmenin Üzerimi ze Yüklediği Sorumluluklar
Cemaat çalışması yapacak mü’minlerin mutlaka kulluk bilincine sahip ve
ihlâslı fertler olmaları icap etmektedir.
Bizim insanımız bir-iki kişi ile ortaklık bile oluşturamamaktadır. Özellikle
dâvâ insanı mü’minlerin bu hallerini değiştirmeleri, ilkelerinden taviz
vermeden; geçim ehli, birlikte çalışmaya kendini hazır hale getiren, cemaatin
gerektirdiği disiplin ve ciddiyete sahip şahsiyetler olmaları gerekmektedir.
İstikrarlı ve fedakâr olmaları, danışma, dayanışma ve yardımlaşma halinde,
kolektif çabalara katkıda bulunmamız, cemaat çalışmasının bizden istekleri
arasındadır.
Her yaptığımız hayırlı şeyi en güzel şekilde (ihsan bilinci ile) yapmamız
Kur’an’da emredilir. Bunun için de üstlendiğimiz görevleri zamanında, eksiksiz
ve güzel bir şekilde yaparak ibadet yapmış, kulluğu bütün hayatımıza yaymak
için tüm gayret sarfedilmelidir.
Bizim ortak irademizi temsil eden kolektif iradenin, Hududullah
çerçevesindeki kararlarına itaatin Allah’a ve Rasulü’ne itaat anlamına geldiğinin
bilincinde olmalıyız. Cemaatlerde ifrat ve tefrit sırıtmaktadır: Bir yanda İslam’ın
1087] 6/En’âm, 159
- 419 -
doğru bulmadığı “meyyit gibi teslimiyet”i isteyen, önderlerin doğru-yanlış her
yaptığında hikmet arayıp, “emr-i bil maruf nehy-i an’il münkeri”i terk eden
kör taklit ve bilinçsiz bir itaat, diğer yanda itaat bilincini tamamen yitirmiş
başıbozukluk, anarşi söz konusudur. Bu iki uca da yaklaşmadan Kur’an’ın
öngördüğü, Rasulullah’ın ve ashabının uyguladığı vasatı tercih ederek bilinçli
itaati öne çıkarmalıyız.
Nimet dağıtılırken kardeşimizi kendimize tercih etmeyi, külfet söz konusu
olduğunda da öne atılmayı ahlakımız haline getirmeliyiz. Ahlâkî zaaflarımızı
ve cemaat içinde ilkeli ve uyumlu faaliyetler üretmeye engel olan sosyal
zaaflarımızı ıslah etmek için kendimizi eğitmeli ve disipline etmeliyiz.
Bu konuda cemaat diyelim, vakıf diyelim; oranın bize ihtiyacından daha
çok bizim bu organizelere ihtiyacımız olduğunu, bu tür çalışmalara katkıda
bulunmazsak, eriyip kaybolma, çizgimizin dejenere olması gibi risklerin çok
ciddi boyutta olduğunu unutmamamız lazım. Daha mükemmel bir teşkilat,
daha ideal hedefleri ve daha şer’î faaliyetleri olan bir teşkilat bulursak veya
birlikte oluşturursak o zaman tercihlerimizi bu konuda rahatlıkla daha iyiden
yapmamız gerektiğini, bugün ise içinde bulunduğumuz yapının daha da
güçlenmesi için yardımcı olmamız, bana göre çok önemli bir görevimizdir. Varsa
yanlışlarını güzel bir üslûpla düzeltmemiz, doğrularına ise sahip çıkmamız ve
onu el birliği ile yaygınlaştırmaya çalışmamız gerektiğini hatırlatıyorum.

7. BÖLÜM
AKSATTIĞIMIZ
BAZI ÖNEMLİ GÖREVLERİMİZ
- 422 -
42. HUTBE
CIHADA BAKIŞ
Âyet :
فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ “Allah, mallarıyla, canlarıyla mücâhede edenleri derece bakımından
oturanlardan üstün kılmıştır.” 1088
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ امَٰنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلىٰ تِجَارَةٍ تُنْج۪يكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪
وَتُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللهِّٰ باِمَْوَالكُِمْ وَانَْفُسِكُمْۜ ذٰلكُِمْ خَيْرٌ لَكُمْ انِْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۙ يَغْفِرْ لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْ انَْهَارُ وَمَسَا كِنَ طَيِّبَةً ف۪ي جَنَّاتِ عَدْنٍۜ ذٰلكَِ
الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۙ وَاُخْرٰى تُحِبُّونَهَاۜ نَصْرٌ مِنَ اللّٰهِ وَفَتْحٌ قَر۪يبٌۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?
Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda
cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde
O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn
cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz
başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri
bunlarla müjdele.” 1089
Hadi s:
“Siz cihadı terk ederseniz; Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam
bir iman ve cihad arzusuyla) dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden
kaldırmaz.” 1090
Mü’min için hayat iman ve cihaddır. İman; İslâm Dininin itikadî, sosyal,
ekonomik, hukukî ve ahlâkî düsturlarının bütününe gönülden inanmak ve bunu
açıkça ikrar etmektir. Cihad; Yüceliğine inanılan bu İlâhî nizamı ferdî, âilevî ve
sosyal hayatta ve bütün insanlığa hâkim kılma gayretidir. Cihad, insanın tüm
hayatını kuşattığı gibi, günün hemen her ânına da yayılabilecek geniş kapsamlı bir
kavramdır. Kâfir, müşrik ve münâfıklara, fâsık ve zâlimlere karşı cihad olduğu gibi,
1088] 4/Nisâ, 95
1089] 5/Mâide, 105
1090] Ebû Dâvud, Büyû’ 54
- 423 -
şeytana ve onun içimizdeki temsilcisi olan kötü arzulara, hevâya karşı da cihad olur.
Kötü âdet ve çirkin alışkanlıklara karşı cihad olduğu gibi, cehâlete karşı da, hak ve
hakikate çağrı, iyilikleri tavsiye olarak da cihad sözkonusudur. Hangi sebeple olursa
olsun, cihad ibâdeti mü’minler için günlük ibâdetler kadar sık sık tekrarlanabilen,
sebepleri ortadan hemen hemen hiç kalkmayan bir ibâdettir.
İslâm’ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile
yetinmez. İslâm bütün dünyanın saâdet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa,
kendisinin beşerî sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumul/
evrensel bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek
için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve
uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma
gayretine cihad denir. Yeryüzünde zorbalar, bâtılın ve fitnenin devamını
isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde
yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu
bakımdan cihadın İslâm’da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber, kendisine
hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, “İman ve Allah yolunda
cihad” buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla
varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları,
gâzîlik ve şehidlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve
dereceler bulunduğunu haber veren birçok âyet ve hadis vardır.
Cihad için devrin gerektirdiği ve kullanılması meşrû/câiz olan her çeşit ve
en üstün (düşmanları korkutacak) silâhlara sahip olmak Kur’an’ın emridir.1091
Günümüzdeki savaşların sadece harp cephelerinde olmadığını bilmek, evlere
kadar yayılan savaş araçlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Mü’min,
hangi imkân ve nimetlere sahipse, onları Allah yolunda kullanarak cihad
yapabilir. İlim sahibi ilmiyle, zengin parasıyla, bileği kuvvetli olan gücüyle, alın
teriyle, lisanı veya kalemi güçlü olanlar, bu araçlarla cihad yapabilir/yapmalıdır.
Savaş meydanlarında cihad yapıldığı gibi, evlerde, işyerlerinde, okullarda,
sokaklarda ve hemen her yerde de cihad yapılabilir. Allah, verdiği nimetleri
nereye kullandığımızı soracağına göre, bu bilinçle her imkânın Allah’ın
emâneti olduğunu unutmayıp, onları esas sahibinin istediği alanda kullanmak,
hâin damgası yemekten kurtulup; mücâhid ismi almak için gereklidir. Cihad,
kendini ve imkânlarını Allah’a adamak, O’nun yolunda kullanmaktır. Allah
yolunda bitmeyen mücâdele ve çabanın, meşrû her yola başvurularak yapılan
çalışmanın adıdır cihad. Hakkı tebliğin, Hakkı hâkim kılma gayretinin ve
bâtılla mücâdele çabalarının ortak kavramıdır cihad.
1091] Bkz. 8/Enfâl, 60
- 424 -
İslâm, bir değişim ve dönüşüm esası, bir inkılâp mefkûresi ve hareketidir. O
yüzden, yeryüzündeki bütün bâtıl sistemleri kaldırıp yerine Allah’ın hükmüne
göre düzenlenmiş sistemi koymak ister. Müslüman bu evrensel inkılâbı
gerçekleştirme mücâdelesi içinde yorulmak bilmeyen sonsuz çalışma adamıdır.
Her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp çabalar dururken müslüman
da, kendine hayat veren dini uğrunda çaba sarfedecek, kendisi dâhil her
şeyin sahibi yolunda canı dâhil her şeyini fedâ edebilecek, her çeşit güçlük ve
meşakkatleri göze alıp gayret edecektir. İşte bu cehdin, adamanın, mücâdelenin,
çalışmanın adı cihaddır. Mukaddes bir amaç uğruna ortaya konulan fiilî, fikrî
ve kalbî her tür çabanın ortak ismidir cihad. Bir insanın başkalarına huzuru,
mutluluğu, kurtuluşu taşıma gayretidir cihad. Dünyada dâru’l-İslâma, âhirette
dâru’s-Selâma ermenin yolu, sürekli cihad üzere bulunmaktan geçer.
Kur’an; birtakım mal, evlât, kazanç ve dünya hayatı endişeleriyle cihadı
terk ettiklerinde mü’minlerin başına büyük felâketlerin geleceğini haber verir.
Cihad, mü’mini sürekli tetikte tutan ve onu yere çakılıp kalmaktan alıkoyan
terkedilemez bir aksiyondur. Cihaddan kaçma veya cihad etmeme düşüncesi
münâfıklık alâmetidir. Mü’minlerin toptan cihadı terk etmeleri, yavaş yavaş
kendilerinden imanın da gitmesi sonucunu doğurur. Bunun neticesinde
yeryüzünde büyük bir fitne baş gösterir ve bu da insanlığın sonu demektir.
Küfrün, şirkin ve dolayısıyla fitne ve fesâdın hâkim olduğu bir toplumda bir
mü’min tek başına da olsa cihadla yükümlüdür; çünkü mü’minin hayatı iman
ve cihaddan ibârettir. Bu cihad, önce delille, güzel sözle, hikmetle ve öğütle
anlatmayı içine alır. Bu, toplumsal planda cihadın ilk merhalesi olduğu gibi, bir
kişiyi İslâm’a dâvet için yapılacak cihadın da ilk aşamasıdır. Bunu bir basamak
olarak almaktan çok, her zaman gerekli bir yöntem olarak düşünmek daha
doğru olacaktır.
Mücâhid, her şeyden önce bir dâvâ adamıdır. O, sadece işiyle gücüyle meşgul
olan sıradan, herhangi bir kişi değildir; onun idealleri, beklentileri, ümitleri,
hayalleri, rüyaları... içinde yaşadığı kalabalıklarınkinden farklı olduğu gibi,
yaşayışı, çaba ve gayreti de kâfirlere değil, Peygamber ve ashâbına benzeyecektir.
Gâyesi için çalışmayan, dâvâsı için yaşamayı ve gerektiğinde ölmeyi bilmeyen
kimse bırakın mücâhid olmayı, dâvâ adamı bile sayılmaz. “(Gerçek) Mü’minler,
ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah
yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak
onlardır.” 1092
1092] 49/Hucurât, 15
- 425 -
İslâm, bize anlatılamaz çileler karşılığında ulaşan mukaddes bir emânettir.
Asr-ı Saâdetten beri çok büyük meşakkatlerle korunmuş, her türlü fedâkârlıklarla
bu sancak bize ulaşmıştır. Peygamberimiz dâvete ilk başladığı andan âhirete
göç edinceye kadar hep cihad halindeydi. O’nun izinden gidenler de aynı yola
baş koymuşlardı. “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Onlar miras olarak ancak
ilim bırakırlar.” 1093
Peygamber’in mirasına sahip çıkmayan kimsenin kuru bilgisi, onu “âlim”
kabul etmeye yetmeyecektir. Seven, sevdiği uğruna çile ve fedâkârlığa seve seve
katlanan kişidir. Allah’ı seven, O’nun için her şeyden geçebilir, O’nun uğruna
fedâ edilemeyecek hiçbir şeyin olmadığını, var kabul edilirse, o şeyin daha yüce
sayıldığı için putlaştırılacağını düşünür. Her türlü putla mücâdele ettiği gibi,
Allah’ın önünde engel olan ne varsa onunla da cihad eder. Bugün dünyanın
karşılaştığı hemen tüm bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik problemler; gerçekte
dünya barışı için çalıştıklarını iddia eden ABD ve Avrupa ülkelerinin, yani
kâfirlerin eseridir. Ama ne yazık ki müslümanlar bunu yeterince anlamış değiller.
O yüzden de cihadı tek çözüm olarak görmemekte, müstaz’af kimliklerinden
sıyrılıp onurlarını kurtarmak için doğru çabalar sarf etmemekteler. Dünya
müslümanları el ele verseler, insanlık aleyhine işlenen bütün cinâyetlere
elbirliği ile karşı dursalar, yani cihad etseler, fesadlar salâha, ifsadlar ıslâha,
şerler hayra dönüşür. Kâfirler ve zâlimler kadar cesur olmazsak, onların bâtıl
dâvâlar için çektiği zahmetler kadar Hak dâvâ için bedel ödemekten kaçınırsak,
bırakın “mücâhid” sıfatını, “mü’min” sıfatını bile zor alırız: “İnsanlardan bazısı
Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinir de onları Allah’ı sever
gibi severler. Mü’minler ise Allah’ı her şeyden çok severler...” 1094
Cihad kelimesi Kur’an’da farklı şekillerde kırk bir yerde geçmektedir.
Bunlardan 33’ü kavram anlamındaki cihadla ilgilidir. Mü’minler Allah yolunda,
kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.1095 Allah, kendi yolunda cihad etmeyi
emretmektedir.1096 Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmektedir.1097
Allah yolunda mücâdele eden mücâhidlerin dereceleri, evlerinde oturanlardan
daha yücedir.1098 Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin
dereceleri çok yüksektir, mükâfâtları boldur.1099 Allah, peygamberlerle beraber
1093] İbn Mace, Mukaddime, B.17, Hds. 223; Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.19, Hds. 2822; Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B.1, Hds.
3641
1094] 2/Bakara, 165 ve yine bkz. 49/Hucurât, 15
1095] 4/Nisâ, 76
1096] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd.
1097] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41
1098] 4/Nisâ, 95
1099] 61/Saff 61, 10-12; 5/Mâide, 5
- 426 -
Allah yolunda yılmadan, gevşemeden cihad eden sabırlı Rabbânîleri sever.1100
Mü’minler, ünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah
onlara cezâ verir.1101 Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir.1102
Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olabilirler ama onlar ölmezler, Allah katında
diridirler.1103 Silâhlı/canla cihad, bize harp açanlara,1104 verdikleri sözü tutmayıp
tekrar dinimize saldıranlara,1105 Allah’a ve âhiret gününe inanmayarak,
Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,1106
yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah’ın dinini hâkim kılmak1107 gâyesi ile
meşrû kılınmıştır.
“İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar,
Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir.” 1108
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya
çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” 1109
“Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin/korkun. O’na vesile/yaklaşmaya yol
arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” 1110
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran
ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve
bol rızık vardır.” 1111
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız,
kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız
meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda
cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.’
Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 1112
“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti; din
husûsunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi...” 1113
1100] 3/Âl-i İmrân, 146
1101] 9/Tevbe, 24
1102] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16
1103] 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169
1104] 2/Bakara, 190
1105] 9/Tevbe, 12-13
1106] 9/Tevbe, 29
1107] 2/Bakara, 193
1108] 2/Bakara, 218
1109] 3/Âl-i İmrân, 142
1110] 5/Mâide, 35
1111] 8/Enfâl, 74
1112] 9/Tevbe, 24
1113] 22/Hacc, 78
- 427 -
“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle
büyük cihad ile cihad et.” 1114
Dünya bir imtihan alanıdır ve bu sınavın esası cihad edenlerin ortaya
çıkmasıdır: “Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye
kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” 1115
Mü’minlik iddiasında samimi olanlar, sâdık/doğru olanlar, cihad edenlerdir:
“(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla
şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/
savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” 1116
Cihad edenler, yollarını şaşırmayacak, İlâhî yolda istikamet üzere yol alıp
çıkış yolları bulacaklardır: “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi
yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, muhsinlerlerle/iyi ve güzel
davrananlarla beraberdir.” 1117
Cihad zirvedir, İslâmî basamakların en üstüdür:“İşin başı İslâm, direği
namaz, zirvesi cihaddır.” 1118
Cihadı terk zillet sebebidir: “Siz cihadı terk ederseniz; Allah üzerinize bir
zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla) dininize dönünceye
kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz.”1119 Biz cihadı terk ettiğimiz için zillete
mahkûm olduk, bitmeyen kriz, sıkıntı ve bunalımların muhâtabı olduk.
Cihaddan uzak ve müslümana yakışmayan bir yaşayışı tercih ettiğimiz için,
bugünkü tâğutî yönetim tarzına ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen
yöneticilere müstahak olduk.
Cihad ın En Kıymetli si, Zâlim Yöneticilere Kar şı Yap ılan ıdır
“Cihadın en faziletlisi, zâlim yöneticiye karşı adâlet kelimesini (İslâm’ın adâlet
ilkeleri olan Kur’an hükümlerini) söylemektir.” 1120
“Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet
içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket
eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra
bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri
1114] 25/Furkan, 52
1115] 47/Muhammed, 31
1116] 49/Hucurât, 15
1117] 29/Ankebût, 69
1118] Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12
1119] Ebû Dâvud, Büyû’ 54
1120] İbn Mâce, Fiten, hadis no: 4011; Tirmizî, hadis no: 2265
- 428 -
yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücâdele eden mü’mindir, dili ile mücâdele eden
mü’mindir, kalbi ile mücâhede eden mü’mindir. Bunun dışında kalanların hardal
tanesi kadar da olsa imanları yoktur.” 1121
“Küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlara güvenilip de anlaşma
yapılmaz. Umulur ki vazgeçerler”1122 emri, o önderlerin sıradan insanlarla
İslâm arasında engel oluşturduğu içindir. Eğer onlar, İslâm’la insan arasına
gerilmekten vazgeçerlerse İslâm’ın onlarla bir alıp veremeyeceği yoktur. İslâm
onlarla küfürlerinden dolayı değil; insanın mutluluğuna engel oldukları için
savaşılmasını emretmektedir.
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olup
sapan kimse size zarar veremez...” 1123
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?
Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda
cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde
O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn
cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz
başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri
bunlarla müjdele.” 1124
Demek ki cihadda birinci gâye, âhiretimiz için bir ticaret yapmak.
Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan
kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı
yakmak, Cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, birtakım zorluklara,
sıkıntılara katlanmak gerek. Demek ki cihad, başkalarını öldürüp Cehenneme
göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden kurtarmak
için yapılır.
Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının
imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının
adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel
oluyorsa, bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Cihadla ilgili yukarıdaki âyet ve
benzerleri, savaş zamanında olduğu gibi barış zamanında da geçerlidir. Zaten
muhtaç gönüllere iman ve İslâm’ı ulaştırmak savaşa değil; barışa bağlıdır.
1121] Müslim, İman 20
1122] 9/Tevbe, 12
1123] 5/Mâide, 105
1124] 5/Mâide, 105
- 429 -
“... Sulh/barış daha hayırlıdır...”1125 buyuran Cenâb-ı Hak, insanları hidâyete
dâvet etmiştir. Bu çağrıyı insanlara durmadan ulaştıran Rasûlullah, karşı
çıkanların zulüm ve işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra
İlâhî fermanla kendisine savaş izni verilmiştir. Savaş yapan mü’minlere mâlî
destek sağlamak cihad olduğu gibi; sulh zamanında bir kısım malını insanlık
âleminin ebedî saâdeti için harcamak da büyük bir cihaddır. Savaşa iştirak
etmek cihad olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve mü’minlerin
günah ve isyandan kurtulmaları için bir şeyler yapmak, bu hususta kafa
yormak, mesâi harcamak da cihaddır. Ömürlerinden bir pay ayırıp bu kudsî
gâye uğrunda harcayanlar da canlarıyla cihad etmiş olurlar. “Allah, mallarıyla,
canlarıyla mücâhede edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.”1126
“Dinde zorlama yoktur.”1127 Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle
de savaşmak gerekir. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi, inancında serbest
bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder.
Cihadda hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük
fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından
etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş
hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması
için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet” dememiz gerek. Aksi
halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz.
Cihâdın gâyesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir.
İslâm’da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil:
bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm’a
sokmak yoktur. Cihad’dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm’ın
yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızâlarıyla müslüman olabilecekleri
ortamları hazırlamaktır.
Ne mutlu Allah’la ticaret yapıp, aslında O’na ait olan imkân ve nimetleri,
malı ve canı Cennet karşılığı O’na satan, her şeyini O’nun yolunda kullanan
mücâhidlere!
1125] 4/Nisâ, 128
1126] 4/Nisâ, 95
1127] 2/Bakara, 256
- 430 -
43. HUTBE
RAHMETTEN TÛFANA YAĞMUR, SU VE
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Âyet :
إِنَّا عَلَى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَ ? أ رْضِ وَ � أسْكَنَّاهُ فِي الْ � أنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء بِقَدَرٍ فَ ? وَ
“Gökten belli ölçü ve miktarda bir plan dâhilinde ölçülü ve düzenli şekilde
su indirdik de onu toprağa Biz yerleştirdik. Şüphesiz onu yok edip gidermeye de
kadiriz.” 1128
Rahmeti zahmete çevirmekte insanoğlunun eline su dökecek yok. Zâten
Nuh tûfânı da, İlâhî ve nebevî rahmeti takdir edemeyen insanın kendi çağırdığı
ceza değil miydi? Suya hükmünü geçiremeyen, onunla yarışamayan, yağmura
“yağ!” veya “dur!” diyemeyen, sellerin ve doğal âfetlerin ders veren zararlarını
teknolojisiyle sıfırlayamayan insanın kendi âcizliğini ve tüm tabiatın/âlemlerin
rabbine teslim olması gerektiğini kabul için, aslında çok zeki ve kültürlü
olmaya gerek yok. Yaz kurak geçti diye şikâyet ederken, kışın ay boyunca
yağan rahmetten de şikâyet eder zavallı insan. Tedbir almadığı, teknolojinin
imkânlarını hayırlarda kullanamadığı için yazın kuruyan barajlarını, kışın
köyler üzerine boşaltmakla çözümler(!) bulur. “Suyla yarıştığını” iddia ederek
çizmeyi aşan şekilde reklamlarını yapanlar, -başka ülkelerde örnekleri olduğu
halde- yağmuru üzerinde tutmayıp altındaki toprağa sızdıran asfaltlar
düşünmezler. Ve insanoğlu, kendi fıtratının aksine hareketle dünyayı kendine
zindan edip topluma da zulmettiği yetmiyormuş gibi, tabiattaki İlâhî kanunun/
sünnetullahın sınırlarını ihlâl edip çevreyi kirletmenin cezasını da tüm
dünya insanlarına, hatta diğer mahlûkata da çektiriyor. Yeryüzünü ifsâd eden
insan, ozon tabakasını da deliyor; karşılığını da global çölleşme ve iklimlerin
intikamıyla çekiyor. Yeryüzünün halîfesi olan/olması gereken, tabiatla aynı Zâta
kulluk yapan doğanın/çevrenin kardeşleri “muslih”ler tarih sahnesine çık(a)
madığı için, onlar da “cezâsı, sadece zulmü işleyenlere has kalmayıp görevini
yapmayan insanlara da şâmil olan fitne”nin kurbanı oluyor.
Tarih boyunca bütün büyük medeniyetler, su kaynaklarının etrafında
kurulup gelişmiş, ne zamanın değişmesi, ne de teknolojinin ilerlemesi bu
1128] 23/Mü’minun, 18
- 431 -
durumu değiştirebilmiştir. 21. yüzyılda da su, toplumların refah seviyelerinin
yükselmesinde önemli faktör olma özelliğini koruyacaktır. Kurak ve yarı
kurak ülkeler, hal-i hazırda su sıkıntısına girmiş durumda olup, görünen o ki,
daha başka ülkeler de yakın gelecekte bu sayıyı artıracaklar. Çoğu fütürolog/
gelecekbilimci, yakın istikbaldeki nice savaşın “su savaşları” olacağını bekliyor,
öngörüyor.
Su, her insanın her gün kullandığı vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Daha büyük
su sıkıntısıyla karşılaşmamak için, suyu kullanan tüm kesimlere görevler
düşmektedir. Öncelikle evde, sanayide, ziraat alanlarında ve diğer kullanılan
yerlerde suyun bir damlası dahi israf edilmemelidir. “Yiyin, için, fakat israf
etmeyin; çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez.” 1129; “Müsrifler, şeytanların
kardeşleridir.”1130; “Ve onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik
ederler; (harcamaları) bu ikisi arasında dengeli olur.”1131 Bir hadis rivayeti
şöyledir: “Akmakta olan bir nehir kenarında bile olsa, suyu israf etmeyin.”1132
Kur’an ve hadisin getirdiği bu esaslara âhiret için olduğu kadar; dünya için de
uymak zorundayız.
Yine, çevre kirliliği konusunda araştırmalar yapılarak su kirlenmesine
karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Hz. Peygamber, 14 asır önce, durgun suya
bevletmeyi ve su kenarına abdest bozmayı yasaklamıştı. “Sizden biriniz, durgun
suya abdest bozmasın ve böyle bir suda cünüplükten dolayı yıkanmasın.”1133 Ne
yazık ki, O’nun prensiplerine uyulmayıp, yasakladıklarının en kötüsü
yapıldığından suyumuz da kirlendi, huyumuz da; tabii çevremiz de.
Su, içme ve bitkilerin sulanması yanında, önemli bir temizlenme aracıdır.
Bazı ibâdetleri yapabilmek için farz olan abdest veya gusül abdesti ancak su ile
alınır.1134 Abdest bir ibadettir de. Abdest, dışı temizlediği gibi insanı iç temizliğe
de ulaştırır. Abdest nur; abdest üzerine abdest ise nur üzerine nurdur. Diğer
yandan, namaz için giysilerin, bedenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması
da şarttır. Temizliğin de su olmadan mümkün olmadığı bir gerçektir. “Sizi
temizlemek için Allah, gökten su indiriyor.”1135 Suyun fazla olmadığı bölgede
yayılmaya başlayan dinin su ve su ile temizlik konusunu öne çıkarması, suyu
aramayan, sudan ve rahmetten kaçan Batı insanına bir ufuk açması gerekmez
mi?
1129] 7/A’râf, 31
1130] 17/İsrâ, 27
1131] 25/Furkan, 67
1132] İbn Mace, Tahâret 48
1133] Buhârî, Vüdû’, 68; Müslim, Tahâre 51
1134] Bkz. 5/Mâide, 6 ve 4/Nisâ, 43
1135] 8/Enfâl, 11
- 432 -
Su ve Düşündürdükleri
Çeliğe su verince kuvvetlenir. Tohuma, çiçeğe su verince filizlenir, dallanıp
budaklanır. Çölde kalmış bir yolcuya su verirseniz, hayat vermiş olursunuz.
Kıraç topraklar, çölleşen yer, suya hasrettir. Yanan gönüller, çorak sineler, kuru
gözler, kuruyan ruhlar, gökyüzünden bir meltem gibi yumuşak ve sessiz sessiz
akacak rahmeti beklerler.
Dünya denizinin üzerinde yüzmesi gerekirken gemimiz suyu içine/gönlüne
aldı. Bu hırs sonucu, üstünde yüzecek temiz sudan da mahrum kaldı. Artık
karaya oturan gemimiz, S.O.S. sinyalleri saldı.
“Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi;
Anne, seccâden gelsin, bize duâ et, e mi?”
Su, insanoğlu ve diğer canlılar için ne büyük lütuf. Şırıl şırıl sesi, çevresini
yeşillendirip serinletmesi, tozu toprağı yatıştırıp her türlü kiri, pisliği
temizlemesi, kuruyan dudakları ıslatıp içene can katması, çatlayan toprağı
doyurup pörsüyen bitkilere hayat vermesi, bu lütuf zincirinin halkaları.
Su, adına kasideler yazılan nimettir: Âlemlere rahmet olarak gönderilen
zatla,1136 rahmet olarak inzal olan yağmurun1137 arasında güzel bir bağ kuran,
Peygamber sevgisini su sevgisiyle simgeleştiren na’tların en güzellerinden biri
Fuzuli’nin “Su Kasidesi”dir. Su, Yüce Beyan’da cennetin güzellikleri arasında
sık sık yer alan hediyedir: “İman edip sâlih amel işleyenlere, altından (içinden)
ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!” 1138 Su, Nebî’nin (s.a.s.) parmağında
bereketlenip çeşme gibi akan mûcize...
Kur’an, semâdan inzâl edildiği gibi; yağmur da yine semâdan (yukarıdan,
üstten) inzâl edilmiş/indirilmiştir. Her ikisi de rahmettir. Bir çiçeğin, bir gülün
semâdan inen rahmete/yağmura ihtiyacı vardır; yoksa bir ot yığını, bir diken
parçası olur, ölür gider. Bir insanın da semâdan inen rahmete/Kur’an’a ihtiyacı
vardır; yoksa canlı cenazeye, elbiseli oduna benzer, rûhen ölür gider. Su, hayat
kaynağı olabilir; Kur’an ise âb-ı hayattır/ölümsüzlük suyu. Kur’an nağmelerinin
ruhu coşturması gibi, su sesi de insana huzur verir; İkisi de Allah’ın kitabıdır
çünkü. Birini içmeye başlarken “Elhamdü lillâh...” deriz; diğerini içtikten sonra.
Kur’an çeşmesi cehennemimizin ateşini söndürecektir; suyun ateşi söndürdüğü
gibi.
1136] 21/Enbiyâ, 107
1137] 7/A’râf, 57
1138] 2/Bakara, 25
- 433 -
Aslında biri yanıcı, biri yakıcı olan iki elementin birleşmesinden, ateşi
söndüren bir sıvı yaratması; zıtları birleştiren, acıya tat, çileye zevk katan bir
Zât’ın muhteşem sanatının ayrı bir görüntüsüdür. Bilindiği gibi hidrojen yanıcı
bir gaz; oksijen ise yakıcı. Ama su; gaz da değildir; Hidrojenin zehirli bir gaz ve
öldürücü bomba olduğu, ağırlıklı oranda ondan meydana gelmiş suyun ise tatlı
ve ihya eden olması gibi.
Hangi insan, evinin bahçesinde bir çağlayan olmasını istemez; ya da güzel
bir nehir kenarında köşk? Öyleyse iman ve sâlih amellere sarılsın suyun o güzel
görüntüsü ve şırıltısı Cennette onu bekliyor. Tabii, bir de kevser; Rasûl’ün
sunduğu rahmet çeşmelerinden dünyada içenler için. Tabii insan özgür:
Zakkum, irin ve kaynar suyu da tercih edebilir; dünyada onca temiz içecekleri
bırakıp alkolü tercih ettiği gibi. Zemzem: İsmail’in hâtırası. Can suyunu, kanını
sevdiğine seve seve vermeye hazır olana En Sevilen’ in cevabıdır/ikramıdır o
mübarek su. Ama insan, mecbur değil, şeytanın sunduğu süslü kadeh içindeki
zehir, bazılarının tercihidir; özgürlük var, zevklere karışılmaz.
İnsanımızın Selsebil özlemidir sebil. Müslümanlar, Kerbelâ’nın ne demek
olduğunu bildiklerinden düşmanlarının bile rahmetten mahrum olmasını
istemezler. Eskiden beri müslümanlar, adım başına çeşme yaptırmışlar, soğuk
su temin edip adına sebil demişler. Sebil, sebîlullah’ın kısaltılmışıdır; rahmeti
kısa yoldan elde etmek için, kestirmeden rahmet sunmaktır bu. Frengistan’da
ve oralara özenen yerlerde göremezsiniz sebilleri. Oralarda her şey paraya
endekslenmiştir. Ve artık, su bile “sudan ucuz” ,”su gibi ucuz” değildir. Onlar,
sudan para kazanıp sudan konularla uğraşsın, havadan sudan dem vursun,
kasalarını doldurup su gibi para harcama sevdasında olsunlar, musluklarından
şarap akan otellerde konaklasınlar. Ve müslümanları bir kaşık suda boğmak
istesinler. Unutmayalım, imtihan çeşmesi olmaz bir; “Oluklar çift; birinden nur
akar, birinden kir.”
“İbrik ü leğen mâden-i vâhidden iken,
Birinde su pâk, birisinde nâ-pâk.”
Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten
sadece rahmet yağmaz; gazap yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran
işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebû Cehil karpuzu, bundan
yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur’an’ın mü’minlere
şifâ ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsran/ziyanlarını arttırdığı1139 gibi.
Sen de rahmet ol; ince ince ve latifçe yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü
1139] 17/İsrâ, 82
- 434 -
güllerin. Ama gülle olup yağmasını da bil, suya düşman olanların tepelerine.
Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tûfan ol, sertleşip dolu olarak
in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri
olmadığı halde, göz önündeki Nuh’un gemisini reddeden için kaçınılmaz
sondur tûfanla helâk. Mûsâ’nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar
için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar
görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze
göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir.
Firavunlar Kızıl Denizde boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırât-ı
müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.
Bazıları hayat boyu suyu arar; bilmez ki, “vermez suyu, ipsize kuyu”. Bazıları
da serabı su zanneder; Zehri şerbet sananlar gibi. “Su gibi aziz olmak” için
izzeti doğru yerde aramak gerekir. “Suya sabuna dokunmadan” temizlenmek,
tertemiz insan olmak mümkün değil; bazı bedelleri, zorlukları olsa da rahmet
deryasından yararlanmak için “derine dalmak” , fincancı katırlarını ürkütmek,
su kenarındaki kurbağaları bağırtmak pahasına da olsa suya sabuna dokunmak,
başkalarına da suyu sabunu ulaştırmak gerekir. Öyle demiş şair: “Âb-ı
pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan?” Ne? “su uyur, düşman uyumaz” mı?
Uyanık suları, uyandıran, akıp coşan ve çağlayan suları çok gördük; düşman
da uyumaktan çok uyutma sevdasında. Dinle bak, yağmur/rahmet sesi, seni
uyandırmak için gökten sana ulaşıyor. Unutma, su götürmez bir hakikat şu ki,
zaman su gibi akıp gitmekte.
Bu fırtınalı kış günlerini cennet gibi bir bahara çevirecek, susuzluktan
kuruyan dilimize, kavrulan gönlümüze yeniden hayat verecek suya kavuşmak
için hayat kaynağını, rahmeti uzaklarda aramaya gerek yok; işte yakınımızda,
evin duvarında. Gerçekten Şirin’imize, şirin bir şeye/birr’e kavuşmak için
dağları delip, ardındaki suyu insanlara sunmamız gerek: “Vur kazmayı Ferhat!
Çoğu gitti, azı kaldı.”
Hayat ve Ener ji Kaynağ ı
“Allah, bütün canlıları sudan yarattı.”1140 Su, bilindiği gibi, iki hidrojen ve
bir oksijenin bileşiminden meydana gelen sıvıdır. Yeryüzünde insan, hayvan,
bitki ve tüm canlıların ana yapı oluşum unsuru ve varlıklarının devamı için
kullanmak zorunda oldukları İlâhî rahmet ve kaçınılmaz maddedir. İnsan
vücudu, zarif siluetinin altında onu teşkil eden hücrelerin doldurduğu ve
1140] 24/Nûr, 45
- 435 -
içinde yüzdükleri, yürüyen bir göl veya denizdir. İnsan, içinde yaşadığı göldeki
suyu her gün birkaç bardak harcar, parçalar, atomlarına ayrıştırır, kullanır ve
vücudundaki artıkları temizler, dışarı atar. Bu harcanmış su, her gün, birkaç
defa temiz olarak yerine konmuş olmalıdır. Hayat, sağlıklı yaşama, öncelikle bu
esasa dayanır. Bu gerekli günlük ihtiyacı yerine koyamayan insan, vücudunu
oluşturan hücrelerin ateşten kavrulduklarını hisseder. Vücut yanmaktadır;
içilen bir bardak su, bu yangını söndürürken, en büyük ferahlığı verir, inançsıza
ve müşriğe bile “ooh, çok şükür Allah’ım” dedirtir.
Dünyanın üçte ikisinin su olduğu bilinmektedir. Benzer bir durum,
insanlar için de söz konusudur ve insanların % 50-70’i sudur. Kanın, % 83’ü,
gelişen embriyonun % 90’ı sudur. Kasların % 75’i, böbreklerin %82’si, beynin
%74,5’u, kemiğin % 22’si sudur. Su, sürekli olarak vücut yüzeyinden buharlaşıp
atmosfere karışır.
Suyun meydana gelmesi dünyaya gerektiği kadar depolanması bir tesadüf
değil; ince hesapların sonucudur. Suların en derin yeri, on bin metreyi biraz
aşarken, en yüksek dağ, 9 bin metreye varmaktadır. Yüksekliklerle çukurların
dengeli kurulması ve yeryüzünün şekillenmesi bile bir sanat eseri olduğu gibi,
suların bütün kara parçalarını işgal etmemesi de İlâhî bir plan neticesidir.
Yeryüzüne her saniye ortalama 16 milyon ton su inmekte, aynı miktarda
da yeryüzünden buharlaşmaktadır. Modern bilimin ortaya koyduğu bu
gerçek, 1400 yıl önce Yüce Rehber tarafından: “Her sene, yeryüzüne inen
su miktarı eşittir. Sadece, suyun indiği yerler muhteliftir.” şeklinde ifade
edilmiştir. Tabii ki, yağış miktarı her yerde aynı değildir.
“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla
su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu)
depolayamazdınız.”1141 Bu ayetle, ayrıca yeraltı sularına dikkatlerimiz çekiliyor.
“Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk.”1142; “Rüzgârları
ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette
düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine) deliller vardır.” 1143
Rüzgârın dindiği ve yağmur damlalarının toplu halde, o nâzik ve nâzenin
çiçekleri, binlerce küçük hayvancıkları incitmeden yavaşça yere indiği
bahar yağmurları ne kadar huzur vericidir. Fakat herhalde, karşımızdaki bu
nefes kesici manzarayı seyrederken yağmurun tatlı nağmelerini dinlerken,
1141] 15/Hıcr, 22
1142] 23/Mü’minun, 18
1143] 2/Bakara, 164
- 436 -
damlaların hangi halde bize bu tabloyu sunduklarını düşünmüş olsak bile,
bizim bu konuda fazla bilgimiz yoktur.
Yaratıcı’nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen
güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne
ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı
sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır,
tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi
Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Kezâ, dakikada
yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak
indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda
olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl
içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı
kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.
Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde
kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere
ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların
yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi
sonsuz bir Yaratıcı’nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın,
yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini
görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci
ile, aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak
sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir
hazine-i rahmet’ten gönderildiği hem câhillerce hem bilginlerce kabul edilir ki,
sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek
damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen
bu İlâhî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir. 1144
Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya
toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz’i doldururdu. Demek ki, bir senede
Akdeniz’i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip,
yer altı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların
hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler
içinde bırakmaktadır.
Bulutlar için, tencereden çıkan buharı örnek verirler. Burada unutulan
hususlar şunlardır: Nasıl ki bir tencere, tencerenin içinde su var ve bu su, sobanın
üzerine konmuş, soba da yakılmışsa... Yeryüzü sularını, su yatakları denen kaba
1144] Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323
- 437 -
koyan, güneş ısısı ile bunu buharlaştıran bulunmalı ve bilinmelidir. Yani suyun
teşekkülünden tutunuz, buharlaşmasına kadar bütün süreç, bir tertip ve nizam
içinde yürümektedir. Bu nizamı koyan kimdir? Sular, en fazla yazın buharlaşır.
Fakat en kurak mevsim de yaz aylarıdır. Buharlaşma, deniz ve okyanuslarda
daha fazla olmasına rağmen, buralara daha fazla yağmur yağmıyor; suya ihtiyacı
olan ormanlık alanlarda yağış fazla oluyor. Bu örneklerden anlıyoruz ki, bir
yerde buharlaşan sular, gökyüzüne yükselip, rüzgâr arabasına bindirilip, bir
plân dâhilinde sevk ediliyor, yaprakları buruşan, hal dili ile su isteyen bitkilerin
imdadına yetiştiriliyor. Bitkilerin bulunmadığı yerlere yağmurun az yağması
gösteriyor ki, ormanlar yağmur çekme bakımından da bir hazinedir.
Yükselen buharlar başıboş bırakılmıyor. Onlar belirli yerlerde toplanıp,
belirli yerlere sevk edilince, o bölgenin rasathanesi “bugün falan yere yağmur
yağacak” diye bildiriyor. Artık yağmur o beldenin sınırına gelmiştir. Nasıl ki
radarlar, yaklaşan uçağı yakalayıp haber veriyorsa, meteoroloji istasyonlarındaki
âletler de, yaklaşan, hatta içeri giren buharı, yani rutubeti haber veriyor. Böylece
yağmurun yağacağı anlaşılmış oluyor. “Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?”
“Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?” “Yağmurlar tane tane değil
de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?”
Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle “felâket!” Öyleyse
yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var.
Şükretmeyelim mi?
“Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır.” Bir yağmur damlasının
buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi
esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların
imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nâzenin yaprak ve çiçeklere
dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde
gerçekleştiğini göstermez mi? 1145
Suyun terkibi belli; iki hidrojen bir oksijenden oluşmuş. İyi de, teknolojiyi
putlaştıran insanoğlu, laboratuvarda üretsin suyu, yağmur beklemesine ne
gerek var? “De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım,
size kim bir akar su getirebilir?”1146; “İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan
onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık.
Şükretmeniz gerekmez mi?”1147
1145] Hekimoğlu İsmail, H. H. Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y. s. 279-280
1146] 67/Mülk, 30
1147] 56/Vâkıa, 68-70
- 438 -
Bütün yaratıklara rızkını veren Rabbimiz, mahlûkatını rızıklandırmak
için öyle mükemmel, öyle hoş ve güzel, aynı zamanda akla durgunluk veren
öyle muhteşem bir sistem kurmuş ki, hayran kalmamaya imkân yoktur.
İncelediğimizde, bu sistemin ne kadar ince bir hesabın eseri olduğunu ve ne
kadar ustalıkla uygulanmakta bulunduğunu görür ve hayranlıkla yaratıcının
büyüklüğünü kavrarız. “De ki; gökten yağmur göndererek bitkileri çıkarıp
size rızık (olarak) veren kimdir?”1148 Bilindiği gibi, yiyeceklerimizden çoğunu
Allah’ın büyük lütuflarından olan yağmur sayesinde sağlarız. Eğer yağmur
olmasa, akarsularımız da olmaz. Akarsu ile sulamamız da imkânsız olur.
Kurak geçen senelerde çekilen su sıkıntısını hepimiz biliriz. Kuraklığın
devamlı olduğunu düşünün, halimiz ne olurdu? Arz üzerinde bitki namına bir
şey kalmaz ve bulunmazdı. Yağmuru yağdıran, topraktan bitkilerin ve gıdamızı
teşkil eden hubûbat, sebze ve meyvelerin yetişmesini sağlayan Cenab-ı Hak’tır.
Çeşitli gıdalarımızın her biri yaratılma ürünü olduğu gibi, toprak tarafından
tekrar tekrar verilmesinin nasıl meydana geldiğini düşünelim. Eğer bu çeşitli
gıdalar yaratılmamış olsaydı, ya da toprak bunları yetiştirecek imkâna sahip
kılınmamış olsaydı, bunları nereden, nasıl elde edebilirdik? Eğer gökleri yaratıp
oradan yağmuru indirmese, toprağı yaratıp bunları yetiştirecek özelliklere
sahip kılmasaydı hiç birini elde edemezdik. Onun için ne kadar şükretsek
yeridir.
Yağmurların dizginini elinde tutan, kar’ın dizginini de elinde tutuyor. Bir
arabacı, atın dizginlerine sahip olup, arabasını nasıl istediği yere sevk ederse,
bulutları rüzgâr atına bindiren, onun dizginini tutan, yükseliş ve alçalış
mesafelerini ayarlayan, bir de kar tanelerini hem tane tane yağdırıp hem de
bunların birbirine yapışarak çığ gibi başımıza düşmesini önlüyor, hem de
düşen kar tanelerinin her birini süslüyor ki, görüp de ibret alalım.
Kar yağdığı sıralarda, önceden hazırladığımız siyah mukavva cinsinden bir
cismi, karın altına tutsak, yağan kar tanelerine büyüteçle baksak, altı köşeli,
sekiz köşeli kar taneleri göreceğiz. Bir genç kızın çeyizine işleyeceği nakışların
en güzellerinin bu kar tanelerinde bulunduğuna şâhit olacağız. Kar taneleri,
mükemmel geometrik şekilleriyle âdeta gökyüzü çiçeklerine benziyor. En usta
desinatörlerin elinden çıkmış hârika motifler gibi, her birisinin girift yapıları
var. Bir tanesini bile en dâhî mimar, dakikalarca uğraşmadan çizemeyeceği
halde, Cenab-ı Hak, milyarlarcasını her saniyede şekillendirip, eşit ağırlıklarda
kesip yeryüzüne gönderiyor.
1148] 10/Yûnus, 31
- 439 -
Hem de hiç biri, diğerine benzemeyen orijinal nakışlar. Evet, bu konuda
araştırmacıları ve özel tekniklerle kar kristallerinin fotoğrafını çeken
şahısları hayretlere düşüren bir gerçek o ki, hiçbir kar kristali, birbirine
benzememektedir. Amerikalı Vilson Bentley, 1885 yılında kar tanelerindeki
akıllara durgunluk verecek muhteşem sanat karşısında âdeta büyülenmiş ve 50
yıl boyunca sürekli kar resimleri çekmeye kendini mecbur hissetmiş, çektiği
6000 fotoğraftan seçmeler yaparak yayınlamıştır. Orijinal kar kristallerinin
bu gizemli ve ihtişamlı özellik ve güzelliklerinin anlaşılmasından sonra,
bunların fotoğraflarını çekmek, âdeta bir sanat haline gelmiştir. Bu durum;
sesleri, simâları veya parmak uçlarını ayrı ayrı mühürleyen İlâhî kudretin, kar
tanelerindeki tecellisidir ve hiçbir hâdisede en ufak bir tesadüf olmadığının,
kar taneleri sayısında isbatıdır. Evet, her bir kar kristali, gökyüzünden inen
muhteşem bir tablo kadar sanatlıdır ve su zerrelerinden meydana gelen bu
tablolar, yine bir su zerresinden yaratılan insanoğluna yaratıcısını göstermeye
yeterlidir. İngiliz bilim adamı, 24.000 kar tanesi üzerinde yaptığı araştırmada
hiç birisinin birbirine benzemediğini ve hepsinin hârikulâde motiflerle
süslendiğini görüyor ve sonunda şu kanıya varıyor: Dünyanın yaratılışından
bu yana yağan kar tanelerinin hiçbirisi birbirine benzemiyor. 1149
Yağmakta olan kar tanelerini alıp incelediğimizde yeni yeni şekiller görmek
kaçınılmaz. Sanatkârı takdir etmemek ise mümkün değil! Her yarattığını,
özellikle insanı, benzeyen özellikler içinde benzemeyen nice farklarla yaratan
evrenin muhteşem sanatkârı için, milyarlarca kar kristalini ayrı ayrı güzellikte
ve desende Bedî’ ismiyle, orijinal biçimde yaratmanın hiç de zor olmadığını,
günümüz bilimi, görmek isteyen her göze fotoğraflayıp göstermektedir.
Yağmur ve kar, fırtınalı havalarda dahi yağarken, birbirleriyle çarpışmaz.
Eğer çarpışsa yeryüzüne gelinceye kadar dev kütleler oluşturup bizlere zarar
vereceklerdi. Bu da kütlelerinin en hassas terazilerin ölçemeyeceği hassasiyette
birbirine eşit olduğunu gösteriyor. Zira birbirinden ağır maddeler düşerken
ağır olanı daha hızlı yol alarak önünde bulunana çarpabilir. Ve kar tanelerinde
de birleşme özelliği olduğundan zararlı kütleler oluşturabilirlerdi. “O’dur ki,
her şeyi güzel yarattı.”1150; “Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor.”1151;
“O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su
indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu
bile bile Allah’a şirk koşmayın.”1152
1149] Servet Engin, Muhteşem Sanatkâr, Adım Y. s. 41
1150] 32/Secde, 7
1151] 8/Enfâl, 11
1152] 2/Bakara, 22
- 440 -
44. HUTBE
BUNCA NIMET, BUNCA ŞIKÂYET; ŞÜKRETMEYEN BIR
TOPLUM OLDUK
Âyet :
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin; eğer siz
gerçekten yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” 1153
وَسَيَجْزِي اللّٰهُ الشَّاكِر۪ينَ
“...Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” 1154
مَا يَفْعَلُ اللّٰهُ بِعَذَابِكُمْ اِنْ شَكَرْتُمْ وَاٰمَنْتُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ شَاكِراً عَل۪يماً
“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size neden azap etsin! Allah
Şâkir’dir, Alîm’dir; şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” 1155
Hadi s:
“Mü’minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine vergidir/özgüdür.
Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü
bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.” 1156
“Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen, O’na şükretmemiştir.” 1157
“İnsanlara karşı hamdetmeyen (teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan
insan, Allah’a karşı da hamdetmez.” 1158
Kitabımızın ilk âyeti “Elhamdü lillâh” diye başladığı halde; hamdi, şükrü
unutan bir toplum olduk. Şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır.
Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok
şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla
kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek
1153] 2/Bakara, 172
1154] 3/Âl-i İmrân, 144
1155] 4/Nisâ, 147
1156] Müslim, Zühd 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, Müsned V/24
1157] Abdürrezzak; Beyhakî, Şuabu’l-İman; Kenzu’l Ummâl, 3/6419, s. 255
1158] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizû, Birr 35
- 441 -
bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi, ama gönlü zengindi.
Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı.
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim
sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”1159 Hamd
ve şükür zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası sıkıntılar ve
özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada
göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: “Hatırlayın
ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer
nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” 1160
Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis kokulardan
önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslamî geleneğimizde
“nasılsınız?” sorusuna cevap “elhamdü lillah” idi. Şimdi, beylik bir “iyiyim”den
sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından,
kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta
müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel
tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar.
Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Rivayete göre; Medine
çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler.
Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca,
Peygamberimiz, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: “Görmüyor musunuz,
dişleri inci gibi, ne güzel!”1161 Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp,
olaylara ve varlıklara Allah’ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice
güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp
gözü Mutlak Güzel’in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede
eder. Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.1162 Gül açıyor, bülbül ötüyor,
güneş gülümsüyor, yani varlıkların şükür ve hamdi hal dillerinden anlaşılıyor.
İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör.1163 Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen
nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.
Şükür ve Nankörlük , İn san ın Yüzünden Okunur
Şükür ve Hamd, Hayata Gülümsemektir. Şükür, insanı iyimser yapar.
Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti,
kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Henüz ölmediğimiz, nice
1159] 20/Tâhâ, 123
1160] 14/İbrahim, 7
1161] Bu olay, Havarileriyle gezinen Hz. İsa için de sözkonusu edilir.
1162] 17/İsrâ, 44
1163] 14/İbrahim, 34
- 442 -
hastalardan daha sıhhatli olduğumuzu, hastahane ve mezarlık aynalarında
görebiliriz. Şükrü artırdığı için bu ziyaretlerin önemi vurgulanmış. Dünyevî
konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi
şükre götürür. Dilimiz şükrettiği gibi, yüzümüz de her an şükretmelidir. Yüzün
şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği
mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemâil
kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve
kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi’nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca
işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların
taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.
“Rasulüllah (s.a.s.) geceleri ayağa kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz
kılardı. Kendisine; ‘Allah (cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye
kendini bu kadar yoruyorsun)’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul olmayayım
mı?” cevabını verdi.1164 Rasûlullah’ın gözünden akan yaşlar, insanlarla değil;
sadece Rabbiyle baş başa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. “…
Allah’a yemin olsun ki, benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız!”1165
buyuran o büyük zatın insanların içinde, çevresine huzur ve saadet dağıtan
tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O’nu örnek alması gereken mü’min,
içinden dua, haşyet, takva, İslam’ın derdi, müslümanların durumları ve bunları
düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara
gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin
kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat
asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli,
kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.
İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli,
hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur
patlasın çal oynasın anlayışı mü’minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık
ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli.
İslam, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâpla deviren
peygamber nizamının ve o çağın adı “asr-ı saâdet”, yani mutluluk çağıdır.
Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü
kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan’dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan
kabın dolu tarafını görür. Ama, gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce
kendisi doldurmaya çalışır.
1164] Buhâri, Teheccüd 6, 2/63; Tefsir-Fetih 1, 6/169, Rikak 19, 8/124; Müslim, Sıfatü’l Munafikîn 18, 79, Hadis no:
2819, 4/2181; Tirmizî, Salât 304, Hadis no: 412, 2/268; Nesâi, Kıy. Leyl 17, 3/178
1165] Tirmizî, Zühd 9, hadis no: 2313; İbn Mâce, Zühd 19, hadis no: 4190
- 443 -
Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine
büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan
olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak
yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört
ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak
yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik.
Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir
ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz,
daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya
görme özürlü olabilirdik. Daha fecîsi, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi
mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı,
alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız... olabilirdik.
Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan
emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik?
Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne
kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça
satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir
mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen
hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibadetlerden
aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın,
cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara şükredilmez de ne yapılır?
Şükür insanın ruh ve gönül âleminden coşan şükrandır. Bu şükran
duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah’la
olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün
organlarımızla uyumlu olarak şükür vazifesini yerine getirmesiyle kendini
gösterir.
Şükür, sadece bize ait özel nimetlere yapılması gerektiği gibi, genel nimetlere
de yapılmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de bu genel nimetlere vurgu yapılarak bunlar
üzerinde düşünmemiz, Allah’ın bu âyetlerini okumamız ve şükretmemiz
emredilir. Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış
nimetlerin akabinde de şükür edilir ki, insanın Rabbı ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi
canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd ve şükür edilir
ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren,
açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı’yı görmezden,
bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım.
Kemal derecesinde bir şükrün üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah’tan
geldiğini bilmek, O’nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde
- 444 -
bulunduğu sürece O’na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibadet
ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele), ortada -iş esnasındafikir
(tefekkür, Allah’ın nimet ve ihsanını düşünüp O’nun rızasını istemek) ve
sonunda şükür (El-hamdü lillâh demek).
Hayatta zorluklar var. Sıkıntılar, gerçekleşmeyen istekler, hallolmayan
problemler var. Ama hayatın güzel tarafları da çok. Zorlukla beraber kolaylık;
sünnetullah, Allah’ın vaadi. Yine kolaylık istiyorsak, zorlukla beraber;
unutmayalım. Zahmetsiz rahmet yok. Sıkıntılar, acılar hayatın tuzu, biberi;
heyecanı, mutluluk kaynakları. Monotonluktan kurtaran, eksikliğini
yaşadığımız şeylerin değerini öğreten hikmetler…
Hayat mücadelesinde hatalar yaptık, ama doğrularımız Allah’ın izniyle
daha çok oldu. Kötü günlerimiz yanında iyi günlerimizin daha çok olduğu;
hastalıklı günlerimiz yanında sağlıklı günlerimizin daha fazla olduğu gibi.
Hayatta ister yenelim, ister yenilelim. Ulu hakem, hükmünü, bizim oyunu ne
kadar dürüst oynadığımıza göre verecektir. Yani, Pollyannacılık oynamalıyız;
mutluluk oyunu. Dünya hayatı zaten oyundan ibaret, para, mal-mülk hep
oyuncaklarımız. Çocuklar yapboz evlerle oynuyor, büyükler betondan evlerle;
çocuklar nylon arabalarla oynuyor, büyükler sactan arabalarla. Çocuklar
plastik bebeklerle oynuyor, büyükler büyük bebeklerle…
Dünya denilen salon, bir tiyatro sahnesi... Hepimize kader, ayrı ayrı roller
dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu fâni dünya sahnesinde, rolümüzden
şikâyet edip illâ başrol oyuncusunun rolüne veya zengin rolüne özenmek
değildir önemli olan. Usta sanatkâr, kendisine ne rol uygun görülmüşse o rolü
beğenmezlik yapmaz; topal rolü verilmişse o rolün hakkını verir; fakir ve garip
rolünü en güzel şekilde oynar. Hepimiz kendimizi, kendimize biçilen rolümüzü
oynuyoruz. Doğru olan; bize uygun görülen rolü en güzel oynamak ve Yüce
Yönetmen ve senaristten ödül almaktır. Unutmayalım, sahnedeki oyun uzun
sürmez. Perdeler (gözler) kapanmak üzere. Sonra oyunu nasıl oynadığımız
ortaya çıkacak, notlarımız verilecek.
- 445 -
45. HUTBE
EĞITIM YARASI NA PARMAK BASMAK
Âyet :
يَٓا ايَُّهَا الَّذ۪ينَ امَٰنُوا قُٓوا اَنْفُسَكُمْ وَاهَْل۪يكُمْ نَاراً وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلئِٰٓكَةٌ غِلَاظٌ
شِدَادٌ لَ ا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَٓا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna
karşı gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır.” 1166
Câhilî sistemin her şeyi yapay, uydurma. Eğitimin kendisi gibi eğitim
kelimesi de yapay ve uydurma. Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım.
Eğitim kelimesi 1935 yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi
de 1934 yılında, Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, kelime
köklerinin sonuna “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe
yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan
écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve
yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen
“ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina
adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların
hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı
var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet
etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak
her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol
kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tabir
edilen söz cambazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan,
paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu,
toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen,
çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir
birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel
etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha
çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar,
kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş.
Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve
1166] 66/Tahrîm, 6
- 446 -
Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği
bir kurumlar haline getirilmiştir.
Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle,
müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına
müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün
ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilkokuldan üniversiteye kadar,
Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda
boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli
sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o
devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor.
Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faaliyetini yap; hatta
öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor.
Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep
ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size
bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim
dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı
ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor
ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta
daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum ya da benim alternatifim
yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor.
Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler
ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı
bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani
kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla
dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.
Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi,
özgürlüğü müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz.
Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, bu
okullara dayalı İslâm Ortookulları ve iki tane İslâm üniversitesi vardır. Birinin
başında rektör olarak yıllardır Ahmet Akgündüz var. Türkiye’de İslâm Okulu
diye okul açılsın; mümkün mü? Eğer açılmış olsa, bu “İslâm” sadece adının
kullanıldığı Devlet Okulu olur, Devlet İslâmı’nın Okulu…
Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor.
“Çocuğun yaramazlığından kurtulalım, okulda vakit geçirsin de ne olursa
olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Camiye çocuğunu
gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz
çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse
- 447 -
başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan
okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin
zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta
fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları
var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek mümkün değil. Ancak,
mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Yahûdiler, ırkçılık öz güveniyle
istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok
farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları
ile ilgili sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır
bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu
gösterecektir.
Çocuğu dört değil, on dört yönden kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde;
eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek
zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor.
Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz.
Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır.
Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş
zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde,
uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.
Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun,
kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Hangi okula gidecek; herhalde İslâm Okulu
var da oraya gidecek değil. Yaşını bilince sınıfını da tahmin edersin. Neye önem
verildiğinin göstergesidir bu tür sorular. Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç
sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar
Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan
devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi
soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.
Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı
ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki
kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun
sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz kıldığına şâhit olmak,
yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet,
bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı
şekilde çalışsa büyük ihtimalle cenneti hak eder.
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar
günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa,
bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı
- 448 -
olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa
cemaatleri vardır (olmalıdır). Bununla birlikte tekfir konusunu da çok ihtiyatlı
işletilecek bir kurum olarak görmek gerektiğini ifade edelim.
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre
hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur.
Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na
düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir.
İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı
öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir
müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun
yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak
hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın
azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Bugün; oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda
okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi
nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken
konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî
durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her
yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak
bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı
bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda
ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır.
Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle
sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir
etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık,
akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek
gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye
düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden
duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı
vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur
olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama
ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa
bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
Bugün yapılması gereken, “falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu,
ona hangi ağır cezayı verelim?” diye fetvâ arayışı değil; askere gitmek zorunda
kalanı ve alternatif çözüm bulamadığı için çocuğunu küfür uygulamalarından
- 449 -
korumaya çalışan ebeveyni tekfir etmek değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş
yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da
kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini
azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı
bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur.
Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz
Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu
hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk
olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini,
bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl
bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka
bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek,
dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp
verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine
katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor
hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde
kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl
verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ
“fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir
müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin
şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya
çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne
şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka
ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur,
uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim
tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir
durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar
uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve
küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır.
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” 1167
Normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olmak
gerekir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak
diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla
ihtiyat gösterilmelidir.
1167] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
- 450 -
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net
çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah’ın
dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”1168 Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür
fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı
olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda
İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın
küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür
olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen
tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça
yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice
hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz”
denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ,
hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz
için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir
husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor.
Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara
sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de
yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi
getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp
baktın mı?”1169 diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir.
Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi,
Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine
bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi
gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla,
sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve
ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve
bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli
kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek
tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar
veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna
kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak
olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman
olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz.
1168] 60/Mümtehine, 5
1169] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
- 451 -
O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir?
Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı,
teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı,
her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen
vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol
etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya
doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa
soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde)
ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve
tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Kendimiz veya yakınlarımız eğer çocuklarımızı okula gönderiyorsak, böyle
tehlikeli durumdan korunup itikadımızı muhafaza etmek için;
Okullarda birinci iş olarak müşrik bir vatandaş yetiştirilmek istendiğini
unutmamak,
İmkân ve gücü varsa, çocuklarını okula göndermemek, alternatif eğitim
oluşturmak
Okulların hafta başı ve sonundaki törenlerine çocukları katmamak,
Resmî Bayramlara çocukları göndermemek,
Derslerde ve ders dışı etkinliklerde elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfürden şiddetle
sakınmak,
Derslerde büyük tâğutu öven şiirler, okuma parçaları ve benzeri şeyleri
okumamak,
Büyük tâğutu öven veya küfrü içeren ödevleri yapmamak
Okuldan geldiğinde mutlaka virüs taraması yapmak, Okulda öğrendiği
yanlışları gösterip doğrularıyla yer değiştirmesini sağlamak, hafta sonları
İslâmî eğitimi üzerinde titizce durmak.
Çocuklarımıza küçük yaşlarından itibaren tevhid akidesini öğretip
sevdirmek, Kur’an’la tanıştırmak gerekir.
Cumartesi, Pazar günleri ve tatilleri çocukların İslâmî eğitimleri ve câhilî
eğitimden arınmaları için gayret gösterip fırsatlar ve alternatif imkânlar
oluşturmak.
Okul ve öğretmen tercihi yapmak, öğretmenin ve idarenin İslâm düşmanı
olmayanlarını arayıp bulmak; gerekirse uzak bir okula kayıt yaptırmanın
yollarını bulmak.
- 452 -
Çocuklarımıza Kur’an eğitimi verdirmek; Kur’an’ın metni ile birlikte
mealini okutmaya çalışmak, evde Kur’an eğitimi yaparak Kitabımızın günlük
hayatla ve kendimizle bağlantısını kurmaya çalışmak ve çocuğa da bu bakış
açısını kazandırmaya gayret etmek.
Evlerimizi İslâm Okulu haline getirmeye çalışmak.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir
denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve
Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet
usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle
ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle
konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ
taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek
için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde,
tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım;
küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden
hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
- 453 -
46. HUTBE
ÇOCUKLARIMIZI N EĞITIM PROBLEMLERI NASI L
ÇÖZÜLÜR?
Âyet :
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا اطََعْنَا اللهَّٰ وَاطََعْنَا الرَّسُولَ ا وَقَالُوا رَبَّنَٓا انِآَّ اطََعْنَا
سَادَتَنَا وَكُبَرَآءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا رَبَّنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً۟
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik,
Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve
büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz,
onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” 1170
Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip
yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince,
O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş,
bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören
kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut
hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.
“Ne yapmalı?” sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden
tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit
eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet
olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri
eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi
olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine lânet okuyacak,
kendilerine verilen azâbın iki katını kendisini bu şekilde yetiştiren, saptıran ve
sapmasına göz yuman kimseler için Allah’tan isteyecek.1171
“Eğitim konusunda neler yapılmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli,
öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan,
âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla
ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden
yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba
çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış
1170] 33/Ahzâb, 66-68
1171] Bkz. 33/Ahzâb, 66-68
- 454 -
içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya
alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili
tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak
mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret
adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır.
Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite
oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın
ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip
olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de
camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı.
Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek,
çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en
uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zorbanın
her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu.
Hz. Musa’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle:
“Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi
namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’
diye vahyettik.”1172 Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere
yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid
tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler
değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her
türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin
mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar
haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası
da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler.
Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin
arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri
kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik
çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an
Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini
yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı
zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli
alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı.
Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere,
dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.
1172] 10/Yûnus, 87
- 455 -
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist
bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da
ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği
tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan
hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir
Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene
uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla
elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul
dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap
verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk
ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce
bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir.
Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi
davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.
ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler,
“anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer
hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma
çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek,
ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları
gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı
olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların
evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri
gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı
için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya
da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul
putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü.
Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?
Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık
yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik
ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk
olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak
kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun
bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur,
daha nice şeyler yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu
bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir
daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk”mu demeliyiz? Yoksa daha
güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil
ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya
- 456 -
gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını
yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük
bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha
dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa,
bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki
okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk
tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir
müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı
şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî
âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve
dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır.
Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net
olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek
maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile
edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün
boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü
yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün
suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak
mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile
müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün
ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan
edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç
meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri
yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim
neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir,
olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır.
Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak,
ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde
yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün,
‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey
Rabbimiz! Biz reislerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da
onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları
büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” 1173
1173] 33/Ahzâb, 66-68
- 457 -
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde
insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim
kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta
zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor.
İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla
cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı
değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le
karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın
zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.1174
Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması,
hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip
uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına
hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına
hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü
merkep1175 değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.1176 O yüzden
takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan
uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek,
onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan
mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında
olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi
bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine
bir devşirme söz konusudur.
Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana
ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman
cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları
yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer
baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse,
evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri
olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar
oluşturacaktır.
Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine
hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki
kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi
1174] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711
1175] 62/Cum’a, 5
1176] 35/Fâtır, 28
- 458 -
üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah’ın
dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin
hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar
yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum
sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.
Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin
edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri
ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde
değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği
gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin
kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler
ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun
kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve
yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda
çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek
çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir
etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif
olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir.
Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar,
bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir.
Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir.
İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile;
diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi
toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu
tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler,
mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi
gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli
olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim
arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına
yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin,
ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da
tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir
Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza
çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde
ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş
- 459 -
gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek
kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez
ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki
çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi
elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı,
Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir.
Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların
övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların
kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne
pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar
çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman
ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan
hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine
özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk
eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen
temizlenmelidir.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn,
yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri,
hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir.
Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin
edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir.
Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları
için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli
olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler
olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını
duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir.
Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak
devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak
beklenmemelidir.
Müslümanım diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de çok şeyler
yapılabilir.
Neler Yap ılabilir ?
1- Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak
ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici)
anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter
eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi;
- 460 -
müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel
olarak ancak evde kazandırılabilir. “Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı;
evin reisi, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da
yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde
yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir.
Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak
şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde
kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş
tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki
yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde
birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu
önem taşır.
2- Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp,
günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim
araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde
arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır.
Çocuklarımız, okul sonrası, seyrediyorlarsa tv. sonrası ve giriyorlarsa
internet sonrası virüs taramasından geçirilmelidir. Çocuk eve geldiğinde,
yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan
temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp
mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden,
Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü
alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı,
çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları,
gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği
filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır.
Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan
bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini
gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar,
programlar yapmalıdır.
3- Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve
şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı;
eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metod mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme
ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/
sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel
ahlâk kazandırılmalıdır.
- 461 -
4- Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde
temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır.
İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç
verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen
hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu
kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan
veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına
sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini
doldurup kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da
unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme
kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların
da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi
sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin
doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta
eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı,
oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet
bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere
kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için,
çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir
düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların,
canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş
oluyor.
5- İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber
sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri,
ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya
çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını,
namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad
sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp
vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da
Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev
şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ
bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı
ve bu konuda çok titiz olunmalı.
Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette
çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır.
Mü’minler, böyle bir konuda birbirleriyle yardımlaşmayacak da hangi konuda
yardımlaşacak? Bu alanda kimler neler yapabilir, özetin özeti olarak ona temas
edelim:
- 462 -
Cemaat ve kanaat önderleri, yazarlar ve hocalar eğitimi ciddiye almalıdır;
faâliyetlerinin birinci sırasına, merkezine yerleştirmelidir. Yapılabilecekleri
tavsiye etmekle, sempatizanlarını yönlendirmeyle de yetinmemeli, bu konularda
öne düşmeli, örnek olmalı, organizelere katkıda bulunmalıdır.
Asr-ı saâdette eğitimin merkezi olan câmilerimizin bugünkü şartlarla bu
alanda bir boşluğu doldurabileceklerini sanmıyorum. Elif be öğretiminden
(öğretir gibi yapmaktan) ibâret olan câmi kursları, hiçbir şekilde alternatif
özelliklere sahip değildir; “yetersiz” bile değildir. Kur’an eğitimini daha farklı
mekânlara taşımanın şu ortam için daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Yayınevleri, tevhidî duyarlığa sahip uzmanlara eğitimle ilgili alternatif
kitaplar, dergiler, broşürler hazırlattırıp bunları yayınlayabilir. Sesli ve görsel
malzemeler alanında faâliyet yapabilenler bu alanda hizmet verebilir.
Radyolara da büyük iş düşmektedir. Radyo okulu şeklinde çalışmalar
yapılabilir. Okul ciddiyeti ve programıyla müfredatlar hazırlanıp sunulabilir.
Okullarda uygulanan ders konularının tashihi yapılabilir.
Cemaatler, dernekler, vakıflar ana baba okulları/kursları açabilir. Ders
araç ve gereçleri hazırlayabilir. Sadece kendi mekânlarında eğitime katkıda
bulunmakla yetinmeyip evlerdeki çalışmalara yön verecek katkılar ve destekler
sağlayabilir. Her yaş dilimine yönelik kitap, dergi, CD, kaset, hatta radyo ve TV
faâliyeti yapabilir.
Allah, Kitab’ında Kendi yolunda cihad edenlere yollarını açacağını vaad
ediyor.1177 “Kim Allah’tan korkar takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu
verir.”1178 Yeter ki samimi olunsun ve gönülden istensin…
İnsanımızda yeterli şekilde savaşçı kimliği yok. Truva atının içerisinde,
karşı tarafın savaşçısı olarak bir misyon yüklenebilir miyiz; Hz. Musa’nın
Firavun’un sarayında üstlendiği bir misyon gibi. Bu, ancak savaşçı kimliğiyle,
tevhid kelimesindeki “lâ” bilinciyle, dâvâsı için her bedeli ödemeye hazır bir
fedakârlık ruhuyla olabilecek husustur. Bu noktada biz çocuklarımıza tevhidi
bilinç ve dâvâ adamı kimliğini verirsek, çocuk istikametini korur ve kolay kolay
sapmaz. Tamam da bu kimliği vatandaşa ne kadar verebilmişiz ki, o çocuğuna
versin?
1177] 29/Ankebût, 69
1178] 65/Talâk, 2
- 463 -
Evlerimi z
Acaba hangi kurumlar Ali’leri ve Fâtıma’ları oluşturdu, bunlar hangi
kurumun ürünleriydi? Dolayısıyla burada evi merkeze alarak değerlendirirsek,
İslâmî bir toplumda, üç sacayağı kurum vardır. Bu ev, cami ve medresedir.
Medrese yerine bugün dernek vs. diyebiliriz. Ama işte Hz. Musa ile ilgili ayete1179
ve Mekke dönemindeki Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda,
ev dışında bir kurum yok. Ev, başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan.
Dolayısıyla tek kurum var. Hz. Musa’ya vahyedildiği gibi, “evlerinizi mescid
edinin” ki, ben mescidi genel anlamda geniş fonksiyonlu bir yer olarak
düşünüyorum.
Darul Erkam bir evdi. Bu gün eğitimin de yön vericisi, bel kemiği olması
gereken yerlerimiz evlerimiz olmalı. Biz, kurumları olmazsa olmaz gibi gördük.
Alternatifleri, illa bir kurum vasıtası ile düşünmenin çıkmazlarını hesaba
katmalıyız. “Okullarla nasıl yarışabilirim?” diyoruz. Bu, imalâthaneye bile
sahip olamayan sadece el tezgâhı olan birinin fabrika ile yarışma zorunluluğu
duyması gibi bir şey. Dolayısıyla yarışmaya kalkıyoruz, galip olamayacağımız
bir savaşa giriyoruz, yaralarımız büyüyor, çıkmaz sokaklara kendimizi
mahkûm ediyoruz.
Burada yine Hz. Peygamber’in olumlu bir vasfı olarak “ümmî” vasfını ele
almak lâzım. Ümmî, “okuma yazma bilmeyen”den ziyade, “anneye mensup
olmak” demektir. Yani, anneden doğduğu gibi, fıtrî yapısını koruyan
demektir ümmî. Câhiliyyenin hiçbir pisliğine bulaşmamış, fıtratına uyan demek.
Ümmet kelimesi de aynı ümm kelimesinden türemiştir ve anne kavramının
olumlu yapısını içerir. Çocukların yetişmesinin sorumluluğu, anne ve babaya
ait olması gerekirken, bu işi anne ve babanın vekillerinin merkeze alındığı ve
yarışamayacağımız bir alan olan kurumlar ile halletmeyi öncelikliyoruz. Hâlbuki,
Hz. Fâtıma’yı babası Hz. Peygamber yetiştirdi. Hz. Ali’yi de Erkam’ın evi ve
Peygamberin öğretileri yetiştirdi. Herkes kendi çocuğunu evvelâ kendisi, diğer
müslümanlarla yardımlaşarak yetiştirmeye çalıştı. Bu durumda kurumların
hegomanyası olmayacak, mağlup olma riski büyük olan bir alana müslümanın
kendisini sıkıştırması söz konusu edilmeyecektir. Okullar sadece belirli saatlerde,
sadece belli mekânda, sadece uzmanı olan öğretmenin, sadece kendi müfredatı
ve konusuyla ilgili, sadece eğitim (aslında sadece öğretim) verdiği bir kurum.
Hâlbuki insan yetiştirmenin bireyle, zamanla, mekânla, konuyla, öğretmeyle
sınırlanamayacak kapsamda yüceliği vardır.
1179] 10/Yûnus, 87
- 464 -
Bunun yanında hiçbir öğretmen, öğrencisini bir anne ve babanın evlâdını
sevdiği kadar sevemez, onların fedâkârlık yapacağı kadar yapamaz. Fıtratta bu
denli sevgi ve özverililik yok çünkü. Belki öğretmen de çok gayretli olabilir, ama
fedâkârlık ve sevgi anlamında anne ve babanın yerini hiçbir eğitimci, hiçbir
öğretmen tutamaz. İşte biz bu yedeği, vekili asıl yapı yerine koyduk. Yani Musa
(a.s.) döneminde de, Mekke döneminde de evin merkez teşkil ettiği bir yapı var.
Camiler de, bugün İslâmî merkez ve eğitim mekânı olarak kullanamadığımız
dışlanmış bir yer haline geldi. Yani câmiler bir devlet kurumu durumunda.
Kanunlar var, yönetmelikler var, devlet buraları nasıl işleteceğini belirliyor.
Hatta imam olmak için kanun açısından müslüman olma şartı aranmıyor.
Hatırlayın, Turan Dursun gibi ateist ve İslâm düşmanı biri yıllarca müftülük
yaptı, imamların âmiri oldu. .
Demek ki, bugün tarihe karışmış medresenin yerini tutan özgür ve bağımsız
İslâmî bir eğitim kurumu olmadığı gibi, câmiler de bu özelliklerden aynı derecede
uzak. Tek kurum kalıyor; o da ev. Zaten insan eğitiminde ana ve babanın rolü
başkasına devredilemez. Ailenin merkezî bir rol üstlenmek zorunda olduğunu
söylemek istiyorum. Çocuğunun eğitiminin kendisini direkt ilgilendirdiği kişi,
anne ve babadır. Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, annesi ve babası
onu hıristiyanlaştırır, yahudileştirir (hadisin bir rivâyetinde), müşrikleştirir.
“Müslümanlaştırır” denmiyor. Zaten müslüman fıtratı ile doğmuş. Bu aslî yapı
korunup kirletilmezse, zaten müslüman olacak. İkinci olarak “çevre şartları,
okul, çocuğu hıristiyanlaştırır…” da denmiyor; anne ve babasının bu işlevi
gördüğü söyleniyor. Dolayısıyla okul, çevre, televizyon dediğin şey, anne ve
babanın seçtiği, kendine bir vekil olarak görev ve yetki verdiği şeylerdir. Anne
ve baba, çocuğunu İran’da ya da Mekke’de yetiştirmek isterse, televizyon ya da
çevre faktörleri (arkadaş, okul, medya, oyun, iş, komşu ve benzeri) de çok farklı
olabilecek, hatta çevresel sorunlar çözüme dönüşebilecektir.
- 465 -
47. HUTBE
GENÇLIK NEREYE GIDIYOR?
Âyet :
يآَ ايَهَُّا الذَّ۪ينَ امَٰنوُا عَليَكْمُْ انَفُْسَكمُْۚ ل اَ يضَُركُّمُْ مَنْ ضَلَّ اذَِا اهْتدََيتْمُْۜ الِىَ اللهِّٰ مَرْجِعُكمُْ جَم۪يعا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru
gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü
Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi o zaman Allah size bildirecektir.”1180
İslâmî hareket, Türkiye’de çok eskiye dayanmaz; Kur’an merkezli, tevhid
eksenli çalışmalar 1975’lerden sonra dillendirilmeye başlanmıştır. Ondan önce
daha çok sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, yer yer tasavvufi etkilerle yönünü
bulmaya çalışan, üstatçı, partici çizgide hareketler görüyoruz. 75’lerden sonra
-hatta net bir şekilde 80’lerden sonra- yeni yeni İslâmî hareket Türkiye’de
kendini göstermeye başladı. Bu İslâmî hareketin kendini göstermesinde Seyyid
Kutupların, Mevdudilerin eserlerinin tercüme edilmesi ciddi mânâda rol
oynadı.
Tabii, İslâmî hareketin mazisi Türkiye’de çok eski olmadığından ister
istemez bazı hatalar da oldu. Bizim nesiller veya bizden bir sonraki nesillerin
dönemlerinde çok sert çıkışlar yapılmıştı. Biraz tekfircilik vardı, sert
tartışma üslûbu vardı. Yanlış yerlerden başlanma söz konusuydu. Şimdiki
gençlerin avantajı, bu ağabeylerinin yaptığı hataları kendi tecrübe hânelerine
kaydetmeleridir. Dolayısıyla bu birikim değerlendirilirse benzer hataları yapma
olasılıkları da azalır. Bununla birlikte, günümüzün gençleri, ağabeylerinin
gerçekten samimi, fedâkâr gayretlerine ve tevhidî birikimine, hayırlı miraslarına
da sahip çıkmalıdır.
Dünyadaki İslâmî hareketlerle mukayese edilince, Türkiye’de İslâmî
hareketler; ne çok önde, ne de çok geride sayılabilir. Belki; 1960’ların, 1970’lerin
İhvân-ı Müslimîn’i gibi çok büyük ve uluslararası güce ulaşmış, geniş halk
kitlelerine yayılmış teşkilatlara sahip değiliz. Türkiye’nin tahrif edilmiş
bir din geleneğine sahip olması, elbette gençleri de etkiliyor. Buna alternatif
olarak sunulan modernist çizginin de ayrı bir aşırı ucu temsil ettiğini gençler
1180] 5/Mâide, 105
- 466 -
fark edebilmeli. Dolayısıyla bir taraftan gayr-i meşrû gelenek ve hurâfeler;
bir taraftan modernist çizgi, diğer taraftan da devlet dini hâline getirilmeye
çalışılan, Diyanet, İmam-Hatip ve İlahiyat’ın temsil ettiği resmî din anlayışı
gençlerin çok sağlıklı bir İslâmî harekete sahip olmasında zorluklara sebep
oluyor. Bununla birlikte, öncelikle ifade edeyim ki; ümitvârım. Sayımız az
da olsa, gücümüz yeterli de olmasa, imkânlarımız sınırlı bile olsa, çok sahih/
net bir din anlayışını, eskiye göre daha sağlıklı ve daha yoğun dillendirmeye
çalıştığımız bir vâkıa. Böyle bir yürüyüşün de, Kur’an nesli gençlerin İslâmî
hareketinin de İlâhî yardıma paratonerlik yapacağını ümit ediyorum. Biz,
sahih bir iman üzere olur ve bunu sâlih amelle hayata geçirmeye çalışırsak;
Allah’ın yardım vaatleri bizi bulacaktır.
Gençlerimizi nasıl buluyoruz? Tabii, bizim bahsettiğimiz gençler, Türkiye
gençlerinin, İstanbul bazında söylüyorsak İstanbul’daki gençlerin %10’unu bile
aşmayan İslâmî hareket sahibi gençlerdir. Eskiye göre sevinilecek tarafları olsa
bile gençlerin en azından % 90 civarı, top peşinde, kız peşinde, eğlence peşinde,
rahat peşinde ve benzeri maddî olanaklar uğrunda kendini kaybediyor; her
şeyini harcıyor. Gençlerin bir taraftan kendi çizgilerini netleştirmeleri, sahih bir
din anlayışına sahip olmak için bolca okuyup, kendilerini donatmaları kadar;
gençlik kesimine de hakkı tebliğ etme görevleri vardır. Kendimizi kurtarmak
için, başkalarını kurtarmaya çalışmak zorundayız. Hani, eteği tutuşan bir
itfaiye eri başka insanların kurtulması için ne kadar gayret sarf ederse etsin,
çoğunlukla çözümsüz olur. Buradan hareketle söylemek gerekir ki; çok net bir
çizgide olmalı ve imanı, sâlih ameli içselleştirmeliyiz.
Üniversite gençliğinin 4’te 3’ünün hiç namaz kılmadığı tespit edildi. Bu kesim,
alnı hiç secdeye varmayan gençlerin sayısını belirtiyor. %25’in ne kadar namaz
kıldığını -hayatlarına namazın ne oranda yansıdığı ve 5 vakit kılıp kılmadıkları
yönüyle- anketler olmadığı için bilmiyoruz. Tabii, sözgelimi üniversiteli kız
öğrencilerin -ki üniversitelilerin yarısına yakını- başörtülü olanları hâriç
namaz kılıp kılmadıkları kıyafet(sizlik)lerinden az-çok belli oluyor. Belki, yüzde
1-2 başı açıklarda namaz kılmış olsa; oranda pek bir değişiklik olmayacaktır.
Dolayısıyla üniversiteliler arasında, başörtülü kızlarımızın sayısının ne kadar
az olduğunu tahmin edebiliriz. Önemli bir kesimin de, başka dâvâlar peşinde
olduğunu ya da dâvâsızlık, idealsizlik peşinde bulunduğunu görüyoruz. Ki biz
de, yüzde 25 namaz kılan varsa, bunların yüzde 15’ini yetersiz görüp elersek
yüzde 10’luk bir kesimle övünüyoruz.
Bunlar bizi karamsar etmemeli. Nice az sayıdaki insan, çok sayıdaki insana
karşı galip gelmiştir. Kur’an’da bu durum, özellikle Tâlut ve Câlut kıssası
- 467 -
içerisinde ifade edilir (1181). Asr-ı saâdette gâlibiyetle biten savaşların hemen
hepsinde Müslümanların sayısı müşriklerden çok çok azdı. O yüzden, az
olmak/çok olmak önemli değildir; önemli olan doğru bir çizgide olmamız ve
kalitemizin sağlam olmasıdır. Allah’ın yardımına muhatap olacak özelliklere
sahip olmamız her türlü sayı hesabından önce gelir. İnşallah, sizler bu
çalışma üzeresinizdir. Bu gayretinizi görebiliyoruz. Fakat bu, dergilerle sınırlı
kalmamalıdır. Israrla belirtiyorum ki, dernekle, dergiyle, toplantıyla, arkadaş
grubuyla görevimizi yaptığımızı düşünürsek yanılırız. Adamlar kalkıyor,
Amerika’dan; zevkini, evini, çoluk-çocuğunu bırakıyor, Anadolu’nun bir
köyüne bâtıl bir dini -Hıristiyanlığı- propaganda yapmak için geliyor. Aylarca,
hiçbir koşulda vazgeçmeyerek dâvâsını yaymaya çalışıyor.
Dâvâlar, hep gençler eliyle yükselir. Mus’ab bin Umeyr çok genç yaşta,
Kur’an ve Din öğretmenliği yaptı. Sadece öğretmenlik değil, Medine’de devlet
başkan vekilliği yaptı. Peygamberimiz (s.a.s.), Medine’ye gelinceye kadar orada
İslâm’ın temsilcisi idi. Örnekleri arttırmak mümkün. Ashâb-ı Kehf de örnek
olarak verilebilir.
Gençlerin ideal noktasında çok ciddi hedefleri vardır. Dolayısıyla gençler,
kendilerini Allah yolunda, din uğruna ortaya korlar ve büyüklerinin
tecrübelerinden de yararlanırlarsa inşaAllah, İslâm’ın geleceği daha aydınlık
olacaktır.
Gençlerimiz sadece modernitenin esirleri değil; başka esaretler de var.
Gelenekler, şirk eğitimi, resmî putlar… Paranın, makamın veya karşı cinsin
yüceltilerek tutsaklığa gönüllü meyil...
Allah’a hakkıyla kul ol(a)mayan bir kimse, mutlaka başkasına kul olur. Eğer
kendini başkasına kulluk yapacak kadar aşağıda görmüyor, büyüklük taslıyorsa
-müstekbir ise- o zaman da başkalarını kendine kul edinir, yani rablik taslar.
Evet, Allah’a hakkıyla kul olmayan, ya kendisi gibi veya kendinden de aşağıda
olan birine kul olur ya da kendisi başkalarına rablik taslamaya çalışır. Gençliğin
durumu da böyledir.
Sadece modernite değil dedik, gençlerin etrafını saran olumsuz etkenler... Her
türlü fesat dört değil, on dört yönden hücum etmekte. Örnek olarak; çocukları
ve gençleri ilim yönüyle geliştirmesi gereken eğitim kurumları, onları bilgi
yönüyle donatmaktan öncelikli olarak bir müşrik vatandaş yapmak için gayret
sarf etmektedir. Okulların açılması ve kapanmasında ‘âyin’ diyebileceğimiz
törenlerden tutun da siyer gibi birilerinin hayatının anlatılmasına kadar,
1181] 2/Bakara, 246-251
- 468 -
bundan daha önemlisi; öğretilen bilgilere “vahy”i asla referans kabul etmeyen,
vahyi tümüyle dışlayıp reddeden; onun yerine başka ölçüler kabul eden bir
sistem var.
Bunların arasında modernitenin altını çizebiliriz. Modernite, sadece bir iki
alanda kendini göstermez. Ahtapotun kolları gibi, gençleri her yönden sarar.
Modernitenin kendine göre bir dünya görüşü, bir ekonomisi, israf, marka ve
tüketim anlayışı vardır. Modernitenin kendine göre bir İslâm(!) anlayışı da
vardır. ‘Ilımlı İslâm’ dedikleri, muhafazakâr, sağcı, liberal, namazını kılıp başka
bir şeye karışmayan, hiçbir şeyi reddetmeyen bir Müslümanlık anlayışı vardır.
Modernitenin insanı uzlaşmaya mecbur eden çıkarcı bir yaklaşımı vardır.
Modernitenin Müslüman anne ve babalarımıza bile etki ederek, onları dâvâ
adamı bilincinden uzaklaştıracak cazip teklifleri vardır. Yani bütün bunları
tek tek, başlıklar halinde inceleyemeyeceğimize göre biz; Kur’ân-ı Kerim’de
“atalar dini” denilen, İslâm’a düşman örf ve âdetler, gelenek ve görenekler
kadar, Batıdan gelen anlayışlara, modernist İslâm anlayışına ciddi mânâda
önyargılı bakmalıyız. Batıdan gelen her türlü teknik araçlar bile, yan etkisi
çok fazla olan uyuşturucu haplar gibidir. Batıdan gelen ve dinle direkt ilgili
olmadığı düşünülen aygıtların bile geçici olarak faydaları düşünülebilir, ama
bir hastalığı giderirken başka nice hastalıklara sebep olacak, insanı uyuşturacak
ve daha kötüsü alışkanlığa sebep olacak ilaçlar gibi olduğunu ve bize hapı
yutturmak isteyenlerin hiç de iyi niyetli olmadıkları kabul edilmelidir. Batı,
önce ruhundan, hislerinden yakaladı insanımızı. Kirletip hasta ettiği insanın
iç dünyasını tedavi adı altında psikolojik haplar sunarak uyuşturdu, uyuttu.
Uyutucu ve uyuşturucu işlevi gören futbol, müzik, film ve diziler, internet
siteleri ve benzeri birçok aracı sayabiliriz. İşte modernite günümüz insanına
sunduğu teknolojik aygıtlarla ve sunduğu diğer imkânlarla; bizi ideallerimizden
uzaklaştıran, dikkatimizi yoğunlaştırmamamız gereken, arka planında çokça
ihanetin gizlendiği bir alandır.
Bunlardan Nasıl Kaç ınabiliri z?
