Kur’ân-ı Kerim’de İlim, Kalem ve Yazma

Âyet:

اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ

“Oku (ve öğren)! Rabbin ekremdir/en cömerttir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” [1]

Kur’ân-ı Kerim’de “ilim (ılm)” kelimesi ve türevleri toplam 854 yerde zikredilir. İlm’in zıddı cehâlet (c-h-l) kelimesi ve türevleri toplam 24 yerde kullanılır. Kalem ve çoğulu Aklâm kelimesi toplam 4 yerde geçer. Yazmak anlamında K(e)-t-b kelimesi ve türevleri ise toplam 322 yerde zikredilir.

Kur’an’ın, 854 yerde ilimden bahsetmesi, bilmeye, öğrenmeye verdiği önemi gösterir. Ayrıca Allah, Kur’an’ın bilgiye dayalı bir kitap ve yol göstermek için bir rahmet olduğunu ifade ediyor.[2] Bilmeksizin zan ile konuşmayı yasaklıyor.[3] Bilen­lerle bilmeyenlerin bir olmayacağından,[4] Allah’tan en çok âlimlerin korkacağından,[5] iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin derecelerinin yükseleceğinden[6] bahsediyor. “Rabbim ilmimi artır, de” [7] âyetiyle de mü’minin ruhuna şiddetli bir ilim ateşi yakıyor. Ancak ilmi, amaçsız bir şekilde kendi başına bir değer olarak alıp kutsamıyor. Onun salt bir bilgi yığını olarak biriktirilmesini yeterli bulmuyor, bir gâyeye hizmet etmesini ve topluma aktarılması­nı da istiyor. İşte tebliğ ve inzarın böyle bir fonksiyonu vardır.

“Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.” [8]

“Bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorunuz.” [9]

“Hatırla ki; Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.”[10] “Allah Âdem’e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip, ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunların isimlerini Bana bildirin’ dedi.”[11] “Melekler, ‘Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm (her şeyi bilen) ve hakîm olan (her yaptığında hikmetler olan) ancak Sensin’ dediler.” [12]

“Allah, sizi analarınızın karnından hiç bir şey bilmez halde çıkarmıştır.” [13]

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklen­mekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu in­san yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir.” [14]

“Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bir topluluğa câhilce sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”[15]

“Utan­malarından dolayı, câhil, onların zengin olduklarını sa­nır. Sen onları simalarından tanırsın.” [16]

“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak cehâletle işlenip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir.” [17]

“Sizden kim, cehâletle bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah ederse...” [18]

“Sonra şüphesiz Rabbin câhillik sebebiyle kötülük yapan, sonra da bunıın ardından tevbe edip (durumunu) düzeltenleri (bağışlayacaktır).” [19]

“Bir zamanlar Mûsâ kavmine ‘Allah, bir sığır kesmenizi emre­der dedi. ‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. ‘Câhiller­den olmaktan Allah’a sığınırım’ dedi” [20]

“Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzre toplayıp birleştirirdi; o halde sakın câhillerden olma?” [21]

“Rabbim, ilimce herşeyi kuşatmıştır.” [22]

“O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” [23]

“Eğer sen onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyle­der ve câhillerden olurum dedi.” [24]

“...Allah’ın dilemesi müstesna yine de inanacak değillerdi. Fakat çok­ları cehâlet segiliyor.” [25]

“Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tan­rı yap!’ dediler. Musa, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsu­nuz’ dedi.” [26]

“...Ben, iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhillik yapan bir topluluk olarak görüyorum.” [27]

“De ki: ‘Rabbim ilmimi arttır.” [28]

 “...Yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve câhil kimseler kendilerine laf attığında ‘Selâm!’ derler.” [29]

“De ki: hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” [30]

“İlim, ancak Allah katındadır.” [31]

 

Hadis-i Şeriflerde Okuma, Yazma ve İlim

“İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet yollarından birini açar. Melekler, ilim tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibâdet eden kimseye üstünlüğü, ondördündeki dolunayın görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” [32]

“Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleşim yerinden) çıkarsa, geri dönünceye kadar o kişi Allah yolundadır.” [33]

“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” [34]

“Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur’an’dan bir âyet öğrenmen senin için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden çıkıp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbı öğrenmen (senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır.” [35]

“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır.” [36] 

“Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa o mü’minin kendisi ona daha lâyıktır.” [37]

“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).” [38]

“Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayış sahibi) kılar.” [39]

“Şeytana, bir fakîhi (dinde anlayış sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i aldatmak) tan daha zordur.” [40]                                  

“Rasûlullah (s.a.s.)’a biri âbid (ibâdetle çokca meşgul) ve diğeri âlim (ilimle çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: “Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede olanınıza üstünlüğüm gibidir.” buyurdu. Sonra şunları söyledi: “Allah, melekleri, göklerin ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve balıklar, insanlara hayır (faydalı şey) öğreten kişiye dua ederler.” [41]

“İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden dolayı kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden sâlih evlâttan kesilmez.” [42] 

“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” [43]

“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.” [44]

“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek sûretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek sûretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadığı halde fetva verecekler. Onlar bu sûretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” [45]       

“Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isabet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir.” [46]

Hz. Ebûbekir (r.a.) Peygamberimiz’i anlatırken şöyle ifade eder: “Rasûlullah (s.a.s.) (Vedâ Haccında) şöyle buyurdu:

“...Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize haramdır. Burada hazır bulunanlarınız, burada bulunmayanlara (yeni nesillere) bunu tebliğ etsin. Olabilir ki, hazır olan kimse, bunu daha iyi anlayan bir kimseye tebliğ etmiş olur.” [47]    

Kur’an’ın, 854 yerde ilimden bahsetmesi, bilmeye, öğrenmeye verdiği önemi gösterir. Ayrıca Allah, Kur’an’ın bilgiye dayalı bir kitap ve yol göstermek için bir rahmet olduğunu ifade ediyor.[48] Bilmeksizin zan ile konuşmayı yasaklıyor.[49] Bilen­lerle bilmeyenlerin bir olmayacağından,[50] Allah’tan en çok âlimlerin korkacağından,[51] iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin derecelerinin yükseleceğinden[52] bahsediyor. “Rabbım ilmimi artır, de”[53] âyetiyle de mü’minin ruhuna şiddetli bir ilim ateşi yakıyor. Ancak ilmi, amaçsız bir şekilde kendi başına bir değer olarak alıp kutsamıyor. Onun salt bir bilgi yığını olarak biriktirilmesini yeterli bulmuyor, bir gâyeye hizmet etmesini ve topluma aktarılması­nı da istiyor. İşte tebliğ ve inzarın böyle bir fonksiyonu vardır.

 

Kur’an’ın Eğitime Yönelik İlkeleri

Okumaya, yazmaya ve ilim öğrenmeye yönelik olarak Kur’an’ın söylemi konusunda daha önce bilgi vermiştik. Bun­lara tekrar girmeden eğitime yönelik teklif ettiği ilkeleri de kı­saca ortaya koymak gerekir. Çünkü İlâhi kitap, insanın eğiti­mini belirsizliğe terk etmemiştir. Ancak bu ilke ve kurallar, daha çok genel bir nitelik arzetmekte, teknik düzenleme iş­lemlerini insan düşüncesine bırakmaktadır. Şimdi bu ilkelere kısaca göz atalım:

Her şeyden önce bilmeyi, anlamayı ve düşünmeyi öngören İlâhi vahiy; bilmeden konuşmayı,[54] yapmadıkla­rını söylemeyi[55] yasaklıyor; insanın bildiklerini uygulamasını istiyor ve uygulamayan kimseleri kınıyor.[56] Dolayısıyla eğitimcinin tutarlı olmasını istiyor. Öğretmedikçe sorumlu tutmuyor.[57] İnsanın sorumluluğu ile bilgilen­dirilmesini doğru orantılı olarak görüyor. Kolaylaştırmayı em­rediyor, zorlaştırmayı çirkin buluyor;[58] yumuşak muâmeleyi emrediyor,[59] muhâtabın se­viyesine göre ve anlayacağı bir dille öğretilmesi gerektiğini öneriyor.[60] Affedici olmayı, ce­za ve sert muameleye tercih ediyor. [61]

Faraziyeler üretmekten sakındırıyor,[62] hedefi olmayan salt bir eğitim kutsamasını kabul etmiyor. Hem uzun vadeli hem de kısa vadeli hedefleri gözönünde bulunduru­yor, fakat uzun vadeli olanları ön plana çıkarıyor.[63] Bu nedenle inançlı ve Allah’ı merkeze alan bir eğitim ve öğretim öneriyor,[64] seküler ve dinsiz bir eğitimi reddediyor.[65] İnançlı bir eğitimde, ferdin ve âlemin, kısaca tabiatın parçalanmasını kabul etmiyor, bütün­leştirici ve tevhidî bir dünya görüşü kazandırmayı hedefliyor.[66] Bu tevhidî bilinçle Allah’tan başka kimse­den korkmayan, kendine güven kazanmış, şahsiyetli bir fert ve ümmet yetiştirmeyi amaçlıyor. [67]

Yöntem olarak telkin, soru-cevap,[68] tartışma,[69] tekrar, kıssa, meseller ve örneklemeye sıkça başvuruyor. Dahası eğitimcinin örneklik etmesi ve kendisinden örnek alınması gerektiğini söylüyor.[70] Tümden gelim ve tüme varım metodlarının her ikisini de kullanıyor. [71]

Tebliğ

Âyet:

وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًاۨۙ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًاۜ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ لْكَافِر۪ينَ

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” [72] 

يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ

“Ey Rasûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” [73]

Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına çalışma. “Be-le-ğa” fiilinden “tef’îl” bâbında masdardır. Çoğulu “teblîğât”tır. Tebliğ, Kur’an’da “belâğ” kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ masdar, belâğ ise isim olarak on küsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde ettiği İlâhî mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.), muhâtabı ise, insandır.

Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir:

“Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”[74]

Bu görev yalnız Hz. Muhammed’e (s.a.s.) verilmemiş, diğer peygamberlere de verilmiştir. [75]

Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah’a bırakmışlardır: “Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır.”  [76] 

Allah’tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara katlanmışlar ve en güzel sabır örneğini göstermişlerdir. “(Önce) en yakın akrabanı uyar.”[77] âyeti nâzil olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına yaptı. Daha sonra Safa tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O’nun etrafında toplandı. Onlara, “Şu dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?” diye sorunca, halk, “Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık” cevabını verdi. “Öyle ise size şiddetli bir azâbı haber veriyorum” deyince, amcası Ebû Leheb hakaret ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet sûresi nâzil oldu.[78]

Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah’ın yoluna dâvet etmek Allah’ın, Kur’an’a kulak veren her mümine İlâhî bir emridir:

“(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” [79]

Bu âyette söz konusu olan “hikmet” ve “güzel öğüt”, tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. “Güzel öğüt” ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır. Bu âyette geçen “Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.[80]

Kur’an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması açısından büyük önem taşıyan tebliği “büyük cihad (cihad-ı ekber)” olarak tanımlar:

“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur’an ile) onlara karşı büyük cihâd et.” [81]

Bu âyetteki “büyük cihâd”, İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allah’ın adını Yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ suretiyle cihadda bulunmak, düşmana karşı silahla cihatda bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür. [82]

Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında ayırım yapmadan, genç ihtiyar, kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar. Ölüm döşeğinde olan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman ettikten sonra vefât ederse, âhireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da en güzel örnek, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Ebû Tâlib’in ölüm zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.) onun yanına geldi. Orada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib’e: “Ey amcacığım, ‘Lâ-İlâhe İllallah’ de, bununla Allah katında sana şehâdet edeyim” buyurdu. Ebû Cehil: “Yâ Ebâ Tâlib, Abdülmuttalib’in dininden vaz mı geçeceksin?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû Tâlib, ona son söz olarak Abdülmuttalib’in dini üzerinde olduğunu söyledi ve ‘Lâ İlâhe İllallah’ demekten çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): “Allah beni men etmediği müddetçe, senin için duâ edeceğim” dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de iman edenlerin yapacağı bir iş değildir.”[83] Ebû Tâlib hakkında da: “(Ey Muhammed), Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin/doğru yola iletemezsin, fakat Allah,  dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir.”[84] âyeti nâzil oldu. [85]

Ayrıca Kur’an, Allah’ın en büyük düşmanlarına bile tebliğin götürülmesini emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden, lânetlemeden ve onlara öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi gerektiğini vurgular:

“(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun’a gidin, çünkü o azmıştır. Ona yumuşak ve tatlı bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah’tan korkar.”[86]

Yüce Allah, Firavun’un imân etmeyeceğini elbette biliyordu. Ama yine ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli hikmetler vardır. İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum, tebliğcileri de mes’uliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz. Mûsâ ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” [87]

Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına delil olur ve kendisine tebliğ yapılanın “ben bunu bilmiyordum” şeklinde mazerette bulunmasını engeller.[88] Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur: “Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir. [89]

Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm’ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: “Tebliğ vazifemi yaptım mı?” diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, “Allah’ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır. [90]

Peygamber ve O’nun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk’ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah’a kul olmanın derin manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün insanların vazifesidir. İslâm’da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya çalışmak mecburiyetindedir.

Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de üzerinde önemle durduğu “dâvet” ve “Emr bi’l-Ma’ruf ve Nehy ani’l-Münker” de, tebliğe yakın ve onunla iç içe olan konulardır.

Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için yapılmayan her şeyin bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir.[91] Buna göre tebliğ de, Allah rızâsı için yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya manevî menfaat niyeti ile yapılan tebliğin hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’de, tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu şekilde yapılan tebliği dinlemenin gerektiğini açıklamıştır. [92]

Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak O’nun rızâsını seçen ve bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde yerine getiren bir toplum, mutluluğun sırrına erer. Kur’an, insanlara tebliğ edilmek üzere indirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya göğüs gererek, gerektiği gibi bu vazifeyi yerine getirdi. O’nun ümmetinin de, bu vazifeyi sadece Allah rızâsı için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. [93]

‘Tebliğ’ kelimesi, bu şekliyle Kur’an’da fiil halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Birçoğunun reşid olma yaşına ulaşması ‘büluğ’ çağına ulaştı, ‘büluğa’ erdi şeklinde söylenir.[94] Bu yaş güç ve kuvvete ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir. [95]

Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma, varma anlamında,[96] zaman olarak belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında,[97] yaşlanma, ömrün sonuna gelme mânâsında,[98] belli bir amaca ulaşma,[99] bir şeyin bir yere, bir duruma ulaşması anlamında[100] kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘beliğ’ kelimesi, en açık en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. [101]                                                   

‘Belâğat’ güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur’an, en üstün ‘fasâhat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mûcizedir.

 Tebliğ’ Kur’an’da, Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır. Bunun masdarı olan ‘belağ’ ise ulaştırma, ulaştırı demektir. Kur’an’da ‘tebliğ’ kelimesi fiil halinde, ‘belağ’ ise masdar olarak geçmektedir. Tebliğ edilmesi gereken şey Allah’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah’tır. Bütün nebiler bu faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi çevrelerindeki insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin muhatabı, tebliğ ulaştırılması gerekenler insanlardır.

Tebliğ’ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar. Kur’an şöyle diyor: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” [102]

Peygamberlerin Tebliğ Görevi: Aynı görev diğer peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine diyor ki: “Size Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum ve sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum.”[103]  Aynı ifadeyi Hz. Hûd (a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi.[104] Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir. [105]

‘Tebliğ’ ile görevli bütün nebiler, kendileri en güzel örnek olmak üzere, her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine, eziyetin ve baskının her çeşidini denemelerine rağmen; bu görevlerine devam ettiler. Onlar, tebliğ faaliyetlerinde yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük zorba kişi ve sistemlerine karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve uygun metodu kullanarak, Allah’tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara ‘hidayet’ yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya çalıştılar.

Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek, insanlara Allah’ın mesajını ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların sorumluluk alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar insanlar üzerinde bir bekçi veya bir vekil değillerdi.[106] Şu âyet bunu daha net bir şekilde ifade etmektedir: “Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici, hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.”[107]

Peygamberlerin bütün gayretlerine, hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ’dır (tebliğdir). Kur’an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır. “…Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen ‘belağ-duyurup bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir.”[108] 

Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara ‘rahmet’ olarak gönderilen ilâhi vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, fedakârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya kalkmadılar. Zaten böyle bir şey tebliğ faaliyetine terstir. Ancak, onların tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah’ın izniyle o engel olanlarla en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun eğmek yoktur.[109] Şunu da hatırlatmak gerekir ki, peygamberler yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar, kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak inkârcılar tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü’minlerle beraber bir İslâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah’ın gönderdiği hükümlerle yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.

Tebliğ vahyin mesajını insanlara ulaştırmaktır dedik. Bu görev öncelikli olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi en uygun bir metodla, amaca en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli, zâlim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir, Kur’an bu konuda güzel bir örnek veriyor:

“İkiniz (Mûsâ ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer korkar.” [110]

Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece güzeldir. Hz. Mûsâ’nın ısrarlı tebliğ faaliyetlerini anlamayanlara verilen cevap bunu açıklamaktadır:

“…Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler.” [111]

Kur’an, tebliğ kelimesinden yaklaşık 25 defa çeşitli şekillerde bahsediyor. Açıkça “sana indirileni tebliğ et” diyerek bunu farz kılıyor.[112] Ayrıca Kur’an 130 defa inzardan ve uyarıdan bahsediyor. Rasûlün tebliğci, uyarıcı ve müjdeleyici (mübelliğ, münzir ve beşir) olduğunu zikrediyor.[113] Tebliğ ve inzar deyince yüzeysel olarak gerçeği, insanlara bir defa duyurmakla tebliğin tamamlandığı gibi bir anlayış, şimdiye kadar düşüncelerimize hâkim oldu. Ancak Kur’an, olayı bu kadar yalın olarak ele almıyor. İnatlaşmış inkârcıların ve iman etmeyecek olanların tekrar uyarılmasına gerek görmezken, Allah’tan korkan ve Kur’an’a uyan kimselerin uyarılmasını (inzar) istiyor.[114] Uyarılan kimse Allah’tan korkuyor ve Kur’an’a tabi oluyorsa niçin uyarılacak, bu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor. Hem bu âyet Mekkîdir ve imanla ilgilidir. İşte buradaki “Korkan ve tabi olan” kimsenin uyarılmasından maksat o kimsenin eğitilmesidir. Dolayısıyla bu tür kimseler için tebliğ ve uyarı bitmemiştir, devam etmektedir. Diğer bir deyişle tebliğ, anlık bir olay değil, düzenli bir süreçtir ve eğitimcinin yaptığını yapmaktadır. Bu sebeple kendisi­nin davetçi olduğunu hissedenler aynı zamanda iyi birer eğitimci olmak zorundadırlar.