Bunlardan ne kadar kaçınabileceğimiz tartışılır. Çünkü devlet her yönüyle
modern bir çizgiyi benimsemiştir. Dolayısıyla bu, topluma da yansımıştır.
Çoğu başörtülü kızlarımıza bakıyoruz: Modernizm onları bile tepeden tırnağa
kuşatmış durumda… Hatta bazılarının başörtülerinin ve giysilerinin markası
‘Bak Bana’ olmuş.
Kızlarımızı eleştirip erkekleri eleştirmemek olur mu? Erkeklerimizde de
modanın esiri olmuş bir tavır gözlüyoruz. Bazen erkeklerin dışından belli
- 469 -
olmuyor, ama ‘başörtülü çıplaklar’ diyebileceğimiz, ‘üstü Mekke altı Paris’
diye alay konusu edilen o kızlarımızın konumu, erkekler için de geçerli.
Erkeklerimizin ve kızlarımızın dış görünüşleri Batılılı efendiler tarafından
şekillendirilirken bir de zihinlerini ve gönüllerini tahmin etmeye çalışalım.
Maalesef gençlerimizin önemli bir kesiminin gönülleri işgale uğramış
durumda. Gençlerimiz Afganistan’ın ve Filistin’in işgaline ağıt yakmadan
önce, kendi evlerinin, okullarının, sokaklarının; ondan da önce kendi kafa ve
gönüllerinin işgal edilip edilmediğini değerlendirmeli ve cihadı Afganistan
cephesinden önce, kendini kuşatmış bu modernist cephenin acımasız
saldırılarına karşı bayraklaştırmalıdır.
Modernitenin etkilerini açıkça görüyoruz. Parfümeri, kozmetik, kıyafet vs.
satan mağazaların, mağaza toplamının yarısından fazlasını oluşturduğunu
görebiliriz. Dolayısıyla, insanların sadece tüketmeye, modernite adına
tüketirken de tükenmeye yöneldiğini söyleyebiliriz. Sonrasında da insanlarımızı
moderniteye ayak uydurma yolunda tükenirken ‘para yetmiyor’ şikâyetleriyle
yakınırken görüyoruz. Koltuğumuz olmasa, televizyonumuz olmasa ne olacak?
Ayakkabımız ‘Nike’ olmasa, 20 Lira’lık bir ayakkabı giyilse insanî değerlerimiz
mi kaybolur?
Bir soru sorsak; “14 asır önce Medine’de mi, yoksa 21. Y.Y.’da Paris’te mi
yaşamak istersiniz?” diye… Çoğunluğun Paris diyeceği bir gerçektir. Neden
böyle? Bu sorunun cevabı başkalarını suçlamakla değil, kendimize görev bilinci
yüklemekle bulunabilir. Yani bunlardan kaçınmanın ilk aşamasında iğneyi
kendimize batırarak görev bilincine ulaşmak gerekir.
İmam -Hatip Liselerinin Diğer Okullardan Ne Kadar Fark ı Var ?
İmam-Hatipleri İslâmî okul olarak nitelendirenlere şiddetle tepki göstereceğimi
belirtmeliyim. Sanki onlar sistemin okulları değil. Sanki oradan yetişenler
düzenin herhangi bir kurumunda, düzeni daha bir güçlendirmek için yetişmiyor.
Sanki oradaki, törenler/âyinler diğer okullardan farklı. Sanki orada putların/
putçuların hâkimiyeti yok. Sanki orada eğitim sistemi vahye dayalı; sanki orada
çocuklar tümüyle Kur’an’ın istediği eğitimi alıyorlar; peygamber mirasçısı
şekilde yetişiyorlar. Böyle olsaydı, çok başka olurdu. İmam-Hatiplerden beslenen
camilerin hali bambaşka olurdu. Tam tersine, İmam-Hatipler de yarım hoca
yetiştirmenin, camiye gelen insanlara devleti, düzeni sevdirmenin, vatandaşla
devlet arasında bir köprü oluşturmanın, devletin istediği bir dinin insanlara
anlatılmasının misyonunu üstlenmektedir. Tevhidle, şirkle, tâğutla, İslâm
- 470 -
Devleti’yle ilgili hiçbir konunun camilerde anlatılmayacağına dair devletle gizli
bir anlaşma yapmanın, hakla bâtılı karıştırarak anlatmanın gönüllü fedailerine
benziyor bu kurumdan yetişmiş görevliler. “Niye doğruları anlatmıyorsunuz?”
diye kendilerine sorulunca, çoğu imamın; “biz emir kuluyuz” dediklerine şahit
oluyoruz. İnsanları Allah’a kulluğa dâvetle görevli olması gereken bu kişilerin
kendileri “Allah’ın kulu” değil, devletin kulu olmayı gayet normal kabul eden
yaklaşımları var. Niye laik devlet, halkın yaptırdığı İmam-Hatiplere istediği gibi
öğretmen tayin ediyor? Bıraksın, halk kendi hocalarını kendi bulsun, maaşını da
kendisi versin, kimin ne okutacağını kendi belirlesin. Haa, devlet, Müslümanlığı
çok seviyor(!), “bu gariban halka zahmet olmasın(!), cami binasını, cami görevlisi
İmam-Hatibin binasını halk yapıyor, onları daha fazla masrafa sokmayalım, hiç
olmazsa imamların ve İmam-Hatip öğretmenlerin maaşlarını biz verelim; din
için, Alah rızası için(!) bir katkımız olsun!” diyor; öyle mi? İnanan beri gelsin!
Gençliğin yozlaşması, ahlâksızlaşması, dinsizleşmesi kimsenin umurunda
değil. Okullardaki, sokaklardaki, çarşılardaki, kurumlardaki şirkten, fesattan
kim ve kimler birinci derece sorumlu? Önceliği kim nereye verme hakkına
sahip? Tâğutu reddetmeden iman geçerli olabilir mi? “Lâ”sı olmayan bir din,
Allah’ın dini vasfına mı, ılımlı İslâm(!) sıfatına mı lâyıktır? Tevhidî iman
olmadan Allah korkusu, Allah korkusu olmadan ahlâk, ahlâk olmadan insanlık
olur mu? Soruları çoğaltmak mümkün. Ama bu soruları kime soracağız ve nasıl
bir cevap bekleyeceğiz?
Modern Türkiye oluyoruz. Batıdan da Batılı oluyoruz. Kurtarıcı sayesinde,
kurtarıcılar sayesinde iyice bir kurtulmaya az kaldı. Avrupa’da bile bu denli
İslâm’a, İslâm’ın dışa yansıyan görüntülerine düşmanlık göremezsiniz.
Tabii bunlara kızmakla bir yere varamayız. Onlar görevlerini yapıyorlar.
Bizim Müslümanlar ne yapıyor? Onlarla uzlaşan, demokratik yollarla bu işlerin
çözümünü düşünen, dinlerini müdafaa bile edemeyen, kabuğuna çekilmiş
Müslümancıklar… Sanki imtihan için değil de dünyaya seçim veya geçim için
gelmişler gibi yaşayan, daha çok zengin olmayı en önemli hedef kabul eden,
sadece geçim derdiyle uğraşan, yalnız dünyevî ve basit başarılara endekslenmiş
hayat sürenler, gittikçe daha nesneleşiyor, daha edilgen hale geliyorlar. Bazıları da
sadece namaz kılıp tesbih çekmekle işin biteceğini sanıyor. Allah da çalışanlara
neticeyi veriyor. İlâhî kanun, sünnetullah bu: “İnsan için, ancak çalıştığının
karşılığı var. O çalışmasının karşılığını görecek.”1182 Kâfirler çalışırsa zafer
onlara gülümser tabii.
1182] 53/Necm, 39
- 471 -
Çözüm Nerede ?
Zaten problemler, çözümü de içeriyor… Ne yapılması gerekiyor? Bugün
genel boyutta kitapsız devlet yoluyla, kitapsız toplum ve kitapsız gençlik
yetiştirildiğini kabullenmek zorundayız. Bu ifade ağır gelse bile… Dolayısıyla
devlet dinsiz devlettir, düzen cahiliye düzenidir. Cahiliye, sadece peygamberimiz
döneminde yaşanıp bitmiş bir olgu değildir. Günümüzde de nerede Kitab’ın
yönlendirmediği bir toplum varsa, orada cahiliye vardır.
İşte, cahiliye egemenliğinde peygamberler tedaviye/çözüme nereden
başladıysa bizim de oradan başlamamız gerekiyor. Kur’an; cahiliyeyi yok etmek
için hangi çözümleri sunduysa biz de o istikamette ilerlemeliyiz. Yani, on üç
sene Mekke’de inzal olan vahiy, hep tevhid ve iman konularını içeriyordu. Biz
de hep bu konuları işleyecek ve bu hususları önemseyeceğiz.
Kur’an ilk aşamada insanlara hükümler, çokça ibadetler ve yasaklar
getirmedi. Hz. Peygamber, ilk aşamada insanların içki içmeleriyle, faizli
işlemleriyle değil, gönüllerinin ve kafalarının cahiliyenin pisliklerinden
temizlenmesiyle ilgileniyordu. Tevhidî esasları anlatıyordu.
Tevhidin hâkim olmadığı bir coğrafyada ahlâklı olmak ve ahlâkı hâkim
kılmak, delik kabı suyla doldurmaya çalışmak gibidir. Allah korkusunun
olmadığı; cennet sevgisinin bulunmadığı bir toplum, ahlâk kurallarıyla kendine
gelecek değildir.
Bugün, nâfileleri, ihmal edilen nice farzların önüne geçirmenin, ibâdetlere
tevhid ve şirke ait hususlardan daha fazla önem vermenin çok yanlış olduğunu
vurgulamalıyız. Evvelâ insanımızın gönlündeki şirk virüslerini yok etmek
gerekiyor. Bu mikropları yok sayarak sadece ibâdetleri anlatmak veya bunlarla
uğraşmak, çöp kutusuna temiz gıda atmaya benzer…
Din ‘Lâ ilâhe’ ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir ‘hayır’, bir temizlik
mekanizması, cahiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır
gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki
türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da Müslümanlığın
doğru anlaşılmasını zorlaştırır.
Bizim, bugün var olan ve giderek ivme kazanma eğilimindeki ‘Ilımlı İslâm
Anlayışı’na net ve sert tepki göstermemiz; İslâmî değişim ve dönüşüm talebi
olmayan, uzlaşmacı, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr çizginin Kur’an İslâm’ına
birinci derecede engel olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tabii bu vurgu,
boşalan yerin tevhidî bir yaklaşımla doldurulmasını gerekli kılıyor. Kolay
- 472 -
işler değil bunlar… Bunu halka net bir şekilde sunabilecek imkânlara sahip
değiliz. Halkın, Allah’ın anlattığı dini, peygamberin vurguladığı tevhidi
anlayacak altyapısının -şu an için- olmadığını zannediyoruz. Sesimiz de çok
güçlü çıkmadığından, nebevî öncelik ve nebevî usûlle anlatılan şeyler cahiliye
toplumu tarafından kabullenilmeyebilir. Çünkü yıllardır din adına farklı şeyler
öğretildi insanımıza.
Gençlerin farkı burada anlaşılıyor. Meselâ, dört gence, onları dışlamayıp
değer vererek, güzel bir üslûpla tevhidi anlatsak, bunlardan en az üçü bize kulak
verecektir. En azından zihinlerinde soru işaretleri oluşacaktır bu gençlerin.
Mümkündür, bilinçli bir şekilde kabul edecek yahut bilinçsizce reddedecekler.
Onun için kitlelere yönelmeden önce gençlere yönelmeliyiz. Ama gençlere “falan
gazeteyi okuyun”, “filan dergiye abone olun”, “falan partiye üye olun”, “filan
derneğe kaydolun” diyerek yaklaşmamalıyız. Bu gibi parçacı yaklaşımlardan
uzak durmalı; insanları Allah’a, Kur’an’a davet eden bir anlayışa sahip olmalıyız.
Gençlere ‘Şu cemaate gel’ demekten öte, ‘Kendine gel!’ demeliyiz. Eğer güzel ve
sürekli bir davetle yoğrulursa gençler, içlerinden bizden çok daha sahih imanlı,
çok daha bilgili insanlar çıkıp yetişeceğine inanıyoruz. Ve bu konuda başta
söylediğim gibi, ümitliyiz.
- 473 -
48. HUTBE
TATIL DE NE DEMEK?
Âyet :
أْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْ امََلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ � ذَرْهُمْ يَ
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü
sonucu) yakında bilecekler!” 1183
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراًۙ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراًۜ فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْۙ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
“Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, doğrusu her güçlüğün
yanında bir kolaylık var. O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul.
Ve yalnız rabbine yönel.” 1184
Tatil, bir yönüyle atalet, tembellik, iş yapmamak, yaptığı işi bırakmak
demektir; diğer yönüyle dinlenmek, istirahat etmek, bir işi geçici olarak
bırakmak, ara vermek, yapılan işi değiştirmek, tekrar işe başlamak için enerji
toplamak demektir. Birinci anlamıyla Müslüman için tatil düşünülemez; ikinci
anlamıyla ise tatilsiz Müslüman, tatilsiz insan düşünmek mümkün değildir.
Bir şey, yozlaştırılmış, aslını ve güzelliğini kaybetmiş ise, o şeyin aslının ve
doğrusunun câiz olmayıp terk edilmesi gerektiğine delil olmaz. Yaşadığımız
ülke açısından İslâm hâkim değil, mahkûm konumunda. Şu an, hayat İslâm’ın
istediği şekilde ve Müslümanca yaşanılacak şekilde kurgulanmış değil. Hangi
şey Müslümanca yapılıyor ki, bugün tatil de Müslümanca yapılmış olsun?
Böyle oluyor diye, işin aslına da karşı çıkmak gerekmez tabii. İnsan makineden
çok farklıdır. Makinenin devamlı aynı şeyi yapmaktan canı sıkılmaz, morali
etkilenmez, psikoloisi bozulmaz, motivasyonu zarar görmez. İnsan ise, sürekli
aynı şeyleri yapmaktan rahatsızlık duyar ve değişiklikler ister. Değiştirme
ve değişme anlamında tebdil ve tebeddül, insanî bir özelliktir. Tümüyle âtıl
olup hiçbir iş yapmama anlamında Müslüman için tatil ne kadar yanlış ise;
dinlenmek, zaman zaman yaptığımız işi değiştirmek anlamında tatil de o
kadar ihtiyaçtır.
İnşirâh Sûresi 7. âyet; şunları söyler: “Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul.
Boş kaldığın zaman yine yorul. Din ve dünya ile ilgili işlerinin, ibadetlerinin
1183] 15/Hicr, 3
1184] 94/İnşirâh, 5-8
- 474 -
birini bitirdiğin zaman, hemen ötekine başla! Boş kaldığın zaman (ibadet ve
dua ile) yorul.” Sıhhatini tam olarak bilmesem de Peygamberimiz’in de şöyle
dediği rivayet edilmektedir: “Men lâ ta’tîle lehû, lâ tahsîle leh…” yani; “Tatili
olmayanın (zihnini, bedenini dinlendirmeyenin) tahsili de olmaz; yok sayılır.” Hz.
Ömer’in de bu konudaki sözü, insan psikolojisinin sırlarını verecek cinstendir:
“Haftada bir gün tatil vermezseniz, tüm haftayı tatil yaptırırsınız.”
Asıl Eğlenme ve Dinlenme Mekân ı, Dünyadan Sonrad ır!
Bir okul düşünün, günde altı saat ders yapıyor olsun ve hiç teneffüs vermesin.
Hiç ara vermeden peş peşe bu dersi hangi öğrenci kaldırabilir? Ve zorla tahammül
eden öğrenci bu teneffüssüz dersten ne kadar verim alıp yararlanabilir? Ancak,
öğrenci psikolojisi ile o dersi devamlı kaynatmak isteyenler çıkabilir, ders
yerine devamlı teneffüsü tercih edenler olabilir. İtiraz ve tepkimiz, tatilin ve
dinlenmenin kendisine değil, nasıllığına yönelik olmalıdır. Dinlenme ve tatili,
amaç değil; araç olarak görür bir Müslüman. Daha verimli çalışmak için
lazım olan enerjiyi elde edecek, tazelenmeyi sağlayacak bir araç olacaktır. Asıl
eğlenme ve dinlenme mekânı dünyadan sonradır. Yani burası çalışma, orası
tatil yeridir; burası ağaç dikme, sulama ve üretme; orası ise meyve toplama
mekânı; burası çalışma, orası ödül ve istirahat yeri; burası ‘din’lenme yeri, orası
dinlenme yeridir.
Müslüman ın Tatili de Kulluk Daire sinin ve Şeriat Çerçe vesinin
İçinde Olmal ıdır
Bindiğimiz ne ise, ondan daha fazla yararlanmak için onu yormamak
gerekiyor. Bedenin aşırı yorulması, onu makul bir süre dinlendirdiğimizde
alacağımız verim kadar verim almamıza engel olan ve sonu zulme kadar
varabilecek bir eziyettir. Bizim duraklamamız, hatta biraz geri çekilmemiz, daha
sistemli ve daha yüksek atlamak için gerilmemiz için olur. Yoksa yaptıklarımızı
faydasız hale getirip yok etmek anlamında tatil olmaz. Sonra, nelerden tatil
yapabileceğimiz de önemlidir. İnsan nefes almaktan tatil yapar mı? Su içmenin,
beslenmenin tatili olur mu? Beslenme saatlerini değiştirebiliriz en fazla;
Ramazan’da gıda saatlerini değiştirmek, alışkanlıklarımızı gözden geçirmek
için olmalıdır. Ama bu, yiyip içme konusunda tümüyle tatil yapmak anlamına
gelmez elbette. İnsan imandan, ahlâktan, namazdan, infaktan ilimden,
cihattan tatil yapabilir mi? “Evet” denilecek olursa “insanlıktan tatil yapılabilir”
denilmiş olur. İnsan, alışkanlıklarını gözden geçirecek, tiryakilik dediğimiz
bağımlılıktan kurtulmaya çalışacak, onları tatile çıkaracaktır. Kendini esir
- 475 -
alan, iradesini işlemez hale getiren maç hastalığından, telefon, televizyon ve
dizi bağımlılığından… Yani kişiyi tutsak haline getiren, kendine bağımlı yapan
ne varsa onları tümüyle tatile göndermesi gerekir. Özgürlüğümüzün ilanıdır
bizi tutsak eden ne varsa onlardan kurtulmak. Allah’a kulluğu tatil etmek ise
nefsin hevâsını tanrılaştırıp onun köleliğini kabullenmek demek… İnsanlıktan,
İslamlıktan tatil olur mu hiç? Tatil, onsuz olamayacağımız şeyler konusunda
olmaz. Bu anlamda hicret tatildir, tatil de hicret. Bireyselliği tatile gönderip
cemaatin bizi koruyan kanatlarının altına sığınmak, dünyevileşmeyi dönüşü
olmayan tatile yollamak, tembellik ve atâleti tatile çıkarmak; o tatilcilerle
bağlarımızı koparmak gerekiyor. Balığın tatili, suyun içinde gerek. Suyun
dışındaki tatil, tatil değil ölümdür onun için. Müslümanın tatili de kulluk
dairesinin ve şeriat çerçevesinin içinde olmalıdır. Tatil, Allah’la bağımızı
güçlendirdiği oranda makbul; Allah’la aramızı açtığı oranda merdut kabul
edilmeli. Allah’tan uzaklaştıran tatil helâkımız; Allah’a doğru, Allah için tatil
ise baş tacımız. Aklını tatile gönderemiyorsa insan, imanını, vicdanını da,
ibâdetini, itaatini de tatile gönderemez. Hayatımızın devamını sağlayan hayatî
ihtiyaçlarımızı tatile çıkaramıyorsak, bizi yoktan var eden yaratıcımıza, bize
hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman, Allah ve elçisinin mesajına
uymak1185 ve bu kulluğu ölüm gelinceye kadar sürdürmek1186 zorundayız.
Haramları süresiz tatile gönderemeyen, kulluk bilincini tatile göndermiş olur.
Allah’ın güneşi hiç tatil yapmıyor, iç organlarımız, herhangi bir gün tatile
çıkmıyor. Kalbimiz, “ben bugün tatildeyim, kan pompalamayacağım, tatil
yapacağım” dese ne olurdu? “Ben bugün namazı tatile gönderdim” demek için
ben bugün Allah’ın bütün nimetlerinin bana karşı tatil yapmasına hazırım
demeye kalkmaktır ki, bu intihar demektir. İlki de mânevî intihar.
Müslüman ın Tatili de Eğlence si de Ancak Müslümanca Olabilir !
Öncelikle soruyu tashih edeyim; “Müslüman, İslam’ın izin verdiği şekilde
kendini âtıl bırakmalı mı” diye soruyorsunuz. İslâm, bir Müslümanın kendini
âtıl bırakmasına, atâlet ve tembellik içinde ot gibi hayat sürmesine izin vermez.
İslâm dinlenmenin en doğru ve en fıtrî yolunun iş değişikliği olduğunu söyler.1187
Ve kolaylığın zorlukla beraber olduğunu ısrarla belirtir.1188 Müslümanın tatili
de, eğlencesi de olur, fakat bu ancak Müslümanca olabilir. Nefsimizin de bizim
üzerimizde hakkı vardır. O hakkı fıtrî özellikler çerçevesinde yerine getirmek
1185] 8/Enfâl, 24
1186] 15/Hıcr, 99
1187] 94/İnşirâh, 7
1188] 94/İnşirâh, 5-6
- 476 -
gerekir. Mesele tatil yapıp yapmamak meselesi değil, tatili nasıl yapacağımız
meselesidir.
İslâm ’da “Boş Vakit ” Kavram ına Yer Yoktur !
Müslümanlar açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”,
sığınak değil; ancak şeytanî bir tuzaktır. “Boş zaman” kavramı, “tatil” kavramı
gibi, modern çağın zihnimize ve oradan da tüm organlarımıza bulaştırdığı
bir virüstür. İslâm’da “boş vakit” kavramına yer yoktur. Çünkü dinimiz,
her anımızdan hesaba çekileceğimiz bilinciyle zamanımızı hep dolu dolu
geçirmemizi ister.
Tebd îl-i Mekânda (Yaşan ılan Yeri Deği ştirmede ) Ferahl ık Vard ır!
İnsan, hayrın ve güzelliğin zirvesine doğru yol alabilmek için devamlı
değişmek/gelişmek zorundadır. Değişiklik, insanı esir eden bağlardan kurtulma
çabasıdır. Yozlaşmamak, donuklaşmamak için; mü’minin bir ayağı sırât-ı
müstakîmin sâbit/değişmeyen çizgisinde, diğer ayağı ise tekâmül/olgunlaşma
arayışında bir pergel olmalıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen
yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine
dışarıdan bakabilmeli, bazen farklı bir kimse gibi kendini gözlemleyebilmeli
ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. İnsanın iç
dünyası anlamında psikolojisi, uzun süre aynı yerde zapt edilemez, aynı şeyle
devamlı meşgul olamaz; kuş gibi özgürdür, sık sık kanatlanır daldan dala
konar. Bazen bedenin de ruhu takip etmesi kaçınılmaz olur.
Günlük hayatında kendisine fazla vakit ayıramayan kişinin kendisini
kontrol etmesine, “bu gidiş nereye?” diye kendini sorgulamasına, işine, evine
uzaktan ve dışarıdan bakmasına, tefekkür edip geleceğini daha düzenli hale
getirerek planlı, programlı, sistemli yaşamaya insanı götürmelidir tatil.
Tatilleri tanıdıklarından kopuk yerlerde geçirmektense, kendi köyünde, varsa
ana ve babasının yanında geçirmeli; tabiatla iç içe olabilmelidir. Tatili, sıla-i
rahmi yerine getirmenin, akraba ve hemşehrilerine davet ve tebliğ ile tevhidî
dâvâyı ulaştırabilmenin yolu olarak görebilmelidir. Hayatındaki monotonluğu
kırarak, yapmadığı veya yapamadığı olumlu şeyleri hayatına geçirmeye
çalışmalıdır. Meselâ, eşiyle, çocuklarıyla yeterince ilgilenme, sarsılan bazı
ilişkilerin sağlamlaşması tatil ortamlarında daha mümkün olacaktır.
Fazla Vakit Kalmad ı
- 477 -
Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası/ahiret için çalışandır. Aciz/sefih
kişi de, nefsini, hevâsına tâbi kılan ve Allah`tan dileklerde bulunup duran (bunu
yeterli sayan) dır.” 1189 İnsanın uzunca zahmetlere katlanıp ileride lazım olacak
birikimler yapması ne kadar olumlu değerlendirilirse, bunları zaruri olmayan
yerlere ve özellikle israf kabul edilecek şekilde birkaç gün içinde harcaması da
o derece olumsuz bir durumdur, önceki olumluluğu da boşa çıkarır. Bir çuval
pirinci ayıkladıktan sonra çamura döküveren kimse gibi yapmış oluruz.
Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş
olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı; gafletle geçirilen, dolayısıyla
kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat
etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok,
dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek,
hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk
sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne
ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve
yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarını
yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak
en akıllı yol olsa gerek. Hayat, bir yönüyle oyun ve eğlenceden ibaret. Hayat
oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir
vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir
yokmuş.
İn san , İhtiyaç Labirentlerinde Yolunu Şa şırmaktad ır
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve
ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan
helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde,
tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentlerinde
yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter,
alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle
derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.”
Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle
birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan
koparılamaz. Batılıların birkaç basit unsurunu aldığını düşünenler tatilsiz,
tatilde de israfsız yapamıyor artık.
1189] Tirmizi, Kıyame,25; İbn Mace, Zühd, 31
- 478 -
İn san ımız “Doymak Bilmeyen Gözleriyle ” Düşünüyor !
İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik
edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü
zannediyor. Tatil adı altında sergilenen cepten para çaldırma yarışına
katılmanın aklı tatile çıkarmakla eşdeğer olduğunu unutuyor. Çarşılar,
pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap
ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle
düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?”; “O böyle tatil
yapıyor, benim ondan ne eksiğim var?” Ve daha çok harcamak için daha çok
çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak
kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara
yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını
kandıracak yollar bulmaya çalışıyor. Kumarın bin bir çeşidi, sahtekârlığın hiç
akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım
edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne
demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz?
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini
ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en
çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu
gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama
ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki
doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu,
yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki
ve uyuşturucuya, futbol-müzik-TV seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu
temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise,
bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan
kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek Müslüman için söz konuşu olmaz,
olmamalıdır.
İslâm î Kavramlar İsti smar Edilerek “İslâm î Tatil Köyü ” Gibi
İfadelerle Müslüman Aileler Bu Yerlere Çekilmeye Çal ışılıyor
“Tekbir” giyimle başlayan İslâmî(!) moda, “Âlâ” Dergisi’yle kamuoyuna
sunuldu. Başlara taç olmaktan çıkıp ayağa düşmüş şekliyle başörtüsü, artık bir
aksesuara, modaya dönüştü; genç kızlarımız artık mini eteklerinin altına yeşil
çorap giyerek “İslâm modası”nı takip ediyor. Amerikalı artistlerle Ramazan
sofralarında reklamları yapılan Cola Turka “helal gıda” sembolü oldu… Ne
demişler? “Demokrasilerde çare tükenmez” demişler. Nasıl olsa, muvahhid
- 479 -
mü’minler uyuyor ya da birbirleriyle uğraşıp kavga ediyor veya artık mevcudu
kalmayan su kuyusuna düşme ihtimali olan farenin suyu ne oranda pisleme
olasılıklarının denklemini çözmek gibi çok hayatî şeylerle meşguller. Onların
kutsal(!) meşguliyetleri devam ede dursun, jet hızıyla birileri Müslümanların
eksiklerini kapatma cihadındalar. Tabii canım, Müslümanlar her şeyin en
iyisine lâyıktırlar; Eğlencenin de tatilin de. Özel ultra tatil, onların da hakkıdır;
“çalışmak da ibadettir” diyerek çalışıp para biriktirdiler, tatil için verilen para
nasıl olsa “infak” yerine geçecektir; çünkü bu tatil, tabii canım helâl cinsinden.
Bakın işte delil ve ispatı: Plajlarda haremlik-selamlık uygulanacak; özel aile
plajlarına girmenin Suriye’deki savaş benzeri kaç cihaddan daha faziletli
olduğuna dair rivayetleri tatil köyünün imamı belirleyecektir. Beşşar zulmü
altında inleyen, karnını zor doyuran Suriye’deki Müslümanlar sorarlarsa
söylersiniz, Türkiye’li Müslümanlar meşguller; onlar mübarek tatil cihadı
içindeler. Filistinliler Yahudilere taş atmaya, Suriyeliler bulabilirse zâlimlere
mermi atmaya baksınlar; buradakiler de yaz boyunca uzak tatil bölgelerine
hicret edip kulaç atıyorlar. Filistin’de, Suriye’de açlıktan kemikleri mi
sayılıyor Müslümanların? Buradakileri de normal teraziler tartmıyor, araba
kantarlarında tartılıyorlar. Fazla kiloları vermek için en az beş yıldızlık tatil,
israf mı sayılır, hadi canım sen de…
Hayat Şekli Deği şti , Evler Deği şti , Kıyafetler Deği şti , Her
Şeyden Önemli si İnanç Deği şti
Arz-talep meselesi… Hayat şekli değişti, evler değişti, kıyafetler değişti. Her
şeyden önemlisi inanç değişti. “Müslümanım” diyenler artık farklı. Ashâb-ı
Kehf’i izleyen ashâb-ı keyif müslümancıklar varsa, bunlara hizmet de olacak.
Bunların tatil ihtiyacı da karşılanacak. Ne zamandır Müslümanca haremlikselamlık
plajları olan lüks otellerde tatil yapamamanın sıkıntısını çeken bu
insanlar mevcut iktidar sayesinde bu imkânlara da kavuştu. Bugün çarşıda,
pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak”
diye tanımlanabilecek şekilde başörtülü yozlaşmanın görüntüleri olayın geri
planını veriyor aslında. Pardesü, çarşaf cinsinden bir şey olmaksızın sadece
başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz cinsinden bir şey giyerek
çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı
erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) boy gösterme…
Yasak savma kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok
dar ceket gibi bir dış giysi. Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık,
gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme
ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acaiplikler… Yani, başörtülü sekreter
- 480 -
veya tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı
veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan
genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü
mankenlere benzeme gayreti… Üstü kapalı altı havalı; uygunsuz etek üstü
türban; üstte başörtüsü altta dar kot pantolon; üstü Mekke, altı Paris; bacakları
açık ama başı kapalı tipler… Bunların babaları var, akrabaları var, bazılarının
kocaları da. Sayıları da giderek artıyor. Peki, bunların tatil ihtiyacını kim
giderecek? Bunların plaj ihtiyaçları görmezden mi gelinecek? Birileri çıkıyor,
bu hizmetleri insanımıza sunuyor. Talep varsa arz da olacaktır.
Dini istismar edip kapitalizmi dinleştirme, meşrulaştırma demek olan ve
bir adı da hedonizm olan hazcılığı İslâmî kavramlarla uzlaştırma çabaları,
önce “Cihad Köfte Salonu, Takvâ Kereste, İhlâs Banka, Uhuvvet Fırın, Vahdet
Nalbur, Nur Berber” tabelaları ile başladı. İhlâstan tümüyle uzak zihniyetlerin
“İhlâs” Finansları “İflâs” Finansa dönüşmekte gecikmedi. “Onların iflâsı da tatil
köyleri ile başlamıştı” diye Fadıllara birileri hatırlatmalı diyeceğim, ama her
ikisinin de bu düzende kolay kolay sırtı yere gelmez. Düzen bunların düzeni.
Allah’ın dinine yardım etmeyince, Allah’ın yardımından ve O’nun ayakları
sağlam tutup kaydırmaması müjdesinden de mahrum oluyor insanlık.
“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize
cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!” 1190
Yak ında , Çok Yak ında !
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini
ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en
çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu
gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama
ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki
doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu,
yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, lüks
otellerde kahkaha atmaya, içki ve uyuşturucuya, futbol, TV, seyretmek, müzik
dinlemek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak
kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel,
daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma,
gerçek Müslüman için söz konusu değildir.
1190] 2/Bakara, 250
- 481 -
Allah’ı, âhireti akıllarına getirmeden lüks tatil köylerinde ve eğlence
yerlerinde keyif sürenler mi? “Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları
oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!”1191 Yakında, çok yakında!
İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı
ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya hevâmız veya
Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan ya bâki olan. Tercih bize
kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!
Müslümanlar Nasıl Dinlenmeli , Tatillerini Nasıl Kullanmal ı?
Biz ve çocuklarımız tatili nasıl değerlendirmeliyiz? Mesela tatilde,
müfredatı önceden tespit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap
okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde inanç ve ahlâk eğitimleri öncelikli
olmalıdır. Tatilde eğer aile bu eğitimi veremiyorsa, çocuklarına İslâm`ı, tevhidi,
cahiliye kurumlarındaki şirk ve küfrü güncel boyutlarıyla anlatacak hayırlı
insanlara müracaat etmelidirler. Yaz sıcağında sahillerde tatil değil; koruyucu
ve kuşatıcı şemsiyeler şeklindeki cami kubbelerinin altındaki tatlı serinliklerde
tatil yapılmalıdır.
Ana -Babalar , Yaz Tatillerini Çocuklar ının İslâm î Eğitimi İçin
Fırsat Bilmelidir !
Yaz geldi, cehennemi hatırlatan sıcaklarla birlikte çocuklar için tatil başladı.
Ana-babalar, yaz tatillerini fırsat bilerek, daha önce ihmal ettikleri çocuklarının
İslâmî eğitimini yoğunlaştırılmış ama sevdirme eksenli programlarla yerine
getirmek için tüm gayretlerini sarf edebilmelidir. Evlerde, müfredâtı önceden
tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri
düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle
inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri verilebilir.
Kendilerinden direkt sorumlu olduğu çocuklarına Kur’an ve zarûrî bilgiler
ve şuur vermede zorlanan, bu konularda yetersizliğini fark eden ana-babalar,
suçlarını kabullenip Allah’tan af dilemeliler. Sonra, kendilerine vekil olacak
güzel kurum ve hayırlı insanları bulmalılar. Böyle kurum ve şahıslara emanet
ederek işlerinin bitmeyeceğini de bilmeliler. Çocuklarını başlarından savma
için baştan savma elif-be kültürüyle yetinmemelidirler. Bunaltıcı yaz sıcağının
en güzel alternatifi sahillerde tatil değil; koruyucu ve kuşatıcı şemsiyeler
şeklindeki câmi kubbelerinin altındaki tatlı serinliktir. Zorlukların yerini
1191] 15/Hicr, 3
- 482 -
kolaylığın alması, yorgunluğun giderilmesi için en güzel yol, bir başka güzel işe
geçip o faâliyetle dinlenmek ve Rabbe rağbet etmektir.1192 Müslüman açısından
“boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; şeytânî bir
tuzaktır. Şuurlu bir mü’min, “din”lenmeden dinlenemeyeceğini bilir. Bu bilinci
en önemli İlâhî emanet olan çocuklarına da taşır.
Çocuklara, her şeyden önce Allah`ı ve Rasûlünü (dolayısıyla Kur’an’ı, namazı,
tesettürü, güzel ahlâkı) sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek
tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşetmeye çalışmalıyız. Elif-bâyı
öğretmekle işin bitmeyip onunla başladığını unutmamak gerekir. Kur`an`ı
okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli ön bilgiler,
Kitapsızlıktan kurtulup hayatta Kur’an’la canlanıp O’nunla yaşayabilmesi için
gerekli tüm çabalar için yaz ayları fırsat bilinmelidir.
Haydi çocuklar! Kur’an öğrenmeye… Haydi ana-babalar! Başlara taç
hazırlamaya… Haydi hocalar! İnsanların en hayırlısı olma yarışına... Hayye
ale’l-Kur’an!
1192] bkz. 94/İnşirâh, 7-8
- 483 -
49. HUTBE
HEPIMIZ DÜNYA ADLI İMTIHAN SALONUNDAYIZ ;
KARNELERIMIZ YAKINDA!
Âyet :
كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
“Sizi, bir imtihan olarak, şer ve hayırla deneyeceğiz. Hepiniz de nihayet bize
döndürüleceksiniz.” 1193
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْ امَْوَالِ وَالْ انَْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ
“Biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden
eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” 1194
Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır; dünya, bugün var yarın yok, imtihan
dünyasıdır. Dünyaya başka şey için değil; kulluk dersinden imtihan olmaya
geldik. İnsan Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Allah’a mı, başkalarına mı
kulluk yaptığı dünyadaki sınavlarla ortaya çıkacaktır. Kur’an açısından hayat,
bir imtihan, daha doğrusu bir imtihanlar silsilesidir. Rabbimiz bütün insanları
onlara verdiği hoşlarına giden nimet, kabiliyet ve imkânlarla ve hoşlanmadıkları
korkuyla, açlıkla ve nimetlerden noksanlaştırmayla denemektedir. Ölümle
birlikte, imtihan sona erecek, hesap günü herkes ya sağından ya solundan
karnesini alacak. Daha önce bu imtihan salonuna zengin-fakir, işçi-işveren,
erkek-kadın, güçlü-zayıf niceleri gelmiş, bir süre oturmuş, kalkmış gitmişler.
Şimdi sıra bu asrın insanlarında, bizlerde.
Dünyada imtihanlar çok çeşitli. Kimi servetinden imtihan oluyor, kimi
servet düşmanlığından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından... Kimi borçlu
kalmaktan, kimi alacaklı olmaktan... Herkes imtihan olduğu içindir ki, gerçek
manada, kimse rahat değil. “Dünyada rahat yoktur”1195 yani imtihanda rahat
olmaz; çalışma ve gayret vardır, endişe ve ümit vardır, üzüntü ve sabır vardır,
kazanmak için çaba göstermek vardır. İmtihan salonunda gülüp oynayan,
kalem ve kâğıdının çok kaliteli olması için uğraşan, güzel elbiseli olanlara
özenip sınava odaklanmayan kimse, imtihanı kazanmak istemiyordur.
1193] 21/Enbiyâ, 35
1194] 2/Bakara, 155
1195] Ahmed bin Hanbel, Zühd, s. 128
- 484 -
Herhangi bir okul veya Üniversite imtihanına verilen önem, kulluk
imtihanına verilseydi, cennet garanti olurdu. Âhiret imtihanı zor olduğu için
mi insanlar başarısız oluyor? Hangi imtihan daha kolay, gelin bir karşılaştırma
yapalım:
Üniversite sınavında sorular önceden kimseye verilmez. İlâhî imtihanda
sorular da, doğru cevaplar da, önceden Kur’an ve Sünnetle bildirilmiştir.
Üniversite sınavında yardımlaşma yasaktır. Allah’ın sınavında yardımlaşma
tavsiye edilir. Bu imtihanda kendisi kadar başkalarının kazanması için de
gayret gösterenlerin ödülleri daha büyük olur. Öğrettiği kadar da kendi notuna
ilâve edilir. Yaptığı bu işe cihad ünvanı verilir. Bu ticarette verenin malı artar,
cimrilik edenin değil.
Üniversite sınavında kopya çekmek büyük suçtur. Esas sınavda ise, sevaptır.
Üniversite sınavında üç yanlış bir doğruyu götürüyor. Âhiret için olan sınavda
bir doğru bir yanlışı götürüp yok ediyor.
Üniversite sınavlarında her doğruya bir puan verilir. Allah, yaptığı sınavlarda
yanlışa eksi bir puan verdiği halde, doğru cevaba en az 10 puan vermektedir.
Her iki sınavda zamanla yarış sözkonusu olsa da Üniversite sınavı 3-5 saate
sığdırılıyor, bütün hayat boyu birikimler birkaç saat içinde test oluyor. Bir sene
başka sınav hakkı yok. Diğer imtihanda hata yapıldı, başarısız olundu ise, her an
eski sınavları yok saydırıp yeniden sınav hakkı var, hem de sonsuz denilebilecek
sayıda. İstenilen zaman kurtarma sınavı hakkı var. Tevbe gibi eski sınavları
silip yok saydıran bir silgi var.
Birinde çok soru çözmek şart. Diğerinde az soru da çözebilir insan, yeter ki
doğru cevap versin.
Üniversite sınavında sorular doğru sorulmamış olabilir. Seviyeye uygun
olmayabilir, zor sorular çıkabilir. Sorular anlaşılmayabilir. İlâhî imtihan ise,
herkesin seviyesine göredir, kolaydır, Allah kimseye çözemeyeceği soru sormaz,
başaramayacağı güçlükte imtihan etmez, zorluk dilemez.
Üniversite sınavları hiç de âdil değildir, bilgileri doğru ölçtüğü söylenemez.
İlâhî imtihanda ise bir kula kıl kadar zulmedilmez.
Üniversite sınavında başarı şansı, başkalarını yenmeye bağlıdır. O yüzden
başkalarının başarılı olması hoş görülmez. İlâhî sınavda ise başkalarının aldığı
notun diğerlerine hiç zararı dokunmaz, sınavda üstün başarılı olanlar cennetin
kontenjanını doldurmaz. Onlar rakip değil, refik kabul edilir.
- 485 -
Veee üniversite sınavını kazanınca ne tür bir iş, ne kadar maaş, ne miktar
rahat ve huzur var? Ya âhiret sınavını kazananlara? “Hiçbir gözün görmediği,
hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın hayaline getiremediği güzellikler,
nimetler.” 1196
İlk bakışta bu imtihanı herkesin kazanacağı akla geliyor. Ama gel gör
ki, insanların çoğu, yine de yanlış yola sapıyor. Zoru başararak esas sınavı
kaybetmeye çalışıyor. Öyle ise, kendi karnesini daha güzelleştirmek ve ümmetin
sınavlarına yardımcı olmak için bu karnenin sahibine çok iş düşüyor.
Bu dünyada yerine getirdiğimiz âhirete yönelik imtihanda aslında zor
olan, yanlış yazmak. Bu ise, bize büyük bir ilâhî lütuf. Aksi olsaydı, bizim
için gerçekten çetin bir imtihan olurdu. Doğru söylemenin nefes almak kadar
doğal ve kolay olduğunu hepimiz biliriz. Bir insan, gün boyunca doğru söylese
yorulmaz, ama her cümlesi yalan olmak şartıyla yarım saat konuşmaya mecbur
tutulsa perişan olur. Su içen, yüzünü buruşturmaz, ekşitmez; içki içenin ise
yüzüne bakılmaz. Helâl kazanç ruhu rahat ettirir; haram ise vicdana azap
çektirir...
Hayatımız boyunca güzel bir şeyi elde etmek için hep bir çaba ve emek
sarf etmişizdir. Eğitim hayatımızı düşünelim. O dönemden aklımızda en çok
yer eden şeyler, büyük ihtimalle, sık sık karşılaştığımız sınavlardır. Bunların
içinde en önemlisi, kuşkusuz üniversite sınavlarıdır. Çoğu genç, üniversite
sınavını hayatının dönüm noktası olarak tanımlar. Çünkü geleceklerini nasıl
şekillendireceklerini bu birkaç saatlik imtihanın sonucunda belirleyeceklerini
düşünürler. Bu nedenle yıllarca çalışır, uykusuz kalır, pek çok sosyal faaliyetten,
tatil ve eğlenceden uzak durup, kendilerini sadece derslerine verirler. Tek
amaçları üniversiteye girebilmektir. Bu amaca ulaşabilmek için büyük bir sabır
ve kararlılık gösterirler.
Günümüz Türkiye’sinde üniversite diplomasının ne kadar faydalı olup
olmadığı bile düşünülmez. Çok yararlı olduğunu düşünsek bile, elde edilmek
istenen yararların tümü geçicidir. Ama, bir de asla kaybolmayacak olan, asla
tükenmeyecek güzelliklerin, sonsuz yararların bulunduğu ve insanın devamlı
yaşayacağı gerçek bir hayat var. Bu, iman eden insanların dünya hayatında
ulaşmak istedikleri her durumdan önemli gördükleri âhiret hayatıdır. Çok az
bir faydası olan ve yararının da geçici olduğu üniversite sınavına gösterilen
değer, nice müslüman tarafından âhiret sınavı için gösterilmiyorsa, bu
sınavın kaybedilme ihtimalinin büyüklüğünü de gösterir. Üniversite sınavına
1196] Buhari, Tefsiru sureti’s-Secdeh, 32/1
- 486 -
hazırlandığı gibi esas imtihana hazırlanan bir mü’min, büyük ihtimalle cenneti
garanti edecektir.
İnsanın sonsuz âhiret yurduna ulaşmak için denendiği yer “dünya hayatı”dır.
İnsan, yeryüzünde bulunduğu sürece âhirete yönelik bir sınav yaşamakta ve
bu konuda gösterdiği çabayla denenmektedir. Hayat, gerçekte Allah’ın bizleri
sınamak ve eğitmek için yarattığı geçici bir süredir. İnsan bu süre boyunca
düşünmek, böylece Rabbini tanımak, O’nun hükümlerine uymak ve O’nun
rızâsını aramakla sorumludur. Bunun yanında bu imtihan hayatı boyunca
başına gelen herşeye en güzeliyle karşılık vermek, sabretmek ve güzel ahlâk
göstermekle yükümlüdür. Başına gelen her şeyin, Rabbinden gelen bir deneme
olduğunu bilmek, bunlardan zevk almak, karşılaştığı her olayı neşe ve şevkle
karşılamak ise, dünyadaki imtihanın mü’minlere has olan bir sırrıdır. Bu sırrı
kavrayan ve tüm yaşamını denendiğinin bilincinde geçiren insanlar, asla son
bulmayacak ve tükenmeyecek olan bir kazanç sağlayacaklardır.
Dinden uzak insanların en büyük yanılgıları, bu dünyadaki hayatın geçici
olduğunu unutmaları ve aslında bir imtihandan geçirilmekte olduklarının
bilincinde olmamalarıdır. Dünyada böyle bir gaflet içinde yaşayan insanları
etkileyebilecek, akıllarını çelebilecek pek çok güzellik ve süs vardır. Âhiretin
unutulduğu toplumlarda insanlar, doğdukları andan itibaren kendilerine süslü
görünen bu değerleri elde etme hırsına kapılırlar. Allah, insanları dünyaya hırsla
bağlayan bu süsleri şöyle belirtir: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış
altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu
şehvet, insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Asıl
varılacak güzel yer Allah katında olandır. De ki: ‘Size bundan daha hayırlısını
bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde ebedî
kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızâsı
vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” 1197
Allah bütün insanları dener; en büyük rasüllerden avam tabakasındaki
her insana kadar herkes denenir. Bu denemeler aslında, gördüğü derslerden
imtihana tâbi tutulan öğrencinin durumu gibidir. İmtihanı başarırsa bir üst
sınıfa geçer, başaramazsa kalır. Allah’ın Kur’an okuluna girememiş, “mekteb-i
İslâm”a kayıt olamamış insanlar, bu okulu görsünler diye çok çeşitli şekillerde
denenirler; kıtlıkla denenirler, bollukla denenirler, zaferle denenirler, yenilgiyle
denenirler. Ama durumlarını değiştirmeyip küfür ve nifaklarında ısrar
ederlerse “üzerlerine göklerin kapısı açılır”, iyice azıp tuğyanda bulunurlar ve
1197] 3/Âl-i İmran, 14
- 487 -
sonunda ya bütün azabı âhirette görmek üzere cehenneme yuvarlanırlar, ya da
dünyada iken cezalarını görürler. Bu ceza, yerden ve gökten gelebileceği gibi,
başka insanların eliyle de olabilir; kendi aralarında fitneler şeklinde de olabilir.
Öte yandan, mü’minler de bir üst sınıfa geçmek, imanlarının sağlamlığının
açığa çıkması, imanlarının derecelerinin belirlenmesi için denenirler. Onlar da
ya kaybedip -Allah korusun- nifaka, fıska veya küfre dönerler, ya da imanları
daha bir güçlenir ve derece alırlar.
“Belâ gelmez kula Hak yazmayınca / Hak, belâ vermez, kul azmayınca.”
Sına v Esna sında Gülüp Eğlenmek …
İmtihan: Kazanmakla kaybetmeyi aynı anda hatırlatan esrarlı bir kelime...
İçinde hem ümidi saklıyor, hem korkuyu. Niye unutuyor insan, dünyaya imtihan
olmak için geldiğini? Dünya, sürekli ve her şeyle imtihana tâbi tutulduğumuz bir
sınav salonu değil mi?
Bülûğa erinceye kadar, imtihan öncesi: Kâğıt-kalem hazırlama safhası.
Bülûğa ermekle, insan imtihan kâğıdını, amel defterini doldurmaya başlar ve
ölünceye kadar aralıksız kalem oynatır. Bu imtihanın herkes için günün birinde
sona ereceği mâlûm; ama kimin elinden kâğıdının ne zaman alınacağı belli
değil. Sınav salonunda çok kalmakla değil, salonda kaldığı müddetçe doğru
cevaplar önemli. Salonda yüz sene kalıp imtihanı kazanamayan da, 20 sene
kalıp başarılı olan da var. İmtihan salonunda en önde oturmak, elbiselerin en
güzelini giyinmek, kalemlerin en kıymetlisini kullanmak neticeye zerre kadar
tesir etmez.
İmtihanda önemli olan çok yazmak değil, doğru yazmaktır. On kâğıt
doldurup, “bir” alamayanlar da var, bir kâğıtla “yüz” alanlar da. Öyle ise, uzun
ömür, güzel şeylerden daha fazla yazmak için istenmeli. Bunların hepsi câiz,
ama hiçbiri vâcip değil. Vâcip olan, şart olan: Sorulara doğru cevap vermek.

8. BÖLÜM
BAZI PROBLEMLER
VE ÇÖZÜM YOLLARI
- 490 -
50. HUTBE
ALLAH TEÂLÂ VE RASÛLÜNE KARŞI SAVAŞANLAR:
FÂIZCI DÜZEN VE FÂIZCILER!
أكْلُوُنَ الرِّبوٰا لَ ا يَقُومُونَ الَِّ ا كَمَا يَقُومُ الذَّ۪ي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ المَْسّۜ ذٰلكَِ باِنَهَُّمْ � الَذَّ۪ينَ يَ
قَالوُٓا انِمََّا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبٰواۢ وَاحََلَّ اللهُّٰ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ فَمَنْ جَٓاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه۪ فَانْتَهٰى فَلَهُ
مَا سَلَفَۜ وَاَمْرُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ وَمَنْ عَادَ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar.
Bunun sebebi onların, “Alım satım da ancak faiz gibidir” demeleridir. Hâlbuki
Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir
öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişte yaptığı kendisine aittir, işi de Allah’a
kalmıştır. Kim de yine faizciliğe dönerse işte bunlar orada devamlı kalmak üzere
cehennemliklerdir.” 1198
يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِۜ وَاللّٰهُ لَ ا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ اَث۪يمٍ
“Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı
sevmez. Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı
sevmez.” 1199
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبٰٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve gerçekten iman etmiş iseniz faizden
kalanı bırakın.” 1200
أذَْنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولهِ۪ۚ وَانِْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُ۫سُ اَمْوَالكُِمْۚ لَ ا تَظْلِمُونَ وَلَ ا � فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَ
تظُلْمَُونَ
“Bunu yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size bir savaş açıldığını
bilin. Eğer tövbe ederseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere
anaparanız sizindir.” 1201
Hanefî fakîhlerinden Serahsi; “fâiz’in kesin olarak haram kılındığını
beyandan” sonra, fâizcilik yapanlara beş çeşit cezanın verileceğini
zikretmektedir.
1198] 2/Bakara, 275
1199] 2/Bakara, 276
1200] 2/Bakara, 278
1201] 2/Bakara, 279
- 491 -
Birincisi: Şeytan çarpmışa dönmek. Allah Teâla:
“Faiz yiyenler, kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka halde
(kabirlerinden) kalkamazlar”1202 buyurmuştur.
Fâiz yiyenin karnı kıyâmet günü öyle şişer ki, ayakları onu taşıyamaz.
Kalkmak istedikçe, ayakta duramaz düşer. Şeytan çarpmış insanlar gibi olur,
bir türlü ayağa kalkamaz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Yediği fâizler miktarınca karnına ateş doldurulur.”
İkincisi: Bereketin kaldırılmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah, fâizin
bereketini tamamen giderir”1203 buyurulmuştur. Yani bu yolla kazanılan mal ve
paranın bereketini Allah yok eder, demektir. Bu bereketin kaldırılması, elde
edilen o fazlalıktan istifade edilememesi şeklinde de tevil edilmiştir. Öyle ki; ne
fâizci kendisi, ne de evlâdı, bu faiz kazancından istifade eder.
Üçüncüsü: Allah’a karşı savaş açmış olmaktır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur:
“Eğer faizden vazgeçmezseniz, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı savaş açmış olduğunuzu
bilin.”1204 Burada fâizcilik yapanlar, Allah Teâlâ’ya karşı savaşanlar zümresinden
sayılmıştır.
Dördüncüsü: İnkâr etme hastalığıdır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler, gerçekten mü’min iseniz Allah Teâlâ’dan korkun, fâizden
(henüz almamış olup da) kalanını bırakın”1205 Bu husustaki diğer âyet-i kerimede:
“Allah (haramı helâl tanımakta) ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimseleri
sevmez”1206 buyurulmuştur. Yani, fâizi helâl görerek sürekli inkârcılık yapanları
ve fâiz yiyerek günaha dalmış olanları Allah sevmez.
Beşincisi: Cehennem’de ebedi kalmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle
buyurulmuştur:
“(Her) Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir ki, orada (bir daha
çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” 1207
Bu, ribânın (fâizin) haramlığını kabul etmemenin cezasıdır. Mü’minler;
Serahsi’nin kat’î nasslara dayanarak izah ettiği bu “beş ceza” üzerinde iyi
tefekkür etmelidirler.
1202] 2/Bakara, 275
1203] 2/Bakara, 276
1204] 2/Bakara, 279
1205] 2/Bakara, 278
1206] 2/Bakara, 276
1207] 2/Bakara, 275
- 492 -
Molla Hüsrev: “Fâiz yiyen kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Zira, fâiz yiyen
kimse fâsıktır” der. Mebsut’ta; “faiz yemekle şöhret bulmuş (tanınmış) olmak”
şart kılınmıştır. Çünkü ticaretle uğraşanlar, akdi ifsad eden sebeplerden (akd-i
fesid’den) çok az kurtulurlar. Bunların hepsi fâizdir. Öyle ise şâhidliğin kabul
edilmemesi için; fâiz yemekle şöhrete ulaşmış (tanınmış) olmalıdır” hükmünü
beyan etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de fâiz günahı için kullanılan sert ifâdeler, şirk dışında
başka hiçbir günah için kullanılmaz. Bunun sebebi, fâiz suçunun büyüklüğü
ve şümûlü ile ilgilidir. Allah Teâlâ, zerre kadar zulmetmez. Küçük bir suça
büyük cezâ vermez. Cezâ, suçun büyüklüğüyle orantılır. Fâiz konusundaki sert
ifâdeler, fâizin tüm topluma zararları dokunacak, adâlet ve dengeyi bozacak
büyüklükte ve doğurgan bir suç olmasından dolayıdır. Kur’an ve Sünnet’te en
şiddetli dille yasaklanan fâizin mü’minler için kaçınılması gereken çok önemli
bir problem olduğu gâyet açıktır. Dünyada sınıf farklılıkların ve düşmanlıkların
ortaya çıkmasına zemin olması, fakir-zengin arasında uçurumlar oluşturması,
sömürü ve zulmün yayılmasına sebep olan bir suçun, âhirette cezâsız kalması
beklenemez. Fâizin ne büyük bir belâ olduğunu kısaca ifâde etmeye çalışalım:
a- İlk büyük tahribi, rûhî ve ahlâkî değerler üzerinde olan fâiz, korkunç bir
haramdır. Çünkü fâiz, insanda bencillik, cimrilik, katı kalplilik, duygusuzluk,
zaafları ve zor durumları sömürme, ihtiras, maddeye tapma gibi en iğrenç
duygu ve düşünceleri geliştiren, sevgi, şefkat ve yardımlaşmaya ilgisiz kalan
büyük bir sömürü aracıdır.
b- Fâiz, sosyal zararları da son derece büyük olan bir İlâhî yasaktır. Bireyleri
bencil ve nefisperest kılarak bütün fertler arası ilişkileri menfaatlere dayandıran
ve böylece ahlâkî çözülmelere neden olan fâiz, toplumun sâbit gelirlilerini ezen
korkunç bir sömürü çarkıdır. Zira, fâize dayanan ekonomik düzenlerde mal
varlığı daima fakirlerden fâizcilere ve fâizli kredi kullananlara akar. Bu sebeple
rant peşindeki azınlığı giderek zenginleşen, sâbit gelirli çoğunluğu sürekli
fakirleşen bir toplum yapısının oluşumu kaçınılmazdır.
Fâizli ekonomik düzenlerde zarara uğrayan, ihtirasla sömürülen grup, her
zaman sâbit gelirli tüketici çoğunluk olan halktır. Fâizli krediler kullanan
menfaatperest yatırımcı ve tüccarlar da ödedikleri fâizleri hep ürettikleri
ve mübâdele ettikleri malların mâliyetine ilâve ederler. Malın üretiminden
perakendeci esnafa kadar bütün evrelerde fâizli kredi, malın fiyatını büyük
oranlarda artırır. Böylece tüketici büyük halk kesimi ezilir de ezilir. Fiyatları
aşırı şekilde artıran fâiz, alım gücünü zayıflatarak tüketimin kısılmasına, kısılan
tüketim de, üretimin azaltılmasına neden olur. Böylece işsizlik yaygınlaşır.
- 493 -
İşsiz sayısı arttıkça, işçi ücretleri düşer. Bu da giderek sosyal sefâleti doğurur
ki, neticede ortaya çıkacak huzursuzluk, anarşi ve fesat, tüm toplumu boğan bir
fitneye dönüşür.
Rabbimiz Kur’an’da bu gerçeği şöyle açıklar:
“... Allah fâizi mahveder. (Zekât ve infak gibi) sadakaları da arttırır...”1208
Yüce Peygamberimiz de, mahvın iktisadî şeklinede şöyle dikkatlerimizi
çeker: “Pek çok da olsa, fâizle kazanan her kişinin sonuçta fakirliğe düşmesi
kaçınılmazdır.” 1209
c- Ekonomik hayat için zarûrî olduğu propaganda edilen fâizin asıl büyük
zararı ise, ekonomidedir. Toplum kalkınmasını engellemesindedir. Zira
ekonominin emeksiz, rizikosuz büyük kazançlar, aşırı çıkarlar ve ihtiraslar
üzerine kurulmasına, yani rant ekonomisine dönüşmesine ve büyük kitlenin
aleyhine rantın büyümesine sebep fâizdir. Gerçek toplum kalkınması için
zarûrî olan ucuz sermaye sağlanmasına ve ancak 3-5 senede üretime geçebilecek
büyük ve ciddî yatırımlara rağbet olunmasına engel olan fâizdir.
Fâize dayanan ekonomik düzenlerde bankacılar kendi paraları yanı sıra,
toplum kalkınması için gerekli olan paranın çok önemli bir bölümü olan halk
tasarruflarına da yaptıkları sürekli reklâmlar yoluyla sahip olurlar. Böylece
yalnız kendi paralarının fâizini değil; kendi paralarının kat kat fazlası olan halk
tasarruflarının fâizlerini de alırlar. Sermayeye hâkim olan gözü dönmüş bu
modern fâizci para babaları, düşük bir yüzde ile aldıkları paraları ancak büyük
yüzdelerle devrederler. Hep büyük kârlar gözetir ve paranın parayı çektiği
büyük rantı devşirirler. Her yıl büyük fâizler ödeyen yatırımcı toplum kesimi
de kazancı çok olan ama çoğu kez toplum için zarûrî olmayan üretime yönelir.
Böylece ciddî yatırımlar ertelenir, toplum muhtaç olduğu atılımı yapamaz.
Bütün bunların sebebi fâizdir.
Kısaca değinmeye çalıştığımız bu rûhî, ahlâkî ve iktisadî zararları
sebebiyledir ki Allah bize fâizi haram kılmıştır. Peygamberimiz de fâizle ilgili
her çeşit işi ve işlemi yasaklamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyeni, fâiz yedireni,
fâiz akdini yazanı, bu işleme kâtiplik yapanı, bunlara şâhitlik yapanı lânetledi,
bunlara “Allah lânet etsin!” buyurdu.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, fâiz ilkelliğin, eski câhiliyye anlayışının
delilidir. Aşağılığın, gericiliğin belirtisidir. O yüzden, Peygamberimiz Vedâ
1208] 2/Bakara, 276
1209] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261
- 494 -
haccında, câhiliyye döneminde yürürlükte olan fâizin bütün çeşitlerini
ayaklarının altına alıp kaldırmış ve yasaklamıştır. İslâm olmadan bir toplum
mânen gelişemez. Maddî yoldan da adâletli bir servet dağılımına kavuşamaz.
Gelişemeyen bir toplum da fâizi kaldıracak bir güç bulamaz. Onun mahkûmu
olur. Ahlâken yükselememiş, yardımlaşma duygularıyla bezenememiş, bir
bütün olarak kalkınma şuuruna varamamış ve sömürmeyi lânetleyememiş
insanlar pek tabiî ki, fâize karşı çıkamazlar.
Çok büyük bir sömürü düzeni olan, toplumu kamplara bölen ve sermaye ile
emeği birbirine düşman kıldığı için de sosyalizm ve komünizmin materyalizmle
birlikte ana kaynağı olan fâize karşı çıkılmamasının sebebi, onun ekonomi için
zarûrî olması değildir; Fâizcilerin aldatıcı propagandalarıdır. Daha da önemlisi,
ona karşı çıkabilecek kadroların da bu zulüm düzeninden çıkar sağlamalarıdır.
İslâm, mekanizmanın fâiz üzerinde kurulu olmasını reddeder. Milyonlardan
toplanan paraların bir avuç fâizcinin yönetimine terkedilmesini onaylamaz.
Mutlu ve putlu azınlığın refahı için toplumun büyük kesiminin kan ve terinin
içilmesini yasaklar.
İnsan fıtratı ile çatışan fâiz olmaksızın âdil bir düzen elbette kurulabilir.
Fâizin yerini kazanç ümidine, şahıs ve devlet adâletine, zekâtlı, karz-ı hasenli,
şirketli sağlıklı bir ekonomiye bıraktığı bir nizamda tasarruflar tabiî ki
toplanabilir. Bereketli bir düzen kurulabilir. Ama bunu kapitalizmin olmayan
merhametine, fâizcilerde hiç bulunmayan insafa bırakarak sağlamak, mümkün
değildir. Fâizi savunanlar ve bu sümürü düzenini ayakta tutmak için gayret
gösterenler kadar fâize ve ekonomik zulme karşı olanlar çaba göstermeden
adâlet sağlanamayacaktır.
Fâiz, bir kan nehridir. Buraya giren kanlanır ve kan kokar. Kan ise pistir.
“Fâizli kredi alınmazsa müslüman güçlenemez” görüşü bâtıldır. Doğru olan;
“müslümanlar birleşmez ve şirketleşemezse güçsüz kalırlar” görüşüdür. İslâm’ın
yasakladığı ve fâillerine harp ilân ettiği tefecilik de, banka fâizciliği de büyük
bir haramdır. Onda ısrar eden kişi Cehennemliktir.
İslâm, yalnız âhiret nizâmı olmadığı için fâize getirdiği dünyevî cezâlar
da büyüktür. İslâm Hukukunda ribâyı/fâizi helâl gören kişi, İslâm dâiresinin
dışına çıkmış bir mürteddir. Mürted, mü’minlere ne vâris olabilir, ne de miras
bırakabilir. Nikâhı da düşer, mü’minlerle evlenemez. Mürtedin cezâsı çok
büyüktür. Fıkıh âlimlerine göre; fâiz alıp verenler topluluksa üzerlerine ordu
gönderilerek kendileriyle savaşılır. Malları da müsâdere olunur. 1210
1210] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 3, s. 257-262
- 495 -
Öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye dönemi yaşıyoruz ki, fâizden en
kaçınanımız bile, Peygamberimiz’in lisânıyla fâizin tozundan kurtulamıyor.
“İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak.
Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı (veya tozu) ulaşacak.”1211
Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da,
bir kapitalist için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır.
“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye
bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili
kara borsa!”
Ne mutlu başta fâiz olmak üzere tüm haramlardan kaçanlara, parayla
imtihanı kazanıp Allah’la alışveriş yapanlara!
1211] Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278
- 496 -
51. HUTBE
OLUMSUZ DEĞIŞIM
Âyet :
اِنَّ اللّٰهَ لَ ا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ
“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını
değiştirmez…” 1212
يَٓا ايَُّهَا الذَّ۪ينَ امَٰنُٓوا انِْ تَتَّقُوا اللهَّٰ يَجْعَلْ لَكُمْ فرُْقَانا وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَئَِّاتكُِمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَاللهُّٰ
ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ
“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk ve isyandan)
sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt
edecek özellik ihsan eder).” 1213
رَبَّنَٓا اَفْرِ غْ عَلَيْنَا صَبْراً وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ
“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize
cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!” 1214
Gelişme, ilerleme, güzelleşme anlamında kullandığımız “değişim”,
günümüzde daha çok olumsuz anlamlar içeriyor. Artık değişim denilince
yozlaşma, bozulma akla geliyor. Değişim günümüz dünyasında Müslüman
geçinenler açısından dünyevîleşmeyi ifade ediyor.
İnancımızı tanıtıp sevdiremediğimizden diğer mahalleye bilinçli-bilinçsiz
taşınan kayıp çocuklarımızı konu dışı tutarsak; bizim mahallenin durumu,
bu konuda da içler acısıdır. Giderek sağcılaşıp muhafazakârlaşan, uzlaşmacı,
pragmatist, liberal bir çizgiye doğru devamlı bir kırılma yaşanan, satılan
salyangoza karşı çıkılmadığı gibi alıcısının bol olduğu bir mahalle… “Lâ”sı
olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; teslimiyeti, itaati ve olumlu anlamda
(yani, Allah’a isyan edenlere) isyanı olmayan, düzene uygun bir din dayatılıyor.
Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların düzenleriyle, anayasalarıyla
uzlaşan, tâğutların râzı olduğu yapay müslümanlık(!) hâkim kılınmak
isteniyor. Bu kırılma yeterli düzeye gelmiş olmalı ki, düzene pasif destek
1212] 13/Ra’d, 11
1213] 8/Enfâl, 29
1214] 2/Bakara, 250
- 497 -
veren mahallemizin insanları, artık düzenin en temel kaynağı olan anayasayı
sahiplenmeye çağrılıyorlar. İçlerinde tevhid erlerinin de bulunduğunu bildiğimiz
büyük kuruluşlar, hormonal büyü(tül)menin gereği olarak, kamuoyuna daha
dün “yetersiz ama evet” mesajları veriyordu. Yarın da büyük ihtimalle, üstü
örtülü veya apaçık şekilde demokrasiyi savunmanın sonucu olarak; cihadı, oy
sandığının içinde kaybolmak olarak tanımlayacaklar.
“Demek ki düzene karşı çıkanların bile önemli bir kısmı, Kur’anî temel
verilerden, tâğutu tüm kurum ve kurallarıyla reddettiğinden dolayı değil,
beşerî hesaplardan dolayı düzene muhâlif görünüyormuş. Uzlaşma adıyla
cephelerini terk edebilen, kitabın bir kısmını reddettiğini fark edemeyen,
kahraman geçinen zavallılarmış. Kafadaki kelliğin gözükmesi için iyi ki zaman
zaman takkeleri düşüren kuvvetli rüzgârlar esiyor. Artık tâğut, velâ, berâ,
günahta ve küfürde yardımlaşma, hâkimiyet, hüküm koyma, teşrî, yani kanun
koyma, ilâhlığa yeltenme, tevhidî ilkeler, şirkten sakınma, beşerî ideolojileri
red gibi kavramlar radikal sanılan kesimlerde bile etrafına insan toplamak için
işportacı sloganlarıymış, demek ki” dese biri, çok ağır ve sert mi olur? Kimi
“İslâmcılar”ın takvimleri hâlâ 28 Şubat’ı gösteriyor. İlkesel değilmiş demek ki
tavırlar, konjonktürelmiş ki, bu kadar basit imtihanlarda bile bu kadar kurum
savrulabiliyor. Bu tavırlar, şirki izâle ve tevhidi ikame etme görevini üstlenen
İslâmî değişim ve dönüşüm taraftarı muvahhid gençleri daha bileyecek,
kendilerine daha çok iş düştüğü bilinciyle onlar maratona devam edecek.
Aslında bir Kur’an insanı muvahhid mü’mini; demokrasi, düzen, Amerika,
ılımlı İslâm anlayışının nefse hoş gelen uzlaşmacı çizgisi veya başka hiçbir şey
değiştiremez. O bir kez değişmiştir; tevhidi öğrenmiş ve inanmıştır, Kur’an’a
uymuş ve her şeyiyle değişmiştir. Bir daha değişmeyecek hale gelmiştir.
Hani kıssa şeklinde anlatılır: Muvahhid bir mü’minle dini de dünyayı da
doğru anlamamış bir Mevlevî dervişi karşılaşmışlar. Dervişe sormuş bizimki:
“Siz ne yaparsınız?” diye. O da yaptıkları semâ denilen derviş dansını kast ederek
cevaplamış: “Biz ‘Allah’ der, döneriz. Peki, ya siz ne yaparsınız?” Muvahhid
mü’min cevap vermiş: “Biz bir defa ‘Allah’ dedikmi, bir daha dönmeyiz!”
Mü’min, “Allah” dedimi, bir daha dönmez, dönüşmez, dönüştürülemez. O
gerçeği bulmuştur. Başkaları ona, İslâm’ın vaad etmediği hangi güzel şeyi vaad
edebilir ki?! O, güç kaynağını bilir; Allah’tan başka güç ve kuvvet tanımaz. O
rızık kaynağını bilir; O’ndan başka Rezzak’ın varlığını kabul etmez. O malınmülkün
esas sahibini bilir ve inanır ki, mülkün sahibi mülkü dilediğine verir,
dilediğinden alır, dilediğini onurlu-şerefli kılar, dilediğini zelil eder.
- 498 -
O bilir ki, düzenin cenneti yoktur; nimetleri sanaldır, tadı sahtedir, vaadleri
kandırmacadan ibarettir. Onun yararı çok azdır, azın azı. “Metâun kalîl”; az bir
yarar, yalancı menfaat…
Muvahhid mü’min bilir ki, iman kazandırır; hem dünyada, hem âhirette.
Allah, sadece Kendi yolunda olanlara hayatı kolaylaştıracak, güzel bir hayat
verecek, kalp mutmainliği ihsan edecektir. Âhiret açısından zaten o kazançlıdır.
Bütün bunlara rağmen; bizim mahallenin insanlarının, özellikle 28 Şubattan
bu yana, bırakın olumlu gelişme içinde ilerleyip koşmaları; yerinde saymaları,
dünkü çizgilerini korumaları bile takdir edilecek özellik oldu. Sayıları 167
000’i geçen dernek ve vakıflar, hele büyüdükçe zemini daha kayganlaşıyor;
içindekileri merkeze, demokrasiye, muhâfazakârlığa, ılıman İslâm anlayışına
doğru savuruyor. Artık “tekbir” sloganları yerine “tedbir” çağrıları yapılıyor,
bazıları “tehdit” şeklinde algılamasın diye “tevhid” gündeme bile getirilmiyor.
Artık en fazla tüketilen kavramlar; maslahat, zaruret, hılfu’l-fudul, eman
vb. İnsanımız artık ümmetin nasıl gâlip geleceğinden bahsetmiyor bile; hâlâ
Rumların gâlibiyetine alkış tutuyor. Görmek istemiyor ki, Rumlar artık
müslümanım diyenleri yanına alarak Müslümanlarla savaşıyor.
Allah’ın dinine yardım etmeyince, Allah’ın yardımından ve O’nun ayakları
sağlam tutup kaydırmaması müjdesinden de mahrum oluyor insanlık.1215
“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize
cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!”1216 demesi gereken
insanımız, “Rabbimiz, bize aceleyi (dünyayı) ver, biz korkmayı tercih ediyoruz,
ayaklarımızı sâbit kılma, çünkü biz bâtıla doğru değişip geri adım atmak
istiyoruz, kâfirlere karşı çıkmak istemiyoruz, onlara benzeyip onlar gibi
olmak istiyoruz, onlarla bizi karşı karşıya getirme!” diye fiilî olarak duâ ettiği
müddetçe, her halde (her durumda) İlâhî yardım gelmez.
İnsanımızın çoğu şaşkınlığı ve sapkınlığı hidâyete tercih ediyor. Arayış
içinde bile değil. Doğru ile eğriyi ayırt edemiyor. Hakla bâtılı karıştırmayı
seviyor. Kitabın, doğru ile eğri arasında bir ölçü, bir furkan olduğunu1217
çoktan unutmuş. “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk
ve isyandan) sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile
yanlışı ayırt edecek özellik ihsan eder).”1218 müjdesi, yalancı politikacıların bâtıl
çağrılarının gürültüsüyle duyulmaz olmuş.
1215] 47/Muhammed, 7
1216] 2/Bakara, 250
1217] 2/Bakara, 185; 25/Furkan, 1
1218] 8/Enfâl, 29
- 499 -
Müslümanların önemli bir kısmı, gerçek anlamıyla iman etmediği,
imanlarına zulüm karıştırdığı veya en azından imanın tadına varacak bir
kaliteye erişemediği için, İsrailoğullarının gittiği yoldan giderek dünyevîleşmiş
ve yozlaşmış durumda. Adı konulmamış irtidadı, gerisin geriye cahiliyyeye
dönüşü yaşıyor nice insanımız.
Tâğutî düzen ve câhiliyye toplumu insanı nasıl değiştirip dönüştürüyor?
Dünyaya gelişigüzel bir bakış bile yeterli (Zaten hep gelişi de gidişi de güzel
olmalı bakışlarımızın ve davranışlarımızın). Batılı kâfirlere, hıristiyan ve
özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen olumsuz özelliklerin çoğu,
bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla
hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’min
geçinenlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin
gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları
da... Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar, toplum için de geçerlidir.
Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman,
helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta
(Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak
ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih;
mutluluk veya felâketi, cennet veya azâbı seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha
tehlikeli olan, içimizdeki küfür ve kâfirdir, yahûdileşmedir; inanç, ahlâk ve
yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır; içimizdeki tâğutlar ve onlara destek olan
anlayıştır.
“Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda
olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.” 1219
“Allah, mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır.
İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan)
alıp karanlığa götürür.” 1220
“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.”1221
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz, Allah da
size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” 1222
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz,
üstün gelecek olan, en yüce olan sizsiniz.” 1223
1219] 4/Nisâ, 105
1220] 2/Bakara, 257
1221] 13/Ra’d, 11
1222] 47/Muhammed, 7
1223] 3/Âl-i İmrân, 139
- 500 -
“Ey iman edenler, iman edin!” 1224
Gönüllerdeki gâvurluğa savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan,
dıştakine tavır almak mümkün değildir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki
şirktir, küfürdür, tuğyandır dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan.
İki milyara yakın kalabalığın yeniden tek bir İslâm ailesi şeklinde ümmet
olması için, müslümanım diyenlerin her şeyden önce yeniden imanını; içinde
yaşadığı sosyal, ekonomik ve siyasal yapıyı gözden geçirmesi gerekmekte, köklü
değişikliklere ve değiştirmelere aday olması icap etmektedir. Bunun için de
başlanacak yer: Şirkin izâlesidir, tevhidin ikamesidir.
Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne ermek,
takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip
olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların,
nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin
cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah,
ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir.
Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta
girişmek mümkün değildir.
Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve
sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Ümmetin fertlerinin çoğu
işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını
tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, cellâdını ölesiye
(öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu
değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal
altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır.
Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an
öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”1225
Yardım edilmesi istenilen cephelerden daha feci olanı, bu ülkedeki insanların
durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve atacak taş bulduklarında
taşlıyorlar, onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar.
Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz
yere ölmemesi için mücadele etmeyi önemseriz, ama çevremizdeki insanların
âhiretlerinin mahvolmaması için gayretleri daha öne çıkartırız. Önceliğimiz,
insanların bedenleri değil, ruhları olmalı; Dünyaları değil, âhiretleri… İnsanların
öncelikle karınlarını değil, gönüllerini doyurmalıyız.
1224] 4/Nisâ, 136
1225] 31/Lokman, 13
- 501 -
Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta
mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri
ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Her tarafımızı kuşatmış şirk ve küfre,
tuğyan ve isyâna savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır
almak mümkün değildir.
İlâhî yardım olmadan hiçbir netice alamaz, felâha ve zafere eremez mü’minler.
Görevlerinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan,
gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden
dünyevîleşmiş müslümanlar bunca zulüm, vahşet, işgal ve şirkin dayatması
karşısında kendilerine gelmezler ve Allah’ın ipine topyekûn sarılmazlarsa, İlâhî
yardıma nasıl ulaşılır?
İlâhî yardımdan, rahmeti yağdıracak özelliklerden uzak yaşamayı tercih
etmenin bir sonucudur bu rezilce hayat, câhilce câhiliyye yaşayışı ve tuğyanla
yönetilme. Kadın-erkek mü’minlerin birbirlerini velî kabul ederek birbirlerine
iyiliği emredip gördükleri kötülükten sakındırmaları, namazı kılıp zekâtı
vermeleri, Allah ve Rasûlüne itaat etmeleri, âhirette güzel meskenlere ve cennete
ulaştıracağı gibi, Allah’ın rızasına ve dünyada Allah’ın rahmetine de sebep
olacaktır.1226 Kur’an’a tâbi olup uymak ve Allah’tan korkmak, (şirk başta olmak
üzere günahlardan sakınmak) insanı Allah’ın rahmetine ulaştıracak;1227 tüm
(muvahhid) mü’minleri kardeş kabul edip aralarını düzeltmek İlâhî rahmeti
harekete geçirecektir. 1228
Allah, kullarına zerre kadar zulmetmez. İnsanın başına gelenler, kendi
elleriyle yaptıkları yüzündendir. Bugünkü zillet de insanın tercihidir. İnsan
hayrı da şerri de kendisi çağırır. “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan
pek acelecidir.”1229 Allah’ın gösterdiği kıbleyi, istikameti, hidâyeti, izzeti, nimeti,
kitabı terk edip rezilliği isteyen topluma Allah onu da verir. İnsan hürdür;
dilerse cehenneme giden yolu tercih edebilir.
“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını
değiştirmez…”1230 Ayet, Allah’a itaatkâr bir kavmin nimet ve hayır
istikametinden1231 masiyet yönünde1232 tercihte bulunarak kendini olumsuza
1226] 9/Tevbe, 71-72
1227] 6/En’âm, 155
1228] 49/Hucurât, 10
1229] 17/İsrâ, 11
1230] 13/Ra’d, 11
1231] Ebu Hayan el- Endülüsi, El-Bahru’l-Muhit, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1992, C.6, s.363
1232] İbn Cerir-et Taberi, Cami’ul Beyan, Darul Fikr, Beyrut, 1999, C.8, s.159; Muhammed el- Emin bin Muhammed
el- Muhtar, Edvau’l Beyan, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, 1992, s.86.
- 502 -
doğru değiştirdikleri1233 takdirde Allah’ın da o kavmi (olumsuz yönde)
değiştireceğini ortaya koymaktadır. Yine ayetteki “mâ bi kavm” ifadesi,
değişebilirlik özelliğine sahip toplumsal yapı anlamına gelmektedir. Buna göre
toplumsal yapıda meydana gelen değişim, o toplumda yaşayan bireylerde de bir
değişiklik meydana getirmektedir. Ve yine tersine bir süreç olarak insanlarda
meydana gelen değişmelerin de, toplumsal yapıda bir değişikliğe yol açtığından
aynı şekilde söz etmek mümkündür.
Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini
terk edip hevâya tâbi olmaktır. İşte Enfal 53 ile Ra’d 11. âyetlerde yer alan enfüs
kavramı, “şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter” mânâlarına gelmektedir. Demek ki
toplumları olumsuz yönde değiştiren, yani Allah tarafından değiştirilmelerine
neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.
Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır.
Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı
olarak değişecektir.
Halkın, Allah’ın bizi yücelere tırmandırmak için gökten uzattığı ipe
yapışıp yükselmeyi değil de, Allah’tan uzaklaştıracak ve alçaltacak özelliklere
yapıştığından kendi seçiminin cezasını çekmektedir. Kâfirlerin azgınlığı ve
çokluğu değildir bu durumun sebebi; insanımızın kendi intiharıdır: “Ey iman
edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette
olan kimseler size zarar veremez.”1234 Ayaklarının sırat-ı müstakim üzere sâbit
kalmasını isteyen ve Allah’ın yardımını arzulayan kimsenin Allah’ın dinine
yardım etmesi gerekiyor. 1235
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya
koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu
nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir: Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar;1236
lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olmak;1237 cinsel sapıklık, aşırılık ve yol
kesmek;1238 günah, zulüm, refah ve zevke dalma. 1239
Zaten Allah’a itaatsizlik, nimetlerine nankörlük dünyada da cezasız kalmaz:
“Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara,
1233] İbn Kesir, Tefsiru-l Kuran’il Azim, Meüessetü Kurtuba,Kahire, 2000, C.8, s.119
1234] 4/Nisâ, 105
1235] bk. 47/Muhammed, 7
1236] 7/A’râf, 5
1237] 17/İsrâ, 16
1238] 29/Ankebût, 28-29
1239] 6/En’âm, 44
- 503 -
yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.”1240 Kitabın
(Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamanın da âhiretteki büyük
cezadan önceki karşılığı, dünya hayatında rezil olmaktır.1241 Hz. Peygamber’in
emrine muhâlefet de; fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir.1242 Önde gelenlerin
ve sâlihlerin fesâdı önlememeleri1243 ve ekonomik dengesizlik, vurgun ve
soygunlar da dünyevî azâbın ve helâkin sebeplerindendir. 1244
Dinini sevenler İslâm dışı düzeni savunamazlar. Dindar geçinenler
muhâfazakâr olamazlar. Muhâfaza edilmesi değil; mücâdele edilmesi gerekli
yıkılası câhiliyye ve küfür düzeniyle çevrilmişiz çünkü. Hak Din, câhiliye
düzenini muhâfaza etmeyi (muhâfazakârlığı) değil; câhiliyeyle inkılâbî
mücadeleyi esas alır. Böyle olduğu halde, inkılâpçı tevhid dinini, muhâfazakâr
bir din diye insanlara sunan tahrifatçı zihniyet, kendini olumsuz değiştirdiği
gibi, dini de tahrif edip değiştirme eğilimindedir.
Tüm peygamberler tâğutlarla mücadeleyi öne çıkaran1245 ve önce fertleri
İslâmlaştırarak içinde yaşadıkları câhiliyeyi, tevhidî istikamete doğru olumlu
tarzda değiştirmeye çalışan korkusuz önderlerdir.
Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı,
yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği,
hatta tümden terk edilmesinin bu cinâyetlerin sergilenmesinde büyük katkısı
vardır.
Ve… hayra doğru değişip değiştirmeyeni değiştirirler. Çevresini olumlu
anlamda değiştirmeye çalışmayan kimse, çevrenin olumsuz değişiminden
payını alır. Neyin, hangi şeylerin değişmemesi gerektiğini, ayağımızın hangi
çizgide sâbit kalmasını iyi bilip tespit etmek gerekiyor öncelikle. Değişim,
dönüşüm derken, olumsuz değişimin kıskacında tükürdüğünü yalayan,
gerisin geriye haktan dönen insanlarımızı hatırlamak gerekiyor. Pergelin sabit
ayağında hiçbir kayma olmadan diğer ayağını belli sistem içinde açarak halkayı
büyütmeye çalışmak; yapılması gereken bu.
Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki,
hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulamayan
kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Olumlu şekilde
1240] 16/Nahl, 112
1241] 2/Bakara, 85
1242] 24/Nûr, 63
1243] 11/Hûd, 116
1244] 11/Hûd, 84-86
1245] 16/Nahl, 36
- 504 -
hayat boyu değişmeye çalışmayan, başkalarını değiştiremez. Gönül kapısını
tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde ise, nice kapalı kapılar kolayca
açılacaktır. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını
birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen, kendi güzel
değişimini toplumu değiştirme yolunda kullanan kimsedir.
Öyleyse haydi yeniden iman etmeye, bir daha değişmemek üzere yeniden
Kur’an’la değişmeye. Güzele doğru değişip değiştirmeye.
- 505 -
52. HUTBE
İTIDÂLDEN SAPMA: ILIMLI İS LÂM
Âyet :
أسَْٓاءُ وَالضَّرَّآءُ � أتْكُِمْ مَثلَُ الذَّ۪ينَ خَلوَْا مِنْ قبَْلكُِمْۜ مَسَّتْهُمُ البَْ � امَْ حَسِبْتمُْ انَْ تدَْخُلوُا الجَْنةََّ وَلمََّا يَ
﴾ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓ ا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ ﴿ ٤١٢
“Yoksa, siz ey mü’minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza
gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar,
kımıldatmaz zarûretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve
beraberinde iman edenler; ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diyesiye kadar.
Bilin ki Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.” 1246
Sıcak savaşın (canla cihadın) terk edildiği, bununla birlikte “ben de
müslümanım” diyen insanların resmî nüfusa göre çoğunlukta olduğu
topraklarda soğuk ve sıcak şekilde süren hak ve bâtıl savaşı, günümüzde “hakiki
İslâm” ile “ılımlı ve sahte İslâm” arasındaki savaşa dönüştü. Evet, müslümanların
yaşadığı tüm ülkelerde Kur’an ve Sünnet çizgisindeki muvahhid müslümanların
karşısında, yine kendisini müslüman; savunduğu ve koruduğu şeyleri de İslâm
diye takdim eden zihniyet vardır. İslâm’ın ve müslümanların karşısına erkekçe
çıkılmıyor. Müslümanın eğer birazcık ferâseti, azıcık basîreti varsa, hemen
sahteliğini teşhis edebileceği şekilde İslâm maskesi takarak bâtıl, hak adı ve
görünümüyle hakkın karşısına olanca zulüm ve istibdâdıyla çıkıyor. Bu maske
yırtılmadan, altındaki iğrenç yüz teşhir edilmeden, halkın Allah’ın râzı olacağı
hakiki İslâm safında yer almasına imkân ve ihtimal yoktur. Barışın, huzurun,
müslümanca güzelliklerin önündeki en önemli engel, bu sahte müslümanlar ve
bu sahte İslâmlardır, yani ılımlı İslâm anlayışıdır.
Nâsır’lar, Kaddâfi’ler, Ziyaülhak’lar, devleti ele geçirinceye kadar hep bu
maskeyi takmışlar, durumlarını kuvvetlendirinceye kadar tâvizsiz İslâm
inkılâpçısı geçinmişler, oyunlarını sürdürebilmek için zaman zaman kullanmak
üzere bu maskeyi yanlarında hazır bulundurmayı ihmal etmemişlerdir.
Müslümanların yaşadığı hemen her ülkede lider ve önder kabul edilenlerin
tavrı da çok farklı olmamıştır. Bu oyunun, yaşadığımız topraklarda daha
zengin mizansenlerle oynandığını görmemek için kör olmak gerekmektedir.
1246] 2/Bakara, 214
- 506 -
Bugün din, din adına tahrip ediliyor. Din adına, ehl-i sünnet adına İslâm’ın
devlet ve şeriat anlayışına en büyük düşmanlıklar yapılıyor. Çoğu radyo ve
TV’deki din programlarıyla hakiki İslâm’a en büyük iftiralar atılıyor. Din,
önce câmilerde sonra dinin öğretildiği okullarda ve din dersi ve dinle ilgili
programlarda kâfirlerin ve düzenlerinin hizmetine sunuluyor.
Din dersleriyle putlar ve putçu düzenler gençlere sevdirilmeye çalışılıyor. Din
öğreten kurs, okul ve fakültelerde bu uzlaşmacı, tâvizci, Amerikancı İslâm’ın
askerleri yetiştirilmek isteniyor. İslâmî değişim ve dönüşüme, tâğutlarla
mücâdeleye, câhil halktan önce resmî din teşkilâtları karşı çıkıyor. Küfre ve
küfrün tüm kurumlarına, dinî kurumlarla yardım ediliyor.
Allah’la harbetme kabul edilen fâiz, hac için Diyanetin mecbûriyetlerinden
biri haline getiriliyor. “Câmi, siyasete âlet edilmemeli” diyen egemen güçler,
câmileri ve tüm dinî kurumları kendi devlet siyasetine istediği doz ve şekilde
âlet ediyor ve kullanıyor.
Vaazlarla, dinî konuşma ve din dersleriyle tâğutlara ve onların düzen ve
uygulamalarına saygılı, putlara hürmetkâr veya en azından müsâmahakâr,
düzene ayarlanmış vatandaş yetiştiriliyor. Allah’ın evi olması, sadece Allah’a
çağrı yapılması gereken yerler olan câmiler (), devlet dairesi; Peygamber’in
vârisi ve Allah’ın memuru olması gerekenler de zâlim bir düzenin memuru
haline geliyor. Câmiler bile Allah’ın değil, tâğûtî yasaların hâkimiyeti altına
giriyor.
Bu insan eliyle değiştirilerek kuşa benzetilmiş muharref müslümanlığa
hizmet etmek amacıyla din öğretecek öğretmenler putlara saygı duruşunda
bulunabiliyor. Din kurumlarında görev almak veya öğrencilere din anlatmak
isteyenler, hangi dine hizmet edeceklerini karıştırmasınlar diye, ılımlı İslâm
ilkeleriyle ancak bağdaşabilecek sözler söylüyor, daha işe başlarken nasıl
bir din tercihi yaptığını zâhiren deklare etmiş oluyorlar. Tâğûtî düzene ve
tâğutların yoluna bağlı kalacaklarına dâir taahhüde giriyor, belge imzalamakta
tereddüt etmiyorlar. Din eğitimi almak isteyen bir kız, İmam-Hatip ve İlâhiyat
Fakültelerinde yine bazı din hocalarının teşvik ve zorlamasıyla, en azından
rızâsıyla başını açmak zorunda bırakılıyor. Bazıları da başörtü farîzasını
teferruat, böyle bir din tercihini de büyük hizmet diye sunuyor.
Resmî kurumlar böyle de, bazı gönüllü teşkilatlar farklı mı? Subay ve
astsubayların askerî gazinolarda içki içebileceklerine, oralardaki her çeşit haram
eğlencelere katılabileceklerine dair bazı hoca efendiler fetvâlar verebiliyorlar.
Üniversitelerdeki kızların ılımlı bir dine hizmet için başlarını açabileceğini,
- 507 -
açmaları gerektiğini tavsiyeden de öte emredebiliyorlar. Bazıları köşelerine
çekilmiş, sadece tesbih çekmekle işin hallolacağını düşünüyor. Havadan sudan
konuşmayı tercih edip, suya sabuna dokunmamaya özen gösteriyor. Hâlbuki
suya sabuna dokunmadan temizliğin ve temiz kalmanın mümkün olmadığını
çocuklar bile bilmektedir.
Televizyon müftüleri zaten malûm. Çoğu TV. ve gazetelerin bütün imkân
ve fırsatları kullanarak zaten gerçek İslâm’la savaştığını bilmeyen yok. Onların
birkaç kuşu birden vurmak için atmak istediği taş olarak programlarında yer
verdiği yeşil rengin ne derece ılımlı tonları olduğunu, yeşilden başka her renge
benzediğini görmeyen, bilmeyen yok. Bu program ve köşelerin Allah’ın dinine
değil de; ulusal muharref Türk dinine hizmet etmeyi amaçladığını, bu çerçeveye
uymayan basit ve etkisiz bireysel tavırların bu çorbaya çeşni katsın diye dozu
ayarlı acı biber şeklinde kabul edildiğini görmek gerekir.
Uslandırma ve sulandırma: Ilımlı İslâm anlayışının dış kaynaklı olduğunda
şüphe yok. Zaten tek millet olan küfür cephesi, yerlisi ve yabancısıyla işbirliği
yaparak İslâm’ın rengini değiştirmeye çalışıyorlar. Allah’ın râzı olduğu dinden
ve onu yaşayanlardan râzı olmayacak olan Batılılar,1247 Müslümanları hak
dinden uzaklaştırmak için silâhlı ve silâhsız her çeşit mücâdele ve fitneden
çekinmediklerini tarih boyunca ve güncel nice örneklerle ortaya koyarlar. BOP
(Büyük Ortadoğu Politikası), müslümanların kökünü kazıyamayacağını ve
çok pahalıya mal olan işgallerle işi halledemeyeceğini anlayan büyük şeytan
Amerika’nın kendilerine göre doğunun ortasında, Ortadoğu’da radikal diye
tanımladığı kaynağa bağlı gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak
ve ılımlı İslâm anlayışını daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve
sulandırılmış bir dini İslâm diye takdim edip sadece adı ve kâfirleri rahatsız
etmeyecek özellikleri kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları
emperyalist hedefleri istikametinde köleleştirmektir.
Halk ne yapsın; artık halk Peygamber denilince sadece gülü aklına
getirmektedir. İbâdet denilince sadece cuma ve teravih namazını, Allah’a
yaklaşma denilince kandil gecelerindeki bid’atleri, kabirleri yüceltmeyi, evliyâyı
uçurtmayı, mevlitleri, içinde bol bol aşk, sevda kelimeleri geçen ezgi ve ilâhîleri
gündemine alıyor. Allah’tan değil; türbelerden ve Hızır’dan medet umuyor,
Allah’a (bilinçsizce şirk karıştırarak) iman edip tâğutlara kulluk yapıyor, “Allah
devletimize zeval vermesin!” duâlarını dilinden eksik etmiyor.
1247] 2/Bakara, 120
- 508 -
Küfre isyânı emreden din, kâfirlerin ve küfrün koltuk değneği, düzenin
destek ve dayanağı haline gelmiş durumda. Laiklik ve demokrasi, düzen ve
kurucusu dinle ilgili konuşma ve derslerle sevdirilirken, Allah ve Rasûlü’nün
istediği hakiki dine giden yollar din adına tıkanıyor. Müslümanların kestiği
kurbanların derileriyle gerçek dine düşman kurumlar biraz daha güçleniyor.
Kur’an’ı seçim nutuklarında öpüp alnına koyanlar Kur’an’ı mahkûm ediyor,
ahkâmına düşmanlık yapıyor. İnsanlar, Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini
değil; câhiliyye hükümlerinin namaz kılanlar tarafından yürütülmesini istiyor.
Özetin özeti olarak kısa ve basit bir çerçevesini çizdiğimiz Atatürk
ilkelerine ters düşmeyen, tâğûtî ilke ve yasalara uygun ve saygılı bu İslâm,
Amerika ve Avrupa’nın da râzı olduğu İslâm’dır. Hâlbuki Kur’an, hıristiyan ve
yahûdilerin, kendi milletine (dinine) tâbi olmadıkça Rasûl-i Ekrem’in şahsında
müslümanlardan kesinlikle râzı olmayacaklarını beyan ediyor.1248 Nasıl, onlar
Allah’ın dininden ve ona uyan dindardan râzı değillerse, onların râzı olduğu
bir dinden ve dindarlıktan da Allah’ın (ve muvahhid mü’minlerin) râzı olması
beklenemez.
Yine, laikliğe aykırı olup olmadığı hiç tartışılmadan, cumhuriyetin ilk
yıllarından bu yana müftü, vâiz ve imamlara, din öğretmenlerine maaş, makam
ve imkânlar veriyorlar. Tabii, Allah’ın hükmüyle hükmedilmesine en büyük
irtica damgası vuran bir düzen, bu maaşları Allah rızâsı için vermeyeceğine
göre, niçin veriyor dersiniz? Elbette ılımlı İslâm için ve bu tür İslâm’a katkı
sağlayanları ödüllendirmek için.
Bütün bunlar, yaşanılan, anlatılan, serbest olan, teşvik gören dinin, adına
İslâm denilse de gerçek İslâm’la öz yönüyle alâkası olmayan tahrif edilmiş
sahte bir din olduğudur. Aslında, tek hak din olan İslâm’ın o devirdeki şekli
olan gerçek hıristiyanlık nasıl tahrif edilmiştir? Müslümanlar bu hususu tekrar
düşünmeli ve ona göre tedbir almalıdır. Çünkü aynı oyun günümüzde İslâm’a
karşı da oynanmaktadır. Müslümanların da bu oyuna gelmediklerini maalesef
söyleyemiyoruz. Onları uyaracak olanların kendi horlamaları, şeytanî bir
müzik gibi ruhlara dinî(!) gıda ve heyecan vermekte, uyarıcılar icrâ ettikleri
mûsikîye ninnileri de güfte ve nağme olarak katmakta, bu sanatlarının karşılığı
olarak ücretlerini de efendilerinden almaktadırlar.
Önceleri örf-âdet dini haline getirilmiş, pasifize edilerek uyuşturulmuş
şekliyle, bid’at ve efsânelerle, Kesikbaş hikâyeleri, Bektaşî fıkraları, uydurma
kerâmet ve evliya menkabeleleriyle, gâfil veya hâin, câhil veya yobaz, yarım
1248] 2/Bakara, 120
- 509 -
veya çeyrek hocalar vâsıtasıyla yarı yarıya tahrif edilmiş ve sultanların emrine,
sarayların yönlendirmesine çoktandır girmiş bir İslâm’ı devralan Kemalizm,
hiç de güçlük çekmedi dini bugünkü sulandırılmış haline getirmek için.
İnkılâplarla, zorlamalarla, karşı çıkan üç-beş hocayı darağaçlarında sallandırma,
diğerlerine maaş ve makamlar dağıtarak avlamayla, devletin tahakkümü ve
değişik yönlendirmeleriyle, küfür rejiminin kurumlarıyla, özellikle kurs, okul,
din teşkilatı ve demokrat/muhâfazakâr/sağcı partiler aracılığıyla vatancılık,
milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) ilâvesiyle, atalar mirası olan din anlayışını
bugünkü ulusal Türk dini haline kolaylıkla getirdi. Ve bugün İslâm, aslî hüviyetini
halk yığınlarının zihninde ve yaşayışında kaybederek şu çizgilere geldi:
Putlara ve putçulara (isteyerek veya istemeyerek) yardım eden,
Mü’min-kâfir ayrımı değil; Türk-yabancı, devletçi ve bölücü diye insanları
ayıran,
Tüm kâfirlere değil; sadece komünizme, biraz da Ermenilere ve Yunanistan’a
düşman olan,
Düzeni veya düzenin bazı kurumlarını savunan,
Dini siyasetten ayrı kabul edip devleti dinden, dini de devletten ayıran,
Grupçu, partici, ağabeyci, üstadcı olan, sahte kahraman ve sahte şeyhlerin
izinden gitmeyi şeref sayan,
Dâvâ için her yolu meşrû gören, hizmet için her tavizci fetvâya uyan,
Müslümanım demek yerine; Türküm, milliyetçiyim, mukaddesatçıyım,
demokratım, filan partiliyim, falan tarikattanım demeyi tercih eden,
Doğduğu veya doyduğu yeri putlaştıran, ümmetçi değil; ırkçı olan,
Ulusal simgelerle, ulusal sınır ve ulusal tarihiyle gurur duyan,
Cihad denilince ürken; korkak, uyuşuk, mıymıntı ve pasif yaşayıp
dünyevîleşen,
Namaz ve tesbihle, virdlerle yetinen; mukaddesâta ve farzlara hücum edilir,
haramlar şiirleşip süslenirken, nâfilelerle uğraşıp kapısına ve kalbine kadar
gelen tehlikeden haberdar olmayan,
Yöneticilerinin Allah’ın indirdiğiyle hükmedip etmemesini önemsemeyen,
düzenin İslâmî olup olmadığını cehâlet veya ihânetinden ötürü tespit edemeyen,
Bildiği hakikatleri ketmedip gizleyerek lânete uğrayan ve dilsiz şeytanlığa
rızâ gösteren,
- 510 -
Rızık endişesiyle Allah’ın dinini ve âyetlerini satan, âyet ve hadisleri
kâfirlerin istediği şekilde te’vil ve tefsir eden,
İslâm’a düşman bir düzen ve devletin sanayileşip zenginleşmesini,
kalkınmasını İslâmlaşmasından önce isteyen,
Ülkenin daha bir Batılı olmasını, AB’nin, Avrupa’nın (gazab edilmiş ve
sapıtmışların) yoluna uymayı fazilet gibi gören,
Bazı küçük tamir ve ıslahatlarla yetinen, düzenin her şeyiyle baştan aşağı
değişmesi gerektiğini düşünmeyen,
Uzlaşmacı ve tâvizci; biraz Allah’ı, biraz da tâğutları memnun etmeye
çalışan,
Yaşadığı ülkede iki kişinin öldüğü bir âfete üzüldüğü kadar Filistin’deki
vahşete, Irak’taki işgale vb. üzülmeyen, onlara duâlarıyla bile destek olmayan,
Amerika’nın çıkarları doğrultusunda Kore’de savaşmayı normal gördüğü
halde, meselâ Filistin, ya da sözgelimi Lübnan’da siyonist yahûdilere karşı
müslümanlarla beraber savaşmayı aklının ucundan geçirmeyen,
İslâm devleti, imamet, bey’at, çocuklarının müslümanca yetişmesi gibi
konulara ehemmiyet vermeyen ya da önem verdiğini düşünse de takınılacak
tavrı belirleyemeyen,
Hafta sonu müslümanı, Cuma ve Bayram müslümanı haline gelen... müslüman
tipi sadece yetişmedi, tümüyle kökleşti; Halkın çoğunluğunu teşkil etti. Ve o
noktaya gelindi ki, gerçek İslâm’ın topluma ve düzene hâkimiyeti konusunda,
kâfirlerden önce; müslümanım diyen halk, hatta câmi cemaati, belki başlarında
da namaz kıldırma görevlisi olmak üzere karşı çıkmakta tereddüt etmeyecek bir
halk oluştu. Bütün bunlar ılımlı İslâm’ın hânesine yazılabilir.
Kur’an, tahrif edilmekten Allah tarafından korunacak, ümmetin tümü
dalâlette birleşmeyecek, az sayıda da olsa, daima hakkın müdâfiîleri her devirde
mevcut olacaktır.
“Şüphe yok ki Kur’an’ı Biz indirdik ve muhakkak onu (tahrif ile tebdilden,
değişikliğe uğramaktan) Biz koruyacağız.”1249;
“(Kâfirler) istiyorlar ki, Allah’ın nûrunu (İslâm Dinini), ağızlarıyla (kötü söz
ve iftirâlarıyla) söndürsünler. Allah ise nûrunu tamamlayacaktır; isterse kâfirler
hoşlanmasınlar.” 1250
1249] 15/Hıcr, 9
1250] 61/Saf, 8
- 511 -
Ama Allah bunu kullarının eliyle yapmak istiyor. Sünnetullah bunu
gerektirir. Halifeliğin anlamı budur. Tüm tarih boyunca peygamberler ve
mü’minlerin, Efendimiz ve ashâbının çile çekmesinin sebebi budur. “Yoksa, siz
ey mü’minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zarûretler
dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberinde iman edenler;
‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diyesiye kadar. Bilin ki Allah’ın yardımı
muhakkak yakındır.” 1251
Evet, Allah (c.c.) Kur’an’ı ve İslâm’ı koruyacak, ama sadece müslümanım
demekle yetinerek Allah için fedâkârlık yapıp çileye katlanmayanları,
müttakî olmayanları koruyacağına dâir, onların fikir ve İslâm anlayışlarını
tahrifattan muhâfaza edeceğine dâir bir vaadi yoktur. Aksine, Kıyâmete yakın
müslümanların bu sapmalarının vuku bulacağını, âhir zaman fitnelerini,
müslümanların inanç, fikir ve amellerinin müthiş bozulmaya uğrayacağını
anlatan, kurtuluş için Kur’an ve Sünnete yapışmayı salık veren yüzlerce hadis
rivâyeti vardır.
1251] 2/Bakara, 214

9. BÖLÜM
BAYRAM DENİLEN MÂTEM GÜNLERİ
- 514 -
53. HUTBE
1 OCAK KUTLU OLSUN!
Ayet :
يَآ ايَهَُّا الذَّ۪ينَ امَٰنوُا لَ ا تتَخَِّذُوا اليَْهُودَ وَالنصََّارٓىٰ اوَْليَِآءَۢ بَعْضُهُمْ اوَْليَِآءُ بَعْضٍۜ وَمَنْ يَتَوَلهَُّمْ مِنْكمُْ
فَاِنَّهُ مِنْهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَ ا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar
birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır.
Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”1252
اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُب۪يناًۙ
“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik”1253
اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُۙ وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ
وَاسْتَغْفِرْهُۜ اِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً
“Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde; Ve insanların akın akın Allah’ın
dinine girdiğini gördüğünde; Rabbine hamdederek şanının yüceliğini dile getir ve
O’ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.” 1254
1 Ocak tarihi, müslümanlar için önemli bir gündür. 31 Aralık gecesinde şuurlu
müslümanlar bir kutlamaya katılırlar; Kutlamaya ve muhâsebeye. Elbette noel
değildir kutlanan. Hıristiyanların tanrı kabul ettikleri bir zâtın doğum günü
değildir değerlendirilen. 1 Ocak, müslümanlar için bir senenin israf edilip defterinin
dürülmesi ve yeni bir yılın başlangıcının delice kutlanılması değil; Câhiliyye denilen
karanlık bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açıldığının bütün dünyaya ilânı olan en
büyük fethin, Mekke fethinin yıldönümü ve fethin değerlendirildiği gündür.
İnsanları hayra yönelterek hayırlı ümmet olma şuurunu ve yeryüzünün
halîfesi olma sorumluluğunu kuşanan fetih rûhuna sahip müslümanlar,
gündem oluşturmak zorundadır. Başkalarının tâyin ve tespit ettiği gündemlerin
arkasından koşan basit taklitçiler durumuna düşmemelidirler. Gündemimiz:
Yılsonu, yılbaşı değil; Mekke fethidir. Daha doğrusu, başta Mekke olmak üzere
bir zamanlar fethedilmiş şehirlerin yeniden fethedilme ihtiyacı…
1252] 5/Mâide, 51
1253] 48/Fetih, 1
1254] 110/Nasr, 1-3
- 515 -
Nedir Fetih? Fetih, kalplerin ve kapıların açılmasıdır. Fetih, kelime-i
tevhidin, içine girip fethettiği gönlün, heyecanını dışa taşırıp başkalarını da
kuşatıp yararlandırmasıdır. Şâirin; “Ballar balını buldum / Kovanım yağma
olsun!” dediği cinsten, tattığı güzellikleri, başkalarına ikram etmektir fetih.
Fetih, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur!” diyen muvahhidin, tüm ilâh
taslaklarına ve tüm putlara meydan okumasıdır. Karşısındaki, hangi dilden
anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. En büyüğün, sadece Allah olduğunun dünyaya
ilânıdır fetih.
Fetih, küfür kalelerinin İslâm’a açılması demek olduğu kadar, gönül
kapılarının da hidâyete açılmasıdır. İster dış, ister iç fetihten, isterse her
ikisinden beraberce bahsedelim, cihadsız, mücâhedesiz fetih olmaz.
Fetih, Allah’ın kullarını kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah’a kul etme
eyleminin zaferle sonuçlanmasıdır.
Fetih, toprakları ele geçirip işgal etmek değil; tam tersine, her şeyi sahibine
iâde etmektir. İçimizde ve çevremizdeki işgalleri kaldırmaktır.
Fetih, müslümanların ülke veya şehirleri i’lâ-yı kelimetullah amacıyla
İslâmiyet’e açmaları, İslâm devleti idâresine almaları demektir. Arapça’da “açma,
yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelen
feth, terim olarak İslâm’da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kavramına
benzer şekilde, müslümanların gayrı müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak
kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından
ayırmak amacıyla kullanılmıştır.
Fetih, öncelikle ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak
da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına
ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Medine’nin
savaşsız fethedilmesi ve İslâm’a kazandırılması hakkında Rasûlullah’ın şöyle
dediği rivâyet edilir: “Ülkeler ve şehirler zorla alınır: Medine ise Kur’an ile
fethedilmiştir”1255; “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik”1256 meâlindeki
âyet, askerî bir zaferin değil; Mekke’li müşriklerle hicrî 6, milâdî 628 yılında
yapılan Hudeybiye Antlaşması’nın arkasından inmiştir.
Fetih sûresinin 18 ve 27. âyetlerindeki “ fethan karîbâ/yakın fetih” ibâresi
Hudeybiye Antlaşmasından sonraki Hayber’in fethine, Nasr sûresinin 1 ve
Hadîd sûresinin 10. âyetlerindeki “el-feth” kelimesi ise, Mekke’nin fethine işâret
1255] Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân, I/6
1256] 48/Fetih, 1
- 516 -
etmektedir. Böylece Kur’ân-ı Kerim’de fethin hem savaş, hem dâvet ve tebliğ
yoluyla gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.
En mübîn, en büyük fetih olan Mekke’nin fethi ise; Allah’ın hükmünün
yeryüzünün kalbine nakşedilmesi; Lâ ilâhe illâllah mührünün dünyanın
merkezine vurulmasıdır.
Yeryüzünde halîfe olabilmek için, tüm kulluk ve kölelikleri reddedip
sadece Allah’a hakkıyla kulluk yapmak şarttır. Kulluk yapmak, yani ibâdet
etmek için yöneleceğimiz bir kıbleye ihtiyacımız olacaktır. Aynen başkalarına
kulluk yapanların kıblelerinin Washington, Çankaya, Medya... olduğu
gibi. Bizim kıblemizi tâyin eden Rabbimiz şöyle buyurur: “Yüzünü Mescid-i
Harâm’a çevir.”1257 Bu emre uyarak kıblemize yüzümüzü çevirip dikkatlerimizi
Mekke’ye yöneltmeli, oraya doğru “Allahu ekber!” diyerek kıyâma durmalıyız.
Bugün Mekke’miz ne durumdadır? Yeniden fethi bekleyen Mekke’mize
yüzümüzü çevirip kıyâmımızı bekleyen başka Mekke’lerimiz olup olmadığını
değerlendirmeliyiz. İslâm âleminin kalbi durumunda olan Kâbe ve Mekke ile,
yine işgal altındaki kendi kalplerimizi mukayese etmeliyiz. Asr-ı Cehâlette Ebû
Cehiller tarafından, arzın kalbi Kâbe ve Mekke nasıl işgal edildi ve putlarla
doldurulduysa; arzın halîfesi olması gereken insanımızın kalbi de işgâle uğrayıp
putlarla dolduruldu. Önce, bu putlardan uzaklaşmalı, hicret edecek Medine’ler
bulmalı; sonra Mekke’lerimizi fethedip oraların sadece Allah’a kulluk yapılacak
yerler olmasını sağlamalıyız.
Bu anlamda fetihler bekleyen Mekkelerimiz: Gönüllerimiz, evlerimiz,
çevremiz ve halîfesi olduğumuz/olmamız gereken tüm dünyamızdır.
Allah’a ibâdet eden, Kâbe’ye, Mekke’ye yönelmiş müslümanlar, ilk kıblelerinin
de halini düşünmek zorundadır. Kudüs’ümüz, Mescid-i Aksâ’mız ne durumda?
O da fetih beklemiyor, yeni Salâhaddin’leri imdâda çağırmıyor mu?
Cemaat halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma
dursalar, bu işgal, yerini fethe kısa bir anda bırakmaz mı? Cemaat ve ümmet
bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, fetih şuuruyla Mekke
fâtihleri gibi davransak; Filistin’deki zulüm, Irak’taki vahşet, karşımızda kaç
dakika dayanabilir?
Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları? İnsan, yeryüzünün halîfesi olarak,
ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır.1258 Bu kerem vasfını,
1257] 2/Bakara, 144
1258] 2/Bakara, 30; 95/Tîn, 4
- 517 -
ancak müslümanlar devam ettirmiş, diğerleri dört ayaklılardan aşağı seviyeye
düşmüştür.1259 Peki, müslümanların hepsi, Allah katında aynı değerde midir?
Hucurât sûresinde; “Allah yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız,
O’ndan en çok korkanınızdır.”1260 buyrulurken, Nisâ sûresinde; “Allah,
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün
kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı.”1261
buyurulmaktadır. Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: “Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”1262 Demek ki bilenler, yani âlimler bu âyete
göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı şahsiyetin fazîleti ifâde
edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur’an’a göre kimdir, düşündünüz mü?
Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz: Takvâ sahibi, cihad eri
âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sahip, ilimde
derinleşmiş, müttakî gönül adamı.
Bilindiği gibi, takvâ kalptedir; ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde.
Fazîletin esası, bu üç gücü dengeli bir şekilde birleştirmektedir. İlim
olmadan kaba kuvvet, sahibini kolayca zâlim ya da terörist yapabilir. Takvâ
olmadan bilgi, hatta vahye dayalı ilim bile müşrik düzenin destekçisi Bel’am
yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleşmez. Çünkü Allah “Kulları
içerisinde ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”1263 buyurmaktadır.
Dolayısıyla öğrendikleri, kişiyi Allah’tan, daha fazla huşû ile korkutup takvâya
meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim; öğrenen kişi de âlim değildir.
Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte
güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.
Bugün İslâmî çalışma yapanların başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına
çağdaş ayna olamaması, bu altın sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim
için ciddî gayret göstermemeleriyle ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti, ya da maddî
imkânı olan müslümanın ilmi yetersiz kalmakta; dışından takvâ sahibi olduğu
zannedilen kişiler, ellerine gücü, kafalarına bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim
zannedilen kişilerin çoğu ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından,
korkup İslâm’ı ketmetmekte/gizlemekte, kafaları kadar gönüllerini doldurmayı
da düşünmemekteler. Fili olduğu gibi tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı fil
zannetmekle kalmamakta, başkalarını da bu organın fil olduğuna inandırmaya
çalışmakta, hatta gözü açık olanların da bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.
1259] 95/Tîn, 5; 7/A’râf, 179
1260] 49/Hucurât, 13
1261] 4/Nisâ, 95
1262] 39/Zümer, 9
1263] 35/Fâtır, 28
- 518 -
Fetih rûhuna sahip olmanın önündeki en önemli engel bu olduğuna göre, fâtih
olmanın yolunun da nereden geçtiği ortaya çıkmaktadır. Kur’an’a bakıyoruz;
İman ve küfrü, tevhid ve şirki, bunların aralarındaki savaşı görüyoruz. Tarihe
bakıyoruz; tarihin hak ve bâtıl mücâdelesinden ibâret olduğunu görüyoruz.
Günümüze bakıyoruz; manzara yine aynı: İşgalci müstekbirler ve zulme
uğrayan müstaz’af kalabalıklar.
Anadolu, 10. ve 11. yüzyıllarda gönül ve kafa yoluyla fethedildi; kılıçla
değil. Moro, Malezya, Endonezya gibi ülkeler, İslâm’ı yeterince bilen, bildiğini
yaşayan, yaşadığını tebliğ eden müslüman tüccarlar tarafından kılıçsız
fethedildi. Aynen kan dökülmeden fethedilen Mekke gibi. Mekke; fetihte
de önder şehir. En büyük fetih, Mekke’nin fethi; en büyük fâtih de Hz.
Muhammed (s.a.s.). O, Mekke’nin, Medine’nin, Tâif’in, Hayber’in, tüm
Arap yarımadasının fâtihi olduğu gibi, O’nun öğrencileri, O’nun izini
tâkip ederek 30 sene içinde o günkü dünyanın iki süper devletinin ikisini
de fethetti. Fetihler, Mekke’nin fethine benzediği oranda fetih, fâtihler de
Peygamber’e benzediği ölçüde fâtihtir. Gönülleri fethetmeden yapılan ülke
fetihlerinin ne kadar fetih özelliği taşıdığı tartışılabileceği gibi, bunlar uzun
süreli de olamaz. Başlarında büyük fâtihin (Rasûlullah’ın) izini tâkip eden
yöneticiler olmaksızın ele geçirilen yerler, fetihle ihyâ edilen yerler değil;
işgal ile imhâ edilen topraklar olacaktır.
Fetih; açmak demektir, yani kapalılığı gidermek. Bir memleketin fethi de,
savaşla veya savaşsız Allah’ın hâkimiyetine boyun eğdirilmesi demektir. Kalbin
fethi ise, kalbi “lâ” süpürgesiyle temizleyip “illâ Allah”ı o tertemiz gönül sarayına
yerleştirmektir. Fetih, önce gönüllerimizde olmalı; sonra dalga dalga çevreye
yayılmalı. Gönüller her türlü şirkten ve her çeşit puttan arınmalı öncelikle. Önce
kalbimizin burçlarına dikmeli ve orada her an dalgalandırmalıyız tevhid bayrağını.
Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül
kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca
açılacaktır. Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığı için,1264 bir kalp ya Allah’a tahsis
edilmiştir, ya da başka bir şeye. Kalp Allah’a tahsis edilmişse, o kalp Beytullah olur.1265
Böyle bir kalp artık Kâbe’ye, bu mukaddes evin bulunduğu Mekke’ye dönmüştür.
İşte o zaman Mekke’mizi fethetmiş, işgalcilerden, putlardan temizlemiş oluruz.
Mekke’nin şehirlerin anası1266 ve dünyanın merkezi olduğu gibi; vücudun başkenti
de kalptir. Kalbin fethi, insanın fethidir; insanların fethi de ülkenin ve dünyanın.
1264] 33/Ahzâb, 4
1265] 50/Kaf, 16; 8/Enfâl, 24
1266] 6/En’âm, 92
- 519 -
Allah’tan gayrıya tahsis edilmiş, Allah’ı sever gibi başka sevgilerle dolmuşsa,
işgal edilmiştir gönül. Şeytanın, tâğutun, hevânın işgali altındadır. Veya para,
kadın, sanat, spor, makam gibi putlar tarafından işgale uğramış demektir.
Böyle bir gönül, ne Mekke’nin fethini, ne de başka fethi anlayabilir. O kalp ve
sahibi için 31 Aralık gecesi Fetih gecesi değil; yılbaşı gecesidir. Beytullah olması
gereken kalpte putlar varken, orayı fethedip özgürlüğüne kavuşturmadan Mekke
fethini ve Beytullah Kâbe’deki putları deviren en büyük fâtih Rasûlullah’ı nasıl
an(lay)acağız? Beytullah da, Mekke de içimizde. Fetih önce gönülde ve kafada
olmalı. Sonra evimizde, iş yerimizde, çevremizde...
Günümüzde istismar edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurban
edilmeyen erdemden söz edilemez olmuştur. Fetihle işgal, ıslâh ile ifsâd, amel-i
sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile anarşi, özgürlük ile başıboşluk, sabır ile
zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile ihmalkârlık, ilim ile
faydasız bilgi, takvâ ile şekilcilik, tebliğ ile propaganda, dâvet ile çığırtkanlık,
denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici heves birbirine
karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve bileklerin dengeli beslenmediği ve birbirleriyle
uyumuna önem verilmediği ortamlarda bu karışıklıktan başka bir şey beklemek
zâten cehennemde saraylar aramaya kalkmak demektir.
Mekke, bugün yeniden fethedilmeyi beklemektedir. Aynen, İstanbul’un ve
diğer şehirlerimizin yeniden fethi beklediği gibi. Ancak, unutmamalıyız ki,
kendini fethedemeyen şehirleri hiç fethedemez. Kaybolan nesilleri fethetmeye
çalışmayan, ülkeler fethedemez. Önce, işgale uğramış gönüllerimizi ve
akıllarımızı işgalden kurtararak fethe başlamalıyız. Caddeler, sokaklar cahiliye
rezillikleriyle işgale uğramış. Okullar, heykeller ve resimlerle, o resmî simgelerin
çağrıştırdığı zihniyetle işgal edilmiş. Mahkemeler tâğutun hükümleriyle işgal
edilmiş, meclisler tâğutlar tarafından işgali her şeyiyle yaşamış. Daha ne
diyelim: Câmilerimiz bile işgalden payını almış, devlet dairesi haline gelmiş,
tâğutlara dua edilen tâğutî zihniyetlere çağrılan yerler olmuş. Öyleyse fâtih
adaylarına çok iş düşüyor. Önce kendini fethetmeye çalışacak, sonra halka halka
halkı fethe gayret edecek, sonra büyük fetih nasip olacak, çevresini kurtarmaya
çalışarak Müslüman kendisi kurtulacak. Başkalarını değiştirmeye, fethetmeye
uğraşmayan kendisi başkaları tarafından işgal edilmeyi hak ediyor demektir.
Kur’an’la kâfirlere karşı en büyük cihadı gerçekleştirmeye çalışan, bu gayeyle
yaşayan muvahhidlere selâm olsun!
- 520 -
54. HUTBE
23 NİS AN, ÖFKE DUYUYOR İNSAN!
Âyet :
ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلٰى شَر۪يعَةٍ مِنَ الْ امَْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَ ا تَتَّبِعْ اَهْوَآءَ الَّذ۪ينَ لَ ا يَعْلَمُونَ
“Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzere kıldık o halde ona uyun
bilmeyenlerin hevâsına uymayın.”1267
أذَْنْ بهِِ اللهُّٰۜ وَلوَْلَ ا كلَمَِةُ الفَْصْلِ لقَُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَانَِّ � امَْ لهَُمْ شُرَكؤُٰٓ۬ا شَرَعُوا لهَُمْ مِنَ الدّ۪ينِ مَا لمَْ يَ
الظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
“Yoksa Allah’ın dinde izin vermediklerini sizin için şeriat haline getiren
ortaklarınız mı var?”1268
Bir taraftan devlet dininin kutsalı Atatürk ve çocuk bayramı, diğer taraftan
Diyanet’in yönlendirmesiyle 20-26 Nisan tarihleri arasında kutlanan Kutlu
Doğum Haftası ve Peygamberimiz. Şimdi Kutlu Doğum Haftası kutlanmıyor
artık. Sebep: Bid’at olduğu için değil; Kutlu Doğum, belki hatırlarsınız; Fetö’nün
teklifiyle uygulanmaya başlanmıştı, onun için. Fetullah Gülen teklif ettiği ve
kabul görüp onun girişimiyle kutlanmaya başlandığı için. O zaman Fetö değil;
Hoca Efendi idi. Saray mollası ve koalisyon ortağı (gibi) idi. Şimdi, terörist başı
kabul edilip onun girişimiyle uygulanan Kutlu Doğum Haftası iptal edildi.
Artık dost değil düşman; eyvallah anladık. Ama, 23 Nisan kutlanmaya ve
Atatürk anılmaya devam ediyor. Fetö kötü ve düşman ilan edildi, ama Çocuk
Bayramı ve Atatürk’ten rahatsız olan yok. Birbirine düşman iki ayrı lider
birlikte kutlanıyordu. Halkı iki dinli, iki peygamberli yaptılar. Şimdi Atatürk
tek lider kabul ediliyor. Artık ona hiç kimse şirk koşturulmuyor. Hakla bâtıl
karıştırılıyordu, şimdi ise sadece bâtıl hâkim.
23 Nisan Çocuk Bayramını camide hutbe okuyarak kutlamak ise, halkı
çocuk yerine koymak anlamına geliyor aslında. Cemaatten “Burası devlet
dairesi mi, biz de çocuk muyuz?” diyen çıkmıyor. Bazı camilerin ana kapısına
rejimin simgesi Türk bayrağı asılıyor, cemaatten hiç tepki gelmiyor. Bu gidişle
camilere heykel de konulsa kimse itiraz etmeyecek.
1267] 45/Câsiye, 18
1268] 42/Şûrâ, 21
- 521 -
Halk ın Egemenliği ve Çocukça Bayram
23 Nisan’da ne olmuş? TBMM’nin Ankara’daki açılışı gerçekleştirilmiş.
Gelin bu açılış gününe gidelim ve neler yaşandığına bir bakalım. Hacı
Bayram Camiinde Cuma namazı kılıyorlar ondan sonra çıkıp hep birlikte
tekbirlerle, tehlillerle ve Peygamberimizin sancağını önde taşıyarak meclise
kadar yürüyorlar. Ve devamında bu sancağı kutsal bir sembol olarak kürsüye
yerleştiriyorlar ve Kur’an okuyorlar. Hatimler indiriliyor, Kur’an hatminin
yanında hurafe olarak da Buhari hatimleri bile indiriliyor. Meclis başkanın
arkasına denk gelen duvara Şura Suresinin “Onların işleri aralarında şura
iledir” ayeti asılıyor. Konuşmalar besmele ve Allah’a hamd ile başlıyor. İşte
Meclis böyle açılıyor, ama bir süre sonra ülke yönetimini tümüyle ele geçiren
Atatürk ve yandaşları tarafından bu ülkenin halkları tehdit ediliyor ve büyük
bir baskı ve zulüm ortay çıkıyor; Kur’an öğrenmek, Arapça okumak, İslâm’ı
tebliğ etmek yasak ilan ediliyor.
23 Nisan, Kemalist rejimin temelinin atıldığı bir gündür. Şeriat yerine beşerî
yönetime gidişin adımları, bugünlerde gündeme gelmeye başladı. İslam şeriatı
ilk tehdit ve düşman ilan edilmişti. Hâlbuki Rabbimiz “Sonra seni de emrimizden
bir şeriat üzere kıldık o halde ona uyun bilmeyenlerin hevâsına uymayın.”1269
buyuruyordu.
Meclis, kanun yapar, İslâmî kavramla söylersek teşrî yapar, yani insanların
hangi kanunlarla yönetileceğini kendisi belirler. Kur’an ise şöyle buyurur: “Yoksa
Allah’ın dinde izin vermediklerini sizin için şeriat haline getiren ortaklarınız mı
var?”1270
Meclis, kanun koyarken Allah’ın hükmünü, kitabını hiç kaale almaz, onu
referans kabul etmez. Kur’an ise; Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin kâfir,
zâlim ve fâsık olduğunu belirtir.1271
Allah’ın şeriatına muhalif şekilde insanları yöneten, Batı devletlerini örnek
alan ve Atatürk ilkelerini temel ölçü kabul eden bir rejim kurulmuştur.
Kur’an, bu tür rejimlere ve yöneticilerine tâğut adı vermekte ve bütün
mü’minlerin tâğutu reddetmeleri gerektiğini bildirir.
23 Nisan’da meclis, namazla, Peygamber sancağı ile, Kur’an ve Buhari hatmi
ile, tekbir ve tehlillerle, tabii dualarla açılmıştı. Sonra ipleri ellerine geçirenler
İslâm’a savaş açarlar. 23 Nisan’la açılan meclisin kanunlarına göre; şeriat birinci
1269] 45/Câsiye, 18
1270] 42/Şûrâ, 21
1271] 5/Mâide, 44, 45, 47
- 522 -
tehdit olur, halkın dinine, Kitabına savaş açılır. Ezanlar susturulur, Allah demek
bile yasaklanır.
Türk ulusalcılığı resmi ideoloji ve din haline getiriliyor. Devletin adı Türkiye,
halk Türk vatandaşı, liderin soyadı Atatürk. Tabii, Kürtler ve diğer ırklar
dışlanıyor. Kürt kimliği reddedilir, Kürtler ve diğer ırklar asimilasyona uğratılır.
Kur’an, üstünlüğün takvâda olduğunu belirtir. İslam, Arab’ın aceme, acemin
Araba üstün olmadığını ilan eder.
Laiklik zorla halka dayatıldı. “Devletin dini İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı.
Devlet dinsiz, din de devletsiz oldu. İslâm, laikliği reddeder ve Allah’ın hükmüyle
hükmetmeyi temel görevlerden biri olarak görür.
Harbiye marşında “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” deniyor.
Evet, kanla kurdukları doğru ama irfan hiç bu ülkenin sisteminin içine
girmedi.
Padişahlığı kaldırdı bu meclis, Ama başta Atatürk tam bir padişah ve diktatör
idi. Milletvekilleri de yarı padişah kabul edildi.
Bu sistemi kabul ettirmek için çok kan döktüler. Büyük acılar çektirdiler,
yaygın zulümler yaptılar ülke halklarına. Üstelik “Halka rağmen halk için” diye
bir slogan da üretildi biliyorsunuz. “Halk cahildir, halk kendisinin menfaatinin
nerede olduğunu bilmez, kendisi için neyin hayırlı olduğunu akledemez, halka
rağmen ama halk adına tercihleri biz yapacağız.” dediler. Ondan sonra da
utanmadan halkın egemenliği yalanını söylemeye devam ettiler.
Şirke, cahiliyeye dayalı anayasalar yapıldı sürekli. Sık sık değiştirilen halka
rağmen yaptıkları anayasalar ülkenin insanlarına dayatıldı. Bu ülkede hiçbir
zaman halkın sözü geçmedi. Zalim oligarşilerin egemenliği söz konusu oldu
hep ve halk sürekli ezildi, horlandı.
Ulusal egemenlik ya da halkın egemenliği adı altında nasıl bir despotizmin
süregeldiğini hepimiz yaşayarak biliyoruz. Halkın egemenliği diye halkı
kandırdılar. Hep oligarşik bir zümrenin baskıcı diktatörlüğü söz konusu oldu.
Gerçekten de halka yönelik çok büyük zulümler yapıldı. Kürt, Türk, Arap,
Roman, Sünni, Alevi herkes ezildi, horlandı, sömürüldü, işkence gördü, hakları
gasp edildi. Halkın egemenliği bile olsa, İslâm’a ters idi yönetim. İslâm Hakkın
egemenliğini öne çıkarıyordu; ona son verip hevânın egemenliğini esas aldılar.
23 Nisan’la birlikte Atatürk diye biri ilâhlaştırıldı. Onun inkılapları, onun
ilkeleri, onun kurtarıcılığı gibi ifadelerle onun putlaştırılması… Kovdukları
- 523 -
padişahlar hiç değilse putlaştırılmıyordu. Biz, tabii ki padişahlığı değil, asr-ı
saâdet yönetimini istiyoruz.
Hâlbuki İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığını ısrarla vurgular. Ve bu tevhid
inancını dinin esası kabul eder.
Daha önce uygulanan şeriat kanunları kaldırıldı. Onun yerine İsviçre’den
medeni kanun, İtalya’dan ceza kanunu, Almanya’dan Borçlar kanunu,
Fransa’dan Laiklik ve giyim-kuşam alındı. Hani, TBMM kanun yapacaktı,
bazen kanun yapma yerine, kanun ithal etmeyi tercih etti; yeter ki şeriat olmasın
da dün savaştığın ülkelerin kanunu olsun, önemli değil dendi.
Aşağı yukarı her 10 yılda bir ihtilaller oldu, darbeciler Cumhuriyeti koruma
ve kollama iddiasıyla ülkeyi sıkıyönetimlerle, Ohal ile, baskı ile yönetmeyi
tercih ettiler. Gerekçe belli idi: Demokrasiyi rayına oturtmak. Bu görevi Atatürk
orduya vermişti, onlar da seve seve bu görevi üstlenmiş oldular. ,
Böyle bir ülkede Çocuk bayramımı kutlanmalı yoksa ezilen sömürülen
tecavüze uğrayan zihinleri işgal edilen fıtratları bozulan çocuklara mı
ağlanmalı?
İşte “Halkın ya da ulus’un/’millet’in egemenliği “ yalanı böyle bir zeminde,
böyle zulümlerle sürdürüldü. Şimdi de “Çocuk Bayramı” olma yalanı altında
aslında bu ülkenin çocuklarına ne büyük zulümler yapıla geldiğinin üzerinde
duralım. Bu ülkenin ezilen, horlanan ve harcanan çocuklarından bahsedebiliriz.
Bu ülkede milyonlarca çocuk harcandı, ezildi. Her şeyden önce öğütüm
sistemine dönüştürülen eğitim sisteminde esir alındı çocuklarımız. Zihinleri
resmi ideoloji ile işgal edildi, ruhları kirletildi, fıtratları bozuldu. Sözde çocuk
bayramı olduğu iddia edilen 23 Nisan’da bile çocuklara zulmediliyor. Bu
günde de çocuklar zorla götürülüyor ve resmi ideolojiye bağlılığa zorlanıyorlar.
Bu ülkede “Sokak Çocukları” diye bir kavram üretilmiştir. “Tinerciler” diye
nitelendirilen çocuklar vardır. Hâlbuki bu çocuklar, fıtraten tertemiz olarak
emanet edilmişlerdi. Bu duruma getirilmelerinden bu ülkedeki yöneticiler
mesuldürler. O çocukları Kemalist sistem tinerci yaptı, sokak çocuğu yaptı.
Ondan sonra da utanmadan çocuk bayramı kutlamaları yapılıyor. Hangi
çocuk bayramı? Çocuklar nasıl bir zulüm altındalar yıllardır? O çocuklar nasıl
tinerci oldular? Nasıl sokak çocuğu oldular? Çocuk yaşında karın tokluğuna
çalıştırılan on binlerce çocuk var. İstismar edilen, sömürülen, tecavüze
uğrayan, çocuk pornografisinde taciz edilen çocuklar kimin eseri? Bunları
niye önlemiyorsunuz? Mendil satmaya zorlanan çocuklar niye sokaklarda? O
çocuklar çok mu zevk alıyorlar bunu yapmaktan? Trafiğin ortasında, her an
- 524 -
bir araba çarpma ihtimali olan bir zeminde bir tane mendil satıp da evine bir
şey götürebilme telaşında ve belki de onu kullananlara, istismar edenlere bir
şeyler götürecek... Neden bunun önlemi alınmaz? Neden adaletle o çocuklar
korunmaz? Neden merhametle kuşatılmaz? Neden merhametle o çocuklara
kendilerini geliştirebilecekleri eğitim ortamları hazırlanmaz?
Ülkeye büyük zararlar veren yöneticiler, generaller serbest; 28 Şubat’ta darbe
yapan generallere formalite icabı müebbet verildi, sonra hepsi salıverildi. Ama
taş atan çocuk on beş yıla mahkûm ediliyor. İşte Kemalist sistemin adaleti…
Evet, çocuk bayramı kutlayarak zulümlerini örtmeye çalışan ülkenin hukuk
anlayışı bu. Hatırlayın bu ülkede Baklava çalan çocuğa on iki yıl hapis cezası
verdiler, ama bankaları batıranlar serbest kaldılar. Bankaları boşaltıp fakir
halkın yüz milyar dolarını çalanlar hep desteklendiler, korundular. Emekli
generaller, batan bankaların yönetim kurullarında yer aldılar. Neden? Tabii
ki, nüfuz ticareti ve dönen çarka şemsiyelik yapmak için.
Bu ülkeyi ne hale getirdiklerini görmemiz gerekiyor? Daha dün denilecek
kadar yakın zamanda Özgecan olayı oldu. Unutuldu mu yoksa o zina teklifine
direndiği için yapılan cinayet?
Müslümanlara Müslümanca faâliyet konusunda nice zorluklar, yasaklar,
kınamalar revâ görülürken; cemaatler, dernek ve vakıflar kapatılma riskiyle karşı
karşıya kalıyor. Bununla birlikte, her türlü ahlâksızlığa, cinsel azgınlığa sonuna
kadar özgürlük veriliyor. Bir Müslüman, Müslümanca, günaha girmeden caddeye
çıkamaz, denizden, deniz kenarından istifade edemezken; inlerinden çıkmış
iki ayaklılar yatakta yapılacak şeyleri sokakta yapma özgürlüğünü doyasıya
kullanıyor. Siz Allah’tan korkmazlar, siz düzenciler, siz laikler, Atatürkçüler,
Batıcılar! Sizin Özgecan’ın katli ile ve her gün tecavüze uğrayan kızlarla ilgili
sızlanmaya hiç mi hiç hakkınız yok. Siz öldürdünüz bu kızı. Sadece bu kızı
değil, milyonlarca Özgecan’ı. Dünyasını da âhiretini mahvettiniz kızların. Eski
Arap câhiliyesinde kızları diri diri toprağa gömerlermiş, sizler daha fecisini
yapıyorsunuz, kızların âhiretlerini mahvederken. Dünyada iffetten, hayâdan,
tesettürden, dinden-imandan soyarken. Düzenciler, laikler, Batılılar! Övünün
eserlerinizle. Bu katiller sizin eseriniz. Sizin okullarınızda okudu, Allah’ın
kanunu yerine Atatürk ilkelerini öğrendi. Siz azdırdınız bu gençleri. Açıkta
bırakılan yerlerinin örtülen yerlerinden daha çok olduğu sözüm ona giysilerle
siz baştan çıkardınız bu gençleri. Gâvuru bile utandıracak TV. Programlarıyla,
bakılacak yeri okunacak yerinden çok fazla olan boyalı basında siz özendirdiniz
fuhşu. Ahlâk nutukları atmaya hakkınız yok. İmansız ahlâk mı olurmuş hiç?
Olsa olsa ne idüğü belirsiz “etik” olur. İmanın olmadığı ahlâk, delik kaba su
- 525 -
doldurmaya benzer. Niye ahlâklı olsun ki çağdaş insan?! Hem, çıplaklık, zina,
içki ahlâksızlık mıdır ki? Ahlâksızlık olsa, devlet ve hükümet ahlâksızlığa
müsaade eder mi hiç? İmanı, tevhidi, Kur’an ahlâkını gündeme bile getirmeyen
hükümetin, İslâm’a kapalı ama küfrün her çeşidine açık Kemalist düzenin, laik
ve karma eğitim sisteminin aslan (aslında sırtlan) payı var Özgecan olayında
ve her gün şahit olduğumuz yeni tecavüzlerde, vahşice öldürmelerde. Allah’ı
hukuka, ahlâka, eğitime, devlete karıştırmayanlar, siz, evet siz suçlusunuz;
katilleri, sapıkları siz yetiştirdiniz, onları bu hale siz getirdiniz, dolayısıyla katil
ve saldırgan sizsiniz. Ülke sapıklar memleketine döndü. 3 yaşındaki bebeye de
70 yaşındaki nineye de namus güvenliği yok. Her an tecavüze uğrayabilirler.
Akrabalar arası tecavüzler, kesip biçmeler… İlkokul ve hatta ortaokul öğrencisi
çocuğunu anneler, kendi başlarına okula da sokağa da gönderemiyor artık.
Herkes birbirinden çekiniyor, korkuyor. Mahvettiniz çocukları. Sonra çocuk
bayramı, öyle mi?
Devletin bölünmez bütünlüğü putu adına, resmi ideoloji putları adına, ha
bire ülkenin insanları, çocukları katledildi 98 yıldır. Unutturulan ötekileştirilen,
cezaevlerinde çürütülen, ümitleri gelecekleri karartılan çocuklarımızı
düşünelim.
Okullarda okuyacağım diye hayâdan, iffetten uzaklaştırılan çocukların
hesabını kim verecek? İlköğretim ve ortaöğretim çağındaki okul çocuklarına
Cuma ve pazartesi günleri heykellere taptırmak zulüm değil de nedir?
Çocukların küfre girmesinin, çocukları müşrik hale getirmenin bayramı
mı kutlanıyor? Bunca zulüm altındaki çocukların olduğu bir ülkede çocuk
bayramı kutlama iddiası ülkenin tüm çocukları ve halklarıyla alay etmekten
başka bir anlam taşır mı? Kendi halkına bu kadar zulüm yapan bir ülke, bir
sistem nerede var? Çocukları okullarda, meydanlarda, salonlarda bugün
zorla toplayıp bayram adı altında yine zulüm sürdürülüyor. Heykeller, putlar,
tapınmalar, Atatürk’ü ilâh veya peygamber yerine koyan şiirler… “Bugün 23
Nisan, Neşe doluyor insan…” Hayır, biz neşe dolmuyoruz, demek ki onlara
göre insan değiliz. Yani oyun çocuklarına tam bir oyun oynanıyor...
Halk ın Egemenliği mi Oligar şik Diktatörlük mü ?
İslam şeriatı ilk defa tehdit ve düşman ilan edilmişti. Hâlbuki Rabbimiz
“Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzere kıldık o halde ona uyun; bilmeyenlerin
hevâsına uymayın”1272 buyuruyordu. Yeni sistem bilmeyenlerin hevâsını tercih
1272] 45/Câsiye, 18
- 526 -
ediyor, zanlar ve hevâlar ilâhlaştırılıyor, üstelik Şûrâ sûresindeki şûrâ âyetini
oraya asıyorlar. Aynı sûrenin başka bir âyetinde ne diyor Rabbimiz; “Yoksa
Allah’ın dinde izin vermediklerini sizin için şeriat haline getiren ortaklarınız mı
var?”1273 diye soruyor. Evet, tam da bu ayetin uyardığı gibi yaparak ortaklar
ihdas ediyorlar Allah’a. Yani Allah’ın hükümlerine rağmen hüküm koyma
yetkisini kendinde gören, kendini ilahlaştırılan bir kurum haline getiriyorlar
oligarşinin tahakkümü altındaki TBMM’ni ve tabii ki esasta oligarşiyi.
Türk ulusalcılığı, Atatürkçülük ve pozivitizmin karışımından bir resmi
ideoloji oluşturuyor ve bu ülkenin insanlarına dayatıyorlar. Türk ulusalcılığı
resmi ideoloji ve din haline getirilince, bu sefer Türklerden sonra kalabalık
nüfusu oluşturan Kürt halkı sebebiyle, Kürt kimliğini ve Kürt ana dilini tehdit
ve düşman ilan ediyorlar. Bunun üzerine asimilasyon başlıyor ve on binlerce
insan, haksız yere zulme uğruyor, katlediliyor. Seküler bir sistem zorla kabul
ettirilmeye çalışılıyor. Zaten biliyorsunuz harbiye marşında “Kanla irfanla
kurduk biz bu cumhuriyeti” deniyor. Evet, kanla kurdukları doğru ama irfan
hiç bu ülkenin sisteminin içine girmedi. Ama bu sistemi kabul ettirmek
için çok kan döktüler. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız, öncelikle yattığı
yerden Atatürk’ün ve onun ilkelerinin, silahlı kuvvetlerin, Sonra Amerika’nın,
TÜSİAD gibi para babalarının, medyanın, bürokrat kesimindir. Ondan sonra
bütün bu gruplara ters düşmemek şartıyla biraz da seçilenlerindir. Halkın bu
egemenliklerle pek bir bağlantısı yoktur.
Allah rızası için aklımızı başımıza toplamalıyız ve tüm tâğutlara ve en
başta tâğutî rejime karşı tavır almalıyız. Bu ülkenin insanlarına ve çektikleri
ıstıraplara sahip çıkıp, zulme ve zalimlere karşı durmamız; İslâmî ve insanî
sorumluluğumuzdur. En büyük zulmün şirk olduğunun bilinciyle, tevhidi ve
adaleti ikame etme mücadelemizi ısrarla ve tavizsiz bir biçimde sürdürmeliyiz.
Tevhidi ve adaleti ikame etmek için Kur’an toplumunu inşa etmemiz lazım.
Bunun için mü’minler olarak adım adım vahdete doğru yürümemiz lâzım.
Türkiye Kur’an Toplumu diyebileceğimiz bir yapıyla açıkça ve başımız dik
olarak, ona layık olmak için seferber olmalıyız. Kur’an ahlakını kuşanıp, Kur’an
Toplumunun inşasının ardından Ümmeti inşa etmek için; Kur’an’ın gösterdiği
yolda ve ilk neslin bıraktıkları yoldaki işaretleri dikkate alarak hep birlikte
yürüyeceğiz inşallah. Hiç değilse bu yolda öleceğiz.
1273] 42/Şûrâ, 21
- 527 -
55. HUTBE
19 MAYIS ADIM ATMA BAYRAMI!
Âyet :
وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالمُِ عَلىٰ يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَب۪يلا يَا وَيْلَتٰى لَيْتَن۪ي لَمْ
اَتَّخِذْ فُلَاناً خَل۪يلاً لَقَدْ اَضَلَّن۪ي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ اِذْ جَٓاءَن۪يۜ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْاِنْسَانِ خَذُول اً
“O gün zalim kişi ellerini ısırarak der ki: ‘Ah keşke Peygamberle birlikte bir
yol edinmiş olsaydım.
Yazık bana! Keşke filancayı dost edinmeseydim!
Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur’an’dan)
saptırmış oldu.
Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakıp rezil ediyor.”1274
Adı konulmamış Peygamber taslağı, altı iman esasına alternatif olsun diye
altı ok adıyla ilkeler koyar. “Elhamdu lillâh Müslümanım” cümlesine nazîre
olarak “ne mutlu Türküm diyene” dedirtir. Peygamberimizin hicreti vardır;
devlet kuran hicret. Peygamberimizin Medine’ye adım atmasına alternatif
olarak o da Samsun’a adım attığı günü bayram ilan eder. Ne olmuş, ne olmuş;
filan kimse Samsun’a ayak basmış! O da önemli sayar bir başka ülkeye gider gibi
başka bir şehre gidişini. Cumhuriyet rejimi için atılan adımdır bu çünkü. “Bu
adım attığım gün bayram olsun!” diye kükrer. Çocuklara, yok yok, çocuklara
değil, gençlere bayram olsun. O olsun dedimi olur, o başpadişah.
Cumhur; çoğunluk, ekseriyet anlamına gelir. İslâmî literatürde İslâm
âlimlerinin büyük bir çoğunluğunu ve genel eğilimini yansıtmak için cumhûr-ı
ulemâ terimi şeklinde kullanılır. Çoğunluk anlamındaki cumhûr kelimesinden
türeyen cumhuriyet; terim olarak bir toplumu yönetme yetkisinin, seçimle
halktan alındığı siyasal örgütlenme biçimine denir. Cumhuriyet, tek kişinin
bir toplumu yönetmesi anlamındaki “monarşi”nin karşıtıdır. Cumhuriyet
yönetiminde, toplumu yönetecek olanlar, halk tarafından seçilir. Monarşide ise
böyle bir seçim yoktur; yönetim, babadan oğula veya kardeşe geçen bir sistemle
iş başına gelen bir kişi tarafından yönetilir. Her ikisi de İslâm’ın reddettiği
yönetimlerdir. İslâmî sistem, bey’at denilen özel bir seçimle iş başına gelmiş,
1274] 25/Furkan, 27-29
- 528 -
yönetimde ehil ve emin kişilerle istişare ederek Allah’ın indirdiği hükümlerle
adâletli şekilde hükmeden, bizim gibi müslüman olan kişilerin yönettiği;
Peygamberimizin Medine’deki yöneticiliğini örnek alan sistemdir. Bugünü
bayram kabul etmek, işte böyle bir devlet sistemini istememek, yönetimde
Peygamberimizi değil, Atatürk’ü örnek almak demektir.
Bu gün, Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı imiş. Anma, yani zikir…
Kaç defa çekmemiz gerekiyor ki… 1000 mi, 1500 mü, yoksa 1919 mu? Yüzüncü
yılda daha çok tantana bekleniyordu. Herhalde heveslerini 2023’e saklıyorlar.
Herkes atasının izinden gidiyor. Atalar yolu denen şey bu olsa gerek. Türkiye
Cumhuriyeti, vatandaşlarını önce Ataist, sonra ateist yapılmaya uğraşan, okulları
bu konuyla görevlendiren bir sistemsiz sistem, düzensiz düzen. Gençlerin hali,
tam bayramlık gerçekten. İşsiz, dâvâsız, idealsiz; inanç ve ahlâk kalıplarından
kurtulan özgür gençler. Kitapsız, namazsız yapabilen; ama telefonsuz, müziksiz,
futbolsuz yapamayan gençler…
Sadece 19 Mayıs’ta değil, her gün bayram yapması gerekir gençlerin… Sporun
da bayramı mı olurmuş, demeyin. T.C.’de olur. Spor demek buralarda, futbol
demektir. Trabzon – Fener, Bursa-BJK örneklerinde olduğu gibi “ölmeye gelen”
savaşa gider gibi gidilen maçlar. Demek ki bu bayram, sporun kurban bayramı.
Kurbanlar da top olacak değil, top seyircisi gençlik.
Kazançlara bayram; kayıplara mâtem yapılır. 19 Mayıs, Müslümanlara ne
kazanım getirmiş, ne kayıplara sebep olmuştur, bunları iyi değerlendirmek
zorundayız. Türkiye’de ilan edilip uygulanan şekliyle cumhuriyet rejimi,
şeriatle bağların tümüyle koparılıp Batı tarzı laik ve demokratik yönetimi temsil
etmektedir. Monarşiji, padişahlığı savunan bir muvahhid Müslüman çıkmaz.
Ona antitez olarak gösterilen Türkiye Cumhuriyeti, 550 tane padişah çıkarmış,
bu sultanlar, aynı zamanda tâğut vasfıyla insanlara ilâhlığa soyunmuştur.
Peygamberimiz’in uyguladığı Kur’an’da özellikleri belirtilen İslâm
Devletinden yana olan muvahhid mü’minler, padişahlığı savunmadığı gibi,
Türkiye’de uygulanan şekliyle Cumhuriyet rejimini de savunamaz. Hele böyle
İslâm’ın siyasal ve sosyal hayattan uzaklaştırılması için atılan adımın yıl
dönümlerini bayram olarak hiç mi hiç kabul edemez. Bu rejim, adı cumhuriyet
de olsa, halkı, çoğunluğu temsil de etmemektedir. Halkı, halk değil; yattığı
yerden Atatürk, silahlı güçler ve derin devlet, zenginler klübü, medya, bürokrasi,
Amerika ve İsrail zihniyeti yönetmektedir.
Bugün insanlar huzurlu ve mutlu ise, memleket manevî ve maddî yönden
kalkınmış ise, insanlar birbirine güvenebiliyor, ahlâklarından şikâyet edilmiyorsa,
geçim problemleri insanların çoğunu kuşatmamışsa, her şeyden önemlisi
- 529 -
insanlar cennete doğru yol alıyor, Allah’ın rızasına uygun yaşayabiliyorsa,
o zaman bu rejimin kuruluşu için atılan adım gününü bayram olarak kabul
etmek tartışılabilir. Yok, her konuda rejim, yapacağını yapmış, insanlara vaad
edeceği başka bir şey kalmamış, buna rağmen her kesim şikâyetçi ise, o zaman
baş suçluyu rejim olarak görmek zorundayız. Türkiye’nin problemlerinden 19
Mayısta ilk tohumlarının atıldığı Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yönetimden
tümüyle uzaklaştırılan İslâm’ı kimse sorumlu gösteremez. Tüm problemlerin
gerçek kaynağı bu rejimdir.
Allah’ın Rasûlü şöyle der: “Ey Ebû Bekir, her toplumun (kendi inancına
göre) bayramı vardır. Bu (Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim bayramımızdır.”1275
Filistin başta olmak üzere dünyanın nice yerinde müslüman kanı akar, insanımıza
maddî ve mânevî her çeşit zulüm uygulanırken, İslâm dışı ortam ve yapılar
kişileri Allah’tan koparmaya ve dünyevîleştirmeye çabalarken Müslüman, hangi
günü, niçin, nasıl bayram kabul edecektir?
Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar gruplara,
partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok edilir. Bu sistemlerin zulüm
ve sömürülerinden kendilerini korumaya çalışanlar, Firavunların/küfür
önderlerinin kendilerine müsaade etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket
ederler. Bu sebeple orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri
gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka seslenerek
onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve müstekbirlere karşı
mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta bulunarak onları yeniden önderler
yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten kurtaracağını ve ne yapmaları
gerektiğini anlatarak uyarıyor.
“Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta
bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin
yerini aldıralım).”1276
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve
Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer
ve siz O’na götürülüp toplanacaksınız.”1277 İman edenler, imanlarının gereği
olarak Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği
hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira
bu çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun
1275] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu’l-Iydeyn 16
1276] 28/Kasas, 5
1277] 8/Enfâl, 24
- 530 -
yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira
Allah’ın huzuruna götürüldükleri âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren
görevlerini yerine getirmemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında insanlar da
oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları kendi küfür yollarına
dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını oluştururlar. Artık orada iki ayrı
topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları Allah ve O’nun dinine çağıran imam
ve beraberinde oluşan “İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme)
çağıran küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”. Bu iki
toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır.
Bu topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i, O’nun
getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden Peygamber’in halefi
olan imamları kendisine rehber edinenler âhirette O’nunla beraber cennete
girerler. Allah, Kur’an ve Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia
etmesine rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından
sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder ve rehber edinenler de
âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek1278 ve “Ya Rabbi,
Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara Kitap’ta belirlediğin
hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama biçimini öğrettim”
diyecektir. Rasûlullah’ın ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da
dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı değildir.
Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet gününe kadar getirmiş
olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını doğrulayarak onun göstermiş
olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad
görevini yerine getiren insanların tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi ölçüye göre tesbit
etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza dikkat edelim. Dikkat
edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete
imamımızla birlikte gideceğimizi unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada
şâhidlik edeceklerdir.
Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette kurtuluşumuzu
sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin kıyâmete kadar devam
edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere bu kurumu sapasağlam, tertemiz
bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa erenlerden olabilelim. “İçinizden hayra
1278] 4/Nisâ, 41
- 531 -
çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa
erenler, işte bunlardır.”1279; “Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin
Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.”1280
İşte, Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak seçmiş,
Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu sadece O’na yaparak
başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte rableri reddederek onların yaşam
biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden, kıble edinilen çeşitli şeylere
yönelmeyip sadece Rabbimizin belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen,
özellikleri belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve rehber
edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat de budur.1281
Kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan
başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur.
İslâm’ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir,
çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tanımamak ve onlardan
uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek
destekleyenler de iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.
Kur’an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunlar
koyanlar, “tâğut” kategorisine girer. Bu tâğutî otoriteleri ikrah olmaksızın
reddetmeyenler, bunların hükümlerini mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler
de saflarını belli etmiş kimselerdir.
Safını Allah’tan yana belirlemiş olanlara selâm olsun!
1279] 3/Âl-i İmrân, 104
1280] 21/Enbiyâ, 92
1281] C. Tayyar Soykök, Kur’an’da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62
- 532 -
56. HUTBE
27 MAYIS : ASKERÎ DARBELERIN 60. YILDÖNÜMÜ
Âyet :
وَاسْتَكْبَرَ هُوَ وَجُنُودُهُ فِي الْ ارَْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ اِلَيْنَا لَ ا يُرْجَعُونَ فَاَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ
فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمّۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالمِ۪ينَ وَجَعَلْنَاهُمْ اَئمَِّةً يَدْعُونَ الَِى النَّارِۚ وَيَوْمَ
الْقِيٰمَةِ لَ ا يُنْصَرُونَ وَاَتْبَعْنَاهُمْ ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةًۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ هُمْ مِنَ الْمَقْبُوح۪ينَ۟
“O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar
ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini
yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu? Onları ateşe
çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada
arkalarına lânet taktık. Onlar, Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.”1282
فَالْتَقَطَهُٓ اٰلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُواًّ وَحَزَناًۜ اِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِ۪ٔينَ
“Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyor, yanlış yapıyorlardı.”1283
وَالذَّ۪ينَ اجْتنََبوُا الطاَّغُوتَ انَْ يعَْبدُُوهَا وَانَاَبوُٓا الِىَ اللهِّٰ لهَُمُ البْشُْرىٰۚ فبََشِّرْ عِبَادِۙ الَذَّ۪ينَ يسَْتمَِعُونَ
الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْ اَلْبَابِ
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip
de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği
kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”1284
وَسَيَعْلَمُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَيَّ مُنْقَلَبٍ يَنْقَلِبُونَ
“(Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen) O zâlimler, çok yakında nasıl bir inkılâpla
devrileceklerini görecekler.”1285
Ergenekon’da bunca rezaletin ifşa olunmasına rağmen, en üst generaline
kadar dün suçlu görülen subaylar mahkeme faslı tamamlanmadan Gülen’e
gösterilen tepkinin bir sonucu olarak salıverildiği ve darbe yapanlardan bile hesap
sorulamadığı unutulup gidiyor. Düzen kendine çeki düzen verdi mi ki, silahlı
kuvvetlere çekidüzen verecek? Ama, böyle devam ettiği müddetçe onlar fırsat
1282] 28/Kasas, 39-42
1283] 28/Kasas, 8
1284] 39/Zümer, 17-18
1285] 26/Şuarâ, 227
- 533 -
buldukça düzenle istediği gibi oynamaya devam edecek. Her on yılda bir darbe
geleneği, hangi yüz yıllara kadar sürecek, kimse bilmiyor. Başarısız darbe girişimi
Ergenekon’un içyüzü ve çalışma sistemi, unutuldu gitti; biz bugün elli altıncı yılını
değer(siz)lendireceğimiz 1960’dan beri gelenekselleşen darbeleri bir hatırlayalım:
27 Mayıs 1960: İhtilal adlı askerî darbe, 12 Mart 1971: Muhtıra adlı askerî
darbe, 12 Eylül 1980: İhtilâl adlı askerî darbe, 28 Şubat 1997: Balans Ayarı adlı
askerî darbe, 27 Nisan 2007: E-Muhtıra adlı askerî darbe, 2009: Ergenekon
adıyla askerî ve sivil darbe girişimlerinin açığa çıkması. 17-25 Aralık 2013:
Pansilvanya merkezli darbe girişimi.
Aslında darbeler tarihi son 60 yılla sınırlı değil; çok daha derinlerde, köklerde.
Türkiye Cumhuriyeti de darbe sonucu kurulmuştur, denilse yanlış olmaz. II.
Abdulhamid, başında Atatürk’ün Kurmay Başkanı olarak görev aldığı, silahlı
kuvvetlerden teşekkül etmiş Harekât Ordusu tarafından tahtından indirilmişti.
T.C. de, başını askerlerin çektiği bir grup tarafından, içinden çıktıkları Osmanlı
Devletine karşı silahsız darbe yapılarak kurulmuştu.
Ve… ilk darbeci Şeytan’dır. Allah’ın hükmüne, O’nun sistemine, emrine
karşı ayaklanmış, insanın yeryüzündeki halifeliğine karşı darbe planları
yaparak icraya koymuştur. Allah’ın hükmüne ters planlar yapıp o doğrultuda
uygulamalarda bulunanlar da onun darbeci askerleridir.
Yönetimi belirleme hakkı olmayan, “tâğutların düzenini değil, Allah’ın
hükmünü istiyorum” deme özgürlüğü verilmeyen halk, kendisine dayatılan
düzenin zulümleri altında inleyedursun, taht kavgası olanca şiddetiyle
sürmektedir. Kendini yönetecekleri belirleme hakkı halka âittir diye takdim
edilse de, silahlı kuvvetlerin istemediği bir uygulamanın hiçbir yönetim
tarafından icrâsı mümkün değildir. Kim seçilirse seçilsin, hangi parti iktidar
olursa olsun, her dönem esas iktidar TSK’ya aittir. İktidarın icraatlarının şu veya
bu oranda kendi siyasi çıkarlarıyla veya idare anlayışlarıyla uzlaşmadığını fark
ettiklerinde silahlı kuvvetler hemen değişik darbe çeşitlerinden biriyle iktidara
müdahale ederler. Muhtıra, ihtilal, darbe, yönetime el koymak, demokrasiye
balans ayarı, postmodern darbe, sanal, modern, sözlü, yazılı ve benzeri
darbelerden darbe beğenir askerler ve istedikleri şekilde düzeni ve halkı yönetir
ve yönlendirirler. Referandum dönemi tekrar açılıyor nasıl olsa. Yarınların
muhtemel referandum sorusu: “Darbeleri nasıl alırdınız?” Yok, darbesiz olmaz!
Demokrasi bu; yönetim şeklini seçemez halk, ama mümkün yarın hangi tür
darbe istediğini halka seçtirecekler; eski câhiliyye döneminde Kâbe içindeki
ve civarındaki putlardan birini, tapmaları için halka seçtirdikleri gibi. Modern
câhiliyyede herkese kendi tâğutunu, kendi cellâdını seçtirdikleri gibi.
- 534 -
Askerlerin kanlarında vardır darbe geleneği. Osmanlı Devleti, ne çekmişti
Yeniçeri isyanlarından. Yeniçeriler, kazan kaldırarak, yani bugünün tabiriyle
darbe yaparak siyasete açık müdâhalede bulunabiliyor, önce devlet adamlarını
değiştirip idam ederken, sonraları, padişah değiştirmeyle, hatta bununla da
yetinmeyip II. Osman örneğinde olduğu gibi sultan kanıyla, onların idamlarıyla
tatmin oluyorlardı. Yeniçerinin çocukları, reddettiklerini iddia etseler de,
Osmanlı mirasını özellikle darbe konusunda tepe tepe kullanıyorlar.
Tek parti dönemlerinde iki jandarma halka ne korkular yaşatmış, halk kendi
çocuklarından nasıl korkar hale getirilmişti. Kendi vergilerinden kesilen para
ile halk kendi gardiyanlarını, cellatlarını beslemek zorunda bırakılmıştı. Hâlâ
Doğu Anadolu’da asker, “ben varım, buradayım!” diyor en olmadık yerlerde.
Sıkı fıkı yönetimlerle yönetmeyi, silahın gücünden yararlanmayı pek sever
bazıları. Normal zamanlarda da, başka ülkelerde askerin ancak darbe ile
yapabileceği hususları, istediği şekilde yaptıran iktidarlar üstü bir yönetimin,
Milli Güvenlik Kurulu gibi güçlerin, borusu öter hep bu ülkede. İstendiği kadar
Anayasalar değişsin. Türkiye, “gizli anayasa” ile yönetilir öncelikle. Asker
zihniyetiyle hazırlanmış devletin kutsal kitabı, nass gibi, yasa ve anayasa üstü
kabul edilir. Kırmızı ciltli küçük bir kitap olduğu için “Kırmızı Kitap” denilen
bu kitabın içinde ne yazdığını pek az kimse bilir. Ama halkın bilmediği bu
kitapla, halk yönetilir. Allah’ın kitabını terk edenler, buna müstahaktır çünkü.
Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Evet, memleketi hep askerler
yönetir; Asker Atatürk, yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan
askerler, yaptıkları anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle…
Her şehrin en mûtenâ yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri
onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen
tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira
parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu
basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir,
ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine
hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok
çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin
(İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Bu görevi
kendilerine Ata’larının verdiğini ileri sürerler. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı
kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde ya da vatanseverlikleri depreşip
canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. “Büyük Kurtarıcı” kabul
ettikleri şahsın izinden gitmenin ispatı olarak; can atarlar vatanı (İslâm’dan
ve Müslümanlardan) kurtarmaya, kesmez artık postmodern darbeler, 28
Şubatlar…
- 535 -
Her Türk askerdir ya, her öğrenci de, asker olmak zorundadır. Milli
Güvenlik Dersi, askere gitmeden asker olmayı öğretir öğrencilere. Okullar da
sivil olmaktan çıkar böylece. Milli Güvenlik gibi, Milli Eğitim de, okullarda
okuyan öğrencileri askerî disiplinle yetiştirir. “Sıra ol, rahat, hazır ol, rap rap
rap!” (“Rab, Rab!” değil, adımlar ona benzemesin; irticanın ayak sesi diye
bakarsın darbe olur.)
Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli âyetlerin, Firavun’u fert olarak ele almaktan çok
onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun’un
ailesi (âl-i Fir’avn), avanesi (mele’), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte
anılması, onun tek bir kişi olmaktan ziyade, bir sembol olarak takdim
edildiğini göstermektedir. Kur’an, Firavun’un en önemli suç ortağı olarak
onun askerlerinden/cunûdundan birçok âyette1286 bahseder. Hz. Mûsâ, insanlık
tarihinde tevhid, hak, adâlet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin
bir halkasını oluştururken; Firavun da, Karun, Hâmân ve askerleri ile birlikte
bunun karşısında yer alan bir zihniyeti temsil etmektedir.
Kur’an’da Hz. Mûsâ ve döneminden, Firavun ve çevresinden uzunca
bahsedilmesi, hak-bâtıl mücadelesinde baş örneklik oluşturmasıyla ve evrensel
İlâhî kanunlara, toplumsal sünnetlere örneklik teşkil etmesiyle ilgilidir. Mûsâ
ve Hârun hak dâvâyı temsil ettikleri gibi, karşı cephenin tüm elemanları da
mevcuttur bu yapıda.
Tarihî kişiliklerinden çok, sembol karakterleri oluşturur Firavun, Hâman,
Karun, Bel’am, Sâmirî, hatta yahudileşme süreciyle benî İsrâil. Firavun,
Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen zâlim yöneticiye örnektir, tuğyan ve
ifsâdın sembol kişisidir; tâğutların prototiplerindendir. Hâmân, zâlim tâğutî
yönetimin bürokrat ve askerî yetkililerine örnek şahsiyettir. Cünûd: Firavun’un
askerleri, ajanları ve polislerinin; Karun da, mal ve servet düşkünü emperyalist
ve kapitalist para babalarının simgesidir. Allah ve Peygamber adıyla insanları
aldatmayı da Bel’am ve Sâmiri adlı resmî din adamları temsil etmektedir.
Bunlar, zulmün duayenleridir. Kur’an, başta bunlara ve yardımcılarına “âl-i
Fir’avn” ve “mele-i Fir’avn” demektedir. Bütün bunlar, her tarih kesitinde ve
her toplum kesiminde ortaya çıkan zâlim tâğutların ortak ve örnek isimleri
olmuştur.
“O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar
ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini
yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu? Onları ateşe
1286] 10/Yunus, 90; 20/Tâhâ, 28/Kasas, 6, 8, 39, 40; 51/Zâriyât, 40
- 536 -
çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu
dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, Kıyâmet gününde de kötülenmişler
arasındadır.”1287; “Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyor, yanlış
yapıyorlardı.”1288
Kur’an’a baktığımızda, Firavun ve çevresi arasında organizeli bir uyum
görürüz. Bu, davranış ve yaşayışta birlikte olmanın ve bir diğerine ayak
uydurmanın ötesinde “uyarlanma” ürünü bir uyum, danışıklı bir uyumdur.
Tepede oturuyor olmasına karşın Firavun, bu çevresi içinde kendince kararlar
alıp uygulayan ve diğerlerini de kendine uydurmak ve karşı çıkmaktan
alıkoymak üzere “baskı” altında tutan bir ceberut olarak gözükmez. Öyle ki, en
küçüğünden en büyüğüne dek yapılan işlerin hemen hemen tümü bu mele’nin/
çevrenin sözbirliği ve işbirliği ile gerçekleştirilir; neredeyse Firavun, yaptıkları
ve yapacakları için onlardan (milli güvenlik gereği) “onay” alır. Görünen,
bir Firavun saltanatı olmakla birlikte, gerçek olan, Mısır’da bir firavunlar
saltanatının bulunduğudur. Nemrud’da gözlenen “tek adam” imajı, Firavun
için pek sözkonusu değildir; Bu tarafıyla Firavun idaresi, günümüzdeki
demokrasi yönetimine benzetilebilir. Firavun, tüm yetkiyi kendinde toplayan
diktatörlerden çok, meclisinin ve kanunlarının ve de askerî bürokratların
kararlarını, milli güvenlik kurulunun gerekli gördüklerini uygulayan basbayağı
bir demokrat kişiliktir. Oradaki mele’in yerini, günümüzdeki meclisler
almış; sihirbazların yerini de medya. Karun’un yerini kartel, holdingler ve
TÜSİAD, Hâmân’ın yerini de rütbeli subaylar ve üst kademe bürokratları…
Anlayacağımız, Firavunî yönetim cephesinde yeni bir şey yok.
Hz. Mûsâ ve Hârun, diğer peygamberlerin aksine, Firavun kavmine değil;
Firavun’a ve Firavun’un mele’ine/erkânına gönderilir. Bu erkân arasında
Hâmân’ı, Karun’u ve bunların sahip bulunduğu askerleri sayabiliriz. Doğal
olarak bir de “aile” vardır. Kur’an’ın “Firavun ve erkânının kendilerine
kötülük etmelerinden korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında,
kimse Mûsâ’ya inanmamıştı”1289 mealindeki âyetinde gözlemlediğimiz bu
çevre, öylesine etkin ki, Hz. Mûsâ ile tartışması sırasında Firavun, onlara
dönerek “ne buyurursunuz?” diye sorma gereğini duymakta ve gösterdikleri
önlemleri uygulamaya koymaktan da geri kalmamaktadır. Büyücülerin İslâm’ı
kabullenmeleri üzerine İsrâiloğullarının Mısır’dan çıkmaları için izin vermeye
niyetlenen Firavun’a, bu çevre “Mûsâ ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk
yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun?” sözleri ile
1287] 28/Kasas, 39-42
1288] 28/Kasas, 8
1289] 10/Yûnus, 83
- 537 -
karşı çıkınca, karar hemen değişebilmekte ve öneriler doğrultusunda “oğulları
öldürüp kızlarını alıkoymak” türünden bir uygulama başlatılmaktadır.
Firavun ailesinden olan gizli mü’min ile Firavun’un yanında değeri büyük
olan eşi Asiye’nin, imanlarının açığa çıkması üzerine şehid edilmiş olmaları
ise, bu mele’nin (güncel deyimle etkili ve yetkili çevrenin, egemen güçlerin),
aileden daha güçlü, daha baskın ve Firavun nezdinde daha sayılır olduğunu
göstermesi açısından önemli bir noktadır. Günümüz açısından bu durumu
şöyle güncelleştirebiliriz: Derin güçlerin ve her dönem zirvedikilerin hatırı
için, yönetici gözükenlerin, namaz kılanları ordudan atması, cihad kavramını
dillendirenlerin ağızlarına acı biber sürmesi, bâtılla mücadeleyi gündeme
getirenleri terörist damgası vurup zindanlara tıkması… hep modern şekilde
sürdürülen Firavunî yönetim tarzının ilkelliğinin, gericiliğinin göstergesidir.
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda
bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden
olan yönetici, yani “ülü’l-emr”1290 İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz,
onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal
versiyonu “tâğut”. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz,
iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.1291 Güne kâfirlere ültimatomla
başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak.
Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra
“Kâfirûn” sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam
sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!”1292 âyetlerini okur,
kâfirlere ültimatom veririz. Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en
son kıldığımız namaz, yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında
okuduğumuz kunut duâsı. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk”
diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden
(fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz,
onu kendi haline terk ederiz.” Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’
kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici
atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından
indirmeye, alaşağı etmeye” hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu
yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu
inkâr ederiz. Dikkat edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan)
kişiyi, sadece bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren müslüman, yüz binlerce,
hatta milyonlarca insanı Allah’a isyan etmeye sevk eden, onların fâsık ve fâcir,
1290] 4/Nisâ, 59
1291] 2/Bakara, 256
1292] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
- 538 -
hatta müşrik olması içi zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’
etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara ve her çeşit
darbecilere bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir
ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
Sınavların en güzeli, kazanma ihtimali küçük olmadığı halde zorluğu büyük
olan sınavlardır… “Bir kısım insanlar mü’minlere, ‘düşmanlarınız size karşı
toplandılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat
daha arttırmış ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir’ demişlerdir.”1293
Herkes savaşçıdır; kendi dininin savaşçısı. “İman edenler Allah yolunda
savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar, İslâm dışı düzenler ve şeytan) yolunda
savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın
düzeni, hilesi ve tuzağı zayıftır.”1294
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler
peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben
teslim olmak (iman etmek) sûretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu
âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dostluk;
hayatını İslâm’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve
cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır.
Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola
ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”1295 Bu iki inanç ve
yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
T.C., Kurulduğundan bugüne, demokratik çizgiden çok; militarist bir
özelliğe sahiptir. Hâlâ da bu hükmü boşa çıkaracak yola girilmiş değildir.
Darbe, bu düzenin mayasında vardır. Darbeler sadece şekil değiştirmiş, ama
darbe mantığı değişmemiştir. Darbelerin kanun kılıfı altında yapılması, olayın
mâhiyetini değiştirmez. Esas darbeleri TSK yapsa da, Meclis de darbe yapar,
Anayasa Mahkemesi de, YSHK da, bürokratlar da. Burası darbeler ülkesidir. Ata
da darbe yapar GATA da. Beşerî düzenler zulme dayanır; Zulme, kandırmaya,
hileye, ifsâda ve darbelere… “Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi
yapar kendi tapar.” Elleriyle yaptıkları, tapıp halkı zorla taptırdıkları helvadan
putlarını kendi elleriyle yiyip yuttukları da olur, yutturdukları da.
Türkiye, yönetim şekliyle nasıl bir ülkedir, bilen varsa beri gelsin.
Anayasa’nın girişindeki ifadeleri sakın hatırlatmayın bana. Hukuk devleti
1293] 3/Âl-i İmrân, 173
1294] 4/Nisâ, 76
1295] 39/Zümer, 17-18
- 539 -
mi, hatta dine karışmayan laik ülke mi, demokratik mi? Güldürmeyin insanı.
“Bu ülke darbeler ülkesidir” derseniz, o başka. Darbeler de demokrasi için
yapılır, demokrasiye demokrasi için ara verilir bu düzende. Ordu, tanklarla
demokrasiye balans ayarı çeker. Ergenekon rezilliğine rağmen hâlâ asker, tehdit
içerikli demeçler verecek kadar küstahtır. Tüm konularda olduğu gibi, bedelli
askerlik konusunda da, hükümet askere sözünü geçirememekte, ama tersi
devamlı sözkonusu olmaktadır. Hükümetin başındaki parti, asker tarafından
ihtilalle indirilme, mahkeme kararıyla kapatılma, Anayasa Mahkemesi
tarafından yaptıklarının bozulması gibi değişik şekillerde kendisine karşı
darbe yapılamayacağından emin değil ki, ülkeyi darbelerden ve darbecilerden
korusun. Ergenekon gibi bir fırsat, darbeci geleneği olmayan ve kendine karşı
darbe yapılmasından korkmayan başka bir devletin başka bir yönetiminin eline
geçmiş olsaydı… En azından herkese haddini bildirir, bir daha üzerine vazife
olmayan şeylere kimsenin burnunu sokmasına izin vermezdi, darbecilere ve
fırsat bulduğunda darbe yapacaklara büyük darbeyi indirirdi.
Biz darbeci değiliz. Peygamberlerimizin hiçbiri darbeci değildiler.
Müslümanlar olarak bizim darbe ile işimiz yok. Biz darbe ile yönetimi
değiştirmeyi düşünmüyoruz, biz İslâmî inkılâptan yanayız. Halkı, tevhid
açısından Allah’ın istediği tarzda tağyîr ederek değiştirip dönüştürmeyi, yani
aslî/fıtrî çizgisine yöneltip İslâm’laştırmayı görev biliyor, bunları savunuyoruz.
Bu görevlerimizi kuşanmanın neticesinde, Rabbimizin râzı olacağı yönetimsel
bir değişim sürecine girip bu yolda her türlü bedeli ödemeye hazır olduğumuzu
da ilan ediyoruz. Darbe başkadır, inkılâp denilen değişim ve dönüşüm başka:
“(Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen) O zâlimler, çok yakında nasıl bir inkılâpla
devrileceklerini görecekler.”1296
Sonuç: “Demokrasi”, içinde bulunduğumuz ülkede uygulandığı tarzda,
yönetimin ister direkt, isterse dolaylı yoldan, ister ihtilal adıyla, ister sanal
şekilde darbelerle belirlenip oluşturulduğu, silahlı kuvvetlere rağmen
kimsenin bir şey yapamadığı yönetim biçiminden başka bir şey değildir. Ve,
Müslümanlar olarak biz, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen tüm yönetim
ve yöneticileri sadece darbecilerin işbirlikçileri olarak değil; Allah’ın
hükmüne karşı darbe ve darbeciler olarak görüyor ve reddediyoruz. Evet,
silahsız kuvvetlerin de Allah’ın hükmüne boyun eğmedikleri müddetçe
insanlığın huzuruna, Rabbe kulluğuna, cennet adaylığına karşı darbe
içinde olduklarını iddia ediyor ve tüm darbeleri insanlık suçu olarak görüp
reddediyoruz.
1296] 26/Şuarâ, 227
- 540 -
57. HUTBE
15 TEMMUZ DARBESININ YILDÖNÜMÜ -1-
Âyet :
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَ ا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةًۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle
kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı
şiddetlidir.”1297
وَلَ ا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ ثُمَّ لَ ا تُنْصَرُونَ
“Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem)
dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.”1298
ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ ايَْدِي النَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ
يرَجِْعُونَ
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve
kırsalda) fesat belirdi ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de
(tuttukları kötü yoldan) dönerler.”1299
وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir.
(Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”1300
مَٓا اصََابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِّٰۘ وَمَٓا اصََابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ وَاَرْسَلْنَاكَ للِنَّاسِ رَسُول اۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/
kendindendir…”1301
1297] 8/Enfâl, 25
1298] 11/Hûd, 113
1299] 30/Rûm, 41
1300] 42/Şûrâ, 30
1301] 4/Nisâ, 79
- 541 -
15 Temmu z Darbe sinin Yıldönümünde , Darbenin Hemen
Sonra sında Yazdığım Yazıyı Hat ırlaman ın Dayan ılma z Önemi
Silah , Belde Sakin Sakin Durmay ı Se ver Mi?
Hani, içki için şöyle denir ya: “Şişede uslu durur, onu içen kudurur.” İnsanın
içine giren içki, şişenin içinde durduğu gibi durmaz. Silah da öyledir. Tahrik eder
sahibini; gıdıklar durur. Suriye devleti ile savaşan mücahidlerden bir sniperla
konuşuyordum; öyle diyordu: “Elinizde attığınızda vuracağınız bir silahınız
olunca, karşınızdaki insan istediğin zaman ayağının altına alıp ezivereceğin
bir böcek gibi gözüküyor insanın gözüne.” Para ile silah sahibini değiştirir;
daha doğrusu gücü olmadığı için zulüm ve fesat işleyemeyenin içyüzünü ortaya
serer.
NİYE BAŞARILI OLAMADILAR?
Onların inancı karışık, Kitabın bir kısmına inanıyorlar; diğer kısmını da
kırmızı kaplı kitaplarla, demokrasi ve cevşenlerle, celcelutiyelerle, hurafelerle
tamamlıyorlar. İnancı yere düşenin silahı da yere düşer. İnsan zaferi önce
gönlünde kazanır. Bize karşı silah taşıyan, bizden değildir. Bunlar Ağustos’ta
askeriyeden atılacaklarını bilen, can havliyle nereye nasıl saldıracağını
kestiremeyen gözü dönmüş, kinleri akıllarını bürümüş subay takımı. Subaylar,
akıllarını çalıştırmayı öğrenmiş üretken, plancı, stratejist insanlar olmaktan
önce; emir almayı, bir üste itaat etmeyi din haline getirmiş kimselerdir.
Bunlara da talimatlar, darbe planları abdi oldukları ABD’den geliyor. ABD
de kendi istediği şekilde planlama yapıyor. ABD açısından istedikleri tümüyle
yerine gelmese de, yine de başarılı bir plan, başarılı bir girişim. ABD’nin tam
istediği olsaydı, asker iki kampa ayrılıp birbirini kıracak, halk da müdahale
edince iç savaş çıkacaktı. Türkiye Suriye’ye benzeyecekti. ABD’nin tutturduğu
türkü makamıyla aranjmanı duymuyor musunuz? “Gönül ne kavga ister, ne
darbe; gönül karışıklık ister, darbe bahane.” Ama, Fetullahçılar gitti, kavga
bitti” diye düşünmeyin. Ülke, bugüne kadar Fetullahçı subaylardan çekmedi
sadece. Darbe girişiminde bulunmasalardı, kendi hallerinde sakin şekilde
yaşayıp kimseye zarar vermeyen, karınca ezmez kişi rolüyle bilinip gideceklerdi
Fetullahçı subaylar. Esas Atatürkçü subaylar var, her an ihtilal yapmaya
aday. Bugüne kadar onca ihtilalin faili olanlar, sabıkası kabarık olanlar. Alnı
secdelileri büyük düşman bildiniz, ama esas alnı secde görmeyenlerdir, esas
olarak alnı secdeliye düşman olanlardır düşmanlarımız. Demiyorum ki, her
alnı secdeli bizim destekleyebileceğimiz dostumuzdur; ama diyorum ki, alnı
- 542 -
secdeli olmayanlar bizim dostumuz değildir, olamazlar da. “Sizin velîniz,
dostunuz, ancak Allah, Rasûlü, rukû edenler olarak namaz kılan ve zekâtı veren
mü’minlerdir.”1302 Esas düşmanımızı politikacılar belirlememeli, Kur’an’ın
ilkeleri belirlemeli. Politikacılar ölçü olunca, en az on yıl bunları dost kabul
etmenin, örnek bir “hocaefendi” imajını güçlendirip devleti yönetmede ortak
kabul etmenin, bugün sana darbe yapanları işbaşına getirmenin doğru mu
yanlış mı olduğunu nasıl tesbit edebiliriz?
Darbecilerin Yapt ığı Darbeler , Yıkt ıklar ı Hâneler Yanlar ına
Kâr Mı Kal ıyor ?