 

[1]  96/Alâk, 3-5

[2]  7/A’râf, 52

[3]  3/Âl-i İmran, 66; 4/Nisâ, 157

[4]  39/Zümer, 9

[5]  35/Fâtır, 28

[6]  58/Mücâdele, 11

[7]  20/Tâhâ, 114

[8]  68/Kalem, 1

[9]  16/Nahl, 43

[10]  2/Bakara, 30

[11]  2/Bakara, 31

[12]  2/Bakara, 32

[13]  16/Nahl, 78

[14]  33/Ahzâb, 72

[15]  49/Hucurât, 6

[16]  2/Bakara, 273

[17]  4/Nisâ, 17

[18]  6/En’âm, 54

[19]  16/Nahl, 119

[20]  2/Bakara, 67

[21]  6/Enâm, 35

[22]  6/En’âm, 80

[23]  11/Hûd, 46

[24]  12/Yûsuf, 33

[25]  6/En’âm, 111

[26]  7/A’râf, 138

[27]  11/Hûd, 29

[28]  20/Tâhâ, 124

[29]  25/Furkan, 63

[30]  39/Zümer, 9

[31]  46/Ahkaf, 23; 67/Mülk, 26

[32]  Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, hadis no: 2822; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223

[33]  Tirmizî, İlm 2

[34]  İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224

[35]  İbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219

[36]  Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400

[37]  Tirmizî, Kitabu’l-İlm, 19, hadis no: 2827

[38]  İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254

[39]  Buhâri, İlm 14, hadis no: 13; Müslim, İmâre 53, hadis no: 175; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 220-221

[40]  Tirmizi, İlm 19, hds no: 2821; İbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222

[41]  Tirmizî, Kitabu’l-İlim 19, hadis no: 2825

[42]  Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393

[43]  Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711

[44]  Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-

[45]  Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-

[46]  Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-

[47]  S. Buhâri, İlm 10, hadis no: 9

[48]  7/A’râf, 52

[49]  3/Âl-i İmran, 66; 4/Nisâ, 157

[50]  39/Zümer, 9

[51]  35/Fâtır, 28

[52]  58/Mücâdele, 11

[53]  20/Tâhâ, 114

[54]  3/Âl-i İmran, 66

[55]  61/Saff, 2

[56]  62/Cum’a, 5

[57]  17/İsrâ, 15

[58]  22/Hacc, 78

[59]  3/Âl-i İmran, 159; 20/Tâhâ, 44

[60]  2/Bakara, 233, 286; 41/Fussilet, 44

[61]  57/Hadîd, 199

[62]  5/Mâide, 101, 102

[63]  25/Furkan, 77; 15/Hicr, 56; 74/Müddessir, 45; 75/Kıyâmet, 20, 21

[64]  96/Alak, 1

[65]  38/Sâd, 26

[66]  17/İsrâ, 44; 13/Ra’d, 16

[67]  5/Mâide, 3, 44; 2/Bakara, 150

[68]  26/Şuarâ, 70-75

[69]  56/Vâkıa, 58-72; 16/Nahl, 125

[70]  33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6

[71]  10/Yûnus, 31; 2/Bakara, 255

[72]  7/A’râf, 164

[73]  5/Mâide, 67

[74]  5/Mâide, 67

[75]  7/A ‘râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23

[76]  5/Mâide, 99; Bu konu ile ilgili olarak bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra’d, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr, 54; 29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12

[77]  26/Şuarâ, 214

[78]  Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251

[79]  16/Nahl, 125

[80]  el-Kurtubî, el-Câmiu l’i-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1967, X, 200; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XX, 138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167

[81]  25/Furkan, 52

[82]  ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, Mısır 1955, II, 73; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XXIV, 100

[83]  9/Tevbe, 113

[84]  28/Kasas, 56

[85]  Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222

[86]  20/Tâhâ, 43, 44

[87]  7/A’râf, 164

[88]  ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34

[89]  Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313

[90]  Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi’l-Arab, Mısır 1962, 1, 157

[91]  Tirmizî, Hudûd, 24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21

[92]  36/Yâsin, 21

[93]  Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 141-143

[94]  12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 34

[95]  46/Ahkaf, 15

[96]  18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25

[97]  2/Bakara/231, 232, 234; 6/En’âm, 124

[98]  19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40; 22/Hacc, 5; 40/Mü’min, 67

[99]  18/Kehf, 61

[100]  33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26

[101]  4/Nisâ, 63

[102]  5/Mâide, 67

[103]  7/A’râf, 62

[104]  7/A’raf,/68, 79, 93

[105]  33/Ahzâb, 39

[106]  6/En’âm, 107; 42/Şûrâ, 48

[107]  88/Ğâşiye, 21-24

[108]  3/Âl-i İmrân, 20; Ayrıca bk. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra’d, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12 vd.

[109]  25/Furkan, 52

[110]  20/Tâhâ, 43-44

[111]  7/A’râf, 164

[112]  5/Mâide, 67

[113]  26/Şuarâ, 115, 13/Ra’d, 7; 14/İbrâhim, 52; 24/Nûr, 52

[114]  36/Yâsin, 6-11

 

Alâk Sûresi Işığında Hayatın Allah İçin Olması -2-

Âyet:

اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ

اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!
O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.
Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.
O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.
İnsana bilmediği şeyleri öğretti .”
 [1]
                                                                               

 21- Bu nedenle de Allah, dönüş ve varılacak yerin kendisine olduğunu, her insanın malını nereden toplayıp nereye harcadığından hesaba çekileceğini haber vererek vahyi okumayıp azgınlaşan kimseleri tehdit edip azgınlığını dizginlemesi ve sorumsuz­luğunu durdurması için öğüt vermiştir. O’ndan geldiğimiz gibi, son dönüş yine Allah’a olacaktır. O yüzden Allah’a dönüp O’na hesap verileceğinin bilinci içerisinde davranmak gerekmektedir.[2]

22- Hakkı savunup yaşayan kimselerin karşısında mutlaka bâtıl adına mücadele eden kimseler olacaktır. Gerçek anlamda ibâdet yapana engel olmak isteyenler çıkacaktır. Bu insanoğlunun tarihinden kıyâmete kadar ortaya çıkan ve çıkacak olan İlâhî bir kuraldır; Hak-bâtıl mücâdelesi. Kulları namazdan ve onun gibi İlâhî emirleri uygulamaktan alıkoymaya çalışan tâğîler ve tâğutlar çıkacaktır. Bu kimseleri ve onların düzenlerini görmek zorundayız.[3]

23- Allah’ın istediği şekilde okuyup gereğini yapanlara, insanları diliyle ve hâliyle Allah’a dâvet edenlere (okuyanlara) karşı mücâdele eden bâtıl taraftarlarının varlığının kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır. Aslında bu mücâdelenin Allah’a, O’nun vahyine karşı, O’na yapılan ibâdetlere karşı mücâdele olduğunun bilinmesi ve bile bile bu tâğutî mücadeleyi yapanların cezasının Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. O zâlimlere, tâğî ve tâğutlara kesinlikle itaat etmemek emredilmekte, secde ile Allah’a yakınlaşma istenmektedir. Tâğut ve zâlimlere itaatsizlik ile secde arasında kopmaz bir bağ olduğu vurgulanmaktadır. Allah’a yaklaşmak ile zâlimlerden uzaklaşmak arasında yine ciddi bir bağ olduğu, bunların birbirinden kopmaz bütün olduğu anlaşılmaktadır. [4]   

24- Dine, ibâdete engel olup yasaklama getirenlerin; din hürriyetine, müslümanca yaşayışa, dinin kurallarını uygulamaya mâni olanların maddeci şaşkınlar ve azgın tâğî veya tâğutlar olduğu belirtilerek o gibilerin cehennemde cezasını çekeceği vurgulanıyor. [5]   

25- Namaz kılan, Allah’a ibâdet eden kul, bunu hidâyet çizgisi içinde, dosdoğru yol olduğu bilinciyle yapar. Ve sadece kendisi güzel şekilde yaşamakla yetinmez; çevresine takvâyı emreder. Takvâ; her şeyden önce şirkten sakınmadır ve Allah’a isyandan kaçınmadır.[6]   

26- Rasûlullah’tan “kul” vasfı ile bahsediliyor. Peygamberimiz’in peygamberliğinden bile öncelikli ve önemli konumu Allah’a “kul” olma bilinci ve gerektiği gibi kulluk yapmasıdır. Şehâdet kelimesinde de biz öncelikle onun Allah’ın kulu olduğuna şehâdet etmekteyiz. Kul, ancak kendi cinsinden kulu örnek alabilir. Biz de “o kul”u örnek alıp okursak kurtuluşa yönelmiş oluruz. [7]    

27- Kıldığımız namazların, yaptığımız ibâdetlerin hayata müdâhale etmesi, bizi ve toplumu fahşâ ve münkerden alıkoyacak şuurda olması gerekiyor. Fesatçı kâfirler, namaz kılan mü’minlerin toplumsal ve siyasal hayata müdâhale etmesi durumunda bizim namazımıza ve müslümanca yaşayışımıza müdâhale edecekler. Buna hazır olmalı ve bu şuurla ibâdetlerimizi onların tepkilerine rağmen hayat boyunca sürdürmeliyiz. [8]    

28- Namaza, ibâdetlere düşman olan kimseler Hakkı (Kur’an’ı, İslâm’ı) yalanlıyor ve ona sırtını dönüyor demektir. Onun doğruyu (hidâyeti) araştırma ve bulduğunda ona uyup teslim olma gibi bir düşüncesi yoktur. O, azgınlığın sonucu bu davranışlarda bulunmaktadır. [9]

29- Allah’ın kendisini devamlı gördüğünü, O’na hesap vereceğini düşünse bunu yapabilir mi insan? İnsan, ihsân bilincinde olur ve devamlı Rabbinin kendini gördüğünü bilirse O’na itaat edene engele olabilir, kendisi bu kadar isyan içinde bulunabilir mi? [10]

30- Gerçek anlamda ibâdet eden kimsenin düşmanlarına karşı Allah devreye girmekte, maddî yönden zayıf/güçsüz ve sayı olarak az olanlara Allah yardım edecektir. İnsan, davranışlarının sonucunu unutmamalı; yaptığının yanına kâr kalacağını sanmamalıdır. Bu dünyanın bir de sonu, âhiret hayatı vardır. Orada İslâm’a ve Müslümanlara tavır alanlar şiddetle cezalandırılacaktır. [11]

31- İnsanın gücü Allah’ın gücüyle karşılaştırılabilir mi hiç? Allah dilemeden kâfirler tümüyle meclislerini, taraftarlarını toplasalar; yasalarıyla, ilkeleriyle, düzenleriyle ortaya çıksalar Allah’a karşı ve Allah’ın yardım edeceği şahsa karşı ne yapabilirler ki! Dünya bir araya gelse, Allah dilemedikçe bir kimseye en küçük bir fayda veya zarar veremezler. Allah’ın dışında gerçek anlamda güç ve kuvvet yoktur. Kim Allah’a sahip o neden mahrum, kim Allah’tan mahrum o neye sahip? [12]

32- Tâğîlere ve tâğutlara itaat edilmez. Allah’a itaat eden kul, Allah’a isyan edene itaat edemez. Allah’a isyan edene isyan edilir. Onlardan korkulmamalı, onlara tâviz verilmemelidir. [13]

33- Zâlimlere, isyankârlara, tâğutlara değil, Allah’a yakın olmak, O’na yaklaşmak önemlidir. Allah’a da ancak ibâdetle, namaz ve secde ile yaklaşılır. Öyleyse isyankârlardan uzaklaşmak ve Allah’a yaklaşmak gerekmektedir. Yalnızca Yüce Yaratıcı’nın önünde tevâzu ile eğilerek O’nun emir ve yasakları karşısında boyun bükmek (secde) ve ibâdetlerle O’na yaklaşmak emredilmiştir. Her türlü baskı ve sıkıntıdan, ümitsizlik ve stresten kurtulmak için secdeye kapanmalıdır. [14]              

 

Nüzûl Ortamı ve Biz

Alâk sûresi, yani ilk vahiy, Peygamberimiz’in câhiliyye toplumundan uzaklaşması sonucunda indi. Biz de gönlümüze ve zihnimize vahyin inmesini istiyorsak, biz de içinde bulunduğumuz câhiliyyeden inanç, yaşayış tarzı ve dünya görüşü yönüyle ayrılmalıyız. Mânevî hicret içinde olmalıyız. Câhiliyyeden, câhilce zihniyetten arınmadan vahye muhâtap olmanın, onu kuşanmanın mümkün olmadığını bilmeliyiz. 

Meleğin “oku” emrine karşı mâzerete yer olmadığı onun kanatlarıyla sıkılarak gösteriliyor. Okumamaya mâzeret bulan sıkılacaktır, sıkıştırılacaktır; tekrar tekrar iç sıkıntısına muhâtap olacaktır; ta okumayı kabulleninceye kadar. Okumanın ve İlâhî emre uymanın önemine dikkat çekilmekte, bu konuda mâzeretin kabul edilmeyeceği, okuma bilmememizin bile mâzeret olmayacağına işaret edilmektedir bu sûrenin iniş sürecinde.

Bu kısa sûrede özet şekilde İslâm’ın inanç sistemi (tevhid) vardır, âhiret vurgusu vardır, ibâdet vardır, farzlar ve haramlar, yani fıkıh vardır, cihad vardır, takvâ vardır, ahlâk vardır. Daha ilk sûrede İslâm dini özetlenmiştir. Bu kısa sûre, “nereden geldik[15], nereye gidiyoruz[16] ve ne durumda olmalı, ne yapmalıyız?”[17] gibi en önemli insanlık soru ve sorunlarına cevap vermektedir. Hayatın merkezine Rab olan Allah’ı, tevhidi yerleştirmektedir. Rabbin ismi ve izniyle O’nun istediklerini O’nun istediği gibi ve O’nun rızâsı için okumamız icap ettiğini öğretmekten bu sûre, kime itaat edip kime isyan etmemiz gerektiğini, namaz düşmanlarına boyun eğmememiz gerektiğini bize bildirmekte, okumayan ve kendini müstağnî gören kimsenin nasıl azgınlaşıp tuğyan edeceğini ve imkânı varsa tâğutlaşacağını haber vermektedir.   

Alâk sûresi, içeriği itibarıyla insanın kendisini vahiy doğrultusunda yeniden yapılandırması ve dolayısıyla hayatın yeniden inşâ edilmesi açısından da temel teşkil etmektedir. Bu sûrede Rab sıfatıyla bizi terbiye ediyor Cenâb-ı Hak. Eğitiyor, okumamızı, Yaratanımızı tanıyıp O’na ibâdet etmemizi emrediyor. Bizi bu şekilde yetiştiriyor.  

 

“Oku” Emri Aktif Bir Hareket Çağrısıdır!

Alâk sûresinden anlıyoruz ki, vahyin ilk mesajından itibaren insanlar, sorumluluğa ve mücâdeleye dâvet edilmektedir. “Yaratan Rabbin adıyla okumak”, O’nun rızâsını ve memnuniyetini gözeten bir hayat tarzını ve mücâdeleyi biçimlendirmeyi gerekli kılar. Bu, her zaman ve mekânda, her işte Allah’ın (c.c.) ismini yüceltecek şekilde yaşamaktır. Ancak, unutulmamalıdır ki, Allah’ın adı sadece sözle değil; esas olarak şirke, zulme, ifsâda, tuğyâna ve istikbâra karşı verilecek tevhid mücâdelesi ile yüceltilir. Bu sebeple, Yaratan Rabbin adıyla okuma; aynı zamanda ilâhlık iddiasındaki her beşere, her çeşit beşerî sisteme ve onun akîdesini oluşturan beşerî ideolojilere meydan okuma sorumluluğunu da beraberinde getirir. O yüzden “Oku” emri aktif bir hareket çağrısıdır.

“İnsan; inancına, kimliğine ve hayatının her alanına referans noktası olarak vahyi almakla sorumludur. Dolayısıyla ‘Yaratan Rabbin adıyla okumak’ demek; kişinin kendisini bir alâktan yaratan Rabbine karşı sorumluluk bilincini kuşanması, O’na itaat etmesi, her zaman ve mekânda egemenliğin yalnızca O’na ait olduğuna iman etmesi, bu imanını sadece dili ile değil her davranışı ile seslendirmesi, vahyin mesajını Rabbinin adını yüceltmek için hayata taşıması demektir. Şâyet insanların vahyin mesajıyla buluşmasını ve yalnızca Allah’a kulluk etmesini engelleyen faktörler varsa onları aradan çıkarmak, ortadan kaldırmak demektir. Hakikatin üstünü örtmeye kalkışanlara karşı çıkmak, onlara meydan okumak ve onlarla kesintisiz bir mücâdeleye girişmektir. Bu da, elbette tevhid mücâdelesidir. Görüldüğü gibi Yüce Yaratıcı, daha ilk âyetlerinden itibaren hem kulları arasından seçtiği elçisine hem de tüm insanlara hayata doğrudan müdâhale eden bir okuma biçiminin sorumluluğunu yüklemektedir. Bu durumda, Allah’ın kayıtsız şartsız egemenliğine şirk koşan tüm düzenlere ve o düzenlerde kendi egemenliğini ilân eden tüm sahte ilâhlara karşı açıktan yapılmayan her okuma biçimi eksik kalacaktır.”

 

Vahiy, Hayata Müdâhaledir!

Evet, vahy, hayata her yönden İlâhî bir müdâhaledir. Allah’ın her yaptığımıza karışma hakkının ilânıdır. “Müslümanların imanları vahiyden besleniyorsa, o halde amelleri de doğrudan hayata müdâhale etmelidir. Bireyselleşen, sosyal ve siyasal hayata karışmayan, beşerî sistemlerin egemenliğini rahatsız etmeyen, istikbar ve istiğnâ sahiplerinin huzurunu kaçırmayan okuma biçimleri; ilk mesajlardan itibaren yüklenen sorumluluğu terk etmektir. Oysaki mü’min kişi, dini egemen kılmaya çalışma husûsunda peygamberlerin vârisidir. Bu hususta onun yol göstericisi de Kur’an’dır. O halde Kur’an’ı insanlara ve hayata okumanın anlamı; azgınlık, bozgunculuk ve fesatçılık yapanlarla, takvâ ve ıslah bilinciyle mücâdele etmektir. Bunun anlamı, vahiyle insanlar arasına giren, kendi egemenliklerini zorbalıkla dayatan, beşerî düzen ve ideolojilerini din gibi sunan güçlerin devrilmesidir… Çünkü hangi imkâna, zenginliğe ve güce sahip olursa olsun, meşrûiyetinin referansı vahiy olmayan her iktidar Müslümanlar için gayr-i meşrûdur.

Azgın ve zâlim olan, ifsâd eden ve hakikatin üstünü örten her türlü iktidar biçimine karşı çıkmak ise meşrû bir tavırdır. Âhiret günü ise, bu iktidar mücadelesinin asıl kazananları ve kaybedenleri arasındaki nihâî hesabın görüleceği gündür. 

“Yaratan Rab” tamlamasında “Rab” ifadesinin tekilliğiyle tevhid inancına gönderme yapılmıştır. İnsana “alâk”tan yaratıldığının hatırlatılmasıyla da bir bakıma şu mesajların verildiğini değerlendirmek mümkündür: “İnsanlar yaratılmışlardır ve bunu gerçekleştiren Yüce Allah’tır. Dolayısıyla yaratma gücüne sahip tek bir yüce otoritenin varlığının kabulü, kanun ve hüküm koyma yetkisinin, yani egemenliğin de O’na ait olduğunu kabul etmeyi gerekli kılar. Çünkü yaratmaya güç yetiren emretmeye de güç yetirir demektir.

“…İyi bilin ki, yaratma ve emir (yönetme) O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!”[18]

Yaratan kim ise, ülûhiyet onun hakkıdır; kulluk da ona yapılır. Yaratıcı Allah olduğuna göre, ibâdete lâyık olan da O’dur.

“Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O’na döndürüleceksiniz.”[19]

“Rabbiniz Allah işte budur. O’ndan başka tanrı yoktur. (O) her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.”[20]

Bu gerçeği kabul etmemek, O’nun otoritesini tanımamak müstağnîliktir, istikbardır, küfür ve zulümdür…

[1] 96/Alâk, 1-5

[2]  8. âyet

[3]  9-10

[4]  9-10, 19

[5]  11-12. âyet

[6]  11-12. âyet

[7]  11-12. âyet

[8]  11-12. âyet

[9]  13. âyet

[10]  14. âyet

[11]  15-16. âyet

[12]  17-18. âyet

[13]  19. âyet

[14]  19. âyet

[15]  Yaratan Rabbimiz’in bizi alâktan yarattığı, O’ndan geldiğimiz: Bk. 96/Alâk, 2

[16]  Dönüşün ancak Rabbimize olduğu: Bk. 96/Alâk, 8

[17]  Okumak, namazı ikame etmek, hidâyet üzere ve takvâ sahibi olup onu başkalarına da emretmek, müşriklere itaat etmeyip Allah’a secde edip namaza devam etmek: Bk. 96/Alâk, 1, 10, 11, 12, 19

[18]  7/A’râf, 54

[19]  36/Yâsin, 22

[20]  6/En’âm, 102

 

Alâk Sûresi Işığında Hayatın Allah İçin Olması -1-

 Ayet:

اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ

اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ

“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı alâktan (aşılanmış yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden) yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu olmayan Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O öğretti.” [1]

Hayatın Allah için olması demek, tüm yaşayışımızı Allah’ı râzı edecek şekilde tanzim etmek demektir. Adama bilinci demektir; dâvâ adamına özgü yaşamak, dâvetçi/tebliğci olmak, lillâh (Allah için) ve fillâh (Allah yolunda) yaşamak demektir. Her durumda, her oturumda, her konumda, her işte, her zamanda ve her yerde Allah’ı akıldan çıkarmamak, her yaptığı işle Allah arasında bağ ve bağlantı kurmaktır.

İnsanların yaratılış gayelerinin Allah’a kulluk,  yani Allah için yaşamaları olduğunu belirten Kur’an,[2] baştan sona hayatın nasıl Allah için olabileceği sorusunun cevabını vermektedir. Örnek olarak nüzul yönüyle ilk âyetleri verebiliriz. İlk inen sûre olan Alâk sûresinde hayatın nasıl inşâ edilip Allah’a tahsis edilebileceğiyle ilgili önemli veriler görebiliriz. Şöyle ki;

1- Yüce Yaratıcı’yı gereği gibi idrâk etmek ve her şeyin tek gerçek sahibi olarak hayatın merkezine oturtmak (kulluk bilinci), Allah’ın insanı zaaftan kuvvete çevirmesindeki hikmetin beyanı ve diğer mahlûkattan ayırt edilmesi için ona “oku” diye emrettiğini unutmamak gerekir. Öncelikle okumalıyız. Her işe ve özellikle okumaya besmele çekerek başlamalıyız.[3] 

2- Okuyacağız; Neyi?: İnsan, kâinat ve vahy adlı kitapları; birbirleriyle tefsir ederek. Nasıl?:  Bi’smi Rabbike: Rabbinin ismi ve izniyle. Tâğutlardan değil, O’ndan izin alarak, O’nun ismini anarak, O’nun yardımını isteyerek, O’nun istediklerine uymak için. Besmele ile: Aynı zamanda: “İsim” kelimesi; ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi harf-i cerri ile de- (b’ismi) yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında “semâ” kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden, “bismillâh”ın veya “bismi Rabbike”nin anlamı, “Allah’ı (Rabbini) yücelterek” şeklinde de anlaşılabilir. [4] 

3- Okumak; O’nun ismi ile, O’nun izin verdiklerini, O’nun rızâsını kazanmak için. Öncelikle Kur’an’ı hayatın kitabı olarak algılayarak, anlamak ve yaşamak maksadıyla okumak ve toplumu mânevî-ahlâkî ilkeler doğrultusunda Kur’an’a çağırmak; aynı zamanda bu konuda gereken organizasyonların yapılması (vahyin zihnî ve sosyal inşâsı) dâvâ adamı mü’minlerin görevidir. [5]

4- Okumanın ve ilmin ilk temeli Allah’ı tanımaktır. Bu, İslâm’ın ilk temeli olduğu gibi, ilmin de esasıdır. İlmin esas kaynağı vahiydir. Kur’anî mesajın «Oku» emriyle başlaması, vahyin ve İslâm’ın okumaya ve ilme verdiği önemi en güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Ayrıca bilimin ve dünya nimetlerinin insanı hak yoldan ve Allah’a tam anlamıyla bir kul olmaktan alıkoyması muhtemel olduğu için, bunun ancak Allah’a ibâdet ile tamamlanacağı ve ilim ile ibâdetin birbirlerinden ayrılmaz unsurlar olduğu da sûrenin ilk ve son âyetleri arasındaki insicâmdan anlaşılmaktadır.[6]

5- “Oku” emri önemli bir emir. Her hayrı içeren kapsamlı bir ifade. İmandan da ibâdetlerden de önce okumamız gerekiyor. Çünkü ilim, imandan da ibâdetlerden de önce gelir. Kişi, bilmeden neye nasıl inanacak ve ibâdetini nasıl yerine getirecektir? Kâfirlerden ayrışmamız daha ilk âyetin ilk kelimesinden sonra ortaya çıkıyor: “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile).” Kâfirler, müşrikler de okurlar. Ama farkımız biz Allah’ı hatırlayarak O’nun ismiyle ve O’nun izniyle okuruz. Allah’a yaklaşmak için okuruz. Onlarsa öyle bir ihtiyaç hissetmezler. Sadece kendileri besmelesiz değildir; eğittiklerini de besmelesiz yapmaya çalışmakta, besmeleyi meclislerinde, mahkemelerinde, okullarında yasaklamaktadırlar. Onların besmelesi tâğutun adıyladır. İlk âyette kâfirler ve müşriklerle, müslümanlar arasında besmele simgesiyle bir ayrışma istendiği sezilmekte, sûrenin devamında bu berâet/ayrışma pekiştirilmekte, son âyette zirveye çıkarılarak onlara itaat yasaklanmakta ve isyan emredilmektedir. [7] 

6- Yalnız başına “Oku” hitabı değilse bile; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” emri, mü’minlerle kâfirler arasında bir ayrışma sağlıyor. Mü’min-kâfir ayrılıyor, saflar netleşiyor. Demek diğer insanlar da okuyor; ama Kur’an’ı değil, Allah’ın; vahiy başta olmak üzere okunmasını istediğini istediği gibi okumayı değil; şeytan vahiylerini, parayı, faydasız bilgileri, televizyon kanallarını, eğlenceyi okuyorlar, insanların canına okuyorlar; gecenin son üçte birinde değil, ilk üçte birinde okuyorlar. İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki okuma açısından da fark… Önemli olan okumak değil; Allah’ın râzı olacağı şeyleri, O’nun râzı olacağı gibi okumaktır [8]

7- İlk inen âyette Allah’ın “Rab” isminin vurgulanması, O’nun yarattığı kullarını eğitip yetiştirdiği, ihtiyaçları olan her ne ise onları ihsan ettiğini değerlendirmemiz gerekmektedir. Nice sıfatlarından “yaratma” sıfatının zikredilmesi de; ancak yaratmaya kadir olanın Rab olabileceğini ve kendi yaratılmamızdan başlayarak tefekkür etmemizi işaretle vurguluyor. [9]

8- “Alâk’tan, Aşılanmış, Asılı, Yapışkan Bir Hücreden Yaratılmak”: İslâmî hareketin de ilk aşamada dışarıdan kimsenin fark etmedediği güvenli bir yere yapışması, oraya sağlamca tutunması ve belirli bir büyümeye ulaşıncaya kadar o gizliliği sürdürmesine işaret kabul edebiliriz. Hücre faaliyetine benzer cemaat çalışması, dâru’l-erkam gayreti… Üç karanlıkla örtülü, dıştan gelecek olumsuz etkilere karşı korunaklı bir yer. Kendisi gibi olanlarla neticeye ulaşmak için, hayırda yarış içinde olması, Aynen 300 milyon spermin yumurtayı döllemek için şampiyonluk yarışı gibi. Toprak altındaki tohum gibi… Bir buğday başağını düşünelim: Evimize ekmek olarak gelip bize enerji vermesi için hangi aşamalardan geçmiştir? Bir tohumun toprağa düşmesi, yere gömülmesi, çiğnenmesi, karanlık yer altı zindanlarında uzunca çile çekmesi... Yarılıp/yaralanıp ikiye bölünmesi, ölmesi lâzımdır; ölme yok olma değil; daha güzel bir hayata dirilme olduğundan değişmesi, başak olması gerekir. Sonra küçücük buğday başağı, yumuşacık taze bir ot şeklinde olmasına rağmen sert toprağı deler, zindan hayatı biter ve yeryüzüne çıkar. O yumuşak cüssesi ile soğuğa, yakıcı sıcağa, şiddetli rüzgârlara ve daha nice zorluklara göğüs gerer. Eğilse de direnir, kırılmaz. Yazın kavurucu sıcağında olgunlaşır, artık bir buğday gitmiş, yerine 70’den 700’e kadar çoğalan buğday başağı olmuştur. Bu aşamalardan geçen buğday dânesi, bir ölür, yüz dirilir.[10] Şehidler de başak gibidir, bir ölür, bin dirilir. Canlı şehid kabul edebileceğimiz tevhid ve şehâdet erleri de ölümden korkmadığını gösteren çabalarla Allah yolunda ölmeyi göze alarak aynı berekete sebep olurlar. [11]   

9- Alâk kelimesinin bir anlamı da alâka, ilgi, sevgi. İslâmî faâliyetlerde gayret ve çabanın, sevginin yeri çok önemlidir. İslâmî çalışmanın da anası sevgidir. Sevgi ananın enerjisinden, sütünden beslenir. Sevgiyle, dayanışmayla büyür. O sevginin, alâkanın, ilginin çocuğudur. [12]

10- İnsanın ana rahminde asalak misali çok küçük canlı olarak spermadan, yapışkan hücreden yaratıldığına dikkat çekiliyor. Oku emrinden sonra gelen insanın alaktan yaratıldığını belirten bu ifadeler, okumaya insanın yaratılışını araştırarak başlanması ve insan adlı kitabın da mutlaka okunması gerektiğine işaret ediyor. [13]

11- İnsanın bir damla hakir sudan, alâktan yaratıldığına vurgu yapılarak gurura kapılmaması istenmektedir. İnsanın aslı, hakir bir su ve onun embriyona dönmüş şeklidir. Okumayıp vahye teslim olmayan, kendini müstağnî görerek tuğyân edip azgınlaşan insanların kibirlenip gurura kapılması ne kadar tuhaftır? İnsan, yaratılışındaki hakir suyu ve bunca acziyetini görüp bildiği halde, nasıl olur da kendini yüceltir ve Rabbine karşı müstağnî tavırlar takınarak kulluktan kaçınır?[14]

12- Allah’ın insanı alâktan yaratması, “alâk” kelimesinin diğer anlamı olan sevgi ve ilgiden yaratılması demektir. Allah’ın kendisini çok sevdiğini ve rahmet sıfatlarının, lütuf ve ikramının üzerinde bolca görüldüğü bir vâkıadır. Bizi çok seven Allah’ı bizim de sevmemiz ve bizi O’na yaklaştıracak ibâdet ve itaate dört elle sarılmalıyız. [15]

13- Sonsuz kerem sahibi Yüce Yaratıcı’nın bizlere bahşettiği nimetlerin devamlı hatırlanması, insanların aynı yerden geldiğini, bir damla hakir sudan yaratıldığını unutmayarak yaratılış ve insan olma yönünden diğer insanlarla eşitlik inancına sahip olmak, ırkçılığın her türlüsüne tavır almak gerekir. [16]

14- Okuma iki çeşittir. Birisi metlüv âyetlerin okunması, yani okunan, kulağa hitap eden işitsel âyetler, Kur’an’ın âyetleri; ikincisi meşhûd âyetlerin okunması. Meşhûd, yani müşâhede edilen, görülen, göze hitap eden görsel dediğimiz ay gibi, güneş gibi, yıldızlar, bitkiler, ağaçlar, semâ, arz gibi âyetler olmak üzere Rabbimizin iki tür âyeti vardır. İnsan da âyetler mecmuâsı olduğu ve enfüsünde bulunan âyetlere[17] vurgu yapıldığı için, ayrı ele alırsak; birbiriyle tefsir edilerek Allah’ın ismi ve izniyle okunması istenen üç kitabın olduğu; bunların hem gözlem yaparak ve hem de yazılı bir metinden veya yazı olmasa da okunması, tefekkür edilip hayırlı neticeler çıkartılması istenmektedir. Bu sûrenin birinci ve üçüncü âyetlerinde “oku” emrinin tekrarı, bu ayrı âyetlerin ayrı ayrı okunması anlamına da gelebilir. Demek ki, başta Kur’an olmak üzere okunması gereken kitapları hayatımız boyunca ve günün her zaman diliminde okumamız isteniyor. Kur’an’ı da her zaman, ama özellikle gece,[18] ağır ağır, tane tane,[19] anlayarak,[20] düşünerek,[21] dersler çıkararak,[22] yaşama gâyesiyle[23] ve öğrendiklerimizi paylaşma[24]  arzusuyla okumamız  emrediliyor. [25]

15- Allah, sonsuz kerem sahibidir, cömertliğinin sonu yoktur. İlmi insanın hizmetine vermekte son derece cömertliğini sergiledi. İnsanoğluna fıtrat olarak, yaratışında öğrenme ve hakkı bulma kabiliyeti verdi. Ama bunlar bilgisayarlara yerleştirilen hazır bilgi çipleri gibi algılanmamalı; bilgi levhaları ya da paket programların zihne yerleştirilmesi şeklinde değil; ilim elde edecek, vahyi anlayacak kapasite ve yeteneği verdi. Ayrıca, “kalem”le vurgulandığı şekilde ilim araçlarını ihsan etti. Ve insana, o araçlardan yararlanacak özellikler verdi. Yine bir lütuf olarak görme, işitme, akletme (beyin) ve duyumsama (kalp) yolu ile bilgiye ulaşma nimeti vermiştir. Yarattığı insanın nefsine takvâ ve fücur olarak iki farklı özelliği, yani kötülük ve iyilik yapma kabiliyetini de ilham edip veren[26] Allah, sonsuz rahmetiyle insanın takvâ yolunu bulması için “vahiy” göndermiştir. Vahyin hidâyeti, rehberliği olmadan hakka, ilme, doğru bilgiye ulaşılamayacaktır. [27] 

16- İlâhî eğitim ve öğretim aracı olan kalemin ve meşrû her türlü ilim aracının gereği gibi kullanılması; buna bağlı olarak âlim ve aydın kadrolar yetiştirilmesi, kalem gibi araçlarla ilmin üretilmesi  ve başkalarına ulaştırılması, ihmal edilemeyecek görevlerimizdendir. [28]

17- Allah Tealâ’nın, vahiy ilimlerini bilmede, sosyal bilimlerin insanlar arasında yayılmasında, müsbet ilimler aracılığıyla insan ve kâinat adlı kitapların vahyin tefsiri ve Allah’ın yarattıklarının tefekkürünün aracı olan okuma ve yazma öğrenilmesini de (işaret yoluyla) emretmektedir. Çünkü okuma-yazma; bilimlerin, kültürlerin, edebiyat ve sanat­ların ilerlemesinde, uygarlık ve medeniyetlerin gelişmesinde, dinin doğru öğrenilip öğretilmesinde esas teşkil etmektedir. [29]

18- Allah Tealâ’nın cehâlet karanlığından ilim aydınlığına çıkarmak için, insana bilmediğini öğretmesi, O’nun keremi ve fazlındandır. Onu ilim­le şerefli ve onurlu yapmıştır. İnsanlığın babası Âdem de meleklere onunla üstün gelmiş ilim sahibi olmasıyla yeryüzünün halifesi vasfını kazanmıştır. İlmin kaydedilmesi, daha sonraki nesillere intikali yazı ve kalem ile olduğundan, yazının fayda ve faziletleri çoktur. Öyle ki Allah, yazı ve talimi insana ihsan ederken Zâtını nihâyetsiz kerem sahibi olmakla methetmiştir. “Rabbin nihâyetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemi (yazı yazmayı) öğretendir.” Yani Allah, in­sana kalem vâsıtasıyla bilmediklerini, ilimleri öğretti. Ya da, kalemle ona yazıyı öğretti. Rasûlullah’ın (s.a.s.) ümmî olup da sonradan Allah tarafından öğretil­mesi, ümmî (okuma-yazma bilmeyen) Araplar arasında mûcizesinin isbâtı için daha elverişli ve hüc­ceti için de daha güçlü olmuştur. [30]

19- Allah katında değer, mal ve mevki ile değil, takvâ iledir. Allah, ibâdetlerini yerine getiren ve emirlerine uyan sâlih insanlara değer verir. Müslümanların, kendilerini müstağnî görüp tuğyân ederek azgınlaşmaması; yeryüzünde sahiplik iddiası ile değil, emanetçi sorumluluğu ile hareket etmesi icap etmektedir. Özellikle okumayan ve kendini beğenmiş insanların Allah’ın kendisine ikrâm edip verdiği nimetleri inkâr etmesi; servet ve taraftar çokluğu ile veya Meclisten kendisine destek gelecek umuduyla azgınlaşarak nimetlere nankörlük yapması; böylece azgınlaşması sözkonusudur. Çünkü Allah, insandaki basit bir mizacı haber vermiştir: Kendisini müstağnî ve çok zengin görürse şımarık, kibirli ve azgın birisi olur.    Okumak ve ilim sahibi olmak farzdır. Okumayınca insan azar. Kendisini Allah’a muhtaç hissetmeyip İlâhî hayat sistemi dışında kalan kişi azgınlaşır ve O’na âsi olur. [31]

20- Sûrenin ilk âyetleri ilmin övgüsüne, ikinci bölüm âyetleri de malın yergisine delâlet ediy­or. Dine teşvik ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran dünyadan, maldan uzak durmak için bu yeterlidir. [32]

[1] Alak, 1-5

[2]  51/Zâriyât, 56

[3]  Alâk Sûresi, 1. âyet

[4]  1. Âyet

[5]  1. Âyet

[6]  1. âyet

[7]  1. âyet

[8]  1. âyet

[9]  1. âyet

[10]  48/Fetih, 29

[11]  2. âyet

[12]  2. âyet

[13]  2. âyet

[14]  2. Âyet

[15]  2. âyet

[16]  3. âyet

[17]  41/Fussılet, 53

[18]  73/Müzzemmil, 2-6, 20

[19]  73/Müzzemmil, 4

[20]  Bk. 12/Yûsuf, 2

[21]  Bk. 38/Sâd, 29

[22]  Bk.54/Kamer, 17, 22, 32, 40

[23]  Bk.7/A’râf, 3

[24]  Bk. 51/Zâriyât, 55

[25]  3. Âyet

[26]  91/Şems, 8

[27]  3-5.âyet

[28]  4-5. âyet

[29]  4-5. âyet

[30]  4-5. âyet

[31]  6-7. âyet

[32]  6-7. âyet

 

İlim, Ancak Amel Etmek İçin Öğrenilmelidir      

Âyet:

اَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

“Siz, insanlara iyiliği emrediyor da, kendinizi unutuyor musunuz? Bir de Kitap okuyorsunuz ha! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” [1]

مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًاۜ بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ

“Tevrat’la yükümlü tutulup da onun hakkını vermeyenlerin durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumuna benzer. Allah’ın âyetlerini yalan sayan kavmin misali ne kötü! Allah zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz.” [2]

Hadis:

“Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!” [3]

 İslâm’da ilim, Allah’ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamberimiz, şöyle dualar ederdi:

“Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır.”[4]

“Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım.” [5]

Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği caiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.