Ergenekon’da bunca rezaletin ifşa olunmasına rağmen, en üst generaline
kadar dün suçlu görülen subaylar mahkeme faslı tamamlanmadan Gülen’e
gösterilen tepkinin bir sonucu olarak salıverildiği ve darbe yapanlardan bile
hesap sorulamadığı unutulup gidiyor. Yakın zamanların zulmü en geniş ve en
uzun süreli olanın 80 darbesinin fâilleri tantana ile yargılanıyordu; kamuoyu
darbecilerden hesap sorulacağını sanıyordu. Ne oldu? Ne olacaktı, düzen kendi
evladını yer miydi hiç? Kenan Evren yargılanmadan ölüp gitti, Çevik Bir’ler
hâlâ çalım satıyor. Darbe yapanın yaptığı yanına kâr kalıyor. Düzen kendine
çeki düzen verdi mi ki, silahlı kuvvetlere çekidüzen verecek? Ama, böyle devam
ettiği müddetçe onlar fırsat buldukça düzenle ve halkla istediği gibi oynamaya
devam edecek. Her on yılda bir darbe geleneği, hangi yüz yıllara kadar sürecek,
kimse bilmiyor.
Darbe İstati stiği
Daha üç sene geçmeden başarısız darbe girişimi, Ergenekon’un içyüzü ve
çalışma sistemi, unutuldu gitti; bize de istatistik bilgiler vermek kaldı; 1960’dan
beri gelenekselleşen darbelerin çetelesini tutmak için:
27 Mayıs 1960: İhtilal adlı askerî darbe,
12 Mart 1971: Muhtıra adlı askerî darbe,
12 Eylül 1980: İhtilâl adlı askerî darbe,
28 Şubat 1997: Balans Ayarı adlı askerî darbe,
27 Nisan 2007: E-Muhtıra adlı askerî darbe,
2009: Ergenekon adıyla askerî ve sivil darbe girişimlerinin açığa çıkması.
1302] 5/Mâide, 55
- 543 -
17-25 Aralık 2013: Arkasında ABD’nin olduğu Pansilvanya merkezli darbe
girişimi,
15 Temmuz 2016: Arkasında ABD’nin olduğu (öncekinden biraz daha ciddi)
Pansilvanya merkezli darbe girişimi.
Darbeler Bunlarla Sınırl ı Değil !
Aslında darbeler tarihi son 60 yılla sınırlı değil; çok daha derinlerde,
köklerde. Türkiye Cumhuriyeti de darbe sonucu kurulmuştur, denilse yanlış
olmaz. II. Abdulhamid, başında Atatürk’ün Kurmay Başkanı olarak görev
aldığı, silahlı kuvvetlerden teşekkül etmiş Harekât Ordusu tarafından tahtından
indirilmişti. T.C. de, başını askerlerin çektiği bir grup tarafından, içinden
çıktıkları Osmanlı Devletine karşı silahsız darbe yapılarak kurulmuştu.
İlk Darbeci Kimdir Der sini z?
Ve… ilk darbeci İblis’tir. Allah’ın hükmüne, O’nun sistemine, emrine
karşı ayaklanmış, insanın yeryüzündeki halifeliğine karşı darbe planları
yaparak icraya koymuştur. Allah’ın hükmüne ters planlar yapıp o doğrultuda
uygulamalarda bulunanlar da onun darbeci askerleridir.
Darbe Var , Darbe Var !
Darbeler ikiye ayrılıyor artık; faydalı darbeler, zararlı darbeler diye.
Hükümeti, yık(a)mayan her darbe (girişimi), iktidarı güçlendirir. Hükümetlerle
birlikte rejimler de güçlenir her başarısız darbe sonunda. Vücudu güçlendiren
aşı gibidir başarısız darbe. Osman Gazi’den bu yana bizim insanımız mağduru
pek sever. Fakat, bu güçlenme hormonlu bir güçtür, yasak dopingli madde
kullanımına benzer. Çünkü her darbe, ülkenin güvenilirliğini kemirir,
ekonomisine kalıcı zararlar verir, Ortadoğunun ağabeyliği gibi prestijleri
elinden aldırır, Batının ciddiye almadığı, geleceğinin belli olmadığı, ümit vaad
etmediği, kimsenin koltuğunda devamlılık göremeyeceği, istikrarsız, depreme
tutulmuş gibi sallantı halinde bir görünüm veren ülke konumuna düşürür.
Faydasız da olsa darbeler aşıdır aşı olmasına, ama altın vuruşa benzeyen
yüksek dozda uyuşturucu içeren bir aşıdır bu. O yüzden böyle anormalliği
kim kendine yakıştırır da oyun olsun, tiyatro olsun diye kendi aleyhine darbe
yapılmış görüntüsü verir? Böyle bir şey yapan kimse yüzde bir ihtimalle ileride
açığa çıkmış olsa, sadece siyasi itibarı değil, insanî itibarlarını da sıfırlamış
olur. Bunu kim niye yapsın?
- 544 -
En Büyük Asker Kimin Askeri ?
“En büyük asker bizim asker!” Bu sloganın neresini eleştirelim? Sen böyle
dersen asker, kendisinin en büyük olduğuna inanır ve en büyük olmaya kalkar.
“Parmaklarıyla kurt işareti yapan gençlerin sloganı bu, bilindiği gibi. Bir
taraftan böyle diyorlar, diğer taraftan başarısız darbenin başarısız askerlerini
yakaladıkları yerde acımasızca dövüyorlar. “En büyük asker” unvanını
yaptıkları darbeler sayesinde almış olmalılar. Ama, en büyüklerin büyüklükleri
belli oldu. Burnundan kıl aldırmayan, yanına yaklaşılmayan omzu kalabalık
rütbeliler süklüm püklüm, sivil polisin elinde emre hazır bekliyor.
Tepeden İnme Darbe Si stemi
Tepeden inme zoraki değişim İslâmî bir yöntem olmasa da, Müslümanlar
açısından da darbeler ikiye ayrılmalı değil mi? İslâm’ın hâkim olmasını
amaçlayan darbeler; beşerî görüş ve ideolojiler için yapılan darbeler diye. Ama,
egemen güçle iyi olan paralelin devletin en hassas kadrolarını ele geçirme imkânı
ile, egemen güçlerle zıtlaşan aynı zihniyet ve aynı kadroların nasıl tü-kaka
edildiği gözler önündedir. Aslında bugün darbeden şikâyet eden yöneticiler,
kendilerini suçlamalıdır her şeyden önce. Darbecileri darbe yapacak güce
kendileri getirmiş değil midir? Kendileri parayer yapı oluştururken paralel yapı
da kendi kadrolarını tamamlıyordu. Darbenin tohumunu, darbeden en çok
zarar görmesi gerekenler, ama tam tersine darbe ile güçlenenler ekiyor demek
ki. Ve darbenin suçundan yüzde birlik hisse bile onlara verilmiyor. Haksızlık
yapılıyor açıkça.
Kuklay ı Cezaland ır, Kuklac ıyı Kendine Güldür
Darbeyi esas planlayanlara, bizzat yürütenlere diş geçirilemiyor. Atını
dövemeyen, semerine vururmuş kamçıyı hesabı, vatandaş kendi oğlu
konumundaki rütbesiz er’i bir daha darbe yapamayacak hale getirecek kadar
dövüyor, linç etmeye kalkıyor. Gücü yeten yetene. Gariban rütbesiz asker,
emir eri, hatta emir kulu. Yat denilince yatmayı, kurşun at denilince atmayı,
heykele tap denilince tapmayı ibâdet, kutsal bir görev olarak kabul eden, daha
doğrusu kabul ettirilen bir müstaz’af. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
Süleyman Soylu, “Darbenin arkasında Amerika Birleşik Devletleri var.” diyor
ve bazı veriler sunuyor. Hükümet bunu biliyor da Amerika’ya karşı en küçük
bir tavır alabiliyor mu? “Bugünkü kanunlar, büyük sineklerin delip geçtiği,
küçük sineklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağıdır.” diyordu Balzac. Sadece
Hindistan’da ineklere ayrıcalık verilmez; buralarda da büyük başlara ayrıcalık
- 545 -
vardır, büyük arabaların geçiş üstünlüğü, büyüklerin söz kesme hakkı vardır.
Küçük hırsızlar hapishaneyi boylarken büyük hırsızlar beydir, vekildir,
büyük yöneticidir. Amerika’ya hesap sorulmaz, 1 numaralar ve onların
arkasındakiler ne kadar ve nasıl sorgulanacak, göreceğiz. Kenan Evren’ler
nasıl cezalandırıldıysa… Kuklalara ceza verilecek, kuklayı oynatanlara sevgiler
gönderilecek.
Aziz Kılan Da Zelil Eden De Allah ’tır
“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin.
Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz eder, şereflendirirsin,
dilediğini de zelil eder, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye
kadirsin, hakkıyla gücü yetensin.”1303 15 Temmuz darbe girişiminde görüldüğü
gibi, kocaman askerler, omzunda birçok yıldız bulunanlar ne kadar da âciz,
nasıl da zavallı… Jandarma Genel Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı ve
Genel Kurmay başkanı, kendilerine bağlı (olması gereken) altlarındaki subaylar
tarafından kaçırılabiliyor. İmzaları kullanılarak sahte belgeler yayınlanabiliyor.
Askerlik Denen Şey
Tuz yiyecekleri kokmaktan korur. Tuz kokarsa yiyeceklerin hali ne olur?
Askerlerin temel görevi, düşmandan bu ülkeyi korumaktır; peki, askerden bu
ülkeyi kim koruyacak? Türkiye, bir türlü kurtarıcılardan kurtulamamıştır.
Düşmandan korunmakası çok zor değildir; ama ya dost bildiklerinden? Dost
bilinenlerin zararı, ölümcül yan etkisi olduğu bilinmeyen ilaç gibidir. Esas
tedbir, içinde zehir olan ilaca karşı olmalı. Evet, cevabı zor soru: Asker bu ülkeyi
koruyacak da, askerden bu ülkeyi kim koruyacak?
Askerlik ; Devlet Tanr ısına Kulluk
Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması, sistem açısından bir vatandaşlık
görevi kabul edilmektedir. Yani devlet, kendini vatandaşın tanrısı konumunda
görür. Vatandaşa düşen de kayıtsız şartsız devlet tanrısına kulluk yapmaktır.
Devlet tanrı, “yat” deyince yatacak, “sürün” deyince sürünecek, “öldür”
deyince öldürecek bir kul istemektedir. Karşılığında bırakın yalancı da olsa
bir cenneti, teşekkür bile etme zorunluluğunu duymaz devlet; çünkü vatandaş
buna mecburdur, kendisini de bu kulluğa lâyık görür. Cenneti yoktur, ama
cehenneme benzetmeye çalıştığı zindanları vardır, bu kulluğu kabul etmeyenler
1303] 3/Âl-i İmrân, 26
- 546 -
için. Bu durum, rütbesiz askerler içindir. Her ezilenin bir ezeni, her zulmün bir
düzeni vardır. Askeri ezen de askerdir; rütbeli asker…
Vatandaşı askerlikten soğutmak kanunen suç. Ya askerlerden soğutmak?
Askerlikten soğutmayalım, ısıtalım; sonra? Sonra sıcağı sıcağına, onlar da
sana saldırsınlar, dinine saldırsınlar… Asker kimin askeri? Kendi halkına
karşı kurşun sıkan, tankla halkın üzerine yürüyen askeri nereye koyacağız?
Peki, kendi halkının dinine, imanına, tesettürüne, Müslümanca yaşayışına
düşmanca davranan askerleri, yani subayları ne yapacağız? Halkı koruması
gereken polisleri bugün askerden halk koruyor. Aynı polis dün Taksim’den
tüm ülkeyi karıştırıyordu, daha önceki gün nice Müslümana zulmediyordu.
Ne dediğini insan bilmeli: En büyük asker, bizim asker mi, gerçekten mi? Bize
saldıran asker ve polis mi en büyük olan? Bir hadis rivayeti şöyledir: “Silahını
bize karşı doğrultan, bizden değildir.” Gardiyanına âşık olan, celladını ölesiye,
öldürülesiye seven zavallı insanımız…
Doğru teşhis olmadan sağlıklı tedavi olmaz. Düzeni doğru tanımlamadan
doğru bir çözüme gidilemez. Tâğut kavramını tanımadan düzeni ve anlatılan
konuları doğru bir yere koymak da mümkün değildir.
Ülkeyi Hep Askerler Yönetmi ştir , Yönetmektedir
Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Memleketi hep askerler yönetir.
Asker Atatürk yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler
anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle. Her şehrin en mûtena
yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu
memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar:
Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde
canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman
kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri
bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde
bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı
yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan)
korunup kollanması onlara aittir. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin
istemediklerini başa geçirdiğinde, ya da vatanseverlikleri depreşip canları
istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. Can atarlar vatanı kurtarmaya(!),
kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…
- 547 -
Ayağa Düşen Darbeler , Yerde Sürünen Darbeciler
Son girişim gösteriyor ki; darbeler de ayağa düştü veya artık darbe yapmak,
yapmış olsa halka benimsetmek, zorun da ötesinde bir şey oldu. Halkın en
azından darbeler konusunda gözü açıldı. Artık dünya, öyle askerin baskısını,
sıkıyönetimleri savunan ve “bize bu gerekir, biz bundan anlarız; bize astığı
astık demir yumruklu komutan yöneticiler lâzım!” diyen pek kimse kalmadı.
En azından özgürlüğünü kısıtlatmak istemiyor insanlar. “Halka yorum
beğendiremiyorum, ne yazsam sert eleştiri alıyorum” diye yorumcu şikâyet
ede dursun; darbeci darbe beğendiremiyor halka. “Darbe dediğin işte böyle
olur” diyeceklerini bekliyor boşuna. Tam tersine; “Böyle darbe mi olur, bu
tiyatro, tiyatro!” diye bağırıyor kimileri. Temel, mezar taşına yazdırmış:
“hastayım, hastayım dedim, inanmadınız; gördünüz mü şimdi?” Adamlar
ölüyorlar, öldürüyorlar; süklüm püklüm, yaka paça yakalanıyorlar; don
gömlek soyunduruluyor, ellerine kelepçe takıyorlar; “hayır, böyle darbe olmaz,
inanmayız” demeyi sürdürüyor bazıları. Taksim’deki daha usta işi miydi? Ama,
yine de darbenin çok bilinmeyenli denklemleri var. Hakan Fidan saatlerce
Genel Kurmay’dan niye çıkmadı? Darbeyi Başbakanına, Cumhurbaşkanına
niye zamanında haber vermedi? Kuvvet komutanları ve Genel Kurmay
Başkanı, nasıl kayboldu ve başlarına bir şey gelmeden darbe sonrasında nasıl
serbest bırakıldılar? Fetöcü yaverler, Fetöcü sekreterler, yardımcılar niye korur
gözüktükleri şahıslara dokunmadı? Erdoğan’ın eniştesinin haberi oluyor da,
devletin niye haberi olmuyor? Hükümet biliyordu da, önlemek yerine “başarısız
olsunlar bizim için daha iyi” mi dedi?
Din Anlay ışlar ı Problemli Olanlar ın Darbeleri Dört Dörtlük
Olur Mu?
Cemaat ve lider tercihlerinde çok akıllıca davranamayanlar, darbe işinde
farklı mı davranabilecek? Din anlayışları problemli olanların darbe anlayışları
mı dört dörtlük olacak? Sonra, kimden yanasınız? Darbeciler mükemmel
bir planla halkın karşısına geçseydi, 1917 devrimi gibi milyonların ölümüne
sebep olacak mükemmel bir darbe yapsalardı; biz de iyi hazırlanılmış bir darbe
görseydik” (görseydik ve ölseydik) mi denilmek isteniyor? Bunlar otoriteden
izinsiz bir şey yapmazlar. Otorite ABD olursa, onların ipiyle kuyuya ancak
bu kadar inebilirsiniz. Tayyip’den razı olmayan ABD düne kadar sıfatı “hoca
efendi” olan birinin yönetiminden veya onun talebelerinden razı olur, onu
yönetici kabul eder mi? Her ikisine de ağır bir mesaj gönderir attığı tek bir taşla.
Başarılı bir darbe olsa, alternatif yönetici kim olacak? Dimyat’a pirince giderken
- 548 -
eldeki bulgurdan olmak da var hani… Ama, Taksim mesajını anlamadığını
düşündükleri Tayyib’e daha yüksek sesli ikinci bir mesaj daha sunmuş oldular.
“İstersek başka yollarla senin ipini çekebiliriz. Bu açık bir uyarı olsun” demiş
oldular. Aynı zamanda son kullanma tarihinin dolduğunu düşündükleri
maşayı maşaAllah diyerek emekliye ayırmış oldular. O maşayı eski ortağına
kaç paraya satacağının hesabını yapmaya başladılar bile. Darbe başarısız oldu
denilse bile, ABD açısından başarılı oldu; o böyle istiyordu çünkü. Yaramaz
çocuklarının kulağını çekmiş oldular, bir daha sözümüzden çıkarsan ağzına
Fetullah biberi gibi daha acı biberler süreriz, gerekirse ipini de çekeriz demiş
oldular; öteki emirerlerine de, “biz yeterince destek vermezsek siz hiçbir şey
yapamazsınız” mesajını kan rengi kırmızı boyalı yazıyla yazıp sunmuş oldular.
Ve Amerika’nın aynı taşla vurduğu diğer büyük kuş: Burnunu soktuğu her
ülkede derin ihtilaflar, mü’min sayılabilecek halklar arasında yıllarca sona
ermeyecek kavgalar, sürtüşmeler oluşturmak, İslam düşmanlarını bıraktırıp
halkı bu sanal düşmanlarla uğraştırmak onun en ustalıkla becerdiği iş. Bakın
Irak’a; Amerika girmezden önce halk birbiriyle nasıl geçiniyordu, Amerika’dan
sonra nasıllar? Bakın Suriye’ye. Ve bakın Türkiye’ye.
Fetullah Düşmanl ığında Da Haddi Aşmak
Varsa yoksa Fethullah terör örgütü; kısa adıyla FETÖ. Sanırsınız ki gerçekten
terörist ve terörde IŞİD’i de PKK’yı da geçti; resmî söylemlere bakarsanız,
öyle. Artık Amerika veya İsrail’e düşmanlık bile Fetullah terör örgütüne
düşmanlık yanında çok hafif kalıyor. Bunları yazdım diye beni de onlardan
olmakla suçlayanlar çıkar mı çıkar. 1970’de Kestane Pazarı’nda tanıdığım
Fethullah Gülen’in din anlayışını halk ona saygı duyup hoca efendi derken de
daha önceleri de onu ağır şekilde eleştiren birkaç kişiden biri bendim. Onu
savunacak kadar sapıtmadım. Ancak adaletli olmak gereğini duyuyorum.
Allah, savaş yaptığımız küffara karşı bile aşırı gidip adaletten ayrılmayı
yasaklar: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı
gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”1304 Duygusal bir toplumuz; çabuk
gaza getirilebilen, sevdiğinde ölesiye seven, buğzettiğinde öldüresiye buğzeden,
fıtrî ölçüyü koruyamayan, kontrolsüz güç, sahibinin kontrol edemediği,
başkalarının yönlendirebildiği güç…
1304] 2/Bakara, 190
- 549 -
T.c. Hâlâ Militari st Bir Devlettir
T.C., Kurulduğundan bugüne, demokratik çizgiden çok; militarist bir
özelliğe sahiptir. Hâlâ da bu hükmü boşa çıkaracak yola girilmiş değildir.
Darbe, bu düzenin mayasında vardır. Darbeler sadece şekil değiştirmiş, ama
darbe mantığı değişmemiştir. Darbelerin kanun kılıfı altında yapılması, olayın
mâhiyetini değiştirmez. Esas darbeleri TSK yapsa da, Meclis de darbe yapar,
Anayasa Mahkemesi de, bürokratlar da. Burası darbeler ülkesidir. Ata da darbe
yapar GATA da. Beşerî düzenler zulme dayanır; Zulme, kandırmaya, hileye,
ifsâda ve darbelere… “Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar kendi
tapar.” Elleriyle yaptıkları, tapıp halkı zorla taptırdıkları helvadan putlarını
kendi elleriyle yiyip yuttukları da olur, yutturdukları da.
Türkiye, yönetim şekliyle nasıl bir ülkedir, bilen varsa beri gelsin.
Anayasa’nın girişindeki ifadeleri sakın hatırlatmayın bana. Hukuk devleti
mi, hatta dine karışmayan laik ülke mi, demokratik mi? Güldürmeyin insanı.
“Bu ülke darbeler ülkesidir” derseniz, o başka. Darbeler de demokrasi için
yapılır, demokrasiye demokrasi için ara verilir bu düzende. Ordu, tanklarla
demokrasiye balans ayarı çeker. Tüm konularda olduğu gibi, bedelli askerlik
konusunda da, hükümet askere sözünü geçirememekte, ama tersi devamlı
sözkonusu olmaktadır. Ergenekon gibi bir fırsat, darbeci geleneği olmayan
ve kendine karşı darbe yapılmasından korkmayan başka bir devletin başka
bir yönetiminin eline geçmiş olsaydı… En azından herkese haddini bildirir,
bir daha üzerine vazife olmayan şeylere kimsenin burnunu sokmasına izin
vermezdi, darbecilere ve fırsat bulduğunda darbe yapacaklara büyük darbeyi
indirirdi.
Devlete Yak ın Olan Âlimlerin Dünyada Bile Sonu Hüsran Olur
PKK unutuldu, Apo değil idam edilmesi istenen; Tayyib’in daha dün adı
konulmamış koalisyon ortağı “Hoca Efendi”. İktidara o kadar yakın olmaktan
öte ortak olmak, kendisini aşırı şımarttı. Gülen iken ağlayan olmuştu; artık
ağlayan iken gülen oldu. Eskiden mümkün ki samimiyetinden ağlıyordu,
şimdi rol yapıp bazı yerlerde miş gibi yapıyor, sadece sümüğünü çekiyordu.
Amerika’nın önünü açıp 150 civarındaki ülkede okul açtırıldığına bakarak
kendine devlet de kurdurulabileceğine inandı saf saf (veya) cin cin. Devlet
içinde (paralel) devlet olmaya alışanların bir devlet idaresinde bile şirki
insanoğlu kabul edemediğinden bağımsız ve tek ilahlığını ilan etmeye kalktı.
Şımarıklığının cezasını çekecek o da. Onun karşıtları ise; dün sevgide ve
güvende aşırı gidenler bugün düşmanlıkta aşırı gidiyorlar. Ve ihtimal ki,
- 550 -
Erdoğan ve müridleri her konuşmalarında en büyük düşman olarak bunları
öne sürmeseydi, bunlar bugün Tayyip taraftarları diye halka silah sıkacak hale
gelmezlerdi. Etrafınızda gördüğünüz, tanıdığınız Fetullahçılara bakın, halka
silah sıkacak karakterde birini veya birilerini gördünüz mü hiç? Hani kediyi
çok sıkıştırınca, kaçacak yer vermeyince üzerine atılır, aslan kesilir. Bunlar da
sıkıştıkları için sırtlan kesildiler.
Kah vehanelerde Darbe Der sleri
Darbeciler, tüm darbelerin yapıldığı gün olan Cuma’yı seçmişlerdi, darbe
için. Başlangıç saati konusu acemice diye düşünülür. Enformasyon çağında
darbe hakkında öyle bilgilendik, öyle naklen yayınlara şahit olduk ki, artık
halkın çoğu, herhangi bir Lise’de bir yıl sürecek Darbe Dersi verebilir; Darbe
nasıl yapılır, darbeciler arası koordinasyon nasıl sağlanır, darbe nasıl önlenir…
Zaten öğretmenler odası olmuş kahvehanelerin tümünde bu dersin müzakereleri
yapılıyor; darbe öğretmenleri birbirlerine ilmî ve ictihadî deliller sunuyor.
“Benim tespit ettiğim darbeler usûl ve esasları ilkelerinin 132. Maddesinin b
fıkrasına terstir, köprüde akşamın dokuzunda tankların konuşlandırılması.”
diyor biri. Diğeri sözünü keserek: “Tamam da, hiçbir darbeci mecbur olmadan
o saatte darbe başlatmaz. Mit, Cuma günü saat 16’da o gece darbenin olacağı
haberini alıp gerekli yerlere servis edince; adamlar darbe saatini bekleyecek
değiller ya; b planını devreye sokmuşlar; her türlü uygulamayı 5 saat 20 dakika
öne almışlar.” Bir diğeri lafa karışıyor: “Niye 15 Temmuz, ben söyleyeyim: 15
Temmuz’da Cumhurbaşkanı Beştepe’de olmayacak, tatil için Marmaris’te
bir otelde olacak; darbeciler bunu çok önceden tespit ediyorlar. Beştepe’ye
saldırmak, saldırınca netice almak mümkün değil gibi. Ama, bir otele saldırmak
çok kolay. O yüzden o günü seçtiler; kaldı ki, 15-20 gün daha bekleseler askerî
şûra başlayacak, Fetullahçıların hemen hepsi ordudan atılacak, o tarihe kadar
ellerini çabuk tutmazlarsa kendilerine darbe yapılmış olacaktı.” Bir diğeri söze
daldı: “Yine de çok ustalıklı plan yapamamışlar, bu planla başarılı olunmaz
ki…” “Darbe dediğin Türkiye’de, çocuk oyuncağı. Sanki daha önceki darbeler
çok daha farklı mıydı, bunun kadar ayrıntılı planları bile yoktu. 60 İhtilalini
hatırlayanlar veya araştıranlar bilirler ne kadar kolay olmuştu darbe.” “Tamam
da o zamanlardan bugüne çok şey değişti; meselâ o zamanlar cep telefonu
yok, televizyon yok; radyo tek iletişim aracı. Radyo da TRT’den ibaret. TRT
binasını ele geçirip bir bildiri okutunca iş yarı yarıya halloluyordu. Birkaç
tank da önemli yerlerde gezdirince işin diğer tarafı da tamamlanıyordu. Tabii,
bu arada Hasan Mutlucan’ın efeler, seymenler eşliğiyle o gür Davudî sesiyle
kahramanlık türküleri okuturdunuz radyodan. 80 ihtilalinde televizyondan
- 551 -
okutulmaya başlandı; o türküleri duyanlar ihtilali kabullenirdi.” “Hayır, bunlar
önemli değil; en önemli fark, halkın bilinçlenmesi; halkımız bilinçleniyor,
sauna eşofmanları giyiyor. Şaka yaptım, halk artık eski suskun pasif halk değil;
darbelere karşı çıkabilecek, tankların önünde dik duruş gösterebilecek bir halk;
bu halkı hesaba katmadıkları için bu darbe başarılı olamadı.” “Tamam, bütün
bu sosyolojik faktörlerin rolü var, ama en önemlisi bunlar değil; en önemli
faktör “Re cep Tay yip Er do ğan, RecepTayyipErdoğan” Şekil a’da görüldüğü
gibi, her biri darbeleri tahlil etme ve önleme okulu haline gelmiş kahvehaneler
ve ev sohbetlerinde darbe kültürleri artmış insanımız, hele facebooka da girip
çıkıyorsa, darbeleri değerlendirme profesörü olmuştur.
- 552 -
58. HUTBE
15 TEMMUZ DARBESININ YILDÖNÜMÜ -2-
Âyet :
يآَ ايَهَُّا الذَّ۪ينَ امَٰنوُا عَليَكْمُْ انَفُْسَكمُْۚ ل اَ يضَُركُّمُْ مَنْ ضَلَّ اذَِا اهْتدََيتْمُْۜ الِىَ اللهِّٰ مَرْجِعُكمُْ جَم۪يعا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette
olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size
yaptıklarınızı haber verecektir.”1305
يَآ ايَهَُّا الذَّ۪ينَ امَٰنوُا كوُنوُا قوََّام۪ينَ للِهِّٰ شُهَدَآءَ باِلقِْسْطِۘ وَلَ ا يَجْرِمَنكَّمُْ شَنَانُٰ قوَْم عَلىٰٓ الَ اَّ تعَْدِلوُاۜ
اِعْدِلُو۠ا هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik
eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin.
Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten takvâya daha yakındır. Allah’a karşı
gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”1306
اَلذَّ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ انَِّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَاناًۗ وَقَالوُا حَسْبُنَا اللهُّٰ
ونَعِمْ الوْكَي۪لُ
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘insanlar size karşı toplanmışlar,
onlardan korkun!’ dediklerinde, bu söz onların imanını arttırdı ve ‘Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.”1307
Sorularla Darbe Veya Hay ırl ı Darbe Gibi Sorular
Darbe girişimi başarıya ulaşamasa da, Müslümanlara darbe yapılmış
oldu. Tevhidî inançlar darbe yedi. Artık demokrasi diyor insanımız, elinde
bayrak sallayarak vatan diyor, devlet diyor; başka da bir şey demiyor. Önce
darbeye nasıl bakmamız gerektiği konusunda yardımcı olacak bazı sorular
soralım kendi kendimize ve cevaplarını vermeye çalışalım:
1305] 5/Mâide, 105
1306] 5/Mâide, 8
1307] 3/Âl-i İmrân, 173
- 553 -
1) Hangi asker (subay) veya sivil vatandaş hâin sıfatını daha çok hak eder?
Allah’a, O’nun nizamına karşı isyan eden veya hükümete karşı, rejime karşı isyan
eden? Bizim esas düşmanlığımız Allah’ı ve O’nun dinini sevmeyenlere karşı
mı olmalı, yoksa hükümeti sevmeyenlere mi? Devlete, düzene karşı olan ve bazı
beşerî yasalara karşı gelene terörist; düzeni, hükümeti yıkmaya çalışana da darbeci
deniyor. Peki, Allah’a karşı olan ve Allah’ın yasalarına karşı gelenler terörist;
İlâhî yasalarla mücadele edenler darbeci yaftasını hak etmiyorlar mı diyorsunuz?
Bunlardan hangisi daha büyük terörist ve daha büyük darbeci? Darbeye katılmayan
İslâm düşmanı Kemalist subaylar mı, darbeci subaylar mı daha büyük teröristtir?
Bu soruya hangi açıdan ve neyi ölçü alarak cevap vermeniz gerekir? Soruya devam
edelim: Allah’ın hükmüne, kanunlarına, O’nun nizamına karşı başka alternatiflere
sarılarak karşı çıkan yöneticiler ve onları destekleyenler de darbeci sayılmaz mı?
“Allah’a ait olan kanunları, hükümleri uygulamayan, O’nun hükmüne fiilen karşı
çıkan, Allah’ın egemenlik hakkını gasbedenler Allah’a karşı darbecidir, en zararlı
darbe de bunların yaptıklarıdır” diyenlere karşı ne diyebilirsiniz?
2) Vatanı, halkın namusunu koruma iddiasında olan asker Mehmetçik,
askerlik yaparken anasına ve karısına sövdürmeden askerlik yapma
şansı bulamıyorsa; yani askerde kendi anasının ve karısının namusunu
koruyamıyorsa, başkasının namusunu nasıl koruyacak? Vatanı koruma
iddiasındaki asker, kendi vatandaşına kurşun sıkıyorsa, vatandaş askerine nasıl
güvenecek? Ve, kendini koruyamayan Genel Kurmay ve kuvvet komutanları,
askerini ve vatandaşını nasıl koruyacak?
3) Ebû Hanife, başında “halife”nin olduğu, zahiren şeriatla yönetilen bir
ülkede İslâm’ı tümüyle uygulamıyor gerekçesiyle yönetime katkı mı sağladı,
en küçük bir itaati bile caiz görmeyip, yönetime karşı ayaklananlara destek
mi oldu? Yönetime itaat etmediği için zindanlara atılıp orada şehit mi oldu?
Sebepleri ve o yönetimle bugünkü yönetimi, onun tavrıyla onun yolunu takip
ettiklerini iddia eden Hanefîleri karşılaştırabilir misiniz? Ebu Hanife ve Hanefî
(Ebu Haneficiler) çizgisi ile Tayyip Erdoğan ve Tayyibîler (Tayyipçiler) çizgisi
arasında nasıl bir tercih yapılmalı?
4) Olmaz ama, Nebevî usûle de uygun görülmeyebilir, tamam ama varsayalım
ki oldu; en sevdiğiniz, en güvendiğiniz, muttakî kabul ettiğiniz bir âlim, İslâm’ı
hâkim kılma kasdı ile bugünkü yönetime darbe girişiminde bulunsaydı, kimin
safında yer alırdınız? Halk kimin safını tercih ederdi? Bugünkü devletin mi,
o âlimin darbesinin mi? Şeyh Said’in o gün yaptığı darbe girişiminde başarılı
olmasını ister miydiniz? Peki, o zat, bugün yaşasaydı ve bu düzene karşı
ayaklansaydı, ne yapardınız?
- 554 -
5) Bundan meselâ beş yıl önce bugün Fetö, Fetöş, terör ele başısı, paralelcibaşı
denilen şahsın “Hoca Efendi” denilip Tayyip’lerce takdir gördüğü, tavsiye ve
hatta işaret ettiklerinin devlet kadrolarına itirazsız yerleştirildiği dönemde aynı
şahıs kadrolarıyla darbe yapsaydı, bugünkü iktidar ne derdi, bugünkü halk
nasıl tepki gösterirdi? İktidarla ilişkisini eskisi gibi sürdürseydi, darbeye bile
gerek kalır mıydı? Eski kabul gören Fetullah Gülen aynı çizgisi ile bugünkü
darbede başarılı olsaydı, bugünkü tepki olur muydu?
6) Birileri iktidara gelmek için gayri İslâmî darbe yapmaya çalışıyor;
diğerleri de iktidarı kaybetmemek için gayri İslâmî yöntemlere sarılıyor.
Meselâ, demokrasiyi bayraklaştırıyor, Allah’ın hükmüyle hükmetmiyor. Her
ikisi de laikliği savunuyor. Her ikisi de demokrasiyi övüyor. Her ikisi de Batıyı
ve Batılı değerleri yüceltiyor. Yani, tren rayları gibi birbirine paralel; paralel
raylar gibi aynı istikamete gidiyor ikisi de. Kavga, neyin kavgası? Fikir kavgası,
inanç kavgası değil elbet; tabii ki çıkar çatışması. Peki, bu iki kavgalı kardeşin
çatışması, nasıl hak-bâtıl mücadelesi oluyor? Bir zulme karşı çıkmak, başka
bir zulmü onaylamayı mı gerektirir? Şirk en büyük zulümdür.1308 Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmeyenler zâlim1309 ve Allah’ın indirdiği hükümlerin
uygulanmadığı rejimlerin zulüm yönetimi olduğu hesaba katılırsa, bir zulme
karşı çıkarken, başka bir zulmü desteklemenin hükmü ne olur?
7) Darbeye karşı çıkmak, bu düzeni sahiplenmeyi, bu düzenin kutsalları
altında demokrasi nöbetleri tutmayı gerektiriyorsa; “biz oraya Allah rızası
için gidiyoruz” diyenlere ne diyeceğiz? Niyetlerin hak veya hayır olması
yeterli midir? İyi niyetle haram veya şirk, helâl veya caiz olur mu? Toplantının
adı: Demokrasi nöbeti, katılanların görevi: Devleti, demokrasiyi korumak;
sloganlar, şarkı ve türkülerin arasında tekbirlerle, düzenin simgeleri, rejimin
kutsalları ile beraber, Devlet’çilerin sloganı haline gelen “ya Allah, bismillâh,
Allahu ekber” ifadeleriyle, hakla bâtılın karmakarışık hale getirildiği, hakkın,
bâtılı güçlendirmek için istismar edilerek kullanıldığı iddiasına ne cevap
verilebilir? Bütün bunlar gayr-ı meşrû ise, niyet kurtarır mı?
8) Meydanlara sığmayan bu kalabalıklar; “Şeriat istiyoruz, Kur’an’ın emir ve
yasaklarının uygulanacağı Medine Devleti gibi bir devlet istiyoruz” demeleri
için bir âlim halkı meydanlara dâvet etseydi; veya daha kolayı; “okullardaki
heykelleri ve heykellere saygı duymayı” protesto edeceğiz diye çağrılsaydı, böyle
koşarak gelirler miydi? Halkın kaçta kaçı gelirdi, kaçta kaçı kaçar giderdi?
“Aynen gelirlerdi” diyen varsa, sözünü ispatlamak için deneyebilir mi?
1308] 31/Lokman, 13
1309] 5/Mâide, 45
- 555 -
9) Demokrasi yürüyüşlerini sona erdiren bir toplantı yapıldı Yenikapı’da 7
Ağustos 2016’da. Cumhurbaşkanı ve başbakanla birlikte CHP ve MHP Genel
Başkanları da katıldı ve hepsi birer konuşma da yaptılar. Meydanlara dökülüp
demokrasi nöbeti tutmaya onlar da sahip çıktılar. Özellikle CHP’nin zihniyeti
ile Allah için şehid olanların zihniyetleri arasında ciddi bir fark varsa, bu
durumu nasıl izah edeceğiz?
10) Düzenin sempatizanlarına, bağnaz particilere, demokrasi hayranlarına
eklemlenmeden, gayri İslâmî şiar ve simgelerin altında bulunmadan, bâtıl
ideolojilere sahip kalabalıkların sayılarını arttıracak ve onlardan biri gibi kabul
edilecek şekilde olmaksızın; bağımsız İslâmî kimliğiyle kişinin özgün tevhidî
mesajını sunması, tebliğini yapması ile; yukarıda anlatılan “uydum kalabalığa”
anlayışı aynı mıdır? Sakıncaları nelerdir, gereği var mıdır?
Kızmayın, ben sadece soru sordum.
Kimimi z Öldük , Kimimi z Güldük
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz
(herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”1310
Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm,
hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına
dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve
bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Yalnız unutulmamalıdır
ki, zulüm bedenlere yapılan eziyetten önce, ruhlara yapılan eziyettir; kişinin
rahatını kaçıran haksızlıktan önce, kişinin cennetini yok eden, âhiretini
mahveden uygulamalardır. Müslümanca yaşayacağı ortam oluşturmamaktır
esas zulüm. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların
hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira
İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki,
Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların
tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları,
bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha
ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa
meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz
yoktur, sonra yardım göremezsiniz.”1311
1310] 8/Enfâl, 25
1311] 11/Hûd, 113
- 556 -
Öyle bir acayip dünyada yaşıyoruz ki, söz fayda etmiyor; meşhur tabirle sözün
bittiği yerdeyiz. Bize hep ölmeyi uygun görürler. Biz ölürüz, onlar yaşarlar. Ziya
Paşa, yaklaşık yüz yıl önce aynı oyunu hatırlatır: “Kalkın ey ehl-i vatan! dediler;
kalktık. Onlar oturdu, biz ayakta kaldık.” Orhan Veli de bu durumu şöyle
hicveder: “Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk
söyledik.”
15 Temmu z Bayram Mı Oluyormu ş?
Eh, bir bu eksikti; artık tüm problemler hallolur. “Deliye her gün bayram”
diye bir deyim var. Biz de tatil ve bayramları çoğaltalım; dünyaya nasıl olsa
gülüp eğlenmeye geldik; öyle değil mi? Bahaneyle düzene biraz daha güç
verilsin, düzenin ölümcül iskeletine kan pompalansın: Haydi demokrasi
nöbetine! (“Haydi, şükür için namaz kılmaya!” demelerini beklemiyoruz elbet).
Demokrasi kendini bile koruyamıyor ve onu korumak için nöbet tutulması
gerekiyorsa, beni nasıl koruyacak demokrasi demiyor insanımız. Demokrasi
seni koruyacak bir güç ise, o senin nöbetini tutsun. Kendini bile korumaktan
âciz ise, çekiver kuyruğunu gitsin. “İnsanlardan bir kısmı, kendilerine yardım
edecekleri ümidiyle, Allah’tan başka ilahlar, sahte tanrılar edindiler. Oysa
bilmezler ki, o sahte tanrıları kendilerine, yardım edemezler. Ama o insanlar
her hususta kendi tanrılarına karşı hazırlanmış askerlerdir, hazır bir ordu
durumundadırlar.”1312
Bırakalım zafer kazanmış kahraman edâsını. Bu gurur ve kibir, mahveder
bizi ve çevremizi. Kazanılan bir zafer yok; dünkü duruma dönmüş oldu herkes.
Ama dünkü, sırât-ı müstakîm miydi acaba? Zina, devletin koruması altında
apaçık icrâ edilmiyor mu? Kumar, değişik şekillerde devlet eliyle oynatılmıyor
mu? İçki, sigara serbest değil mi? Harama girmeden bir erkek sokağa çarşıya
çıkma hak ve özgürlüğüne sahip mi? Hırsıza, katile Allah’ın uygulanmasını
istediği yaptırımlar uygulanıyor mu? İnsanlar koşar adım Cehenneme doğru
gitmiyor mu? Çoluk-çocuğuna söz dinletebilen kaç insan kaldı? Namazlardan
ne haber? Huşû ile, namazın zevkini, tadını çıkararak edâ edenlerimiz ne kadar?
Geleneksel ve modern hurafelere, devletin kutsallarına İslâm diye sarılmanın
ve başkalarını onlara çağırmanın vebalini ne kadar düşünüyoruz? Faizsiz,
yalan ve hilesiz ticaret kalmamış, putlara saygı duruşunda bulunmadan eğitim
imkânı yok olmuş bir durumda, neyin bayramını yapıyoruz? Cennet müjdesi
aldık da ona mı seviniyoruz? Küfrün hâkimiyetini kırdık, İslâm’ın devletini
kurduk da onun bayramını mı yapıyor veya talep ediyoruz?
1312] 36/Yâsin, 74-75
- 557 -
Fesat her tarafı kuşatmış; bu fesadın temel sorumlusu bizleriz: “İnsanların
bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat
belirdi ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü
yoldan) dönerler.”1313 Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin
sebebi bizleriz: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız
yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”1314; “Sana gelen iyilik
Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…”1315
Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar
bizden, içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız
gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca
dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık
O, size yaptıklarınızı haber verecektir.”1316 Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla
gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek,
yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra diğer
rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi düzeltmek
gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor: “(Âdem’le eşi)
dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize
merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”1317
Kıyâmeti (kıyâmet gibi kaosu, dehşeti) dünyada yaşıyorsak, yeniden dirilişi
de önce dünyada gerçekleştirmeliyiz. “Kıyâmet”, yaratılmışların topyekûn
ölümünü ifade ettiği gibi, ondan daha çok, ölümden sonra yeniden dirilişi,
canlanış ve ayağa kalkışı belirtir. Kıyâmeti dünyadayken yaşayan kimseler
olarak yeniden canlanmalı ve diğer insanları canlandırmalıyız. Bak görmüyor,
duymuyor musun, kalk borusu öttü; darbelerden önce Kur’an bizi uyanmaya ve
göreve çağırıyor.
Tahliller ve Tavsiyeler
1- Esas darbe, Allah’ın emirlerine, hükümlerine, yasalarına karşı yapılan
başkaldırma, isyan hareketleridir. Darbeden ve darbecilerden şikâyet eden,
aslında kimden ve nelerden şikâyet ettiğinin bilincinde olmalıdır.
2- 15 Temmuz darbe girişimini şiddetle ve nefretle kınıyoruz. Ama, bunun
istisnâî bir durum olmadığını, Türkiye’nin mayasında darbelerin bulunduğunu,
T.C.’nin de darbe ürünü olduğunu unutmamak gerekir. Askerlerin ayaklanması,
1313] 30/Rûm, 41
1314] 42/Şûrâ, 30
1315] 4/Nisâ, 79
1316] 5/Mâide, 105
1317] 7/A’râf, 23
- 558 -
ta 16. yüzyıllarda Yavuz zamanlarında başlayan Celali isyanlarına dayanır ve
2016 yılında da biteceğe benzemez.
3- On yıl birlikte bu devlete güç veren, her ikisi de demokrasiden,
Cumhuriyetten, Amerika ile dostluktan, Nato ile işbirliğinden, Avrupa
Birliğinden yana; bireysel anlamda tesettür ve namaz gibi emirleri yaşamaya
çalışan, biri diğerine paralel, muhafazakâr zihniyete sahip olan güçler
birbiriyle mücadele ederken, en büyük kazanç sistemin olmaktadır. Bu tür
hesaplaşmalar en çok rejime yaramakta, rejim güçlenmekte, safrasını atarak
kendini yenilemektedir. Darbe yapmanın maddî ve mânevî karşılığı olarak,
dünyevî ve uhrevî cezalara aday olup şimdiden kendisi ağır darbe yiyen darbeci
güçler gibi; neredeyse yıkılıyor imajı veren ve birçok zaafı ortaya çıkan hükümet
de yaralanmış, darbeden ciddi hasarla çıkmıştır. Darbe neticesi, “demokrasi,
halkın egemenliği, devletin önemi…” gibi sloganlar ve enerji pompalanmasıyla
halkın desteğini daha çok üzerine çeken; rejimdir, TC sistemidir.
4- Darbenin arkasında kesinlikle ABD vardır. Paralelciler figürandır,
piyondur. İncirlik kapatılmadan, casus örgütleri gibi çalışan Amerikan
elçilikleri, Siyonist ve mason teşkilatları her istediği fesadı yapabilecek özgürlüğe
sahip olduğu ortamda, işte bu tür darbe girişimleri ve darbeler kaçınılmaz
olacaktır.
5- Hem Allah’a karşı başkaldırı ve hem de diğer darbelerin önlenmesi
için laiklik, demokrasi, Kemalizm, halkın egemenliği gibi içi boş veya zararlı
uygulamalar çözüm yerine, tam tersine darbelere davet etkisi oluşturmaktadır.
Çözüm; ahlâk, hukuk, siyaset ve hayata ait her alanda Kur’an’ı hâkim kılmaktır.
Darbeleri önlemenin tek yolu, insanları tevhid ehli, Kur’an talebesi yapmaktır.
Atatürkçülük dersinin arasında ahlâktan bahsetmek, haftada üç saat İnkilâp
Tarihi varsa, bir saat de Siyer dersi koymakla ancak şirk denilen hakla bâtıl
koalisyonu oluşur. Çözüm; adına Mehmedçik deyip Atatürkçük yetiştirerek,
Peygamber ocağı deyip çağdaş Ebu Cehiller oluşturarak, ancak potansiyel
darbeciler yetiştirilir. Paralelciler çay içerken kimseye çaktırmadan masa
başında îmâ ile namaz kılmak mecburiyetinde kaldığı; rütbeli askerlerin kahir
ekseriyetini teşkil eden Atatürkçü laik subayların (istisnâ dışında) namazla
ilişkilerinin hiç olmadığı bir kurumda darbelerin önü alınabilir mi?
6- Ashâbın, Peygamberin kurduğu devlete karşı darbe yapıp onu devirme
ihtimali olabilir mi? Çözüm askeri ashab gibi yetiştirmek, devleti de Medine
devletine benzetmektir. Sen gençlerine ve askerlerine Kur’an’a dayalı
dosdoğru bir din öğret; öğret de Fetullah gibileri kendi bâtıl zihniyetlerini
din diye takdim etmesin. Mü’minle kâfir, cennetle cehennem kadar birbirine
- 559 -
zıt, birbirinden uzak kişilerdir. İslâm askeri ile Batılı küfür askeri de öyle
olmalıdır. Madem “Peygamber ocağı”, öyleyse inancından, mücadele ettiği
değerlere kadar her şeyini Peygamber’in sünneti ve yolu yön vermeli, Allah’ın
askeri denilecek şekilde askerde insanlar Nebevî ölçüde ve Kur’anî çizgide
yetişmelidir. Bunun için vatan, millet, Atatürk sloganlarından önce tevhidî
içerik ve açılımlarıyla birlikte Allah, Kur’an kavramlarının öne çıkartılması
gerekiyor. Kur’an’da Firavun’un askerlerinin Firavun’la birlikte azap göreceği,
Peygamber’le birlikte cihad eden ashabın da Allah’ın rızasına erdiği belirtilir.
Tabii, bu Kur’an’ı öğrenip yaşamak isteyen kimse; laik, kapitalist, Kemalist
devleti sevemeyeceği ve ona uygun gelmeyeceği için devletin de İslam Devleti
olması gerekir. Yani, her iki anlamdaki darbenin bir daha tekrarlanmaması
için tek şart, bireylerin ve devletin Kur’an’a uygun; Kur’an insanı (canlı Kur’an)
ve Kur’an devleti (İslam Devleti) haline gelmesidir. Bu konuda ciddi hiçbir
adım atılmadığına ve halkın da kuru beklentiden başka, oy verdiği kesimleri
sıkıştırmadığına şahidiz. İki ay maaşını alamamış olsa, işçi ve memurlar
nasıl sokağa dökülürler. Ama, Allah’ın dini hâkim olsun diye ciddi anlamda
fedâkârlık yapmaya çalışanların sayılarının da, faaliyetlerinin de yetersiz
bile olmadığı görülmektedir. Faizin ticaretle uğraşan tüm kesime kaçınılmaz
şekilde dayatıldığı, zinanın devlet yardımı ve korumasıyla, özendirme ve
kolaylaştırmasıyla bir alo kadar, bilgisayarda bir tık kadar yakınlaştırıldığı,
kumarın devlet eliyle oynatıldığı, okullarda 20 milyona yakın gencin çağdaş
putperestlik olarak heykellerin önünde saygı duruşunda bulunmak zorunda
bırakıldığı, “Allah’a inandım” diyenlerin Allah’ın indirdiği hükümlerle
değil de, insanların uydurduğu kanunlarla yönetildiği bir ülkede, bunca
isyanın cezasının şu veya bu şekilde bekleneceği bir vâkıadır. “Darbelere son”
diyenlerin öncelikle “Allah’a isyana son!” deyip Kitapsız bir devletten Kur’an’ı
her yerde ve her yönüyle tatbik eden bir devlet uygulamasına doğru Nebevî
usûlle yönelinmesi şarttır.
7- Bunun için de halkın Kemalizmi, laikliği, demokrasiyi, kapitalizmi
savunmaktan vazgeçerek, o tür bâtıl ideolojileri reddedip uzlaşmaması
gerektiğini kabullenmesi gerekiyor. Böyle olması gerekirken, başına gelen ve
gelme ihtimali olan her musibetten Allah’a sığınması ve hangi toplumsal isyan
ve günahların neticesi olduğunu hesaba katıp o haramlardan dönmesi gereken
insan, rejimi destekliyor ise, Kur’an hükümleri yerine demokrasiyi savunuyorsa
bunun sonu ne olacaktır? En büyük darbe olan kıyameti mi bekliyoruz?
8- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaverleri, Genelkurmay Başkanı Akar’ın Özel
Kalem Müdürü ve Milli Savunma Bakanının Müsteşar Yardımcısı ve üst düzey
- 560 -
komutanların emir subaylarının önemli bir bölümünün FETÖ/PDY üyesi
olduğu tespit edildi ve gözaltına alındı. Bu durumu, darbeciler için başarılı bir
takiyye ve gizlenme kabul edebiliriz de, bu taraf için basit bir dikkatsizlik diye
geçebilir miyiz? Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları, en yakınındaki
özel kalem müdürü, emir subay ve astsubayları ile korumaları tarafından
rehin alınmaktan kurtulamadı. Kendi emrindekilerin emrine uymak zorunda
kalanların, yakın çalışma arkadaşlarını seçmekte bu kadar yanılan kimselerin
diğer işlerinde ne kadar isabetli davranabilecekleri gündeme gelmez. Darbe
girişiminde Erdoğan’ın yaverleri ile üst düzey komutanların emir subaylarının
önemli bir bölümünün rol almasını ne ile ve nasıl izah edeceğiz? Göklere
çıkarılan büyük istihbaratçı Hakan Fidan’a ne demeli? Aylar öncesinden
hazırlıkları yapılan ve bütün illerde örgütlenen koca darbe örgütünün büyük
kalkışmasını olaydan birkaç saat önce ancak öğreneceksin. Sonra bilgini
kiminle paylaşman gerektiğini de bilmeyerek saatlerce Genelkurmay’da
pasifize edilip oyalandırılacaksın. Basit ihmal ve dikkatsizliği çok aşan bu
durumlar yine devam edecek. On sene beraberce ülkeyi yönettikleri darbecileri
tanımayanların, hemen yanındaki dostunu düşmanını karıştıran kimselerin,
Avrupa’da ve Amerika’daki düşmanını dost sanması sürpriz mi olur? Firâset ve
basiret denilen özellik, ancak Allah’a yakın olan kimselerde bulunur.
9- Darbe yapanlarla darbeye muhatap olan hükümetin aralarında ciddi
anlamda fikir zıtlığı olduğunu sanmıyorum. Ama aralarında çıkar kavgası
olduğunu herkes duydu, biliyor. Paralel; yan yana, aynı uzaklığı muhafaza
ederek birleşmeden uzayıp giden çizgilerin haline ve bu çizgilerin her birine
deniliyor. Paralel iki çizgi, tren rayları gibi aynı istikamette olan iki çizgidir.
Birine paralel yapı deniliyor; diğeri de para yer yapı kabul edilmeli. Hatırlanacağı
gibi, on yıl sürdürdükleri canciğer dostluk bağlarını ilk koparan darbecilerdi;
muhataplarını para yemekle suçluyorlardı; para yemeyi üç bakana yüklediler,
fazla önemsenmedi, unutulup gitti. Her iki fırkanın birbirine düşmanlıkta
ve nice İslâmî hususlarda tutarsızlık ve ölçüsüzlüğünün temel sebebi, gurur,
kibirdir. Menderes’i bu gururlu müstekbir tavrı mahvetmişti. Tâğutlar ve küfrü
tercih eden her kesim için kibir ve şımarıklık önemli bir vasıftır. Ve kibirliliğin
en anormal derecesi, tevazu kılıflarıyla ortaya konulur.
10- Minarelerden salâ verilerek demokrasi nöbetlerine ve hükümete destek
verilmesi, yadırganmamalı; Diyanet, başbakanlığa bağlı bir devlet kuruluşudur,
cami görevlileri de devlet memuru. Yani, yadırganacak bir durum yok. Başkan
Görmez, “zerre kadar paralel yapıya gönül bağı olan bir görevlinin mihrapta
yeri yoktur.” demişti. Atatürkçüler, laikler ve bağnaz particiler için de benzer şey
- 561 -
söyledi mi? Onlara mihrap emanet edilebilir, ama paralelciye hayır! Yine, D. İ.
Başkanı, “darbeci askerlerin salâsının okunmayacağını ve cenaze işlemlerinin
yapılmayacağını ve namazlarının kılınmayacağını” açıkladı. Bunların arasına
yanlışlıkla katılan, kandırılan, işin içyüzünü tam bilmediği için onların arasında
bulunmuş olanlar çıkabilir. Katıldıktan sonra tevbe edip pişmanlık duymuş
kimseler olabilir. Onlardan zannedilebilir. Mü’minim deyip kâfirliğine kesin
bir delil olmadığı müddetçe camilerden hiçbir kimseyi kovamaz, lâ ilâhe illâllah
diyen ve şirk koştuğu bilinmeyen bir kimsenin cenazesini açıkta bırakamazsınız.
Bu fetvanın sadece paralelcilere yönelik olması şunu gösteriyor: Paralel
yapılanma ile devlete şirk koşanın cenazesi kılınmaz, Allah’a şirk koşanın ise
cenaze namazının kılınması açısından bir sakınca yoktur. Öyle mi bay başkan?
Görmez olabilirsin, ama böyle bir çelişkiyi veya yanlış tercihi görmezden
gelemezsin. Hz. Ali, devlete başkaldıran, devlet başkanı olduğu halde kendisi
ile savaşan Hâricîlerin cenaze namazlarını kılmıştır. Kenan Evren’in cenazesi
Kocatepe Camii imamı İsmail Coşar tarafından, İsmet İnönü gibi İslam’a karşı
tavrı belli olan kişinin cenazesini yanlış hatırlamıyorsam Diyanet İşleri Başkanı
tarafından kılınacak, İslâm düşmanı laik ve Atatürkçülerin cenazeleri Diyanet
görevlilerince kılınacak, ama paralelcilerin namazı kılınmayacak. Bu fetvanın
doğru olduğunu düşünmediğim gibi, insanlar ve cemaatler arası uçurumu
daha büyüteceğini, tefrika ve tekfir zihniyetini körükleyeceğini söyleyebilirim.
11- Kamuda çalışan 50 bin’in üzerinde memur ve personel görevden alındı.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplam 36.200 öğretmenin görevine son
verildi. Bunlar bir hafta dolmadan şimdiki rakamlar, daha artacağı bekleniyor.
Bu durum, devletin sık sık birlik ve bütünlük nutuklarına, kimsenin
inançlarından dolayı kınanamayacağı ve suçlanamayacağı anayasalarına ne
kadar uyduğunu kimse sormuyor. “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle
ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz,
sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten takvâya
daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan
hakkıyla haberdardır.”1318; “Ey insanlar! Allah’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir;
dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek şeytan sizi
ayartmasın.”1319 Darbecilerin de, darbeye muhatap olanların da; her iki kesimin
de tevbe edip Kur’an’a dönmeleri ve Kur’an’ın hükümlerini bulundukları
cemaat ve birlikteliklerde ve de devlette uygula(t)maları duasıyla…
1318] 5/Mâide, 8
1319] 35/Fâtır, 5
- 562 -
Devam ı İn şaAllah Gelme z; Darbelerin ve Darbeyle İlgili Bu
Sö zlerin …
Not: Fikir özgürlüğü kısmen de olsa var olan bir ülkede bu hutbe, inşaAllah
kimsenin başına şerli bir iş açmaz. Nöbeti tutulan demokrasi çarpmaz. “Onlar
öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘insanlar size karşı toplanmışlar, onlardan
korkun!’ dediklerinde, bu söz onların imanını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne
güzel vekildir!’ dediler.”1320 Eleştirenler lütfen, “şu cümlende şunu diyorsun ve bu
ifaden Kur’an’daki şu âyete ters, Peygamber’in şu uygulamasına zıt” desinler.
Kur’an’a ve Sünnete ters değilse eğer, hatta onların açılımı ise anlatılanlar,
eleştirenler eleştirsin, pek de ciddiye almak doğru olmaz. “İşte ben, hem benim,
hem sizin Rabbiniz olan Allah’a dayanıp tevekkül ettim. Yeryüzünde bulunan
hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz
Rabbimin (gösterdiği) yol dosdoğru bir yoldur.”1321
1320] 3/Âl-i İmrân, 173
1321] 11/Hûd, 56
- 563 -
59. HUTBE
29 EKIM ÜZERINE
Âyet :
وَالذَّ۪ينَ اجْتنََبوُا الطاَّغُوتَ انَْ يعَْبدُُوهَا وَانَاَبوُٓا الِىَ اللهِّٰ لهَُمُ البْشُْرىٰۚ فبََشِّرْ عِبَادِۙ الَذَّ۪ينَ يسَْتمَِعُونَ
الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْ اَلْبَابِ
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey
Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın
doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” 1322
امَٰنَ الرسَُّولُ بمَِٓا انُزْلَِ الِيَْهِ مِنْ رَبهِّ۪ وَالمُْؤْمِنوُنَۜ كلٌُّ امَٰنَ باِللهِّٰ وَمَلئٰٓكَِتهِ۪ وَكتُبُهِ۪ وَرُسُلهِ۪ۜ ل اَ نفَُرِّقُ بيَْنَ
اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ
“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur
(cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur.
Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz.”1323
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْ امَْرِ مِنْكُمْۚ
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan
emir sahiplerine (ulu’l-emr’e) de (itaat edin).”1324
Hadi s:
“Ey Ebû Bekir, her toplumun (kendi inancına göre) bayramı vardır. Bu
(Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim bayramımızdır.”1325
Sabret ve Gayret Et Ey Muvahhid ; 29 Ekim ’den 10 Kasım’a
Kaç Günlük Zaman Vard ır? Küfrün Ze vali , Senin Gayretinle
Çabukla şacakt ır!
Cumhur; çoğunluk, ekseriyet anlamına gelir. İslâmî literatürde İslâm
âlimlerinin büyük bir çoğunluğunu ve genel eğilimini yansıtmak için cumhûr-ı
ulemâ terimi şeklinde kullanılır. Çoğunluk anlamındaki cumhûr kelimesinden
1322] 39/Zümer, 17-18
1323] 2/Bakara, 285
1324] 4/Nisâ, 59
1325] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu’l-Iydeyn 16
- 564 -
türeyen cumhuriyet; terim olarak bir toplumu yönetme yetkisinin, seçimle
halktan alındığı siyasal örgütlenme biçimine denir. Cumhuriyet, tek kişinin
bir toplumu yönetmesi anlamındaki “monarşi”nin karşıtıdır. Cumhuriyet
yönetiminde, toplumu yönetecek olanlar, halk tarafından seçilir. Monarşide ise
böyle bir seçim yoktur; yönetim, babadan oğula veya kardeşe geçen bir sistemle
iş başına gelen bir kişi tarafından yönetilir.
Kazançlara bayram; kayıplara mâtem yapılır. 29 Ekim, Müslümanlara ne
kazanım getirmiş, ne kayıplara sebep olmuştur, bunları iyi değerlendirmek
zorundayız. Türkiye’de ilan edilip uygulanan şekliyle cumhuriyet rejimi,
şeriatle bağların tümüyle koparılıp Batı tarzı laik ve demokratik yönetimi temsil
etmektedir. Monarşiyi, padişahlığı savunan bir muvahhid Müslüman çıkmaz.
Ona antitez olarak gösterilen Türkiye Cumhuriyeti, 550 tane padişah çıkarmış,
bu sultanlar, aynı zamanda tâğut vasfıyla insanlara ilâhlığa soyunmuştur.
Peygamberimiz’in uyguladığı Kur’an’da özellikleri belirtilen İslâm Devletinden
yana olan muvahhid mü’minler, padişahlığı savunmadığı gibi, Türkiye’de
uygulanan şekliyle Cumhuriyet rejimini de savunamaz. Hele böyle İslâm’ın
siyasal ve sosyal hayattan uzaklaştırılmasının yıl dönümlerini bayram olarak
hiç mi hiç kabul edemez.
Bu rejim, adı cumhuriyet de olsa, halkı, çoğunluğu temsil de etmemektedir.
Halkı, halk değil; yattığı yerden Atatürk, silahlı güçler ve derin devlet, zenginler
klübü, medya, bürokrasi, Amerika ve İsrail zihniyeti yönetmektedir.
Bugün insanlar huzurlu ve mutlu ise, memleket manevî ve maddî yönden
kalkınmış ise, insanlar birbirine güvenebiliyor, ahlâklarından şikâyet
edilmiyorsa, geçim problemleri insanların çoğunu kuşatmamışsa, her
şeyden önemlisi insanlar cennete doğru yol alıyor, Allah’ın rızasına uygun
yaşayabiliyorsa, o zaman bu rejimin kuruluş gününü bayram olarak kabul
etmek tartışılabilir. Yok, her konuda rejim, yapacağını yapmış, insanlara vaad
edeceği başka bir şey kalmamış, buna rağmen her kesim şikâyetçi ise, o zaman
baş suçluyu rejim olarak görmek zorundayız. Türkiye’nin problemlerinden
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yönetimden tümüyle uzaklaştırılan İslâm’ı
kimse sorumlu gösteremez. Tüm problemlerin gerçek kaynağı bu rejimdir.
Allah’ın Rasûlü şöyle der: “Ey Ebû Bekir, her toplumun (kendi inancına
göre) bayramı vardır. Bu (Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim bayramımızdır.”1326
Filistin başta olmak üzere dünyanın nice yerinde müslüman kanı akar,
insanımıza maddî ve mânevî her çeşit zulüm uygulanırken, İslâm dışı ortam
1326] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu’l-Iydeyn 16
- 565 -
ve yapılar kişileri Allah’tan koparmaya ve dünyevîleştirmeye çabalarken
Müslüman, hangi günü, niçin, nasıl bayram kabul edecektir?
Kur’an’ın yönetim ilkeleri adalet ve şûrâ ve bey’at esaslarına dayanır.
Adâlet: “Şüphesiz Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor.”1327 Adalet: Bir işi
yerli yerine (hakkı olan yere) koymak, her şeyi yerli yerinde yapmak hak sahibine
hakkını vermek, hak ve hukuka uygunluk, doğru ve yerinde olmak anlamlarına
gelir. İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve
insanın devletle olan alâkasını, Allah’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemeye
adalet denir. Bu, bir anlamda Allah’ın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir.
Bir yönetim ilkesi olarak adâlet, iki kişi ve bireyle toplum arasındaki ilişkilerde
ilâhî yasalara uygun davranmak, haklıya hakkını tam olarak ödemek; suçluya
cezasını vermede gevşeklik yapmamak demektir.
“Allah adalete uyanları sever.”1328; “Andolsun, biz elçilerimizi açık delillerle
gönderdik ve onlarla beraber Kitab’ı ve adalet ölçüsünü indirdik ki, insanlar
adaleti yerine getirsinler.”1329; “De ki: ‘Rabbim bana adaleti emretti.”1330
Adâlet, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek, zulüm başka hüküm ve kanunlarla
yönetip yönetilmektir. Allah’ın koyduğu sınırı (hududu) aşanlar zâlimdir.1331
Allah’ın yasakladıklarını yaparak, insanlar kendi (nefis)lerine zulmederler.1332
Kâfirleri dost edinmek zulüm; onları dost edinenler de zâlimdir.1333 Çünkü
“Kâfirler (in tümü) zâlimdir.”1334;“Şirk en büyük zulümdür.”1335; “Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.”1336
Şûrâ: “Mü’minlerin işleri aralarında şûrâ (danışma, istişare) iledir.”1337
Kavram olarak ‘bey’at’ veya ‘biat’ ise; müslümanların devlet başkanını
(veliyyü’l-emr’i) seçme, belirleme ve İslâmî hükümlere uygun işlerde ona bağlılık
göstermedir. Müslümanların içerisinden çıkan ehl-i hal ve’l akd (müslümanların
işlerini görmek üzere seçilen yetkili şûra -danışma topluluğu-) tarafından tesbit
edilen bir imama (halifeye ) itaat ve bağlılık sözüdür.
1327] 4/Nisâ, 58
1328] 60/Mümtehıne, 8
1329] 57/Hadid, 25
1330] 4/Nisâ, 105
1331] 2/Bakara, 229
1332] 2/Bakara, 35, 131
1333] 9/Tevbe, 23
1334] 2/Bakara, 254
1335] 31/Lokman, 13
1336] 5/Mâide, 45
1337] 42/Şûrâ, 39
- 566 -
Bey’, yani alım-satım; bir değer karşılığında bir değeri vermek demektir. Araplar
önceden alış-verişlerde yaptıkları satış akdini (anlaşmayı) kuvvetlendirmek
üzere el sıkışırlardı. Buradan hareketle, müslümanlar da bir başkan seçerken
el sıkışma örneğini almışlar ve aralarındaki benzerlikten dolayı buna da ‘biat/
bey’at’ demişlerdir. Sorumlu başkanı seçme konusunda yönetilenler haklarını
seçtikleri kişiye, seçilen kişi de onların hakkına ve Allah’ın koyduğu sınırlara
uymak şartıyla bunun karşılığını yönetilenlere, yani biat edenlere verir.
Bu, tıpkı rızâ ile bir mal alım-satımındaki anlaşma gibidir. Bir taraf kendi
isteği ile, yönetim emanetini hakka-hukuka uyma şartıyla biat ettiği kimseye
verir ve ona bağlı kalacağını ilân eder. Kendisine biat edilen de biat edenleri
Allah’ın hükümleri doğrultusunda yöneteceğine söz verir.
Peygamber (s.a.s.) mü’minlerden biat aldığı gibi, mü’minlerin işlerini
yürütmekle ve Allah’ın hudutlarını (koyduğu hükümleri) uygulamakla
görevli ülü’l-emr, bir başka deyişle veliyyü’l-emr (müslüman yetki sahibi) de,
müslümanlardan Allah’ın hükümleri doğrultusunda onların işlerini yerine
getirmek üzere biat alır. Müslümanların, din ve dünya işlerini yürütmek, Allah’ın
hudutlarını uygulamak, müslümanların çıkarını ve İslâm vatanını korumak,
mazlumlara yardım etmek ve zâlimlerin zulmünü önlemek üzere aralarında
uygun bir başkan seçmeleri gerekir. Bunun İslâmî bir görev olduğu noktasında
İslâm âlimleri arasında icmâ, yani söz birliği bulunmaktadır. Bu yetkili kimseye
imam, halîfe, başkan, veliyyü’l-emr ya da emîru’l-mü’minîn denilmesi yalnızca
bir nitelemedir.
Müslümanların işlerini görmek üzere kendisine biat edilen başkan, bey’at
denilen ümmetin bir çeşit serbest seçimi ile göreve gelir. Bu biat işinde karşılıklı
rızâ esastır. Tıpkı alış-verişte olduğu gibi. Zorla ve dayatma ile alınan biatler
geçersizdir, bir faydası da yoktur. Biat olayı, biat edenleri bağlar ve onlara bazı
sorumluluklar yükler. Seçilen yetkili kişilere İslâm’a aykırı olmayan konularda
itaat etmek gerekir. Biat ettikten sonra haklı bir gerekçe olmadan onlara karşı
gelmek, onların tutarlı ve adâletli yönetimlerine keyfî tutumlarla isyan etmek,
toplumda kargaşa doğurur ve zulme sebep olur.
“Şüphesiz sana bağlılık bildirerek bey’at edenler (ellerini verenler, bağlılıklarını
bildirenler) Allah’la bey’at edip O’na el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların
ellerinin üstündedir. Verdiği bu sözden (ahidden) dönen, ancak kendi aleyhine
dönmüş
olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, o büyük ecir (ödül) verecektir.”1338
1338] 48/Fetih, 10
- 567 -
Bey’at; Kitap, sünnet ve sahâbe-i kirâm’ın icmâı ile sâbit olan sâlih bir
ameldir. Bey’at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan
münasebetlerinde, İslâm’ın hükümlerine râzı olduklarını ihlâsla ortaya koyan
bir akiddir. Bilindiği gibi mü’minlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû’lemr’e
(siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat’î nasslarla farz kılınmıştır. Nitekim
Kur’ân-ı Kerîm’ de: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin
ve sizden olan emir sahiplerine (ulu’l-emr’e) de (itaat edin).”1339 emri verilmiştir.
İslâm’ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli
aşabilecek vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir. Bu sebeple fukahâ,
bey’at edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir. Şurası
muhakkak ki, halîfe (ulû’l-emr), mü’minlerin irâde beyanı ve rızâları sonucu
ortaya çıkabilir. Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey’at geçerli değildir.
Zira Hz. Ömer (r.a.): “Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan
olmaya, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeye kalkışırsa (vazgeçmediği
tadirde) onu öldürmelisiniz” demiştir.1340 Öldürülmeye müstehak olan tiplerin
“meşrû bir ulu’lemr” olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır.
Mü’minlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat’i naslarla sâbittir.
Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı
esas alanların, “câhiliye ölümüyle ölmeleri” kaçınılmazdır. Rasûl-i Ekrem’in
(s.a.s.): “Her kim ülü’l-emr’e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde
Allah’a ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her
kim de (ülü’l-emr’e) bey’at sorumluluğu olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölür”1341
buyurduğu sâbittir. Mü’minler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ulu’l-emr
mevcut ise, O’na bey’at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli
olmaları esastır. Yok, eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi
içlerinden bir ulu’l-emr (cihad emîri) seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için,
dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek zorundadırlar,
“Kim (meşrû bir yöneticiye) itaatten elini çekerse, Kıyamet günü elinde hiçbir
delil olmadan Allah’a kavuşur. Kim de boynunda biat (meşrû bir emîre bağlı)
olmadan ölürse, câhiliyye ölümüyle ölmüş olur.”1342
Seçim olayı ve biat konusunda önemli olan bir husus da, biatin/bey’atin
bugünkü demokratik seçimlerle hiçbir şekilde uyum göstermediğidir. Demokrasi
ile İslâm, hâkimiyet hakkının kime ait olduğu ve hangi ilkelerle hükmedileceği,
kimin hakem ve ölçü olacağı gibi temel hususlarda birbiriyle tümüyle çelişen
1339] 4/Nisâ, 59
1340] Muhammed Ravvas Kal’aci, Mevsûatu fıkh Ömer b. el-Hattâb, 1401/1981, 103
1341] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58, h.no: 1851
1342] Müslim, İmâre 58, Hadis no: 1851
- 568 -
sistemlerdir. Biri, beşerî ideoloji, diğeri Allah’ın nizamıdır. Bu sistemlerin seçim
sistemlerinin de farklı olacağı gâyet doğaldır. Biat, İslâm’a has özel bir seçim
sistemidir; demokratik seçim sisteminden ayrılan birçok yönü vardır.
Bey’at; İslâmî terminolojide “siyasî veya askerî şartların gerektirdiği
vasıflardan biriyle ehliyeti olan lidere,
her türlü şartlarda itaat etmek üzere, ehl-i
hal ve’l-akd sınıfına girenlerin ahidleşmesi”dir.
İmâmet /Hilâfet Si steminin Temel Özellikleri
Kur’an’da imâm ve imâmetle ilgili âyetler, ahkâmla ve Allah’ın indirdiğiyle
hüküm konusunu içeren âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, bu konudaki
hadis-i şerifler ve İslâm âlimlerinin görüşleri ışığında şu gerçekler ortaya çıkar:
1- İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir. Bu, İslâm’ın
her zamana ve her yere uygun olduğunu, evrensellik ve kapsamlılığını bize
gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar da tatbiki mümkündür. Bu
ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı
saâdet” örneğinde ortaya çıkan sistemden başkası değildir.
2- İmâmetin vâcip oluşu, Kitap, sünnet, icmâ ve şer’î kurallarla sâbittir. Bu
ümmetin temsilcileri olmaları, bu önemli konuda ümmetin vekili olmaları
bakımından “ehl-i hal ve’l-akd”e yöneltilen bir farz-ı kifâyedir. Ehl-i hal ve
akd bu işte zayıflık gösterirse, bu vâcibin yerine getirilmesi için gücü yeten her
müslüman gayret göstermedikçe kendilerini vebalden kurtaramaz ve gücü yetip
de bu faâliyeti göstermeyen herkes günahkâr olur.
3- “İslâm, hüküm alanında bir düzen getirmemiştir. ‘İslâm devleti’ diye bir
şey olmaz. Müslümanlara câhiliyye düzenlerinden farklı bir İslâm devletini
kurmak farz kılınmamıştır” diyenlerin iddiâsı kesinlikle bâtıldır, geçersizdir.
4- İmâmet vesiledir; gâye değildir. Gâye, Allah’a ibâdet/kulluk yaparak O’nun
rızâsını kazanmaktır. İmâmet ümmetin hayır ve adâlet üzere kalmasını, hakkın
hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul edilip bunun geçerli kılınmasını sağlamaya
bir vesiledir. O ümmet ki, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a
inanır; O’nun indirdikleriyle hükmetmek için Kur’an’a uygun düzenin oluşması
için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun, İslâmî değişim ve dönüşümü için
tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini de, beşerî metotlara göre değil;
Allah’ın çizdiği hudûda ve Rabbânî usûle göre ortaya koyar.
5- İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak, dünyayı da din ile
yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin en önemlisidir. Zira
din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı bu dinin dışında yöneten mü’min
- 569 -
olamaz.1343 Dini siyasetten ayırıp “din başka, devlet başka” deyince; devlet
dinsiz, din de devletsiz/güçsüz kalacaktır.
6- İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak Allah’ın kitabı
ve Rasûlü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür. Dini koruyup
müslümanlara izzet ve şereflerini iâde etmek, İslâmî hilâfeti/imâmeti oluşturup
onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.
7- İmâmete geliş usûlü, Kur’an ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek şartıyla
ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş başına geliş şekilleri ve bey’atin yapılış
tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler çağa uyarlanabilmelidir.
8- İmâmete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate alınmalıdır. Bunlar; “bey’at”
denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet” denilen Allah’ın indirdiğiyle
hükmetme (5/Mâide, 45) ve zerre kadar haksızlık yapmama gayreti, “istişâre”
denilen emin ve ehil kimselerle, işinin uzmanı ve dinini yaşayan takvâ sahibi
güvenilir kişilerle danışarak onların öneri, eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma
şeklindeki uygulamadır.
9- İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd” diye isimlendirilen
ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde olduğu gibi seçime bütün
insanlar direkt olarak katılamaz. Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en
akıllı olanlar seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek
için insanları iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça para
harcamaya ve propaganda yapmaya gerek de yoktur.
10- İmâmet, verâset yoluyla (babadan oğula) intikal etmez. İslâm, bir ırka, bir
soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul etmez. Krallıkla imâmetin bir
farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/yetenek ve en uygun olanı belirlemenin
öne çıkmasıdır.
11- Bey’at, imâmete lâyık bir imamın bulunduğu vakit müslümanın boynuna
borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü ile ölmesini sonuçlandırabilir.
Keyfî ve indî gerekçelerle bey’ati bozmak da, meşrû imamın meşrû her emrine
en küçük bir itaatsizlik de haramdır.
12- Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir. İmâmet,
ümmetin bey’ati olmaksızın gerçekleşmez.
13- İmam adayının o makama ehil olabilmesi için imâmete ait şartları
taşıması gerekir.
1343] 5/Mâide, 44
- 570 -
14- İmamın, mevcut insanların en faziletlisi olması şart değildir. Zaten
bunu tesbit de mümkün olmayabilir. Evlâ olan, faziletlilerden biri olması,
müslümanlara en faydalı ve en uygun olanının seçilmeye çalışılmasıdır.
15- Ümmetin maslahatıyla ilgili olarak imamın üzerinde birçok görev vardır.
Bunları imamın yerine getirme zorunluluğu ve sorumluluğu vardır. Fakat
bu görevleri yerine getirebilmesi için kendisine yardım edilmesi, kendisinin
ümmet üzerindeki haklarındandır.
16- Âdil imama karşı çıkmak ve fitneyi uyandırmak haramdır, büyük
günahlardandır. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmettiği ve ma’siyeti
emretmediği müddetçe imama itaat vâciptir. Şeriata ters düşen yerde, Allah’a
isyan kabul edilecek durumlarda itaat ise haramdır. İmamların otoritesi,
Kitap ve sünnete uygun davranmasına bağlıdır. Allah’a itaat ettiği müddetçe
kendilerine itaat edilir. Allah’a karşı geldiklerinde de kendilerine karşı gelinir.
Yaratıcı’ya isyanda mahlûka itaat yoktur. Kim isyanda onlara itaat ederse,
günah hem emredene ve hem de emri uygulayanadır.
17- Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın olması vâcip
olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de şûrâ gereklidir. Bu, halkın
direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek “Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek
milletvekillerinden veya İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına
uygun farklı şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.
18- İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve bugün uygulanan
beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir. Güttüğü amaç, gâyeye
götüren araçlar, vesileler, hedefler, dayandığı kaynak/referans, ulaşmak istediği
hedef... yönünden sayılamayacak farkı vardır. O, beşerî düzenlerden çok ayrı
bir sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve kanunları kıyaslamak mümkün
değildir.1344
Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar gruplara,
partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok edilir. Bu sistemlerin zulüm
ve sömürülerinden kendilerini korumaya çalışanlar, Firavunların/küfür
önderlerinin kendilerine müsaade etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket
ederler. Bu sebeple orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri
gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka seslenerek
onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve müstekbirlere karşı
mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta bulunarak onları yeniden önderler
1344] Süleyman ed-Demirci, El-İmâmetu’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, s. 491-493
- 571 -
yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten kurtaracağını ve ne yapmaları
gerektiğini anlatarak uyarıyor. “Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara
(güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım,
onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).”1345
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve
Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve
siz O’na götürülüp toplanacaksınız.”1346
İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına
dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli
güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu çağrı iman edenlere hayat bahşedecek
bir dâvettir. İmâmet kurumunun yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı
cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira Allah’ın huzuruna götürüldükleri
âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini yerine getirmemenin
ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında insanlar da
oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları kendi küfür yollarına
dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını oluştururlar. Artık orada iki ayrı
topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve
beraberinde oluşan “İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme)
çağıran küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”.
Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır. Bu topluluklar,
âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i, O’nun getirdiği Kur’an’ı
ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden Peygamber’in halefi olan imamları
kendisine rehber edinenler âhirette O’nunla beraber cennete girerler. Allah,
Kur’an ve Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine
rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından
sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder ve rehber edinenler de
âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek1347 ve “Ya Rabbi,
Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara Kitap’ta belirlediğin
hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama biçimini öğrettim”
diyecektir. Rasûlullah’ın ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da
dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı değildir.
Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet gününe kadar getirmiş
1345] 28/Kasas, 5
1346] 8/Enfâl, 24
1347] 4/Nisâ, 41
- 572 -
olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını doğrulayarak onun göstermiş
olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad
görevini yerine getiren insanların tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi ölçüye göre
tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza dikkat edelim.
Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya çalışmış, görevimizi yapmış
olabilelim; âhirete imamımızla birlikte gideceğimizi unutmayalım. Onlar
bizim hakkımızda orada şâhidlik edeceklerdir.
Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette
kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin kıyâmete
kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere bu kurumu sapasağlam,
tertemiz bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa erenlerden olabilelim. “İçinizden
hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun.
Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.”1348; “Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve
Ben de sizin Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.”1349
İşte Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak seçmiş,
Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu sadece O’na yaparak
başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte rableri reddederek onların yaşam
biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden, kıble edinilen çeşitli şeylere
yönelmeyip sadece Rabbimizin belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif
edilen, özellikleri belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder
ve rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat de budur.1350
Kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan
başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur.
İslâm’ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir,
çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tanımamak ve onlardan
uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek
destekleyenler de iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.
Kur’an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunlar
koyanlar, “tâğut” kategorisine girer. Bu tâğutî otoriteleri ikrah olmaksızın
reddetmeyenler, bunların hükümlerini mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler
de saflarını belli etmiş kimselerdir.
1348] 3/Âl-i İmrân, 104
1349] 21/Enbiyâ, 92
1350] C. Tayyar Soykök, Kur’an’da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62
- 573 -
Siya sî Rejimler , Hüküm ve Yetkiyi Allah ’tan Alm ıyor sa Tâğuttur
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir
ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah’ın hükümlerine
muhâlefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi “tâğut” olarak isimlenir.
Bir kimse; Allah’a, âhirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa;
fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin
hükümlerini kabul edip gönül rızâsıyla onlara itaat etse, böyle bir kimsenin
irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah’tan başkası, insanların nasıl
idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler
koyma yetkisine sahip değildir. Çünkü hüküm koyan insan, o hükme tâbi
olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir.
Allah katında üstünlük, sadece takvâ iledir.1351 Kendisinde böyle yetkiler
gördükten sonra, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyip hevâ ve hevesleri
doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda “ilâhlık” iddiâsı içindedirler.
Dolayısıyla Allah’ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere
isteyerek gönül rızâsıyla tâbi olanlar da, tevhid akîdesinin dışına çıkarlar. Tâğut,
müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlâkî değerleri
ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür.
Kısaca tâğut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana
müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah’ın arzında,
O’nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilâhlık iddiasında
bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak mücadele etmek farzdır.1352
Günümüzde Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, “hâkimiyet
kayıtsız şartsız insanındır (ulusundur)” sloganına sarılan ve insanların çoğunun
rızâsına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir.
Bu siyasî otoritelerin tâğut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir
ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler “tâğutî” özellikleri taşırlar.
Kelime-i şehâdet getirerek, başka ilâhları ve tâğutları reddettiklerini dillendiren
müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.
Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük
çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten
Müslümanları nehyetmiştir: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın;
sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/
dostlarınız yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz.”1353
1351] Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, er-Risâle, 178
1352] 42/Şûrâ, 10
1353] 2/Bakara, 285
- 574 -
İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması
gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye
güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar,
zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan
çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir.
Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında
ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır:
“Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.”1354 Allah, Firavun’u
helâk edince, onları da helâk ettiğini açıklar: “Firavun, askerleriyle birlikte
onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.”1355; “Biz de onu (Firavun’u)
ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!”1356
Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara, tâğut olduklarını bile bile
sevgi besleyen her insan, Allah’a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu
kabullenen şeytan askeridir. Allah’ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsin
hevâsını, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin
yalnız Allah’a ve O’nun nizamı İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe,
tevhid kulpuna yapışılamaz.1357 Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle
reddedilmesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan
ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla
mücadele etmek lâzımdır. Bu mücâdelenin gerekleri:
a- Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefsin
hevâsıyla mücâdele etmek,
b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah’a döndürmemize engel olan ve tâğut
olan câhiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile mücâdele etmek.
Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esâret
zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu
yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden
kurtularak yalnız Allah’a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak
da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü,
sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf,
örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan
her kimseyi ve her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.
1354] 42/Şûrâ, 21
1355] 9/Tevbe, 31
1356] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
1357] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
- 575 -
“Rabb’in, yalnız Kendisine kulluk etmenizi... emretti.”1358; “Hüküm, hâkimiyet/
egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdeti/kulluk yapmanızı
emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”1359 Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya
koyuyor: Allah’a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid
sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini,
kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer
arzuları O’nun yolunda fedâ etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural
koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan
hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda
yaşayıp tavır koymaktır.
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler
peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben
teslim olmak (iman etmek) sûretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu
âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dostluk;
hayatını İslâm’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve
cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey
Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın
doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” 1360 Bu iki
inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün
değildir!
1358] 17/İsrâ, 23
1359] 12/Yûsuf, 40
1360] 39/Zümer, 17-18
- 576 -
60. HUTBE
CUMHURIYET, KIMIN BAYRAMI?
Âyet :
اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَۜ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكْماً لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ۟
“Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar. Kesin bilgi ile inanan bir topluluk
için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?”1361
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَ ا مُؤْمِنَةٍ اذَِا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْراً اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ وَمَنْ
يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَال اً مُب۪يناً
“Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min olan bir erkek ve mü’min
olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a
ve Rasulü’ne isyan ederse artık gerçekten o apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır.”1362
ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلٰى شَر۪يعَةٍ مِنَ الْ امَْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَ ا تَتَّبِعْ اَهْوَآءَ الَّذ۪ينَ لَ ا يَعْلَمُونَ
“Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerinde kıldık; öyleyse sen ona uy ve
bilmeyenlerin hevalarına uyma.”1363
وَلَ ا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهاً اٰخَرَۢ لَٓ ا اِلٰهَ اِلَّ ا هُوَ۠ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّ ا وَجْهَهُۜ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Sen Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh
yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur
ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.”1364
انِآَّ انَزَْلْنآَ الِيَْكَ الكْتِاَبَ باِلحَْقِّ لتِحَْكمَُ بيَْنَ الناَّسِ بمَِٓا ارَيٰكَ اللهُّٰۜ وَل اَ تكَنُْ للِخَْٓائنِ۪ينَ خَص۪يماًۙ
“Şüphesiz Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için
biz sana kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hainlerin savunucusu olma.”1365
Bugün, kimilerinin bayram kabul ettiği 29 Ekim. Türkiye Cumhuriyeti
adıyla yeni bir devletin, yeni bir rejimin kuruluşunun üzerinden neredeyse 100
yıl geçmiş. İslâm şeriatının tümüyle kaldırılıp, yerine Batı tarzı demokratik,
laik, Kemalist bir rejimin kurulduğu zaman dilimini biz kutlamıyoruz, bu
1361] 5/Mâide, 50
1362] 33/Ahzab, 36
1363] 45/Câsiye, 18
1364] 28/Kasas, 88
1365] 4/Nisâ, 105
- 577 -
vesileyle rejime karşı tavrımızı gündeme getiriyoruz. Tâğuta karşı çıkmayı
imanî bir görev bilen mü’minler olarak, tağutî yönetimi reddettiğimiz gibi, böyle
bir yönetimin başlatıldığı günü, şeriata, İslâmî devlet anlayışına düşmanlık
günü olarak kabul ediyoruz. Devletin onca yönlendirmesi, belediyelerin
katkıları, okulların ve medyanın onca teşviki olduğu halde, halkın da bu resmi
bayram kabul ettirilen günleri bayram kabul etmediğini görüyoruz. Belediye
zabıtalarının zorlamasıyla esnafın işyerlerine bayrak asmasından başka halkın
bayramla herhangi bir ilgisinin olmadığını görüyoruz. Devletin hiçbir katkısı
olmadığı halde, halk sadece Ramazan ve Kurban Bayramlarını bayram olarak
kabul eder; o günlerde temiz elbiseler giyer, birbirini ziyaret ederek bayramlaşır;
o günleri sevinçle kutlar. Yarın sanırım içinizden hiç kimse, hiçbir akraba ve
dostunu ziyaret edip bayramını kutlamaya kalkmaz.
Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin
iki bayramı olduğunu öğrendi. Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve
eğlenirlerdi. Bu durumu gören Hz. Peygamber, bu günlerin bayram olarak
devam etmesini kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ size kutladığınız
bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban
bayramını lûtuf olarak vermiştir.”1366 Bu Peygamberî tavırdan yola çıkarak, bir
müslüman, bu iki bayramın dışında başka bir bayram kabul edemez.
“Cumhur” halk, topluluk demektir. Fransızca république sözcüğünün Türkçe
çevirisi olarak benimsenmiştir.
Latince res publica klasik kullanımda “kamusal olan” anlamındadır. Bir
topluluğa onların birleştirmek suretiyle halk olma özelliğini kazandıran,
kamusal nesne anlamına gelir. Bu hal monarşiye karşı, devlet başkanının halk
tarafından seçildiği ve halk iradesince meşrulaştırıldığı devlet şekli anlamında
kullanılmıştır.
Cumhuriyeti cumhuriyetçiler şöyle tanımlar: Milletin, egemenliği kendi
elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla
kullandığı yönetim biçimi. Hükûmet başkanının, halk tarafından belli bir süre
için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir
kişi veya aileye ait olduğu oligarşi kavramının zıddıdır. Cumhuriyet kavramı,
genel olarak temsili demokrasinin uygulanmasını ifade eder.
Cumhuriyet, cumhurun yani halkın egemen olması, onun dediğinin
uygulanması demek olduğu halde; halkın inancı, nasıl bir yönetim istediği
Cumhuriyet yönetiminde hiç önemsenmemektedir. Halk yönetimi demek
1366] Ebû Davûd, Salât 239, Nesâî, Iydeyn 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/103, 178
- 578 -
olan cumhuriyet yönetiminde halk etken değil, edilgendir. Meselâ halkın
kaçta kaçı kravat takar? Ama kravatsız, kendine benzeyen birini yönetici
seçemez, yöneticiler hep kravatlıdır. Halkın kaçta kaçı Kur’an’ın kanun olarak
uygulanmasına karşıdır? Ama cumhuriyet denilen güya halkın yönetimi, rejim
ve yöneticileriyle Allah’ın kanunlarını yok sayar, halkın seçtikleri, kendileri
kafalarından kanunlar çıkarırlar.
İslâm’ın idare tarzı, devlet anlayışı çok farklıdır. İslâm, halkın yönetimi değil;
Hakkın yönetimi esasına dayanır. İslâm devleti, bey’atle işbaşına gelen, şûrâ denilen
emin ve ehil şahsiyetlerin yönetime katıldığı, adâletle, yani Allah’ın indirdiği
hükümlerle, kanunlarla halkın yönetildiği bir devlet ortaya koyar. Ehl-i hal ve’lakd
denilen âlimlerin öncelikle uygun görüp tayin ettikleri, kendisine imam,
halife, ülü’l-emr, İslam devlet başkanı gibi ad verilen yönetici, devlet başkanı, eğer
adaletten ayrıldıysa, Allah’a isyan ediyor veya insanları Allah’ın kanunlarıyla
yönetme görevini tam olarak yapmıyorsa onu makamından uzaklaştırır.
Demokrasi ve cumhuriyet; hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır.
Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah
adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine
koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani
siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre
isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın
bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin
(dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah’ta görmeyip insanda görmeleridir.
Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu
insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim
alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü
ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve
Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler
koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî
görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm’ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir.
Dolayısıyla biz hakkı ve hakikati başarılarda, çoklukta, azlıkta, önde ve
arkada olmakta değil; Allah’ın kitabına ve Rasûlün sünnetine mutabakatta
ararız. Allah’ın Kitabına ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iş güzeldir;
neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah’ın vereceği değerdir.
Dünyevî sonuçları Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatımız ve
ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. İşte bu anlamıyla hayatı kuşatan
biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ’nın dinidir.
- 579 -
Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı ortamdan etkilenmişliğinin ürünü
olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı yerlere varan akılların çoğunluğunun
veya azınlığının varacağı yer, kendine ters düşen yerdir. Kendini yadsıyan
yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin farkına varmasını engelleyen
yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı kendi başına doğru yolu
bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı müstakîmi, bu doğru yolu
göstermiştir. “Ne yapacağını bilmez halde bulup da doğru yolu göstermedi mi?” 1367
İnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile
beceremezken, kendi başına tümüyle doğru bir yol bulmasını ondan beklemek,
olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduğu yoldan memnun
olmamış, olamamıştır.
Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu tanrısından râzı değildir. Aklın ve
arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler, insanların kendine gelmelerini
önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun
insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu uyuşturup uyutmada müzik,
futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnız ekonomik
insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanı bir türlü bu yönleri de
bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık olduğunu görebilmesine
imkân bırakmamaktadır.
Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim
olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri sözkonusudur.
İnsan, “kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa
Allah’a mı teslim olmalıdır?” sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu
açacaktır. Açılan şuuru, insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını
sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim
elbette daha isabetli olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla
anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir (el-Mü’min)
teslim olmakla (müslümanlıkla) ancak tatmin olabilir.
Hamdolsun, biz Atatürk’e ve onun düzenine değil; Allah’a ve onun nizamına
teslim olanlarız.
1367] 93/Duhâ, 7
- 580 -
61. HUTBE
CUMHURIYET’IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERI: O OLMASAYDI
OLMAZ MIYDIK?
Âyet :
يَّايَ فَارْهَبُونِ � إِلهٌ وَاحِدٌ فَ إ ? إِنَّمَا هُوَ ? إِلهَيْنِ اثْنَيْنِ ? وَقَالَ اللّهُ ل اَ تَتَّخِذُواْ
Allah, şöyle dedi: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek ilâhtır. O hâlde, yalnız
benden korkun.”1368
إِنِّي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ مُّبِينٌ ? آخَرَ ? إِلَهًا ? وَلَ ا تَجْعَلُوا مَعَ اللَّهِ
“Allah ile beraber başka bir ilâh edinmeyin. Gerçekten ben, size, Allah
tarafından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.”1369
أنبَِّئُكمُ بشَِرٍّ مِّن ذَلكَِ مَثوُبَةً عِندَ اللهِّ مَن لعََّنَهُ اللهُّ وَغَضِبَ عَليَْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ القِْرَدَةَ ? قلُْ هَلْ
أضَلُّ عَن سَوَاء السَّبِيلِ ? أوْلَئِكَ شَرٌّ مَّكَاناً وَ ? وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ
“De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın
lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar
çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha
çok sapmışlardır.”1370
إِلَى اللَّهِ لَهُمُ الْبُشْرَى فَبَشِّرْ عِبَادِ ? أنَابُوا ? أن يَعْبُدُوهَا وَ ? وَالَّذِينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ
“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.”1371
Bir 29 Ekim daha geldi. Devlet adamları ve silahlı kuvvetler yine Atatürk’ü
göklere çıkartacak tarzda övgüler sunacak, hatta imamlara Cuma hutbesinde
Cumhuriyetin ve Atatürk’ün faziletleri anlattırılacak. Ve kimi Ataperestlerin
ağzından şu şirk sözü salyangoz satışı gibi halka arzedilecek: “Atatürk olmasaydı
olmazdık”. Bu söz, Atatürk’ü ilâh yerine koymaktır. O olmasaydı, biz niye
olmayalım? O bizim yaratıcımız mı? O mu yoktan var etti bizi? Atatürk kimdir,
ne yapmıştır da bu söz söylenecek? Bir komutan ve bir devlet adamıdır. Onun
1368] 16/Nahl, 51
1369] 51/Zâriyât, 51
1370] 5/Mâide, 60
1371] 39/Zümer, 17
- 581 -
gibi dünyaya nice komutan ve devlet adamı gelmiştir. Vatanı kurtardığı için
bu söz söyleniyor denilecek olursa, bir kimse tek başına vatanı kurtaramaz, bu
ancak Rambo, Malkoçoğlu, Superman filmlerinde olur. Akıllı bir kimsenin,
savaşları tek kişinin kazanıp kazanamayacağını, bir komutanın bir ülkeyi
kurtarıp kurtaramayacağını düşünmesi gerekir.
Dünyada hangi komutana “bu komutan (tek başına) vatanı kurtardı, o
olmasaydı, şöyle olurdu” denilir? Denilse ne kadar doğru olur? Peygamberimiz
için bile biz “Muhammed aleyhisselâm Bedir Savaşını kazandı, Hendek’te
müşrikleri mağlup etti” demeyiz. “Müslümanlar galip geldi” deriz. Biz
Müslümanlar Peygamberimiz için bile “O olmasaydı olmazdık” demeyiz.
Hiçbir insan için böyle denilmesi doğru olmaz çünkü. Hem Atatürk gerçekten
vatanı kurtardı mı? Kendi doğduğu şehir olan Selanik’i, kendi memleketini bile
kurtaramayan şahıstan bahsediyoruz. Yemen, Arap yarımadası, Irak, Suriye,
Ürdün, Kuzey Afrika, Yunanistan, Bulgaristan toprakları Atatürk’ten önce
Osmanlı toprakları değil miydi? O kadar ki, Atatürk’ün gençliğindeki Osmanlı
toprakları bugünkü toprakların tam 12 katı idi. 12’de 11’i kaybeden komutan
nasıl vatan kurtarmış oluyor? “Atatürk olmasaydı olmazdık” sözü ile, daha çok
şu kast ediliyor olabilir: “Atatürk olmasaydı, Anadolu toprakları da işgalden
kurtulmazdı, İngilizlerin, Fransızların sömürüsü olurduk, Müslümanca ve
özgür şekilde yaşayamazdık. Onun sayesinde, biz bağımsızlığımızı elde ettik.
O olmasaydı, Türkleri İngilizler, Fransızlar yönetecekti.”
Cezayir, Libya gibi nice ülkeler de sömürge olmaktan kurtulacak şekilde
kahramanca savaşlar yaptılar ve sonunda bu iki ülke gibi nice ülke, sömürge
olmaktan kurtuldu. Ama, hiçbir komutan ve devlet adamı, Atatürk gibi
putlaştırılmadı. Eğer Atatürk olmasaydı ve meselâ düşmanlardan İngilizler
yönetseydi bu ülkeyi, ne yaparlardı? İslam kanunlarını geçersiz sayarlar,
İngiltere’de uygulanan kanunlara benzer kanunlar oluşturur, içki yasağını
kaldırır, zinayı serbest kılarlardı, faizi yaygınlaştırırlar, çarşaflı ve peçeli
kadınları Avrupalı kadınlar gibi giydirirlerdi. Türkiye’yi küçük bir İngiltere
yapmaya çalışırlardı. Peki, Atatürk ne yaptı? Yani ne fark etmiş oldu ülkenin
İngiliz yönetimi altında yönetilmesinden? Atatürk vatanı kurtardı; doğru.
Ama hangi şeyden ve kimlerden? “İslâm’dan ve Müslümanlardan”. Küfürden
ve kâfirlerden değil. Halkını seven lider, vatandaşlarının yaşam biçimini
düşmanlarının yaşayışına benzetir mi hiç? Düşmanlarına ait olan ve kendi
halkının inancına ters devlet yönetimini, onların kanunlarını, putperestliğini,
ahlaksızlığını ithal eder mi ülkeyi gerçek düşmanlardan kurtaran? Atatürk ne
yaptı? İslam Devletini küfür devleti haline getirdi. Şeriatı ve halifeliği kaldırdı,
- 582 -
kimsenin memnun olmayıp herkesin şikâyetçi olduğu bugünkü düzeni kurdu.
Şeriatın yerine Cumhuriyet yönetimini getirdi. Şapka giymeyen binlerce insanı
astı. Atatürk ne yaptı? İslâm’la ilgili ne varsa onları yok etmeye çalıştı.
“Atatürk olmasaydı olmazdık” sözünü bir kelime ilavesiyle doğru kabul
edebiliriz: “Atatürk olmasaydı böyle olmazdık.” On vatandaşımızı haksız yere
öldüren İsrail’e özür bile diletip tazminat alamayan, cezasını veremeyen, dünkü
vilayetimiz olan Yunanistan’a bile sözünü geçiremeyen, dünyada hemen hiçbir
dalda etkin olamayan, önemsenmeyen, sıradan küçük bir ülke olmazdık.
Osmanlı’nın yıkılmaya yüz tuttuğu son zamanlarında bile ona “Hasta Adam”
diyordu Batılılar. Hastaydı ama adamdı, şimdi adam yerine koyan kim kaldı ki…
Yıllardır PKK ile bile baş edemeyen bir konumda ülke. Biz Müslüman olarak
inanırız ki; bizi Allah yarattı. Allah’ın hiçbir ortağı yoktur. Allah’a kimseyi
şirk koşmayız. Bizi yaratan zât, bizi yaşatandır, bizi koruyan ve gözetendir.
Rızkımızı veren, düşmanlarımıza karşı bize yardım edendir. O istemese hiçbir
şey olmaz. O yardım etmezse biz hiçbir başarı kazanamayız. Hiçbir insan
bizim ilâhımız olamaz. Biz hiçbir kimsenin sayesinde değil; sadece Allah’ın
izni ve müsaadesiyle yaşıyoruz. O istedi, olduk. O istemeseydi olmazdık. Bizim
ilahımız tek bir Allah’tır; biz O’na iman ederiz. Tâğutları da red ve inkâr
ederiz. Atatürk olmasaydı da elbette olurduk. Ondan önce insanlar olduğu gibi.
Başka ülkelerde insanlar olduğu gibi. Atatürk, bırakın başkalarını oldurmayı,
kendi kendini oldurmaya kadir değildi. Onu da Allah yaratmıştı. Çok içki içtiği
için genç sayılacak yaşta kendini ölmekten kurtaramayan âciz bir adam için
“o olmasaydı, olmazdık” sözü zavallıların sözüdür, bir şahsı putlaştıranların
sözüdür, Allah’ı tanımayanların sözüdür. Anıtkabirin bir tapınak, heykellerinin
birer put işlevi görmesini ve milyonlarca öğrenciye saygı duruşu adı altında
putperest âyini yaptırılmasını şiddetle kınıyoruz. Müslümanlar olarak biz,
bütün bunlardan berîyiz. Tüm tâğutları reddediyor, Allah’tan başka hiçbir ilâh
kabul etmiyoruz.
Cumhuriyetin Saye sinde Heykeller Dikildi Her Yere . Bayram
Yapma sın mı Ülke ?
Çağ, modern cahiliyyenin hüküm sürdüğü putperest asır olduğu halde,
heykeller pek fazla revaçta değil. Artık insanlar ne Rusya’da Lenin heykellerine
tapıyor, ne Çin’de Mao heykellerine. Avrupa, heykelini dikip önünde eğileceği
bir lider henüz bulamamış. İslâm heykel yapmayı ve önünde saygı duruşunu
putperestlik olarak affedilmeyen suç ilan etmesine rağmen, Türkiye’nin danyada
belki rekor kırarak açık ara şampiyon olduğu bir dal var. O da heykelcilik ve
- 583 -
puta tapma. Zırt pırt her yeni olayda Anıtkabir’e gidip modern türbenin defterine
yazı yazarak atalarına durumlarını arzedip ondan güç alanları, din adına kimse
yadırgamıyor. 20 milyon civarında ilk ve ortaokul öğrencisine dünyanın hiçbir
ülkesinde olmayan heykel tapımı mecbur ediliyor. Dersliği olmayan okul olabiliyor,
ama heykeli olmayan okul açılamıyor. Her öğrenci haftada iki vakit, atam demek
zorunda bırakıldığı şahsın heykelinin karşısında kıyama durmak, putperest âyini
yapmak zorunda bırakılıyor. Kimse, onun heykeline, hatta fotoğrafına yan gözle
bakamıyor. Cumhuriyet, sen ne büyük rejimsin, senin sayende isteyen istediği
sene hacca gidemiyor, ama istemeyen bile devamlı puta tapmak mecburiyetinde.
Tapmama özgürlüğü, demokrasi ve cumhuriyete yakışmaz mı? Unuttun mu,
burada Ata cumhuriyeti var; cısss, ağzına biber sürerler, Atatürk çarpar.
Kendi sağlığında diktirdiği heykelleriyle ölümünden sonra Atatürk razı
olsun diye dikilen heykellerin sayısını kimse bilemez; denizdeki kumlar sayılsa
heykeller de sayılabilir. Bayraklar asılmaya başlandı 29 Ekim’lerde camilere;
Atatürk heykeli niye konulmaz? İmam-Hatip, Kur’an Kursu, Müftülükte var
da orada niye yok? Her devlet dairesinde var da camiler de devlet dairesi
değil mi? Heykeline gerek yok, onun hutbelere ilham veren ruhu yetiyor mu
diyorsunuz? Devlet heykel diker, askeriye heykelleri yeterli görmez, bir de o
diker. Belediyeler diker ve bakımını yapar. Bazı yalaka özel şirketler diker.
Vergiler az geliyor, köylere kadar heykeller yayılmıyorsa, vergiler arttırılmalı,
köylerimiz heykellerden mahrum kalmamalı. Onun izinde olduğumuz belli
olmaz yoksa, memleketin kalkınması için heykel şart.
Ne kadar para harcanmıştır heykeller için diye mi soralım, ne kadar imanlar
harcanmıştır diye mi? İkisi beraber oluyor nasıl olsa, hem para, hem iman…
İnternetten öğrendiğimize göre her 590 kişiye bir doktor düşerken; 800 kişiye
bir Atatürk heykeli düşüyormuş. 70 binin üzerinde okul olduğuna göre, 70
bin büst veya heykel sadece okullarda var. Bir büstün maliyetinin en az 5 bin
lira olduğu, heykellerin parasının büyüklüğüne göre değiştiği bir konumda,
ne miktar paranın nereye gittiğini siz hesaplayın. Bu paralarla neler yapılmaz
ki diye düşünmeyin, kaç fabrika yapılabilir diye hesaplamayın. Cumhuriyet
çocuğu böyle sorgulamaz, büyüklerimizin vardır bir bildiği der. Cami sayısı
mı daha çok, heykel sayısı mı diye sormaz kimse. Zaten camilerin de heykellere
karşı çıkmadığını, heykellere en azından karşı çıkmayarak destek olduğunu
ispatlar Diyanet ve görevliler.
Bu haber de 12.09.2009 tarihli Vatan gazetesinden: “İzmir Buca’da 42
metrelik boyuyla Türkiye’nin en büyük dünyanın ise 10’uncu büyük rölyef
projesi 3 yılda tamamlandı”…
- 584 -
“Mask, 42 metrelik boyuyla Brezilya Rio de Janeiro’da bulunan 38 metre
yüksekliğindeki Hz. İsa heykelinden de yüksek.”
“… açılışı ertelenen Atatürk maskı dün CHP İzmir Milletvekili Ahmet
Ersin ve Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun da katıldığı törenle
açıldı. 4. 2 milyon TL’lik fiyatıyla bazı tartışmalar yaratan, eski Başkan Cemil
Şeboy ve proje ekibinin yargılanmasına yol açan maskın açılışı, 10’uncu Yıl
Marşı eşliğinde yapıldı. Açılışta konuşan CHP’li yeni Başkan, ‘Ben olsam
yaptırmazdım, 4 milyon TL’yi okul, yurt yapımına harcardım” dedi (“Vay
irticacı vaaay!..” diyelim mi? Ama diyemeyiz: Çünkü CHP’li)…
Bugün 29 Ekim. Heykellerin önünde huşû ile saygı duruşunda bulunan tüm
kullarının ibadetlerini Atatürk kabul etsin.
- 585 -
62. HUTBE
10 KASI M HUTBESI
Âyet :
يَّايَ فَارْهَبُونِ � إِلهٌ وَاحِدٌ فَ إ ? إِنَّمَا هُوَ ? إِلهَيْنِ اثْنَيْنِ ? وَقَالَ اللّهُ ل اَ تَتَّخِذُواْ
Allah, şöyle dedi: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek ilâhtır. O hâlde, yalnız
benden korkun.”1372
إِنِّي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ مُّبِينٌ ? آخَرَ ? إِلَهًا ? وَلَ ا تَجْعَلُوا مَعَ اللَّهِ
“Allah ile beraber başka bir ilâh edinmeyin. Gerçekten ben, size, Allah
tarafından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.”1373
أنبَِّئُكمُ بشَِرٍّ مِّن ذَلكَِ مَثوُبَةً عِندَ اللهِّ مَن لعََّنَهُ اللهُّ وَغَضِبَ عَليَْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ القِْرَدَةَ ? قلُْ هَلْ
أضَلُّ عَن سَوَاء السَّبِيلِ ? أوْلَئِكَ شَرٌّ مَّكَاناً وَ ? وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ
“De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın
lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar
çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha
çok sapmışlardır.”1374
إِلَى اللَّهِ لَهُمُ الْبُشْرَى فَبَشِّرْ عِبَادِ ? أنَابُوا ? أن يَعْبُدُوهَا وَ ? وَالَّذِينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ
“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.”1375
İslâm kültüründe, ölüm yıldönümünü değerlendirmek diye bir şey yoktur.
Peygamberimizin doğum tarihini Müslümanların çoğu bilir. Hicrî tarih olan
12 Rabîulevvel’de mevlit gecesi tertip edilir. Son yıllarda miladî olarak doğduğu
tarih olan 20 Nisan’ı da kutlu doğum olarak kutlarlar.
Peygamberimiz ne zaman vefat etti, diye sorulunca hemen kimse
bilmez. Çünkü Peygamber de olsa, herhangi bir kimsenin ölüm yıldönümü
değerlendirilmez; Vefatı: 13 Rabîulevvel 11, miladi olarak da: 8 Haziran 632’de
vefat etmiştir.
1372] 16/Nahl, 51
1373] 51/Zâriyât, 51
1374] 5/Mâide, 60
1375] 39/Zümer, 17
- 586 -
Peygamberimizin ölüm tarihinin kutlanmadığından bahsederek onunla
hâşâ bir tâğutu karşılaştırma yaparak ikisini aynı terazide tartıyor değiliz.
Sadece bir mukayese yaptık. Ama, üzülerek ifade edelim ki, ilkokulda okuyan
herhangi bir çocuğa sorun bakalım: Atatürk mü büyük, Peygambermiz mi?
Ve öğretmenler anlatıyor: Peygamberimizin doğum tarihi sorulduğunda nice
öğrenci 1881 diye cevap veriyor. Devlet ve hükümet, Peygamberimizin doğum
günü veya ölüm günü herhangi bir etkinlik düşünmezken, 10 Kasım günü ne
etkinlikler yapıldığını bilirsiniz.
Halk ın Anıtkabir Ziyaretinde Rekor Üstüne Rekor
Halkımız; yüzde 99’unun Müslüman olduğu iddia edilen halkımız, dünyada
en iyi Müslümanlığın bizde olduğu söylenip örnek gösterilen halkımız,
anıtkabir ziyaretlerinde rekor üstüne rekor kırıyor. TSK’nın resmi sitesinde
yapılan açıklamaya göre 2018 yılında Anıtkabir’e giden kişi sayısı 6 milyon 581
bin 232 oldu. 10 Kasım 2018 günü sadece bir günde bir milyonunun üzerinde
kişi anıtkabiri ziyaret etti. 29 Ekim günü ziyaretçileri de bir milyonun üzerinde
idi. Geçen yıl hacca ve sene boyunca umreye gidenlerin toplam sayısına
baktığımızda, anıtkabire gidenlerin onlardan 16 kat fazla olduğunu görüyoruz.
Bu rakamlar da gösteriyor ki; düzen, kendi insanını yetiştirdi. Kemalizm,
Kemalizmi benimsemediği düşünülen yöneticiler eliyle Cumhuriyet tarihindeki
en fazla taraftar sayısına ulaştı. Beklenen değişim gerçekleşiyor. Gelecek denen
şey demek ki bu imiş. Son yıllarda halkın anıtkabir ziyaretindeki sayısının kat
kat artmasındaki en önemli sebebin; haklarını yemeyelim; bugünkü iktidar
ve onun politikaları olduğunu söylemek gerekiyor. Yöneticilerin gösterdiği
sevginin halk tarafından da benimsenip kabul gördüğünü, bu konuda da
halkın, cumhurbaşkanlarını takip ettiklerini söyleyebiliriz.
Tapınmanın adına saygı duruşu demenin onu putperestlikten, şirkten
çıkarmayacağını hepimiz biliriz. Bir put heykelinin veya anatkabirde mozolenin
önünde huşû ile hazırol vaziyetinde durmanın putperestlik olmadığı söylenirse,
dünyada puta tapan hiç kimse yok demiş oluruz. Bilirsiniz, ibadetlerde zaman
önemlidir. Vakti girmeden ibadet yapılmaz. Bu ülkede yaz saati uygulanıyor.
Saat 8 iken yaz saati olarak 9 kabul ediyoruz. Yani, 9’u beş geçe yapılması gereken
âyin, bir saat önce yapıldı. Bu ibadeti Atıtürk kabul etmez. Çarpar onları.
Sağlığında şapka giymedi diye hocaları, vatandaşları gözünü kırpmadan idam
edip darağacında sallandıran kimse, gücü yetmiş olsa kendine yapılan ibadeti
vaktinde edâ etmeyen insanlara ne cezalar verirdi kim bilir? İşin kötüsü, bu
tapınmaların kazası da yok.
- 587 -
Pagani zm/Putpere stlik
Paganizm: Puta tapmak, putperestlik demektir. Paganist ise; puta tapan
kimse; pagan anlamındadır. Genellikle politeist dinlerde tanrısal varlıkların
çeşitli figürler ile sembolize edildiği ve bu sembollere tâzimde bulunulduğu
gözlenir. Tanrıyı temsil eden put; ağaçtan, taştan ya da metalden yapılmış
herhangi bir sûret şeklinde olabileceği gibi; bir bitki, bir hayvan veya bir
başka doğal nesne de olabilir. Zannedildiğinin aksine, Ebû Cehiller, Mekke
müşrikleri putları tanrı kabul etmiyorlar, onların rızık verdiğine, herhangi bir
şey yarattığına inanmıyorlardı. Taptıkları heykele tanrısal ruhun hulûl ettiğine
inanıyorlar ve bu nedenle ilgili heykelin temsil ettiği şeye, heykelin içinde
mevcut olduğuna inandıkları tanrısal güce tapıyorlardı. Bu taptıkları heykeller,
hayatlarında halkına hizmet etmiş, savaş kazanmış kahramanların heykelleri
de, hayatlarında halka faydalı olan kimselerin heykelleri de olabiliyordu.
Anıt me zar /Anıtkabir ; Modern Türbe ve Tap ınak
Anıtkabir denilen tapınakların kökeni, çok eskilere, Firavunlara kadar
gider. Anıtkabirler, mozole veya türbe olarak da bilinen büyük ve etkileyici
mezarlardır. Bâtıl dinlerin kurucuları ya da tâğut konumundaki bazı önderler,
ta’zim edilen veya ilâhlaştırılan kimselerin kabri/mezarı olarak yapılan
görkemli binalara anıtkabir denir. Mısır’daki piramitler de anıtkabirdir.
Ankara’da bulunan anıtkabire, İstanbul’da Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın
anıtkabirleri de ilâve edilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı padişah ve vezirleri
için ve özellikle evliyâ sayılan tasavvuf büyükleri için (Mevlânâ Türbesi gibi)
anıtkabir şeklinde türbeler yapılmış, bunlar da diğer anıtmezarlardan çok daha
fazla şirk unsuru görevini yapmaya devam etmektedir. (Bugüne kadar yapılmış
anıtmezarlardan en görkemlisi Babürşah’ın 1631’de ölen hanımı Şahcihan için
yaptırdığı Tac Mahal’dir.)
Sayg ı Duru şu
Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler
karşısında Müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır
ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta namazda doğal kabul
edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir
saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi
bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye
toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan
Müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna
- 588 -
katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta
okul açılış ve kapanışlarında, bayram diye kutlattırılan câhiliyyenin kutsal
günlerinde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. 10 Kasım günlerinde
ise, âyin saati geldiğinde trafik durur, hayat durur; herkes saygı duruşunda
heykel gibi olur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınmadır. 1994 yılı 10 Kasım’ında
Anıtkabirdeki törende, Mahmut Kaçar adlı bir muvahhid müslüman; “Siz bu
törenlerle mezarları putlaştırıyor, ilâhlaştırıyorsunuz. Ölü sizi duymaz, onun
size bir faydası yoktur. Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan başka ilâh yoktur!” demişti.
Zamanın cumhurbaşkanı Demirel tarafından meczup ilân edilivermişti.
Ayrıca, Bu tavrının bedelini tam yedi yıl hapis yatarak ödemişti. Suçu anıtkabir
denilen tapınakta slogan atmak, lâ ilâhe illâllah deyip anlamını vermekti.
Ölülere ve kabirlere saygı göstermek, şirkin çeşitlerindendir. Cenâb-ı
Allah kabirlerin üzerlerinde mescidler edinilmesini yasaklamış, bunu yapanı
da lânetlemiştir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demektedir: “Allah, Yahudilerle
Hristiyanlara lânet etsin; onlar nebîlerinin kabirlerini mescidler edindiler.”
Peygamber kabirlerini mescid edinmek lânetlik bir suç olur da, tâğutların
kabirlerini tapınak haline getirmek ne büyük suç olur, değerlendirilmelidir.
Mekke’liler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan dönünce veya
Mekke şehir devletine ait tören ve merâsimlerden önce Kâbe’nin içindeki
Hubel putunun heykelini ziyâret eder, ona bağlılıklarının ifâdesi olarak saygı
gösterirlerdi.1376 Böylece işlerinin düzgün gideceğine inanırlardı. Mekkeliler
de, bu psikoloji ile Kâbe etrafında dolaşarak Allah’a ibâdet ettiklerini sanıyor
ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı. Herhangi bir
Mekke’li, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce yahut önemli bir işe
başlayınca, Kâbe’yi tavaf ediyor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin putlara
saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden önce
heykellere saygı duruşunda bulunuyorlardı. Ticarî ya da siyasî bütün kuruluşlar,
önemli toplantılarından önce de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra
işlerine bakarlardı.1377
Onlar hem Allah’ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen şirkten
kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah’ın sıfat ve kudretine ortak koşmak ve
Allah’ın yanında başka güçler tanımak, Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkâr
edenlerin hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a
inandık” deyip putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar
etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak;
1376] Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121
1377] Ezkârî, a.g.e., I/121
- 589 -
güç ve ilhamlarını Allah’tan değil, o put heykellerinden veya Firavun gibi,
Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım) putlaştırılmış şahıslardan beklemek!1378
Bazı şehirlerde ve İstanbul’un birçok ilçesinde AKP’li belediyeler, bu yıl
Atatürkçülere hizmet için büyük gayretler sarfettiler; haklarını teslim edelim.
Gerçekten çalışıyorlar. Beşiktan ve Şişli AKP ilçe başkanlıkları 10 Kasım’da
Anıtkabir’de yapılacak puta tapma törenlerine katılacaklar için otobüs
kaldırıyor. Bedava; aslında Müslüman halktan aldıkları vergilerle ödenmek
üzere. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyet Bayramı resepsiyonda
‘Aziz Atatürk’ diye seslendiği konuşmasının sonrasında AKP’de canlanan
Atatürk ilgisi sürüyor.
Tâğuta İbâdet
Şu âyette, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: “De ki: Allah katında
yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap
ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte
onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.”1379 Şu
âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah’a yönelen kimsenin müjdelenmesi
istenmiştir: “Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde
var.”1380; “Andolsun Biz, her toplum içinde: ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan kaçının’
diye bir elçi gönderdik.”1381 Bu âyette “tâğut”, ibâdet konusunda Allah’ın karşısına
konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir.
Nedir tâğut? Tâğut; şeytana, putlara, Allah’tan başka tapılan her varlığa,
insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, koydukları ve
uyguladıkları kanunlarında Allah’ın dinine karşı sınırı aşan yönetici ve Allah’ın
indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatine uymayan
bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut
kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa
çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.
Kur’ân-ı Kerim’de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca
varırız: Kulu Allah’a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne
itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan,
Allah’ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir.
Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah’a bağlanmayan her çeşit
1378] Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Marifet Y. s. 41-42
1379] 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36
1380] 39/Zümer, 17
1381] 16/Nahl, 36
- 590 -
düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah’ın sisteminden almayan
her idare, Allah’ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her
şey tâğuttur.1382
Allah’a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye
ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini
şöyle izah eder: “Tâğut, Allah’a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak
kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye
denir. Tâğut, Allah’a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite,
başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir;
kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu
türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir
ibadettir.1383
Kur’an’a göre tâğut; Allah’ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına
konulan, Allah yerine tapılan, İslâm’ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve
haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yerine önder seçilen,
Kur’an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve
yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her
insanın ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah’tan başka varlıklara, Allah’a isyan anlamına
gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah’ın hükmü yerine Allah’tan
başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu,
insanı şirke, küfre götürür.
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid’in
şartı, Allah’a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu
durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: “Artık kim tâğutu inkâr edip Allah’a
iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur.”1384
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin şu karşısında durup
ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı onlara ibâdet
eder bulduk’ dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir
sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi.(...) İbrâhim (a.s.), büyük bir put hariç diğer
putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, ‘Bunu ilâhlarımıza kim yaptı?
Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir’ dedi.(...) (İbrâhim’e), ‘Ey İbrâhim! Bu
işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?’ dediler. İbrâhim, ‘Hayır, işte şu büyükleri yapmış.
Onlara sorun, eğer konuşurlarsa’ dedi.(...) (Kavmi), ‘Ey İbrâhim! Sen de bilirsin ki,
1382] Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109
1383] Mevdudi, Dört Terim, s. 66
1384] 2/Bakara, 256
- 591 -
bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrâhim, ‘Siz Allah’ı bırakıp da size hiç
fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah’tan başka
taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”1385; “Ey
babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere
niçin ibâdet ediyorsun?’ dedi.” 1386
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları1387 heykellerin (temâsîl),
insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip
onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve
akılsızlıktır. Allah’tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere
tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya1388 ve âhirette Allah’ın azâbını
hak etmiş olurlar1389 Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, “Siz ve Allah’tan
başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme)
gireceksiniz.”1390 uyarısını yapan Yüce Allah, “Allah’tan başka dilediğinize ibâdet
edin!”1391 diyerek müşrikleri tehdit etmiştir.1392
Allah’tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri
inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. “(Müşriklerin taptıkları ilâhlar),
onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır.”1393
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde
şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi, muhtelif
câhiliyye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden
ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret
değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün
boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak
ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak,
oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel
boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem
olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm
tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur’an’a göre put, o kadar
geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddîmânevî
her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak
1385] 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
1386] 19/Meryem, 42
1387] 14/İbrâhim, 35
1388] 11/Hûd, 109
1389] 21/Enbiyâ, 98
1390] 21/Enbiyâ, 98
1391] 39/Zümer, 15
1392] 37/Sâffât, 22-34
1393] 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
- 592 -
olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan
taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin
putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? 1394
“Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!” “Gerçekten
bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle
ise (sadece) Bana kulluk/ibâdet edin.”1395; “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamete erişesiniz.”1396;
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…
”1397; “O (Allah), gerek bundan önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size
‘müslümanlar’ adını verdi…” 1398 “Allah yanında hak din (sadece) İslâm’dır…” 1399
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz
de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı
kullanmaz mısınız?”1400
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek
ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara!
Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve
heveslerine tapanlara!
Mahmut Kaçar’a ve İbrâhim’in (a.s.) izinden giden tüm put düşmanlarına
selâm olsun!
1394] Bu konuda Kur’an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57;
43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
1395] 21/Enbiyâ, 92
1396] 49/Hucurât, 10
1397] 3/Âl-i İmrân, 103
1398] 22/Hacc, 78
1399] 3/Âl-i İmrân, 19
1400] 21/Enbiyâ, 67
10. BÖLÜM
DÂVET VE TEBLİĞ
- 594 -
63. HUTBE
DOKTORLUĞA SOYUNMAKTIR DÂVET VE TEBLIĞ
Âyet :
أمُْرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ � وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَ
المْفُلْحِوُنَ
“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan
(iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” 1401
أمُْرُونَ باِلْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ باِللهِّٰۜ وَلَوْ امَٰنَ � كُنْتُمْ خَيْرَ امَُّةٍ اخُْرِجَتْ للِنَّاسِ تَ
اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْراً لَهُمْۜ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’lma’rûf
ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da
iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler
var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” 1402
أمُْرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ � وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۢ يَ
الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَيُط۪يعُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَزِيزٌ حَك۪يمٌ
“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve
dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi
ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel
olurlar).” 1403
وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْل ا مِمَّنْ دَعَٓا الَِى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحاً وَقَالَ انَِّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ وَلَ ا تَسْتَوِي
الْحَسَنَةُ وَلَ ا السَّيِّئَةُۜ اِدْفَعْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذ۪ي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِيٌّ حَم۪يمٌ
“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben
müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir
olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle
arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” 1404
1401] 3/Âl-i İmrân, 104
1402] 3/Âl-i İmrân, 110
1403] 9/Tevbe, 71
1404] 41/Fussılet, 33-34
- 595 -
ادُْعُ الِىٰ سَب۪يلِ رَبكَِّ باِلحِْكمَْة وَالمَْوْعِظةَ الحَْسَنةَ وَجَادِلهُْمْ باِلتَّ۪ي هِيَ احَْسَنُۜ انِ رَبكََّ هُوَ اعَْلمَُ
بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel
şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve
O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.” 1405
اَلَّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَ اتِ اللّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَ ا يَخْشَوْنَ اَحَداً اِلَّ ا اللّٰهَۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً
“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar
ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”
1406
Dâvet ve tebliğ bilincine sahip emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker
göreviyle mükellef olduğunu düşünen her dâvetçi, bazı mesleklerin özelliklerine
sahip olmak zorundadır. Bunları kısaca açıklayalım:
1- Tebliğci, doktor olmalıdır (Kalp/gönül doktorluğu): Her münker, kalbe,
mânevî hayata zarar veren bir hastalıktır. Bu hastalığı teşhis eden ve tedâvisini
bilen kimse de gönül doktorudur. Doktor, hastasına kızmaz. O zavallılar, mânevî
mikroplarla hastalananlar, kızılmaktan çok acınmaya lâyıktır. Düzenin ve
çevrenin kurbanlarıdır onlar. Etraf salgın hastalık yayan bulaşıcı mikroplarla
dolu olduğu için koruyucu (imanî) tedbirler alamayan kimseler doğal olarak
hastalanacaktır. Mikroplarla mücâdele etmeden toplumsal hastalıkları
yenmek mümkün değildir. Dâvetçi, önce hastasını iyi tanımalı, tahlil etmeli.
Sonra doğru teşhis koymalı. Kendi uzmanlığı değilse, başka bir doktora onu
yönlendirebilmeli. Hastasına ümit aşılamalı, sağlığı sevdirebilmeli. Dâvetçi,
aynen doktor hassâsiyeti ile hastasını tedâvi etmeli, mânevî hastalıklarına
reçeteler yazmalı, tavsiyelerine uyulmadığı için bağırıp çağırmamalı, tekrar
ilaçlar sunmalı, gerektiğinde ilaçları değiştirip farklı bir tedavi uygulanmalı,
hasta kontrol altında tutulmalı, mikroplu yerlerden uzaklaştırılmalıdır.
Uzman bir doktor olmak yetmez, başka meslekler de gerek bu dâvânın
tebliği için. Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker görevine soyunan her
dâvetçi ve tebliğcinin başka güzel özelliklere de sahip olması gerekmektedir. Bu
özellikleri, akılda daha iyi kalması açısından yine doktorluk gibi mesleklerle
anlatmayı uygun buluyorum. Bir dâvetçi, şu gerekçelerden dolayı şu mesleklere
mecâzen sahip olmalıdır.
1405] 16/Nahl, 125
1406] 33/Ahzâb, 39
- 596 -
Dâvetçinin Diğer Meslekleri
2- İtfaiyeci olmalıdır (Muhâtapların çoğu, cehenneme doğru gidiyor,
mânevî ateş içinde): Nerede bir yangın varsa oraya koşan, elinde ne imkân
varsa o imkânları kullanarak yangını söndürmeye çalışan itfâiyecidir tebliğci.
Yangında öncelikli kurtarılacak şeyleri iyi bilmelidir. Ateşin içinde bir canlı,
bir insan varsa, kendi hayatını bile tehlikeye atarak onu ateşten kurtarmaya
çalışmalıdır. Ama eteği tutuşan bir itfaiyeci, kendinden uzaklaştıramadığı ateşi
nasıl söndürecek, muhâtaplarını yangından nasıl kurtaracaktır? Münkerlere
kendi yakasını-paçasını kaptıran tebliğci, kendi üzerindeki ateşi görmeyen,
kendini ateşten koruyamayan itfaiyeci gibidir.
3- Cankurtaran olmalıdır (Çoğu insan, gözümüzün önünde uçuruma
yuvarlanıyor, isyan denizinde boğuluyor): Denize açılıp boğulma ile karşı
karşıya kalanları kurtarma görevlisidir dâvetçi. Günah denizlerine dalıp
sâhil-i selâmetten uzaklaşan kimseler kurtarıcı ve cankurtaran bekleyen
felâketzededir. Yüzme bilmeyen insanın cankurtaran olmaya kalkmaması
gerekir, yoksa başkasını kurtaracağım derken kendisi boğulur. Ölümcül dalışlar
yapan ve münker denizinde ilerleyen kimseler için gözlerini dört açmalı, onları
nasıl kurtaracağı konusunda usûl ve teknik bilmelidir tebliğci. Bilmelidir ki,
boğulmaya yüz tutan nice insan, imdat diye bağıramayabilir, ya da sesini
herkese ulaştıramayabilir.
4- Asker ve polis olmalıdır (Polislik, askerlik (Allah eri, Allah’ın
görevlisi, Allah yolunda mücâhid): Her dâvâ adamı, cündullahtır, Allah’ın
askeri ve polisidir. Şeytanın askerlerine karşı Allah’ın tarafında yer aldığı için
hizbullah da denilen Allah eri, hilesi çok zayıf olan cin ve insan şeytanlarına
karşı savaşçıdır. İşgallerin en kötüsü ve en tehlikelisi olan zihinleri ve gönülleri
işgal eden işgal kuvvetlerine karşı savaşan ve gücünü askeri olduğu ve uğrunda
savaştığı Zât’tan alan bir asker. Aynı zamanda polistir dâvetçi. Suçluları tesbit
eden, onların suç işlemelerine fırsat tanımayan, münkerlere/suçlara engel olan
Allah’ın polisi. Yetkiyi O’ndan alan O’nun cezasını hatırlatan bir görevli. Polise,
bağlı bulunduğu devlet görev verdiği ve polis bu görevi ihmal edince nasıl suçlu
oluyorsa, müslümanlara da Allah bu yetkiyi veriyor, yeryüzünde halife kılıyor.
Aynı zamanda trafik polisidir o. Allah’ın, buraya girilmez dediği yasak yolları,
burada durulmalı, geçilmemelidir dediği kırmızı ışıkları gösteren ve kaygan
yolda hızlı gidenleri uyaran yoldaki işaretçidir, doğru yolu gösteren, tehlikeli
yoldan insanları uzaklaştıran kılavuzdur tebliğci.
5- Dâvetçi, iyi bir şoför olmalıdır (Kaygan zemin, yavaşlanacakhızlanacak-
fren yapılacak yerleri bilme): Kullandığı aracı, üzerindeki yolu,
- 597 -
gideceği hedefi iyi tanıyıp bilmeli, aynı yoldaki başka araç ve sürücüleri hesaba
katabilmelidir. Başka yolu tercih edenlerin sebebini, oradaki toplu taşıma araç
ve şoförleri iyi tanıyabilmelidir. Yolun neresi kaygan, neresi düz, nerede hız
yapılamaz; iyi bilmeli ve ona göre davranabilmelidir.
Sırât-ı müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna
kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez;
ama her yol cennete gitmez. Çıktığı yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol
arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini
ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar
sürdüren şoför, yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.
Çok yavaş gidenin, doğru yolda zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli
olmayan şoförün kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu
insanların da ulaşmak istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü
gibi uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı
yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı şoför ve yolcu.
6- Hoca; vâiz, müezzzin, hatip, öğretmen olmalıdır (Hocalık, vâizlik,
öğretmenlik, müezzinlik; Hitabet gücü ve tekniği, gönle etki edecek sözler
-Mesajı duyurmak için gereken görev-): Durum ve mekân neyi gerektiriyorsa,
toplumun önüne geçmek gerektiğinde onları aydınlatmaya çalışan hoca, vâiz veya
öğretmen olabilmelidir. İslâm’da ruhbanlık, din adamı sınıfı olmadığından, o
bilir ki, hocalık özel bazi insanların görevi değildir sadece. Namaz kılan herkes,
gerektiğinde imamlık da yapabileceğinden o iş kendine düştüğünde hocalık
yapabilecek, toplumun önüne geçip insanlara Allah’a kulluk yaptırabilecektir,
onlara imam/önder olabilecektir. Herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin de
câhili olduğundan, bildiği doğrulari insanlara güzel ve etkili bir şekilde anlatan
vâiz rolünü oynayabilecek, nasihat edebilecektir. Hakkı, özellikle tevhidi
topluma haykırabilecek, insanlarınamaza ve namaz gibi güzelliklere çağıracak
güzel ve gür sesli bir müezzin olabilmelidir. Bildiklerini öğreten muallim
olmalıdır dâvetçi. Tabii, bu mesleklerin gerektirdiği formasyona sahip olmaya
çalışacaktır. Yoksa, çocukların evcilik oyununa benzer bu yaptıkları. O, bilmek
zorundadır: “Yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar.” Bu işler, oyuncak
değildir çünkü. Gerektiği zaman da cemaat, dinleyen ve öğrenci olabilmelidir.
Çünkü o bilmelidir ki, bu meslekler, günümüzdeki memurluk gibi değildir;
ihtiyaç ânında her mü’mine düşen görev taksimatıdı
7- Psikolog ve pedagog olmalıdır (Muhâtabın özelliklerine uygun,
öğretim tekniğine muvâfık): İnsanları iyi tanıyan, her insanın psikolojisine
uygun çözümler getiren bir yaklaşım içinde olmalıdır tebliğci. İnsanların
- 598 -
akıllarına göre hitap edebilmeli, onların sosyal konumlarına uygun sözlerle
mesajını sunabilmelidir. “Herkes kendi mizaç ve karakterine, meşrebine
göre amel işler...”1407 Muhâtaplarının karakter tahlillerini iyi yapabilmeli,
davranışlarının hangi psikolojik arka plana dayandığını anlayabilmelidir. Çok
yakını ölen birinin durumu ile evlenme gibi sevinçli bir olay içindeki insanın
psikolojisi aynı değildir. Her iki ortam da tebliğe müsâit olsa bile, aynı tarz
ifâdelerle bu yapılırsa, bazen kaş yapmak isterken göz çıkartılmış olur. İnsan
psikolojisi, günah ve şirk psikolojisi, toplum psikolojisi hakkında bilgi sahibi
olunmalı, öğretim metotları bilinip, hangi şartlarda hangi usûlün en elverişli
olduğu bilinip ona göre davranılmalıdır.
8- Aşçı ve garson olmalıdır (Sunduğumuzun doğru ve güzel olması
gerektiği gibi; sunma şekli de çok önemli): Güzel, nefis, leziz yemekler
pişirebilmelidir zihin mutfağında aşçılık yapan tebliğci. Ve bunları haliyle ve
diliyle güzel bir şekilde sunabilen bir garson olabilmelidir. Güzel malzemeler
katıldığı halde, kötü pişirilmiş, fazla ateşte tutulmuş ya da yeterli pişirilmemiş
çiğ yiyecekler yakışmaz usta aşçıya. Kimse bu lokantadan yemek yemek
istemez. Hasta etmemeli, iştah kaçırmamalı, tiksindirmemeli pişirilenler.
Ve unutulmamalı ki, çok güzel bir yemek bile, güzel bir şekilde sunulmazsa,
insanlar onu yemekten hoşlanmazlar. Karnı aç birisi, usta elinde pişmiş
yiyeceği, üstü başı pis, kaba ve ısıracak kimse arayan yılan dilli bir garsonun
yemeği sunmasıyla iştahı kaçacak, belki yemeden aç aç masadan kalkacaktır.
Sunulan yemek çok güzel (Kur’an âyetleri ve Peygamber hadisleri) de olsa,
açlığını gidermek için gelen kimsenin suratına atar gibi masasına atıp giden
bir garson, bir çuval inciri berbat etmiş olacak, lezzetli yemeklerin tadına bile
bakmadan kişinin masadan kalkmasına sebep olacak, ya da lezzetli yemeği
sabote etmiş olacaktır.
9- Tiyatrocu, aktör olmalıdır (Gerektiğinde rol yapma; kızım sana
söylüyorum, gelinim sen anla misali ve benzeri roller; öğrenci veya câhil
rolü, anlaşmalı tartışma vb.): Özellikle ana-babalara ve kendilerine saygı
duyulmasını bekleyen büyüklere karşı rol yapabilmelidir dâvetçi. Kimsenin
artist olması, maskeyle dolaşması, hareket ve konuşmalarının sahte olması
değil istenen; ama bazen “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” cinsinden
tavırlar takınabilmelidir. Otobüs ve minibüs gibi toplu taşıma araçlarında ve
bekleme salonlarında, ortam uygunsa, etraftakileri rahatsız etmeyecek bir
tarzda; iki arkadaştan biri karşı cepheden soru soran ve öğrenmek isteyen, bazen
de eleştirip karşı çıkan bir rolü üstlenebilecek, arkadaşı da bildiği o konuda
1407] 17/İsrâ, 84
- 599 -
ona tebliğ ediyor izlenimi vererek kulak misafirlerine hakkı duyurabilecektir.
Ana-babaya karşı bazen öğrenmek istercesine soru sorarak, bazen kendisi için
okuyor hissi verip bir kitabı, dergi ve ya da yazıyı sesli olarak okuyabilecek,
hoşlandığı hissi vererek bir kaseti onlar için çaktırmadan dinlemek isteyecek,
onlara mesajı ulaştıracak farklı yollar arayışı içinde olacaktır. Ama bu rolleri,
yalan söylemeden, ağzına yüzüne bulaştırmadan, ustaca becermeye çalışacaktır.
10- Terzi olmalı (Kişiye uygun elbise, muhâtabın vücuduna tam oturacak
özellikte): Kişiye uygun özel elbise dikilebilmelidir. Giydirmek istediğimiz
elbise, karşımızdakine ne büyük ne de küçük gelmeli, üzerine tam oturmalıdır.
Konfeksiyon tipi, hazır kalıp, herkese giydirilecek tek tip elbiselerden
kaçınmalıyız. Bilmeliyiz ki, her insan ayrı bir dünyadır, dünyaya bakışında
bazı farklılıklar vardır. Her insanın açık kapısı farklı olabilir, kilitli kapıları
zorlamak yerine, o insanın açık ve tebliğe müsait tarafını bulmaya çalışmalıyız.
11- Çiftçi, ziraatçı olmalıdır (Tohum atıldıktan sonra, meyve vermesini
sabırla beklemek): Toprağa attığı tohumu, diktiği fidanı, ektiği ekini sabırla ürüne
dönüşmesini bekleyecek, aceleci olmayacaktır. Tedricîliği prensip kabul edecek,
ektiği ekinin veya diktiği fidenin gerekli bakımını yapacak, sulayacak, etrafında
biten ayrık otları, zarar vericileri temizleyecek ve ürün elde etmek için görevini yapıp
sebeplere yapıştıktan sonra, duâ edip Allah’ın rahmetini beklemeye başlayacaktır.
İnsana yatırımın en pahalı yatırım olduğu ve çokça ıskartaya çıkacağı bilinciyle
moralini hiç bozmayacak. “Tohum saç, bitmezse toprak utansın. Ustada kalırsa bu
öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak utansın!” diyecek.
Dâvetçi İçin Yasak Meslekler
1- Konfeksiyonculuk (Herkese uyacak hazır kalıplar, ucuzcu ve toptancılık
yapma; oriinal ve kişiye uygun mesajlar yerine; ezber ve kalıp ifadeleri tercih
etme),
2- İşportacılık (Sağ gösterip sol vurma; halkı etkileyip kandırarak başına
toplama, ama başka bir amaç gütme),
3- Reklâmcılık, pazarlamacılık (Kandırma, Yalanla ve hileyle de olsa
muhatabı etkilemeye çalışma; Yüzsüz bir şekilde elindeki malı satmaya kalkma),
4- Çığırtkanlık (Garajlarda otobüs firmalarına adam toplayanlar gibi
olmama),
5- Politikacılık, propagandacılık (Herkese mavi boncuk dağıtma,
yapmayacağı sözler verme; kandırarak da olsa taraftar bulma),
- 600 -
6- Misyonerlik (Bir yüzüne tokat vurulsa öteki yüzünü çevirecek şekilde
şahsiyetsizleşme, dinlenilmese ve fayda etmeyeceği kesin olsa da anlatma),
7- Paralı askerlik, Emir kulu, memur zihniyeti (Sadece Allah’a bağlı olmayıp
emrine girip teslim olacağı bir yerleri olma, hür olmama).
Tartışmadan, münâkaşadan kaçınmaya çalışmalı, tebliği bir boks
maçına çevirmemeliyiz. Bizim bütün gayretimize rağmen, münâkaşaya
mecbûren çekiliyorsak, yine inisiyatifi elden bırakmamalı, ağırlığımızı ve
olgunluğumuzu kaybetmemeliyiz. Tebliğ için en uygun ortam kollanmalı,
bir boksör gibi, karşımızdakinin en zayıf ânını kollayarak indirici darbeyi o
zamana saklamalıyız. En son söylememiz gereken sözü en başta söylememeliyiz.
En son yıkacağımız put, muhâtabımızın nefis putu olmalıdır. Kişinin
nefsini açık ve ağır biçimde suçlayarak işe başlarsak, muhâtabımız, o putun
dayanağı olan diğer putları da savunmuş olacaktır. Ama nefis putunu ilk anda
görmezden gelir, hatta yanlışa ve abartıya kaçmaksızın onun güzel tarafları
öne çıkartılıp övülürse, diğer putlar daha rahat alaşağı edilecek, en sonunda
dayanaksız kalan nefis putu, kendiliğinden devrilecektir. Her sarayın açık bir
kapısı vardır. Kilitli kapıları kırarak oradan girmek olgun insana yakışmaz.
Tekrarın, ısrarın, kontrolün, tâkibin önemi büyüktür. Reklâmın etkisi,
biraz da tekrardan olmaktadır. Yasak savma cinsinden söylenilip geçilmemeli,
en tesirli olacak şekilde ve en güzel usûlle tebliğ yolları aranmalıdır. Müjde,
kolaylık yolları ihmal edilmemelidir. Akla hitap edildiği kadar, hatta ondan
daha çok duygulara, gönle hitap edilmeli. İlgi ve ilişki sürdürülmeli. Kıssa ve
mesel, hikmet ve mev’ızeler gerektiği oranda sıklıkla kullanılmalı.
Dâvetçi; Sağlam iman sahibi, yeterli ilmî birikimi olan; dini, insanı,
psikolojiyi, çağı ve dünyadaki fikir akımlarını, insanların münkerleri niçin
işlediği gibi konuları iyi bilip tahlil edebilmelidir. Yüzmesini bilmeyen
kişinin, başkasını boğulmaktan kurtarmasının mümkün olmadığı bir
gerçektir. İnsanlara ayna olmalı, kendi yanlışlarını bizim temiz ahlâkımızda/
aynamızda görüp düzeltebilmesine vesile olabilmeliyiz. Sevilmeyen bir insanın
tebliği fayda getirmez. Gerekli maddî imkânlara sahip olunmalı, hiç değilse
elindekilerle yetinen kanaatkâr ve gözü tok olmalı ve öyle bilinmelidir ki, tebliğ
karşılığında hiçbir ücret ve karşılık beklememiş ve almamış olsun. Sabır ve azim
sahibi olunmalı, ümitsizliğe yer vermemelidir. Kendisi ümitvar olduğu gibi,
başkasına da umut bahşedebilmelidir. Allah’ın rahmetinden ümidini ancak
kâfirlerin kestiği unutulmamalıdır. Şefkat ve merhamet, af ve müsâmaha sahibi
olunmalıdır. Adam kazanma gayreti içinde, zorluklara göğüs geren, fedâkâr ve
- 601 -
sevecen tavırlar sergilenmelidir. Tevâzu sahibi ve olgun bir şahsiyet, karakter
sahibi bir kişi ancak tebliğde mesâfeler kat edebilir. Dış görünüşü temiz, elbisesi
düzgün, temiz ve güleryüzlü olmalı, neticeyi âhirette bekleyen ve yapıştığı
sebepleri bereketlendirmesi ve başarı için Allah’a duâ etmelidir tebliğci.
Muhâtabın anlayıp anlamayacağı hesaba katılmadan, ilk elde hemen
her şeyi anlatmak da doğru olmaz. Fikrî seviyesi hesaba katılmadan,
hazmedemeyeceği ağır konuları gündeme getirmek, fayda yerine zarar verebilir.
İhtilâflı konuların, dinin teferruat sayılabilecek ayrıntılarını tebliğ olarak
öne çıkartırsak dini zorlaştırmış oluruz. İyiliği emretmek, ancak ümmetin,
üzerinde ittifak ettiği şeylerde olmalıdır. Ümmetin, üzerinde ihtilâf ettiği
şeyleri tebliğ etmek, kimseye şart değildir. Bu görevi, yumuşak huylu, sabırlı ve
anlayışlı kimseler yapabilir.
İnsan, ihsânın kölesidir. Tebliğci bunu unutmamalı, gücü ve imkânı
ölçüsünde ikramlarda bulunmalı, hiç değilse güleryüzünü ve tatlı dilini,
ikrâm olarak sunabilmelidir. Muhâtabının sözünü kesmemeli, onu sonuna
kadar dinleyebilmelidir. Kendisi konuşurken, karşısındakinin sıkılma
ihtimalini gözönünde bulundurmalı, gönülden gelen bir dinleme yoksa
konuşmanın faydası olmayacağını unutmamalıdır. Az ve öz konuşmalı,
sözleri dikkatli seçmeli, kırıcı ve gereksiz tartışmalara yol açıcı ifadelerden
kaçınmalıdır. Dile hâkim olmalı, hitâbet tekniğine ve insan psikolojisine uygun
şekilde hitap edebilmelidir.
Tebliğ ederken yumuşak olmak, tedrîcîlik ve neticeyi Allah’ın tâyin
edeceğini bilerek, esas sonucu âhirette beklemek gibi esaslar, misyoner
tavrına yol açmamalı. Bir yüzüne tokat vururlarsa diğer yüz çevrilmemeli.
Zulmetmek de, zulme uğramak da, zulme rızâ göstermek de İslâm’da
yasaklanmıştır. Dâvâ ve dâvet için her yol mubah değildir. Amaç gibi araçlar
da meşrû olmalıdır. İnatçı, alaycı müstekbir kâfirlerle karşılaşınca, bilinçli
şekilde kibirli ve müslümanları aşağılayan kimselere muhâtap olunca; gereken
tâvizsiz tavır, ölçülü sert yaklaşım dinin ve dindarın izzeti açısından tercih
edilmelidir. Televizyon kanallarının reyting derdiyle sık sık başvurduğu
tartışma programlarında müslüman konuşmacılar, kendilerini hor gören
kişileri hep hoşgören tavırlar takınıyorlarsa, bilinsin ki, din bunu emrediyor
diye bu tavır yapılmıyor, dine rağmen yapılıyor. “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin
için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi korursunuz.”1408;
“(Hakkı aramayan inatçı) Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı
1408] 2/Bakara, 179
- 602 -
sert davran...”1409 Kibirliye ve zâlime karşı tevâzu, onun kibrini ve zulmünü
artırır.
Tebliğci, hakkı tanıtmak için muhâtaplarının özel zamanlarını fırsat
bilmelidir. Hastalığında ziyâret, yakınlarından birinin ölümü için tâziye,
düğününü tebrik, bayram ve benzeri günleri tebliğ için değerlendirmelidir.
Sıkıntılı, dertli durumlarında sabır tavsiyesi ve hastalığında ziyaret edip
Allah’tan şifâ talebi ile birlikte, bu durumların tebliğe kapıların açık olduğu
zamanlar olduğunu bilerek, bu fırsatları Allah için değerlendirmelidir.
Tebliğ için câmiler, toplantı salonları, seminer ve dersler, arkadaşlık ve
komşuluklar, spor karşılaşmaları gibi her şey fırsat bilinmeli ve o imkânlardan
yararlanılmalıdır. Bilgisayar, internet, CD, disket, kaset, gazete, dergi, kitap,
radyo, pankart, afiş, bildiri, tebrik kartları, mektup, telefon, faks gibi araçları
meşrû şekilde tebliğ için kullanabiliriz.
“Öncelikle neler tebliğ edilmeli, tebliğe nereden başlamalı?” sorusuna
cevap olarak şunu söyleyebiliriz: “Kur’an nereden başlamışsa oradan,
peygamber nelere öncelik vermiş ise onları.” Kur’an ve Rasûlullah ilk olarak
şirkin çirkinliğini, tevhidin önemini vurgulamış, öncelikle Allah’a kulluğa ve
tâğutların egemenliğinden kurtulmaya çağırmıştır. Tebliğcinin öncelikleri de
bunlar olmalıdır.
Herkese, özellikle misafiri ve ziyaretçisi gelmeyen, adam yerine konulmayan
garip ve kimsesizlere, fakir mahalle sâkinlerine dâvet ulaştırılmalıdır.
Peygamberimiz başta olmak üzere, hemen her peygamberin tebliğlerine ilk
olumlu cevap verenler; köleler ve fakirler olmuştur. Ayakkabımızı boyatırken
boyacıya, tıraş olurken berbere, alışveriş ederken bakkala, müsâit ortam
varsa çekinmeden tebliğ ulaştırılmaya çalışılmalıdır. Evimiz, akrabâlarımız,
iş arkadaşlarımız, samimiyet kurduklarımız; tebliğde öncelemek zorunda
olduğumuz kimselerdir. Bununla birlikte tebliğ; kime yapılmalıdır? Herkese.
Nerede? Her yerde. Ne ile, nasıl? Meşrû her araç ile ve meşrû her yöntemle.
1409] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9
- 603 -
64. HUTBE
DÂVETÇININ SAHIP OLMASI GEREKEN ÖZELLIKLER -1-
Âyet :
أمُْرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ � وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۢ يَ
الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَيُط۪يعُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَزِيزٌ حَك۪يمٌ
“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve
dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi
ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel
olurlar).” 1410
أمُْرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ � وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَ
المْفُلْحِوُنَ
“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan
(iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” 1411
اَلَّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَ اتِ اللّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَ ا يَخْشَوْنَ اَحَداً اِلَّ ا اللّٰهَۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً
“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar
ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”1412
وَلقََدْ بَعَثْنَا ف۪ي كلُِّ امَُّةٍ رَسُول ا انَِ اعْبُدُوا اللهَّٰ وَاجْتَنبُِوا الطاَّغُوتَۚ فمَِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللهُّٰ وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُۜ فَس۪يرُوا فِي الْ ارَْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle
değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da
gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmesin) ki, bu da imanın
en zayıf derecesidir.”1413
Sağlam iman sahibi olmalı: Cenâb-ı Allah, kullarından aldığı bu söz
üzerine onları bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca
onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz
1410] 9/Tevbe, 71
1411] 3/Âl-i İmrân, 104
1412] 33/Ahzâb, 39
1413] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
- 604 -
her ümmete; ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye tebliğat
yapması için bir peygamber gönderdik.1414 Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin
esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca
çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları
şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah’ın birliğine inandırmak,
kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah’ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir.
“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna
göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu
yüzden İslâm’da şer’î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak
açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce
gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’
diye vahyetmişizdir.”1415 Aslında Kur’ân-ı Kerim, tevhidin, yani “Lâ ilâhe
illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli
vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor.
Dâvetin önemini ve dâvetin imanla ilgisini, farziyetini bilip bu doğrultuda
kendini dâvâsına ve dâvete adayabilmeli: “Elhamdu lillâh Müslümanım”
diyen, “Ben Müslümanlardanım diyen kimse, dâvete sarılan kimsedir: “Allah’a
dâvet eden, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben müslümanlardanım” diyenden
daha güzel sözlü kimdir?” 1416
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle
lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.
Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı.
Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” 1417
İlim sahibi olmalı; bilgili, kültürlü, aktüaliteye vâkıf, dünyada olup
bitenlerden haberdar, genel kültüre sahip ve naklî ilimlere vukufiyeti
bulunmalı: Dâvâ aadımı dâvetçilerin Allah katında sorumlulukları diğerlerine
göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan
ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir dâvetçinin yerinde
oturup durması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez.
Sâlih amel sahibi olmalı, tavsiye ettiği iyilikleri kendi hayatında yaşamalıdır:
“(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği
emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”1418
1414] 16/Nahl, 36
1415] 21/Enbiyâ, 25
1416] 41/Fussılet, 33
1417] 5/Maide, 78-79
1418] 2/Bakara, 44
- 605 -
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız
şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir
şeydir.”1419
“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın
hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin
durumu gibidir.” 1420
Yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeli, başka bir beklenti içinde olmamalı:
“O kullar (Cennetlik olan o kimseler) adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her
yanı kuşatmış bir günden korkarlar. Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve
esire yedirirler. ‘Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve
bir teşekkür beklemiyoruz.’ ‘Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün
azabından dolayı) Rabbimizden korkarız.’ Allah da onları o günün kötülüğünden
korur ve yüzlerine bir aydınlık ve içlerine bir sevinç verir. Orada koltuklar
üzerine kurulmuş olarak bulunurlar. Orada ne güneş (yakıcı sıcak) görürler,
ne de dondurucu soğuk.”1421; “…Allah’ın rızâsı ise hepsinden (cennetlerden ve
cennetlerdeki güzel meskenlerden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”1422
Tevhide dâvet etmelidir: Dâvetin, önce muhâtapları şirkten sakındırarak
tevhid’e yapılması gerekir. Allah’ın istediği gibi bir iman sahibi olmadan diğer
yapılan amellerin bir kıymeti olmadığı unutulmamalıdır. Namaz kılmayan bir
erkek veya tesettürsüz bir bayana, tevhidi iman verilmeden namazı ve tesettürü
kabul ettirmek çok zordur. Kabul etmiş olsa bile; namaz kılmayan bir müşrikten
namaz kılan bir müşrik veya tesettüre uyan bir müşrik oluşturulur ki, bunun
o insanın kurtulmasına ve Allah’ın rızasına götürmeyeceği bilinmelidir.
Anlatılan ma’ruflar, karşı çıkılan münkerler hep tevhidle bağlantılı olarak ele
alınmalıdır, eylemle iman arasındaki bağ hiçbir zaman koparılmamalıdır.
Ücret/karşılık beklememeli; Gerekli maddî imkânlara sahip olmalı,
dâveti dünyevî çıkarlara âlet etmemeli: Bir mal bir kişiye satılır, İslâmî
faaliyetlerini dünyevî ucuz bir bedele değişmeyip Allah’a satmak, en akıllıca, en
kârlı ticarettir. “Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan,
yük altında ezilmişler midir?”1423
“(Ey Rasülüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan
bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir.”1424
1419] 61/Saff, 2-3
1420] 62/Cuma, 5
1421] 76/İnsan, 6-13
1422] 9/Tevbe, 72
1423] 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46
1424] 12/Yûsuf, 104; Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememsi ile ilgili olarak benzer ifadeler için bkz. 42/
- 606 -
“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine
kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.” 1425
8- Haksız tekfirden kaçınmalı: Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına
uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden
çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine
düşürüyor, usûlüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir
hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük
engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs
olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar
tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı
safta olmasını engellememelidir. Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman
için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi
görüşü, kendi din anlayışı ve cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla
yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
9- Sabırlı olmalı, aceleci olmamalıdır: İmanın bir göstergesi olan sâlih
ameller ancak sabırla işlenir. Burada hem amelin kendisinde olan güçlük,
hem de nefsin o ameli işlemekteki isteksizliği aşılır.1426 Allah’ın dinine yardım
için çalışan dâvetçiler çok büyük güçlük, zorluk, eziyet ve yoksunluklarla
karşılaşabilirler. Bütün bunlara Allah rızasını kazanmak için sabredilmesi
gerekir. 1427
10- Esas neticeyi âhirette beklemeli: Dünya amel yeridir, âhiret de
o amellerin neticesinin görüleceği yer. Dünya imtihan salonu, âhiret ise
karnelerin (amel defterlerinin) verilip notların belli olacğı yer. Dünyada
başarılı olup âhirette iflas etmek yerine; dünyada başarısız olup âhirette felâha
kavuşmak tercih etmemiz gerekenlerin başındadır. Dünyada çabalayıp gayret
etmekten sorumluyuz. Burada yaptığımız zerre kadar hayır da, zerre miktarı
şer de orada görülecek, ceza gününde dünyada tüm yaptıklarımızın karşılığı
bize ulaşacaktır.
11- Ümitvar olmalı; başkalarına ümit ve iyimserlik aşılamalıdır:
Mü’minler Allah’tan korkmakta oldukları kadar O’ndan umut kesmemekle de
yükümlüdürler: “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.”1428 Çünkü umutsuzluk
insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Kur’an,
Şûrâ, 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6 /En’am, 90
1425] 36/Yâsin, 21
1426] 11/Hûd, 11; 13/ Ra’d, 22
1427] 41/Fussilet, 33; 16/Nahl, 110; 2/Bakara, 177, 249; 3/Âl-i İmran, 142 v.d.
1428] 39/Zümer, 53
- 607 -
mü’minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek müjdelerle doludur:
“Şüphesiz Rabbin onların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.”1429; “Rabbiniz
bol rahmet sahibidir.”1430
12- Şefkat ve merhamet sahibi olmalı ve bunu muhâtaplarına
hissettirmelidir: Muhâtabına şefkat ve merhametinin bir özelliği olmak üzere
dâvetçi, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline
fırsat geçtiği zaman intikam almaya kalkmadan affetmeli, seviyesiz ve cahilce
yapılan itiraz, itham, zulüm, cefâ veya talep ve isteklere karşı müsâmahakâr bir
ruhla muâmelede bulunmalıdır.
Bütün bu nâhoş tavır ve fiilleri işleyerek suçlu duruma düşen bir kimse,
dâvetçi tarafından mutlaka cezalandırılmayı beklerken hiç ummadığı bir
şekilde afla karşılaşıverdiği zaman onda bu muâmele, psikolojik bir tesir icrâ
ederek âdeta bir ruh inkılâbı meydana getirir ve muhatap, dâvetçiye en büyük
düşman iken, birdenbire dâvetçinin en samimi bağlısı ve yardımcısı olabilir. O
halde Cenâb-ı Hak’ın, Rasûlüne emrettiği üzere, hıyaneti sabit olanların bile
suçunu bağışlayarak müsâmahalı davranmak,1431 İslâmî dâvetin metodlarından
biridir.
Günümüz dâvetçisi, Rasûlullah’ın yolundan giderek nefsî kin ve
düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa atarak muhâtabını,
şâyet varsa işlediği suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Allah,
müttakî mü’minlerden öfkelerini yutmalarını ve affedici olmalarını istiyor.
Muhâtaplarımıza düşmanca tavır takınmamalı ve onlara güzel sözler
söylemeli, yumuşak üslûpla hakkı tebliğ etmeliyiz. Ancak zâlimlere kızmalı,
onların zulümlerini bırakmalarına vesile olacak yolları bulmaya çalışıp onları
bu kötülükten kurtararak onların hidâyetini/kurtuluşunu istediğimizi belli
etmeliyiz. Kişilere değil; kötülüklere düşman olmalı, günahkârı değil, günahı
kınamalıyız. Kişiye nefis müdafaası yaptıracak kötü sözlerden ve muhâtabın
şahsiyetini rencide edecek tavırlardan kaçınmalıyız. Muhâtabımızın en son
yıkacağımız putu, nefis putu olmalıdır.
Bütün bu metotların hassâsiyet ve titizlikle uygulanması, tamamıyla adam
kazanma ve kazanılan adamı kaybetmeme gayretinden ileri gelmektedir.
İslâm’ın insana verdiği değeri bilmeyen yoktur. Cenâb-ı Hak’ın, diğer
mahlûkatı emir ve hizmetine verdiği insanoğlunun hidâyeti için çalışmak,
dâvetçinin vazifesidir ve bu uğurda yaptığı çalışmalar vesilesiyle Allah’ın tek
1429] 13/Ra’d, 6
1430] 6/En’âm, 147
1431] 5/Mâide, 13
- 608 -
bir kişiye hidâyet nasip edivermesi, dâvetçi için çok büyük değer ifade eder.
Hz. Peygamber’in Hayber Gazvesi esnasında Hz. Ali’ye söylediği gibi, bir
müslüman için onun vasıtasıyla tek bir kişiye Allah’ın hidâyet vermesi; kızıl
cins deve sürülerine sahip olmasından1432 ve bir vesile ile ifade buyurdukları
gibi, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.
13- Affedici ve müsâmahakâr olmalı, hoşgörülü ve sevecen tavır takınmalı:
“Kim affeder ve ıslah ederse artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zâlimleri
sevmez”1433 Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli “tolerans”la ifade edilir.
Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir. Arap dilinde bunun
karşılığı “müsâmaha”dır. Kur’an’da hiç geçmeyen bu kelime, sünnette genellikle
alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü hadislerinin en
ünlüsü: “İsmah, yüsmah lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin.”1434 hadisidir.
14- Güzel ahlâk ve takvâ sahibi olmalı: Dâvetçinin küçük bir hatası insanlar
tarafından büyük görülmeye adaydır. Bir sözü veya bir davranışı, kendisinin
tümüyle karalanmasına, dâvetinin boşa çıkmasına ya da insanların hataya
düşmesine sebep olabilir. Başka insanların daha büyük hataları göze batmayabilir,
ama dâvetçinin basit sayılabilecek yanlışları, muhataplarının eleştiri oklarını
kendine çeker.
15- Cesâretli olmalı, Allah’tan başkasından korkmamalıdır: Din dâvetçisi,
dinin hükümlerini tebliğ ederken, dinî hakikatleri açıklarken kimseden
çekinmemelidir. Hak bildiğini cesaretle söylemesini bilmelidir. Dokuz köyden
bile kovulsa, doğru söylemeyi görev kabul etmelidir. “En faziletli cihad, zâlim bir
devlet adamının yanında adâlet kelimesini söylemektir.”1435
16- Dili kullanmada usta olmalı; hitabeti, diksiyonu, dilin kurallarını ve
inceliklerini, mecazını, dil sanatlarını bilip uygulayabilmeli: Her peygamber
kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini
yapmıştır.1436 Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın
kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini
tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir.
İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla
inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber
yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için
de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.
1432] Buhâri, Cihad 102
1433] 42/Şûrâ, 40
1434] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/248
1435] Tirmizî, Fiten 13
1436] 14/İbrâhim, 4
- 609 -
17- Dâvet yolunda zorluklara göğüs germeli, dâvet yolundaki insanların
bazen zorluklarla imtihan edileceğini unutmamalıdır: İmtihan, fert ve
toplumlar için geçerli olduğu gibi, Allah’a dâvet eden, emr-i bi’l ma’ruf yapan
müslümanlar için de geçerlidir. Allah yolunda cihadları esnasında mü’min
bireylerin başlarına gelen belâ ve musibetler aynen dâvetçilerin de başına gelir.
Müslümanlar fert veya cemaat olarak, ellerinden mallarının cebren alınması,
hapsedilmeleri, asılsız suçlamalarla işkencelere mâruz kalmaları türünden
eziyetler görebilirler. Özellikle zamanımızda, bu konuda aleyhteki propaganda
araçları artmıştır. Hele bir de müslüman dâvetçilerin hasmı; malı, nüfuzu ve
yetkisiyle etkili biri ise veya yöneticilerin kendileri, devlet düzeni dâvetçilerin
hasmı ise... Bu durumda dâvetçilerin, hasımlarını istedikleri gibi, etkisiz hale
getirebilmeleri için sabır ve takvâya sımsıkı sarılmaları gerekmektedir. “Andolsun
ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz ve sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz.
Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en
değerlisidir.”1437
18- Kabalık ve sertlikten, sinirli davranışlardan, öfkeden sakınmalı:
Dâvetçiye zaman zaman takılanlar ve onu kızdırmak isteyenler olabilir. Dâvetçi,
nefsi için hiç, dâvâsı için de çoğunlukla kızmamalıdır. Sinir ve öfke hiçbir
meseleyi halletmez. Adamın biri Rasûlullah’a gelerek, “bana kısa bir tavsiyede
bulun, hep aklımda tutabileyim” dedi. Rasûlullah ona; “Kızma!” buyurdu. Adam
sorusunu birkaç kere tekrarladı, fakat hep aynı cevabı aldı.1438
19- Güzel sözle hitap etmeli; kibar ve tatlı bir dille tebliğ yapmalı: “Ve kûlû
linnâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin.”1439 “Ve kul li ıbâdî yekûlu’lletî hiye
ahsen: Kullarıma söyle; Sözün en güzelini konuşsunlar.”1440
20- Hikmetle ve güzel nasihatlerle dâvet etmeli: “Rabbinin yoluna,
hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz
senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları
da en iyi bilendir.” 1441
1437] 3/Âl-i İmran, 186
1438] Buhârî, Tirmizî; et-Tâc, V, 48
1439] 2/Bakara, 83
1440] 17/İsrâ, 53
1441] 16/Nahl, 125
- 610 -
65. HUTBE
DÂVETÇININ SAHIP OLMASI GEREKEN ÖZELLIKLER -2-
Âyet :
أمُْرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ � وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۢ يَ
الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَيُط۪يعُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَزِيزٌ حَك۪يمٌ
“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve
dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi
ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel
olurlar).” 1442
أمُْرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ � وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَ
المْفُلْحِوُنَ
“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan
(iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” 1443
اَلَّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَ اتِ اللّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَ ا يَخْشَوْنَ اَحَداً اِلَّ ا اللّٰهَۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً
“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar
ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”1444
وَلقََدْ بَعَثْنَا ف۪ي كلُِّ امَُّةٍ رَسُول ا انَِ اعْبُدُوا اللهَّٰ وَاجْتَنبُِوا الطاَّغُوتَۚ فمَِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللهُّٰ وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُۜ فَس۪يرُوا فِي الْ ارَْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle
değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da
gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmesin) ki, bu da imanın
en zayıf derecesidir.”1445
21- Vereceği fetvalara çok dikkat etmeli: Özellikle günümüzde seviyesiz ve
ehliyetsiz kimseler tarafından verilen fetvalardan dolayı birçok insan günaha,
hatta küfre düşmektedir. Dâvetçi, fetva vermeden önce, konuyu çok yönlü
1442] 9/Tevbe, 71
1443] 3/Âl-i İmrân, 104
1444] 33/Ahzâb, 39
1445] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
- 611 -
araştırmalı ve fetvasını iyice gözden geçirmelidir. Kesin olarak bildiği şeyler
olursa, fetvâyı söyler. Şüphesi varsa, bilmiyorum der. Tahminî ve zannî bir
bilgisi varsa, meseleyi başkalarına havale eder. Şa’bî: “Bilmiyorum sözü ilmin
yarısıdır.” der. Bilmediği için ve Allah’ın rızâsı gayesi ile susan, konuşandan
daha az sevap almaz. Çünkü bilmiyorum sözü nefse çok ağır gelir. İbn Ömer:
“Bizi köprü yapıp cehennemden geçmek mi istiyorsunuz?” demek suretiyle
verilen fetvâ ve hükümlerin başkasını kurtarması halinde bile âlimleri
kurtaramayacağını belirtmiştir.
22- İhlâslı, samimi ve dürüst olmalı: Samimi ve dürüst kişiliğiyle tanınan
dâvetçi, hem Allah katında daha sevimli olur, hem de insanlar nezdinde
kendisine olan güven ve sevgi bağı kuvvetlenir. Hz. Peygamber’in risaletini
kabul etmeyen Mekke müşriklerine bakınız ki, asla ona yalancı diyememişlerdir.
23- İlim ve sâlih amel (bilgi ve eylem) bütünlüğü içinde yaşamalı: Bilgisini
eyleme dökmüş ve ilmiyle amel edip insanlara misal teşkil eden bir dâvetçinin;
ilmi, dilinden âzâlarına inememiş birine oranla daha etkili ve sözünü dinletici
olduğu şüphe götürmeyecek bir gerçektir.
24- Kanaatkâr olmalı ve dünyaya bağlanmamalı: Dünyevî nimetler
arasında yaşayan, durman dünyaya yatırım yapan bir insanın âhirete yatırım
yapmak için vakti kalmayacaktır. Aynı şekilde böyle bir insanın diğerlerini
sabra ve aza kanaat etmeye çağırması ne denli etkili olur ki?
25- Hikmet ve merhamet sahibi olmalıdır: Hikmetle dâvet etmek;
dâvetçinin muhatabının durumuna göre anlatacağı şeyi belirlemesidir. Anlamlı
bir sözde şöyle denir: “Öğrenciye aklının almadığı, zihninin kaldırmadığı veya
meseleleri karıştırmasına yol açacak farklı ilimleri öğretme.” Dâvetçi, muhatabın
durumunu, konumunu ve ilmi seviyesini bilip ona göre anlatacaklarını özenle
seçmelidir. Aynı şekilde dâvetçinin, muhatabının durumuna göre seçeceği üslup
da çok önemlidir. Kimi durumlar yumuşak ve merhametli olmayı gerektirirken
kimi durumlarda da katı ve sert olması gerekebilir.
26- Güçlü ve kararlı olmalı: Dâvetçinin tavır takınılması gereken yerlerde
güç ve kararlılık göstermesi, başarılı olmasını sağlar ve saygınlığını artırır.
Bu da insanlar üzerinde daha etkili olmasını sağlar. “Kalbi iman nuruyla
parıldayan, yenilmez yaratıcı güce güvenip dayanan; yer gök v ikisi arasındaki
bütün varlıkların emrinde olduğu Rabbiyle arasındaki güçlü ilişkiyi hisseden
bir kişiye insanlar ne yapabilir ki? Burada Şeyhülİslâm İbn Teymiyye’nin şu
sözünü hatırlatmak istiyorum: ‘Düşmanlarım bana ne yapabilir ki? Benim için
tutukluluk halvet, sürgün seyahat, öldürülmem şehadettir’…”
- 612 -
27- Becerikli olmalı ve problemlere çözüm getirebilmeli: İyi bir dâvetçi,
dâvet yolunda karşılaştığı zor anlarda nasıl davranması gerektiğini bilmeli,
beceri ve hünerini güzelce kullanabilmelidir. Dâvetçi, olaylar karşısında olumlu
bir tavır alıp akıllıca davranır ve olayları güzel yönetip kontrolü elinde tutarsa
başarılı olması daha kolay olur.
28- Hayâ, iffet ve verâ sahibi olmalı: Hayâ ve ar duygusu üstün bir ahlâkî
erdemdir. Allah onunla dilediği kullarını süsler. Buhari ve Müslim’in rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Hayâ, hayır ve iyilikten başka
bir şey getirmez.” Mü’min her durumda iffetini, namusunu ve onurunu
korumalıdır. Zengin veya fakir, yöneten veya yönetilen, eğiten veya eğitilen
olması fark etmez.
29- Tedbirli olmalı, cesaretle deliliği ve tedbirsizliği karıştırmamalı:
“Mü’min akıllı ve zekidir; tedbirini alır” 1446 Bir dâvetçi, her halükarda tedbirli
ve dikkatli olmak zorundadır. Özellikle güvenliğinin tehlikede olduğu bir
toplum içerisindeyse her türlü tedbirinin bulunması başlı başına bir şarttır.
Peygamberimiz zamanında “Bi’r-i Mâûne fâciası” diye bilinen hâdisede İslâm’ı
tebliğ için çağrılan 70 civarındaki hâfızı pusuya düşürüp şehid etmişlerdi.
30- Tavizci, uzlaşmacı olmamalı; rüzgâr biraz kuvvetli estiğinde savurup
sürüklememeli: Tâviz tâvizi doğurur. Rabbimiz tavizi yasaklar: “Onlar isterler
ki, sen onlara tâviz veresin, onlar da taviz vermeye hazırdırlar.” Taviz verilmez,
ama tedriciliğe dikkat edilir.
31- Onurlu ve Cesur olmalı: Mü’minin onur ve üstünlüğü, Allah’a itaat
etmektir. İnsanların küçük düşmesi ise Allah’a isyan etmektir. İzzet, onur,
üstünlük ve saygı, İslâm’ın teşvik ettiği ve Müslümanlarda bulunmasını istediği
erdemlerdir,
32- Kınamalara Aldırmamalı: Hiçbir dâvetçi, alay konusu olmamalıdır.
Başkalarının kendisi dalga geçmelerine vesile olacak söz ve davranışlardan
imkân nisbetinde kaçınmalıdır. Fakat “benimle alay ederler” mülâhazası ile
görevini yapmaktan geri durmamalı, en çirkin alaylara hedef olacağını kesin
olarak bilse bile dâvet görevini yerine getirmeye devam etmelidir.
33- Güzel konuşabilmeli, kolay diyalog kurabilmeli ive etkileme
gücü olmalı: Güzel ve etkili konuşmak bir dâvetçide bulunması gereken
özelliklerdendir. Güzel konuşma derecesi ne kadar yüksek olursa insanlar
üzerindeki etkisi de o kadar artacak ve kalplerinin meyletmesi de o kadar
1446] Râmuz el-Ehadis, no: 2860
- 613 -
kolaylaşacaktır.
34- Merhametli ve şefkatli olmalı: Dâvet ve tebliğ görevini üstlenenler,
etrafındakilere karşı şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olmalıdır. Daima onları
düşünmeli, hataları sebebiyle azap görebilirler, diye endişe ekleyi ve bunun
üzüntüsü içinde olmalıdır. Bir dâvetçi, kendilerini dâvet ettiği kimselere bir
babanın evlâdına gösterdiği şefkati göstermelidir. Baba, çocuğunu dünyevî
zararlardan koruduğu gibi, dâvetçi de çevresindekileri uhrevî ziyandan azaptan
korumak için bütün gücünü harcamalıdır. İşte, dâvetçiyi bu gayrete sevkeden
şey, şefkat ve merhamet hisleridir.
35- Güvenilir olmalı ve emânetleri korumalı: “Hiç şüphe yok ki Allah, size
emanetleri ehline teslim etmenizi emrediyor.”1447 Emanete ihânetin nifak alâmeti
olduğunu unutmamalı. Ayrıca, güvenilir olmak anlamında da dâvetçi “emîn”
olmalıdır.
36- Sır saklamasını bilmeli: Toplumda sır saklamalarıyla bilinen dâvetçiler,
toplumdaki insanların sorunlarını çözmelerine yardım ederler ve onların
takdir, saygı ve sevgilerini kazanırlar.
37- Tahammüllü olmalı: Dâvet ve tebliğ, bir tahammül işidir. Bu görevi
yerine getirenler, bu yolda karşılaşacakları her çeşit ezâ ve cefaya, hakaret ve
sövülmeye katlanmayı göze almalıdır. Bu yol, canın kıymetini bilen, gururuna
ve nefsine düşkün olanların yolu değildir. Dâvâ hizmetçi ister, efendi değil.
Zevkine, keyfine ve rahatına düşkün olanlar dâvâ kelimesini ağızlarına bile
almamalıdır. Bilal, Ammar, Habbab, Yâsir, Sümeyye, Abdullah bin Mes’ud
gibi (r. anhum) gibi Müslümanların dâvâları için nelere tahammül ettiklerini
biliyoruz. İktisadî baskı, sosyal boykot ilk Müslümanların hepsine karşı tatbik
edilmişti. İlk Müslümanlar yerlerini ve yurtlarını terk ederek ta Habeşistan’a
kadar hicret etmek zorunda bırakılmışlardı.
38- İkrâm etmekten hoşlanan cömert biri olmalı: İkramda bulunmak ve
cömertlik, nefret eden kalpleri kazanmayı ve uzak duran insanların yakınlaşmasını
sağlayan pek önemli bir özelliktir. Unutmayalım ki, Hz. Peygamber Mekke’nin
fethi esnasında yeni Müslüman olmuş olanlara ganimetlerden kalplerini İslâm’a
ısındırmak için fazlaca pay verirdi. Hediyelerle yakınlaşmayı sağlamak, aradaki
mesafeyi azaltmak dâvetin netice vermesi için önemlidir.
39- Önce Müslümanlara dâveti ulaştırmaya çalışmalı: Dâvetin önce
müslümanların kendi arasında yayılmasına çalışmak, daha öncelikli olarak
1447] 4/Nisâ, 58
- 614 -
akrabalarımız, en öncelikli olarak da aile fertleri ve birinci dereceden
akrabalarımıza dâvet, sıralama olarak öncelik hakkını kazanmış olur.
40- Muhâtaplarının seviyesine göre anlatabilmeli: Cevapları muhatabın
aklına, kültür ve seviyesine ve sorusuna göre vermek gerekir. Bunun için de
onu tanımak, hakkında bilgi almak veya konuşmalarından yola çıkarak iyi bir
tahlil ve mânevî hastalıklarını iyi teşhis etmek dâvetçinin temel görevidir.
41- Muhâtaplarının esas neye ihtiyacı olduğunu iyi tespit edip ona göre
çözüm üretebilmeli: Muhâtabın neye ihtiyacı olduğunu bilmek ve ona göre
konuları tespit etmek dâvetçinin vazgeçemeyeceği husustur. Muhâtap için
öncelikle irşad mı, ikaz mı, ilzam mı önemlidir, onu iyi tespit etmek gerekir.
42- Kolaylaştırmalı, kolay yolları, ruhsatları gösterebilmeli:
Kolaylaştırmak, ama zorlaştırmamak; Hz. Peygamber dinî tebliğlerde bulunmak
için gönderdiği kimselere şöyle tâlimat verirdi: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın,
müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”1448 Kur’an da şöyle belirtir: “Allah, sizin için
kolaylık diler, zorlluk dilemez.”1449; “Biz bu Kur’an’ı seni sıkıntıya soksun diye
indirmedik.”1450
43- Tedrîcîliğe riâyet etmeli: Dâveti merhale merhale yapmak, telkin edilen
fikirle hazmetmesini sağlamak iyi netice almak için şarttır. Bir insanı bir anda
bütün kötü huylardan vazgeçirmek, iyi ahlâk nâmına ne varsa hepsini vermek
imkânsızdır. Hedefe derece derece ulaşmak gerekir. Tekâmül ve tedrîcîlik
kanununa uyulması her zaman ve her yerde mutlaka gerekir. Her şeyi kısa bir
müddet içinde yapmak isteyenler, hiçbir şeyi yapamazlar. Her şeyin vaktini
kollamak icap eder. Tedrîcîlik; kolaydan zora, basitten mürekkebe, küçükten
büyüğe, azdan çoğa doğru gitmeyi gerektirir.
44- En önemli ile daha az önemli arasında sıralamaya dikkat etmeli: En
sonra söylenecek sözü başta, başta söylenecek sözü sonda söylememek, ihtilâflı
ve önemsiz konulara dalarak dâvet ettiği kişiyi bıktırmaması, rahatsız olacak
tavırlara sebebiyet vermemesi gerekir.
45- Planlı, programlı hareket etmeli: Sistemli hareket, başarı için atılmış
büyük bir adımdır. Dâvetçinin elinde, hedefi ve gayesi belirtilmiş, medot ve
vâsıtaları belirlenmiş bir plan bulunmalıdır. Hatta, alternatif b, c planları
olmalıdır. Başarısızlık durumunda ne tür tedbirlerin alınması gerektiği önceden
tesbit edilmelidir.
1448] Ahmed bin Hanbel, Müsned V/32; Buhârî, Rikak 81; Müslim, Münâfıkun 17
1449] 2/Bakara, 185
1450] 20/Tâhâ, 1
- 615 -
46- Karşısındaki kimseye ciddi anlamda değer verip güzel muâmele
yapabilmeli: Dâvetçinin, karşısındakine değer vermeden, ona mesajı
uluştırmasına imkân yoktur. Dâvetçi, his ve davranışlarıyla karşısındakine
değer verdiğini hissettirmelidir. Her insan kendisinin beğenilmesi ve
methedilmesinden hoşlanır ve bunu yapan insana sempati duyar. Bu, onda
doğal bir duygudur. Bu bakımdan dâvetçi, riyakârlık ve zillete, yağcılık ve
aşırılığa düşmemek kaydıyla muhatabına değer verip iltifat ederek, ilgi gösterip
onda mevcut olan bazı özellikleri överek bu duyguya hitap etmeli, bu hissi
harekete geçirebilmelidir.