Hz. Peygamberimiz’e “ilim nedir?” diye sorulunca, “amelin kılavuzudur”[6] buyurdu. Âlim, âmil olmadığı (öğrendiklerini hayatına uygulamadığı) zaman onun ilmi vebal olabilir. “Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden olacaktır.” [7]

Fahreddin Râzi’ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. “Fi’lü’l-ulemâ, delîlü’l-cühelâ” sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde câhil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir. [8]  

“(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” [9]

“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.” [10] 

“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” [11]

İmam Gazali; Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz. [12]

Bir şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini, insanlar “ona göre yaşasınlar” diye gönderdi; sözünü ve lafını etsinler diye değil. Yine Gazali şöyle der: İlim olan yerde söz az olur; lafı uzatanı ilmi de azdır.[13] Şimdi laf çok, kitap çok, konferans, seminer ve benzeri etkinlikler çok. Fakat bu işler insanların davranışlarında bir değişiklik yapmıyor. İlim adamları (!) ve bazı din adamları (!) sadece meslekî görevlerini yapıyorlar o kadar. İslâm’ı tarihî bir olay konumundan, keramet masalları,  hurâfeler ve tartışmalar yığını gibi algılanmaktan kurtarmak şarttır. İslâm, Allah tarafından Kur’an’la tamamlanmış, Rasûlullah’ca hayata geçirilmiş, ilke ve esasları belli olan Hak dindir. O dün olduğu gibi, bu gün için ve gelecek için de vardır. O şimdiki hayatın, fert ve toplum hayatının içinde olmak için vardır. İslâm, duygulu şekilde hatırlanacak nostaljik bir hâtıra değildir. Onu bir tarihî olay gibi algılayanlar, gerçek ilimden nasibi olmayan ilim kalpazanlardır. [14]   

Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, ilim; satırlardaki değil, sadırlardaki  (göğüslerdeki)dir denilir. Senin hayatını düzenlemeyen, seni Hakk’a iletmeyen, üzerinde eseri görülmeyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur. Bilginin papağan gibi hâfızı ve hammalı olmak boşuna yorulmaktır. Ortalıkta bu kadar kitap ve araştırmacı yokken, ortada hakiki ilmin özü ve şimdikinden daha güzel, daha müslümanca bir hayat vardı. Sahabe-i Kiram, Kutlu Elçi’den aldığı ilim ve özellikle halleri ile, somut ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve temsil ediyorlardı. Peygamber, canlı bir Kur’an; O’nun ashabı da Küçük Muhammed’lerdi. Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve o kadar da amelleri vardı. Sözleri az, fakat amelleri çoktu.

İnsan olarak bizim ilmimizin, bilme gücümüzün bir sınırı vardır. Çünkü zaten vahyin dışındaki bilgi vasıtaları olan duyularımızın ve aklımızın gücü sınırlıdır. Duyu organlarımızın ve aklımızın bizi yanılttığı durumlar da söz konusudur. İnsanın bilgi bakımından bazen yanılabileceği, hoşlanıp sevdiği bir şeyin aslında şer; hoşlanmadığı bir şeyin de gerçekte hayır olabileceği ifade edilerek, “Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz.”[15] şeklinde kesin hüküm verilir. İnsan, bilgisinin sınırını idrâk ederek, kavrayamadığı gerçeklerin de bulunabileceğini kabul etmelidir. Gerçek, sınırsız ve mutlak ilim sahibi sadece Allah’tır. Tüm mahlûkat, O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, aklımız, organlarımız da maddî ve manevî güçlerimiz de Yaratıcımızın verdiği kadardır. İnsan, ancak aklının erdiği ve çalışması oranında bilir, daha ilerisini bilemez. Bu varlık âlemi içinde insanın bildiği birkaç damla ise, bilmediği bir okyanustur. Hatta insanlar, bildiklerini sandıkları konularda bile tam ve mutlak bir bilgi sahibi olamıyorlar. Bilgiler eşyanın ve hadiselerin yüzeyinde kalıyor, iç yüzüne nüfuz etmek için sarf edilen gayretlerin sonu acze varıp dayanıyor. [16]

İlim, aynı zamanda bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidayet, risâlet, kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan kaynaklanır. İlim, Allah’ın adıyla, O’nun izniyle ve O’nun rızasıyla, O’nun verdiği imkânlarla, O’nun kitaplarını (Kur’an, evren ve insan) okumakla gerçekleşir, açığa çıkar. İmam Şafii’ye atfedilen Vekıy isimli âlime hâfızadan, ilim öğrenmedeki başarısızlıktan şiir diliyle şikâyet edildiği mısralarda geçtiği üzere; “İlim nurdur; Allah’ın nûru da âsîlere verilmez.”

İlmi ve hikmeti Allah, her isteyene değil; dilediğine verir:

“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”[17]

Farklı anlamlar verilmekle beraber; derin ve yararlı bilgiye hikmet denir. Bu ayetteki hikmet, Kur’an ilimleri demektir. Bilgisayarlar; ilim, hikmet, nur özelliğindeki Allah’ın vehbî olan basiret ve ferâsetle ilgili bilgileri ve ona giden yolları yok saymaktadır. Hikmeti, ferâset ve basireti, nuru bilgisayara sığdıramazsınız; ancak gönül sarayının tahtına oturtabilirsiniz. Bülbül, altın kafes ve vatanla ilgili ünlü atasözünü, konumuza adapte ederek şöyle diyebiliriz: İlmi, altın bilgisayara/bilgisaraya koymuşlar; ah mü’minin gönlü! demiş.      

Allah’la, hidâyetle, fıtratla bağını koparanlar, akılsız, kör ve sağır oldukları için[18] câhildirler. Zaten İslâm, câhilliği Allah’ı hakkıyla tanımayanların, hakkı örten ve görmezden gelenlerin sıfatı olarak belirtir.[19] Câhiliyye mensubu bu câhiller hasta ruhludurlar.[20] Fıtratlarına, evrene ve Rab’lerine ters düştükleri için fesatçı/anarşisttirler[21] Hayvandan da aşağıdırlar.[22] Hayvanlar, yaratılışları gereği insanlara hizmet edip faydalı olurken; bu câhiller sadece faydasız değil; zararlı, müfsid, bulaşıcı mikrop taşıyan pisliklerdir.[23] Kötülüğü emreden, iyiliği yasaklayan,[24] şeytanın askerliğini yapan,[25] giderek şeytanlaşan[26] kimselerdir.

Kur’an’da akıl ve derin düşünme yerinin kafa değil de kalp olarak değerlendirilmesinin kalbin manevî duygu ve güzelliklerin, özellikle de iman ve takvanın mahalli olması ve selîm aklın bunlarla irtibatı dolayısıyla olmalıdır. Böyle bir aklın; imanla, takva ile, yani Allah’la bağı dolayısıyla câhillerin (kâfirlerin) basit çıkarlarından başka şeylere çalışmayan akıllarından farklı olacağı doğaldır. O yüzden Kur’an onlar için akletmeyen, aklını kullanmayan vasıflarını kullanır. [27]             

Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet/kulluk etmektir. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir. Gayb hakkında tek bilgi kaynağı vahiydir. Vahiy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi, yaratıcısı ve eğiticisinin, her şeyi bilen Zat’ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır.

“Allah, her şeyi en iyi bilendir.”[28]

İster fıtrî imkânlarla elde edilen bilgi, isterse hidayet bilgisi olsun, ilim elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratıyla uyum içinde olmaktır. Böylece evrenin de, insanın da terbiye edeni, eğiteni aynı rab olduğundan kâinattan âdil ve dengeli şekilde yararlanacak, diğer insanların ve tüm varlıkların aleyhine ve haksız olarak bilgi gücünü kullanmayacaktır. Meleklerin endişe ettiği fesatçı ve kan dökücü vasıflarını bastıracak veya buna sebep olacak özelliklerini hayra yönlendirecektir.      

Câhiliyye toplumlarında vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Cehâlete (küfre) bilim maskesi takılmış, câhile âlim makyajı yapılmış, okullar ve kitaplarla modern hurâfeler sahnelenmiştir.  Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı, bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir arada barındırma şerefini (!) kazanabilmişlerdir. Tabii, bu sentez, gerçek ilme giden yolu tıkadığı gibi, hakla bâtılın karışmasına yol açmaktadır. İlmin hidayete vesile, nur ve rahmet özelliğinden soyutlanıp Bel’amlığa zemin oluşturmaya giden yoldur bu.

Vahyi dışlayan bilim, Firavunlar adına beşeriyete âmentüler yazdırıp iman ettirmeye gayret eden soysuz bir dindir. Bunu batı bilimcileri de itiraf ediyor. Ernest Renan şöyle diyor: “Bilim bir dindir; bundan sonra âmentüleri, yalnız bilim yazacaktır. İnsanın, yaratılışı icabı çözümlerini ille ve ille istediği ebedî meseleleri yalnız bilim çözebilir.” [29] 

Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar.

Mü’minler için Allah’ın kitabında ve Rasûlü’nün sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahiy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları, bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahiy, kesin bilgi kaynağımızdır.                     

Akletmek, gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir.

“Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez.”[30]

Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı, Allah’ın ihsânı olan fıtratları doğrultusunda kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir.

“Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar.” [31]

“ Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” [32]

“Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”[33]

“Allah, bilmeyenleri işte böyle mühürler.” [34]

Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okunup güzel isim konmakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Ta’lime yani öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa İlk öğretilecek şey imandır:

“Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun.”[35] Rasûlullah’ın ashâbından  Cündüb  İbn  Abdillah (r.a.) anlatıyor:

“Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. Kur’an’ı öğrenmezden önce imanı öğrenirdik. Sonra da Kur’an’ı öğrendik. Kur’an sâyesinde imanımız daha da arttı.” [36]

Çocuğun eğitiminde çok önemli yeri olan namaza başlama yaşı da temyiz yaşıdır.

“Çocuk sağını solundan ayırmasını bildimi ona namazı emredin.”[37] Bu hadisten anlaşıldığına göre namaz ve benzeri İlâhî emirleri, kendilerine tümüyle farz olmadan daha küçük yaşta emretmek ve onu alıştırmak gerekir.

Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak, Kur’an ahlâkıyla yaşamaktır. Eğitim ve öğretim faaliyeti; Vahiy başta olmak üzere faydalı ilmin, insana ideal ölçüler içerisinde mal edilmesi, ilmin özümsenip hazmedilmesidir. Özümsemek, içselleştirmek, varsa posalarını ayıklayıp atmak ise, ancak fıtratla uyum içinde olan hidayetle mümkün olacaktır.  

Kısaca; İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici her şeyi bilen Allah’tır. O’nun öğrettikleri dışında kimsenin bilgisi yoktur. Eğitimi peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramıyla karşılaşırız. Tebliğde öğretim ve eğitim iç içedir. Peygamberimiz aynı zamanda öğretmen olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin miras olarak bıraktıkları ilmi, âlimler o muallimin örnekliğinde diğer insanlara ulaştırmakla yükümlüdürler. İlim, ma’lum olanın olduğu hal üzere bilinmesidir. Yanlış ma’lûmâta ilim denilmez. Ebû Cehil’e câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de ilim; en sık kullanılan anlamıyla ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah’a kalpten gelen saygı ve huşû duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar. Âlim, ilimle donanmış, takva sahibi mücahid kimsedir. Allah’ın verdiği ilmi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.

İlim, bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risâlet, kitap, hikmet, basiret, ferâset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan kaynaklanır. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının gerçekleşmesi için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Vahiy, gayb alanında tek bilgi aracı olduğu gibi, içerdiği her konu hakkında da temel bilgi kaynağıdır.  İlim elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratla uyum içinde olmaktır. Vahyi ilim kaynaklarından kabul etmedikleri için bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüş, cehalete de bilim maskesi takılmıştır. Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okuyup güzel isim koymakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa ilk öğretilecek şey, iman ve tevhiddir. Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanıyıp yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak ve Kur’an ahlâkıyla yaşamaktır. 

“Hatırla ki, Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar: ‘Biz hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’  dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi. Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin’ dedi. Melekler: ‘Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin’ dediler.” [38]

İnsan öyle bir varlıktır ki, melekler bile insanın tüm sırlarını çözemez, insanın sadece bazı belirli yönlerini tanıyabilirler. Sadece yaratıcısı, ondaki sırlardan tümüyle haberdardır.

“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”[39]

Melekler insanla ilgili sayfanın sadece bir tarafını görüp okumuşlardı. Diğer yönlerinden haberleri yoktu. Bildikleri yanlış değil; doğruydu. Doğruydu ama eksikti. Allah, onların göremediğini görüyor; “sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim” diyordu. Allah’la melekler arasındaki konuşmada, insanın psikolojik yapısında iki manevî çekirdeğin tesbitini görüyoruz: Bunlardan ilki, halifelik; Allah’ın eğitmesi sayesinde meleklere bile üstünlük. Diğeri ise ifsat ve kan dökme eğilimi; Rabbin talimatları doğrultusunda eğitilmezse bozgunculuğa meyletmesi.

İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici Allah’tır. O’nun öğrettiklerinin dışında kimsenin bilgisi yoktur. Hz. Âdem’e Allah tarafından eşya ile ilgili bilgiler verilir. Âdemoğluna da ilim için potansiyel fıtrat, hilafet ve güzel yaratılış vermiş, dolayısıyla tüm insanlığın eğitimini Allah üstlenmiştir. Onlara ilim ve terbiye ile sürekli rablik yapmış, insanlardan da rab olarak sadece kendisini kabul etmelerini istemiştir. Tüm âlemlerin olduğu gibi, tabii ki insanların da terbiyesini, eğitimini üzerine almış, Rabliğini kesintisiz sürdürmüştür. İnsanları İslâm fıtratı üzere yarattığı, ilim elde etme araçları olan duyu organları ve akledecek kalp verdiği gibi; gerçek ve örnek öğretmenleri, esas öğrenilmesi gereken vahyi öğretmek için göndermiştir:

“Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti ta’lim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik.” [40]

Eğitimi, peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramı karşımıza çıkar. Böylece öğretim de eğitimin içine girmektedir. Tebliğ, hem eğitimi ve hem de öğretimi içine alır.

Rasûlullah, bir gün mescidde iki halka görür: Birindekiler zikir ve ibadetle meşguller; ötekiler ilmî meseleler müzakere ediyorlar. İbadet halkası için:

“Bunlar, Kur’an okuyorlar ve Allah’a duada bulunuyorlar, Allah’ın rızasını talep ediyorlar. Dua ve arzularını Allah dilerse kabul eder ve verir, dilerse vermez. Öbür halkadakilere gelince, onlar fıkıh ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyenlere de öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür. Ben de zaten bir muallim olarak gönderildim.” [41]                                                                          

Ta’lim mesleğinin en üstün görev olduğunu ve bir nevi peygamberlik mesleği olduğu şu hadisle de te’yid edilir:

“Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak para pul bırakmazlar; ilim bırakırlar.” [42]

Eğitime başlama yaşı konusunda farklı tavırlar söz konusudur. Temyiz yaşı, altı yaş, dört yaş, çocuğun konuşmaya başlama aşaması... Pedagoji tarihinden günümüze yaklaştıkça araştırmalar, sıfır yaşa kadar gelmiştir. Bazı çağdaş İslâm eğitimcileri de, irsiyet ve tohum-tarla ilişkisi ile çocuk eğitiminin eş seçimi ile başlaması gerektiğini ileri sürerler. Biz, daha ileri (daha gerilere) giderek, A’râf sûresinde ifade edilen elest bezmiyle ilgili ayetten yola çıkarak ilâhî, Rabbânî eğitimin insanın dünyaya gelmesinden sonra da değil;  yaratılmadan önce, ruhlar âleminde başladığını iddia edebiliriz.

“Kıyâmet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da,) Evet (buna) şâhit olduk, dediler.”[43]

Bu ayette açıklanan soru-cevabın mecaz değil de, gerçek anlamda olduğunu kabul ettiğimizde, Âdemoğlunun daha ruhlar âleminde iken, Rabbini tanıma eğitimi gerçekleşmiş olmalıdır ki, ilâhî soruya verdiği cevapla Allah’ı rab olarak kabul etmesinin arka planı tamamlanabilsin. Rableri, ruhları eğitmemiş olsa, onların rablerinı nasıl tanıdıkları sorusuna cevap verilemez.

Yukarıdaki misak’ın istiâre yoluyla teşbih olduğu, dolayısıyla mecazî anlam taşıdığı söylenebilir. Ama, bu insan eğitimin Rab tarafından başlama tarihi konusunu pek etkilemez. Eğitimin tüm insanlara, babaları Hz. Âdem’in şahsında daha cennette iken başladığı açıktır. Ayrıca Rahman suresinde, Allah’ın öğretmesinin insanın yaratılışına önceliklenmesi, ta’limin yaratılmadan önce ifade edilmesi dikkat çekicidir: “Rahmân. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (açıklamayı) ta’lim etti.”[44]

Zaten tüm esmâü’l-hüsnâ için olduğu gibi Rab ismi için de sınır tesbiti, belirli süreye tahsisi doğru değildir. Yani, eğitim anlamını da kuşatan Allah’ın Rab isminin tecellisi, insan için belirli bir zamanda yoktu; sonradan ortaya çıktı denilemez.     

Tüm eşyanın ismini öğreten, eşyadan yararlanma bilgisi ve halifelik yeteneği veren Allah olduğu gibi;[45] Cennette bir ağaca yaklaşmayı yasaklayarak insanı irade eğitiminden geçiren de Allah’tır.[46] Peygamberler aracılığıyla insanı vahiyle eğiten ve hidayet bilgisi veren de O’dur.[47] Şükretmesi için fıtrî imkânlar, duyu organları ve akıl veren Allah’tır.[48] Bilmediklerini öğreterek varlıklardan yararlanma bilgisi veren de yine Rableridir.[49] Kur’an’ı ve beyanı öğreten de Allah’tır. [50]

İlim veren, verdiği ilmi arttıran, bizden ilmimizi arttırması için dua etmemizi isteyen de O’dur:“Rabbim, ilmimi arttır, de.” [51]

İlmin Allah tarafından verildiği vurgulanır: “Kendilerine ilim verilenlerin üstün dereceleri vardır.”[52]

Hadis-i şerifte de bu konu şöyle ifade edilir: “Allah, kim için hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayışlı, hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar.”[53]

Melekler ve insanlar ilmin kaynağının Allah olduğunu itiraf etmek zorundadırlar: “Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur.” [54]                               

İlmin, vahiyle, Allah’ın öğretmesiyle ilgisi bakımından Peygamberimiz’in ümmîliği[55] dikkat çekicidir. Rasûlullah’ın Kur’an’da geçen ümmî vasfı, okuma yazma bilmeyen karşılığında kullanılmıştır. Allah’ın O’nu ümmî diye vasıflandırdığı halde Efendimiz’in ilmin bütün kemâlâtına sahip olması, ilmin vahiyle, dolayısıyla Allah’la irtibatı konusunda önemlidir. Yine, eğitimin ilâhî boyutuyla ilgili olarak, meleklerin insanlara öğretmeleri[56] Allah tarafından ilim öğretilen kul[57] konuları da zikredilebilir.

Peki, ilim nedir? Kur’an’ın ilim anlayışı nasıldır? Şimdi bu sorulara cevap bulmaya çalışalım. İslâm âlimlerinin tanımına göre ilim: Bir şeyin hakikatini idrak etmek ve ma’lum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir. Bu anlayışa göre, yanlış ma’lûmâta ilim (bilgi) denilemez. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Dünya ve âhirette faydası dokunmayacak bilgi kırıntıları, mâlûmât yığınlarına sahip olmasına rağmen, esas bilinmesi gerekenleri bilmemesidir. Ve Ebû Cehil, tarihî bir kişilik olmaktan öte; her zaman görülen prototiptir.

“Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır.”[58]

 “İlim ancak Allah katındadır.”[59]

Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah’a kalpten gelen saygı ve ihtiram duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.” [60] Gerçek âlim, takvayı ve cihadı da ihmal etmeyen kimsedir. İlim, imanı gerektirir. Salih amel sahibi ve tabii cihad etmeyene âlim denilmez. Dolayısıyla âlim, ilimle mücehhez, Allah’tan haşyet duyan takva sahibi mücahid kimsedir.