47- Tartışma ve münakaşalardan uzak durmalı: Yahya bin Muaz şöyle der:
Cahil bir adamı, münakaşa ederek mağlup etmeye imkân yoktur. Bir delil ile
kırk âlim mağlup edilir de, kırk delil ile bir cahile laf anlatamazsınız. Cahile laf
anlatacağına köprüden atlamak evlâdır! “Ve Rahman’ın kulları. O kimselerdir
ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller kendilerine laf attıkları zaman
‘selâm!’ derler.”1451
48- Müşterek bir noktada birleşmeye özen göstermeli, ortak kelimeye
dâvet etmeli: İnsanlar, bildiği alışkın olduğu şekilde harekete yatkındır.
Tamamen yabancısı olduğu, bir fikir, düşünce veya yaşayışı, dâvetçi doğrudan
doğruya hemen karşısındakine kabul ettirmek isterse, muhatabının kabulü
zor olacaktır. Bu sebepten dolayı, muhâtabın onaylayacağı ifadelerle başlamak
daha etkili olur. Anlaşabilecek ortak noktalar tespit ederek bu konulardan
hareketle dâveti devam ettirmek çok daha faydalı olacaktır. Karşımızdaki dâvet
ulaştıracağımız insan, haksızlığa karşı ise, sömürüden şikâyetçi ise, İslâm’ın
zulme, zâlimlere ve tâğutlara tavrını belirterek; bu ortak noktadan başlayarak
ortak görüşleri çoğaltabilir ve bu hususların tevhidle bağını kurarak temel
esasları karşımızdakine kabul ettirmeye çalışırız.
49- Yalan, iftira, alay, hakaret, çirkin söz gibi kötülüklerden uzak olmalı:
İnsan, inandığından, düşündüğünden ve yaptığından başkasını söylememelidir.
Yalan olur bu; hakikatin gizlenmesi olur. Aldatma, ikiyüzlülük, riyâkârlık,
münâfıklık olur. Bu tür yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime
ve cümlelerle ifade edilse (şiirleşse, hikâyeleşse, edebiyat ve sanat kostümüyle
makyajlansa da merduttur.1452 Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur; 1453
dinlediklerinden de.1454 Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir.1455
1451] 25/Furkan, 63
1452] 6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun, 4
1453] 2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18
1454] 17/İsrâ, 36
1455] 2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3
- 616 -
50- Dâvette başarılı olmak için ve genel olarak Müslümanca yaşayabilmek
için bol bol dua edip Allah’tan yardım isteyebilmeli: Dâvetin en önemli
araçlarından biri de duâdır. Dâvetçi, hidâyet ve salâhına çalıştığı kimselerin
hidâyete ermeleri, hallerini düzeltmeleri için daima el-Mücîb ve el-Hâdî olan
Allah’a niyazda bulunmalı, doğrudan doğruya hidayetine sebep olamadığı ve
ıslah edemediği kimseleri, dolayısıyla dâvet ve ıslah etmeye gayret etmelidir.
Onun için de duâsının tesirine önce kendisi inanmalıdır. Dâvetçi, hem dâvet
ettiği Müslümanların salâhı, hem de tebliğ ettiği kâfirlerin hidâyeti için duâ
etmelidir.
Dâvetçinin diğer özellikleri:
Sigara gibi kötü alışkanlıkları olmamalı,
Kötülüğü iyilikle önlemeli,
Tatlı dille ve güler yüzle, güzel bir üslûpla konuşmalı,
Konuşmalarda genel bir sohbet havası oluşturmalı, bireysel suçlamalara
gitmemeli,
Temel hususları gündeme getirmeli ve hislere/duyulara da hitap etmesini
bilmeli,
Adam kazanma gayreti içinde olmalı; fedâkârlık, severek uğraşma, gerektiği
durumlarda dâvet için zaman, para ve ter harcamasını bilmeli,
Taklitçi olmayıp kendisi örnek olmaya çalışmalı,
Tevekkül sahibi olmalı,
Dâveti güncel siyasete veya toplumsal problemlere sıkıştırıp özü unutmamalı,
Gerektiğinde mantığı öne çıkarıp düşündüren; gerektiğinde duygusal
atmosfer için gönle hitap eden konuşmalar yapabilmelidir,
İnsan psikolojisini, toplumun sosyal yapısını bilmeli, ülkeyi ve dünyayı
tanımalıdır,
Mütevâzı olmalı ve muhâtaba tepeden bakmamalı,
Güleryüzlü olmalı, dış görünüşü temiz ve bakımlı olmalıdır.
Bazısı yaradılıştan gelmiş olup bazısı da kazanımla veya nefsî terbiyeyle
edinilmiş olan bu özelliklerin tümüne sahip ve özümsemiş bir dâvetçinin,
Allah’ın izniyle açamayacağı kapı, sesini ulaştıramayacağı diyar yoktur.
- 617 -
66. HUTBE
GÜZEL SÖZ; AKLI KULLANMA SANATI
Âyet :
وَمِنْ ايَٰاتهِ۪ٓ انَْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ انَْفُسِكُمْ اَزْوَاجاً لتَِسْكُنُٓوا الَِيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةًۜ انَِّ
ف۪ي ذٰلِكَ لَ ايَٰاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin birbirinden ayrı
olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz
ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”1456
وَقلُْ لعِِبَاد۪ي يَقُولوُا التَّ۪ي هِيَ احَْسَنُۜ انَِّ الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ بَيْنَهُمْۜ انَِّ الشَّيْطَانَ كاَنَ للِْاِنسَْانِ عَدُوا مُب۪يناً
“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi,
yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”1457
Hadi s:
“Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru,
meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”1458
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”1459
“Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”1460
Konuştuğumuz dili düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak
meşrû, üslûp olarak güzel ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız
açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir.1461
Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en
büyük özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm
söz sanatlarında ve güzel ifadelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle
de Kur’an, mu’cizdir; yani insanlar bir benzerini meydana getirmekten âcizdir.
Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifadeli Kitabın benzerini
1456] 30/Rûm, 22
1457] 17/İsrâ, 53
1458] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120
1459] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722
1460] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947
1461] 39/Zümer, 23
- 618 -
meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa
meydan okuyarak ifade eder.1462
En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel
kullanmalarını emreder. “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En
güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”1463 Benî
İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir.1464
Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir.
Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir.1465 En fasih konuşan ve
muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden,
onlara karşı en güzel ifadelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e
bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et/öğüt ver, onların
içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.”1466
Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat
haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir.1467 Ma’rûfu
emir, münkerden nehiy, dâvet ve tebliğ görevleriyle mükellef olan mü’minler, bu
vazifelerini diledikleri gibi, gelişigüzel ve kendi mantık ve karakter yapılarına
göre değil; Kur’an’ın gösterdiği usûlle yapmak zorundadır. Hakkında özel
sûre ve âyetler olan Cuma namazının ehemmiyeti herkesçe mâlumdur. Cuma
namazının şartlarından birinin “hutbe” olduğu düşünüldüğünde, insanlara
güzel bir şekilde hitap etmenin, yani hutbe okumanın dindeki yeri de kavranmış
olur.
Dili güzel kullanmak, yani edebiyat bir sanattır; güzel sanatlardan biridir.
Peygamber lisanıyla güzellikler ve meşrû sanatlar şöyle taltif ve tavsiye
edilir: “Allah güzeldir, güzellikleri sever.”1468 Hz. Peygamberimiz, sözü güzel
kullanmakta usta olan, önemli şairlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden,
şiirlerinden dolayı yücelterek övmüş, teşvik etmiş, hatta bir kere de,
memnuniyetini belirtmek için kendi hırkasını çıkarıp bu şaire hediye ederek
iltifat etmiştir.
Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül
almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene
kor. Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle,
1462] Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...
1463] 17/İsrâ, 53
1464] 2/Bakara, 83
1465] 39/Zümer, 18
1466] 4/Nisâ, 63
1467] 3/Âl-i İmrân, 159
1468] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10
- 619 -
insanların arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların
arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesadı kaldırmak için, yani savaş
veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta
gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile
müsaade edilmektedir. İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı
olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve
söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar
arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev
düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini
mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, büyük insan şöyle buyurmaktadır:
“Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin;
ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki
dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.”
Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün
olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i
ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah’a duâ gibi ibâdetlerin yanında;
gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek,
cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel
olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma
olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne
söyleneceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.
Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi Allah’ın râzı olacağı kul olmak,
dille mümkün olduğu gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay
olabilmektedir. Yine, cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile
sahip olup olamamaktan geçmektedir.
Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı
bir yemek, kötü sözle yenilmez bir acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün
hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini
ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop
dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam veremese de sesini çıkarmaz.
Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir olduğundan, Ezop’tan bu sefer
bildiği en güzel yemeği pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde
Ezop yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek
istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim iştir?”
Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap
verir. Hakikaten çok mükemmel bir sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak,
yemek esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek
- 620 -
lâflar etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus, söz
konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ağılı
aşı, bal ile yağ ede bir söz.”
İnsanlar söz konusunda üç gruba ayrılır: Suskun-sessiz insanlar; gevezeler;
hoşsohbet insanlar. Aşırı derecede suskun ve sessiz insanlar, çoğunlukla
kendilerine güveni olmayan, ezilmiş ve kişiliksiz insanlar olabilir. Öyle
değilse bile, bir insana faydalı olamayan, onu yeri geldiğinde teselli edemeyen,
sevindiremeyen, bazen de dilsiz şeytan durumuna düşen kimselerdir. Bunlar;
fazla aranılıp sorulmaz, yoklukları önemsizdir.
İkinci grup insanlarsa yerli yersiz hep konuşmayı severler, başkalarına bu
hakkı vermek istemezler, tek dilleri olduğu halde iki kulakları olduğunun
hikmetini kavramazlar. İnsanlar, bu tiplerden de çoğunlukla rahatsız olur.
Tabii, çok söz yalansız da olmadığından kendileri ve dinleyicileri günahkâr
da olur. Bu tipler, genellikle kendilerini çok beğenmiş insanlardır da. Bazen
susmanın altın olduğunu anlatamazsınız onlara. Dedikoduya meraklı olan
bu tipler, sır da saklayamazlar. Bunların da zararı çok kişiye dokunacağından,
konuşma kirliliğine sebep oldukları ve kul hakkına da tecavüz ettiklerinden
bunlar da sevilmezler.
Üçüncü gruptaki tatlı dilli insanlarsa, devamlı aranıp kıymeti herkesçe
takdir edilen insanlardır. Neyi, ne zaman, nerede ve nasıl konuşacağını bilen
insanlardır. Konuştuklarında ağızlarından sanki bal akıyordur. Derdinizi,
sıkıntınızı o konuşurken unutur, onu sever, arar, ondan faydalanmak istersiniz.
Karşısındaki topluluğu uzun uzun düşünmeğe mecbur eden, ağlatan, fikir
ve inançlarını değiştiren veya geliştiren, onların gönüllerinde, vicdanlarında
hâkimiyet kuran, onları fetheden konuşmacılar vardır. Nice zaferler, güzel
sözlerle kazanılmış, nice askerin morali güzel sözle zirveye çıkarılmış,
heyecanları galeyana getirilerek seve seve canlarını fedâ edecek hale
yükseltilmiştir.
Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma ve
güzel yazma, başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardandır. Kimi vardır, güzel
konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat
güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir. Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak
Allah’ın bir lütfu ve nimeti olarak verilen bu beyan yeteneğimizi1469 kontrole
ve disipline alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip
olması beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat, sözü dinlenen, güzel
1469] 55/Rahman, 4
- 621 -
ve düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını
yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde anlatan bir seviyeye, çalışıp gayret etmek
şartıyla hemen her insan gelebilir.
Bütün bunlara rağmen, güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel
kullanmak, hiçbir zaman gaye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi
kullanabilmek için esas gayeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da
gereklidir. Din, amaç; dil araçtır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel
olan gayeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken,
vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi
özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir.
Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi
altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam
bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan dökmeye
âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle
“güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, edebiyat yapma) da şerre
âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz
insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir.
Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak
kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî
anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.
Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz
şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifadeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir
mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz;
âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların
en güzeli olan Kitab’ına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre
hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak,
edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı şekil ve kılıf
makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ (şâirler) sûresinde
bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu
için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min
olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe
(daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek,
müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilmiştir.1470
Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle
göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde
1470] Bkz. 26/Şuarâ, 224-227
- 622 -
ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya
kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye
âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir.
Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir. Sözü sihir olarak
kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları
hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir
müslümanın iyi tanıması, değer vermemesi gerekir. Müslümanın, güzel
rolündeki büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek
güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü, bir şeyin sahtesini fark
edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler,
sahte güzele âşık olabilir.
Bazen, dinî nasihatler yapan, vaaz, hutbe ve sohbetlerle insanlara hakkı
göstermeye çalışan kimselerin, özellikle mevlit okuyan veya radyo ve televizyon
programlarında duâ yapan bazı görevlilerin samimiyetsizliği sırıtmakta,
bu yapay süsleri bolca kullanarak, makyajı suratından akan kimselerin
görüntüsünü oluşturabilmektedir. Allah rasûlü, bu konuda şöyle buyurur:
“İneğin geviş getirmesi gibi, dilini sağa sola çevirerek belâğat göstermeye çıkan
kimselere Allah buğz eder.”1471 Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma
güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın
ifadesini, doğruluğu aramalıyız. Mehmed Âkif Ersoy: “Sözüm odun gibi olsun,
hakikat olsun tek!” diyerek buna işaret etmiştir. Ama sözümüz odun gibi
olacaksa, Yûnus’un, dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun, yontulmamış olmasın.
Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla
tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz.
Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve
samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse
hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için
edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir.
Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak
da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.
Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini
alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz
çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir.1472
1471] Ebû Dâvud, Edeb
1472] Bkz. 3/Âl-i İmran, 159
- 623 -
Güzel Sö zün Özellikleri
Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir.1473 Lisanların çeşit çeşit
olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir.1474 Her peygamber
kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini
yapmıştır.1475 Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın
kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini
tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir.
İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar,
onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar.
Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı
olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.
“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben
müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir
olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle
arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak
sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse
kavuşturulur.”1476; “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla
en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi
bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”1477 Bu âyetlerden yola çıkarak,
güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini şöyle tespit edebiliriz:
1- Allah’a dâvet, insanları mutlak doğruya, tevhide, İslâm’ın ana esaslarına
çağırmalıyız. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya cemaatimize, dernek
veya vakfımıza değil; insanları Allah’a ve O’nun dinine, O’nun tartışmasız
doğrularına dâvet etmeliyiz.
2- Sâlih amel, yani sadece sözle yaptığımız dâvetle yetinmeyip hal dili,
beden dilini de kullanmak, anlattığımızı önce ihlâslı bir şekilde nefsimizde
yaşamak ve örnek olmak gerekmektedir. Unutmamalıyız ki, eteği tutuşan
itfaiyeci, kendini kurtarmadan dışarıdaki yangını söndüremez.
3- “Ben müslümanlardanım” demek, yani Allah’a teslimiyet, İslâm
prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışmak, İslâm kimliğinden başka kimlik ve
âidiyetleri öne çıkarmamak, şahsiyet/kimlik sahibi olmak ve dünyevî çıkar
gözetmemek gerekir.
1473] 55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4
1474] 30/Rûm, 22
1475] 14/İbrâhim, 4
1476] 41/Fussılet, 33-35
1477] 16/Nahl, 125
- 624 -
Diğer âyet ve hadislerden yola çıkarak, güzel sözün diğer temel içerik
özelliklerine şunları da ekleyebiliriz:
4- Hayırlı ve Faydalı Şeyler Konuşmak: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman
ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın,
sussun!”1478
5- Aksi Gerekmediği Müddetçe Sevindirici, Müjdeleyici Sözler:
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”1479; “Tatlı bir çift
söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”1480
6- Muhâtabın Seviyesine ve Psikolojik Durumuna Uygun Sözler.
Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle
tespit edebiliriz:
1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise
onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik
ile karşılık verilmelidir.
2-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,
3- Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
4- Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
5- Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, (bu konudaki diğer âyet
ve hadislerde emir ve tavsiye edilen güzel öğüt kurallarına uymak:) tatlı dille,
yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek
konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak,
alternatif göstererek kötülüğü değiştirmek, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın
özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve
duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek
ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola
çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve
mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan,
nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan,
mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
6- En güzel şekilde münakaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa
ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine
1478] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120
1479] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722
1480] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947
- 625 -
olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa
ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine,
onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa
ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an
bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği
kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında
belîğ/tesirli söz söyle.”1481; “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak,
zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”1482; “Onların
Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da
bilmeyerek Allah’a söverler.”1483
Tarihten Bu Yana Dil - Din İli şkileri Konu sunda Bazı Tesbitler
Dillerin, Konuşmanın Doğuşu: Vahyi esas almayan câhilî öğretiler,
konuşmanın ve dillerin ortaya çıkışı konusunda birbirini yalanlayan bir
sürü teori ortaya atmaktadırlar. Çoğunlukla ifade edilmek istenen şudur bu
görüşlerde: Konuşma toplumsal hayatın ve evrimin bir sonucudur. İlk insanlar,
uygarlıktan yoksun hayvana yakın yaratıklar olduklarından konuşma gibi bir
özelliği icat edememişlerdi. Birbirleriyle işaretlerle anlaşıyorlardı... Peki, sonra
nasıl konuşmaya başladılar? Bu sorunun cevabında, câhiliye, farklı teorileri
bilim diye ortaya sürmektedir. Bunların hiç biri, mantıklı ve ciddiye alınabilecek
seviyede değildir. Hâlbuki Kur’an, bu konuda kesin bilgiler vermekte, ilk insanı
yaratan, onu nasıl yarattığını ve ona ne gibi özellikler ve nimetler bahşettiğini
açıklamaktadır: “Allah, Âdem’e (ilk insana) tüm eşyanın isimlerini öğretti.”1484
Eşyaya ad vermeyi, yani konuşmayı öğreten Allah’tır ve ilk insana bunu
öğretmiştir. “Rahman olan Allah, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı,
maksadını anlatmayı öğretti.”1485 Yoksa, Allah’ın vermediği bir kabiliyeti insan,
sonradan uygarlık veya tekâmül sonucu elde etmiş değildir. Öyle olsaydı, başka
yaratıklar da bu çeşit tekâmüle ve uygarlığa ulaşabilirlerdi. Sözgelimi, insanlara
koca bir hayvan boyun eğmez veya onlarla konuşabilecek seviyeye, insan gibi o
da gelebilirdi. Ama “vermeyince ma’bûd, neylesin mamut veya Mahmut!”
Bazıları, insanı “hayvan-ı nâtık”, yani “konuşan hayvan” diye tanımlamışlar.
İyi düşündüğümüzde bunun yanlış olduğunu, hayvanlardan farkımızın sadece
konuşma yeteneğimiz olmadığını, nice konuşanın da hayvandan daha aşağı
1481] 4/Nisâ, 63
1482] 4/Nisâ, 148
1483] 6/En’âm, 108
1484] 2/Bakara, 31
1485] 55/Rahman, 1-4
- 626 -
olduğunu kavrayabiliriz. Fakat, bununla birlikte, bu gibi anlayış ve tarifler,
tarihten beri konuşmaya verilen önemi belirtir. Konuşma ve yazma, ne kadar
otomat, âni olduğu halde, üzerinde derin düşündüğümüzde Allah’ın sanatının
ne kadar hârikulâde olduğunu, bu verdiği nimetler sayesinde bile öğrenebiliriz:
Konuşmamızı gerektiren bir etki olacak, o kulak veya göz gibi bir araçla beyne
ulaşacak, beyin bunu değerlendirecek. Nasıl bir tepki ile karşılayacağını hesap
edecek, karar verecek. Bunu uygulamak için dile emir verecek. Bu arada nasıl
tepki gösterileceğine dair kararlar çıkacak: Ses tonu, kelimelerin seçilişi gibi
daha nice unsurlar en ince teferruata kadar tayin ve tespit edilecek. Bütün
bunlardan sonra konuşma biçiminde dışa akseden eylem ortaya çıkacak. Bütün
bunların hepsi, saniyenin belki onda birinden daha küçük bir zaman diliminde
olacak. Bu, Allah’ın sanat ve azametini gösteren âyetlerinden (alâmetlerinden)
başka bir şey değildir. Dünyada bulunan milyarlarca insanın hiç birinin ses
tonu, bir başkasının aynısı değildir. Aynı et parçaları, benzer yapılar, fakat
neticede benzemeyen eser. Birbirine benzediği kadar, benzemeyen fizikî ve ruhî
özellikler. Allah öyle bir sanatkâr ki, bir eserini her şeyiyle aynen tekrar etmeyi,
kendi sanatına uygun görmüyor. “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve
renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet
eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”1486
Ses tellemiz, birbirine benzer olduğu, ağzımızın, dilimizin ve hatta beynimizin
yapısında bir farklılık olmadığı halde, dünyada değişik bölgelerde yaşayan insanlar,
değişik lisanlar konuşmakta, farklı sesler çıkarabilmekte, çeşitli ses yapılarına
ve tonlarına sahip olmaktadırlar. Hatta aynı dilin konuşulduğu bölgelerde bile
şehirden şehire, kasabadan ksabaya farklı lehçeler kullanılmaktadır. Bunun
yanısıra, her insanın telâffuzu ve konuşma tarzı diğerlerinden farklıdır. Aynen,
vücudun benzer yapılar ve renkler içinde, benzemeyen yapı ve renk farklılığı gibi.
Aynı anne ve babanın çocuklarının her birinin tümüyle aynı özelliklere sahip
olmadığı gibi. Bir ağacın iki yaprağı, gökten yağan milyarlarca kar tanelerinin
şekilleri bile aynı değil. Bu imâlâtların farklılığı, kâinat fabrikasında çok usta bir
sanatçının var olduğunu ispatlamaktadır. Aynı şeyi ikinci kez aynen yaratmayı
güzel görmeyen yaratıcı güç, her an yeni bir model icad etmektedir.
“Evet, Bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz
yeter.”1487 Dünyada bulunan tüm insanların parmak uçlarının çizgilerinin bile
farklılığı ve yeniden yaratılışta bu farklılığın gözetileceği vurgulanır. Benzeme
içinde benzememe; zıtlar arasında uyum ve âhenk...
1486] 30/Rûm, 22
1487] 75/Kıyâme, 4
- 627 -
Dilin Bazı Özellikleri
İnsanların yaşayışlarındaki bazı değişiklikler dile etki yaparak, dilde
de değişikliklere yol açar. Toplumsa değişmeler, bilim, fen ve teknolojideki
gelişmeler, duygu ve düşüncelerdeki yeni belirlemeler, inançlar ve inançlardaki
değişimler dilin ve dil kurallarının değişmesi için birer etkendir. Türkiye’nin
son yüzyıldaki değişikliklerinin dile yansımadığını hiç kimse iddia edemez.
Bugünkü genç nesillerle, dedeler arasında bile konuşma yönüyle büyük bir fark
oluşmuş durumda. Daha kırk sene önce yazılmış bulunan nice eser, (söz gelimi,
Risâle-i Nur Külliyatı, Âkif’in Safahat’ı, Tevfik Fikret’in Rubâb-ı Şikeste’si)
yeni nesiller, cumhuriyet çocukları tarafından hiç anlaşılamamakta, sanki
yabancı, başka bir dille yazılmış gibi istifadeden uzak, tozlu raflarda esir hayatı
yaşamaktadır. Dedelerimizin kullandığı nice kelimelerde değişiklik oldu. İslâm
düşmanlığının bir neticesi olarak Arapça ve Farsça’dan dilimize girmiş nice
kelime ve deyimler batıdan ithal edilen çarmıha gerilip idam edildi. Resmî
yönlendirmelerin yanında son yıllarda yaygınlaşan bilgisayarın da Türkçe’yi
yozlaştırdığına, çok sayıda kelimenin imlâsının, hatta söylenişinin İngilizce-
Türkçe karma, ucûbe bir şekle girmesine sebep olduğu da bir vâkıa.
Ayrıca, konuşma dili, sosyal çevrelere bağlı olarak farklılık gösterir. Kişilerin
eğitim ve kültür düzeyleri, yetiştikleri çevre, hatta yaptıkları işler, onların dilini
etkileyerek değişikliğe uğratır. Bir doktorla bir çoban, ikisi de Türkçe konuştuğu
halde aynı kelimelerle, aynı ifadelerle konuşmazlar. Avrupa’da yetişmiş bir Türk
genci ile Türkiye’de yetişen bir gencin dilinde, vurgularında büyük farlılıklar
vardır. Şoförlerin kendilerine has bir konuşma tarzı vardır diyebilecek kadar
bazı mesleklerin dile etki ettiklerine şahit oluruz.
Dille toplum arasında sıkı bir bağ vardır. Toplum hayatındaki her türlü
değişme ve gelişme, dilde de etkisini gösterdiğinin çarpıcı örneği, Türkiye’nin
İslâm medeniyetini terkedip Batı uygarlığını benimsemesi neticesinde dinde
olduğu kadar, dilde de kendini gösteren değişikliklerdir. İslâm’ı kabul edip
o medeniyetin içine girerek, diğer müslüman ırklar ve toplumlarla tek bir
ümmet olan eski Türkler, bu sebeple uzun yıllar Osmanlıca denen bir dil
kullanmışlar, yine Osmanlıca denilen (aslında Araplara ait, Kur’an alfabesi)
bir yazı ile eserler vermişlerdir. Osmanlıca, bugün bazılarının zannettiği gibi,
Türkçeden başka, ondan bağımsız değişik bir dil değildir. Türkçenin, İslâm
etkisinde kalarak girdiği eski şeklidir.Yani, dünkü kullanılan Türkçedir.
Ortak medeniyet oluşturdukları Araplardan ve İranlılardan bazı kelime ve
terkipler, ekler doğal olarak Türkçeye girmişti. Bu kelimeler hazmediliyor,
Türk söyleyişine uygun hale geliyor, fakat dili tümüyle değiştirmiyordu. Nasıl
- 628 -
ki, bir insanın içine, midesine hayvan etleri girer, fakat bunlar hazmedildiği
için, insan hayvanlaşmazsa, insan bunlarla güçlenir, bünyesini geliştirirse,
özellikle Kur’an’ı ve hadisi genel kültür kabul eden insanların da Arapçadan;
Farsçayı edebiyat dili olarak kabul edenlerin o dilden bazı kelimeler alması
dillerini değiştirmez, hatta kuvvetlendirir. Tanzimatla birlikte Batı uygarlığına
yönelme, dilde İslâmî bazı kelimelere, sadeleşme terâneleriyle düşmanlık
haline geliverdi. Medeniyetteki, dini anlama ve dini hayata hâkim kılma, dini
yaşamadaki değişmeler, dilde de kendini gösteriverdi. Dildeki Arapça ve Farsça
kelimeler atılınca, halkın dini anlaması da güçleşecekti. Avrupa’dan bazı
kelime ve kavramlar girince batılılaşma daha kolay halka kabul ettirilecekti.
Onun için dil devrimi yapılmış, sonra bunu harf inkılâbı takip ederek, halkın
dinle, Kur’an’la zaten gevşemiş bulunan bağları iyice kopacak hale getirilmiştir.
Yüz sene önce Türkçe konuşan, okuyan ve yazan bir insanın meselâ Fâtiha
sûresinde, anlamadığı kelime hemen hemen yoktu. Bugünkü dilde ise, bırakın
Fâtiha’daki kelimeleri anlamak, Fâtiha kelimesini bile, ibâdet kelimesini bile
anlamakta güçlük çeker hale getirildi günümüz insanı.
Dil, kültürden ve inançlardan koparılamaz. Osmanlıca, yani eski Türkçe, İslâm
kültürünün ortaya çıkardığı bir dil idi. Osmanlıcanın İslâm medeniyetinden
etkilendiği inkâr edilemez bir gerçek olmasına rağmen, Osmanlı devletinde halk
ile aydınlar arasında bağlar, köprüler sağlam değildi. Halkın konuştuğu ve eğer
biliyorsa yazdığı dilden çok farklı konuşuyor ve yazıyordu o günkü medrese
mezunları, yani aydınlar. Yazı dili ile konuşulan dil arasında; Divan edebiyatı
ile Halk edebiyatı arasında; Medreseli aydın ile halk arasında büyük uçurumlar
vardı. Ama bu vâkıa ıslah edilmesi, toplumun ve İslâm’ın istikametinde
uzlaşmaya, uçurumların giderilmesine ve halkın kültürünün artırılmasına
gidilmesi gerektiği yerde tam tersi oldu. İslâm aleyhtarlarının, batı hayranlarının
kasıtlı tavırlarıyla Kur’an kültüründen halkın olduğu gibi, tüm aydınların da
bağlarını kökünde koparmak, eski İslâmî kültür ve eserleri yok etmek için, yeni
rejim, dilde ve yazıda da devrim yaptı; dinde yaptığı gibi, medeniyette yaptığı
gibi. Netice mi? Mâlûm. Dilde yapılanlar için mâzeret belliydi: Türkçeyi yabancı
dillerin (Arapça ve Farsça) egemenliğinden kurtarmak, halkın konuştuğu dille
yazı dilinin aynı olmasını sağlamak, dilde sadeleşmeyi gerçekleştirmek. Bu
iddialarında samimi değildi devrimciler. Eğer samimi olsaydılar, başka dillerin
egemenliğinden kurtarıp sadeleştirmek istedikleri dile, Batı dillerinden binlerce
kelime ve deyimleri katmakta bu kadar cömertçe davranmazlardı.
Türkler müslümanlığı kabul ettikten hemen sonra niçin yazıları ve dilleri
değişmişti? Çünkü din değişikliği herşeyin değişmesi demekti; her şey
değişmeye başlamış, dil de, yazı da İslâmlaşmaya başlamıştı. Eski câhilî bağların
- 629 -
kopması için, yazının ve dilin değişmesinin şart olduğunu kabul ediyordu
o günkü âlimler ve yazarlar. Hatta geçici bir süre, müslüman Türk yazarlar,
eserlerini Arapça veya Farsça yazmaya başlamışlardı ki, eski câhilî bağlar
tümüyle koparılsın, eski dinle ve câhilî örflerle yeni dinin sentezi olmasın.
İslâmlaşırken yapılanlar, batılılaşırken de tersine yapılıyordu. Cumhuriyetten
sonra, tabii ki devrimler ve devlet zorlamaları ve yönlendirmeleriyle İslâm’la
bağları koparmak için Kur’an’ı, Kur’an’ın harflerini, Kur’an dili Arapçayı
öğrenmeye veya öğretmeye kalkanların vay haline! 1928’lerden 1970’lere kadar
en sert bir şekilde cezalandırılıyordu Kur’an yazısını ve Kur’an dilini öğreten
ve öğrenenler. Ama, dünyada esen rüzgâra paralel olarak önceleri Fransızca,
sonraları İngilizce bilmeden kültürlü sayılmıyordu insanlar.
Eski dille yazılı, İslâm alfabesi ile te’lif edilmiş kitaplar, toptan imhâ
edilmiş oldu. Bu, altmış yaşına gelmiş, çok okumuş, kültürlü bir insanın, kendi
isteğiyle beyninde/aklında bulunan tüm birikim, ilim ve tecrübeleri imha
ettirip sildirmesi, bir yaşındaki çocuğun başladığı yerden yeniden konuşmayı
öğrenme çabası, yeniden eşyayı değerlendirmeye çabalamasını tercih etmek
gibi bir şeydi. Aslında bin dört yüz yıllık; Türk diliyle hiç değilse altı yüz yıllık
bir mirası reddetmek, yukarıdaki örneğe benzemektedir. Milleti, bazı câhilî
öğretiler, “din, dil, tarih, vatan, kültür birliğinden oluşan halk” diye tanımlar.
Bu tarife göre Türkiye toprakları üzerinde din birliğinden, dil birliğinden ve
sayılan diğer birliklerden söz etmek, kargaları bile güldüreceğine göre, nerede
millet? Kürtlerin Anadolu toprakları üzerinde Kürtçe konuşmalarına müsaade
etmeyen zihniyet, güya Türkçeyi tek konuşulan dil haline getirmek istiyor. Peki
sormazlar mı “hangi Türkçe?” diye.
Uzun dilin başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini
çıkarıp yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesada,
yalana yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ arkadaşlarının yerini
haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim güçlerin yüzüne tüküren
adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.
Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun,
halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır,
zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar
verebilir, ifsada yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını
bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır.
Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan
bir insan, her zaman kendini dinletir. Söylenecek bir sözümüzün bulunması
gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak.
- 630 -
67. HUTBE
TEBLIĞ
Âyet :
وَاذِْ قَالتَْ امَُّةٌ مِنْهُمْ لمَِ تَعِظُونَ قَوْمًاۨ اللهُّٰ مُهْلكُِهُمْ اوَْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًاۜ قَالوُا مَعْذِرَةً
اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde
azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler.
Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı
yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” 1488
يَآ ايَهَُّا الرَّسُولُ بَلغِّْ مَٓا انُزِْلَ الِيَْكَ مِنْ رَبكَِّۜ وَانِْ لمَْ تفَْعَلْ فمََا بَلغَّْتَ رسَِالتََهُۜ وَاللهُّٰ يَعْصِمُكَ مِنَ
النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَ ا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
“Ey Rasûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan,
O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe
yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” 1489
Tebliğ: Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete
erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere duyurma, bildiri, beyanname,
mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına çalışma. “Be-le-ğa” fiilinden
“tef’îl” bâbında masdardır. Çoğulu “teblîğât”tır. Tebliğ, Kur’an’da “belâğ”
kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ masdar, belâğ ise isim olarak
on küsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde ettiği İlâhî mesajın sahibi
Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.), muhâtabı ise, insandır.
Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu
gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir:
“Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan,
O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”1490
Bu görev yalnız Hz. Muhammed’e (s.a.s.) verilmemiş, diğer peygamberlere de
verilmiştir. 1491
1488] 7/A’râf, 164
1489] 5/Mâide, 67
1490] 5/Mâide, 67
1491] 7/A ‘râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23
- 631 -
Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi
bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu
Allah’a bırakmışlardır: “Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır.” 1492
Allah’tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli
olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara katlanmışlar ve en güzel sabır
örneğini göstermişlerdir. “(Önce) en yakın akrabanı uyar.”1493 âyeti nâzil olunca,
Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına
yaptı. Daha sonra Safa tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O’nun etrafında
toplandı. Onlara, “Şu dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?”
diye sorunca, halk, “Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık” cevabını
verdi. “Öyle ise size şiddetli bir azâbı haber veriyorum” deyince, amcası Ebû Leheb
hakaret ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet
sûresi nâzil oldu.1494
Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla
karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında
tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde
sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle
Allah’ın yoluna dâvet etmek Allah’ın, Kur’an’a kulak veren her mümine İlâhî bir
emridir:
“(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle
çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” 1495
Bu âyette söz konusu olan “hikmet” ve “güzel öğüt”, tebliğ ile ilgilenen insanlar
için çok önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması,
bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve
şartlarını gözönünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde
iletilmesini gerektirir. “Güzel öğüt” ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî
ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya
çalışmasıdır. Bu âyette geçen “Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ
vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci,
tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla
ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna
etmeye çalışmalıdır.1496
1492] 5/Mâide, 99; Bu konu ile ilgili olarak bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra’d, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr,
54; 29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12
1493] 26/Şuarâ, 214
1494] Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251
1495] 16/Nahl, 125
1496] el-Kurtubî, el-Câmiu l’i-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1967, X, 200; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XX,
- 632 -
Kur’an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması açısından büyük önem taşıyan
tebliği “büyük cihad (cihad-ı ekber)” olarak tanımlar:
“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur’an ile) onlara karşı büyük cihâd et.”1497
Bu âyetteki “büyük cihâd”, İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava
için bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allah’ın adını Yüceltmek için
tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ suretiyle cihadda bulunmak,
düşmana karşı silahla cihatda bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür. 1498
Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında ayırım yapmadan, genç ihtiyar,
kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar. Ölüm döşeğinde olan insana
bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman ettikten sonra vefât ederse, âhireti
kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da en güzel örnek, Hz.
Muhammed’dir (s.a.s.). Ebû Tâlib’in ölüm zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.)
onun yanına geldi. Orada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı.
Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib’e: “Ey amcacığım, ‘Lâ-İlâhe İllallah’ de,
bununla Allah katında sana şehâdet edeyim” buyurdu. Ebû Cehil: “Yâ Ebâ
Tâlib, Abdülmuttalib’in dininden vaz mı geçeceksin?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.)
amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû Tâlib, ona son söz olarak
Abdülmuttalib’in dini üzerinde olduğunu söyledi ve ‘Lâ İlâhe İllallah’ demekten
çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): “Allah beni men etmediği müddetçe,
senin için duâ edeceğim” dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:
“Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a)
şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de iman edenlerin
yapacağı bir iş değildir.”1499 Ebû Tâlib hakkında da: “(Ey Muhammed), Sen,
sevdiğini hidâyete erdiremezsin/doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini
doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir.”1500 âyeti nâzil oldu. 1501
Ayrıca Kur’an, Allah’ın en büyük düşmanlarına bile tebliğin götürülmesini
emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden, lânetlemeden ve onlara
öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi gerektiğini vurgular:
“(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun’a gidin, çünkü o azmıştır. Ona yumuşak ve tatlı
bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah’tan korkar.”1502
138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167
1497] 25/Furkan, 52
1498] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, Mısır 1955, II,
73; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XXIV, 100
1499] 9/Tevbe, 113
1500] 28/Kasas, 56
1501] Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222
1502] 20/Tâhâ, 43, 44
- 633 -
Yüce Allah, Firavun’un imân etmeyeceğini elbette biliyordu. Ama yine
ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli hikmetler vardır. İnanan
insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve kendisine tebliğin ulaşmadığı
hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum, tebliğcileri de mes’uliyetten
kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz. Mûsâ ve ona bağlı olanların
tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı insanlardan söz ederken,
şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba
uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe
devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden,
bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” 1503
Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına delil olur ve kendisine
tebliğ yapılanın “ben bunu bilmiyordum” şeklinde mazerette bulunmasını
engeller.1504 Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur:
“Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi
farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz
değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını
arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve
kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç
söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün
bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde
tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle
terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan
fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün
olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir. 1505
Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm’ın temel prensiplerini tebliğ
ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: “Tebliğ vazifemi yaptım mı?” diye sormuş.
Onlardan olumlu cevap alınca, “Allah’ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma
şahid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır. 1506
Peygamber ve O’nun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk’ı tebliğdir.
Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin bu husustaki görevlerini
yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma
dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah’a kul olmanın derin
1503] 7/A’râf, 164
1504] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34
1505] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313
1506] Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi’l-Arab, Mısır 1962, 1, 157
- 634 -
manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Dinde kula
kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda
geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün
insanların vazifesidir. İslâm’da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve
kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya
çalışmak mecburiyetindedir.
Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de üzerinde önemle durduğu “dâvet” ve
“Emr bi’l-Ma’ruf ve Nehy ani’l-Münker” de, tebliğe yakın ve onunla iç içe olan
konulardır.
Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için yapılmayan her şeyin bâtıl ve
faydasız olduğunu haber vermiştir.1507 Buna göre tebliğ de, Allah rızâsı için
yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya manevî menfaat niyeti ile yapılan tebliğin
hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’de, tebliğin herhangi bir
karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu şekilde yapılan tebliği
dinlemenin gerektiğini açıklamıştır. 1508
Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak O’nun rızâsını seçen ve
bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde yerine getiren bir toplum,
mutluluğun sırrına erer. Kur’an, insanlara tebliğ edilmek üzere indirilmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya göğüs gererek, gerektiği gibi
bu vazifeyi yerine getirdi. O’nun ümmetinin de, bu vazifeyi sadece Allah rızâsı
için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. 1509
‘Tebliğ’ kelimesi, bu şekliyle Kur’an’da fiil halinde ve diğer türevleri olarak
sık sık kullanılmaktadır. Birçoğunun reşid olma yaşına ulaşması ‘büluğ’
çağına ulaştı, ‘büluğa’ erdi şeklinde söylenir.1510 Bu yaş güç ve kuvvete ulaşma,
kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber için
kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir. 1511
Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma, varma anlamında,1512 zaman
olarak belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında,1513 yaşlanma, ömrün sonuna
gelme mânâsında,1514 belli bir amaca ulaşma,1515 bir şeyin bir yere, bir duruma
1507] Tirmizî, Hudûd, 24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21
1508] 36/Yâsin, 21
1509] Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 141-143
1510] 12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 34
1511] 46/Ahkaf, 15
1512] 18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25
1513] 2/Bakara/231, 232, 234; 6/En’âm, 124
1514] 19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40; 22/Hacc, 5; 40/Mü’min, 67
1515] 18/Kehf, 61
- 635 -
ulaşması anlamında1516 kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘beliğ’ kelimesi, en
açık en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. 1517
Belâğat, güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna
göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı
demektir. Kur’an, en üstün ‘fasâhat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belâğat
sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mûcizedir.
Tebliğ’ Kur’an’da, Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında
kullanılmaktadır. Bunun masdarı olan ‘belağ’ ise ulaştırma, ulaştırı demektir.
Kur’an’da ‘tebliğ’ kelimesi fiil halinde, ‘belağ’ ise masdar olarak geçmektedir.
Tebliğ edilmesi gereken şey Allah’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah’tır.
Bütün nebiler bu faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi
çevrelerindeki insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin
muhatabı, tebliğ ulaştırılması gerekenler insanlardır.
Tebliğ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar,
Allah’tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en
güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar. Kur’an şöyle diyor: “Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun
elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz
Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” 1518
Peygamberlerin Tebliğ Göre vi
Aynı görev diğer peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine
diyor ki: “Size Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt
veriyorum ve sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum.”1519 Aynı ifadeyi Hz. Hûd
(a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi.1520 Bütün peygamberler bu
görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir. 1521
‘Tebliğ’ ile görevli bütün nebiler, kendileri en güzel örnek olmak üzere,
her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve zulümlerine; insanların yüz
çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine, eziyetin ve baskının her çeşidini
denemelerine rağmen; bu görevlerine devam ettiler. Onlar, tebliğ faaliyetlerinde
yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine karşı çıkanların tehdit ve baskılarına
1516] 33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26
1517] 4/Nisâ, 63
1518] 5/Mâide, 67
1519] 7/A’râf, 62
1520] 7/A’raf,/68, 79, 93
1521] 33/Ahzâb, 39
- 636 -
aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük zorba kişi ve sistemlerine karşı
çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve uygun metodu kullanarak,
Allah’tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya çalıştılar. Yorgunluklara,
sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu uğurda canlarını bile
verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara ‘hidayet’ yolunu gösterdiler. Onları
şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya çalıştılar.
Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi
yalnızca vahyi, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini
ve etkilisini, davranışın en mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek,
insanlara Allah’ın mesajını ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan
ötesi onların sorumluluk alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri
şeylere insanları zorla inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar
insanlar üzerinde bir bekçi veya bir vekil değillerdi.1522 Şu âyet bunu daha net
bir şekilde ifade etmektedir: “Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt
verici, hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz
çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.”1523
Peygamberlerin bütün gayretlerine, hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıpkorkutmalarına
rağmen, insanlar yine de yüz çevirip iman etmezlerse,
peygamberlere düşen apaçık bir belağ’dır (tebliğdir). Kur’an bu gerçeği sık sık
vurgulamaktadır. “…Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat
yüz çevirdilerse, artık sana düşen ‘belağ-duyurup bildirmedir (tebliğdir). Allah
kullarını hakkıyla görendir.”1524
Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara ‘rahmet’ olarak gönderilen
ilâhi vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle insanlara, yumuşaklık, hoşgörü,
fedakârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye
baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya kalkmadılar. Zaten böyle bir şey tebliğ
faaliyetine terstir. Ancak, onların tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler
Allah’ın izniyle o engel olanlarla en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada
inkârcıların baskılarına boyun eğmek yoktur.1525 Şunu da hatırlatmak gerekir
ki, peygamberler yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir.
Belki onlar, kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak
inkârcılar tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa
peygamberler onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü’minlerle
1522] 6/En’âm, 107; 42/Şûrâ, 48
1523] 88/Ğâşiye, 21-24
1524] 3/Âl-i İmrân, 20; Ayrıca bk. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra’d, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12 vd.
1525] 25/Furkan, 52
- 637 -
beraber bir İslâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah’ın gönderdiği
hükümlerle yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.
Tebliğ vahyin mesajını insanlara ulaştırmaktır dedik. Bu görev öncelikli
olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi en uygun bir metodla, amaca
en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli, zâlim ve zorba, hidayete
gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir, Kur’an
bu konuda güzel bir örnek veriyor:
“İkiniz (Mûsâ ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona
yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer korkar.” 1526
Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından
yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden görevini yapmış, tebliğ
edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr
insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece
güzeldir. Hz. Mûsâ’nın ısrarlı tebliğ faaliyetlerini anlamayanlara verilen cevap
bunu açıklamaktadır:
“…Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler.” 1527
Kur’an, tebliğ kelimesinden yaklaşık 25 defa çeşitli şekillerde bahsediyor.
Açıkça “sana indirileni tebliğ et” diyerek bunu farz kılıyor.1528 Ayrıca Kur’an 130
defa inzardan ve uyarıdan bahsediyor. Rasûlün tebliğci, uyarıcı ve müjdeleyici
(mübelliğ, münzir ve beşir) olduğunu zikrediyor.1529 Tebliğ ve inzar deyince
yüzeysel olarak gerçeği, insanlara bir defa duyurmakla tebliğin tamamlandığı
gibi bir anlayış, şimdiye kadar düşüncelerimize hâkim oldu. Ancak Kur’an,
olayı bu kadar yalın olarak ele almıyor. İnatlaşmış inkârcıların ve iman
etmeyecek olanların tekrar uyarılmasına gerek görmezken, Allah’tan korkan
ve Kur’an’a uyan kimselerin uyarılmasını (inzar) istiyor.1530 Uyarılan kimse
Allah’tan korkuyor ve Kur’an’a tabi oluyorsa niçin uyarılacak, bu sorunun
cevabını bulmamız gerekiyor. Hem bu âyet Mekkîdir ve imanla ilgilidir. İşte
buradaki “Korkan ve tabi olan” kimsenin uyarılmasından maksat o kimsenin
eğitilmesidir. Dolayısıyla bu tür kimseler için tebliğ ve uyarı bitmemiştir, devam
etmektedir. Diğer bir deyişle tebliğ, anlık bir olay değil, düzenli bir süreçtir ve
eğitimcinin yaptığını yapmaktadır. Bu sebeple kendisinin
davetçi olduğunu
hissedenler aynı zamanda iyi birer eğitimci olmak zorundadırlar.
1526] 20/Tâhâ, 43-44
1527] 7/A’râf, 164
1528] 5/Mâide, 67
1529] 26/Şuarâ, 115, 13/Ra’d, 7; 14/İbrâhim, 52; 24/Nûr, 52
1530] 36/Yâsin, 6-11

11. BÖLÜM
İHMAL ETTİĞİMİZ
DÜNYA CENNETİMİZ: EVLERİMİZ
- 640 -
68. HUTBE
GERÇEK EĞITIM YUVASI EV, ESAS ÖĞRETMEN DE ANNE
VE BABADIR
Âyet :
وَاوَْحَيْنَٓا الِىٰ مُوسٰى وَاخَ۪يهِ انَْ تَبَوَّا لقَِوْمِكُمَا بمِِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلوُا بُيُوتَكُمْ قبِْلَةً وَاقَ۪يمُوا الصَّلوٰةَۜ
وبَشَرِّ المْؤُمْنِي۪نَ
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi
yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın.
(Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.” 1531
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde,
evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm
fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı
olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit
ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve
kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul
olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan
bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını
kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da
görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı,
irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur,
misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden
câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere
sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli
cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız
ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ
etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın
evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
1531] 10/Yûnus, 87
- 641 -
Hakkıyla edâ edilen namaz, insanı her türlü hayâsızlıktan ve kötülüklerin
tüm çeşitlerinden alıkoyar.1532 Bu namaz okulu, mal ve parayla imtihanı
kazanacak yeteneği kazandırdığı gibi, öğrencisine atalarının taptıkları putları
terk etmesini de öğretir. 1533
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî
cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi
kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü;
o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: “Sahipsiz nesillerin
çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!” Evlerimizi
ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak
gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır
bu. Namazı kılınıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikame edip onunla
kurtulmak, evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce,
ruhları doyurup huzura kavuşmanın yoludur bu.
“Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.”1534
Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için samimiyet testidir
bu. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip
öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır,
cephelerimizdir, kalelerimizdir.
Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale
uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide
ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye,
otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi
o kadar farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok
mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim
içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle
kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.
Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak
ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın
gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel
ödemeden Allah’ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye
almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun
göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek
sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden,
çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.
1532] 29/Ankebût, 45
1533] 11/Hûd, 87
1534] 13/Ra’d, 11
- 642 -
Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi,
saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur
evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden
büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine
ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için
onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne
sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin
yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz.
Ailelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum
ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu
İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük
örneği ve aşaması aile hayatıdır. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek;
liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı,
cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla
erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın,
ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan
öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı
gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok,
ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.
Çocuk bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini,
bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ
ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün
güzel amellerinden pay alırlar, sevabına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir
hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam
eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.
Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete
Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri
takdirde, çocuklarının işleyeceği günahlardan onlar sorumlu tutulacaktır.
Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye
atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden veya onların
bezlerine ayırdıkları masrafı, temizliklerine gösterdikleri önemi dinlerine
göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilirler.
“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden
koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”1535; “Doğrusu, mallarınız ve
evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.”1536
1535] 66/Tahrîm, 6
1536] 64/Teğâbün, 15
- 643 -
Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da
örneğimiz Allah Rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi
meşhurdur:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden)
sorumlusunuz.” 1537
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde
kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş
tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki
yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde
birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu
önem taşır. Çocuğun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip,
anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu ailenin
çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve
ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret
azâbının dâvetçileridir.
Anne-babanın fiilen öğretmenliği, çocukları doğar doğmaz başlamaktadır.
Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan
okunacak ve kamet getirilecektir. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu
sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne
anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun
değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur
altına yerleşir” diyor bilim.
İşte ana-baba, bir günlük çocuğunun kulağına ezan okuyor. “Allahu Ekber
= En büyük Allah’tır” diyor. Çocuk büyüyünce yöneticilerin “en büyük benim”
sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne şarkıcı veya artistler,
ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün
idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye, ezan okuyarak tevhid eğitimi veriyor.
Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenâze namazında yine Allahu Ekber’le
vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük
olanın Allah olduğu bilinci yer etsin isteyeceklerdir.
“Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra anne ve babası
onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar.”1538
Fıtrat, Allah’ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek
bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. “İslâm”, yahut en azından “İslâm’a
1537] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
1538] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264
- 644 -
yatkınlık” anlamı taşır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı,
olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki “...sonra
ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar” ifadesi, çocuklardaki temiz yaratılışın
ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli
olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifade,
çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı
bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızalı bir hayatın sebebi olarak sadece
anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında ana-babanın
oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren
okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.
Hadiste “ebeveyni müslüman yapar” denilmiyor. Çünkü çocuk zâten
müslüman (fıtrat üzere dünyaya gelmiş). Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki
bütün çocukları müslüman kabul eder. Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız,
o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve
giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği
İslâm’ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından
çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir.
Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu
eğitimi en köklü şekilde ancak ailede kazanılabilir.
Tek rabbim Allah’tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye
edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman,
bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır.
Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan1539 insanın temel görevi, Allah’ı
tek rab kabul edip O’na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb’ın terbiyesi ile
yetiştirmektir. Tevhid, Allah’ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna
göre, eğitim konusunda da ilahî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların
tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun)
eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka;
hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır.
Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir.
Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz’î doğrular barındırmayan bâtılın
zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.
Her doğan Allah’ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü,
fıtratı ya İslam üzere devam ettirir yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından
saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale
1539] 66/Tahrim, 6
- 645 -
eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. İnsanlığın şirk ve isyan
bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en
güzel olana uyulması, İlâhî prensip ve İslamî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî
eğitim şarttır.
“Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun.”1540 Dünyadaki her
yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını
konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez
ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi -kendi eliyle direkt olarak veya
medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan, ateist, ataist
veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah’a inanmak ve O’na kulluk etmekle
fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler
aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini
ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah’a karşı
gelmek demektir.
Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu
olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: “O gün
yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik,
Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbımız!
Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza
ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola)
götürdüler. Ey Rabbımız! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları
büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).” 1541
Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık
taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul
edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan
veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına
sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları
arasında zikredilir.1542 Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç
duyduğu bütün insanî ve ahlakî faziletleri, sosyal kural ve davranışları,
hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh
ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi
olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri
gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir
1540] Abdürrezzak, Musannef IV/ 334
1541] 33/Ahzâb, 66-68
1542] Bkz. İbn Mâce, Edeb 3
- 646 -
terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “en
güzel miras” olarak nitelendirilmiştir. 1543
Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve
anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir.
İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya
baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir.
Çocuğu, sağlıklı, ahlaklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok
erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur.
Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini azçok
ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır.
Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in
“Çocuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.”
şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir.1544 Allah inancı, küçük çocuklara
onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını
geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle
birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer
yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek,
kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında
hissetmesini sağlamak gerekir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da
geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda
devamlı olması Kur’an-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir.1545 Peygamber
Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını,
on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden
hadisleri1546 bu konuda başta anne-babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere
ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi
kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi,
onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda
unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve iknâ gibi pedagojik
metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem
anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı
doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde
onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.
1543] Tirmizi, Birr 33
1544] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158
1545] 20/Tâhâ, 132
1546] Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182
- 647 -
İslâm’ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve
meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini
büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha
fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu
da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca
yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu
davranışlarıyla ispatlamalıdır.
Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim
verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde
ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah
korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini
gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar,
programlar yapmalıdır.
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller
anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsâade etmez,
gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl
davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını
yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla
kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu
yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven anababa,
çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yummaz.
Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığını. Sahip çıkar
İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden önce gelir onları müslümanca
yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verir;
her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin
yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu
Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı
bulunduğunu... öğretir ve sevdirir ona. Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar
yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap, dergi,
CD diye sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap
var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir,
tatbik etmeye çalışır.
Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir
şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne
ve babalara düşmektedir. Çünkü, çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar
onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını
bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca
- 648 -
hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak
önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde
küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini
mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını
mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sadece kız çocuklarını
öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere
göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara,
okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor
çocuklarını.
Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki
vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama sevincidir,
umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister, fedâkârlık
ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi emânet
edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek,
kendi görevinde onlardan yardım beklemek, asli görevi bir süre için vekillere
devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini
tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin,
yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek
zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken
başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım.”
Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak
görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plandadır.
Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları
doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi
istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın?
Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil;
sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.
Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa ve kalbini ihmali,
kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini
mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak
zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan
arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel
gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması
gibi, abur cuburların okunması da insanı hasta eder. Bazı ana-babalar,
çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli
görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını,
güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır.
- 649 -
Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını
umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız
hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl
okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının
eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz,
imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır.
Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu
değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi
düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.
Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede, hangi okulda
yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin
biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları
olduğunu görüyoruz.
Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli
terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak,
dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine
getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir.
Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın
gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz.
Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim,
çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve
naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu
da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını,
insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel
düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece
çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren
ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara
düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır.
Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve
evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra
sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya
da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Kadının en saygın, en mübârek konumu, anneliktir. Dinimiz ve fıtratımız
anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı
konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha
faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa,
- 650 -
anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya
getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle
annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde “bir” iken; annenin
hakkı “üç”tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir.
Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar
annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk
kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da
annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense,
ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar
kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne
ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.
İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma
dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar
ve hantal yapılanmalar yerine, ciddi, özgür ve özgün alternatifler oluşturmak
gerekmektedir.
Neler Yap ılabilir ?
“Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık
yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven ana, onun
cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini ispat etmelidir. Çocuğunu
cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu
eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya
çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla
yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden
etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları
ortaya çıkacaktır.
Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya
kadar götürmek doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel
olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak
da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme
ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.
Müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap
okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre,
öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri,
beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî
- 651 -
eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin
eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir
müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur’an
öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur’an’dan nefret ettirmek yerine; dinini
öncelikle sevsin, Allah, Kur’an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve
köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye
ve nezâket de ihmal edilmemelidir.
Âile eğitiminde anne-babanın, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı
metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme,
güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma,
olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma,
çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve
yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi
tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme. Bütün bunların
yanında, küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak
davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi, her çeşit kötü alışkanlıklardan ve
tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve
faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Oyun ve oyuncak konusunun önemi
eğitim açısından faydaları gözden uzak tutulmamalı, sevgi ve paylaşma zevki
verilmelidir. Helâl-haram ayrımını aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde
temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın
her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmeli,
medyanın zararlarından ve bilgi kirliliğinden korunabilmelidir. Bir yandan
cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık
avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan
sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve
görev şuuru aşılanmalıdır.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn,
yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından Cumartesi ve Pazar günleri,
hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir.
Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin
edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir.
Bir mahallede 5-10 velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için
alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi olmadıklarındandır,
diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin
üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar
birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten
- 652 -
Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak
devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak
beklenmemelidir.
Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup
olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür
ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam,
okul, TV., sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana-baba tarafından
gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle
edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken
öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler,
mermer üzerine yazılan yazı gibidir.
Çocuklara, her şeyden önce Allah’ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî
sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek
şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:
a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,
b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,
c- Kur’an bilgisi; Kur’an’ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi
için gerekli bilgiler,
d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan
bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli yahut kendi aslî görevi olan
çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin
kimselere bu ilimleri verdirmelidir.
Haydi, evlerimizi mescid; yani ma’bed, kurs, mektep ve okul yapmaya!
- 653 -
69. HUTBE
AILENIN TEMEL DIREĞI HAYÂ
Âyet :
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir mertebesinde
bulunmaktasın”1547
Hadi s:
“İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer
hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”1548
“Hayâ, imandandır, imandan bir şûbedir.” 1549
İman -Ahlâk Münâ sebeti ; Lâ İlâhe İllâllah Ahlâk ı
Ahlâk, iman ve takvâ ile iç içedir. İman ağacı, gönül toprağına dikilmişse
mutlaka “iyi ahlâk” adlı meyve verir. İmanla ahlâk arasındaki kopmaz bağ
konusunda çok sayıda hadis rivâyeti vardır.
“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel
olanlarıdır.” 1550
“Sizden biriniz, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe
(tam) iman etmiş olmaz.” 1551
“Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu kimsedir.”1552
Rasûlullah’a (s.a.s.) soruldu: “Mü’minlerden hangisi efdal (en faziletli)dir?”
“Ahlâkça en güzelleridir!” cevabını verdi. Tekrar soruldu: “Pekiyi, mü’minlerden
hangisi en akıllıdır? “Ölümü en çok zikreden ve kendilerine gelmezden önce onun
için en iyi hazırlığı yapanlardır. İşte akıllılar bunlardır.” 1553
“Sizin en hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır.” 1554
1547] 68/Kalem, 4
1548] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6
1549] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59
1550] Buhârî, Edeb 39; Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Nikâh 50
1551] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72
1552] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 14
1553] İbn Mâce, Zühd 31, h.no: 4259
1554] Buhârî, Menâkib 23; Müslim, Fezâil 68; Tirmizî; Birr 47
- 654 -
“Kıyâmet gününde mü’minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey
bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez.” 1555
“Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey
yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler
derecesine yükselir.”1556
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” 1557
“Hayâ imandandır.” 1558
İslâm Ahlâk ının İman ve İbâdetle İlgi si
İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî buyrukları kesin çizgilerle
birbirinden ayırmak mümkün
değildir. Sahaları birbirinden ayrı gibi görünen bu
esaslar, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde birbiriyle
kaynaşmış durumdadır. Zira
İslâm dininin hedefi, bütün insanlığın ahlâkını en mükemmele ulaştırmaktır.
Hz. Peygamber’in ahlâkını soranlara Hz. Âişe’nin: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.)
ahlâkı Kur’ân’dan ibaretti.”
1559 demesi; peygamber olarak gönderilmesinin
sebebini Rasûlullah Efendimizin, ahlâkı tamamlayıp bütünlemeye bağlaması1560
ve Allah Taâlâ’nın Hz. Muhammed’i
(s.a.s.) “Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin
yüce bir mertebesinde
bulunmaktasın”1561 diye övmesi, İslâm dininin en önemli
gayesinin beşeriyete mükemmel bir ahlâk disiplini kazandırmak olduğunu
açıklığa kavuşturmaktadır.
Müslüman, dininin buyruklarını benliğine öylesine
mal edecek ki, bütün
davranışları en güzel ahlâk
prensipleri hâlinde ortaya çıkacaktır. Aslında
iman ve ibâdet esaslarının tamamı, müslümanı bu olgunluğa
eriştirmek için
emredilmiştir. Bu seviyeye çıkan insanın kalbinde bütün mahlûkat için iyi ve
güzel duygular boy atacak, asil şahsiyetine yakışmayan her türlü kötülükten
uzaklaşacaktır. Tıpkı midenin sindirdiği yiyeceklerin sonunda kuvvet ve enerji
şeklinde
kendini göstermesi gibi, kalbin derinliklerine inen iman da kendini bize
güzel huy şeklinde gösterecektir.
İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber’in hadislerinde billûrlaşmış
olarak müşâhede edilir:
“Mü’minlerin iman yönünden
en mükemmel olanı, ahlâkı
1555] Ebû Dâvud, Edeb 8, h. no: 4799; Tirmizî; Birr ve Sıla 61, 62, h. no: 2003, 2004
1556] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî, Birr ve Sıla 62, h. no: 2004
1557] Muvattâ, Husnü’l-Hulk 8; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 135, Hds. 273; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
II/381
1558] Nesâî, İman 16
1559] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 139
1560] Muvatta’, Hüsnü’1-Lulk 1
1561] 68/Kalem, 4
- 655 -
en güzel olanıdır.”1562 Şu hâle göre mükemmel bir ahlâka sahip olmayan
kimsenin
iman itibarıyla kemâle ermesi de söz konusu olamaz. Bir diğer hadiste şöyle
buyurulur: “İman yetmiş nevidir. En üstünü “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka
ilâh yoktur)” demek, en aşağısı,
yol üzerinde insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırmaktır.
Hayâ da imanın bir bölümüdür.” 1563
Yine şu hadis-i şerifler de iman ile ahlâkın ve özellikle hayânın etle kemik
gibi birbirinden ayrılmaz birer özellik olduğunu belirtir: “Her bir dinin kendine
has bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı hayâdır.”1564; “Dört haslet peygamberlerin
(ortak) sünnetlerindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve
evlenmek.”1565; “İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt
şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”1566; “Hayâ, imandandır,
imandan bir şûbedir.” 1567
Hayâyı imandan sayan Allah’ın Rasûlü, imanı en güçlü insan olduğu gibi,
hayâsı da aynı şekilde toplum arasında en büyük olan idi. Ebû Saîdi’l-Hudrî (r.a.)
anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi.
Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık.” 1568
Demek ki hayâ duygusuna sahip olmak sadece ahlâkî bir özellik değildir;
ayrıca imanı tamamlayıp mükemmelleştiren bir duygu ve davranıştır, imanın
yetmiş küsür bölümünden biridir. İmanı ahlâktan ayrı olarak düşünmeyen
önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) yine buyurur ki:
“Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim
ki, hiç bir kul, kendi nefsi için
istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.”1569
İşte bu tür hadisler, dinin temeli olan iman kökleriyle
ahlâk esaslarının
ayrılamayacak şekilde birbirinin
içinde eridiğini ifâde etmekedir.
Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtrîdir. İnanan bir
mü’min de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla
davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri, hevâ ve
sosyal motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevk edebilir.
Böyle durumlarda, kişinin tutum ve tercihini, inancının güçlülüğü
veya zayıflığı
belirleyecektir.
1562] Ebû Dâvüd, Sünnet 16, hadis no: 4682; Tirmizî, Radâ, h. no: 1162
1563] Buhârî, İman 3; Müslim, İman 58; Ebû Dâvud, Sünnet 14; Tirmizî, Birr 80; Nesâî, İman 16; İbn Mâce,
Mukaddime 9
1564] Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 9, (2, 905); İbn Mâce, Zühd 17, h. no: 4181, 4182
1565] Tirmizî, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, V/421
1566] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6
1567] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59
1568] Buhârî, Edeb 77, Menâkıb 23; Müslim, Fedâilu’n-Nebi 67, h.no: 2320
1569] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâme 59
- 656 -
Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalb iyi ise, yani iman kalpte bütünlük
ve olgunluk arzediyorsa, beden kalpteki imana uygun olarak eylemini yapacaktır.
Çünkü fiziksel eylemler,
daima psikolojik eylemleri izlerler. Psikolojik eylem
iyi olursa, fizyolojik eylem iyi olur. “Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa,
bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et
parçası kalptir.”1570 Psikolojik açıdan mü’minin ahlâkî davranışı ve hayâsı onun
kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir.
Aile Ahlâk ı
Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm
terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç
ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir.
Ailede üyeler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma olmalı ve aile fertleri
birbirlerine karşı güzel davranışlar sergilemelidir. Ailede mutlu olmak ve bunu hayat
boyu sürdürebilmek için eşler ve çocuklar çaba sarfetmeli ve gereken fedâkârlıklardan
çekinmemeli, her kişi öncelikle kendi sorumluluklarını yerine getirmelidir. Her
insanın, ailesindeki diğer şahıslara karşı görevlerinin olduğunu unutmaması gerekir.
Ailede tevhidî değerlere önem verilmiyor, Allah’a kulluk üzere haklar ve
sorumluluklar değerlendirilmiyorsa, böyle bir aile kurumu, bireyleri ne dünya
ve ne de âhiret mutluluğuna ulaştırabilir.
Şuurlu Müslüman bir fert, eşinin ve çocuklarının hakkını çiğnemez, ailesiyle
iyi geçinir. Eğer eşlerden biri veya her ikisi görev ve sorumluluklarını yapmazsa
zâlim (zulüm işleyen), adâletsiz (hak edene hakkını vermeyen) kişi olur ve bunun
sonucunda da evlilikte anlaşmazlık, kavga, huzursuzluk olur. Böyle kimseler
öncelikle kendilerine zarar verirler, sorumsuzluklarının dünyevî cezası olarak
kendilerini vicdan azâbı rahatsız eder durur. Bu hak ihlâli sürdüğü müddetçe
tüm aile bireylerinin de psikolojileri bozulur. Ve giderek bu tür ailelerden
oluşan toplum da çöküntüye uğrar.
Evli çiftlerden biri: “Eşim bana karşı sorumluluğunu yerine getirmiyor”
diyor. Ama kendinin de eşine karşı sorumlu olduğunu unutuyor. Eşler kendini
düşündüğü gibi eşini de düşünmelidir. İlk sen sorumluluğunu yap, sen yapınca
eşin de senin hakkını gözetecektir. Sorumluluk duygusu çok önemlidir.
Özgürlüklerimizden ve haklarımızdan önce görevlerimizi düşünüp ona göre
davranmalıyız. Yani, beraber yaşadığımız veya karşımızdaki kişilerin haklarına
kendi haklarımızdan önce yer vermeliyiz.
1570] Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkât 107; İbn Mâce, Fiten 14
- 657 -
Müslüman olduğunu iddia eden bireylerin oluşturduğu topluma bakalım.
Saâdet asrı öncesinin, Kur’an tâbiriyle “ilk câhiliyye”nin1571 her türlü câhilliği,
çirkinlik ve isyanı olanca rezilliğiyle sergileniyor. Bu modern câhiliyye toplumu,
helâk edilen bütün kavimlerin helâk olmalarına sebep olan bütün rezilliklerini
istisnasız işlemekten çekinmiyor. Bunun en önemli sebebi, şirkin bütün
boyutlarından sakınıp tevhidî imanın tüm gereklerini yerine getirmeyiş; Allah
Rasûlü’nün ifadeleriyle hayâ ve güzel ahlâk şeklinde dışa rengini veren iman.
“İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ
etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap!” 1572
Günümüzün beşerî dini olan kapitalizmin ise, insanlığın yozlaşmasındaki
fonksiyonu tartışılmaz. Yozlaşmanın çok basit bir sebebi var. İki cihan
serveri Allah Rasulü (s.a.s.) buyurdu ki: “Hayâ, imandandır.”1573; “Kim ki
utanmıyor, istediğini yapsın!” Kapitalizm, insanların ar ve hayâ duygularını
kaybettirmektedir. Her şeye ekonomik sebeplerle bakmayı öğreten kapitalizm,
erkekleri, kadınları, çocukları utandığı ve sıkıldığı ortamlarda çalışmayı
mâzur göstermektedir. Ekonomik gerekçelerin arkasına sığınan bu insanlar,
yozlaşmanın da kapısını aralamaktadırlar.
Her şeyin aslı, gerçeği gitti; hormonlusu, sahtesi, sanalı geldi. İnsanın da öyle.
Komşuluklar, sohbetler gitti; yerine TV.ler, bilgisayarlar geldi.
Televizyon çıktı, “sizi”, “bizi” düşünenler gitti; yerine dizi dizi “dizi” geldi.
İnternet çıktı, cihat gitti; yerine chat geldi.
Gitmek bilmeyen arsız misafir gibi evlere giren teknolojik araçlar aracılığıyla
özgürlık gitti; kölelik geldi.
İnternetle evdeki yakınlıklar gitti; uzaktakilerle ve uzaklaşılması gerekenlerle
yakınlık geldi.
Rabbe kulluk gitti; kula kulluk, tâğutlara, paraya, karıya, topa, popa kulluk,
hevâya kulluk, emir kulluğu geldi.
Yardımlaşma gitti; bireycilik geldi. Huzur gitti; stres geldi. Saygı gitti, kaygı geldi.
Okumak gitti; bakmak geldi. Televizyon seyrederken “gözlerim kızarıyor”
diyen birisine diğer birisi “Benim de yüzüm kızarıyor” demiş. Bir başkası da çıkıp
“ancak yüzünün kızararak seyredebileceğin çirkinlikleri seyrediyorsun, öyleyse
senin de yakıcı ateşte imanın kızarıyor” demesi gerekiyor. Gözlerin, yüzlerin ve
1571] 33/Ahzâb, 33
1572] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6
1573] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59
- 658 -
imanların kızarmaması, âhirette de her tarafı kızartan kızgın demirlerle insanın
dağlanmaması için bizi Allah’tan uzaklaştıranlardan uzaklaşmalı.
Ve böylece medya ve cahilî eğitim vasıtasıyla, kapitalizm ve tâğutlar tarafından
zihinler ve gönüller işgal edildi.
Sorumlu bir insanın “iman”dan sonra temel görevi, dinini hakkıyla öğrenmek,
öğrendiklerini yaşamak ve onu insanlara öğretip onların da müslümanca
yaşamalarına vesile olmaktır. Bu durum da en azından ve hiç ihmal edilmeden
ailelerde tümüyle yerine getirilebilir. Bu konumundan dolayı hâlâ bazı temel
değerlerin önemsendiği ve ev dışı hayata rağmen ve ona temelden zıt şekilde bir
kısım İslâmî uygulamaların hâlâ geçerliliğini sürdürmesinden dolayı aile ve aile
hayatı büyük çaplı tahribata uğratılmak istenmektedir. Artık gençler evlenmeyi
pek câzip görmemeye başladı. Evlenme yaşı giderek daha uzuyor. Boşanmaların
sayısı her yıl rekor kırıyor. Bununla birlikte, aile hayatı artık dedelerimizden
ve babalarımızdan gördüğümüz şekilde yanlış birçok cehâlet, gelenek ve örfün
hüküm sürdüğü şekilde devam edemez. Bu topraklardaki günümüz yaşama
biçimi ile 30 sene öncesinin özellikleri arasında öyle büyük bir uçurum var ki…
Dünün (doğru-yanlış iç içe geçmiş) cevaplarıyla bugünün sorunlarını çözmek
mümkün değil. Bunca hücuma ve giderek artması engellenemeyen ifsâda
rağmen, aile kurumunun kendini koruması için kesinlikle radikal bir değişim
ve dönüşüm geçirmesi, bilinçli bir değerler sistemine dayanması kaçınılmazdır.
İslâmî şuura, ilme ve örnekliğe/modelliğe dayalı, bugünün küfür ve şirkine
olduğu gibi yarının daha da çirkinleşecek ve şirretleşecek çirkinliklerine karşı
dayanabilecek nesiller yetiştiren birer okul haline gelmelidir evler.
İslâm bireyin özel hayatını yönlendirdiği gibi, aile ve toplum hayatını da
düzene koyar. Bununla birlikte günlük yaşayışının en uzun zamanının içinde
geçtiği aile hayatının her noktasında nasıl yaşanacağını hükme bağlar. Denilebilir
ki, İslâm tam anlamıyla ve her yönüyle bir aile dinidir. Evler Müslümanlar için
kaledir, sığınaktır, moral depolama yeri, çocuklar için karantina mekânlarıdır.
Mü’minin evi, İslâm toplumunun çekirdeğidir. O, evini bu bilince uygun
olarak inşâ eder. İslâmî eğitim ailede başlar ve toplum içinde gelişerek devam
eder. Bizler dinî gıdamızı/besinlerimizi, annemizden süt emer gibi “ailemiz”in
müşfik göğüslerinden emerek alırız. Bu itibarla, çocuklarımıza ikram ettiğimiz
inanç, ahlâk ve hayat anlayışı helâl olmalıdır. Rabbimizin haram kıldığı inanç,
düşünce, ahlâk anlayışı ve yaşam tarzı kesinlikle çocuklarımıza verilmemelidir.
Bunlar bizleri ve çocuklarımızı zehirler ve hayatımızı felç eder.
Aile hayatı, insanların cenneti veya cehennemidir. Aile yuvasını küçük çaplı
cennete benzeten mü’minler, ebedî yurtlarına en güzel şekilde bu cenneti taşımış
- 659 -
olacaklardır. Yeter ki aile bireyleri, Allah ve Rasûlünün kendilerine yüklediği
görevleri ihsan bilinciyle en güzel şekilde yerine getirme gayreti göstersin.
İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i
Ekrem, Hz. Âişe’nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu
yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir
ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü.
Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaz için mescide giderdi.
Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O’nun hayatında herhangi bir açığa,
ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin
O’nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp
uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik
eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini,
ahlâkî faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni
yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları
namaza kaldırır, iyilik yapmaları için onları devamlı teşvik ederdi. “Kişinin,
eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır” der, kendisini ailesinin dünya ve âhiret
saâdetinden sorumlu tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hiçbir eşine hiçbir
şekilde vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem,
“en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır” derdi. Ailesine karşı en
merhametli olan da oydu.
Günümüzde “müslümanım” diyenlerin uygulama yönüyle evleri, Peygamber
evine hiç benzemiyor. Peygamber düşmanı Batılının evlerine daha çok benziyor.
Evler çoğu koca için bir otel ve lokanta görevi üstleniyor. Ev hanımları için de
evler daha çok mutfaktan ibâret. Hanımlar da kendi rollerinin evin hizmetine
bakmak ve yemek hazırlamak gibi uğraşlardan ibaret olduğunu düşünüyor.
Çocuklar içinse ev, internet demek, televizyon demektir, oyun alanıdır, nefse
hoş gelen özelliklerdir. Kapitalizmin, kendisi gibi garibanların teriyle çalışan
çarklarını döndürmek ve yakasını bu çarka kaptırdığı için kendisi de bunun
arasında ezilerek kendinden geçmişçesine yorgun argın akşam eve dönen
aile reisi, en önemli görevinin kendisiyle birlikte çocuklarını ve eşini ateşten
korumak olduğunu1574 düşünmüyor bile.
Evde insan, kendini daha özgür ve daha güvende hissedeceğinden insanın
içyüzü daha net şekilde açığa çıkar. Dağınıklığı, giysilerine gösterdiği özen,
insanî ilişkilerdeki zaafları, tenbellikleri, ihmalkârlıkları, saygı ve sevgi anlayışı
ve her şeyden önce; imkânı varken evine şeariatı hâkim kılıp kılmaması gibi
insanın makyajı, sırları evde dökülür. Ev hayatı, sanallıkları kaldırmaz; insan,
1574] 66/Tahrîm, 6
- 660 -
toplum hayatında takmak zorunluluğu hissettiği yüzündeki maskeyi eve girer
girmez atar. Kendine hizmet eden eşine ve çocuklarına teşekkür eden kaç
aile reisi vardır bu toplumda, hata yaptığında eşinden veya çocuklarından
özür dileyen? Onlardan saygı beklerken kendisinin de onlara saygı duyması
gerektiğini düşünen babaların sayısı ne kadardır acaba? Evini okul ve mescid
haline getiren, koca rolü kadar hoca rolü de oynaması gerektiği idrâkinde olan
ne kadar koca vardır dersiniz? Kocasına ve çocuklarına devamlı merhamet ve
şefkatini gösteren ve evini huzur yuvası ve anaokulu haline getiren anaların
sayısı ne kadardır ve bu tahminî sayı, anaların oranı içinde kaçta kaçtır?
Anne ve babasının her meşrû emrini seve seve yerine getiren ve onların doğru
tavsiyelerine en az gıda ihtiyacı kadar açlık hissiyle yaklaşan, nebevî ihtardaki
gibi burnunun sürtülmemesi için ana babasına hayat boyu bakmaya çalışan
hayırlı evlât sayısı için ne dersiniz?
Evler haramların benimsendiği ve kötü alışkanlıkların edinildiği yerler
olmamalı, tam tersine müslümanca bir hayatın güzelliklerinin sergilendiği
mekânlar haline gelmelidir. Evler, İslâmî çalışma yapan kimselerin mezarları değil,
her gün yeniden dirilecekleri mekânları, yakıtlarını dolduracakları benzinlikleri
olmalıdır. Evler televizyon sayesinde birer sinema salonuna, gazinoya, futbol
stadyumuna benzememelidir. Evler, gücü yetenin gücü yettiği kişiye deşarj olmak
için ağzına geleni söyleyebileceği, elinden geleni yapacağı yerler olmamalı. Evlerimiz,
her çeşit tatlılıkların yaşandığı, devamlı huzurla ruhların tatmin olduğu küçük
cennetlerimiz olmalı. Allah’a isyan edilen veya kavga gürültü içinde birbirlerine
hastalık gibi zor katlanılan yerler olmamalı evler.
Edeb, terbiye, ahlâk ve görgü kuralları uygulamalı şekilde evde öğrenilir.
Aile bireyleri, eve girerken birbirlerine selâm vermelidir. Birbirlerinin hal ve
hatırlarını sormak, varsa problemlerini sonuna kadar dinleyip çözüm getirmek,
evin ortak eşyalarının ve alanlarının kullanımında özen gösterip temizliğe ve
düzene uymak, sevinçli ve özel günlerde paylaşım ve katılım içinde olmak aile
ile ilgili edepler arasında ilk akla gelen şeylerdendir. Evde aile bireylerinden biri
ders çalışıyorsa veya kitap okuyor ya da namaz kılıyorsa diğerleri tarafından
saygı görmek, evde ihtiyar dede ve nine varsa onları hiç rencide etmemek,
diğer akrabalara karşı saygılı ve hoşgörülü olmak, hepsinden önemlisi anne ve
babaya karşı saygısızlık yapmamak ve ihsâna aykırı davranışlarda bulunmamak
gerekmektedir. Anne ve babanın da çocuklarını Allah’ın bir emaneti olarak
değerlendirip onları her türlü şirkten ve küfürden korumanın ilk ve en temel
görevleri olduğunu unutmamak, namaz ve tesettür bilinci vermek, haram ve
helâl konularında ve ahlâkî hususlarda onları güzel bir tarzda yetiştirmeye
- 661 -
çalışmak aile bireylerinin âdâbı arasında saymamız gereken özelliklerdendir.
Aile bireyleri özgürlük sınırlarını bilip onu aşmamalıdır. Birbirlerine karşı
hoşgörülü, kibar ve nâzik olmalıdır.
Çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en
belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha
önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda
görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak
yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye
almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı
ve kendi düşüncelerini az çok ifâde edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî
esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır.
Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini
(anlamıyla birlikte) öğretin.” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir.1575 Allah
inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve
bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına
doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak,
bu suretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini
ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını
vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da
geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de
bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir.1576
Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip
kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe
cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri1577 bu konuda başta anne babalar
olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara
namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan
uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki
müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır
ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır.
Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de
yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı
vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca
eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.
1575] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158
1576] 20/Tâhâ, 132
1577] Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182
- 662 -
Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak
ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici)
anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter
eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi;
müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel
olarak ancak evde kazandırılabilir. Evde “hoca” görevini de üstlenmesi gereken
“koca”, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da
yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde
yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir.
Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak
şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde
kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş
tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki
yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde
birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu
önem taşır.
Evlerde müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı programlı dersler
yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve
seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri,
zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan
ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve
güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten
çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha
önemlidir. Kur’an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur’an’dan nefret
ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur’an ve peygamber sevgisi
alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve
âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.
Âile eğitiminde ebeveynin, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı
metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme,
güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma,
olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma,
çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve
yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi
tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme.
Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve
haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın,
- 663 -
sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve
zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuk eve geldiğinde,
yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan
temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp
mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden,
Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü
alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı,
çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları,
gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği
filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır.
Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan
bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini
gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar,
programlar yapmalıdır.
Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur
verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer
dinden nefret ettirecekse usûl/metot mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve
dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/
sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel
ahlâk kazandırılmalıdır.
Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, çocukları haram lokmadan uzak
şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır.
İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç
verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen
hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu
kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan
veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep
olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup
kafa ve kalplerini gıdasız bırakmaları, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama
şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli
besleyerek doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların
da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi
sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin
doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta
eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı,
oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet
bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere
- 664 -
kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için,
çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir
düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların,
canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş
oluyor.
İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber
sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri,
ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya
çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını,
namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad
sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp
vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da
Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev
şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ
bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı
ve bu konuda çok titiz olunmalı.
Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup
olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür
ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam,
okul, TV, sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana baba tarafından gözden
geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli,
yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir.
Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette
çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır.
Demek ki, “çocuğumun eğitimi konusunda ben fazla bir şey yapamam, gücüm
ve imkânım yok!” diyemez anne ve baba. Çok şeyler yapabilir ve yapmalıdır.
Bütün bunlar için ailelerde Allah sevgisine ve korkusuna dayalı hayâ
bilinci olmalı, O’nun râzı olmayacağı her çeşit inanç, niyet, söz ve davranıştan
uzaklaşarak önce Allah’a karşı hayâ sahibi olduğumuzu göstermeliyiz. Sonra
aile bireyleri olarak birbirimize karşı takınacağımız sorumluluk bilinci, yanlış
şeyler yaparken birbirimizden utanmayı da sağlayacaktır. Unutmayalım
ki, hayâ perdesiyle süslenmemiş bir ev, ev olmaktan çıkmış bir hapishane ve
mezarlığa dönmüştür.
- 665 -
70. HUTBE
EVDEKI HAYATI, MÜSLÜMANIN NE KADAR MÜSLÜMAN
OLDUĞUNUN GÖSTERGESIDIR
Âyet :
اِنَّ اللّٰهَ لَ ا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ
“Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”1578
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قُٓوا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْل۪يكُمْ نَاراً وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ
“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden
koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”1579
اِنَّمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَ ادُكُمْ فِتْنَةٌۜ وَاللّٰهُ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ
“Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.”1580
Hadi s:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden)
sorumlusunuz.”1581
Evlerimizi ihmal etmenin cezasını çekiyoruz. İşe evlerden başlamak
gerekiyor. Evleri otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden
önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yolu, evleri mescid ve mektebe
dönüştürmekten geçiyor.
Yapılması gereken en önemli iş; okunmak, anlaşılmak ve kendisine uyulmak
için gönderilmiş olan Kuran’a yönelmektir. Müslümanlar,
işleri ne kadar yoğun
ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kuran’dan ve Kuran eğitiminden uzak
kalamazlar; Kuran’ı hayatlarının dışına itemezler. Çocuklarının Kitapsız/
Kur’an’sız yetiştirilmek istenmesine seyirci kalamazlar. Mekke’de Rasûlullah’ın
temel kurumu, evler idi. Evlerimiz Dâru’l-Erkam, Dâru’l-İslâm olmalı, eğitim,
öğretim ve örneklik kurumu haline gelmeli. Evimizde sinema havası değil,
mescid havası esmeli. Evlerimiz, öncelikle kendimiz ve çocuklarımız için
1578] 13/Ra’d, 11
1579] 66/Tahrîm, 6
1580] 64/Teğâbün, 15
1581] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
- 666 -
Kur’an Kursu, İslâm Okulu olmalıdır. Evine İslâm’ı hâkim kılamayan, sokağına,
işine, toplumuna İslâm’ı hiç hâkim kılamaz. Evinde bu değişikliği yapamayan,
bulunduğu semti ve yaşadığı ülkeyi hiç değiştiremez. “Bir toplum, kendini
değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”1582 Bu sünnetullahın
nebevî ifadesi de şöyle: Kemâ tekûnû yuvella aleyküm / Nasılsanız, öyle
yönetilirsiniz.” (Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olur.)” 1583 Rabbimiz, bu
hakikati şöyle dile getirir: “Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer
kısmına yönetici yaparız.”1584
Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için evlerini
Kur’an okulu haline getirme gayreti, bir samimiyet testidir. Evlerden iyi alternatif
mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz
ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır,
kalelerimizdir, cephelerimizdir. Evlerimizi, sadece kendi eş ve çocuklarımızın
okulu haline getirmek bile dâvâ adamı için yeterli değildir. Evlerimizi cemaat
çalışmalarına açmak zorundayız. Evlerimizi dâvet için bir üs, karantina ve güç
depolama yerleri haline getirmeliyiz. Bunun yanında, sadece evlerle yetinmeyip
temel kaynağımız Kur’an mesajına uygun cemaat evleri şeklinde kurumlar
oluşturabilmenin, mevcutları bu yolda değerlendirmenin yolları mutlaka
aranmalı ve bulunmalıdır.
Batılıların, kendi savundukları ilkeleri, İslâm ve Müslümanlar sözkonusu
olduğunda; helvadan putlarını yiyen Eski Mekke’deki inançdaşları gibi çifte
standartlı, yani münâfıkça bir tavır takındıkları gören gözlere yabancı değildir.
Bu tavır, sadece Batı için değil; onu referans alan bütün İslâm dışı düzenler için
de geçerlidir. Bu topraklarda hâkim olan Kemalist düzen de, her zaman açık
bir şekilde putçu değildir; bazen câhil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde
münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon
oyunları, ılımlı İslâm(!) anlayışını yayma gayretleri ve düzene, Kemalizme
uygun muharref bir din oluşturma çabaları, düzenin nifakla/çifte standartla
ilişkisini gösterir. Kazın geleceği yerden tavuğun esirgenmemesi anlayışıyla
müslümanlara verilen tâvizler, münâfık düzenlerin sırıtan maskeleridir. Her
biri başarılı birer aktör olan politikacı münâfıkların, bazı cemaatleri bile
cezbeden bu İslâmcılık oyunu, câhil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar,
1582] 13/Ra’d, 11
1583] Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, c: 2, s. 126-127, hadis no: 1997; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c: 5, s. 47, hadis no: 6407;
Albâni, Silsiletü Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, c: 1, 320, s. 491. Şevkâni Fevâidu’l-Mecmûa adlı eserinde bu rivayetin
senedinde hadis uyduran biri olduğunu ve ayrıca senette kopukluk olduğunu belirterek rivayetin zayıflığına
işaret etmiştir. (Şevkani, Fevâidu’l-Mecmûa, s. 210, hadis no: 624). Son dönem hadis âlimlerinden Nâsıruddîn
el-Albâni de bu hadisin senet açısından “zayıf” olduğunu belirtir.
1584] 6/En’âm, 129
- 667 -
diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları
baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan
çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.
Düzenin ve câhiliye toplumunun genel geçer kabul ettiği bukalemun
taklitçiliği kendi insanını yetiştirmekle kalmıyor, bizim mahallenin insanlarını
da etkiliyor. İslâm dışı, daha da kötüsü İslâm düşmanı münâfık düzen
insanımızı da yozlaştırıyor, kimliksizleştiriyor ya da çok kimlikli hale getiriyor.
İnsanımız cemaat içinde başka, iş yerinde başka kimlikler kullanıyor. Her farklı
şahsa ve ortama uygun maskeler taşıyor. Duruma göre en uygun olacağını
düşündüğü bu maskelerden birini yüzüne geçiriyor. İnsanımızı ikiyüzlü olmak
bile kesmiyor, iki yüz yüzlü olmanın yolunu buluyor. Kişisel gelişim denilen
ne idüğü belirsiz sözümona başarı taktikleri bu anlayışı yaygınlaştırıyor. Bu
çağ, kimsenin kimseye güvenemeyeceği bir ortam oluşturuyor. Artık bizim
insanımız bile kimseden borç alamadığı gibi, kimseye borç da veremiyor.
Mü’min “güvenen ve güvenilen” anlamına geldiği halde, çağdaş Müslümanın
ne kendine güveniliyor, ne de o başka bir müslümana güvenebiliyor.
İşte bu yozlaşma, evlerde daha net bir şekilde kendini gösteriyor. Mangalda
kül bırakmayan nice dâva adamı, evinde dâva adına bir şey ortaya koyamıyor.