Yine Kur’an bütünlüğünde değerlendirildiğinde âlim, insanlara Allah’ın emirlerini duyurur ve O’ndan başka kimseden korkmaz.[61] Bildiği doğruları ve hidayet yolunu ketm etmez/gizlemez.[62] İlmini az bir paha karşılığında satmaz.[63] Bilir ki dünyadaki refah, âhiret nimetleri yanında az bir paha, çok az bir menfaattir.[64] İlmini önce kendi hayatına geçirir, yaşar; bildiğiyle amel eder, kafalarındaki ilimle amel etmeyenlerin durumunun kitap taşıyan merkebin durumu gibi olduğunu[65] unutmaz. Zâlim yöneticilere hak kelimeyi (tevhidi, adaleti) söylemenin en büyük cihad olduğunu[66] bilerek ona uygun yürekli tavır takınır. Kâfirlerin tâğut yolunun savaşçısı olduğunu; iman edenlerin de Allah yolunda savaşçı olma seçeneğinden başka tercihi olamayacağını[67] bilen diliyle ve kalemiyle savaşçı kimliktir âlimlik.  

Peygamberlerin mirasçısı, ilmin sorumluluğunu taşıyan ve ümmete hak yolu gösteren, öncülük ve önderlik yapandır âlim. Câhillikten ve câhiliyyeden arınmış, onu tanıyan ama fikirde ve tavırda ondan uzak olan, tâğutlara boyun eğmeyen, Bel’am tipine benzemeyen kişidir âlim. Âlim kelimesinin, burada Kur’an terminolojisindeki özel anlamıyla kullanıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Yine burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate ayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan ilâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil;  bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.

İlmi Gizlemek

Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir?

Kur’an-ı Kerim’de bu konuda yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde, hükmü müslümanları da kapsayan bazı ayetler vardır. 

“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” [68]

“Allah’ın indirdiği kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” [69]

Ayet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah’ın ayetlerini gizleyen ve şer’î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü ayetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı sertlikle ifade eder:

“Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.” [70]

Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Eğer Allah’ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiçbir hadis rivayet etmezdim.” Ebû Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okudu. [71]  

“Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim’ der.” [72]         

Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından “Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir.”[73] ilâhî emrine muhatap olan peygamberin izindedir.

“Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter.” [74]

Kur’an’ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid’dir. Allah Rasûlü, bu iki tevhidi sağlamak için gönderilmiş, diğer peygamberlerin daveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saadet, manevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah’ı bilmek; sâlih amel de Allah’ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah’a kulluk ve Rasûlü’ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.

Bize düşen, müslümanlığı gaye edinmek ve onu hayatın mihveri saymaktır. Artık bize gereken, Rasûl’ün dünyaya bıraktığı “mîras” ile kalbimizi diri tutmak, böylece fikrimize ve hayat yolumuza aydınlık ufuklar açmaktır. Üzerimize borç olan, fikrimizi ve ilmimizi Allah’ın nimeti kabul etmenin gereği olarak Allah yolunda kullanıp O’na fiilî şükrümüzü yerine getirmek, kulluğumuzu kanıtlamak. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. İnsanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten ve tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkiyadırlar; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar.[75] Bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar.

 

[1]  2/Bakara, 44

[2]  62/Cum’a, 5

[3]  Tirmizî, Deavât 68

[4]  Tirmizî, Deavât 128

[5]  Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416

[6]  F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296

[7]  Aliyyül Kari, Esraru’l-Menfûa, 364

[8]  Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. 2/ 283

[9]  2/Bakara, 44

[10]  61/Saff, 2-3

[11]  62/Cuma, 5

[12]  Gazali, İhya, c. 1, s. 82

[13]  Gazali, İhya, c. 1, s. 140

[14]  E. Sağıroğlu, a.g.e.,  s. 113

[15]  2/Bakara, 216

[16]  E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51

[17]  2/Bakara, 269

[18]  2/Bakara, 18; 7/A’raf, 179

[19]  7/A’raf, 138; 6/En’âm, 111

[20]  2/Bakara, 10

[21]  2/Bakara, 12

[22]  7/A’râf, 179

[23]  9/Tevbe, 28

[24]  9/Tevbe, 67

[25]  58/Mücâdele, 19

[26]  6/En’âm, 112

[27]  7/A’râf, 179

[28]  8/Enfâl, 73

[29]  Bilimin Geleceği, E. Renan, Terc. Ziya İhsan, c. 1, s. 134, Ank, 1965

[30]  29/Ankebût, 43

[31]  43/Zuhruf, 20

[32]  53/Necm, 28

[33]  45/Câsiye, 23

[34]  30/Rûm, 59

[35]  Abdürrezzak, Musannef IV/334

[36]  Kütüb-i Sitte, Akçağ Y. 16/490

[37]  Ebû Dâvud, Salât 26

[38]  2/Bakara, 30-32

[39]  67/Mülk, 14

[40]  2/Bakara, 151

[41]  Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 1/428

[42]  Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 1/428

[43]  7/A’râf, 172

[44]  55/ Rahmân, 1-4

[45]  2/Bakara, 31

[46]  2/Bakara, 35

[47]  2/Bakara, 151

[48]  16/Nahl, 78

[49]  96/Alak, 5

[50]  55/Rahmân, 2, 4

[51]  20/Tâhâ, 114

[52]  58/Mücâdele, 11

[53]  Buhârî, İlim 10

[54]  2/Bakara, 32

[55]  7/A’raf, 157, 158

[56]  2/Bakara, 102

[57]  18/Kehf, 66

[58]  6/En’am, 80

[59]  46/Ahkaf, 23; 67/Mülk, 26

[60]  35/Fâtır, 28

[61]  33/Ahzâb, 39

[62]  2/Bakara, 159

[63]  2/Bakara, 174

[64]  3/Âl-i İmran, 197

[65]  62/Cum’a, 5

[66]  İbn Mâce, Fiten 20

[67]  4/Nisâ, 76

[68]  2/Bakara, 159-160

[69]  2/Bakara, 174-176

[70]  İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2787

[71]  Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît I/454

[72]  S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46;  S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)

[73]  5/Mâide, 67

[74]  33/Ahzâb, 39

[75]  İzmir’li İsmail Hakkı,  (H. B. Çantay, K. K. Mealinden naklen, 3/1231

 

Düzen Hangi Âlime Zulmetmiyor ki…

Zulümle Mücadele Etmek Zorunda Olan Âlimler

Âyet:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةًۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ

“Aranızdan yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan fitneden sakının ve bilin ki Allah, cezası çok çetin olandır.” [1]

Hadis:

“Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.” [2]

“Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.” [3]

Alim ve zâlim; birbirini hiç sevmeyen iki şahsiyet. İlim ve zulüm nasıl birbiriyle zıt iki ayrı dünya görüşünü ve hayat tarzını ifade ediyorsa, bu özelliklere sahip olan kişiler de, kendilerinde bu vasıflar ne kadar varsa o oranda birbirlerine düşman… Zâlimde eziyet etme özelliği varsa, âlimde de Allah’tan başkasından korkmama cesareti var. Zâlimde haksızlık yapma arzusu ne kadar fazla ise, âlimde de zâlime karşı hakkı haykırma gücü o kadar ağır basar. Biri olumsuz örnek, diğeri olumlu… Karşı karşıya gelmeleri, ateşle barutun birbirine yaklaşması gibi bir şey. Biri fesadın diğeri salâhın timsâli. Biri şeytanın diğeri Rahmân’ın askeri. Biri Allah’tan, O’nun azâbından korkmayan, diğeri kullar içinde Allah korkusu en derin olan.

Tuğyanın temelinde zulüm yattığı için, tâğutlar en büyük zâlimlerdir. Şirk de en büyük zulüm olduğuna göre tâğutların aynı zamanda müşrik olması, âlimlerin de mücadelesinin bu iki karaktere karşı yoğunlaşmasını gerektiriyor. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.[4] Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibadetlerdendir.

“Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.” [5]

İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü âlimlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüşmüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş’as ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac’ın tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına başkaldırmaları gibi. Medine’nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefâ-i Raşidin’in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik’e biatı reddeden Said bin Müseyyeb’e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac’ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. Yusuf el-Karadavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.

Halife Mansur’un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur’dan işkence ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. İmam Şafii, dokuz arkadaşıyla birlikte yakalandı, tüm arkadaşları öldürüldü, kendisi son anda kurtuldu. İmam Ahmed bin Hanbel, zâlim yönetim tarafından falakaya yatırıldı ve kolları kırıldı. İbn Teymiyye, İmam Serahsi, Şâtıbî yıllarını zindanlarda geçirdiler. Abdulkadir Udeh (Avde) yüzyılımızın en büyük İslam ve Anayasa Hukukçularındandı; darağacında can verdi. Seyyid Kutub’un tefsirini bunca etkili ve yaygın kılan ilmî değerinden çok, kitabını kanıyla, canıyla imzalamasıydı. Bu büyük şehid öyle diyordu: “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmeleri şartıyla... Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında mânâlanması şartıyla... ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘Hak’ olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla...”

Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Mevdudi, Ali Şeriati, Muhammed Bâkır es-Sadr... (Tabii, özellikle 20. Ve 21. Yüzyıl âlimlerini sayarken; âlim olup olmadığı ve hatta mü’min kabul edilip edilmeyeceği konusunda ihtilafları bir tarafa bırakarak mazlum olma özellikleriyle örnek verdiğimizi hatırlatalım.) Daha yakınlardan, günümüzden örnekler verecek olursak; Mehmet Emin Akın, Kul Sadi Yüksel, Timurtaş Uçar, Şahi-i Merdan Sarı, Ebu Hanzala, Alâaddin Palevi, Mustafa İslamoğlu, Abdullah Büyük, Hüsnü Aktaş, Ebu Hanzala, Ahmet Topal, Alpaslan Kuytul, Cihan Akman…

Âlim olmasalar da bazı âlimlerden daha fazla dâvetçi özelliği ile faâliyet yapan, Ercüment Özkan, Yaşar Kaplan, Kadir Mısıroğlu, Selahattin Eş, Yılmaz Yalçıner, Salih Mirzabeyoğlu, Hizbu’t Tahrir’in ön saflarında yer alanların tümü; hemen aklıma gelen isimlerden. Tabii bunlar en azından düzenin zindanlarında zulüm çekenler. Bir de zindan hayatı yaşamadığı halde, ondan daha büyük zulüm çekenler var. Mehmet Pamak’ı ele alalım meselâ; hakkında açılan dâvâ sayısı 60’ın üzerinde. 10 yılın üzerinde mahkûmiyet kararı. 2,5 sene yurtdışında sürgün (bize göre hicret). Bu satırları yazanın düzene göre bazı suçlarının cezasının paraya çevrildiği, bazılarının çevrilmeyip mahkûm olduğu ve defalarca ve uzun yıllar yurt dışında yaşamaya mecbur kaldığı hicret günleri…

 

T.C.’nin Hapis Karnesi

Türkiye’de müslümanların cezaevi süreçleri Kemalist rejim kurulur kurulmaz başladı. Rejim darağaçlarıyla, zindanlarla kendi yüzünü gösterdi. Cumhuriyet ilan edilir edilmez İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemeler darağaçları, sürgün ve hapislerle insanlara gözdağı verdi. Dünyanın neresinde görülmüştür şapka giymemenin idamlık suç olduğu? Bu ülkede on binlerce insan sırf şapka giymediği için hapse atılmakla yetinilmeyip idam edildi. İslâm düşmanı rejim kanla, idamla, zorla kabul ettirildi. Atatürk’ün İslâm’la halkın bağlarını koparmak için Kur’an’ın alfabesini değiştirip Kur’an harfleriyle yazılan tüm kitapları yasaklaması, elif-be öğretimini bile hapislik suç saydı. Köyde çocuklara Kur’an öğrenimi için altyapı olarak elif-be öğretmek, hocanın sarığını başından alarak boynuna dolayıp köy meydanında sürüklemekle başlayan işkencelere, yıllarca hapishanelerde çürümeye sebep olacak bir suç sayılıyordu. Allah demenin bile yasak olduğu dönemler yaşandı.

Atatürk’ün başlatıp İnönü’nün sürdürdüğü ezan okurken bile Allahu ekber demenin suç sayılmasını, bu yüzden nice kimsenin hapislerde çürümesini kim ne ile izah edebilir? 1980’li yıllara kadar devam eden Arapça öğrenim yasağını nereye koyalım? 2010’lara kadar devam eden başörtüsü yasağını nasıl açıklayalım? Hâlâ sürdürülen tevhidin günlük hayata ve siyasal alanlara yansımasının, devletin İslâm dışı uygulamalarına yapılan eleştirinin, putlara karşı çıkmanın, Atatürk’ün heykeline yan bakmanın hapis cezasına sebep kabul edildiğini Türkiye dışında yaşayan Müslümanlara anlatmak zor olduğu kadar, Avrupalı Kâfirlere bile hayli zordur. 

Avrupa’da, Amerika’da bile İslâm’ı anlattığı için bir imamın, vâizin veya bir dâvetçinin hapse atıldığı duyulmuş bir olay değildir. Bu ülkede ise içeri girmeyen meşhur âlim sayısı, girenlere oranla çok daha azdır. Rejim, istediği âlimi el-Kaide örgütü üyesi veya şimdilerde daha çok IŞİD’çi diye içeri tıkar veya uydurma başka bir gerekçe bulur. Bu satırların yazarı sadece “Atatürk’ün cenaze namazının hangi camide kılındığını bilmiyorum” dediği için bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. 27 Mayıs 60’da, 12 Mart 71’de, 12 Eylül 80’de, 28 Şubat 97’de hapishaneler yeniden dolmuş, 20 kişilik koğuşlara 50 kişi yatırılmıştır. Düzen, hapishanedekilerin âlimden mahrum kalmalarını istemediğinden olsa gerek; bu mazlum mahkûmların önemli bir kısmını da âlimler teşkil ediyordu. Bu tarihler, sıkıyönetimin tekrar yürürlüğe konulduğu günler olduğu gibi, hapishanecilik ve zulüm tarihinin altın sayfalarıdır.

 

Câhiliye Düzeni ve Toplumu Demek; Her Taraf Hapishane Demektir

İslâm’ın hayat veren ilkeleri uygulanmadığı için, tâğutların, velîsi olduklarıyla birlikte, bu ülkeyi de nurdan zulumâta çıkardığı için yaşadığımız topraklar açık hapishaneye dönüştü. İslâm dâvâsını yeterince bilmeyenlerin bu olguyu görüp anlamalarını bekleyemeyiz. Ama Kur’an’ı, tevhidi, kulluğu, İlâhî rızayı hayatının merkezine alan mü’minlerin, yaşadığı ülkeyi doğru tanımlamaları şarttır. Bu ülke dâru’l-İslâm değilse, (ki olduğunu iddia etmek İslâm’ı da, ülkeyi de hiç tanımamak demektir) adına ne denilirse denilsin bu ismin “dâru’l-hapis” anlamını da içerdiği rahatlıkla söylenebilir. Hapis hayatı, hürriyetlerin kısıtlanması demek olduğuna göre, Müslümanın Müslümanca yaşama hakkının, sadece Allah’a kulluk yapma hürriyetinin verilmediği bu ülkeye Türkiye Hapishane Cumhuriyeti denilebilir. Seçimler gardiyanlardan gardiyan tercihi demektir. Ve halkın çoğu kendilerine hapishaneyi, hapis hayatını sevdiren gardiyanları seçiyorsa devamlı hapiste kalmayı hak ediyor demektir. Cezaevindekiler hayatlarından memnun; yeter ki, gardiyanları değişmesin, diğer mahallenin gardiyanları başlarına geçmesin.

 

Âlimlere Yapılan Esas Zulüm, Onların Beyinlerine ve Gönüllerine Müdâhaledir

Âtıf Hoca’ya acıyana acıyorum. Onun da kendine acıyanlara acıdığını sanıyorum. Şehidler değildir acınacak; zâlimlerden korkup dinini ve âhiretini satanlardır. İçeride yatan kimsenin, zindanda bedeni esir olsa bile vicdanı hür, gönlü hür, kafası hürdür. Dışarıdaki insanın işgal edilmedik tarafı kalmamış, kafası esir, vicdanı hapis hayatı yaşıyor, gönlüne de müebbet vermişler. Şehid, ölümsüzleşmiş; zillet içinde hakla bâtılı karıştıran kişi ise, her an ölümü yaşamakta, ölümü ve ölümden daha beter zilleti, zâlimlere esâreti, kulla kulluğun sıkıntısını. Biri şehadetle ölümü öldürüyor; diğeri tâğutlara itaatle canlı cenaze olmayı seçiyor, hayat süren leş oluyor.  

Zulüm gören, mazlum âlim deyince sizin aklınıza ne tür görüntüler gelir, bilmiyorum. Benimkine idam sehpalarında sallanan ve işkenceler altında inleyen âlimler gelmez; esaret zinciri gibi kravatı boynunda, dili hakkı söyleyemeyecek şekilde kapalı, zâlim devletin emrinde, kanunların güdümünde, hürriyetini (belki cennetini) bir maaş karşılığı satmış, korkak ve düzen başta olmak üzere bâtıllarla uzlaşmış köle ruhlu, başı fes üzerine sarıklı insanlar geliyor.     

 

Zulüm Demek, Sadece Hapis ve İşkence Demek Değildir

Câhiliyyenin adalet ve zulüm anlayışı, birçok çarpıklıklarla ve çifte standartlı nifakla hastalıklı bir anlayıştır. Zulmü sadece fizikî bir yaptırım olarak ve hiç sebep yokken yapılan bir haksızlık olarak değerlendiren câhiliyye, özellikle müslüman müstaz’aflara inanç ve psikolojik zulümleri zulüm olarak kabul bile etmez. Câhiliyye zihniyetine sahip olanlar, kendi içinde bulundukları zulmün farkında bile değillerdir. Kendi kurtuluşları için çabalayan dâvetçilere ise kendi haklarına saldırıyor ithamında bulundukları çokça görülür. Allah’a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu hiçmi hiç düşünüp kavramazlar. Müslüman olduğunu iddia eden câhiliyye mensupları, müşrikçe inanç ve yaşayışı, küfür ahlâkını (ahlâksızlığını) bir hak olarak görür, müslümanların bunlara tavır almasını ise zulüm olarak değerlendirir. 

Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve benzeri fizikî yaptırımlar gelir. Dinimizde ve dilimizde bu kelimenin esas anlamı: “Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” Yani, hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir. Allah’ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak zulümdür. Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşrû olan yerinden başka bir yere koymaktır. Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma esasına dayanır. Yolun üzerinde dosdoğru gitmemek de zulümdür. İslâmî ıstılahta; bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir. Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmektir.  Zulüm, yerli yerine koymamak, sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak anlamlarına da gelir. Zulmün dayandığı temel, “nur”dan yoksun olmaktır. Aslında zulüm sözlükte, bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Yukarıda geçen anlamların hepsinde de bu tanımın işaretlerini görmek mümkündür.

 

Musîbet İstenmez; Gelirse Sabredilir

Müslümansanız, üstelik dâvâ adamıysanız, hele bir de zâlimlere hakkı haykırıyorsanız bugün değilse bile yarın düzenin zulmüne muhatap olacaksınız demektir. Hapislere düşeceğiniz kesin değilse de düşmeyeceğinizin de hiçbir garantisi yoktur. Nasılsa tevhidden birazcık bahsedersen, “örgüt üyesi” damgasıyla dosyan hazırlanacaktır. Düzen ve düzenbazlar, düzenin kurbanı halk, hakkı söyleyip bâtıla tavır aldığınızda sizi hapishane ile korkutmayı pek sever. Dâvâ adamı ölümden bile korkmaz, şehitliğe can atarken, hapishaneden mi korkar hiç?

“Sizler Allah’ın, haklarında size hiçbir delil indirmemiş olduğu putları O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?”[6]

“...Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’minlerden iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.”[7]

Hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, bütün dünya bir araya gelip bütün güçleriyle bize zarar vermek isteseler Allah istemedikçe zerre kadar zarar veremezler.