Nice cemaat çalışmalarına katılan dâvâ adamının evine baktığınızda yanlış bir
eve geldiğinizi sanırsınız. “Peygamberimiz bir gün evinize gelse!..” diye başlayan
ve hepimizin nefis muhâsebesi yaparak kendimizi, evimizi sorgulamamız
gerektiğini hatırlatan hayalî kıssa, hangimiz için geçerli değildir? Ashâbdan
biri, sözgelimi zaman tünelinden geçerek dâva adamı gözüken nice insanın
evine gelmiş olsa, bir mü’minin evine geldiğini kesinlikle kabul edemeyecektir.
İşte onlardan biri, Allah rasûlü ile geçen o eşi bulunmaz ve her ânına bin can
fedâ edilecek sohbetlerdeki melekleştiği havayı evinde birazcık az teneffüs
edince, kendisinin münâfık olmasından endişe ediyordu. Olayı, Hanzale’den
(r.a.) dinleyelim:
Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden
bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet ile cehennemi gözle
görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve gittim. Çoluk çocuğumla gülüp
eğlenmeye başladım. Bu sırada Rasûlullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi
hatırladım. Allah rasûlüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda
Ebû Bekir Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:
Ya Ebâ Bekr! Hanzale münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:
Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:
- 668 -
Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden
bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle görüyor gibiydik. Bir ara
kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki hali unutup çoluk çocuğumla gülüp
oynamaya başladım, dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:
Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzale devam ederek
diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve vaziyeti aynen anlattım.
Buyurdular ki:
Yâ Hanzale! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz
hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki melekler,
yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Yâ Hanzale! Bu vecd hali,
devamlı değil; ancak zaman zaman olur.”1585
Evet, toplumda dindar ve şuurlu kabul edilen nice Müslüman, sabah
namazına hâlâ kalkamadığı için bir milyonun üzerinde satan kitaptan “sabah
namazına nasıl kalkılacağının” ucuz formüllerini, hap gibi yutup otomatik
çözümleri öğrenmeyi düşlüyor. Hanımı ile arasında kültürel uçurumlar her
geçen yıl daha da artıyor. Çocukları sanki onun çocuğu değilmiş gibi yetişiyor.
Dışarıda cemaat çalışmalarına katılan ve cemaat olmanın olmazsa olmaz
önemini başkalarına bile anlatan beyimizin evinde herkes bireysel takılıyor, her
fert özgürce kendi (hevâsının istikametindeki) hayatını yaşıyor. Aile bireyleri,
sokaktaki insanlar gibi birbirine yabancı, duyarsız ve ilgisiz. Tebliğini evine
yap(a)mayan insan, dışarıda yapsa ne kadar etkili olabilecektir? Topluma huzur
getirecek mesajı bilen insanın, kendi evinde huzur hâkim değilse bunda bir
yanlışlık var demektir.
Müslümanın aile yuvası; eğitim ocağı ve ibâdethane olması gerektiği gibi,
aynı zamanda huzur evi ve çocuk yuvası da olmalıdır. Müslümanların evleri,
hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan,
onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman
ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren
bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır.
Nice anne, çocuklarına karşı merhametlerinin hedefini ve sınırını vahiy
istikametinde değerlendiremediği için kendisine ve çocuklarına zarar
verebiliyor. Çocuklarının İlâhî emirleri ihmal etmelerini ve işledikleri
haramları, onların yeterince büyümediği anlayışıyla ve yanlış ve hastalıklı
bir merhametle hoş görebiliyor. Çocuklarının basit dünyevî rahatını, gerçek
anlamdaki huzura ve cennete tercih edebiliyorlar. Nice baba da, çocuklarının
1585] Tirmizî, hadis no: 2633; Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV/346
- 669 -
dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretini tehlikeye atıp, meşrû olmayan
kazanç yollarına teşebbüs edebiliyor. Müslüman olduğunu söyleyen ana
babaların çoğu, çocuklarının bezlerine ayırdıkları masraf kadar Kur’an’la
irtibatları için zaman, emek ve para harcayamadıklarından, temizliklerine
gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı
kaybedebiliyor. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem
ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”1586; “Doğrusu, mallarınız
ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.” 1587 Bugün çoğu ana-baba bu fitneyi yaşıyor.
Hatta birbirleri için de kendileri de fitne oluyor. Her konuda olduğu gibi, aile
yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü’nün bu
konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız
ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.”1588
İnançlar, değerler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü
çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. İlk yıllardaki terbiye/
eğitim, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin
hâkim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez.
Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu
toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.
Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati
bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli
olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin
şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü
eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat
devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak ailede
kazanılabilir.
Rivâyet edilen şu hadis-i şerif, işe nereden başlamamız gerektiğini öğretir:
“Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah (ve anlamı) olsun.”1589
Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, saf ve İslâm’a meyletme yeteneği ile
donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i
tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi, kendi eliyle direkt
olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan,
ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah’a inanmak ve O’na kulluk
etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan
1586] 66/Tahrîm, 6
1587] 64/Teğâbün, 15
1588] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
1589] Abdurrezzak, Musannef IV/ 334
- 670 -
eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak
kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah’a
karşı gelmek demektir.
Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu
olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: “O gün
yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik,
Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbimiz!
Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza
ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola)
götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları
büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).”1590
Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık
taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul
edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan
veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına
sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları
arasında zikredilir.1591 Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef
alan tevhidî inanca dayalı eğitim, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın
çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir.1592
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller
anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsaade etmez.
Gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl
davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını
yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla
kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu
yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven anababa,
çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yumamaz.
Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden/eğitimden
daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz”1593 diyor. Eğitim konusunda en
önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü çocuklarından direkt
sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır.
Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara
1590] 33/Ahzâb, 66-68
1591] Bkz. İbn Mâce, Edeb 3
1592] Tirmizi, Birr 33
1593] Tirmizi, “Birr”,33
- 671 -
müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve mânevî hastalıklara karşı,
koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır.
Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen
insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının
sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; çağdaş ana-baba ise âhiretlerini.
Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini.
Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma, toprağa gömüyorlardı; şimdikiler ise daha
çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş
tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.
Ana-babalık, sadece çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması
olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevî ölçüler ön plandadır:
Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları
doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak; uğraşmayı, direkt ilgiyi
istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında ebeveyn çocuğuyla nasıl
uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk
bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.
Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi; hiçbir bakıcı ve
eğitimci de annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına anaokulu da
dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası
kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de,
anne-baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.
Evlerde, müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir,
kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine
göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî
eğitimleri verilebilir. Kendilerinden direkt sorumlu olduğu çocuklarına Kur’an
ve zarûrî bilgiler ve şuur vermede zorlanan, bu konularda yetersizliğini fark eden
ana-babalar, suçlarını kabullenip Allah’tan af dilemeliler. Sonra, kendilerine vekil
olacak güzel kurum ve hayırlı insanları bulmalılar. Böyle kurum ve şahıslara
emanet ederek işlerinin bitmeyeceğini de bilmeliler. Mümkün anne, ev işleri
ve varsa küçük çocuklarıyla uğraştığı için akşama yorgun girmektedir. Baba,
kapitalistçe iş şartlarının gerektirdiği gayr-i insanî ve tabii gayri İslâmî ortamda
geçim temini için maddî ve mânevî olarak yıpranmakta, akşam sanki ölü gibi
eve gelmektedir. Ama, bu zahmetlere sırf eşi ve çocukları için katlandığını
söyleyen aile reisi, ehline karşı esas görevinin akşamdan sonra onların mânevî
açlıklarını giderecek ortamlar hazırlamakla ve kocalığını hocalıkla ispatlamakla
mümkün olduğunu unutmamalıdır. Tek dünyalı yaşamak çok daha zordur. İki
kova suyu taşımak, bir kova suyu taşımaktan daha kolaydır. Tek kanatlı kuşun
uçamayacağı gibi, sadece dünyayı düşünen ve dünyevî ihtiyaçları temin etmekle
- 672 -
uğraşan kimse, başta evi ve ehli olmak üzere âhiret öncelikli sorumluluklarını
kuşanan kimseden daha fazla yıpranacak, daha fazla yorulacaktır. Zorlukların
yerini kolaylığın alması, yorgunluğun giderilmesi için en güzel yol, bir başka
güzel işe geçip o faâliyetle dinlenmek ve Rabbe rağbet etmektir.1594 Müslüman
açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; şeytânî
bir tuzaktır. Şuurlu bir mü’min, “din”lenmeden dinlenemeyeceğini bilir. Evini
kahve ve otel gibi görmez; esas ücreti bol mesainin evde başlayacağını unutmaz.
Çocuklar, evlerine geldiklerinde, okullarından ve çevreden aldığı fıtrata
ters anlayış ve uygulamalardan, mânevî virüslerden zihin ve gönülleri tezkiye
edilmelidir. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan
sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan
ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru
ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Maalesef, babalar için çoğunlukla
kahve ve otel görevi üstlenen evler, çocuklar için de internet kafe ya da bir sinema
görünümündedir.
Evlerde her şeyden önce Kur’an’ın, namazın sevdirilmesine de katkısı
olacak İslâm akaidi yaş ve seviyeler dikkate alınarak verilmelidir. Okullarda,
sokaklarda, televizyon ve internetlerde öğretilen ve sevdirilen şeyler evlerde
gözden geçirilmeli, yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede
iyice büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir.
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi
yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın.
(Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.” 1595
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde,
evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm
fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı
olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit
ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve
kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul
olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan
bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını
kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da
1594] bkz. 94/İnşirâh, 7-8
1595] 10/Yûnus, 87
- 673 -
görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı,
irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur,
misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden
câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere
sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli
cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız
ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ
etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın
evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî
cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi
kaybettiğimizden belli. Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek
ki, işe evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline
getirmenin tam zıddıdır bu.
Kitle imhâ silâhlarıyla evlerimiz devamlı bombardımana tâbi tutulmakta,
evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir.
Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok
sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi
bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki…
Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırt etmek ise çok mu
çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı
iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce
kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla
devamlı uzaklaşmakta. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını
başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor analar,
babalar. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline
bıraktığını bile düşünmüyor.
Evlerimiz, çocuklarımızı toplum hayatına hazırlayan, toplumdaki küfürden
ve şirkten etkilenmeyecek şekilde onları tevhidî özelliklerle şuurlandıran;
sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik yuvası haline gelmelidir. Aile yuvası
okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük
yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan,
Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı
bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu,
böyle olmalıdır.
- 674 -
Evlerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum
ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu
İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük
örneği ve aşaması ev hayatıdır. Ev hayatı, erkek için yöneticilik okuludur;
Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı,
cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak evinde öğrenir. Kadınıyla
erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın,
ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okul olmalıdır aile yuvası.
İslâm’ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve
meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini
büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha
fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu
da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca
yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu
davranışlarıyla ispatlamalıdır.
Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim
verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde
ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah
korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini
gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar,
programlar yapmalıdır.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının
eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz,
imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır.
Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu
değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi
düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.
Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede, hangi okulda
yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin
biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları
olduğunu görüyoruz.
Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli
terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak,
dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine
getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir.
Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın
- 675 -
gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz.
Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim,
çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve
naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu
da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını,
insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel
düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece
çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren
ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara
düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır.
Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve
evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra
sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya
da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Mü’min karakter(sizliğ)inden uzak bir mü’minin dışı da içi de aynı
olmalı, ev dışındaki hayatıyla çelişmemelidir. Kalıbıyla kalbi, ameliyle inancı
çelişmemelidir. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan
münafıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir.
Evimize ve özel yaşayışımıza şahit olan insanlar, bizde İslâm’ın güzelliklerini
görmeliler; sürüye uyan tavırları değil. En etkili tebliğ yolu, insanın
benimsediği kendi hayat tarzıdır; iş hayatı, özellikle özel hayatı, ev hayatıdır.
Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, evi ve işi onu yalanlamıyorsa
onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla
konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü
durumundadır.
Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir.
Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın
kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. Evdeki hayatımızla, iş hayatımızla,
sokaktaki tavır ve bakışlarımla, TV, internet karşısındaki konumumuzla bir
bütündür İslâm. Kitab’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmenin
yansıması olan farklı mekânlarda farklı bir yaşayışın cezası, dünya hayatında
rezillik ve rüsvaylıktır.1596 İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın,
davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün iş ve ev hayatımızın
tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm.1597 Müslüman da bu ilkelere
severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu
1596] 2/Bakara, 85
1597] 6/En’âm, 162
- 676 -
hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır.1598 Yoksa Allah ve
Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü
yoktur müslümanın.1599 Tabii, evdeki özel hayatımız da O’nun çizdiği hudut
dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde evde ve her yerde müslümanca
güzellikler sergilememiz gerekecektir.
“Âyinesi iştir (ev hayatıdır) kişinin, lâfa bakılmaz.” “Rabbimiz! Bizi
kâfirler için bir fitne kılma.”1600 Yârabbi, Sen bizi İslâm’ı lâyıkınca yaşamama
bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vâsıtası olmayalım; “bunların elinde
de hak mı olurmuş” deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler.
1598] Bkz. 8/Enfâl, 24
1599] 33/Ahzab, 36
1600] 60/Mümtehine, 5
- 677 -
71. HUTBE
EVDEKI VE CEPTEKI BOMBA; İNTERNETIN HEVÂ
İS TIKAMETINDE KULLANILMASI
Âyet :
وَلَ ا تَقْرَبُوا الزِّنٰٓى اِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةًۜ وَسَٓاءَ سَب۪يلاً
“Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur”1601
قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْۜ
وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ اَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ
“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü’min
kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve
nâmuslarını korusunlar.”1602
Hadi s:
“İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer
hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”1603
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ
imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve
isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit
olamadığı için İslâm’ı alternatif olarak görmüyor; hatta kurtarıcısına düşman
oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin
de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik
imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil;
tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle
uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü
bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında, Amerika’yla
işbirliğinde, Avrupa Birliğinde arayıp ifsâdı ıslah zannediyor. Unutmayalım
Müslümanlar için temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri
değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir.
1601] 17/İsrâ, 32
1602] 24/Nûr, 30-31
1603] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6
- 678 -
Batıdan gelen her türlü teknik aygıtın yan etkileri vardır. Kimi savunmacı
ve uzlaşmacı insanlar şöyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve
kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya
görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün
ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. TV, radyo, kasetçalar, bilgisayar,
kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak
getiriyor, düşünmek yetecektir.
Kur’an’dan yola çıkarak rahatlıkla diyebiliriz ki; imanın esası doğruluk;
münâfıklığın esası da yalandır. Yalancılık, nifakın ve küfrün dışa yansımasıdır.
Müminin temel özelliği, niyetlerinde, söz ve davranışlarında doğruluk;
münâfık ve ikiyüzlü kâfirlerin temel özelliği de eğriliktir, yalandır, hile ve
aldatmadır. Yalancılık, tabii ki sadece dille olmaz; bedenle, işaretle, yazıyla,
internetle de olur. Yalan, fıtrata ters olduğu için, insan beyni başta olmak üzere
birçok organın çalışma yapısı anormalleşir, yalan söylemek için daha anormal
ve olağandışı efor sarfetmek zorunda kalır. Kalp ritimlerinde değişiklik, çeşitli
salgılarda farklılık, heyecanın artması gibi sinir sisteminde anormallikler
ortaya çıkar. Bu normal dışı davranışları tesbit eden “yalan makinesi” insanın
yalan söylediğini büyük ihtimalle tesbit eder. Beden dili de yalanı çoğunlukla
ele verir. Yalanı insan ruhu, vicdanı, psikolojik yapısı, fıtratı, hatta organları
(vücut dili), özellikle de imanı kabul etmemektedir.
Günümüzdeki stres, rûhî bunalım ve sebepsiz sıkıntıların, suçluluk
duygusu, intihar isteği gibi mânevî hastalıkların büyük bölümünün
“yalan”la ilgisi olduğunu söylemek zor olmaz. Bunlar, yalancılara verilecek
esas uhrevî cezânın küçük avanslarıdır; Yalandan kaçınan sâdıklar/doğrular ise,
bütün bu acılardan ve vicdan azâbından emîn oldukları gibi bu doğruluklarının
karşılığını esas olarak âhirette alacaklardır. Unutmamak lâzımdır ki, esas cezâ
ve ödül yeri âhirettir.
Teknoloji, yalanı yaygınlaştırma ve yalan dünyayı sevdirme konusunda öyle
imkânlar sunuyor ki… İnsancıklar, robotlar içinde robotlaşıyor, makineler
arasında makineleşiyor. Kendisi de bir eşyaya, oyuncağa dönüşüyor insanımsı
yaratık. Teknoloji, insan adlı varlığı gerçeklerden, haktan koparmak için
oyunlar, oyuncaklar üretiyor; böylece insanat bahçesine döndürdükleri arenada
insanlar da oyuncak haline geliyor. Oyuncaklaştırdığı insanlarla oynuyor Batı.
Kurguluyor, kuruyor, pillerini takıyor, elindeki kumandasıyla yön veriyor;
modern köle haline getiriyor. Kim demiş kölelik tarihe karıştı diye. En vahşicesi
bu asırda uygulanıyor. Sadece bedenine hükmetmiyor, zihnini ve gönlünü de
köleleştirerek Allah’ın kullarını teknoloji putuna tapınan uyuşuk esirler haline
- 679 -
getiriyor. İnsan adlı muhteşem varlık, teknoloji sayesinde mutfakla tuvalet ve
yatak odası arasında gidip gelen bir makineye, bilgisayar fişine kafasından bağlı
uzaktan kumanda edilen bir aygıta dönüştürülüyor. Mâlâyani denilen faydasız
şeyler, kulluğun önünü tıkıyor. Allah’sız, namazsız, dâvâsız yaşayabilen yeni
gençlik; televizyonsuz, müziksiz, filmsiz, internetsiz, çetsiz ve cepsiz bir dünya
düşünemiyor. Düşünemiyor, ne Yaratanını, ne kendini ve yaratılış amacını.
Sanal bir dünya oluşturuyor teknoloji. Sanal, yani gerçek olmayan, hakikatten
uzak, sahte bir dünya. Kullananları da matrixleştiren, sanallaştıran, giderek
banallaştıran sahte bir âlem. Sanal, gerçekte aslı olmayıp zihinde tasarlanan,
mevhum demek; banal da basit, âdi, bayağı, sıradan anlamına gelir. Hakikat
adlı anneyle bağını koparan, fıtrat ve vicdan ne demek bilmeyen yeni nesil,
sanalın kucağında teknolojinin sahte memelerinden hormonlu, uyuşturan
ve zehirleyen süt emerek hayatını idame ettiriyor. Uyuşturucu ile, zehirle,
aburcuburla nasıl hayat sürülürse öyle bir hayat; ha yat, ha bu zehri tat. Tat ve
yat. Yat ve uyu. Uyu ve unut. Unut ve uyuş.
Bir Müslüman, telefonla benden fetva sormuştu: “Piyasası şimdiden hazır
olan çok kârlı bir ticaret var. Çin’de üretilen bir teknolojik âlet; telefonda ve
internet ortamında erkek sesini kadın sesine çeviriyor; istenirse kadın sesini
de erkek sesine. Bir erkeğin konuşmasını aynen kadın sesi olarak muhatabına
ulaştırıyor. Bu aygıtı ithal edip toptancılığını yapmak istiyorum. Câiz midir?”
İnsanların böyle bir araçla ne tür fesat ve fitneler, ne çeşit kandırma ve hileler
peşine düşeceklerini, bu araç vasıtasıyla ne kadar yuva ve cennet yıkılabileceğini
bilmek için sosyolog ve âlim olmaya gerek yok. Fetvamı değil (fetva makamında
kendimi tabii ki görmem), ama cevabımı tahmin edersiniz. Bunun basite ve
küçüğe alınabilecek herhangi bir günah değil, çeşitli haramlara götüren büyük
ve doğurgan bir fitne aracı olduğunu, eğer böyle bir ithalat yapar ve piyasaya
sunarsa, öldükten sonra bile amel defterinin kapanmayacağını, bu araçla
yapılacak her günahtan kendisine pay verileceğini söyledim, sakıncalarından
uzun uzun bahsettim. Vazgeçti(ğini söyledi) o kimse. İyi de, herkes fetva mı
soruyor, ya de her isteyenin istediği gibi fetvayı o şahıstan değilse de başka bir
şahıstan, ama mutlaka alacağı ortam mı yok? Hangi tür fetva istiyorsan söyle,
o tür fetva verecek şahsı veya kurumu sana göstersinler. Kaldı ki, demokratik,
laik, Atatürkçü, Batılı bir ülkede fetva da mı sorulur, bir şeyin helâlliğinden
haramlığından mı bahsedilir? Böyle yapılırsa Atatürk çarpmaz mı vatandaşı?
Bunun için mi kurdu Cumhuriyeti? Vergisini veriyorsa yaptığı iş, sakıncasızdır,
hatta kutsaldır TC dinine göre. Kanunlar var, kanunlara uyar veya uydurur, miş
gibi yaparsan, haram helâl kimin neyine? Haramları helâl kılan, yani serbest
- 680 -
yapan, meşrû ilan eden rab taslakları,1604 reddedilip inkâr edilmesi gerektiği
halde1605 başta tutulan, destek verilen tâğutların yasasında (dininde) sadece
resmî yasak vardır, suç vardır; ama “haram” kavramı yoktur.
İnsan gözüne, vücuduna ve diline kolay kolay yalan söyletemez; ama kaleme,
bilgisayar klavyesine çok kolay şekilde yalan söyletebilir. Yalan adlı bulaşıcı
ve çok tehlikeli virüs, bilgisayardan insanın diline, oradan gönlüne rahatça
yerleşebilir. Bu virüs insanı yalancılardan yaparak dünyasını çirkinleştirip
cennetini yok edebilir. (Bilgisayar kurbanları, koro halinde “olsun, ne var
bunda!?” diye tuşlara küfrettiriyorlardır büyük ihtimalle.)
Alışkanlıkların kişinin iradesini zayıflattığı, insanı kendine bile söz
geçiremez, özgüveni gittikçe yok olan, edilgen ve güçsüz hale getirdiği bir
vakıadır. Tiryakilik, insanı esir eder. İnternet ve orada çetleşme, google, mail,
MSN, facebook, TV. gibi tiryakilikleri, oyun, futbol ve dizi tutkunları, facebook
gibi girip de zor çıkılacak sanal mekânlar, site site dolaşmalar, forum köşeleri,
internet geyiklikleri, doğru ile yanlışın karıştığı din hakkında herkesin
her şeyi tartıştığı alanlar, özetle bilgi kirliliği ve kirliliğin bin bir çeşidi, hep
insanı ahtapot kollarıyla yakalayıp güzelliklerini sömüren bir canavardı ve
tutsaklıktır. Tiryakilerin alıştığı zehiri bırakmak istemeyişleri, vücudun onu
bir ihtiyaç gibi algılamasına benzer. İnternet tiryakiliği, bağımlılığı, tutsaklığı,
hastalığı da böyledir. Google’ın dayanılmaz cazibesi, youtube’un büyüleyici
daveti ve ekrandan yüzünü uzatıp dilini çıkaran şeytan…
“Hayâ imandandır.”1606 İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber’in
hadislerinde billûrlaşmış olarak müşâhede edilir:
“Mü’minlerin iman yönünden
en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır.”1607 O yüzden mükemmel bir
ahlâka sahip olmayan
kimsenin iman yönüyle kemâle ermesi, tam bir mü’min
olması da söz konusu olamaz. “İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden
beri) aldığı öğüt şudur: ‘Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap.”1608
Her şeyin aslı, gerçeği gitti; hormonlusu, sahtesi, sanalı geldi; İnsanın da öyle.
Komşuluklar, sohbetler gitti; yerine TV. ler, bilgisayarlar geldi.
Televizyon çıktı, “sizi”, “bizi” düşünenler gitti; yerine dizi dizi “dizi” geldi.
İnternet çıktı, cihat gitti; yerine chat geldi.
1604] 9/Tevbe, 31
1605] 2/Bakara, 256
1606] Buhârî, İman 4, 6, 16, Edeb 77; Müslim, İman 57-59; Nesâî, İman 16
1607] Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4682; Tirmizî, Radâ, h. no: 1162
1608] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6
- 681 -
Gitmek bilmeyen arsız misafir gibi evlere giren teknolojik araçlar aracılığıyla
özgürlük gitti; kölelik geldi. Esirlik; eşyaya, aygıtlara, hevâya, sömürü
düzenine…
İnternetle evdeki yakınlıklar gitti; uzaktakilerle ve uzaklaşılması gerekenlerle
yakınlık geldi.
Rabbe kulluk gitti; kula kulluk, tâğutlara, paraya, karıya, topa, popa kulluk,
hevâya tapınma, emir kulluğu geldi.
Yardımlaşma gitti; bireycilik geldi. Huzur gitti; stres geldi. Saygı gitti, kaygı
geldi.
Okumak gitti; bakmak geldi. Televizyon seyrederken “gözlerim kızarıyor”
diyen birisine diğeri “Benim de yüzüm kızarıyor” demiş. Bir başkası da çıkıp
“ancak yüzünün kızararak seyredebileceğin çirkinlikleri seyrediyorsun, öyleyse
senin de yakıcı ateşte imanın kızarıyor” demesi gerekiyor. Gözlerin, yüzlerin
ve imanların kızarmaması, âhirette de her tarafı kızartan kızgın demirlerle
insanın dağlanmaması için bizi Allah’tan uzaklaştıranlardan uzaklaşmalı.
Allah’a isyan edenlere isyan edilmeli. Lâ denilip uzlaşma kestirip atılmalı.
Ve böylece medya ve cahilî eğitim vasıtasıyla, kapitalizm ve tâğutlar
tarafından zihinler ve gönüller işgal edildi. Bu işgalde internetin katkısını
unutmamak gerek.
Çocuklar ve gençler için ev; internet demek, televizyon demektir, hayat oyun
alanıdır, nefse hoş gelen özelliklerdir.
İnternetin Sürüklediği Uçurumlar
Gözün Zinâsı Harama Bakmaktır: Göz, kalbin ana girişidir. Kalp de bütün
organlarımızın yönetim merkezidir. Duyu organlarımızdan, özellikle gözden
kalbe şehevî duyguları uyarıcı ve azgınlaştırıcı mesajlar gelirse insan ahlâk dışı
bir hayatın ve ilişkilerin arzulusu olur. Çünkü arzulu bakışlar Peygamberimiz’in
ifâdesiyle: “Şeytanın zehirli oklarından bir oktur”1609 ve kalbe ekilen şehvet
tohumlarıdır. Mânevî zinâdır. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle)
bakmaktır.”1610
“Gözler de zinâ eder” ifâdesi, “gözün harama bakması ile gayr-ı meşrû cinsel
ilişki anlamındaki zinâ arasında bir fark yoktur, ha o olmuş, ha ötekisi” şeklinde
1609] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kar’âni’l-Azîm, 3/282
1610] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
- 682 -
anlaşılmamalıdır. Elbette, hem dünyevî ve hem uhrevî cezâ bakımından ikisi
arasında büyük bir fark vardır. “Göz zinâsı”, esas zinâya yaklaştırma açısından
yasaklanmıştır. Ona izin verilmiş olsa, diğerine kapı açılmış olacaktır. “Göz
zinâsı” tâbiri, gözlerin harama bakışının da çirkin olduğunu ifâde etmek için
biraz mübâlağalı, korkutucu, caydırıcı ve mecâzî bir ifâdedir.
Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı bağlayan şey
“zaman ve zemin”, “çevrenin ayıp sayıp saymadığı”, “devletin serbest ve yasal
kabul edip etmediği” değil, Rabbinin hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir.
Müslümanın ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket
ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin tâlibi olursa,
hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın iffet ve nâmusuyla,
haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet içerisinde yaşaması mümkün olur.
Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden biri, zinâya
düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple bu tehlikeden
kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu ortamları terk etmek ve zinâya
götüren yollara girmemektir. Zâten Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Zinâya
yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur”1611 buyuruyor. Âyet,
“zinâ yapmayın” demiyor da, “zinâya yaklaşmayın!” buyuruyor. Öyle ya, şartlar
oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın ve bir erkek, kimsenin
olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca, elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu
azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek çok zor olacaktır. Herkes Yusuf değil
ki... Nitekim Yusuf (a.s.) bile ancak Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zinâdan
kurtulmuştur. Kur’an’da bu durum şöyle anlatılıyor: “Andolsun ki kadın ona
meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti.”1612 İş
buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten sonra, zinâ
kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm’da zinâdan önce, zinâya götüren yollar haram
kılınmıştır.
“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü’min
kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet
ve nâmuslarını korusunlar.”1613 İslâm, işe harama bakmayı yasaklamaktan
başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram bakışlardan sakındırıyor.
Hiç kimse “göz benim değil mi canım!? İster bakarım, ister yumarım, kime
ne?” diyemez. O gözü ve diğer organları bizlere emânet olarak veren Allah,
bu emânetleri kendi arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O’nun rızâsı
1611] 17/İsrâ, 32
1612] 12/Yusuf, 24
1613] 24/Nûr, 30-31
- 683 -
yönünde kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için
değil; bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları bizim
için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da bize bildiriyor:
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp bunların her biri,
yaptığından sorumludur.”1614
Ancak Allah’a ve âhiret gününe imanımızdan güç alarak göstereceğimiz
korunma gayretiyle gözlerimize hâkim olabiliriz. Çünkü biz ihlâslı ve gayretli
olursak Rabbimiz bize yardım ederek bizi güçlendirecektir. Gözden gönle
yol vardır. Göz, kalbin dışa açılan penceresidir. Kedinin ciğere baktığı gibi
gözü harama bakan insanın ihlâsı, takvâsı büyük çapta zarar görecektir. Göz
kanalıyla gönle giren mikropların telâfisi, bu ölümcül mânevî yaraların tedâvîsi
hiç de kolay olmayacaktır.
Balık baştan kokmakta, düzen, resmî kurumlar, kapitalistleşmiş çevre
sivrisinek üretmektedir. Bataklık kurutulmadan fâhişe sivrisineklerle mücâdele
sonuç getirmeyecektir. Tevhîdî iman hâkim kılınmadan ahlâkî öğütler, delik
kaba su doldurmaya çalışmak demektir. Ahlâksız insanların zührevî hastalıklar
yanında rûhî hastalıklar, psikolojik anormallikler içine düşüp her konuda
sapıklaştıkları ve çevrelerini de her yönden rahatsız ettiklerini göz önünde tutmak
gerekir. “Utanmıyorsan, dilediğini yap!”1615 diyen Rasûlullah, hayâsız kişinin
mânevî yönden ölüme terk edilen kişi gibi olduğunu söyler. Doktorun ölümü
beklenen hastaya: “Ne istersen ye, serbestsin!” demesi gibi der. Dolayısıyla iffetin
kaybolması kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu yüzden
de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol açar. Cinsel özgürlük;
insanı et ve deriden ibâret olan bir varlık, bir eşya hükmüne koymakta; böylece
kişilik şuurunu yıkan insanlık şerefine vurulan en ağır darbe olmaktadır.
Giderek globalleşen ve Amerika’nın yön verdiği yeni dünya düzen(sizliğ)i
içine giren, vahşî ve gayr-ı insanî Batı değerlerinin dinsiz ve ahlâksız kriterlerine
kurtarıcı diye sarılan günümüz dünyası, kıyâmeti, kaos ve rezilliği yaşamaktadır.
Bundan büyük helâk olur mu? Dinin fert, toplum ve devlet hayatındaki etkisini
büyük ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son yüzyılda
fuhşun bin bir çeşidi giderek meşrûlaşma zemini ve daha çok yayılma imkânı
bulmuştur. Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan çıkarma eğiliminde
olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına fuhuşta sadece zor kullanma ve
zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu
düşünce sahiplerini fazla ilgilendirmemektedir.
1614] 17/İsrâ, 36
1615] Buhari, Enbiya 54, Edeb 78
- 684 -
Her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kurtulmak için İslâmî
değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenleri
devirmekten başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş
düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline
dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini
ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz,
olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları
çevresindeki insanlara rastgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir
suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde
yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele
edebilecek bilinç aşılanmalıdır.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale
getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak
düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacağı
çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin
istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir.
Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman
olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu
bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten
başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan
insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet;
ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.1616 Seks manyağı haline gelmiş
erkeklerden çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır. Nice
aile var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine giden, turistik
beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından çok fazlasının evli insanlar
olduğu belirtilir. Tertemiz değilse bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan,
az-çok nâmuslu ev kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken,
kocaları kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle ailelerin çocukları da
potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu aklı göbeğinin altına
yerleşmiş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul karılarına ve babalı ama yetim
çocuklarına el uzatacak? İslâm’a düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu
suçlar yeter de artar. İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu
bataklık kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın
dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın dininde, O’nun
Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin tatbik edilmesindedir.
1616] 63/Münâfıkun, 8
- 685 -
Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah’a ibâdetten, farzları
yerine getirmekten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten, fahşâ
ve fuhuştan alıkoyar.1617 Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya Allah’a kulluk, ya
hevâya kulluk.
İmanıyla, fıtratıyla, vicdanıyla zıtlaşıp yüzü kızarmadan ahlâksızlık yapacak
hale gelmiş gençler dâhil, günümüzün insanı kızılmaktan çok acınmaya lâyık
zavallı düzen kurbanlarıdır. Onlara da İslâm’ın mükemmelliği, tevhidin esası,
ahlâkın güzelliği ulaştırılabilse, tâğutî düzenin ve ondan beslenen câhilî
ortamın fesadları önlense çirkinlikler kendiliğinden uzaklaşacaktır.
Türkiye’de bilgisayar sayısının çoğalmasına paralel olarak internet
kullanıcıları ve internet kullanım oranı her geçen gün artıyor. İnterneti
kullanan kitlenin artması interneti kullanım amacının bilgiye erişme yönünde
bir gelişme olduğunu göstermiyor. Sadece Türkiye’de değil elbette dünya
genelinde de durum pek farklı değil.
Türkiye’de de arama sitelerinin en çok aranan kelimeler listesinin başında
ne tür kelimelerin geldiğini tahmin edersiniz herhalde. Türk insanı en fazla
(Freud’u bile şaşırtacak düzeyde) seks ve varyasyonları olan kelimeleri
tıklamakta, o biçim sitelerde mutluluk aramakta… Arama motorlarında en
çok tıklanan kelimelerin cinsellikle ilgili kelimeler olduğunu siteler kendileri
açıklıyor.
Unutmayalım; internette de Biri bizi gözlüyor. Hayatımızın her saniyesi,
omzumuzdaki kameramanlar (Kirâmen Kâtibîn) tarafından videoya alınıyor.
Müslüman olduğumuzu internet karşısında da unutmamalı ve ispatlamalıyız.
Kalbimizden geçenleri bilen Rabbimiz internetin sanal âleminde ne yaptığımızı,
kiminle nasıl konuşup yazıştığımızı, girişte güvenlik görevlisi olan veya
olmadığı düşünülen hangi sitelere ne amaçla girdiğimizi de görüyor, biliyor.
İnternet başında herhangi bir haram işlerken ölüm gelebilir. Ölüm gelmese de
zerre kadar yaptığımız şerrin hesabı bizden sorulur.
Her an Allah’tan korkan ve her yerde Rabbinin kendini gördüğünü bilip
ona göre davranan ihsan bilincine sahip mü’minlere ne mutlu! Gözünde haram
bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan
kızlarımıza selâm olsun!
Müslümanca yaşamak, her an Müslümanlığımızı unutmamak duasıyla…
1617] 29/Ankebût, 45
- 686 -
72. HUTBE
TAKVÂ GIYSISI VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -1-
Âyet :
يَا بَن۪ٓي ادَٰمَ قَدْ انَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لبَِاساً يُوَار۪ي سَوْاتٰكُِمْ وَر۪يشاً۠ وَلبَِاسُ التَّقْوٰى ذٰلكَِ خَيْرٌۜ ذٰلكَِ
مِنْ ايَٰاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ يَا بَن۪ٓي ادَٰمَ لَ ا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَٓا اَخْرَجَ اَبَوَيْكُمْ مِنَ
الجَْنَّةِ يَنْزِعُ عَنْهُمَا لبَِاسَهُمَا ليُِرِيَهُمَا سَوْاتٰهِِمَاۜ انِهَُّ يَرٰيكُمْ هُوَ وَقَب۪يلهُُ مِنْ حَيْثُ لَ ا تَرَوْنهَُمْۜ
اِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ لِلَّذ۪ينَ لَ ا يُؤْمِنُونَ
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise
indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir.
Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan,
ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya
düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi
görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”1618
يَٓا ايَُّهَا النَّبِيُّ قُلْ ل اِزَْوَاجِكَ وَبَنَاتكَِ وَنسَِٓاءِ الْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪بيبِهِنَّۜ ذٰلكَِ ادَْنٓىٰ
اَنْ يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını
örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan
budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1619
وَقلُْ للِمُْؤْمِناَتِ يغَْضُضْنَ مِنْ ابَصَْارهِِنَّ وَيحَْفَظنَْ فرُوُجَهُنَّ وَل اَ يبُدْ۪ينَ ز۪ينتَهَُنَّ الِ اَّ مَا ظهََرَ مِنهَْا
وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلٰى جُيُوبِهِنَّۖ
“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini
muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini
ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine
(kadar) örtsünler…”1620
1618] 7/A’râf, 26-27
1619] 33/Ahzâb, 59
1620] 24/Nûr, 31
- 687 -
Hadi s:
“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır:
Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk.
Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları
kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır.
İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen
kokusunu bile alamazlar.”1621
Biraz da etki-tepki meselesi olsa gerek. Egemen güçlerin bunca saldırısı
ve zulmüne rağmen çarşılara, pazarlara baktığımızda başörtülü kızlardan
geçilmiyor. Bardağın neresine bakalım? Hiç yoktan başı örtülü bayanların
sayısı hâlâ çok sayıda diye sevinelim mi; yoksa, başörtüsü, rûhundan giderek
soyutlandı, çarşılar başörtülü mankenlerin boy gösterdiği podyuma döndü,
örtü sokağa (ayağa) düştü diye üzülelim mi?
Sürpriz olan hangisi? Az-çok kültürlü kızların başörtülü olabilmesi mi,
yoksa her yönden gayrı İslâmî yaşama biçiminin kuşattığı ve modern Batı
standartlarını içselleştirmiş, özgürlük putunun kurbanı ve sosyal hayatın,
sokak ve çarşının tutsağı olmuş başörtülü kızların her aklı başında müslümana
“bu kadar da yozlaşma olmaz!” dedirtecek anormallikleri mi? Okullarda
karma eğitimin tezgâhından geçmiş, televizyon dizileriyle büyümüş, kadınerkek
eşitliğini ve kadın özgürlüğünü bayraklaştırmış, dünyevileşmiş, İslâm’ı
yeterince bilmeyen, bildiklerini tümüyle yaşamanın getirdiği bedellere hazır
olmayan kızların çeyrek tesettürü mü?
Şuurlu müslümanların başörtüsü mücâdelesini önemli bir cihad gibi
görmelerinin sebebi, onun Kur’an’ın bir emri, tesettürün ayrılmaz bir parçası,
İslâmî inanç ve yaşama biçiminin dışa yansıyan bir göstergesi, müslüman
hanımın hayâ ve iffetinin bir işareti olduğu içindi.
Müslüman hanımın başörtüsüyle birlikte dış kıyafetinin özelliklerini
özetin özeti mâhiyette hatırlatalım: Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve
müslüman olmayan bayanlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri dışında vücudunun
tamamı avrettir, örtmeleri gerekir. Hanımların, ev dışında veya yabancı erkeklerin
yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Âyette
şöyle buyurulur: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış
elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık
edilmemesi için daha uygundur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”1622
1621] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128
1622] 33/Ahzâb, 59
- 688 -
Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir.
Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş
sayılmaz. Elbise şeffaf ve çok ince olmamasına rağmen uzuvları belli edecek
şekilde darsa ve organların şeklini ortaya koyarsa yine tesettür gerçekleşmemiş
olur. Giyilen kıyafetin, örtünen başörtüsünün, erkeklerin dikkatini çekecek
şekillerde olmaması, cinsel câzibeyi ortaya çıkarmaması gerekmektedir. (O
yüzden şekil ve renk olarak sade, daha çok koyu -siyah- renkte giysi ve örtü,
yirminci asra kadar bütün dünya müslümanlarının riâyet ettiği ölçü kabul
edilmiştir.)
Kim ne yorum yaparsa yapsın; başörtüsü Kur’an’ın emridir: “Mü’min
hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler.
Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları
organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar)
örtsünler…”1623 Başörtüsü teferruat değildir. Allah’ın Kur’an’da emrettiği bir
farz teferruat, ayrıntı kabul edilemez. Bu mantık(sızlık)la, eğer başı örtmek
teferruat ise, meselâ göğsü örtmek de teferruattır; çünkü o da aynı şekilde
farzdır. Başörtüsü, çarpık yorumlarla önemsiz ve hizmet(!) için tâviz verilecek
basitlikte görülemez, olmazsa da olur denilecek bir husus kabul edilemez.
Müslüman hanım, Ahzâb sûresi 59. âyete göre sadece vücudunu ve başını
örtmekle emrolunmamış, aynı zamanda yabancı erkeklerden eziyet görmeyecek
ölçüde ve iffetli olduklarını gösterecek biçimde cilbab (çekici olmayan ve
baştan ayağa örten geniş ve kalın bir dış giysi) ile örtüneceklerdir. Bu özellik,
başörtüsünün şeklini de, başörtüsü dışında dış giyimin nasıl olması gerektiğini
ve bunun hikmetlerini de içermektedir. Vücudu örttüğü halde dış giysinin
(cilbabın) içindeki bol elbise, -cilbabsız olarak- nasıl dışarıda tesettür için
yeterli görülmüyorsa, aynı şekilde elbise desenlerinden daha çekici, allı güllü,
bol süslü eşarplar ve kadını câzip gösteren kıyafetlerin de tesettürdeki temel
espri ve hikmeti taşımayacağı bilinmelidir.
Bilindiği gibi, Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışındahiçbir
erkeğe ziynetlerini göstermemelerini emretmekte. Ziynet, kadını güzel
gösteren saç, makyaj, parfüm, takı, mücevherât ve elbise gibi şeyleri içine
almaktadır.
Güzel kokudan (parfümden) kaçınmak şarttır: “Bir kadın, güzel koku sürerek
bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar.
1623] 24/Nûr, 31
- 689 -
Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.”1624 Konuşurken ciddî olma
mecbûriyeti vardır: “...Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere
karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse
ümide kapılır...”1625 Müslüman hanımın davranışı, yürüyüşü ağırbaşlı olmalı,
dişiliğini, cinselliğini öne çıkarmamalıdır: “... Gizlemekte oldukları ziynetleri
anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde
yürümesinler).”1626
Tesettürdeki gâye ve hikmet, kadının yabancı erkeklere karşı cinsî câzibesini
gizlemektir. O yüzden, kadının bileğindeki altın bileziğin gözükmesine izin
vermeyen din, kadını daha süslü gösteren bir eşyanın, bir aksesuar veya başörtüsü
ya da giysinin kullanımına da izin vermez. Nûr Sûresi, 31. âyet, kadının yabancı
erkeklere ziynetlerini/süslerini (ve ziynet yerlerini) göstermesini yasaklar.
Hâlbuki şimdiki başörtülerin ve dış giysilerin büyük oranda ziynet/süs unsuru
olması, aranacak ilk vasıf sayılabiliyor, ziyneti örtmesi gereken şeyin kendisi
tümüyle ziynet özelliğine uyuyorsa bu nasıl tesettür olabilir? Tuz yiyeceği
kokmaktan korur; tuz kokarsa o yiyeceğin hali ne olur?
Başörtüsü, mü’min hanımlara sadece üniversitede farz olmamakta, bülûğa
erdiği andan itibaren farz olmaktadır. Ayrıca üniversite gibi resmî kurumlarda
ve erkeklerle kızların karma eğitim yaptıkları ya da içli dışlı oldukları yerde
sadece başörtüsü değildir farz olan; onu tamamlayan diğer giysiler ve cinsî
özellik ve câzibelerin tümünden arınmış, fitne ortamına hiç yer vermeyecek
davranışlar da şarttır.
Müslüman bayan, erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya
yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle
değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil;
bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha
gibi aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar,
kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan
çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslümanlarca
yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması
gerekir. Erkeklerle ev ortamında otururken bazı hanımların kendi evlerinde ve
aile dostlarıyla birlikte olmalarının getirdiği rahatlıkla tesettür konusunda daha
serbest davrandıkları bilinmektedir. Ev ortamında ve güvenilir Müslümanlara
karşı da olsa, bir hanım yabancı bir erkeğin yanında cilbab denilen elbisesinin
1624] Ebû Dâvud, hadis no: 351
1625] 33/Ahzâb, 32
1626] 24/Nûr, 31
- 690 -
üstüne ince de olsa bir dış elbise giyinmelidir. Bu, fazilet cinsinden takvâ için bir
örtü değil, mecburiyet ve farziyetle ilgili bir görevdir. Bol da olsa pantolon veya
eteğe benzeyen pantolonlarla tam tesettür sağlanılamaz. Yabancı erkeklerin
bulunduğu bir ortamda Müslüman hanım, her hareketinde vücut hatlarını belli
etmeyip tümüyle örten bir dış giysi giymek zorundadır. Müslüman hanımın bu
ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması,
hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de
müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın
ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar
verecektir. “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını
örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan
budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1627
Allah’tan korkan mü’mine hanımların, sanki zorla, koca ve bazı
akrabalarının ısrarı ve zorlaması ile örtünüyor gibi, kendilerine hiç
yakışmayacak bir kıyafete bürünüyorlar. Hâlbuki onlar şuurlarını takvâ
elbisesiyle de göstermek zorundadır. Ona bakan kimse, bakılacak en küçük
bir haram olmamalı, kendisine bakıyorlarsa dişiliğini tümüyle gizlemiş birine
gözleri iliştiği anlayışından gözlerini indirmek zorunda hissetmeliler. Onların
giysileri, hayâları yani takvâ elbiseleri “bana bakma!” diye haykırmalıdır. Şuur
ve takvaları giysilerinden belli olmalıdır. Böylece fitneye sebep olmanın vebali
yerine, başkalarına davet ve tebliğ ulaştırmanın, takvâyı yaygınlaştırmanın
sevabına nâil olabileceklerdir.
Tak vâ Elbi sesi
Takvâ, elbiselerin en güzeli, en hayırlısıdır. İnsanların pek çoğu dış
görünüşe, giysilerine, ziynetlenmeye pek önem verirler. Dış görünüş ile
karakter arasında bir bağlantı kurarlar. Elbiselerinin düzgün, yeni ve pahalı
olmasıyla kişiliklerinin değer kazandığını zannederler. Şahsiyetleri zayıf olsa
da, elbiseleriyle başkalarının gözünde bir yer edinmeye, ya da başkalarına giysi
ve süslenme ile etki etmeye çalışırlar. Kimileri için ise elbise kişiliktir, hatta bir
dünya görüşünün dışa yansımasıdır.
Bedeni örten, onu sıcaktan veya soğuktan koruyan, ya da ona gerçekten bir
kişilik kazandıran elbiseler, süs unsurları birer nimettir. İslâm’ın tanımladığı
ölçülerde kullanılırsa bir şükür sebebi bile sayılabilir. Ancak asıl hayırlı olan
1627] 33/Ahzâb, 59
- 691 -
elbise, takvâ bilincidir. Çıplak bedenlerin örtünmesini sağlayan, çirkin yerleri
kapatan, çirkin davranışları önleyen, insanı kem gözlerden, hâin bakışlardan,
şeytanın hile ve tuzaklarından koruyan, takvâ elbisesidir.
Takvâ (din örtüsü) ile kişi kendini korumaya, dinî hayatına zarar verecek
şeylerden sakınmaya alır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o
örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir,
sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden saklayan nöbetçiler gibidir.
İşte takvâ elbisesi budur: İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise...
İnsanın mânevî dünyasını kollayan bir giysi. Maddî hayatı da zararlı bütün
unsurlardan, insanı mutsuz eden bütün davranışlardan, kişinin yüzünü
kızartacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir örtü...
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise
indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir.
Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan,
ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya
düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi
görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”1628
Burada Allah (c.c.), giyinmeyi ve onunla dış görünüşü süslemeyi ön plâna
çıkarıyor. Avret yerlerini örten elbise ile insana bir biçim kazandıran ve onu
süslü gösteren elbisenin iki yönü vardır. Birincisi, zarûrî örtünme, ikincisi
ise olgunluğu tamamlayan fazlalıktır. Her ikisi de en hayırlı elbiseye işaret
ediyorlar. O da, hem görünen, hem de görünmeyen avreti örten ve böylece
kişiye her türlü güzelliği sağlayan takvâ elbisesidir.
“Kişi takvâdan bir elbise giymediği zaman, / giyinik olsa da kesin çıplak
görünür. / insan için en hayırlı şey Rabbine itaat etmesidir. / O’na âsi olanda ise
bir hayır yoktur.“
Takvâ elbisesi Allah’tan haşyet duymak, O’na hakkıyla iman etmektir. Ya da
güzel bir gidiş, vakarla hareket ve sekînedir (huzur duygusudur). İbn Abbas’a
göre ‘takvâ elbisesi’, sâlih ameldir. Bazı tefsircilere göre ise iman, kimilerine
göre muttakîlerin âhirette giyecekleri elbise, bazılarına göre de Allah’tan haşyet
duymaktır. İbn Eslem diyor ki: “Takvâ elbisesi, kişinin Allah’tan ittika ederek
avret yerlerini örtmesidir.”
1628] 7/A’râf, 26-27
- 692 -
Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim, yani hayâ duygusu
ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddî-mânevî
ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha
güzeldir, sırf faydadır. Elbise nimetinden faydalanma bununla olabilir. Zira
takvâ duygusu, imanı ve irfanı olanlar, zorunlu olarak çıplak bile kalsalar en
azından Hz. Âdem ve eşi gibi yapraklarla örtünmeye çalışırlar. Takvâ duygusu
olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulmazlar. Böyleleri,
elbise nimetinin örtülmesi gerekeni örtmesinin, soğuk, sıcak ve rahatsız edici
çirkinliklerden koruyacak, ya da kötü bakışları def edebilecek, şehvetleri tahrik
etmeyecek, edeb ve vakar kazanmaya sebep olacak tarafını düşünmezler. Onlar,
şehvet, kibir ve gururla süslü elbiseler giyerek caka satarlar, saklanması gereken
yerlerini gösterirler. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin
örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.
Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü
bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek başörtülü yozlaşmanın
görüntülerini de şöyle özetleyelim: Çarşaf ya da bol ve uzun pardösü benzeri bir
dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış giysi cinsinden bir şey olmaksızın
sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz, elbise cinsinden bir şey
giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle
yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…)
gözükmek.
Yasak savma cinsinden bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok
kısa ya da çok dar pardösümsü bir dış giysi.
Başörtünün altından sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda ruj,
yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens,
kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acâyiplikler.
Yani, başörtülü sekreter ve başörtülü tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu
başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle
yansıtmaya çalışarak entel takılan genç bayanların da önemli bir kesiminin
çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü kapalı
altı havalı, uygunsuz etek üstü türban, altta dar kot pantolon üstte başörtüsü,
bacakları açık ama başı kapalı tipler; Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu
dedirtecek şekilde, altı kaval üstü şişhane görüntüsü…
Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması
gibi bir şey. Başında sarık, ayağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi.
Ne var bunda demeyin, sarıklı imamın giydiği mayonun HaŞeMa yani, Hakiki
- 693 -
Şeriat Mayosu değil; Batılıların giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu
düşünün. Sakallı ve başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında
bakınarak gezinmesi ne ise, aynı ve belki daha ağır değil midir, çarşı ve pazarda
(hal diliyle “şişşt, baksana bana!” diye konuşan giysi içinde) kendine baktırarak
gezinen başörtülü kız.
İkişer kelimelik kısa tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık”; “örtülü
çıplaklık”; “tesettürsüz örtü.” Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı baş devri”;
“cennetle cehennem koalisyonu”; “sulandırılmış İslâm’ın görüntüsü”; “zakkum
aşılanmış çiçek”; “zehir karıştırılmış bal.”
Konserlerde alkış ve ıslıkla da yetinmeyip dans eder gibi hareketlerle
tempo tutup sanatçının ezgisine/şarkısına koro elemanı gibi katılan başörtülü
kızlar kimse tarafından yadırganmıyor artık. Çarşılarda özgürce gezmekle
tatmin olmayan başörtülü bayanların bir kısmı, deniz kenarlarında, park ve
pastanelerde özgür takılıyorlar, herkesin içinde şuh kahkahalar atabiliyor,
çarşıda (şimdilik) kız arkadaşlarıyla öpüşebiliyor, çok rahat tavır ve cıvık cinsellik
kokan davranışlardan, bazen kol kola bir yabancı erkekle fingirdeşmekten bile
çekinmiyorlar.
Peygamberimiz (s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde çıplak gibi görünen kadınları,
Cehennem ehlinden” saymasının1629 sebebi üzerinde düşünülüyor mu dersiniz?
Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu
dahi alamayacağını belirtmiştir. Kimdir bu örtülü çıplaklar? Bunlar şeriatın
koyduğu ölçülere uymayan, yani ince, dar ve uzuvları gösteren elbiseler giyen
ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların
bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları
Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını
söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır.
Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar
mı? Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir
günah da büyük değildir.”
Hasan Basri gibi: “Siz sahâbeyi görseydiniz deli (öcü) derdiniz, onlar da sizi
görseydi müslüman (tesettürlü) demezdi” demeyeceğim; daha hafifini tercih
edeceğim: Günümüz Mekke ve Medine’sinde, hatta Tahran’ında, Afrika’nın
nice ülkesinde, Malezya’da… erkek ve hanım müslümanlar, bu giysi ve
davranış sahiplerine hiç duraksamadan kötü kadın damgası vurabilirler,
kendilerinden saymayacakları gibi, hicaplı/tesettürlü sınıfı küçük düşürdükleri
1629] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128 Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
- 694 -
için ajan muâmelesi yaparlar. Ama Batı ülkelerinde bu kıyafet ve tavrın, tepki
almadan kabul göreceğinden emin olabilirsiniz. Başörtüsü dışındaki bu giysi
ve davranışı kendi standartlarında gördüklerinden, “herhalde başı keldir de
kapatma ihtiyacı duyuyordur veya başına bir bez bağlamaktan zevk alıyordur,
imaj anlayışıdır, bu tür değişiklikle dikkat çekmek istiyordur” şeklinde
değerlendirmeler yaparlar. Türkiye’deki fanatik laikler ve Kemalistler gibi
(çoğunluğun tavrı ve çoğu özelliğiyle) âhı gitmiş vâhı kalmış başörtümsü cicili
bez karşısında katı ve uzlaşmaz tavır takınmazlar.
“Bunlar (iki inanç, iki grup) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara
(bağlanıyorlar, benziyorlar) ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar)
yol bulamazsın.”1630 Hem Allah’ı, hem şeytanı râzı etmeye çalışmak, sadece
şeytanı râzı edecek gülünç tavırlara, aldatış ve aldanışlara götürür insanı.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden
öyle davrananların cezâsı ancak dünya hayatında rezillik, rüsvaylıktır; Kıyâmet
gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan
asla gâfil değildir.”1631; “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri
şeriat (dinî kaide) kılan şirk koştukları ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü
olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler
için can yakıcı bir azap vardır.”1632 Hakla bâtılın koalisyonu, güzel bir içeceğin
zehirle karıştırılmışı gibidir. Altısı içinden, altısı dışından tavırlar dinle alay
etme gibi değerlendirilebilir. Müslümanlığı çok kötü temsil eden kimselerin
zararları, müslüman olmayanlarınkinden daha büyük olur çoğu zaman;
akılsız dost ve akıllı düşman misali. İslâm’a en büyük zarar, tarih boyunca
hep içeridekilerden gelmiştir. Dini yanlış temsil ile “müslümanlar işte böyle!”
dedirtecek tavizci anlayışa ve kötü örnek olarak dini de küçük düşüren tavırlara
kimsenin hakkı yoktur.
Bütün bunların yanında saçının tekinin bile gözükmemesine ciddi özen
gösterilerek takınılan ve çoğunlukla “bone”li başörtüsü; rengârenk, bin bir
desen, cıvıl cıvıl. Anadolu’daki fazla kültürlü olmayan bayanların kıyafetinin
diğer bölümlerinde bu denli yozlaşma olmamasına rağmen, başörtü bağlama
konusunda biraz ihmalkârlık biraz alışkanlık gereği, yer yer saçlarından bir
kısmının bazen veya devamlı gözükebilecek şekilde başörtüsünde gevşek
davranmalarına tam ters bir uygulamayı andırıyor, büyük şehirlerdeki bu
fotoğraf. Çok kültürlü olmayan halk sınıfından geleneksel örtünmeyi sürdüren
1630] 4/Nisâ, 143
1631] 2/Bakara, 85
1632] 42/Şûrâ, 21
- 695 -
bayanlar, başörtü örtme biçimine kadar örfleştirip âdetleştirdikleri şuursuzca
örtünme görüntüsü sergilerken, onlardan ayrıldığını gösterme ihtiyacı duyan
ve kültürlü olduğunu düşünen modern örtülü bayanlar da, saçlarını örtme
konusunda gösterdikleri titizliği; başörtüsünün süslü câzibiyetinden kaçınma
hususunda, başörtüsü dışındaki giysi ve tavır konusunda (sanki bilinçli ve
kasıtlı bir tavırla) göstermekten kaçınıyorlar.
Renk-renk, moda moda başörtüler, atlası, ipeği, yerlisi, ithali, bin bir çeşit…
Ama, farklı etiketlere, değişik firma isimlerine aldanmayın; hepsinin markası
tek: “Bak bana!” marka.
Dışı kâfirleri hâlâ yakmayı sürdüren başörtüsü, içi uzun zamandır
müslümanları yakıyor. Bâtıl cephesinde yeni bir şey yok; ilkeli de çağdaşı da
aynı. Batının ve her çeşit bâtılın geleneksel tavrı değişmiyor: Zorla hakkından
gelemediği hakkı, hile ile yozlaştırıp tahrif etmek. Yaşadığımız coğrafyada da bu
filmin başörtülü versiyonu vizyona kondu; kanun ve baskılarla alt edemedikleri,
önünü alamadıkları başörtüsünü cıvıklaştırarak yozlaştırdılar. Light İslâm,
sulandırılmış, kitabına uydurulmuş, ılımlı müslümanlık diye dillendirilen
İslâmizasyon anlayışının ne ölçüde tutacağını başörtülüler üzerinde test etti
global ifsat çeteleri ve maalesef umutlanacakları netice aldılar.
İmanla, tevhidle bağı koparılan, hiç değilse zayıflatılan ibâdetler, âdetlere
dönüşür. Başörtüsü de öyle oldu. Kültürsüz halk kesiminde ninelerin,
hizmetçilerin, temizlikçilerin ya da köylü kadınların geleneksel başörtüsü, âdet
kabilinden değerlendirildiği için egemen güçlerin bunu hoşgörüyle (en azından
düşman olunmaya gerekli olmayan, tahammül edilebilir şekilde) karşıladıkları
bilinen husus. Şehirli bayanların, kültürlü kesimin de başörtüsü, çok yönlü
yönlendirmelerle âdete dönüştürüldü. Böylece derin egemen güçler, onu irtica
(yeni adıyla siyasal/İslâmî) simge görmüyor artık; âdete dönüşen başörtüsüyle
çabuk uzlaştılar. Yeter ki imanın yansıması olarak örtülmesin örtü, yoksa
bir kimlik alâmeti ve müslümanlık sembolü olmaktan çık(arıl)mış bir bez
parçasıyla kimsenin bir alıp veremediği olmaz. Bizim açımızdan, yukarıda
resmedilen şekliyle sorun büyüdü; zâlimler ve düzenbazlar için de o oranda
sorun olmaktan çıktı başörtüsü.
Gazinoda, pavyon veya plajda, yani en azından gözlerin haramlarla meşgul
olduğu bir mekânda başında “imam sarığı” ile dolaşmanın durumuna benziyor;
çarşı pazardaki dikkat çekici tavırlarıyla başörtülü kızın tavrı. İmamın sarığı
beyaz olduğundan, en küçük bir leke kaldırmadığı ve hemen göze battığı gibi,
taç gibi başlara yerleşen ve sarıktan daha simgesel ve ulvî değeri olan başörtüsü
de, takılan başı baştan aşağı güzelleştirmeli. Yoksa, sarığı ve başörtüsünü
- 696 -
kirletenler, farkında olmadan da olsa “din”e düşman kazandırmanın vebâlini
taşımış olurlar başlarında örtü yerine. İslâm’ı yanlış tanıtıp kötü örnek olarak
bu modern başörtülü kızlar, bilmeden ve istemeden de olsa İslâm’a zarar
veriyorlar. Buna rağmen, “Ne biçim “müslüman kız” bunlar, müslüman “kız
bunlara!” diyemiyoruz. Kendimiz kız(a)mıyoruz, acıyoruz, bu kızlarımıza.
Bunların konumu, müslümanlığın bu ülkede ne hale getirildiğini gösteriyor.
Câhil bağlılarının ya da kendini bağlı zanneden mensuplarının dine bakışını
ele veriyor. Yozlaştırılmış, sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dinin başörtü
versiyonu da böyle oluyor demek ki. Amerikancı müslümanlığın, düzene
uygun demokrat müslümanlığın, fri takılmanın, özgürleşmenin yansıması
bunlar. Dine karşı din, başörtüsüne karşı başörtüsü. İçi boşaltılmış tesettür.
Vitrinci, slogancı tavrın neticesi. Modern muharref müslümanlığın göstergesi,
hakla bâtılın giysideki koalisyonu.
- 697 -
73. HUTBE
TAKVÂ GIYSISI VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -2-
Âyet :
يَا بَن۪ٓي ادَٰمَ قَدْ انَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لبَِاساً يُوَار۪ي سَوْاتٰكُِمْ وَر۪يشاً۠ وَلبَِاسُ التَّقْوٰى ذٰلكَِ خَيْرٌۜ ذٰلكَِ مِنْ
ايَٰاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ يَا بَن۪ٓي ادَٰمَ لَ ا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَٓا اَخْرَجَ اَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ
يَنْزِعُ عَنْهُمَا لبَِاسَهُمَا ليُِرِيَهُمَا سَوْاتٰهِِمَاۜ انِهَُّ يَرٰيكُمْ هُوَ وَقَب۪يلهُُ مِنْ حَيْثُ لَ ا تَرَوْنهَُمْۜ انِاَّ جَعَلْنَا
الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ لِلَّذ۪ينَ لَ ا يُؤْمِنُونَ
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise
indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir.
Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan,
ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya
düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi
görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”1633
يَٓا ايَُّهَا النَّبِيُّ قُلْ ل اِزَْوَاجِكَ وَبَنَاتكَِ وَنسَِٓاءِ الْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪بيبِهِنَّۜ ذٰلكَِ ادَْنٓىٰ
اَنْ يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını
örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan
budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1634
وَقلُْ للِمُْؤْمِناَتِ يغَْضُضْنَ مِنْ ابَصَْارهِِنَّ وَيحَْفَظنَْ فرُوُجَهُنَّ وَل اَ يبُدْ۪ينَ ز۪ينتَهَُنَّ الِ اَّ مَا ظهََرَ مِنهَْا
وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلٰى جُيُوبِهِنَّۖ
“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini
muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini
ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine
(kadar) örtsünler…”1635
Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü
1633] 7/A’râf, 26-27
1634] 33/Ahzâb, 59
1635] 24/Nûr, 31
- 698 -
asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu,
hikmetin yitirilmesi değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı
zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan
koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz,
kulak veya baş kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden,
ona alt yapı olan iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma
düşer/düştü. Başörtüsü, diğer İslâmî kıyafetle birlikte ve imana dayanan bir
davranış/yaşayış biçimiyle değerini alır; bunlardan bağımsız başörtüsünün
Hindistan’ın millî kıyâfetinden farkı olmaz. Şuurlu ümmete “bu şekliyle
başörtüsü, uğrunda can verilecek bir değer değildir” dedirtir, sahibine Allah
indinde rızâ ödülü kazandırmaz.
Hakları kalmasın, bu manzarada yeşil sermayenin, “başörtülü tezgâhtar
aranıyor” diye kapısına yazı yazan yeşil holdingden hacı amca tuhafiyecisine
kadar esnafın, manken tipli başörtülü eleman arayanların, başörtülüleri plajlara
alıştıran Kapris Oteli ve benzerlerinin, tesettür mayolarının, bu sektörden
geçinen çeşitli alandaki iş piyasasının, özellikle tekstil firmalarının, ha bir de
Tekbir(!) giyim ve benzerlerin, onların icadı başörtü defilelerinin büyük rolü var.
Ama bu roller içinde en önemlisi, başörtüsüz ve başka örtüsüz resimlerin yer
aldığı boyalı basında bile eleştiri almadan iki-üç günde bir farklı bir giysi ile boy
resmi çıkan först leydi Emine Hanım’ın rolü ve çeşitli belediye kuruluşlarında
boy gösteren başörtülü kızların figüranlığı. Olumsuz değişim rüzgârı bu konuda
da iktidar cephesinden esti. Avrupa Birliği araştırıp öğrense başörtüsünü Avrupa
kriterlerine uydurdukları için mevcut iktidara ne tür ödül vereceğini şaşırır.
Giysisiyle kültürlü olduğunu göstermek istiyor kızlarımız; tabii bu kültürün
İslâmî bir kültür olmadığını önemsemeden. Kimlere benzemeye çalışıyorsa
onlardan sayılacağını unutuyor. Genç ve özellikle güzel gözükmek istiyor
sokaktaki ve iş hayatındaki bayanlar. “Örtülü isek, bizim de güzel gözükme
hakkımız yok mu?” diyorlar; müslüman hanımın cehenneme gitme (erkekleri
de itme) hakkı araması gibi bir şey bu. Şeytânî düzenlerin oyununa geldi
insanımız. “Başörtülü bayanlar yeter ki çarşıya pazara dökülsünler, zarûret
olmaksızın ve uygun ortam aranmaksızın çalışma hayatına girsinler, lisesi
üniversitesi ve diğer kurumlarıyla düzenin çarkları arasına sıkışsınlar, moda
oltasına takılsınlar… gerisi kendiliğinden gelir” hesabıyla tuzaklar kuruldu ve
kolay avlandı kızlarımız. Cennetin bedelini unuttular, ellerindeki Paris biletiyle
Mekke’ye gideceklerini umdular.
Tesettür anlayışı konusunda İslâm’la bugünkü müslüman arasında dağlar
kadar fark oluşmuş durumda. İslâm, sadece başörtüsünü, sadece türbanı
- 699 -
emretmiyor elbette. Tesettür bununla bitmiyor. Sınıflarda pardösü çıkarılarak
etek-bluzla oturan; kanı kaynayan genç erkeklerin ve öğretmenlerin her türlü
bakış ve tavırlarına, sözle ve gözle saldırılarına muhâtap korumasız bir kızcağız.
Evinde erkek misâfirlere bile gözükmeyen hacı, hoca çocuğu bu müslüman
kızların, amfi ve sınıflardaki, kantinlerdeki kızlı erkekli karma eğitim ve
eritim içinde bulunmasının nasıl bir tezat teşkil ettiği kimsenin eleştirisini bile
almıyor.
Üniversitelerde kızlar başörtülü olarak okuyabiliyor. Bu hükümet,
başörtüsü meselesini çözdü, diye kimileri salakça övgüler yağdırıyor yönetime.
Başörtüsüne kurban ettiler tesettürü, hayâyı, iffeti. Bırakın takvâ elbisesini,
normal tesettür değil, başörtülülerin kıyafeti. Başörtüsünü ayağa düşürenlere
ödül vermek istiyor halk. Tesettürsüz başörtüsünden, İslâm’ın yasakladığı ne
varsa hepsinin bulunduğu üniversitelere başörtüsüyle girebilmekten başka
iktidarın yaptığı hayır adına bir şey yok. Bu şekliyle başörtüsünün serbest olması
mı daha iyi idi, olmaması mı, tartışılır. Bunlardan çok daha önemlisi odur ki:
Kâfirlerin işgaline uğramış olan müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkelerde
mü’minlerin okullarda imanına müsâade edilmiyor. Putlar ister istemez
sevdiriliyor, övdürülüyor. Ders diye nice terslikler oluyor, küfür kelimeleri
söylettiriliyor, en azından dinlettiriliyor, puta tapma törenleri icrâ ettiriliyor...
Bunlara normal gözle bakılır, ses çıkarılmaz, tepki gösterilmezken, tesettür
ve hicab görevini ne kadar yaptığı da şüpheli olan salt başörtüsü serbestisine
methiyeler düzülmesi mi gerekiyor? Din ve imandan daha mı önemli bu?
İnsan sadece diliyle konuşmaz. Eskilerin hâl dili dediği iç lisânı da vardır.
Beden dili denilen, vücudun aldığı şekille, organlarının gösterdiği özel tavırla
da konuşur. Araştırmaların gösterdiği çarpıcı sonuç; beden dilinin, konuşma
dilinden çok daha etkili olduğu şeklindedir. Beden dili, sadece organların değil,
aynı zamanda organların örtüldüğü giysi ile de yakından ilgilidir. Yani, insan
üzerindeki elbisenin de bir dili vardır, o da konuşur. Dâvet eder, mesâfe koyar,
karşısındaki ile samimiyet veya resmiyeti ifâde eder. Elbise, aynı zamanda
bir kimliktir, şahsiyet belirtisidir, örfün tercümanıdır. İnsanın temizliği,
pejmürdeliği, düzeni, zevki, kültürü, muhâtaplarına verdiği değer ve saygısı
da giysisinden anlaşılabilir. Her şeyden önemlisi, elbise bazen insanın hangi
dini tercih ettiğini, ya da diniyle ne tür bir ilişki içinde olduğunu da belirtir.
Mesajdır giysi, çağrıdır, ya da korunmadır.
Giysinin temel olarak üç özelliği vardır: Tesettür/örtme, koruma ve süs.
Bunlar içinde en önemlisi, giysinin insanı örtme özelliğidir, yani tesettür.
Giysiden mahrum kalmak, çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın
- 700 -
görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine
engel olmasına fırsat vermektir. Şeytan Cennette Hz. Âdem ve eşinin çıplak
olması için bütün planlarını kurmuş ve onların cennetten çıkarılmalarına
sebep olmuştu. Onlar da birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulundular,
örtündüler ve Allah da onları affetti. “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana ve babanızı
(Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini
soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin.
Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz
Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.”1636 Hz. Âdem ve Havvâ’da
isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti olarak ortaya çıkan çıplaklık,
bu kişilerin nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın
görüntüsü, şeytana uymanın özelliğidir.
Bir başörtüsü sektörü oluştu; kapitalizmin örtülü versiyonu olarak türban
rantı ortaya çıktı. Bin bir çeşit desen ve renk cümbüşüyle Doğu zevkine hitap edip
başörtüsü üreten yüzlerce yerli ve yabancı firma, ithâlatçılar, sadece başörtüsü
satan mağazalar, başörtü modaları, başörtü defileleri, başörtülüler için özel
mayolar… İçinde müslümanların da yaşadığı kapitalist düzenlerde finans
kurumları nasıl bir görüntüyle, hangi görevi yerine getirmek için kurulmuş ve
düzen açısından nasıl sakıncasız (hatta faydalı) görülmüşse; başörtülü kızlar
da o amaç için “Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler olan”1637 çarşı ve pazarlara
çıkarılmıştır. Kapitalizmin nimetlerinden(!) mahrum olmadan fâizden kaçmak
isteyen kimselerin paralarını piyasaya, dolayısıyla kendi kasalarına çekmek
isteyenlerin finans kurumları aracılığıyla bu işi yaptıkları gibi; açık saçıklardan
biraz rahatsız olanların paralarını ve ilgisini çekmenin kapitalistçe yolu oldu
başörtülü tezgâhtarlar, başörtülü sekreterler. Bunca işsiz erkek varken, bu kızlar,
hangi özellikleriyle tercih ediliyor dersiniz? Ya da ille bayan gerekiyorsa, niye
özürlü bir bayan, yaşlı bir bayan değil de; manken ölçülerine uygun yapıda genç
bayanlar isteniyor? Haa, başlarında mendil kadar bir başörtüsü olacak; başka?
Başka diğer açık kadınlardan farklı bir durum olmayacak. Telefona bakmak,
ya da müşteriyle ilgilenmek için manken gibi olmanın avantajını insanî akıl
ve İslâmî kültür mü, yoksa şeytânî düzen ve sömürücü görüş mü söylüyor?
Kime ve neye hizmet ettiğini, neyi âlet edip sömürdüğünü para denilen câzip
şeytan haydi işverene düşündürtmüyor. Peki, ya siz başörtülü kızlar, bunların
sizi sömürüp kullanmasına, bundan da kötüsü sizin örtünüzü istismar
etmesine, güzelim örtüyü sizin elinizle katran kazanına koymalarına, dünyada
1636] 7/A’râf, 27
1637] Müslim, Mesâcid 288
- 701 -
izzetinizin, âhirette cennetinizin çalınmasına nasıl rızâ gösteriyorsunuz? Değer
mi üç kuruş para veya meymenetsiz insanların keyfi/beğenisi için bunlar?
Özgürlük mü zannediyorsunuz bu köleliği, bu kullanılmayı, bu metâ ve nesne
haline getirilmeyi; hâlâ akletmiyor musunuz? Başörtüsünü başınıza aldığınız
gibi aklınızı da başınıza alın, şeytanın ve şeytanlaşanların oyuncağı, kölesi
olmayın.
Düşünebiliyor musunuz, İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi
hanımlara üstünlük verdiren o başların tâcı, kapitalizmin hizmetinde, daha
kötüsü (söylemesi zor da olsa söyleyelim:) cinselliğin, göz zinâsının hizmetinde.
Kapitalist ve materyalist dünya her şeyi o denge(sizlik)de tutuyor: Arz
talep. Üretim ve tüketim için bu böyle olduğu gibi, çeyrek tesettürlü bayanlar
konusunda da bu böyle: Çıplaklardan hoşlanmayan, hele onlarla asla evlenmek
istemeyen çok sayıda muhâfazakâr genç erkek var; bunlar için de çarşıda pazarda
delikanlıların ilgisini kendisine çekmeye çalışan ve bu erkeklerin zevkle bakıp
(tabii iyi niyetle canım, ona ne şüphe!) hoşlanacağı tipler gerekli. Piyasa şartları
böyle oluşacak, bir taraftan fitne kazanı kaynarken, bir taraftan başörtüsü
sektörü piyasaları canlandıracak, her çeşidiyle sömürü artmış olacak. “Günün
hatta akşamın her saatinde bunca başörtülü kızın çarşıda sokakta ne işi var?”
diyen bile artık yok. Evi hapishane gibi gören kızlar ve genç kadınlar artık
sokaklarda göz hapsinde yaşadıklarını, özgürlük adına erkeklerin göz zevklerine
gönüllü kölelik yaptıklarını ya düşünmüyor, ya da bundan şeytânî şekilde zevk
alıyorlar. İslâmî ahlâkın sokaklara hâkim olmadığı bugünkü çarşı ve pazarlar,
hanımıyla erkeğiyle müslümanların, özellikle gençlerin ancak çok zarûrî bir
işleri varsa, zarûret miktarı çıkıp dönecekleri (benzetme yerinde ise tuvalet gibi)
mekânlardır. Kapitalistleşen ve Allah korkusundan sıyrılan insanların mâbedi
ve köle pazarı haline gelen, kapitalizmin can damarı çarşı ve pazarların Allah
nazarındaki yerini Peygamberimiz belirtiyor: “Allah’ın en çok sevdiği yerler
mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.”1638
Makyajın rengine uygun başörtüsü ya da başörtüsüne uygun renk ve biçimde
kıyafet; başörtüsü modası denilen yeni moda türedi. Her dışarıya çıkmadan
önce ütüden geçirilen, ayna karşısında yarım saat uğraşılarak takılan, kendisine
verilen para ile Afrika’da bir kadının hayat boyu kendini tümüyle örtecek giysi
alabileceği bir aksesuar.
Bu tavırlara bakarak “bu hanımlar kapanmak, Allah rızâsına uygun şekilde
örtünmek için, nâmahrem bakışlara dur demek için başörtüsü takıyorlar”
1638] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671
- 702 -
diyenler beri gelsin; Allah sorarsa bu tavırlara olumlu şâhitlik yapabilecek kaç
kişi çıkar dersiniz? Cinsel çekiciliği/câzibeyi kitabına/eşarba uydurup gözü
(haramlara) açık safları kandırmak isteyen şeytan, insana sağdan yaklaşırken
başörtüsü şeklinde flama kullanıyor olmasın? Yoksa bu yozlaşmış acınası
başörtülüler, erkeklerin dikkatini bu şekilde daha çok çekmek için başörtüsünü
yem ve istismar aracı mı görüyorlar? Hayır, başörtüsü erkek alıkları avlamak
için volta atanların oltaya taktıkları av olamaz, olmamalıdır!
Hayır, bin kere hayır! Medine’de Kaynuka Oğullarından yahûdilerin, yüzünü
açmak istedikleri ve onu savunan müslümanın bu zulmü yapanı öldürüp sonra
şehid edilmesine sebep olan ve Rasûlullah’ın bu olay akabinde uğrunda savaş
verdiği hanımın örtüsü böyle değildi.
Maraş’ta savaş pahasına savunulan başörtüsü bu tip başörtüsü değildi.
Nur sûresi 31. âyette mü’min hanımlarının yakalarının üstüne örtmeleri
emredilen ‘humur/hımâr’ bu başörtüsü değildir.
Ahzâb sûresi, 59. âyette mü’min hanımlara emredilen cilbâb; üstlerine
giymeleri gereken dış elbise, şu çarşı pazarda boy gösteren bayanların giydiği
pardösümsü giysi değildir, hayır!
Hz. Âişe annemizin, ensar kadınlarının özelliği olarak anlattığı, başörtüsü
emrinin hemen ertesi sabahı, sanki başları üstünde karga var gibi örtüler içinde
sabah namazına gelen kadınların örtüleri değildir bu başörtüsü.
Yirminci asrın ortalarına kadar dünyanın hiçbir yerinde ve Osmanlı’da
mü’mine hanımların örtülerinin benzeri değildir bu çeyrek örtüler, namaz
örtüsüne benzemiyor bu başörtüler.
Doğuda, insanlar geniş/bol, uzun elbise giyerler, başlarını örterler iken;
Batıda tam tersi dar, kısa giyerler ve başları açıktır. Günümüz dünyasında Batı
ile Doğu özellikleri kaybolup dünya globalleşir/küreselleşirken, Batı Doğuyu
her konuda kendine benzetip kendi kültürünü dayatarak farklılıkları imhâ
ettiği halde, yine de giysilerdeki bu farklılıklar kısmen korunmakta, özellikle
dinin bu farklılıkları korumada özel konumu hâlâ direnci canlı tutmaktadır. Bir
köyün, bir şehrin müslüman beldesi mi, hıristiyan yerleşim yeri mi olduğu daha
uzaktan görünen minâresinden ya da çan kulesinden belli olduğu gibi; elbise
de bir kimsenin mü’min mi, kâfir mi olduğunu zâhiren yansıtma özelliğini
gösterebilir. Zâhirle bâtın, dış ile iç, kalıp ile kalp arasında zannedildiğinden
çok fazla ilişki vardır. Bu ilişki, eğer uyum içinde değilse; birinin tümüyle
ötekine baskın çıkıp aradaki uzlaşmazlığı kaldırıncaya kadar sürer. Elbisenin
- 703 -
sadece dinin zâhiri ile, dinin emirlerine şeklen teslimiyet ve fetvâ ile değil; aynı
zamanda dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı
elbiseye bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu
giysi ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya
yetmeyecektir. Edep, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum,
Arapça’da hicab kelimesiyle ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını
ortaya koyduğu için, “giysili çıplak” olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi
kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ
ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler
kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı
cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı
şeytanî güzellikleri, yani çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.
Takvâ giysisi, edep, iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda,
evde, çevrede ve özellikle okullarda çocukluğundan beri veril(e)mediği için
çeyrek tesettürlüler, yani “örtülü ama tesettürsüz” kimseler ortalığı kaplamaya
başladı. Takvâ giysisinin önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı
unsurlardan yalıtılmış şekilde, sadece “başörtüsü” vurgusunun sebep olduğu
değerlendirilmelidir. İş, bırakın takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan,
sanki İslâm’ın tesettür ve hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta
maskaralığa bile dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan,
ama takvâ giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin
fıkhen câiz olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret
ederek parmağına “haydi gel!” dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden
yola çıkarak göz kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki
sokağı, caddeyi, okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş
gerçekten çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri
ve tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu
halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli
olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta
birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir.
Elbise de konuşur. Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi
aracılığıyla da konuşur. “Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan
korkan bir müslümanım. Toplumun ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı
bulunduğum sosyal hayatta şu anda ben bir dişi olarak değil, kişi olarak varım.
Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi kendi vücudum da bana emânettir,
Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl örtmem gerektiğini de Sahibi
bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım yüzünden de başka erkekleri
- 704 -
günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem! Kıyâfet tercihimle
ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını istemiyorum” şeklinde
kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı renk ve desenleri,
diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak bağırıyor: “Hey erkekler, ben
buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi çekip kendime baktırmak
için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne uğraşlar verdim. Nasıl,
yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer giysilerimle. Karar
veremedinse tekrar bak, bir daha bak! Ha, nasıl olmuşum, güzel miyim, bu
giysilerimle daha da güzelleşmiş miyim? Cevabını şimdilik gözlerinle ver, e
mi?”
Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû
olmayan cinsel isteklerden ve ona yaklaştıran olumsuzluklardan sakınmak
ve sakındırmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, hem kendilerinin ve hem
hanımların iffetini korumak içindir. Bugünkü çeyrek tesettürün bunları
hakkıyla yerine getirdiğine bin şahit lâzım. Bir şey, maksadından soyutlanarak
algılanırsa işte böyle sulandırılır, yozlaştırılır.
Tesettür, kadının kimliğini öne çıkaran bir onurdur. Müslüman hanımın,
toplumda dişiliğiyle değil, kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan, kadının
sömürülmesine ve eziyet edilmesine karşı, koruyucu bir kalkandır. Kadının
teniyle, derisiyle değil; insanî özellikleriyle topluma katılma arzusudur. Bir
bilinçtir, bir cihaddır, bir ibâdettir tesettür. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna
düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne
batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine
karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle
İmam Hatip’te, üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya
âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında ve onunla bütünleşen tesettür
ve müslümanca kişilikte düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir.
Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini kabul edişin
belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı
kadınımızın cihadı, örtü de gerçek özgürlük bayrağıdır. Materyalist modern
insan; imajı, vitrini, kaportayı, yani madde cinsinden ve göz boyayacak
şeyleri özün yerine koydu. Bunun kadın açısından durumu da şu: Fark edilip
beğenilmek isteyen bir kadın; teniyle, çekici kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu
gerçekleştirecek, toplumda bu özelliklerle yer edinecektir. İnsanî erdemlerle,
hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini ispatlamak, ancak kulluk şuuruyla,
İslâm kimliğiyle ve gerçekten hür kadınlar için sözkonusu olabilir. Kadın
edilgenlikten, sömürüden, metâlaşmaktan, nesneleşmekten, kendi nefsine
köle olmaktan veya kendi nefsine köle olanlara kölelikten kurtulmak ve
- 705 -
erkek egemen dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun yolunun
kesinlikle tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir yaşayıştan, İslâmî
bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve mutluluğuna giden
yol, çarşı ve pazardan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar veya bulunduğu
sanılanlar, yine bir sokakta kaybedilecek şeylerdir. O olmadan tesettürün de
olmayacağı, ama sadece kendisiyle işin bitmediği bir başlangıç olan baş tâcı
başörtüsü, dişiliğin örtülmesi olarak görüleceği yerde, dişiliği öne çıkarmanın
çarpık bir aracı haline d(ön)üşmüşse, artık tesettürün bir cüzü bile olmayan bu
bez parçasını başına koyan örtülü çıplak, Allah’ın değil; hevâsının/hevesinin,
ins ve cin şeytanlarının kulu olmuştur.
Çeyrek tesettür anlayışı, çeyrek din anlayışı demektir. Aslında, kadınıyla
erkeğiyle günümüz Türkiye müslümanı, çoğunlukla diğer dinî algılayış ve
yaşayış konularında da benzer tavır içinde. Başörtüsü, başların üstünde olduğu
ve sokakta çarşıda (sevinemiyoruz maalesef) çokça başörtülü boşta gezen (ya da
görücüye çıkıp bir şeyler arayan) kız olduğu için göze batıyor da ondan. Hani bir
zamanlar yetkili bir Türk büyüğü(!), öyle diyordu ya: “Bu memlekete komünizm
gelecekse onu da biz getiririz.” Bu sözdeki komünizm kelimesini başörtüsüyle
değiştirerek aynı sözü söylüyor şimdiki etkili ve yetkililer. Ve getirdikleri
başörtüsü de bu. “Olmaz olsun böyle başörtüsü!” dedirtmek istiyorlar topluma.
Önceleri sosyete çıplakları şöyle diyordu: “Biz ne çarşaflılar gördük, ne haltlar
ediyorlar…” Bu cümleden sonraki ifadeleriyle % 99,9 yalan söylüyorlardı. Ama,
şimdi artık sadece sosyeteler değil, halkıyla elitiyle, her kesimden insan hem de
nice gerçek olaylar ve gerçek görüntülerle delillendirerek “biz ne başörtülüler
gördük, ne haltlar ediyor…” diyebiliyor, hiçbir müslümanın onaylayamayacağı
cinsten aşırı özgür tavırları, yanındaki erkekle fingirdeşen başörtülüleri ve cıvık
davranış ve başörtüsüyle taban tabana zıt giysi veya giysisizlikleri, makyajlı
rujlu, allıklı pudralı, manken yürüyüşlü başörtülüleri gösteriyor.
Güler misiniz, ağlar mısınız? Ben ağlanılması gerektiğini, ama ağlamaya bile
vaktimizin olmadığını, bunların bizim insanımız, en azından bizim mesajımıza
düşman olmayan, bize yakın insanlar olduğunu değerlendirmekten yanayım.
Bütün bu yanlış/çirkin tavırlar gösteriyor ki, şuurlu müslümanlara, hepimize
çok iş düşüyor. Eğer biz yeterince İslâm’ı, tevhidi, Allah’ı, O’nun emir ve
yasaklarını, bütüncül olarak doğru bir şekilde anlatabilseydik, söylediklerimizi
yaşayabilseydik, çevremizdeki çirkinlikleri nehy edebilseydik bu anormal
manzaralarla kesinlikle karşılaşmazdık. Nitekim, din eğitimi yönüyle temeli
sağlam atılmış olan köklü ve sahih din/tevhid öğretimi ve eğitimi/terbiyesi alan
kızlarda savrulma daha az olmakta.
- 706 -
İçinde bulunulan mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Câhilî
eğitim veren kurumlara, câhiliyye köle pazarlarını andıran çarşı ve pazarlara
salıverilen insanların da bulunduğu ortamdan etkilenmemesi için çok ama çok
sağlam bir tevhidî şuura, her bedelini ödemeye hazır güçlü bir imana ihtiyaçları
vardır. Meyve veren her bitkinin her toprakta yetişmediğini, bazı yerlerin ayrık
otlarına, kaktüs ve zehirli bitkilere çok müsait olduğunu hatırlayalım. Başında
güzel meyve cinsinden başörtüsü bulunduran kızlarımız birer fidandır. O
fidanın her bir yanını ahtapot kollarıyla zehirli sarmaşıklar sarıyor ve meyve
verecek özünü vampir dişleriyle emmeye çalışıyorsa, öyle bir genç ağaçtan güzel
bir meyve bekleme şansımız pek olmayacaktır. Balık için su ne ise, tesettür
de müslüman hanım için odur. Su, balığın, içinde yaşayamayacağı oranda
pislenmiş, zehirli atıklarla bulanmış ise balığın hali ne olur? Tâğûtî düzeni ve
kurumları reddetmeden, çocukların aldıkları çarpık eğitimi hatta onaylayan
bir tavır içinde, televizyonun yetiştirmesine açık şekilde ve nefsânî tarzda
özgürce, yani başıboş tarzda caddelerde, sokaklarda gezip tozmayı, bakıp
baktırmayı ihtiyaç sayan kızlarımız yetişirken sonucun böyle olacağını hesap
etmemiz gerekiyordu. Uzun da olmayan etekleriyle diz altlarını, hele yırtmaçlı
etekleriyle bacaklarını, kot ve benzeri pantolonla vücut hatlarını, bluz veya
tişörtle göğüs çıkıntılarını, üstünde hâlâ duruyorsa pardösü demeye bin şâhit
isteyen mont türünden ve daracık dış giysisiyle belinin inceliğini göstermekten
çekinmeyen başörtülü kızlarımız, başı açıklara geç de olsa uyarak düşük
pantolon ve açık göbek modasına da uyar ve teşhirciliğin bu kadar rezilcesine
de atılırsa şaşmamak lâzım. Başında başörtüsü var ya yeter, o kendini kapalı
sayıyor. Zaten yozlaşma ve dejenerasyon yavaş yavaş büyüdüğünden toplum
şaşmıyor, yadırgamıyor, doğal karşılıyor bütün bunları.
Hicabın, tesettürün içi boşaltılmış, sadece başörtüsü, varsa yoksa türban
kalmış. Onun da suyunu çıkartarak cıvıttılar; örtüsüz örtü gibi zıtlık ve
tuhaflıklar ortalığı kapladı. Her şeye rağmen başörtülü kızlar bu ülkenin gülleri,
fidanları, meyve vermesi beklenen ağaçları. Kökü kuruyan ağacın yaprakları
da tabii kısa zaman sonra kuruyacaktır. Ağacın kökü iman idi, sulanmadı,
beslenmedi, gıdasız bırakıldı bu ağaç. Hatta su diye kurutacak zehir verildi
özellikle resmî kurumlarca. Kuruyan kökün başörtüsü şeklindeki yaprakları
döküldü. Sulanması gereken bazı fidanlar ise sulanmadı, ama sulandırıldı;
câhiliyye kültürünün hormonlu bilgi kirliliğiyle yetişen körpe fidanlar
çürümeye başladı. Hormonla ve yanlış aşılarla özü kaybettirilen, genlerine/
fıtratına müdâhale edilen ağaçların meyveleri durumundaki başörtüleri de
kanserojen özellikler taşımaya başladı. Çöplükte gül bitebilir, ama gübrelikte
gül bitmez; bitse bile kokusu da aldığı gıda cinsinden olur; başörtüsü gibi açan
- 707 -
goncası/çiçeği huzur vermek yerine, çirkin görüntüsü ve kocaman dikenleri
göze batar.
Türkiye’de İslâm’la savaşan laik putperestler, İslâm’ın hayata yansıyan ve
kimlik görüntüsü veren özelliğinden dolayı başörtüsüyle birlikte tesettüre
tavizsiz bir düşmanlık göstermektedir. Bu topraklarda hakla bâtıl arasındaki
savaş, bazı simgesel alanlarda yapılıyor. O alanlardan biri de başörtüsü denilen
savaş alanı. Fetö ve elemanları başta olmak üzere başörtüsünü teferruat gören
ve açmanın en fazla küçük bir günah olduğunu düşünenler, başörtüsünün
simgesel konumunu, yani İslâm’ın günümüzdeki önemli bir sembolü olduğunu
görmezden geliyorlar. Sancağın/bayrağın basit bir bez parçası olmadığını, onun
çok önemli bir misyonu temsil ettiğini kabul eden kimseler, başörtüsünün
de dâvâ açısından bundan farksız olduğunu unutuyorlar. Bu topraklarda
her müslüman, başörtüsünü, belki normal ülkelerde ve normal zamanlarda
olduğundan daha fazla (râyet/sancak gibi) önemsemek zorundadır. Tamam da,
bu simgesel özelliğin abartılıp putlaştırılmasına da olumlu bakmamız herhalde
beklenilmemelidir. Tevhidî bağlamından koparılmış dinî özelliklerin insanı ve
toplumu kurtarması beklenemez. İbâdetlerin âdetleşmesi, ya da modern seküler
hayatın bir parçası, kapitalizmin işleyen bir çarkı konumuna girmesi, insanı da
yozlaştıracak ve yobazlaştıracaktır. Olan da budur. Sanıldığının aksine; yozluk
yobazlık da modern insana geleneksel kişilerden çok daha yakındır.
Altyapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan, takvânın
gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan onu doğuran temel değerden
yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü” evet,
itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız
peygamber sevgisi dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi
baş tâcı putlaştırılmaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi
olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: Öyleyse alın size başörtüsü;
sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!
- 708 -
74. HUTBE
TAKVÂ GIYSISI VE BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR -3-
Âyet :
يَا بَن۪ٓي ادَٰمَ قَدْ انَْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لبَِاساً يُوَار۪ي سَوْاتٰكُِمْ وَر۪يشاً۠ وَلبَِاسُ التَّقْوٰى ذٰلكَِ خَيْرٌۜ ذٰلكَِ مِنْ
ايَٰاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ يَا بَن۪ٓي ادَٰمَ لَ ا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَٓا اَخْرَجَ اَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ
يَنْزِعُ عَنْهُمَا لبَِاسَهُمَا ليُِرِيَهُمَا سَوْاتٰهِِمَاۜ انِهَُّ يَرٰيكُمْ هُوَ وَقَب۪يلهُُ مِنْ حَيْثُ لَ ا تَرَوْنهَُمْۜ انِاَّ جَعَلْنَا
الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ لِلَّذ۪ينَ لَ ا يُؤْمِنُونَ
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise
indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir.
Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan,
ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya
düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi
görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”1639
يَٓا ايَُّهَا النَّبِيُّ قُلْ ل اِزَْوَاجِكَ وَبَنَاتكَِ وَنسَِٓاءِ الْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَا۪بيبِهِنَّۜ ذٰلكَِ ادَْنٓىٰ
اَنْ يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını
örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan
budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1640
وَقلُْ للِمُْؤْمِناَتِ يغَْضُضْنَ مِنْ ابَصَْارهِِنَّ وَيحَْفَظنَْ فرُوُجَهُنَّ وَل اَ يبُدْ۪ينَ ز۪ينتَهَُنَّ الِ اَّ مَا ظهََرَ مِنهَْا
وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلٰى جُيُوبِهِنَّۖ
“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini
muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini
ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine
(kadar) örtsünler…”1641
1639] 7/A’râf, 26-27
1640] 33/Ahzâb, 59
1641] 24/Nûr, 31
- 709 -
Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği gibi
örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir eziyettir.
Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür; ama buna sebep
olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet ve zulümdür. İslâm’ın istediği
gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ giysisine özen göstermeden toplum içine
çıkan bayanlar, özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet
yapmakta, onların vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği
gibi tesettür ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören
erkeklerin haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu olma,
Allah’a kulluk yapma, haram işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler. O
yüzden tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan, kendisine gözüktüğü
tüm erkekleri taciz ederek kul hakkı suçu işlemektedir.
Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı
tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir
eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi eziyetlerden, çirkin bakış ve düşüncelerden,
teklif ve sataşmalardan korunmak isteyen bir bayanın şöyle düşünmesi
gerekir: “Başkasının bana cinsel tâcizde bulunmasını istemiyorsam, bana ait
güzellikleri allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek başkalarının
bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartmamalıyım.” Halk
da, bu konuda biraz kabaca şöyle şey eder: “Şey, şeyini şey yapmazsa, şey de şey
yapmaz.”
Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete geçen
söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolaysıyla
erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Örtü, erkeğe
İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu
yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz
kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden
korurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur. Yani örtü,
kadını ve erkeği günahlardan, şeytanî dürtülerden, fitnelerden, dolayısıyla
cehennemden korur.
Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde.
Kadınsı çekiciliği yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür,
bir moda olarak düşünülüyor artık. “Tesettür(!) defilesi” denilen ucûbeler,
bir taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da arzı körüklüyor.
Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken
müslüman bayan, (kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen
göstermezken) en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye
- 710 -
çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden
saymıyor... Akşam olunca da evindeki televizyonda, Filistin’li kızların dramını,
Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.
Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun
tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen,
çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine
özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza
kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da
erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme,
takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen
tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen
belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer
dejenerasyon aynı oranda sergilenecektir. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit
şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara kızmaktan,
hatta acımaktan da önce, kadın ve erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini
doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda
bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek
ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire
koşturmamız gerekiyor.
Eğer başörtülüler, gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan
dolayı başörtüsü örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan, yabancı
erkekler tarafından beğenilme arzusundan ve hevâya uymaktan, şeytanı
ve şeytanlaşanları râzı etme çabasından daha etkili olacaktır. O yüzden
insanımıza, özellikle başörtülü tesettürsüzlere şu hadis-i şerifleri hatırlatalım:
“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır:
Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk.
Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları
kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır.
İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen
kokusunu bile alamazlar.”1642
“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır.
Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları
lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.”1643
1642] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128
1643] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr
- 711 -
“Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen
kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar” buyurmuştur.1644
“Kadın, örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü
diker.”1645
Âişe (r.a.)’den rivâyete göre, bir gün Ebû Bekir (r.a.)’in kızı Esmâ (ki,
Peygamberimiz’in baldızıdır) ince bir elbise ile Allah Rasûlü’nün huzuruna
girmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ondan yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ!
Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının
görünmesi uygun değildir.” Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına
işaret etmişti.”1646
Yüce Peygamberimiz, zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle
oturuyorlarken ashâb-ı kirâmdan görme özürlü Abdullah ibn Ümm-i Mektûm
çıkagelince Peygamberimiz eşlerine: “Bu zâttan korunun, ona karşı örtünün”
buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: “Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil midir?
O bizi görmez, tanımaz ki (ondan sakınalım)!” deyiverdi. Bu söz üzerine
Peygamberimiz mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdi: “Evet (o a’mâdır,
görmüyor), ama siz de mi körsünüz? Siz de mi onu görmüyorsunuz? (Gözlerinizi
koruyun ve tesettüre uyun).”1647
“Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!”1648
“Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet
etti.”1649
“Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler
de çarşı ve pazarlardır.”1650
“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle)
bakmaktır.”1651
Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah’a (s.a.s.) ansızın bakıp görmenin hükmünü
sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu.1652
1644] Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s. 103
1645] Tirmizî, Radâ 18
1646] Ebû Davûd, Libâs 31, 34, h. no: 4104
1647] Ebû Dâvud, Libas 37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283
1648] Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25
1649] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
1650] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671
1651] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
1652] Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28
- 712 -
“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz...”1653
“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa kalmasın.”1654
“Kim dünyada şöhret için elbise giyerse Allah ona kıyâmet gününde zillet
elbisesi giydirir. Sonra da onu cehennemin alevli ateşlerinde yakar.”1655 Şöhret
elbisesinden maksat, başkalarına câzip görünmek ve fors satmak için giyilen
elbisedir.1656 İbnü’l Esir ise şöhret elbisesinden maksat insanların arasında göz
alıcı elbiseler giyerek büyüklük taslamak, kibirli tavra bürünmektir diye belirtir.
“Kim (dünyada, dikkatleri üzerine çeken) şöhret elbisesi giyerse, Allah,
alçaltacağı gün alçaltıncaya kadar, o kimseden yüz çevirir (rahmet nazarıyla
bakmaz).”1657
“Cennette bir kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha şeyden
daha
hayırlıdır.” Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, nasif nedir?’ “Başörtüsüdür” buyurdular.1658
Ve bir âyet-i kerime: “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi,
süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha
hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye
onları indirdi).”1659 Daha hayırlı olan “takvâ elbisesi” nedir?
Takvâ (din örtüsü) ile kişi, kendini korumaya, dinî hayatına
zarar verecek
şeylerden sakınmaya çalışır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını
savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için
zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden
saklayan
nöbetçiler gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve
doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızartacak
bütün
yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş ve davranış biçimi.
Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve namusuna zarar verecek
davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ elbisesi. Takvâ elbisesi, sırf Allah
rızâsı için ve emredildiği gibi, şuurla sevgi dolu teslimiyetle örtünmektir. Takvâ
elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim,
yani hayâ duygusu ve Allah’a
karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddî - mânevî ayıptan,
çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf
faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan
1653] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137
1654] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hacc 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7
1655] Ebû Dâvud, Libas 5, h. No: 4029, 4030
1656] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 94
1657] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 465
1658] Ahmed bin Hanbel, II/483
1659] 7/A’râf, 26
- 713 -
kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin
örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale
getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak
düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası
çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin
istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir.
Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman
olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu
bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka
çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın
ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak
Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.1660
Bazı bayanların aşırı serbest hareketler içinde, müslüman bir hanıma
yakışmayacak basit tavır ve başörtülerine uymayacak çirkinlikte kıyafetle
toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir şahsiyet problemidir. Bu
davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında
yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış
tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan bu çeyrek tesettürlü bayanlar, her geçen
gün daha da artmaktadır. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara
şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan
tümüyle uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.
Örtü Allah’a itaatin simgesidir. “Ben, vücudumda geçici bir süre duracak
olan bir kiracıyım, emânetçiyim” diye düşünmeli insan. Vücuduma ait hangi
organ olursa olsun o bana O’nun tarafından bir hediyedir. Hem de öyle değerlidir
ki, hiç bir hakkım yokken bana verilmiş. Bunun bana bir lütuf olarak verilmesi
karşısında ikram sahibine karşı kayıtsız kalamam. Bu, saygısızlık olur” diye
düşünmeli insan.
“Bu kadar lütuftan sonra... Evet, benim üzerimde hâkimiyeti ve merhameti
bu denli açık olan Zâta karşı yapmam gereken görev O’nun emir ve yasaklarına
uymak olmalı. Zira O beni benden iyi tanıyor. Bana neyin faydalı, neyin zararlı
olacağını benden iyi biliyor. Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları
o işlerin arkasına takan Zat, tesettürde de benim bilemediğim ve göremediğim
faydaları onun arkasına takmıştır” demeli ve itaat etmeli.
1660] 63/Münâfıkun, 8
- 714 -
İnsan şöyle düşünmeli; “Ben, bana ayda sözgelimi 500 dolar verene
günümden şu kadarını, şartlarını onun belirlediği işleri yapmak için veriyorum,
hatta aldığım ücret yüksekse bunu seve seve yapıyorum. Rabbim bana yığın
yığın nimetler veriyor. Bir gözümü milyarlarca dolara değişmiyorum, hayatıma
değerler biçemiyorum. Bana bu kadar nimetleri hiç liyâkatim olmadığı
halde veren Zâta karşı, değil günümün, ömrümün bütün zaman dilimlerini,
şartlarını Onun belirlediği kulluk için seve seve veririm. Bana bin dolar maaş
veren işverenimin bana emretme hakkı, benim de emredileni yapma görevim
varsa ve ben bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu olarak yapıyorsam ve
işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına katlanıyorsam; şunu da iyi
bilmem lâzım: Bana her şeyi veren Allah da bana emrediyor. Bin doları veren,
hayatımın bir bölümünü şekillendirme hakkına sahipse, Allah (c.c.) verdiği
şeylerle hayatımın tamamını istediği biçimde şekillendirme hakkına öncelikle
sahiptir.”
Sadece insan elbise giymez, giysi de insanı giyer, yönetir, yönlendirir. Dış,
için aynasıdır. Dışı İslâm’ın anladığı anlamda temiz olmayanın içinin de çok
temiz olmasına imkân yoktur. Kıyâfetin insan rûhuna etki ettiği de bir vâkıadır.
O yüzden kadın giysisi giyen erkek artık kadın gibi tavırlar takınır. Bunun tersi
de geçerlidir. O yüzden Peygamberimiz, çok küçük yaştaki çocukların bile
karşı cinsin elbiselerini giyinmelerini yasaklar, hatta karşı cinsi çağrıştıracak
renklerdeki giysileri de. İşte giysinin insan rûhuna bu etkisi, İslâm’ın uygun
görmediği tarzdaki kıyâfetin imana da zarar vermesine sebep olabilecektir.
Aynen gerçek imanın tam tesettürü, takvâ giysisini zorunlu kıldığı gibi.
İçinde, olması gerektiği şekilde iman esaslarını taşıyanlar için başörtüsü,
“başı gitmeden başından gitmeyecek” kadar değer ifâde ederken, içinde olması
gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf olanlar için ise, o hizmet için,
üniversite için tâviz verilebilecek bir teferruattır, olmasa da olur; ya da haram
bakışları uzaklaştırmak yerine çekiciliği artıracak şekilde istismar edilebilecek
bir oyuncak haline gelir. Şimdi ayrı bir risk daha eklendi; tesettürlülerin
demokratik curcunaya katılıp düzene entegre edilmeleri için istismar malzemesi
olma riski…
Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması, onun
yozlaştırılmasına sebep olabilmektedir. Başörtüsü dinin emirlerinden bir
emirdir. Birçok dinî görevin yerine getirilmesiyle başörtüsü ancak İslâmî
bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen ya da diğer giysi ve
davranışları başörtüsünün ruhuyla bağdaşmayan insanının başında ise o sadece
bir bez parçasıdır. Bir ev düşünün onun üzerinde bulunduğu arâzinin toprağı
- 715 -
gevşekse, yağan yağmur, esen rüzgâr onun toprağını oradan alıp götürüyorsa;
bu durum, ev içinde oturanlara güven vermeyecektir. Sağlam bir ev, ancak
sağlam bir zemin ve güçlü temel üzerine inşâ edilebilir. İşte aynen bunun gibi,
iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır;
başörtüsü ise bu binanın çatısı, tesettür/örtü ise onun dış cephesidir. Temeldeki
çürüklük binanın her yerine yansıyacaktır. Sağlam bir iman olmadan, başta
duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis,
şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup
gidecek veya başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır.
Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği
gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece
başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle
yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat
makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde
sadece tişörtlü etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece
tesettürü bile yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ
elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak; tavır, yürüyüş,
konuşma, gülme, aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek
tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak
tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala
kala sadece bir başörtüsü kaldı; o da tâğutlara başkaldırı anlamında baştâcımız
iken; şimdi tâğutî düzenleri güçlendirmeye, başa geçenleri kutsamaya âlet
olmaya başladı. Vay başımıza gelenler!
18 ilâ 20. Yüzyıl Türk tarihi, biraz da kıyâfetlerdeki acâyip ve hızlı
değişimin tarihidir. Tanzimat denilen Batıya entegre olma, yönetimi ve halkı
Batılılaştırma çabası, hayatın her alanında olduğu gibi, kıyâfetlerde de büyük
kırılmanın başlangıcı olmuştur. Bu kırılma, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki
devrimlerle, kop(arıl)ma noktasına getirilmiştir. En önemli devrimlerin
kıyâfetle ilgili olması, giysinin sadece bir görüntüden ibâret olmayıp oradaki
değişimin kişinin inanç dâhil, tüm dünyasını değiştireceği gerçeğinden yola
çıkılarak yapılmıştır. Tanzimat’la birlikte halkın giysi özgürlüğü baskı altına
alınmış, devlet zoruyla kişiler Batılı giysilere mecbur edilmiştir. II. Mahmut
zamanında başlamış olan bu faşizan, baskıcı, ceberut tavır, günümüzde de
hâlâ sürdürülmektedir. Pantolon, ceket ve kravatı devlet dairelerinde zorunlu
hale getirip “modern kâtip” giysisini dayatma ile yetinilmemiş, Yunanlıların
başlarına geçirdiği kıyâfet olan fes, II. Mahmut tarafından zorla âlime, câhile
giydirilmiştir. Müslüman halk, bu Batılı kıyâfetlere gâvur kıyâfeti demiş,
- 716 -
bu giysileri zorla giydiren yöneticiye de “gâvur padişah” adını takmıştır.
Bununla birlikte devlet güç kullanarak bu devrimi uygulamış, ardından nice
zaman geçtiği halde ve fesin Cumhuriyetle birlikte terk edilmesine rağmen
câmilerdeki namaz kıldırma memurları (üzerine sarık sararak) hâlâ bu köhne
devrimi canlı tutmakta devam edegelmiştir. II. Mahmut’tan beri yöneticiler
kendi güçlerini insanların başlarında görmeyi en büyük hedef saymışlar, baş
üstünde yer edinemeseler de başın üstünde kendi devrimlerine yer bulmanın
sadistçe mutluluğunu tatmak istemişlerdir. Adı geçen padişah, kafalara fes
geçirip kendi egemenliğini başlarda görüp herkese gösterdiği gibi; aynı tavır, ilk
cumhurbaşkanı tarafından da kafalarda şapka görülmek istenmesiyle ortaya
konmuştur. Sonra egemenlik ve etkinliklerini başörtüsü yasağı şeklinde halkı
sürüleştirme zevkini tadarak görmeyi sürdüren zihniyet, bütün bu yaptıklarını
Batılılaştırma/çağdaşlaştırma adına yaptıklarını ifade etmeyi görev bilmişlerdir.
Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. Global dünya dini
olarak dayatılan bu emperyalist dünya görüşü, insanı tek tip haline getirip
sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye
giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı
duymaktadır? Modernizm şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi
ve ideolojisi olan materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe
saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan, maldan
ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten, deriden ibâret, giysiden, kozmetik
ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine
biçilen rolden memnundur. Zinâya yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum
ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış,
böylece kendisinin yolunu tuttuğu Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor
olacakmış, çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette
demokrasi var; canı ne isterse onu giyer, vücut onun değil mi, istediği gibi
yapar…
II. Mahmut’la birlikte müslüman halkın kıyafetine müdâhale edilmeye ve
resmî kıyâfet dayatılmaya başlanmış, TC kurulur kurulmaz da daha net ve sert
kıyafet devrimi uygulamaya konulmuş bir coğrafya, müslüman hanımların
modernleşmesi konusunda diğer ülkelere karşı ilk kötü örneklere de sahne
olmuştu. 20. Asırda devrimlerle devrilen değerlerle ilgili olarak, önce bin senedir
giyilen çarşaf çıkar(t)ılmış, sonra peçeler at(tır)ılmış, zarûret olmaksızın yani
çarşıda pazarda yüzlerin açılması yaygınlaşmıştı. Bilenler ya da hatırlayanlar
ne kadar kaldı bilmem, hâlâ bazı kitaplarda ve mahfillerde “bol pardösü
çarşafın yerini tutar mı?” tartışmaları yapılır(dı). Hanbelî, Şâfiî ve Selefîlerin
- 717 -
câiz görmediğinden de yola çıkılarak özellikle fitnenin kol gezdiği günümüz
ortamı gibi durumlarda ihtiyar olmayan bayanların diğer tarafları kapalı olsa
da, yüzlerini ulu orta açmalarının câiz olup olmadığı gündeme gelirdi. Nereden
nereye? Bugünkü entel takılan kültürlü bir bayana bunları anlatmak, hele
takvâ ve azîmeti tavsiye etmek bile ne kadar mümkündür? Bu gidişle, korkarım
birkaç sene sonraki bu dergiye benzer bir dergide bu yazara benzer bir yazarın
makalesinin başlığı şöyle olacak: “Şeffaf Başörtüsü Tesettüre Uygun mudur?”
Ya da “Açık Göbek Modası Başörtülü Bayanlar Arasında Niye Hızla Yayılıyor?”
“Başörtülü Kızlardan Oluşan Dans Grubu Nasıl Ortaya Çıktı?” Gazete haber
başlıklarından bazıları da şöyle olacak: “Güzellik Yarışmasına Katılmak İsteyen
Başörtülüler”, “Başörtülü Şarkıcı ve Sanatçılar Dernek Kuruyor.”
Bu anlatılanlardan, “bütün başörtülü bayanlar böyle” gibi bir yargı çıkmaz
elbette. Hayâ ve iffet sembolü, tam tesettürlü, ihtiyaç için çıktığı sosyal hayatta
dişiliğiyle değil, kişiliğiyle hanım hanımcık yer alan ve Allah rızâsı için
örtündüğü her davranışından belli olan şuurlu kızlarımızı ve kız kardeşlerimizi
tenzih ederiz. Üzüldüğümüz şey; bu mücâhidelerin sayılarının giderek azalması
ve kopmaların, karşı sınıfa transferlerin özellikle okuyan ve hele hele çalışan
bayanlar arasında hızla artış eğilimi göstermesi.
Kraliçe Çıplak: Andersen’in meşhur masalındaki çıplak kralın çıplaklığını
göre göre kabullenip dile getirmekten çekinenler gibi oldu insanımız.
Başlarındaki taç kabul ettiğimiz başörtüsü ile kral değilse bile bizim mahallenin
kraliçeleri durumundaki başörtülülerin örtüyü istismar edip yozlaştırmasından
dolayı “kraliçe çıplak!” diye bağırmayı göze alanlar olmazsa bu çıplaklık
tüm toplumu mahvedecektir. “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece
zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin
ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.”1661
İslâm düşmanlarının bile bu konunun önemini bilerek devrimler ve baskıcı
uygulamalarla kendi giysilerini dayattıkları bir dünyada, kendi kimliğimizi
giysilerle de korumalı ve göstermeliyiz.
Ne mutlu, tesettürünü bayraklaştırıp cihadını ilân eden, hicap bilincine
sahip, takvâ elbisesini hiç üzerinden çıkarmayan iffet ve hayâ timsali hanımlara!
Kılık kıyafet ve yaşayış prensiplerini İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu
muhâfaza eden edepli gençlere!
Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram
bakışların izi ve lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!
1661] 8/Enfâl, 25

12. BÖLÜM
BÜYÜK FİTNE VE TÂĞUTA İTAAT
- 720 -
75. HUTBE
MODERN FITNE ODAKLARI
Âyet :
أنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ ? آصَّةً وَاعْلَمُواْ � وَاتَّقُواْ فِتْنَةً ل اَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَ
“Ey mü’minler! Öyle bir fitneden sakının ki, o, sizden yalnızca zulmedenlere
dokunmaz. Bilin ki gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli
olandır.”1662
وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلا لمِ۪يقَاتنَِاۚ فَلَمَّٓا اخََذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لوَْ شِئْتَ اهَْلَكْتَهُمْ
مِنْ قَبْلُ وَايِاَّيَۜ اتَهُْلكُِنَا بمَِا فعََلَ السُّفَهَٓاءُ مِناَّۚ انِْ هِيَ الِ اَّ فتِْنَتُكَۜ تضُِلُّ بهَِا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي
﴾ مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ ﴿ ٥٥١
“Mûsâ, kavminden, belirlediğimiz yere gitmek için yetmiş adam seçti. Onları
sarsıntı yakalayınca (bayıldılar). Mûsâ, “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni
de bundan önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri
günah sebebiyle bizi helak mı edeceksin? Bu sırf senin bir imtihanındır. Onunla
dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin. Sen bizim velimizsin.
Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın” dedi. 1663
Fitnenin Ortaya Çıkışı ve Zararlar ı
Peygamberimiz (s.a.s.) kendinden sonra meydana gelecek ve müslüman
toplumun dirlik ve düzenliğini bozacak çeşitli fitnelerden ümmetini
sakındırmıştır. Bu fitnelerin özelliklerini de sayarak bunları ümmetine
tanıtmıştır. Ümmetin birliğini bozan faâliyetler, fırka fırka olmalar, dinî ve
siyasî çekişmeler, müslümanlar arasında çıkan bağy (azgınlık) gibi olaylar, İslâm
uğruna çalışma gayretinin azalması, zâlim yöneticilerle mücâdele edilmesi
gerekirken onlara dalkavukluk yapılması, din bağının zayıflaması, dinden
dönmelerin artması birer fitnedir. Fitne zamanında bereket azalır, sâlih ameller
az yapılır, aç gözlülük artar, çıkar ve kan dâvâları sürüp gider, dinî konularda
câhillik yaygınlaşır, can ve mal güvenliği kalmaz. İnsanlar arasındaki güven
kaybolur, hak ve hukuka riâyet edilmez. Hatta öldüren niçin öldürdüğünü, ölen
1662] 8/Enfâl, 25
1663] 7/A’râf, 155
- 721 -
de niçin öldüğünü bilmeyecek kadar her şey birbirine karışır. Haklı haksız belli
olmaz, anarşi, kaos, huzursuzluk ve emniyetsizlik alıp başını gider. Böyle bir
fitne ortamında mü’minlere düşen, fitnelere karışmadan, gücü yetiyorsa fitneyi
önlemeye çalışmak, yetmiyorsa bir kenara çekilip mü’minlerin hayrına duâ
etmek, ya da fitneyi ve fitneye bulaşma tehlikesi olan işleri terk etmektir.
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kıyâmetten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler meydana gelecek.
Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak
akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitne zamanında oturan ayakta durandan,
ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın,
kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinizin evine
girerlerse Hz. Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil).” 1664
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İhlâs sahibi kimselere ne mutlu! Onlar
hidayet meşaleleridirler. Her türlü karanlık fitne onlardan uzak kılınmıştır.”1665
Yine, Peygamberimizden şöyle rivayet edilmiştir: “Biliniz ki, kim Allah’tan
sakınırsa Allah, onun için fitnelerden bir çıkış yolu ve karanlıklarda bir nur verir.”
Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsana hatalarının çok olması, amelinin
azalması, hakikatinin az olması, gece leş olması, gündüz boşta gezmesi, hiçbir şeye
şevki olmaması tembel ve rahatına düşkün olması fitne olarak yeter.”1666
Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “Her kim fitne ateşini yakarsa, kendisi de yakıtı olur.”1667
Yine Hz. Ali (r.a.) şöyle buyurmuştur: “Dünyaya bağlanmak, en büyük
fitnedir.”
Fitneler karşısında dili tutmak (zamanımızda kalemi de tutmak), fitnelerden
râzı olmamak, fitneye düşenler arasında uzlaştırıcı olmaya çalışmak, kendi
yandaşına değil; hak ve adâlete destek olmak en iyisidir. Mü’minler fitne
ortamını Peygamberimiz’in târiflerinden hareketle tanırlar ve mümkün olduğu
kadar kendilerini bu zararlı fitnelerden korumaya çalışırlar. Fitneler bazen
yavaş yavaş ortaya çıkar. İnsan kimi kez bunun farkında olmayabilir. Bir yere
fitne girince de orasını kolay kolay terk etmez. İyi düşünmedikleri ve iyi hesap
etmedikleri için fitneye bulaşanlar, pek çok zarara uğrarlar ve çoğu zaman fitne
içinde olduklarını bile düşünmezler.
1664] Ebû Dâvud, Fiten 2, hadis no: 4259-4262, 4/100, 101; Tirmizî, Fiten 30, hadis no: 2197, 4/488; Buhârî
Fiten 31
1665] et-Terğib ve’t-Terhib, 1/54/5
1666] Kenzu’l Ummâl, 43839
1667] Gurer’ul Hikem, 9163
- 722 -
Fitneler bazen de Din’de grup grup (fırka fırka) olmak yüzünden de çıkabilir.1668
Herkes kendi görüşünü en doğru kabul eder, başkalarını bâtılda, yanlışta ve
sapıklıkta görürse, müslüman cemaat arasına fitne girmiş demektir. Bunun
sebebi kimilerinin grubunu veya cemaatini, o gruba ait görüş ve prensipleri
Din’in önüne koymasıdır. Bu hataya düşenler bundan sonra başkalarına “öteki”
gözüyle bakmaya başlarlar. Bu yanlış bakış açısından da anlaşmazlıklar, fitneler
ve kavgalar doğar. Bundan dolayı hiç kimse bağlı bulunduğu grubu, cemaati,
hizbi Din’in ilkelerinin önüne koymamalıdır.
Fitne zamanında yalan artar, ilmin getirdiği ölçüler dinlenilmez, gerçekler
bir işe yaramaz. İlim ve gerçekler çok rahatlıkla istismar edilir, hatta fitneyi
artırıcı bir şekilde kullanılır. Herkes kendi görüşünü doğru kabul eder ve onu
gözü kara bir şekilde savunur. Fitneye bulaşanlar için din ve onun hükümleri
lafta kalır. Kişilere ve gruplara câhillik yön verir, akl-ı selimden çok hevâlara
uyulur. Fitneye düşenlerin hedefleri belli değildir. Kör kuyuya taş atanlar
gibidirler. Fitne zamanında dinî hükümlerle, fitneye yön veren güçler arasında
derin bir uçurum meydana gelir. Bu bir anlamda zorba güçlerin müslümanların
yönetimini ellerine geçirip İslâm’ı ve onun hükümlerini yürürlükten
kaldırmalarıdır. Onlar, insanlara dinin emir ve yasaklarının zor olduğunu
aşılarlar. Dinden dönmeyi teşvik ederler ve bunun alt yapısını hazırlarlar.
İnsanlar zengin olsa bile Allah yolunda harcama ahlâkı azalır. Asâletli ve yüce
karakterli insanların sözü dinlenmez. Meydan âdi ve kötü kimselere kalır.
Değerlere hücum edilir, haysiyetlere dokunulur, belki canlara bile kıyılır. Böyle
bir ortamda hak ve adâletten yana olanlar, şeref ve haysiyetine değer verenler ile
İslâm’a gönül verenler; ölümün yaşamaktan daha hayırlı olduğunu düşünürler.
Mü’minlerin karşılaştıkları bütün güçlükler ve ellerinde bulunan bütün
nimetler ve imkânlar birer fitne/deneme sebebidir. Günümüzde, eskiye oranla
insanların ellerinde daha fazla imkân ve eşya var, daha fazla nimetlere sahipler.
Eskiden karşılaşılan pek çok zorluklar ve darlıklar, yerini kolaylık ve konfora
bıraktı. İşte bütün bu imkânlar ve nimetler birer fitnedir/imtihandır. Bazı
müslümanların karşılaştıkları baskılar, işkenceler, zulümler, haksızlıklar birer
fitnedir. Müslüman ülkelerin zorbalar, diktatörler, tâğutlar, zâlimler veya
zulüm düzenleri tarafından ele geçirilmesi bir fitnedir. Onurlu mü’minlerin
bu zorbalarla ve zâlimlerle mücâdele zorunda kalmaları, kendileri hakkında
bir fitnedir, sınav sebebidir. Özellikle modern toplumlarda ortaya çıkan ve
giderek bütün dünyaya yayılan; şirk, ilhad, ahlâksızlık, sapıklık, isyan ve günah
rüzgârları birer fitnedir.
1668] 23/Mü’minûn, 53
- 723 -
Müslüman nesillerin karşı karşıya kaldığı inkârcılık, dünyalıklara aşırı
derece bağlanma, Din’in emirleri karşısındaki duyarsızlıklar birer fitnedir.
Müslümanların bölünmüşlüğü, fırka fırka olmaları, aralarındaki çekişmeler,
müslüman ülkeler arasındaki yapay sınırlar birer fitnedir. Her bir müslüman;
içinde bulunduğu şarta, elindeki nimete ve karşılaştığı güçlüğe göre fitneye
uğratılıyor, denemeye tabi tutuluyor.
Müslümana düşen, varlık tablosundaki âyetlerden, oluşlardan ve karşılaştığı
denemelerden ibret alması, Allah’tan gelen fitneyi kazanmaya çalışması ve
bizzat kendisinin fitnelere sebep olmamasıdır.1669
İslâm tarihinin ilk dönemlerinden siyâsî sebeplerle ortaya çıkan iç ihtilâf
ve sürtüşmeler, âlimlerce fitne olarak değerlendirilmiştir. Hz. Osman’ın şehid
edilişi ilk fitne olarak kabul edilmiş, Cemel ve Sıffîn vakaları, Hz. Ali’nin
şehâdeti, Muâviye’nin meşrû halifeye isyanı ve oğlu Yezid’i kendisinden sonra
devlet başkanlığı için veliaht seçip insanlardan zorla beyat alması, onun da
Hz. Hüseyin’i şehid ettirmesi, yani Kerbelâ fâciası gibi ümmet içinde ve devlet
bünyesinde ortaya çıkan karışıklıklar büyük fitneler olarak kabul edilmiştir.
Bu tür fitneler sonucu birçok müslüman hayatını kaybetmiş, yeni yeni bâtıl
mezhep ve anlayışların ortaya çıkmasına bu fitneler sebep olmuştur. Açılan bu
çeşit yaraların kanları zamanımıza kadar dinmemiştir.
Fitnenin duayeni; ilk fitneci, İblis’tir. İlk cinâyet işleyen, haksız yere kan
döken Kabil; dini yozlaştırıp, yöneticilerin arzuları doğrultusunda hakka bâtılı
karıştıran din tüccarı Bel’am; zorbalıkta Nemrut; kendini tanrı ilân etmek
sûretiyle Firavun; Muvahhidleri putçuluğa çağıran Sâmirî; Hakka sırt çevirme,
kibir, kin ve nefretle, İslâm düşmanlığıyla yahûdi; tâğut ve müşriklerin gizli
işbirlikçisi ve ajan provakatör özelliğiyle münâfık; Mekke’li müşriklerin içinde
tevhid düşmanlığının simgesi Ebû Cehil “fitne” tarihi konusunda isimleri lânetle
anılan öncüler durumundadır. Bütün bu isimler, kendi özellikleri içinde fitnede
farklı bir çığır açtıkları için, tâkipçilerinin günahlarının bir mislini de kendi
üzerlerine alacak kadar nefislerine zulmeden kimliklerdir. Bunlar, tarihî kişilik
olmaları yanında, her devirde ve her ülkede görülebilecek semboller, prototipler
olarak da değerlendirilmelidir. Allah’ın hükmünü uygulamadan kaldırıp beşerî
ideoloji ve tâğutî düzenleri insanların başına büyük fitne olarak musallat eden
kimliği de fitne duayenleri/pir ve üstadları arasında unutmamak gerekecektir.
Emperyalizm, hakkı olmayanı gasbeden uluslararası sömürü ağının plan
ve program odağı, eylem biçimi anlamına gelir. Emperyalizm ve siyasal,
1669] Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları
- 724 -
sosyal yansımaları, son çağların büyük fitnesidir. Çağdaş insan, her yönüyle
sömürülmekte, ezilmekte ve fitneye uğramaktadır. Hukuk sömürüsü, kültürel
sömürü, ekonomik sömürü, ahlâk ve din sömürüsü, yer altı ve yerüstü
zenginliklerin sömürüsü, eğitim adına, özgürlük adına, moda adına yapılan
sömürü, savaşla, katliâmlarla yapılan sömürü...
İnsanların ezilip sömürülmesi için zayıf bırakılmaları gerekir. Birey ve
toplumu zayıf düşürebilmenin en etkili yolu da anlayış ve yaşayış olarak “din”
ve ona bağlı dinamikleri yozlaştırmaktır. Dinin yozlaşması, tahrifle, kavram
kargaşasıyla, hakka bâtılı karıştırmak sûretiyle, dinin hâkim olmasına giden
yolları tıkamakla, insanları dinlerini yaşayamayacak şekilde dinden soğutmak,
câhil bırakmak vb. şekillerde olur. Bütün bunlar, toplumu derinden sarsan
büyük fitnedir. Fitne, toplumu yok eden ve güçsüz bırakan en güçlü silâhtır.
Fitne başı olan tâğut ve zâlimler, bu silâha toplum içerisinde bulunan uygun
karakterleri kullanarak veya uygun kimlikleri bizzat yetiştirerek sahip olurlar.
Uygulanan kapitalizm ve materyalizm gibi fitne zihniyetiyle insanları tüketim
köleleri haline getirenler, karınlarını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen
insan tipi oluşturmakta, düşünce, tefekkür, ibâdet ve cihad gibi insanı insan
yapan temel dinamikleri devreden çıkararak sömürü fitnesini alabildiğine
yaygınlaştırmaktalar.
Çok yönlü işgal güçlerinin keşif kolu durumundaki oryantalizm
(şarkiyatçılık) ve misyonerlik çalışmaları, yahova şâhitlerinin insan avlama
yöntemleri, modern fitne odaklarındandır. Çağdaş fitne tarikatı olan mason
cemiyetleri, lions ve rotary klüpleri de yahûdi emperyalizminin ahtapotvari
kollarıdır. Filistin’de kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün müslümanlara kan
kusturan terörist İsrâil adlı açık fitnenin yanında; gizli veya değişik kamuflajlar
içinde siyonizm fitnesi, İsrâil’le işbirliği çerçevesinde insanları yahûdi çıkarları
doğrultusunda yönlendirme ve denetime almaya çalışıyor. Müslümanların
yaşadığı ülkelerde halktan gizli olarak askerî faâliyetlerini sürdüren üsler de
ayrı bir fitne organizasyonundan başka bir şey olmasa gerekir. Üsler aracılığıyla
insanları gözleyen fitne odakları, yeryüzünü parsellemenin ötesinde, uzaya bile
uydular yerleştirerek mahremiyet ve sır diye bir şey bırakmamaya çalışıyor;
gökyüzünde de üsler kurma gayreti gösteriyorlar. Gizli haber alma teşkilatları
olan başta, CIA, MOSSAD ve KGB gibi sınır ve ülke ayrımı gözetmeden herkese
yönelik her çeşit fitnenin tezgâhlanıp uygulandığı yerlerdir. Bunları örnek alan
ve yer yer işbirliği yapan müslümanların yaşadığı memleketlerdeki istihbârat
örgütlerini de unutmamak gerekir.
İslâm’ın dışındaki tüm dünya görüşleri, ideolojiler, izmler ve düzenler fitnedir;
- 725 -
hem de fitne doğuran ana fitnelerdir. Irkçılık, bölgecilik, mezhepçilik (mezhep
bağnazlığı), cemaat taassubu, particilik, futbol fanatikliği, müzik düşkünlüğü,
para hırsı, makam sevdâsı, şehvet tutsaklığı, moda hastalığı, televizyon esirliği,
ideoloji çığırtkanlığı, tedbir adı altında zâlim ve tâğutlardan gereksiz korku,
ümmeti saran çağdaş fitnelerdendir. Biraz sert ifadeyle, bugünkü kullanımıyla
ilgili olarak ve çoğu kanalların misyonundan dolayı “fitnevizyon” denilebilen
tv.nin, okunmak için değil de daha çok bakılmak için alınan boyalı basının,
yani medyanın “haber” adı altındaki, müslümanları uyuşturma, karalama ve
yönlendirmelerinin, fitnenin en olumsuz anlamlarıyla paralellik arzettiğini
unutmamak gerekiyor. Bırakın İslâm düşmanı kâfir düzencilerin verdiği
haberi, müslüman da olsa, açıktan günah işleyen fâsıkların aktardığı haberlere
bile araştırmadan inanmamayı emreden Kur’an,1670 bizi fitne kaynaklarına
karşı uyarmaktadır.
Bâtıl ideolojilerin egemenliği ve emri altındaki resmî din kurumlarını
da unutmamak gerekiyor. Laikliğin, hatta din düşmanlığının resmî devlet
politikası olarak uygulandığı yerlerde din kurumlarının özerk olması elbette
fitnecilerin işine gelmez. Dinin devlet olmadığı yerde ister istemez devlet dini
ortaya çıkacaktır. Bu ülkelerde sistemli bir şekilde câmiler kiliseye, imamlar
papazlara; müslümanlar da laik kâfirlere benzetilmeye çalışılmaktadır. Din
adına gerçek dine hücumlar yapılmaktadır. Din çarpıtılmakta, düzene ve
kanunlara uygun hale getirilmek için kuşa benzetilmektedir. Bir sürü ilkel ve
modern hurâfe din adına insanlara takdim edilirken; tevhid ve her çeşit fitneye
karşı savaşın çeşitli adları olan cihad unutturulmakta ve dışlanmaktadır.
Firavunun emrinde ve hizmetindeki Bel’am’ın rolünü üstlenen ve hatta kraldan
fazla kralcı olan kişiliksizler, her devirde ortaya çıkar. Bunların elinde din, halkı
uyuşturan afyon, âyinsel tören ve düzenin emniyet sibobu, koltuk değneğidir.
Güncel Fitnelerden Bazılar ı
Devlet, devleti temsil eden modern kutsallar, tâğutlar ve yüceltilen tağuti
değerler…
Particilik, hizipçilik, bağnazlık…
Müzik, spor tutkunluğu, futbol fanatikliği…
Cep telefonu bağımlılığı, internet tutkunluğu, dizi hastalığı…
Aşk ve karşı cinse karşı aşırı ilgi ve saplantılar…
1670] 49/Hucurât, 6
- 726 -
Eğlence ve rahat düşkünlüğü, marka ve lüks takıntısı…
Parayı tanrılaştıracak kadar sevmek, paraya sahip olmak için her yolu kabul
etmek…
Ümmet arasında, farklı gruplar ve cemaatler arasında tefrika ve tekfir…
Çok çeşitli hurâfe ve bid’atler…
Irkçılık, kavmiyetçilik, hemşehricilik…
Birey olarak bir müslüman için en büyük fitneler; “servet”, “şehvet” ve “şöhret”;
toplum olarak da; “devlet”, “cemiyet” ve “âdet”tir. Bütün bu fitne odaklarına
karşı mü’minler, fitne/sınav bilincine sahip olarak, her davranışlarının ibâdet
ve cihad olacağı şekilde fedâkârlığı kuşanmak zorundadır. Sayılamayacak
kadar çok başı olan ve ağzından ateş saçan ejderha gibi çetin fitnelerle kuşatılan
günümüz müslümanı, gününü gün etmekle, kâfirler gibi sadece geçim derdiyle
uğraşmak veya müzik ve futbol gibi uyuşturucularla vakit geçirmekle, ya da
namazını kılıp başka şeye karışmamakla; kendini ve evlâdını, çevresini ve
dünyayı fitneden nasıl kurtaracak, görevini nasıl yerine getirmiş olacaktır?
Dünyayı cehenneme çeviren ve âhireti de mahveden fitneler çok ve büyük,
doğru; ama unutmamak lâzım, cennet de ucuz değil! Her şuurlu müslüman,
öncelikle kendisi, fitne unsuru olmamalı, fitnecilerle işbirliği yapmamalı,
onların emrinde ve yardımında bulunmamalıdır. Sonra, hiçbir fitne
kalmayıncaya kadar savaşla, mücâdeleyle görevli olduğunu unutmamalıdır.
Tüm yeryüzündeki bütün fitneleri kaldırma görevi kendilerine verilmiş
müslümanlar, devlet çatısını zâlimlerden temizlemeden bu görevi üstlenmeyi
rüyalarında bile gerçekleştiremezler. Ümmet, devlet gücüne ulaşmadan,
yeryüzünün her tarafındaki zulüm, baskı, katliâmlar, savaşlar, ahlâk ve
imanlara saldırılar son bulmayacaktır. Çevremizden başlayarak her çeşit fitneyi
yok etme hedefini canlı tutmak ve böylece dünya huzuruna ve âhiret saâdetine
kavuşabilmek için, İslâm’ı gönlümüzden başlayarak ulaşabildiğimiz her yere
hâkim kılma mücâdelesi şarttır.
Fitne konusunda söylenmesi gereken bir durum da, bunu itham olarak
kullanmaktır. “Fitne çıkarıyor”, “fitneci” gibi suçlayıcı ifadeler kullanırken,
muhâtabın inancına ve yaşayışına çok dikkat edilmeli, bu ifadeleri cihad eden
samimi müslümanlara karşı -hatta onlar, beğenmediğimiz ve farklı metodlar
benimsemiş olsalar bile- kullanmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Hakkı haykırmak,
tâğutlara ve tâğûtî düzenlere karşı çıkmak için gayret gösteren mü’minleri
fitne çıkarmakla suçlayanlar; gerçek fitnecilerin ta kendileridir. Tüm fitnelerin
kaynağı olan İslâm dışı sistemler içinde rahat ve refah içinde, ümmetin derdiyle
- 727 -
dertlenmeden ve köklü değişim ve dönüşüm için uğraş vermeden gününü gün
edenlerin bu tavırları, fitneye uğradıklarının göstergesidir. Fitne kazanını
kaynatanlar, müşrikler, yahûdiler, münâfıklar ve bu sınıflardan birine destek
verip onlara âlet olanlardır. İnsanı Allah yolundan alıkoyan ideoloji, düzen,
yönetim, mal, evlât, âile, çevre, medya ve tâğutî kurumlar hep fitne unsurlarıdır.
Tüm dünyadan fitneyi kaldırma, fitnenin kökünü kurutma hayali, planı,
gayreti, cihadı ve savaşı içinde olanlara selâm olsun!
- 728 -
76. HUTBE
SIYASÎ OTORITENIN TUĞYÂNI TÂĞUT KIMDIR?
Âyet :
لَ آاكِرَْاهَ فيِ الدّ۪ينِ قدَْ تبََينََّ الرُّشْدُ مِنَ الغَْيّۚ فمََنْ يَكْفُرْ باِلطاَّغُوتِ وَيؤُْمِنْ باِللهِّٰ فقََدِ اسْتَمْسَكَ
بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَ ا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde
kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa
yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. 1671
وَالذَّ۪ينَ اجْتنََبوُا الطاَّغُوتَ انَْ يعَْبدُُوهَا وَانَاَبوُٓا الِىَ اللهِّٰ لهَُمُ البْشُْرىٰۚ فبََشِّرْ عِبَادِۙ الَذَّ۪ينَ يسَْتمَِعُونَ
الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْ اَلْبَابِ
“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.
Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın
doğru yolu buldurduğu kimseler onlardır, asıl akıl iz‘an sahipleri de onlardır.” 1672
Hadi s:
“Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.” 1673
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama
yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini
aşması, Allah’ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır.
Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç
ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini
ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazan insanı rubûbiyet iddiasına kadar
götürür. Bu, ya Firavun’un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya
nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablik iddia etmekle olur. “(Adamlarını)
topladı ve (onlara) bağırdı: ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi.” 1674
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun’un tuğyanıdır. Onun haddini
aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rubûbiyet dâvâsı güdecek kadar
1671] 2/Bakara, 256
1672] 39/Zümer, 17
1673] İbn Mâce, Fiten 20
1674] 79/Nâziât, 23-24
- 729 -
gerçek Rabb’e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da
insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt
almak için, Firavun’un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri
tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana
tâbi tutulduğunu gösterir. “Musa’nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona
Kutsal Vadi’de Tuvâ’da seslenmişti: ‘Firavun’a git, çünkü o tuğyan etti (azdı).”1675
Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı’ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak
olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı’ya karşı başkaldırdı; halkı
köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.
Firavun, rubûbiyet (rablik) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl
iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına
uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini
yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin
Râzî’nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: “Ben, sizin
terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek
ve yasak koyacak da ancak benim!”
İn sanlara Zulüm de Siya sî Otoritenin Tuğyan ıdır
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem’e?
Ki şehirlerarasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd’a? Ve
kazıklar sahibi Firavun’a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük
etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin
her an gözetlemededir.”1676 Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah
işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar
sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği
kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence
ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir.
Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve
zâlim yöneticiler, Allah’a isyan edip başkaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta
da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.
Tuğyâna Kar şı Müslümanlar ın ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
Tuğyanın temelinde “kibir” ve “benlik” yatar. Tâğutlardan biri olan
Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve
1675] 79/Nâziât, 15-17
1676] 89/Fecr, 6-14
- 730 -
zulüm olarak insanlara yansır. “Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”1677 Çünkü
şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan
etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan
içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır.
Firavun’un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve
haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı
gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten,
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.1678
Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler
tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı
hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en
önemli ibâdetlerdendir. “Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü
söylemektir.” 1679
İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle
doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı
Abdurrahman b. el-İş’as ve beraberindeki fakîh ve muhaddislerin, Haccac’ın
tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına başkaldırmaları gibi. Medine’nin
ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin’in yolundan gitmeyen, malmevki
ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından
yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların
kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik’e biatı reddeden Said
bin Müseyyeb’e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin
Cübeyr, Haccac’ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda
vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı
mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)
Halife Mansur’un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak
için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid
edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur’dan
haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi
üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından
zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda âlim vardır. Bu
konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün
âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf
Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub,
1677] 31/Lokman, 13
1678] 5/Mâide, 45
1679] İbn Mâce, Fiten 20
- 731 -
Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır
es-Sadr...
Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm), ister mü’min geçinsin,
ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin
yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç
taviz vermeden Allah’ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve
yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun
gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir.
Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah’ın hükmü adalet; onun zıddı
ise zulümdür. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta
kendileridir.” 1680
Siya sî Otorite ve Yöneticinin Tuğyân ını Başkalar ına
Ula ştırma sı/Tâğut ’la şma sı
Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi
tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya
hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar
da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah’ın hükmünü bırakır,
tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara
hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur’an, bunlardan
birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını
haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye
girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut
bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut,
kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât,
yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu
karanlıkların içine yuvarlar.1681 Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/
dost edinmekle ona ibâdet etmiş1682 olurlar. Allah’a imandan önce ‘lâ/hayır’
silahıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu
hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah’a küfretmiş ve tâğuta iman
etmiş olurlar.1683 Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur’an âyetleri
böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.1684 Böylelikle, şirk toplumunun
üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile
1680] 5/Mâide, 45
1681] 2/Bakara, 257
1682] 5/Mâide, 60
1683] 4/Nisâ, 60
1684] 5/Mâide, 64
- 732 -
yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun
yerini alır veya karşısına geçer.1685
Tâğut Kimdir ?
Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve
her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah’a isyan eden anlamında
kullanılır. Allah’ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek
üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan
veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur’an-ı Kerim’de:
“Andolsun ki, biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının’ diye
(tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.”1686 İnsanlar, sadece Allah’a kul
olma, yalnız O’na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. “İman edenler
Allah yolunda cihad ederler; küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar.”1687 Yani
insanlar ya Allah’a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun
dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce
indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın?
Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar.
Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.”1688
Kur’an’daki konuyla ilgili bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte
fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir.
Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede1689 Hz.
Muhammed (s.a.s.)’e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber,
ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah’ın kitabından ve Peygamber’in sünnetinden
kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini
isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.”1690
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre
kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah’ın hükümlerine
mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla
bütün demokratik sistemler, bu noktada “tâğutî” özellikler taşırlar. Bu, bir
anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile,
İslâm’ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre
yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü’minlerin, Allah’ın indirdiği hükümlerin
1685] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 320-321
1686] 16/Nahl, 36
1687] 4/Nisâ, 76
1688] 4/Nisâ, 60
1689] 4/Nisâ, 60
1690] İbn Kesir, 1/519
- 733 -
galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki,
tâğutun hükümlerine “evet” diyenler, Allah’ın dinine “hayır “ demiş, küfretmiş
durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla
değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; “Allah’a ibâdet edin,
tâğuta kulluktan kaçının” diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. Tâğutun
hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne
kadar âlim olursa olsun, “müsteşrik” çizgisini asla geçemez. 1691
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana
da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen,
Allah’ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut,
bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah’a
bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün
bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah’a iman edip bağlanır,
sadece Allah’ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna
göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.1692 Tâğutu
reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum,
aynen müşriklerin Allah’a inanması gibidir. Tâğut, Allah’a ibâdetten alıkoyan,
Allah’a giden yolu tıkayan, dini Allah’a has kılmayı, Allah ve Rasülü’ne tâbi
olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç,
taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya
araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
Mevdudi’ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için
kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi
olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır.
Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye
zorlarsa, o zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik
lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe
Allah’a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır.
Çünkü Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi
olur.1693 Tâğut, ilahî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir.
Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah’ı tek hâkim / egemen ve Rasülü’nü
nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. 1694
1691] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 316-317
1692] 2/Bakara, 256
1693] Mevdûdi, Tefhimü’l- Kur’an, İnsan Yay., c. 1, s. 202
1694] Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375
- 734 -
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah’ın emri dışındaki her
çeşit sistem, Allah’ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut,
Allah’ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet
özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan
şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve
kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri
sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi
olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler.1695
Yusuf el-Karadavî’ye göre, Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler,
rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur. Tâğut, kulun haddi
tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin
tâğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet
ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah’a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat
ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların
durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah’a ibâdet ve
itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat eder halde görürüz. 1696
Nisa, 76. Âyetine göre tâğut, Allah’a karşı olanların, uğruna savaştığı şey,
nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah’a ortak
koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah’tır.
O’nun dışındakilere O’ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini
Allah’tan alırlar. Kur’an, Allah’tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak
nitelemektedir.1697 İtaat edilen şey, Allah’ın hükümlerine aykırı olursa, itaat
tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır.1698
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin,
putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin
sembolü. Bu sembol, bazan kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir
yönetici, bazan cansız bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans,
talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilahlaştırdığı her şeydir. Daha
doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak
isimdir. Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte tâğut, o
insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden
de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de
münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur.1699
1695] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l Kur’an, c.3, s. 269
1696] Yusuf el-Karadavî, Tevhidin Hakikati, Saff Yay., s. 57
1697] 16/Nahl, 36
1698] 4/Nisâ, 60
1699] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170
- 735 -
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık,
aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyanı yaşayan ve
yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun
genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile
çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da
bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de
olabilirler. Hatta İblisler parlamentosu (hizbu’ş-şeytan, evliyâu’ş-şeytan) gibi
birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir
düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî
sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal,
emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut
verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun
gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur’an, bu noktada
evliyâu’t-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini
kullanıyor. 1700
Bir kimse, Allah’a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tâğutî
rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet
modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur,
yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah’tan daha iyi
bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik
etmeye gayret ederse “ilahlık” iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu
iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış,
ilahlara iman etmiş, kâfirler zümresine dâhil olmuş demektir. Bu açıdan
“çağdaş devlet modelleri” iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı
dahi olsa, Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine
geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik
edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün
dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki
meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış
görünmektedirler. 1701
Hz. Âdem’den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var
olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup
olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah’ı kendisi için yegâne ilah edinmiş; ya da
şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına
1700] Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 562
1701] Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Düşünce Yay., s. 140
- 736 -
ittiba etmiştir. İşte Kur’an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut
demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan
profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan
Allah’a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm’ın açıkça
emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına
kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de
küfre yer verilmesi İslâm’a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. “Yoksa
siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu
yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de
azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.” 1702
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu,
ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine
yer yoktur. Mü’min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber
bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun
bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere,
herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü’minin bütün
bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam
biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde
egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında
bulunan yığınların Allah’a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir
gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur’an’ı öğrenmek, manasının derinliklerine
dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut
kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve
kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî
bir sorumluluktur.
Siya sî Rejimler , Hüküm ve Yetkiyi Allah ’tan Alm ıyor sa Tâğuttur
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir
ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah’ın hükümlerine
muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi “tâğut” olarak isimlenir.
Bir kimse; Allah’a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa;
fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin
hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir.
Zira insanları yaratan Allah’tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı
1702] 2/Bakara, 85
- 737 -
hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine
sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği
insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında
üstünlük, sadece takvâ iledir.1703 Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra,
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyip, hevâ ve hevesleri doğrultusunda
hükümler koyanlar aynı zamanda “ilâhlık” iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla
Allah’ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da,
tevhid akidesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır.
Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana
zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tâğut, müslümanı dört
yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı
tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah’ın arzında, O’nun hükümlerine karşı
tuğyan eden ve insanların üzerinde ilahlık iddiasında bulunan otoritelerdir.
Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır.1704
Günümüzde Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, “hâkimiyet
kayıtsız ve şartsız insanındır” sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına
göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu
siyasî otoritelerin tâğut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir
ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler “tâğutî” özellikleri taşırlar.
Kelime-i şehadet getirerek, başka ilahları ve tâğutları reddeden müslümanlar,
bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.
Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük
çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten
nehyetmiştir: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş
dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız
yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz.” 1705
İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması
gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye
güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar,
zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan
çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir.
Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında
ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır:
1703] 49/Hucurât, 13
1704] 4/Nisâ, 76
1705] 11/Hûd, 113
- 738 -
“Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.”1706 Allah, Firavun’u
helak edince, onları da helak ettiğini açıklar: “Firavun, askerleriyle birlikte
onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.”1707 “Biz de onu (Firavun’u)
ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!” 1708
Tâğut tanımına girenler şunlardır:
a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tâğuttur.
b- Allah’ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslâm nizamı ile çatışan düzen ve
düsturlara çağıran her fert ve önder tâğuttur.
c- Allah’tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur.
d- Şeytan tâğuttur.
e- Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler
tâğuttur.1709
Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan,
Allah’a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu kabullenen şeytan
askeridir. Allah’ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri,
rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah’a ve O’nun nizamı
İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.1710
Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedilmesi, sadece sözle
yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler
doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla savaşmak lazımdır. Bu
savaşın gerekleri:
a- Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefisle
savaşmak,
b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah’a döndürmemize engel olan ve tâğut
olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.
İslâm’da emrolunan cihad, işte bu tâğutlara karşı verilmesi gerekli olan
mücadeledir. Tâğutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için
olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü’minler, tâğutla
mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü’minleri tâğuta
1706] 28/Kasas, 8
1707] 20/Tâhâ, 78
1708] 28/Kasas, 40
1709] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 869
1710] Bk. 2/Bakara, 256
- 739 -
karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor.1711 Tâğuta ve ondan
yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü’min kalamazlar. Bunun içindir
ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Her kim (tâğuta karşı) cihad etmeden
ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan
ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür.”1712 Tâğutu kalben reddetseler dahi, fiilen
onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma
yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tâğut dostluğunu bir araya
getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Hâlbuki Allah, tâğuta ancak kâfirlerin
dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir.1713
Müslümanlar, bugün Allah ve tâğut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada
yaşatmağa çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler.
Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslâm’ın asrımızın
yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve
tâğut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini
isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ
göstermekle tâğut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah’ın mülk
vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tâğut
egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen
niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tâğut
dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça
veya tâğuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür.1714
Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile
ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu hâkim ve dost tanımak
sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret,
memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası
olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslâm nizamına; diğer yollar tâğuta gidiyor:
Abdullah bin Mes’ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, “bu
Allah’ın yoludur” dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler)
çizdi ve “bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir
tâğut vardır.” buyurdu ve şu âyeti okudu: “Şüphesiz ki bu (İslâm) benim dosdoğru
yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O’nun yolundan
saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tâğutun kötülüklerinden) sakınasınız diye
size bunları emretti.” 1715
1711] 4/Nisâ, 76
1712] Sahih-i Müslim; Riyâzü’s- Sâlihin, II, no: 1346
1713] Bk. 2/Bakara, 257
1714] Bk. 4/Nisâ, 60
1715] 6/En’âm, 153; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Yay, c. 2, s. 41
- 740 -
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler
peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben
teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu
ahirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dostluk;
hayatını İslâm’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve
cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey
Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın
doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”1716 Bu iki
inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün
değildir!
“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar.
O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”1717
1716] 39/Zümer, 17-18
1717] 4/Nisâ, 76
- 741 -
77. HUTBE
TÂĞUTA İBÂDET/TAPINMA
Âyet:
لَ آاكِرَْاهَ فيِ الدّ۪ينِ قدَْ تبََينََّ الرُّشْدُ مِنَ الغَْيّۚ فمََنْ يَكْفُرْ باِلطاَّغُوتِ وَيؤُْمِنْ باِللهِّٰ فقََدِ اسْتَمْسَكَ
بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَ ا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde
kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa
yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. 1718
وَالذَّ۪ينَ اجْتنََبوُا الطاَّغُوتَ انَْ يعَْبدُُوهَا وَانَاَبوُٓا الِىَ اللهِّٰ لهَُمُ البْشُْرىٰۚ فبََشِّرْ عِبَادِۙ الَذَّ۪ينَ يسَْتمَِعُونَ
الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْ اَلْبَابِ
“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.
Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın
doğru yolu buldurduğu kimseler onlardır, asıl akıl iz‘an sahipleri de onlardır.” 1719
Andolsun biz, her toplum içinde: ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan kaçının’ diye
bir elçi gönderdik.”1720 Bu âyette “tâğut”, ibâdet konusunda Allah’ın karşısına
konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten
sakınan ve Allah’a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: “Tâğuta ibâdet
etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.”1721 Şu âyette de, tâğuta
ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: “De ki: Allah katında yeri bundan daha
kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından
maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha
kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.” 1722
Nedir tâğut? “Tâğut” kelimesinin kökü “tuğyan”dır. Tuğyan, isyanda
haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek,
büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah’tan başka
tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten
saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette
1718] 2/Bakara, 256
1719] 39/Zümer, 17
1720] 16/Nahl, 36
1721] 39/Zümer, 17
1722] 5/Mâide, 60; ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda bkz. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36
- 742 -
önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara,
insanların Allah’a İbâdet etmelerine ve İslâm’ı yaşamalarına engel olanlara
denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah’tan başka tapınma
konumunda olan her şey; kanunlarında Allah’ın dinine karşı sınırı aşan zâlim
yönetici ve Allah’ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm
şeriatina uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek
ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan,
tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı
içinde tâğuttur.
Kur’ân-ı Kerim’de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca
varırız: Kulu Allah’a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne
itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan,
Allah’ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah
ile bağlantısı olmayan her program ve Allah’a bağlanmayan her çeşit düşünce,
sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah’ın sisteminden almayan her idare,
Allah’ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur.
Allah’a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye İbâdet
etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah
eder: “Tâğut, Allah’a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için
ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut,
Allah’a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık
veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla,
aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye,
başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir İbâdettir.
Kur’an’a göre tâğut; Allah’ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına
konulan, Allah yerine tapılan, İslâm’ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve
haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yerine önder seçilen,
Kur’an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve
yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her
insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah’tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi
canlı ve cansız varlıklara, Allah’a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek,
boyun eğmek, Allah’ın hükmü yerine Allah’tan başkalarının hükümlerini
kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden
bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri,
- 743 -
sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir.
Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri,
bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna
mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk
ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî,
şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa,
hep Allah’ın şeriatinı onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri,
kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını
harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatina tamamen zıt olan sistemleri
kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan
daha açık putçuluk düşünülebilir mi?
Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan
en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah’ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine
kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak
verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını
kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun,
ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne
yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de
onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü
puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri müddetçe...
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid’in
şartı, Allah’a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu
durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: “Artık kim tâğutu reddedip Allah’a
iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur.” 1723
Allah ’ın Kanunlar ından Başka Kanun veya Kanunlar Yapman ın
ve Demokratik Kanunlara Göre Hayat ı Tan zîm Etmenin Hükmü
Nedir ?
Üzülerek ifade etmeliyim ki son dönemlerde ümmetçi Müslüman
geçinenlerin çoğu İslâm teşrîini (yasasını) bırakıp, Batının teşrîlerine yönelerek
onların yasalarına benzer şekilde hevâ kaynaklı anayasa ve kanunlar yapıyor
ve yaptırıyorlar. Nitekim yaşamaya gayret ettiğimiz coğrafyada bazıları “evet”
diyerek 2010 Avrupası’nın istediği yeni teşrîyi desteklerken; bazıları da “hayır”
deyip seksenlerde yapılan teşrîyi (anayasayı) destekliyorlar. Fakat her iki taraf
da Allah’ın kanunlarına zıt şekilde teşrî yapma ve yaptırmayı câiz görmüş
1723] 2/Bakara, 256
- 744 -
oluyorlar. Kendi yaptıklarını meşrû göstermek için de kırk dereden su getirmeye
kalkıyorlar.
Hâlbuki onlarca ayet ve ümmetin icmâsı, kendi keyfine (veya başka bir
beşerin keyfine) göre kanun yapanların şirkine açık delildir. Rabbimizin bazı
ayetlerini beraberce okumaya çalışalım: “Rabbin hakkı için yemin ederim ki
onlar aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümde
kendileri için hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman
etmiş olmazlar.” 1724
Allâme İbn-i Hazm bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Bu nass, tevil kabul
etmez. Onu zahirinden döndüren hiçbir nass yoktur. Onu tahsis eden başka bir
nass da yoktur.”1725
Allâme Şevkânî ise bu ayeti şöyle açıklar; “Bu tehdit, tüyleri diken diken
eden büyük bir tehdittir. Zira evvelâ Allah (c.c.) nefsiyle yemin edip, te’kidi
ifade eden nefiy harfiyle başlıyor. Sonra onunla yetinmeyip içlerinde hiçbir
sıkıntı kalmamasını şart koşuyor. Sonra onunla da yetinmeyip mef’ûl-i mutlak
olan “teslîmen” kelimesini kullanıyor. Böylece nefsinin hevasına göre hüküm
vermenin ne kadar büyük bir küfür ve şirk olduğunu ve bu hükmün hiç şüphe
taşımadığını ifade etmiş oluyor.” 1726
“Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler.
Hâlbuki onlar da sadece bir olan Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı.
Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden
münezzehtir.”1727
Allâme İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Adiyy bin Hatem boynundaki
gümüş haçıyla beraber Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanına gelirken Rasûlullah (s.a.s.)
bu ayeti okuyordu. Adiyy “Onlar haham ve papazlarına ibâdet etmezlerdi.” dedi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) “Evet, onlar helâli haram, haramı da helâl kabul ediyorlardı.
Allah’ın (c.c.) yasaklarını serbest kılıyor, serbest kıldığını yasaklıyorlardı. Halk da
onlara tâbi oluyordu. İşte bu, onlara yapılan ibâdettir.”1728 buyurdu.
Allâme Şevkânî bu ayetin tefsirinde şöyle der:
“Ayetin manası; onlar emir ve nehiyde haham ve papazlara itaat ederken sanki
onları rab edindiler. Zira onlar bir rabbe itaat eder gibi onlara itaat ediyorlardı.”
1724] Nisâ, 4/65
1725] El-Fisal fi’l-Milel, 3/293
1726] Fethulkadir, 1/484
1727] Tevbe, 9/31
1728] Tirmizî, Tersir 10
- 745 -
“Yoksa, onların birtakım ortakları var da onlara dinden Allah’ın izin vermediği
şeyleri meşrû mu kıldılar? Eğer o fasıl (ayıran) kelimesi olmasaydı muhakkak aralarında
hüküm verilip işleri bitirilmişti. Şüphesiz zâlimler için acıklı bir azap vardır.”1729
Allâme İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle der:
“Yani onlar Allah’ın şeriatına değil; insî ve cinnîlerin şeriatına tâbi olurlar. O
şeriatta bazı deve çeşitlerini haram kılmak, murdar, kan, kumar vs. cahiliyede
yaptıkları tahrîm (haram/yasak kılma) tahlil (helâl/serbest bırakma) ve bâtıl
ibâdetler vardı...”
Allâme Şankıtî ise bu ayetin tefsirinde şu açıklamayı yapar:
“Bu ayette Allah (c.c.) kendi kanunlarının dışında (onlara zıt) kanun
yapanları “ortaklar” diye adlandırır.” 1730
İslâm şehidi Seyyid Kutub der ki;
“Bu konu açık olmasına rağmen tartışmaya girerler. Kanunları Allah’tan
başkasından almayı câiz görerek, cür’et gösterip, ‘zaman ve zemine göre
toplumumuz için kanun koyma hakkına sahibiz’ derler. Sanki Allah’tan daha
bilinçli ve daha âdildirler.” 1731
Evet, bu ayetlerden açıkça anlaşılır ki, kim kendi arzusuna göre kanun yapar
ve yaptırırsa ne kadar namaz kılıp oruç tutsa ve “ben müslümanım” dese bile
müslüman kabul edilmez. Zira bu kişi, bu tavrıyla Allah’ın (c.c.) vazgeçilmez
ulûhiyet vasfıyla kendisinin de vasıflandığını kabul etmiş ve kendi ulûhiyetini
ilan etmiştir. Kanun yapanların küfründeki icmâya gelince Allâme İbn-i
Teymiyye şöyle der: “İnsan ne zaman helâlı haram, haramı da helâl yapar veya
Allah’ın şeriatını değiştirirse tüm âlimlerin ittifakı ile kâfir olur.” 1732
Allâme İbn-i Kesir de bu konuda şunları söyler;
“Kim Allah’ın şeriatını bırakıp mensuh olan şeriate başvurursa kâfir olur.
Acaba beşerî yasaya başvurup onu şeriatın önüne almanın hükmü nasıl olur?
Tüm müslümanların icmâsı ile o kişi kâfir olur.”1733
Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Onlar cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Yakînen
iman eden bir kavim için Allah’tan (c.c.) daha güzel hüküm veren kim olabilir?” 1734
1729] Şûrâ, 42/21
1730] Edvâu’l Beyan, 7/173
1731] Fi-Zilali-l Kur’an, 5/3152
1732] Mecmûu’l Fetâvâ, 3/267
1733] El- Bidâye ve’n-Nihâye, 13/119
1734] Mâide, 5/50
- 746 -
Allâme İbn-i Kayyım şöyle der:
“Kur’anda geçtiği şekilde ve sahih icmâ ile sabittir ki İslâm dini önceki
tüm dinleri neshetmiştir. O yüzden kim Kur’an’a değil de Tevrat ve İncil’in
hükümlerine tâbi olursa kâfir olur.” 1735
Şeyhu’l-İslâm allâme Mustafa Sabri (Mevkıfu’l-Akl, 1/123), Dr. Abdullah
Azzam (El-Âkîde ve Eseruha, 178), Abdulkadir Udeh (Teşrîü’l Cinâî, 2/708),
Ahmed Şâkir (Umdetu’t-Tefsir, 3/214), Said Havva (el-İslâm, 83) ve bunlar
gibi nice âlimler bu fetvâyı eserlerine almış ve topluma ilan etmişlerdir.
Fakat son dönemde kendilerine âlim görüntüsü veren bazı kişiler “Ameller
niyetlere göredir” gerekçesine sığınarak diyerek bu fetvâlara göz yumdular.
Kendi çıkarlarına göre kanun koyanların, yasa ve anayasa yapanların küfrünü
açıklayanı tekfirci ve hâricî olmakla itham ettiler. Böylece kendi ebedî
hayatlarını harap etme pahasına tâğutî sistemlerin işlerini kolaylaştırdılar.
Şunu unutmayalım ki kanun yapanlar ne kadar büyük bir şirk işlemişlerse,
onlara kanun yapma hakkını verenler de o kadar büyük şirk işlemişlerdir. Zira
tâğutların yardımcıları olmazsa tâğutların ifsâdı ve ömrü kısa olur. Onun için
tarih boyunca tâğutlara destekçi ve yardımcı olanlar, onların el ve ayakları
olmuşlardır. Bundan dolayı âhiret gününde tâbî olanların ve kendisine tâbî
olunanların azabı eşit olur. Üstün çektiği azabın aynısını ast da çekecek, küfrün
liderleri ile destekçileri aynı azaba ortak olacaklardır. Allah (c.c.) onların azabı
hakkında şöyle buyurur: “Nitekim hepsi birbiri ardına orada toplanınca en
sonda yer alanlar en önde gelenler için ‘Rabbimiz işte bunlar bizi saptırdı. Öyle
ise ateşte kat kat artırılmış bir azap ver’ diyecekler. Allah da (c.c.) ‘hepsi için kat
kattır ancak siz bilmezsiniz’ diyecektir.”1736
“Allah (c.c.) kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.”1737
Allâme Şankıtî bu ayetin tefsirinde şöyle der:
“Bu ayetten açıkça anlaşılır ki Allah’ın kanunlarının dışında kanun
yapanlara itaat edenler müşriktirler. Ve sonunda şöyle der: Semâvî nasslar
apaçıktır ki beşerî kanunlara, şeytanın kendi dostlarının dilleri üzerinde
yaptıkları kanunlara ittibâ edenler, açık şekilde şirk içerisindedirler. Vahyin
penceresinden bakamayan gözü kör olan hâriç hiç kimse bunların şirkinde
şüpheye düşmemelidir.”1738
1735] Ahkâm-ı Ehl-i Zimme, 8/259
1736] A’raf, 7/38
1737] Kehf, 18/26
1738] Edvâu’l-Beyân, 4/82
- 747 -
Allâme Şakir şöyle der;
“İngilizlere hangi çeşit olursa olsun az veya çok yardım etmek kişiyi şirke
götürür. Bu konuda özür veya te’vil kişiyi kurtarmaz. İster bu yardımı fertler
yapsın, ister başkanlar veya hükümetler yapsın fark etmez.”1739
Allâme Mevdûdi de şöyle der:
“Bizim, tâğutların mahkemelerine başvurmamız imanımıza ters düşer.
Aslen Allah’a iman, insanın bu mahkemeleri reddetmesini emreder. Zira
Allah’a iman ve tâğutu red Kur’an’da birbirini gerektirir. Hem Allah’a hem de
tâğuta itaat nifâkın ta kendisidir.” 1740
“Sizden onları kim dost edinirse şüphesiz o da onlardandır.” 1741
Allâme Kurtubî bu ayetin tefsirinde şöyle der:
“Kim onları dost edinirse, yani Müslümanlara karşı onları desteklerse o da
onlardandır. Yani onun hükmü onların hükmü gibidir.”
Allâme İslâm şehidi Abdullah Azzâm da şöyle der:
“Bilinmelidir ki ibâdet; kanunlar, haramlar ve helâllerden meydana
gelmektedir. Bu yasalar şayet Allah’tan alınırsa o zaman ibâdet Allah’a yapılmış
demektir. Şayet bu yasalar beşer tarafından düzenlenmiş ise ulûhiyet yani ibâdet
beşeredir. İsterse insanlar namaz kılsalar, oruç tutsalar ve dinî vecibelerini
yerine getirseler dahi bu çok kesin hüküm konusunda tereddüt yoktur. Tüm
âlimler şu konuda ittifak etmiştir: “Kim haramı helâl yaparsa kâfir olur ve yine
kim helâli haram yaparsa kâfir olur.”1742
Şehid Seyyid Kutub da şunları söyler:
“Dilleri ile Allah’tan başka ilâhın olmadığını ve Muhammed’in (s.a.v.)
Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğunu söyleyip bireysel davranışlarda arınma,
evlenme, boşanma ve miras gibi konularda Allah’ın vahyine tâbi oldukları için
kendilerini müslüman diye isimlendirenler, bununla beraber bunun dışındaki
konularda Allah’ın kitabına göre şekillendirilmemiş kanun ve nizamlara itaat
edenler... Allah, kitabında izin vermediği halde Allah’ın kitabına muhalif
olan yasalara itaat edenler, isteyerek veya istemeyerek bu çağda tâğutların
kendilerinden istedikleri görevi yerine getirme noktasında tüm değerlerini
feda edenler... Kutsal değerleri ile çağdaş tâğutların istekleri çeliştiği zaman
1739] Kelimetu’l-Hak, 126
1740] El-Hukûmetu’l-İslâmiyye
1741] Mâide, 5/51
1742] Hâkimiyet Mefhûmu
- 748 -
Allah’ın emirlerini kulak arkası yapıp bu çağdaş tâğutların emirlerini yerine
getirenler... Evet, kendilerini müslüman ve Allah’ın dinine mensup sayanlar,
kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük
bir şirk bataklığının içinde bocaladıklarını düşünmek zorundadırlar. Şirk ve
müşrik; sadece rablik noktasında Allah’tan başka bir rabbin, yaratan, rızık
veren, öldüren vb. varlığa inanmakla ortaya çıkmaz. Allah ile beraber veya
Allah’ın dışında başka rablerin hâkimiyetine inanmak da şirkin en bâriz
örneklerindendir. O halde yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm
insanlar yaşantılarında da yetkiyi kime verdiklerine, kimin emrine uyup
sözünü dinlediklerine bir baksınlar! Şayet tüm bu konularda Allah’a itaat
ediyorlarsa Allah’ın kendisinden râzı olduğu dine, İslâm’a mensupturlar. Yok,
şayet bu konularda Allah’tan başkasına tâbi oluyorlarsa -Allah korusun- onlar,
tâbi oldukları tâğutların dinine mensupturlar.”1743
Üzücüdür ki bazı çevreler, “bizim yasama yaptığımız kanunlar İslâm’ın
kanunlarına ters değildir. Biz “evet” derken Allah’ın meşrû gördüğü kanunlara
evet diyoruz” derler.
Cevaben deriz ki;
Tatarların uyguladığı kanunların çoğu İslâm’dan, Yahudilikten ve
Hristiyanlıktan alıntıydı. Fakat buna rağmen İslâm âlimleri hepsine küfür
deyip itaat edeni tekfir etmişlerdir. Mâlumdur ki abdest bazı şeylerle bozulduğu
gibi iman da bazı ameller ile bozulur. Acaba birkaç sene önce demokratik İslâm
düşüncesine sahip olan evetçi iktidar, zinayı serbest bırakmadı mı? İşte bu
onların şirke girmesi için yeterlidir. Onlar “Allah’ın kanunlarına ters kanun
yapmayız” diye iddia ediyorlar ise onların böyle demeleri ancak bir çelişkiden
ibarettir. Ayrıca demokratik düzenin ve Atatürk ilkelerinin gölgesinde yapılan
hiçbir kanun Allah’ın hükmü sayılmaz. Zira demokrasilerde en azından teorik
olarak toplumun iradesi hâkimdir. O irade ne derse o olur. Bazen yapılan
kanunlar İslâm’a uygun gözükse de durum aslında böyle değildir. Genelde
İslâm’a açıkça zıt olan kanunlar yapılır. İster İslâm’a uygun gözüksün isterse de
tamamen aykırı... Sonuçta hepsi demokrasi dininin tatbik edilmesi demektir.
Bu konu hakkında İslâm şehidi Seyyid Kutub şöyle der:
“Bilin ki milletin hükmü Allah’ın hükmü sayılmaz. Bazen İslâm şeriatına
uygun olsa da farketmez. Zira böyle ortamlarda yapılan İslâm kanunları aslen
milletin iradesini tatbik etmektedir. Yoksa Allah’a kulluk sözkonusu değildir.
Çünkü böyle atmosferlerde millet ne derse o olur. Allah’ın kanunu da saf dışı
1743] Fi-Zilali-l Kur’an, 9/89
- 749 -
olmuştur. Hiçbir fonksiyonu yoktur. Ulûhiyyet yalnız Allah’ın değil, uluhiyyetin
göstergesi olan egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yapılan kanunlar milletin
iradesine göredir. Allah’ın iradesinin hiçbir fonksiyonu yoktur. Kulluk Allah’a
değildir.1744
1744] Tağut, s. 19
- 750 -
78. HUTBE
OKULLARDA TÖREN ADIYLA İŞ LENEN PUTPERESTLIK
Ayet :
قَالَ افََتَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللهِّٰ مَا لَ ا يَنْفَعُكُمْ شَئْاً وَلَ ا يَضُرُّكُمْۜ افٍُّ لَكُمْ وَلمَِا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ
اللّٰهِۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
“(İbrâhim) Dedi ki: Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen
şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz hiç
akıllarınızı kullanmaz mısınız?” 1745
Bunun Adı Putpere stliktir !
Resmî törenler vesilesiyle sergilenen görüntüler ve ortaya konan kimlik
İslâmî açıdan neye tekabül etmektedir?” Soruya hemen cevabı vereyim: Tek
kelimeyle: “Putperestlik” yani putperestliğe tekabül etmektedir. Bu törenlerin
İslâmî açıdan ne demek olduğuna şöyle cevap verilebilir mi?: “Câizdir, hiçbir
sakıncası yoktur, hatta sevaptır. Okullarda uygulanması yetmez, bu sevabı câmi
cemaatine de yaymak gerekir. Namazlara da ezanla değil, okullardakine benzer
törenle başlanmalıdır. İmamlar cami önünde cemaati “hazır ol!” komutuyla
hizaya sokmalı, cami önlerindeki göndere bayrak çekilmeli, heykelin önünde
saygı duruşunda bulunulduktan sonra camiye girilmelidir. Hem öyle bedava
vatandaşlık yok: Kutsal devlete ibâdet için Kürt bölgelerindeki camilerde daha
kocaman bayrak ve daha büyük heykel olmalı; “devletten Kürt vatandaşlarına
kıyak olarak” diye takdim edilmelidir. Önce millî ibâdet, sonra dinî ibâdet
gelir, değil mi ya?! Zaten memleket niye kalkınamıyor; hep bu putlara karşı
çıkan yobazlardan ötürü. Krizi filan bahane etmeyelim, bir an önce camileri
de okullar gibi heykellerle donatalım, cami kapılarının önüne minareden
daha büyük bayrak direği dikelim. Eh ekonomik olsun diye düşünüyorsanız,
onun da kolayı var. Minarelerin büyüklüğüyle oranlı kocaman bayraklar
yapalım. Nasıl olsa oradan ezan da okunmuyor, minareler bayrak direği olarak
işlev görsün. İmamlar sadece 29 Ekim’de, 23 Nisan’da filan değil, her hafta
hutbelerde Atatürk’ten bahsetsin. Yetmez, her gün ve her namazda o büyük
devlet adamının geceleri ne kadar kaim, gündüzleri ne kadar sâim olduğuna
dair menkıbeler, kıssalar anlatsın. (Çok zorlanmazlar, antrenmanlıdır
1745] 21/Enbiyâ, 66-67
- 751 -
imamların çoğu. Çok iyi bildikleri menkıbe kahramanlarının sadece ismini
değiştirecekler o kadar. Ne yapsınlar canım, zaten “emir kulu” değiller mi?!
Cami cemaati, mihraplara konulacak heykelin önünde vecd içinde vatandaşlık
görevini yerine getirerek saygı duruşunda bulunmadan namaza başlayamasın.
Okullarımızda öğrencilerimize yaptırılan bu davranışları cami cemaatinden
esirgemeyelim; böylece hem memleket daha bir kurtulur, hem daha büyük
sevaba girilir. Camilerin bu konuda nasıl bir düzenlemeye gidileceği konusunda
allâme-i cihan muhterem Yaşar Nuri Efendi Hazretleri ile televizyonların
meşhur şeyhülislâmı, ünü tüm dünyaya yayılmış, büyük ermiş Hazreti
Zekeriya Bembeyaz başkanlığında bir komisyon toplanır. Kısa zamanda bu
devrimi gerçekleştirirler; böylece Ata’larının (varsa) cennetine aday olurlar.
Onun tamamlayamadığı İslâm’da ve camide devrimi de gerçekleştirmiş, onun
izinden gittiklerini ispatlamış olurlar…”
Böyle bir cevap mı bekleniyor kamuoyu tarafından? “Dâru’l-İslâm”,
“ülü’l-emre itaat”, “vatan sevgisi imandan”, “vatan uğruna ölen şehitlerimiz”,
“cumhuriyet İslâm’dır”, “en iyi demokrasi İslâm’dadır, dört halifenin seçimi
de buna örnektir”, “en büyük gazi, Atatürk” gibi konu ve uyduruk malzemeler
de Diyanet’in hutbe metinlerinden bulunabilir, diye ilâve etmemi herhalde
beklemiyorsunuz. Aslında, bu tür cevap vermek doğru kabul edilmezse,
bu yanlışın karşıtının doğru olduğunu herhalde gö(ste)rmek zor olmaz.
Okuldaki törenler doğru ise, İslâm açısından sakıncalı değilse, bunları
camideki Müslümanlara da yaymanın ne sakıncası olabilir? Zaten bu cami
cemaati, yukarıda anlatılan hususlarda sakınca görse okullardaki çocuklarına
veya torunlarına bu yanlışları vurgulaması, her bedeli ödemek zorunda
kalsalar da karşı çıkılması gereken “imanî-tevhidî gereklilik” görmezler mi?
Görmediklerine göre?! Evet, okullardaki törenleri sakıncalı görmediklerine
göre, aynı uygulamalar yukarıda anlatıldığının hatta fazlası uygulansa, onda
da sakınca görürler mi, görmezler mi?
Camide yapılması ve tapılması câiz olmayan şey, özellikle ibâdet ya da put
kavramıyla ilgili ise, başka yerde de câiz değildir. Biz, sadece camide Allah’ın
kulu değiliz. Allah, camide kendisine, cami dışında başka ilahlara yönelmeyi
mi meşrû kıldı? Namaz kılarken yönelinen ilâh, okullara, devlete karış(tırıl)
mayan âciz biri mi? Namazda yönelinen ilâh başka, devlet kurumlarında
ve özellikle okullarda yönelinen ilâh başka mı? Eğer öyle ise, bu, çok tanrılı
bir şirk dini olmaz mı? “Câmilerimizde putlar ve putlara tapmaya canımız
pahasına karşı çıkarız, yukarıda anlatılan hususlar mescidlerimizde kesinlikle
olamaz!” diyenlere altını çizerek ifade edelim ki; tüm yeryüzü Müslümanlar
- 752 -
için mesciddir ve yeryüzü mescidindeki putlarla ve putperestlerle mücadele
şarttır. Evet, tüm yeryüzü câmidir, mesciddir. Rasûlullah öyle buyurur:
“Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm için) temiz kılındı. Ümmetimden biri
namaz vaktine ulaştığında nerede olursa namazını kılsın.”1746 Tüm yaratıklar
secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için
varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü’min insan için de
yeryüzünün tamamı mesciddir.
Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır.
“Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”1747 Kıble; kalplerdeki imana, kafalarda
taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği “ilâh”a göre
değişen bir yön ve istikamettir. “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya, anıtkabir
yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla bazı kimseler Kâbe
yerine Anıtkabir’i, Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler. Kâbe’yi
kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah’a döndürmesi, diğer yönlere ve
kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin ve her
dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti vardır.
Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da İslâm’ın
kıblesine tâbi olmazlar. 1748
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline
dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de
farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de “Allah” inancına sahipti.1749
Fakat, Kâbe’de tavaf etmek gibi Allah’a ibâdet kastıyla bazı görevleri yaptıkları
halde, zaman zaman put heykellerin karşısında saygı duyuyorlar, onların
önünde törenler düzenliyorlardı. Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin
parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların
kendilerini yönetmelerini istiyorlar, eski büyük tâğutlarını da unutmamak için
heykellerine hürmet ediyorlardı. Onlar da yer yer dindar kesilmelerine rağmen,
tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlar, putlarından vazgeçmiyorlardı.
Israrla vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki
okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk
tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir
müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı
şeyler, yapıldığında öncelikle insanlık suçu olduğu ilan edilecek davranış ve
sözler, resmî âyinlerde/törenlerde, şirk unsuru olan hususlar, derslerde kabulü
1746] Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84; Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56
1747] 2/Bakara, 148
1748] 2/Bakara, 145
1749] Bk. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
- 753 -
ve dillendirmesi şirk olan durumlar, tâğutları övmeler vb. kamuoyuna hâlâ
yansıtılmamıştır. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk
unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere
ilan ve tebliğ bile edememişiz. Şirki güncel açılımlarıyla topluma duyuramamanın
vebalinin büyüklüğünü düşünmek bile zor. Her vatandaşın ve her düzenin bunları
rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Sanki tevhidin yasaklanmasından ve putperestliğin mecbur edilmesinden daha
önemliymiş gibi, varsa-yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi,
Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde
yaşasaydık, bizim câhiliyye okullarından istediğimiz olmayacak mıydı? Yani
sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka?! Başörtüsüne bile müsaade
etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine konulan inanç, bilgi ve kültürün ne
olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan
edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız
iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman
iki inanç ve yaşam tarzı sunuluyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana
ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda
öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha
küçük yaşta anormalleştiriyor, iki dinli ve münâfık karakteri oluşturuluyor.
Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler
arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm
ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli
Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel
olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i
tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde
olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen
sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini,
kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların
laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır.
İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler
okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi
işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne
her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor.
Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor
okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna
atölyesi konumunda işlev yapmakta. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta
kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
- 754 -
Evet, maalesef bin kere evet; Bu törenler, bir âyindir, putperest tapınmalarıdır.
Allah’tan başka rab edinmenin, başka ilâh kabul etmenin, tâğutlara ibâdet
etmenin göstergesidir. Tepkisiz ve buğzsuz olarak bu törenleri kabullenmek
insanı şirke götürür. Şirk de Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suçtur. Kişiyi
dünyada Allah’ın yardımından uzaklaştırır, âhirette de ebedî cehennemlik
yapar. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır,
bir anormalliktir. Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi,
şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü
önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla
bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat,
kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır.1750 Tevhid ve şirk insanlık
tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle
tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde
vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu
konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki:
“Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi),
‘Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de,
babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi.”1751
“Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz hiç akıllarınızı kullanmaz
mısınız?” 1752
Buyurun hep beraber Müslümanlığımızı ilan ederek andımızı tazeleyelim:
“Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim
bana!”1753
1750] 21/Enbiyâ, 22
1751] 21/Enbiyâ, 52-54
1752] 21/Enbiyâ, 66-67
1753] 109/Kâfirûn, 1, 6
- 755 -
- 756 -
- 757 -
- 758 -
- 759 -
- 760 -