“Eğer insanların tümü toplanıp sana zarar verme hususunda birleşseler ancak Allah’ın senin aleyhinde yazdığı şeyden başka bir zarar veremezler.” [8]

“Cihadın en faziletlisi, zâlim sultana/yöneticiye karşı hakkı söylemektir.”[9]

“Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.” [10]

İslâm dışı düzenler korku rejimidir, baskıcıdır, zorbadır. Bu rejimlerin başındaki egemen güçler, etrafa korku ve dehşet salmaya, hakkını arayanları sindirmeye ve insanları robot gibi tek tipleştirmeye, daha doğrusu kendilerine kul/köle yapmaya çalışırlar. Bırakın eylemi, düşünmek bile yasaktır, düşüncesini söylemek ve yazmak sadece rejimden yana olanların yapmasına izin verilen bir lütuftur.  İnsanlar öyle korkutulmuştur ki, her yerde devletin gözü kulağı var zannedilir. Devlet, bilinçaltında dev’letilmiş, devleştirilmiştir. Devlet denince öncelikle karakol, polis, askerlik, mecbûrî eğitim, vergi, mahkeme, suç-ceza, hapishane... akla gelmektedir. Bu tür korku rejimlerinin kutsal kitapları şu cümleyle başlar: “Yurtta sus, cihanda sus!” Nice insan, omuzlarındaki kameraman ve yazıcıları düşünmez de konuştuklarının rejim tarafından dinlendiğinden kuşkulanır. “Haram” pek önemli değildir sokaktaki vatandaş için, ama “yasak!”, o başka. Hapis korkusu, nice insanda cehennem korkusunun önüne geçmiştir. Ama gerçek mü’min, sadece Allah’ın kulu olduğunun bilincindedir. Müşriklerin korktuğu korkunç insanlar, bostan korkuluğu gibi gözükür müttakî mü’minin gözüne.   

 

Siz Allah’tan Korkmazken, Biz Sizin Zulümlerinizden hiç Korkmayız!

Örneklerden de anlaşıldığı gibi zulüm ve tuğyan, ister mü’min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah’ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmaktan çıkartılıp İslâmî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah’ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” [11]    

“İnsanlar zâlimi ve zulmünü görüp de onu zulümden el çektirmezlerse Allah’ın onların hepsinin başına bir ceza indirmesi çok yakındır.” [12]   

“Bir milletin âlimleri sustuğu vakit o millet uyumuştur. Âlimleri uyuyan bir millet ölmüştür.” O halde ölmüş olan bir milletin de tıpkı bir “ba’su ba’de’l-mevt” kalkışı gibi ihyası ve yeniden dirilişi için âlimin hakikati söylemesi lazım. Âlim’in hakkı ketmetmemesi lazım.

 

Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması

Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah’ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibadet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur’an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir.

Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.[13] Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibadet etmiş olurlar.[14] Allah’a imandan önce  ‘lâ/hayır’  silahıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah’a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.[15] Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur’an ayetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.[16] Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibadet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.    

 

Zulüm, Herkesi Kuşatıyor, Tabii Âlimleri de… 

Şirk en büyük zulüm olduğu için, şirk düzeni en büyük zulüm kaynağıdır. Ve zulümlerinden hiçbir vatandaşını mahrum etmeyen düzen, âlimleri de bu kaynaktan bol bol sulamaktadır. Hemen her konuda adâletsizlikleri ve ayrımcılığı olsa da, âlimlere karşı ayrımcılık yapmayıp küfrün ve isyanın her çeşidinden onları da besler. Âlim adayı da, diğer insanlar gibi, gözünü gayr-ı İslâmî bir toplumda açıyor. O da haramların câzibesine kapılacak şekilde büyüyor. Herkes gibi o da Atatürkçü olacak şekilde yetiştirilmiş. O da okulda Pazartesi ve Cuma günleri putperest âyinlerine katılma mecburiyetinde. O da hakkı bâtıl, bâtılı hak diye öğreniyor. O da müşrik vatandaş yetiştiren okul denilen tornadan çıkmış. O da ilim yerine filmle büyümüş. Ona da düzen futbolu yücelterek sevdirmiş. O da sanatçı denilenleri tanımış, onların şarkılarıyla büyümüş. O da uzlaşmacılığı, düzenle sürtüşmeden yaşamanın faziletini öğrenmiş. Dini öğreten resmî kurumlarda Hak Dini yerine devlet dini öğretilmiş. Atatürk’le, Amerika ile, tâğutlarla mücadele etmemenin dinî görev olduğunu öğrenmiş. Laiklik ve demokrasiyi sevdirmişler. Din öğreten hocaları da hakla bâtıl nasıl bulamaç haline getirilir, bâtıl hak yerine nasıl konulur, hak nasıl gizlenir, bunları öğretmiş. Partilerden bir parti, zulümlerden bir zulüm beğenmesi için düzen iknâ etmiş. Kanunların, anayasanın Kur’an hükümlerine ters düşse bile tercih edilmesi gerektiğini benimsetmiş. Kısaca hakkı bâtıl, bâtılı hak diye kabul ettirmeyi başarmış.

Böyle bir ortamda, sormak lâzım esas büyük zulüm Âtıf Hoca’ya yapılan mıdır, bu günkü âlimlere uygulananlar mıdır? Âtıf Hoca, kendisine yapılan zulüm neticesinde idam edilerek şehid oldu. Bugünkü âlimlerin kahir ekseriyeti kendilerine öğretildiği şekilde hakkı ketmederek lânetlendi, devlet dinini Allah’ın dinine tercih ederek dünyada zilleti, âhirette azâbı hak edecek şekilde yetiştirildi. Hangisi daha büyük zulümdür. Şehid edilerek cennete gönderilmek mi, âhirette hesabını veremeyeceği yanlış din anlayışını kabullenmiş ve topluma mesaj diye emr-i bi’l-münker yapacak, tevhid gibi, şirk gibi, putperestlik gibi konuları yok sayıp bunları gizleyen hoca şeklinde yetiştirilmek mi? Dünyaya yönelik zulüm mü daha büyüktür, âhirete yönelik zulüm mü? Dünyası yok edilmek mi büyüktür, âhireti yok edilmek mi? Allah’ın razı olduğu inanç ve eylem uğruna hapis veya idam mı; yoksa Allah’ın lânetine muhatap olsa da, dünyada rahat şekilde maaşını alıp yaşama karşılığında âhiretini satan mı?     

İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur. Bazı insanlardan korkmanın getireceği esâret ve istibdat zehrinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu yerleştirmiştir. Allah korkusu olmayan kimsenin başına on tane polis diksen, işini bilen insan suç işlemenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bir de o polislere de ayrıca polis gerekecek; rüşvet yemesinler, görevlerini kötüye kullanmasınlar diye, tabii o polislere de başka polisler... 

İmanlar, korku terazisiyle tartılmaktadır. Korkunu söyle, sana kim olduğunu, kimi ilâhlaştırdığını söyleyeyim. Ya sadece Allah’tan korkup takvâ zirvesine tırmanarak Allah katında en ekrem, yani ikram edilmeye en lâyık yiğit bir Allah eri olmak; ya da ayaklar altında ezilinceye kadar sümüklü böcek gibi yaşamak. İnsan özgürdür; bu iki yoldan birini seçebilir.  Ama takvâ yolunu seçerse, bilmelidir ki, bunun bedeli ucuz değil! Korku hissinin tevhidî bilinçle, mü’mine has irâdeyle kontrol altında tutulması, şeytanın korku oklarının fedâkârca savuşturulup karşı hücuma geçilmesi gerekecektir, hem de ömür boyu.    

Ey zâlimler! Vallahi sizlerin dünyayı sevdiğiniz kadar bizler Allah yolunda ölmeyi seviyoruz. Ey zâlimler! Vallahi sizlerin rahatı sevdiğiniz kadar bizler Allah yolunda cefa çekmeyi seviyoruz. Ey zâlimler! Bizleri neyle tehdit ediyorsunuz? Bu uğurda ölmemiz şehâdet, sürgün edilmemiz seyahat, zindanlara doldurulmamız halvettir. Ve bizler için iki güzellikten biri vardır; ya şehâdet veya zafer. Ey zâlimler! Bizi iyi tanıyın, bizler Hasan El Bennâ’nın öğrencileriyiz. Ve diyoruz ki; “Gayemiz Allah, önderimiz Rasûlullah, anayasamız Kur’an, yolumuz cihad, en büyük arzumuz Allah yolunda şehid olmaktır.” İbnTeymiye, “Hapishane Mektupları” adlı kitabında benzer şekilde haykırır: Öldürülürsem bu benim için şehâdet, sürgün ederlerse bu benim için hicret olur. Hapsederlerse hapishane bana mescid olur. Beni nereye sürerlerse sürsünler ben her yerde yün veren koyun gibiyim!” Bunları dillendirmek sizin yasalarınızda hapisle cezayı hak ediyorsa, buyrun biz oraları okula, Yusuf medresesine çevirmeye hazırız. Biz hapisten korkmayız, siz bizim hapiste de yapacaklarımızdan korkun. Biz cehennemden sakınırız. Sizin cehenneminiz mi var ki sizden korkalım. Asıl siz cehennemden korkun. Zâlimler için yaşasın cehennem!

Ey Allahım! Korktuklarımızdan bizi koru. Korkulardan emin kıl. Korkaklıktan, Senden başkasından korkmaktan, Senin sevgini kaybetme korkusundan başka, korkulacak şeylerden Sana sığınıyoruz. Bizi umduğumuz güzel şeylere kavuştur. “Lâ havfun aleyhim velâ hum yahzenûn” (“Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.”)[17] dediklerinin sınıfına kat. 

“Korkup susma! Susarsan sıra (hem burada, hem orada) sana da gelecek.

“Zincirlerin altınsa da hattâ koparıp kır; / Susmak ne demekmiş? Yere haykır, göğe haykır!”

 

[1]  8/Enfâl, 25

[2]  İbn Mâce, Fiten 20

[3]  Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349

[4]  5/Mâide, 45

[5]  İbn Mâce, Fiten 20

[6]  6/En’âm, 81

[7]  9/Tevbe, 13

[8]  Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/293

[9]  Tirmizi, Fiten 13; Ebû Dâvud, Melâhim 17

[10]  Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349

[11]  5/Mâide, 45

[12]  EbûDâvûd, Fiten: 1; Tirmizi

[13]  2/Bakara, 257

[14]  5/Mâide, 60

[15]  4/Nisâ, 60

[16]  5/Mâide, 64

[17]  46/Ahkaf, 13

 

Âlim Kimdir, Âlim Olduğunu Sanan Kim?

Âyet:

وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ

قُلْ ءَاَنْتُمْ اَعْلَمُ اَمِ اللّٰهُۜ

وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟

“Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.”[1]

“De ki: ‘Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?”[2]

“Allah bilir, siz bilmezsiniz.” [3]

Hadis:

“İlim tahsil etmek, her müslüman erkek ve hanıma farzdır.” [4]

Doğruluğu mutlak olan gerçek ilim, Allah’tandır. “De ki, ilim ancak Allah’ın yanındadır.”[5] İlim, Peygamber’e inenler, ona gelenlerdir.[6] İnsana, bilmediğini öğreten Allah’tır.[7] Yani, ilmin esası Kur’an’dır, vahiydir. Âdem’e (a.s.) ve dolayısıyla insanlığa ilim veren Allah’tır. O cömerttir, ilmi her isteyene, istemesini bilen ve isteğinde samimi olana verir. İlim, vahyin mirasıdır. Vahiyle ilim sahibi olan mü’min, “âlim” vasfını alınca, (zayıf bir rivayete göre) Peygamberlerin mirasına da sahip olur.

“El-ulemâu veresetu’l-enbiyâ / Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”[8]

Hadis olmasa bile, bu söz anlam yönüyle doğru kabul edilirse, deriz ki; Bu miraslar, iftihar edilecek nimetlerdir elbet; ama bu miras, harcanmak için, tüketmek için verilmemiş, hareket için, koşturma için verilmiştir. Peygamberler mal-mülk miras bırakmazlar. Onların bıraktığı; amel etmek için ilim, inanmak için iman, tatbik edilmek için Kur’an hükümleri, uygulamak için şeriat, yeniden oluşturmak için İslâmî devlet/hilâfettir. Yine, onlardan âlimlere miras olarak kalan, insanları yalnız Allah’a kulluğa dâvet ve onları tâğuttan sakındırmaktır. İnsanları İslâm’la buluşturmak, müslümanları cemaat, cemaati ümmet, ümmeti devlet haline getirmeye çalışmaktır miras. Putlarla ve putçularla mücadele etmek, tâvizsiz bir dâvâ eri olmaktır nebevî miras. Öyle ki, bir eline Güneş’i, diğer eline Ay’ı koyup verseler yine zerre kadar geri adım atmamaktır o miras.

Âlimlerin, peygamberlerin mirasına mukaddes emanet nazarıyla bakıp onu korumak için her türlü gayreti göstermesi gerekir. İnsanoğlunun “benim” dediği hiçbir şey, aslında onun değildir. Hiçbir şeye gerçek anlamda sahip değildir insan. İlmin de emanetçisidir o. Hoyratça tüketsin diye verilmemiştir o emanet. Mülkün, yani her şeyin sahibi Allah’tır.

“Göklerin ve yeryüzünün mülkü Allah’a aittir.”[9]; “De ki: ‘Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kādirsin.”[10] “Mülk”ün içinde “ilim” de vardır. 

 

Kimdir Âlim?

İçinde yaşadığı dünyanın ve özellikle yaşadığı ülkenin, yaşadığı zamanın sorunlarını iyi bilip onlara Kur’an ve Sünnetten çözümler üreten kimsedir âlim. Allah’tan hakkıyla korkan, Allah’tan başkasından da korkmayan, zor şartlarda bile zulme karşı çıkıp hakkı haykıran kimsedir âlim.  

Dinin ayrıntılarını, eski âlimlerin görüşlerini tümüyle bilen, bazılarına göre 12 ilmi, bazılarına göre 15 ilmi yutmak, ezberlemek zorunda değildir âlim. Bir su kuyusunun içine düşen bir hayvandan dolayı kaç kova su döküleceğini günümüzün şehir hayatında faaliyet yapan bir âlimin bilmesi şart değildir. Sahur vaktinin dakikasını tespit etmek için de olsa, Kuzey Kutbuna gidip orada araştırma yapması gerekmez âlimin. Ama, dinin özünü iyi bilmeli, çevresindeki şirkin her çeşidine karşı çıkabilmeli, mevcut küfrü ve putları halka nefret ettirerek tanıtabilmelidir âlim. Tevhidin ferdî, ailevî, ictimâî, siyasî, hukukî ve iktisadî; her yönünü iyi tanıyıp topluma tanıtabilmelidir. Tâğutlardan, İslâm dışı devletten berî ve uzak olmalı, onları kurum ve kurallarıyla reddedebilmelidir. Bu zulüm düzenlerinin nasıl yıkılacağını ve başında râşid halifeleri örnek alan bir halifesi bulunan İslâm Devletinin nasıl oluşacağını çok iyi bilmeli ve bunları toplumla birlikte hayata geçirmeye çalışmalıdır. Kısaca “âlim” budur.

İçinde yaşadığı dünyayı, bâtıl ideolojileri, egemen güçleri, zâlimleri, işgalcileri, sömürücüleri yeterince tanımalı, onların zihniyetlerini, güç ve imkânlarını çok iyi takip edebilmelidir. Müslümanları çok daha iyi tanımalı, ümmetin imkânlarını bilip sorunlarını iyi teşhis edebilmeli, çözümler üretebilmelidir âlim.

 

Kimler Âlim Değildir?

Kendi cemaatine veya derneğine kapanarak,

Eski kitapların tozlu sayfaları arasında kaybolarak,

Arapça gramer tahlilinde boğularak,

Kur’an’dan, yani gerçek ilimden uzaklaşarak,

Faydası olmayan gereksiz bilgilerin hamallığıyla yorularak,

Eski âlimlerin görüşlerini tekrarlayarak,

Peygamberlerin mirasını, babasının malı gibi yiyip bitirerek,

Maddî miras gibi onunla geçimini sağlayarak,

İnsanlar onca zulümle ezilirken,

Bunca tuğyanla azgınlaşırken, diğer âlimlere reddiyeler yazarak,

Vahdet için hiçbir adım atmayıp ona giden yolu tıkayarak,

İslâm’ın devleti için en küçük söylem ve eylemden uzak yaşayarak… âlim olunmaz.

 

Âlim Sanılan Bel’amlar

İlim, ehem ile mühimi doğru tespit edip yapılması gereken en önemli şey dururken, önemli ile uğraşmanın en önemli olanın hakkını gasp ve ona ihanet olduğunu kavramayı                  gerektirir.

Abdullah İbn Ömer’e Kûfeli birisi: “Hacda bit öldürmenin hükmü nedir?” diye sormuş. O da: “Haydi oradan! Siz Kûfeliler Peygamber torununu öldürmenin hükmünü önemsemez ve onu rahatlıkla öldürürken, şimdi kalkmış bitin öldürülmesinin hükmünü soruyorsunuz. Yıkılın karşımdan!” diyor.

“Delikli tüfek çıktı, mertlik bozuldu” der Köroğlu. Facebook, Twitter çıktı, ilim ve âlim tümden bozuldu. Demokrasinin, Batının, düzenin bozamadığını televizyon ve internet bozdu.

Koca ülkede, medrese hocası âlimlerden, İlâhiyat profesörü akademisyenlerden iki elin parmakları kadar demokrasiyi, tâğutları reddeden çıkmıyorsa, “sen hangi âlimden bahsediyorsun?” diye sorabilirsiniz. Allah’ın âyetlerini çok ucuza, bir maaşa satanların, hakkı gizleyip zamanımızdaki şirk ve putperestliği yok sayan, hakka bâtılı karıştıranların, dine bir sürü hurâfe katanların âlim sayıldığı bir ülkede yaşamanın zilleti bize yeter. 

Demokratik, laik, Kemalist düzenin nasıl yıkılıp yerine İslâmî bir devletin nasıl ikame edileceğini halka öğretmesi gereken âlim denilen kişiler, bu düzeni güçlendirecek şekilde koşuyor ve konuşuyor ise, işimiz hayli zordur. 

 

Çözüm Ne?

Öyleyse, bu durumda iş bize düşüyor. Âlim zannedilen şahıslar, Kur’an’ı ihmal edip başka şeylerle uğraşıyorsa, nebevî mirası çar-çur eden mirasyedi konumuna düşmüşse, dâvâ adamı konumundaki cemaatlere, sana bana çok iş düşüyor.

Zaten dinimiz, sınıflı bir toplumu kabul etmez. Ruhbanlık sınıfı, ulemâ sınıfı yoktur. Ne demek din adamı? Ne demek din görevlisi? Diyanet denilen resmî kurumda devletin emrinde olmayan kimseler din adamı, din görevlisi değil de, dinsizlik adamı mı oluyorlar? Devlet dini, ne zamandan beri Allah’ın dini yerine “din” diye kabul ediliyor? Âlimlere özgü özel giysi, yani üniforma sözkonusu değildir. Peygamberimiz, o günkü Mekkelilerin giydiğini giyiyor, kıyafetiyle fark edilmiyordu. Âlimler sınıfı olmadığından, herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin talebesi kabul edilir. Her mü’min, esas bilinmesi gereken Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı gibi bildiği ve o şekilde inandığı için belirli ölçüde de olsa âlim kabul edilir. Tabii, iman edip kendisine en faydalı olan öz ilme sahip kimse, bildiklerini sâlih amelle ispatlar ve başkalarından korkmayıp Allah’tan hakkıyla haşyet duyar. İslâm’la cehâlet taban tabana birbirinin zıddı olduğu gibi, müslümanla câhillik de birbirine öyle zıttır. Kur’an’a göre âlim, çok bilen, şu kadar farklı alanda bilgi hamalı olan değil; esas bilinmesi gerekeni bilen ve bildiğiyle amel edip görevini yapan ve Allah’tan hakkıyla korkan kimsedir. Yani, kafasını, elini ve gönlünü dengeli şekilde kullanıp çalıştıran kimsedir. Cehâleti temelinden reddeden İslâm, kendinden önceki dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklamış, iman edenlere ilk emir olarak vahyin ilk kelimesi “Oku!” olmuştur. İlmi, yani Allah’tan gelen vahyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir. Faydalı ilim anlamında vahyin doğru anlaşılıp dosdoğru yaşanması anlamında “ilim tahsil etmek, her müslüman erkek ve hanıma farzdır.” [11]

Her müslüman, bildiğinin âlimi, bilmediğinin tâlibidir.

“Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.”[12]

Allah’ın ilmi yanında tüm insanların ilmi yok mesabesindedir. Rabbimiz sorar:

“De ki: ‘Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?”[13]

Bu soruya kendisi cevap verir: “Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[14]

Ebû Hanife ve İbn Teymiye gibi çok az sayıdaki zâtı istisnâ ederek diyebiliriz ki; tarihten günümüze âlimler, İslâm’ın siyasetle, yönetimle ve yöneticilerle ilgili hükümleri konusunda, hem ilim ve hem tavır ve uygulama açısından geçer not alamayacak şekilde başarısızdır, eksiktir, yetersizdir. Tevhidi siyasî açıdan doğru anlayan ve anlatan âlim, maalesef her dönemde yok denilecek kadardır. 

 

Günümüzün Âlimleri Neyin Mirasçısı?

Dini sevdirmek, kolaylaştırmak, müslümanları müjdelemek konusunda başarısız olsalar da; haklarını yemeyelim; dini zorlaştırıp dinden insanları soğutmak, korkutup nefret ettirmek yönüyle hayli başarılıdır günümüzün âlimleri, âlim geçinenleri. Aynı şekilde, kâfirlere, zâlim yöneticilere, sapık ideolojilere karşı sessiz kalsalar da; Kur’an’ı merkeze alan, Kur’an’ın açıklaması ve uygulaması olarak Peygamberimizin sünnetini önemseyen, Peygamber’e ve dine saygı gereği olarak rivayetleri Kur’an’a uymuyorsa kabul etmeyip dini Allah’a tahsis edenlere karşı en sert üslupla düşmanca tavır takınmakta ustadırlar. Rivâyetlere ve âlimlerin görüşlerine ters düşen Kur’an âyetlerine teslim olmakta zorlansalar bile; mevcut kanunlara itaat etmede, insanları mevcut iktidarları desteklemeye çağırmada devlete, hükümete ve mevcut kanunlara tam bir teslimiyet içindedirler; haklarını yemeyelim. 

Ulemâ acziyet, korkaklık ve zillet içinde ise, ümmetin durumu nasıl olur? Tuz yiyecekleri kokmaktan korur, tuz kokarsa bu yiyeceklerin ve yiyenlerin hali ne olur? Âlim insanları bâtıldan, geleneksel ve modern hurâfelerden korur. Âlim bu çirkinliklere batmışsa ümmetin hali ne olur? İyiliği emredip kendini unutan, Hakka bâtılı karıştıran, Hakkı ketmeden, mevcut tâğutlara, putperestliğe, şirke, ılımlı İslâm anlayışına, demokrasi ile İslam’ın sentezine, zâlim yöneticilere itaat ve teslimiyet göstererek Kur’an’ın emirlerini önemsemeyen kişiler nasıl âlim kabul edilir? Âlim kabul edilirse, câhillerin hali ne olur?

“Hak yolda iken bile, tartışmayı (cidâli, münâzarayı) terk eden kimseye cennetin ortasında bir köşk” vaad edilirken,[15] kendi cemaatlerinden olmayan tevhid ehli dâvetçileri kamuoyu önünde itibarsızlaştırmak için hakaret ve iftiralarla onları tekfir veya tadlil etmek kasdıyla reddiye adıyla tartışmalar ve suçlamalar yapmayı tercih edenlerin âlim kabul edildiği bir ortamda, gerçek ilmi ve âlimi nerede ve nasıl bulur halk?   

 

Olmaz Olsun Böyle İlim, Böyle Âlim  

Eskiden beri gerçek âlimlerin sayısı azdı. Bugün âlim kabul edilenler iyice azdı. Bugünün âlim geçinenlerine “âlim” demek, âlimliğe hakaret sayılır. İlmin hakkını veren âlim, ancak İslâm devletinde yetişir. İslâm dışı bir devlet, kendini, kendi düzenini yıkmak isteyen kimseler yetiştirir mi? Bataklıkta gül yetişmez, hele gübrelikte hiç yetişmez. Yetişmiş olsa, mis gibi kokmaz, gübre gibi kokar.

Âlimler, inkâr edip reddetmek zorunda olduğu tâğutî devletin imkânlarına meyletmez, Cehennemden uzak kalmaya çalışmak gibidir o kapılardan uzak kalmak. Tam tersine, âlim devleti denetler, yöneticilere adâleti, tevhidi, Allah’ın hükmüyle hükmetmeleri gerektiğini, aksi takdirde mü’min olamayacaklarını, kendi günahlarıyla birlikte halkın günahlarını da yükleneceklerini net şekilde tebliğ etmek zorundadır.

“Cihadın en faziletlisi, zâlim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.” [16]

İlim, sahibini yüceltir, güçlendirir, devleştirir. Devlerin yükü de ağır olur. Küfür devletinde yaşayan âlimlerin sanki İslâm Devletinde yaşıyor gibi davranması, önceliklerini ve faaliyetlerini bu şekilde tespit etmesi çok ciddi yanlıştır. “Usûlünüz yok, usule uymuyorsunuz” diye başkalarını suçlayıp kendilerini öven âlim taslaklarının bu asl’a ve usûle riâyet etmemeleri, ümmeti de âlimsiz bırakacak bir problemdir.

 

İlme İhânet Bu Değilse ya Nedir?

Öncelikle ele alınması gereken siyasal açıdan bunca tuğyan, bunca küfür ve putperestlikle mücadele dururken;

Müslümanların toprakları, devletleri, zihinleri, gönülleri, mescidleri, meclisleri, mahkemeleri küfrün işgaline uğramışken; halkın bunca cehâleti, hurâfeleri din diye kabul etmelerini, dinin esaslarını ve tevhidî inançları da hurâfe gibi algılamalarını düzeltmeye çalışmak dururken;

Âlim geçinenlerin kendileri gibi düşünmeyen ilim adamlarına, yazarlara, cemaat önderlerine hakaretler yağdırması, iftira ve tekfire varan çirkince eleştirmeleri, onların ilimden ve âlim vasfından ne derece uzak olduklarını göstermeye yeter.

Tâğutlara, putperestlere ve toplumu ifsad edenlere karşı ve İslâmî hareketin güçlenmesi yolunda kullanmaları gereken enerjilerini yanlış yerde tüketmemeleri icap eder.

Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi keşke hiç okutulmasa. Câmilerde keşke hiç vaaz verilmese, hiç Türkçe hutbe okunmasa… İslâm’a ters hususları İslam diye öğrenenlerin yanlışlarının sıfırlanması, hiç bilmeyen sıfır konumundaki şahıslara doğruları öğretmekten o kadar zor ki… Yaşadığımız çağ, bilgi çağı değil; bilgi kirliliği çağı. Ancak gerçek âlimler, vahyin nûruyla bu kirli bilgileri temizleyebilir ve insanlara tertemiz ilim verebilir. 

Tevhidî bilince sahip ulemânın birbirleriyle yardımlaşmasına, işbirliğine, ortak faaliyet ve eylemlerine büyük ihtiyaç var.

Peygamberlerin mirasını Peygamberlerin yoluna ters şekilde harcayan,

Kendileri Kitap ve Sünnetten yeni meselelere çözümler üretmeleri gerekirken, eski âlimlerin kendi dönemlerindeki problemlere çözüm oluşturma çabalarını mutlaklaştırıp şartlar tümüyle değiştiği halde, onları mutlak doğru gibi sunan,

Mezhebini veya menhecini, eski âlimlerin görüşünü, yorumları din gibi de değil dinin kendisi gören anlayışla, rivayetleri kutsallaştıran, beşer sözünü vahye tercih edip ilme ihânet eden kimselerin bu vahim yanlışlarını Kur’an’daki mutlak doğrular ile düzeltmeleri için duâlar ediyoruz. Biz de bu yazımızda ve genel din anlayışımızda hata ettiysek, hatamızı görüp düzeltmeyi Rabbimizden niyaz ediyoruz.

Kur’an’ı merkeze alan ve onu Peygamberimizin sünneti ile, onun metoduyla hayata geçirmeye çalışan âlimlerimize selâm olsun! 

 

[1]  12/Yûsuf, 76

[2]  2/Bakara, 140

[3]  2/Bakara, 216

[4]  İbn Mâce, Mukaddime 17

[5]  67/Mülk, 26

[6]  2/Bakara, 120, 145; 5/Mâide, 48; 13/Ra’d, 37

[7]  96/Alak, 5

[8]  Tirmizî, İlim 19; Ebû Dâvûd, İlim 1; İbn Mâce, Mukaddime 17, h. No: 223. Bu hadis rivayeti, zincirinde yer alan râvileri yüzünden “zayıf”tır. Bu zayıflık sebebiyle de bu metni Nebîmize dayandırmanın zor olduğunu söyleyebiliriz (http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/âlimler-peygamberlerin-varisleridir-hadisi-sahih-midir.html). Bu rivâyete benzer halkın ve âlimlerin sık sık gündeme getirdiği nice rivâyetlerin sıhhati de bu rivayete benzer.

[9]  3/Âl-i İmran, 189

[10]  3/Âl-i İmran, 26

[11]  İbn Mâce, Mukaddime 17

[12]  12/Yûsuf, 76

[13]  2/Bakara, 140

[14]  2/Bakara, 216

[15]  İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis 51; Tirmizî, Birr ve’s Sıla 57, hadis no: 2961

[16]  Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13

 

İlim İslâmiyet’tir, İlim Kur’anî Hakikatlerdir

Ayet:

قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِۖ وَاِنَّمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ

“De ki: (Onunla ilgili) bilgi ancak Allah katındadır. Ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.” [1]

وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ

“…Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, o zaman gerçekten zalimlerden olursun.” [2]

Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim ilk defa Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah’ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da derde deva bir şey sayılmazdı.

İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de 854 yerde geçmektedir; hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları hâriç tutulmak üzere. Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde “bilinecek” ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.

Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde konusu ve gayesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle müslümana mahsu ilmi tanımak için Saadet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde hemen kolayca anlaşılır ki, Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının insanlara tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü’nün söylediği ve yaptıklarında başka ilme konu olacak hiçbir malzeme mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber “hadis” dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların kalbine ve zihnine nakşedilmesinnden ibaretti.

Sahâbe-i Kiramın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları ve Rasûlullah’ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzakere ederek “ilm”i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini “yaşıyor”, eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen Allah’ın kelâmı, Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen ve emredilen de bundan başkası değildi. İlk emir “oku!” emri, vahy kitabı Kur’an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve sahâbe “oku!” emrinden neyin okunmasını anlıyordu? 

Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme konu olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün sünneti idi. Kadın-erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu söylenemez. Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı olarak: Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz. Bu iki esasın özünü ve ruhunu, manasını ve mesajını aksettiren her nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab’ı daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.

Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibaret olduğu herhalde anlaşılmıştır. Yüce Allah,  insanlığa bir din gönderdi. Allah’ın peygamberi de o dinin öğretimi ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak “getirdiği şeyler”i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah’ın gönderdiğini insanlara tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti öğretiyor”du.   Görülüyor ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak bu Kitap’la kurtulabilir insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu Kitap’la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş ve kıyamete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan dosdoğru yola girmiş olacaktır.

İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz’e; “Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun.”[3] şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki “sana ilim geldikten sonra” ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle, İslâm’ı konu ve yine onu gaye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir. Kişiye Allah’ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah’tan uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların faziletli olduklarını söyler mi? Kur’an ve Sünnet temel kaynaktır müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan ve onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede önemli kitaplarla ilim yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler doğru istikamete yönlendirilir. Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna sahip olunmadan okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam bir inanç ve İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu şeyler de onun fesadını artırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup anlaşıldıktan sonra insana hiçbir şey zarar veremez. Çünkü Hak bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama yapabileceğimiz mikyas belirlenmiştir;  bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.   

Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu âyetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından öncelikle istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi, Rab’liğinin kabul edilip O’na teslim olunmasıdır. Bu cümleden olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale getirmesi de ilk istenen şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut “bilgi”, ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak surette belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim tavsiye edilmiştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde bir imana sahip olmasını sağlayacak ilimdir. 

Zaten İmam Gazâli’nin de belirttiği gibi asr-ı saâdette de “ilim” sözü, Yüce Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini kapsayan ilme verilen bir isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle ilim kelimesini istismar ederek diledikleri mânâya kullanmaya başladılar.  Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz ve gaye çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan “araç” olmaktan çıkarak başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek” haline gelmiştir.

Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok daha etkinleşip azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını çok boyutlu ve yaygın olarak yürütme avantajına da sahip bulunuyor. O yüzden İslâm, “câhil” unvânını hiç bilmeyen bilgisize değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e sahip olmayan ve vahyi kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik, bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.

İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rehberi ve mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.  Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır.

Yine bunun yanı sıra sebeb-i nüzul bilgisi, tefsir ve hadis usûlü, hüküm istinbat etme yolu (Fıkıh usûlü) gibi alanlar, inkâr edilemeyecek şekilde Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i daha derinlikli ve hikmete uygun bir şekilde anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu ilmî disiplinler, belli birikim gerektiren ihtisas alanlarıdır. Bu ilmî birikimlere sahip olan “ulemâ”nın, İslâmî bir yürüyüşe öncülük etmedeki rolü, hem daha etkin hem daha kuşatıcıdır. Peygamberlerin vârisleri olarak sorumlulukları bildirilip taltif edilen “ulemâ”, tevhidî gerçekleri, peygamberlerin topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle topluma ulaştırma gayreti içinde olan “ulemâ”dır. İslâmî hareket içinde tevhidî şuura sahip muttakî âlimlerin yerini alması ve sahip oldukları ilmî birikimlerini hareketin güçlenmesi yolunda harcamaları gerektiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü ilim adamlarının sahip oldukları ilmî birikimin onları toplumda daha fazla dikkat ve câzibe merkezi haline getirdiği bilinen bir husustur.

Bu bağlamda şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm nokta-i nazarında ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır. “Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunması Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar. Tarih boyunca ulemânın toplum üzerindeki gücü, özellikle kritik dönemlerde, bâriz bir şekilde hissedilmiştir. Buna, Moğollara karşı, kalemi ve lisanıyla Müslümanlara kahramanlık ve cesaret aşılayan Ahmed İbn Teymiyye ile İslâm akîdesini koruma uğruna “Mihne” döneminde her türlü işkenceye katlanan Ahmed İbn Hanbel örnek olarak verilebilir. İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. Böyle ise, o âlim değildir. İlmî seviye oranında bu mes’ûliyet artar.

Parçalanmış, zaafa uğramış ümmetin elinden tutup ümmetin kalkınması ve yeniden yapılanmasında, en fazla öncülük yapma görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden kurtaramaz. “Toparlayıcılık” misyonu ya da ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, tevhidî duyarlılığa sahip ilim adamlarının tek başına bu işin altından kalkmaları imkânsız gibi görünmektedir. Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.

Dolayısıyla, ilim adamlarımızın, toplum içinden gelen entelektüel birikimin sahibi, tevhidî şuura sahip dâvâ adamı genç Müslüman öncülere de ihtiyacı vardır. Her iki birikimin bütünleşmesi, öncü kadro misyonu açısından, zorunlu ve vazgeçilmez gözükmektedir. Aslında, aydın ve hareket adamı aktivist muvahhidlerin belirli oranda da olsa ilim sahibi olma zorunluluğu gibi; gerçek ulemânın aynı zamanda entelektüel yetiye sahip, çağı ve insanları her yönüyle tanıyan aydın kimliğinin de bulunması gerekir.

Diğer bir tâbirle, ümmete öncülük yapacak kadrolar içinde, ulemâ var olan ilmiyle, diğer dâvâ adamı genç Müslümanlar da var olan tecrübe ve yetenekleriyle yerini almalı ve bu iki tâife, sorumluluklarının bilincinde ve istişare içinde birbirleriyle bütünleşebilmelidir. Bununla birlikte her âlimin aydın ve hareket adamı, her aydın ve hareket adamının da belli oranda ilimle kuşanması gerekir.

Ulemânın rolü ve sorumluluğu İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır; İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır. Küfrün egemen olduğu bir toplumda, ulemânın, sanki İslâm devletinde yaşıyormuş gibi davranması, çok ciddi bir zâfiyet, çok ciddi bir açmazdır. Böyle bir toplumda ulemânın öncelikli ve en âcil görevi, toplumu İslâm’a doğru dönüştürecek İlâhî yasaları harekete geçirmede rehberlik yapması, örnek yaşayışıyla öne düşmesidir.

Ulemânın ayrıca, İlâhî programa uygun İslâmî bir yürüyüşü denetleme gibi bir görevi de vardır. Yürüyüşün İlâhî maksatlara uygun bir şekilde yürümesini kontrol etme, hareketin ifrat ve tefrite sapmasını engelleme, hareket önderlerinin fevrî ya da usûle aykırı davranmalarını tespit ve murâkabe etme gibi fonksiyonları da icrâ etmeleri gerekir. Bu noktada, İslâm hukukunda yerini alan bir kavram olan, “ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun yürütücü işlevlerini muttakî ulemâ üstlenir. Ulemâ, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli bir harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri konusunda şiddetle ikaz etmiştir: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.”[4] 

[1]  67/Mülk, 26

[2]  2/Bakara, 145

[3]  2/Bakara, 145

[4]  2/Bakara, 159-160

 

Perşembe, 25 Şubat 2021 07:53

12.BÖLÜM: İLİM VE İSLÂM

Yazan

İlim ve İslâm

يَرْفَعِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۙ وَالَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ

“Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir.”[1] 

اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ

اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ

“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı alâktan (aşılanmış yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden) yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu olmayan Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O öğretti.” [2]

Kur’an’a göre yaratılış amacı, Allah’a kulluktur. Allah’a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç temel ögeye ihtiyaç vardır:  1- Bilişsel (zihinsel) öge,  2- Duygusal öge,  3- Davranışsal öge. Kur’an eğitiminin boyutları da bu üç temel ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Kur’an’ın en üstün insan tanımı, bilgili, cihad ehli, muttakî/takvâ sahibi kişidir. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm’da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.

Kendisinden önceki dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklayan İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini emretmiştir.  

İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: “Câhilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.” “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” 

İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi, hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi, zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur.

Kur’an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm’ın ve Kur’an’ın istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir.  Bilgi kırıntılarının ilim olabilmesi için, her şeyden önce vahiyle irtibatının kurulması, bütün içinde uygun yere monte edilmesi, güncelleştirilmesi, özümsenmesi, benimsenip hayata geçmesi gerekmektedir. Kur’an’da müşriklerin “yağmuru kim yağdırıyor, gökleri ve yeri yaratan kimdir, sorularına “Allah” diye cevap verdikleri ifade edilir. Demek ki gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını biliyorlardı. Fakat bu bilginin onlar için pratikte hiçbir faydası yoktu; Yaratıcıyı kabul etmenin özümsenen, benimsenip uygulanan, yani bu bilginin ilim ve iman olması için gereken işlem yoktu. Bu nedenle Kur’an, o bilgiye değer vermiyor ve sahiplerini “câhiller”, “bilmeyenler” olarak tanıtıyor.

Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti ve orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için ve esas bilinmesi gerekeni bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak, ona “câhillerin atası” “atacâhil = câhil baba”  ismini verdi. Kur’an, dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor: “Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler.”                                 

Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyonu farklı olduğundan yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde tezkiye olamaz ve aynı şekilde ilim öğrenemez. Allah bu noktada insanları derece derece kılmıştır ve herkes kapasitesi ölçüsünde ilimden yararlanır. “Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz; her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır.”  Şu halde, Allah’ın elçileri aracılığıyla gönderdiği ilme kimse aynı derecede vâris değildir ve bu ilme, kalplerinde herhangi bir leke ve kaplarında tortu (rics) olmayanlar tam vâris olabilirler.

İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah’ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah’ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur’anın buyurdu gibi “Allah’tan kulları içinde ancak âlimler korkar.”   Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki “kitap yüklü eşekler”dir.   

İslâm, okumaya ve ilim elde etmeye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir:

“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı alâktan (aşılanmış yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden) yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu olmayan Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O öğretti.” [3]

Bakara suresi 30. âyette belirtildiği gibi, ilk insan, yaratılıp meleklere arz edilince Allah tarafından kendisine isimler öğretilmiştir. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.

İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. “İlim tahsil etmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır.”  Kişinin müslüman bir kul olarak şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması farz olduğu gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit ibadetle ilgili bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn’dır. Tıp, mühendislik, teknik ve teknoloji gibi sosyal hayat için gerekli olan her türlü ilimleri öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bu tür ilimler, toplumun bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farîza yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar. Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise, mekruhtur.

İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün, hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen bir kimse kâfir olmaz. Şirkin ne olduğunu bilen, başka bir şeyi Allah’a ortak koşmaz, Allah’tan başkasına kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur’an, ilimsizlikten şiddetle sakındırır:

“Sakın ha câhillerden olma!”[4] “Kulları içerisinde Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar.”[5] 

Kur’an’da ilim övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilmiştir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[6] 

İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların değerini yükseltmiştir. “Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir.”[7] 

“Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir.”[8] 

“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı alâktan (aşılanmış yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden) yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu olmayan Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O öğretti.” [9]

 

İlim (Öğrenme ve Öğretme)

“Rabbin, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O öğretti.” 

İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel olarak insan zihnine (ve gönlüne) konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek mânâlarına gelmektedir.  İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrâk etmek” ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış mâlûmata ilim (bilgi) denilemez.

Yine ilim hakkında şu tanımlar da yapılmıştır: İlim, insanın vahy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur.  Şerif Cürcânî’ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır.  Râgıb, Müfredât’ında şu tanımı yapar: İlim, amelî-dinî yükümlülüklere vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam olur.  İlmin zıddı, cehalettir (câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi). Kur’an-ı Kerim’de ilim kelimesi 105 defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı, 854’ü bulur. Dolayısıyla “ılm” Kur’an’da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir.  Ayrıca “akıl, fikir, zikir” gibi kelimeler Kur’an’da çokça geçer.

“Rabbim, ilimce her şeyi kuşatmıştır.”[10]  

“İlim, ancak Allah katındadır.”[11]  

Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır.  Burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri, özellikle Allah’ı hiç tanıyıp bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.      

İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:

a- Naklî ilimler; Kur’an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz’in vahy kanalıyla Allah’tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.

b- Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak üzere naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler.                                                               

 

Günümüz ve İlim Kavramının, Oku Emrinin Tahrifi

Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler tarafından çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adalet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur. Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan.

İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine dayalı bir kavram ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze edilmesine çalışılıyor.

Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice tehdit etmekte, hidâyetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden ve Allah’a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.

İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır. Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır. Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.

Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi, tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne kadar evreni insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet haline getirme masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline getirdiğinin ve ebedî hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern insan, hevâsının yolundaki aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının, teknolojik aygıtların, makinelerin tutsağıdır. Bundan kurtuluşun yolu, önce ilim kavramının Kur’an’la sağlaması yapılarak tashih edilmesi, bilgi birikimleri, dinin anladığı şekilde “faydalı ilim” ise başa tac edilmesi, değilse kendisinden Allah’a sığınılması gereken bir tehlike olarak kabulü ile gerçekleşebilecektir. Vahiyden ve Allah’la bağlarından koparılmış bilimin ve bilim sayesinde oluşan aygıtların, makinelerin ve maddeci hayatın tutsaklığıdır modern insanın temel problemi; asrın insanının hüsrânı, çıkmaz ve açmazları, bunalım ve streslerinin temel sebebidir bilimi “câhil”ce, “câhiliyye” gözüyle değerlendirmek ve gerçek ilimden kaçmak. Bu esaretten kurtulmak, hevânın gerçek akla dönüşmesi, bilimin, evrenin sırlarını “halife” sorumluluğu ile öğrenme ve Allah’a kulluk yönünde, yani en faydalı şekilde kullanılması sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin vahye, yani Allah’tan gelen gerçek ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden daha az değildir.

İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz, hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur-olmaz kimseler tarafından “ilmin faziletleri”nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri ve bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar için istismar edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin ne olup ne olmadığını belirlemek bir zaruret olacaktır.  Peygamberimiz, “faydasız ilimden Allah’a sığınırım”   diye duâ edecek kadar faydasız ilmin zararı konusunda hassasiyet göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine bakılmadan ve şer’î ölçüyü hiç hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü yapmak, ilim adına işlenen büyük bir cinâyettir.

Meselâ, “İlim istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana farzdır.” hadis-i şerifini ve “İslâm’ın ilk emri oku emridir” düsturunu dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese farzdır, ama hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla?.. İşte bunu bir türlü belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar. Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer. İslâmiyet’i bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?

Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye esas alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne derece parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak surette bir fuzûliyattan ibarettir. İşin daha kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı, Din’in esprisi içinde bir ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda bir bilim anlayışıdır.       

 

 “Bilim” ile  “İlim” Aynı Şey mi?

Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim” ile, modern câhiliyyenin belirlediği “bilim”  başka başka şeylerdir. Bu iki kavram, hem konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları bakımından doğru ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim, bazı bakımlardan ilim kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar kalıpları içine sığdırılamaz. Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere ulaşamamakta, onun alanını kapsamamaktadır.

Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir, gözlem ve incelemedir. Hâlbuki genel anlamda ilmin yolu öncelikle “vahiy”dir. Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli  “mânâ” ve gayb âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır. Fakat İslâm’a inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış bir ilim adamının “gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek” (bilimsel gerçek) dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden farklıdır. Her şeyden önce, bilimin metodunda, hiçbir öneri, hakikat ve inanç sistemi, deneyler ve bilimsel olaylar tarafından desteklenmedikçe doğru ve gerçek kabul edilmez. İlim için bu kural, özellikle vahiy ve gayb âlemi, iman gibi temel konularda olaylar ya da deneyler tarafından desteklenmesi şart olmadığı gibi, bu aynı zamanda imkânsızdır da.

Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Yani bilim adamı kişisel eğilim ve önyargılarının etkisi altında kalmadan bulduğu sonucu olduğu gibi yansıtmalıdır. Bulgular inançlara ters düşse bile yansızlıktan ve doğruluktan uzaklaşmamalıdır. Aynı kural, ilim için de geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır, ama inançlara ters düşmesi halinde müslüman ilim adamının tutumu farklı olacaktır; eğer burada bilimin bulgularının ters düştüğü inanç İslâm ise, işte o zaman ilim adamı inancından yana olacaktır. Çünkü onun gözünde vahyin, İslâm inançlarının doğruluğu mutlaktır, daha kesindir. Bilimin ortaya koyduğu bulgular, değişmez ve mutlak değildir. Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip değiştirilebilmek gibi bir ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır. (Bundan üç-beş asır önce, özellikle Ortaçağda bilimin doğruları ile şimdiki doğruları arasında uzlaştırılması mümkün olmayan nice örnekler herkesçe bilinir.)  Hâlbuki müslümanın anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu için ilim, değişmezlik ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.

Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı sağlamak, yine maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Hâlbuki ilmin gayesi, insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz hayatın saadetini sağlayacak hayat tarzını belirlemektir.        

Ayrıca bu iki kavramın, konuşma ya da yazı dilinde kullanılışları ânında akla getirdiği ilk fikir ve çağrıştırdığı anlamlar da farklıdır. İslâm’a inanmış bir toplumda “âlim”  kelimesi kullanıldığı zaman akla ilk gelen, müslüman bilginlerdir, özellikle din âlimleridir. Ama meselâ Newton, Einstein, Descartes gibi şahsiyetler ise ancak “bilim” söz konusu edildiği zaman akla gelmekte ve onlara âlim denmeyip “bilgin” veya “bilim adamı” denmektedir. Demek ki bilim, fizikçilerin, kimyacıların, sosyologların, antropolog ve benzerlerinin (yani beşerin) -yine Allah’ın verdiği yetenek ve imkân sınırları içinde- bulup ortaya koyduğu şeylerdir.

İlim ise, bu saydıklarımızın meşgul oldukları alanları ve elde ettikleri sonuçları genelde reddetmeksizin, hatta onları kendi kuralları içinde özümseyip yorumlamakla birlikte, aynı zamanda bütün bunlara bir anlam kazandırıp faydalı ve meşrû bir yorum getiren vahiy öğretisinin ortaya koyduğu sistemin incelenmesi ve kavranmasıdır. Mesela bilim, savaş araçları ve silâhlar, kimyasal bombalar üretir, bunların en etkili biçimde işlemesi için araştırmalar yapıp yöntemler geliştirir. Bu silâhların hedefleri belirlenirken ölçü, yalnızca menfaat ve üstün gelme duygusudur; ahlâkî bir ölçüsü ve duyarlığı yoktur. Hâlbuki dine bağlı ilmin kuralı, bunları insanlığın maddî manevî kurtuluşu yolunda kullanmak şeklindedir.

İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade “anlayış ve idrâk” olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan öte, bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir. İlim, zihinsel çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını düzenli ve faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.                   

İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize getirdikleridir. Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.

Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil; etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan, vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders müfredâtında vahye, Allah’a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?

Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?

Ama unutmamalı; Allah, Mûsâ’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir; yalnız, yine unutulmamalı ki Mûsâ, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin, Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..             

 

[1] Mücâdele, 11

[2] Alak, 1-5

[3] Alak, 1-5

[4] En’am, 35

[5] Fâtır, 28

[6] Zümer, 9

[7] Mücâdele, 11

[8] Mücâdele, 11

[9] Alak, 1-5

[10] En’am, 80

[11] Mülk, 26

Perşembe, 25 Şubat 2021 07:50

10.HUTBE: İLİM VE ÂLİM

Yazan

İlim ve Âlim

Âyet:

يَرْفَعِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۙ وَالَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ

“... Allah içinizde îmân etmiş olanlarla (bilhassa)  kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini yükseltir. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.” [1]

وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ

“Sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve isteklerine uyacak olursan Allah’a karşı seni koruyacak ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” [2]

İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış malumata ilim (bilgi) denilemez.

Yine ilim hakkında şu tanımlar da yapılmıştır: İlim, insanın vahy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur.  Şerif Cürcânî’ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır. Râgıb, Müfredât’ında şu tanımı yapar: İlim, amelî-dinî yükümlülüklere vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam olur. İlmin zıddı, cehalet (câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi)dir. Kur’an-ı Kerim’de ilim kelimesi 105 defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı, 854’ü bulur. Dolayısıyla “ilm” Kur’an’da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir.  Ayrıca “akıl, fikir, zikir” gibi kelimeler Kur’an’da çokça geçer.

“Allah, her şeyi en iyi bilendir.” [3]

“Allah, size bilmediklerinizi bildirmek ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve iyi hale dönüşünüzü görerek günahlarınızı bağışlamak diler. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [4]

“Şüphesiz ki Biz onlara iman edecek bir kavme hidayet ve rahmet düsturu olması için, tam bir ilim ile fasıl fasıl ayırdettiğimiz bir Kitap gönderdik.” [5]

“Rabb’im benim ilmimi artır!” [6]

“Rabbim, ilimce her şeyi kuşatmıştır.” [7]

“İlim, ancak Allah katındadır.” [8]

Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’dan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır.  Burada ilim, Allah’a, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan ilâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri, özellikle Allah’ı hiç tanıyıp bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.      

İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:

a- Naklî ilimler; Kur’an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz’in vahy kanalıyla Allah’tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.

b- Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak üzere naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler.                               

İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rehberi ve mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.  Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır.

Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeyi) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir.

Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak ispatlanmamış faraziyelere, mesnedsiz teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar. Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûlü Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye ters düşen her türlü bilimsel teoriler de ilim tanımı dışında kalır.

 

İlim ve İslâm

Kur’an’a göre yaratılış amacı, Allah’a kulluktur. Allah’a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç temel ögeye ihtiyaç vardır:  1- Bilişsel (zihinsel) öge,  2- Duygusal öge,  3- Davranışsal öge. Kur’an eğitiminin boyutları da bu üç temel ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Kur’an’ın en üstün insan tanımı, bilgili[9], cihad ehli[10] muttakî/takvâ sahibi[11] kişidir. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm’da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.

Kendisinden önceki dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklayan İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini emretmiştir.  

İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: “Câhilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.” “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” [12]

İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi, hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi, zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur.

Kur’an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm’ın ve Kur’an’ın istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir.[13] Bilgi kırıntılarının ilim olabilmesi için, güncelleştirilmesi, özümsenmesi, benimsenip hayata geçmesi gerekmektedir. Kur’an’da müşriklerin “yağmuru kim yağdırıyor, gökleri ve yeri yaratan kimdir, sorularına “Allah” diye cevap verdikleri ifade edilir. Demek ki gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını biliyorlardı. Fakat bu bilginin onlar için pratikte hiçbir faydası yoktu; Yaratıcıyı kabul etmenin özümsenen, benimsenip uygulanan, yani bu bilginin ilim ve iman olması için gereken işlem yoktu. Bu nedenle Kur’an, o bilgiye değer vermiyor ve sahiplerini “câhiller”, “bilmeyenler” olarak tanıtıyor.

Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti ve orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için ve esas bilinmesi gerekeni bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak, ona “câhillerin atası” “atacâhil = câhil baba”  ismini verdi. Kur’an, dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor:

“Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler.” [14] 

“İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet yollarından birini açar.  Melekler,  ilim tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki dolunayın görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” [15]

“Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleşim yerinden) çıkarsa, geri dönünceye kadar o kişi Allah yolundadır.” [16]

“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” [17]

“Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur’an’dan bir ayet öğrenmen senin için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden çıkıp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbı öğrenmen (senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır.” [18]

“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır.” [19] 

“Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa o mü’minin kendisi ona daha lâyıktır.” [20]

“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).” [21]

“Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayış sahibi) kılar.” [22]

“Şeytana, bir fakîhi (dinde anlayış sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i aldatmak) tan daha zordur.” [23]

“Rasûlullah’a (s.a.s.) biri âbid (ibadetle çokça meşgul) ve diğeri âlim (ilimle çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: “Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede olanınıza üstünlüğüm gibidir.” buyurdu. Sonra şunları söyledi: “Allah, melekleri, göklerin ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve balıklar, insanlara hayır (faydalı şey) öğreten kişiye dua ederler.” [24]

“İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden dolayı kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden sâlih evlâttan kesilmez.” [25] 

“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duâdan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” [26]

“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.” [27]

“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle giderecektir. Nihayet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadığı halde fetva verecekler. Onlar bu suretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” [28]      

“Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isabet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidayetini kabul etmeyen kimse böyledir.” [29]

Hz. Ebûbekir (r.a.) Peygamberimiz’i anlatırken şöyle ifade eder: “Rasûlullah (s.a.v.) (Vedâ Haccında) şöyle buyurdu:

 “...Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize haramdır. Burada hazır bulunanlarınız, burada bulunmayanlara (yeni nesillere) bunu tebliğ etsin. Olabilir ki, hazır olan kimse, bunu daha iyi anlayan bir kimseye tebliğ etmiş olur.” [30]   

İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize getirdikleridir. Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.

Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil; etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders müfredâtında vahye, Allah’a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?

Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?

Ama unutmamalı; Allah, Musa’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir; yalnız, yine unutulmamalı ki Musa, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin, Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..             

Âlimlere çok iş düşmektedir. Âlimler, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli İslâmî harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Topluma tevhidi ulaştırarak, her çeşit şirk ve küfre karşı halkı bilinçlendirmelidir. İnsanlara haram-helâl bilinci vererek, onların Allah’a karşı, kendisine ve topluma karşı görevlerini yerine getirmelerini sağlamaya çalışmalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri konusunda şiddetle ikaz etmiştir:

“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” [31] 

İslâm nokta-i nazarında ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır.

“Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunduğu”[32],

Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar.

İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde 50 küsür devlete ayrılmış ve kendi ülkelerinden yüzlerce, binlerce grup içinde ve birbirlerini dalâletle, küfürle itham eden cemaatlerin, dünya müstekbirlerinin ve kendi ülkelerindeki tâğutların zulmü altında inleyen ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. İlimdeki seviyesi oranında mes’ûliyeti de büyük olur. Dinin ayrıntılarını dinin esası gibi görüp bunların mücadelesini vermesi kabullenilemez. İslâm düşmanlarını bırakıp dinleştirdiği kendi görüşlerini kabul etmeyenlere sataşanlar âlim de sayılmaz. Yangın ortamında az faydalı şeyleri bile kurtarmanın yanlış olduğunu bilen ve bunu âhiret ateşleriyle kıyaslayan âlim, kurtarılması gereken en önemli şey olan imanları kurtarma gayretine öncelik verir.

Parçalanmış, zaafa uğramış, istikametini bulamamış ve Kur’an’dan uzaklaşmış ümmetin elinden tutup ümmetin ayağa kalkması ve yeniden yapılanmasında, esas öncülük yapma görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden kurtaramaz. Allah’ın rızasına, Cennete giden yolun takip edilebilmesi için, ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, ne yeterince tevhidî duyarlılığa sahip âlimlerimiz mevcut, ne de bu âlimlerimiz sorumluluklarının bilincinde ve ne de bu sorumluluklarını yerine getirmek için imkânlarını ve güçlerini seferber ediyorlar… Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.

 

[1]  Mücadele, 11

[2]  2/Bakara, 120

[3]  8/Enfâl, 73

[4]  4/Nisâ, 26

[5]  7/A’râf, 52

[6]  20/Tâhâ, 11

[7]  6/En’âm, 80

[8]  46/Ahkaf, 28

[9]  39/Zümer, 9

[10]  4/Nisâ, 95

[11]  49/Hucurât, 13

[12]  Y. Fersahoğlu, Kur’an’da Zihin Eğitimi, Marifet Y. s. 225

[13]  Muhammed Kutub, İslâm’da Ferd ve Cemiyet, s. 305

[14]  30/Rûm, 7

[15]  Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, hadis no: 2822; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223

[16]  Tirmizî, İlm 2

[17]  İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224

[18]  İbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219

[19]  Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400

[20]  Tirmizî, Kitabu’l-İlm, 19, hadis no: 2827

[21]  İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254

[22]  S. Buhâri, İlm 14, hadis no: 13; S. Müslim, İmâre 53, hadis no: 175

[23]  Tirmizi, İlm 19, hds no: 2821; İbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222

[24]  Tirmizî, Kitabu’l-İlim 19, hadis no: 2825

[25]  Sahih-i Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393

[26]  Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711

[27]  S. Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-

[28]  S. Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-

[29]  S. Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; S. Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-

[30]  S. Buhâri, İlm 10, hadis no: 9

[31]  2/Bakara, 159-160

[32]  12/Yusuf, 76

 

İlim mi, Bilim mi? Vahiy mi, Cahiliyye Kültürü mü? 

Âyet:

وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّۚ وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـًٔاۚ

 “Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise gerçekten yana bir şey kazandırmaz.” [1]  

وَاِنَّ كَث۪يرًالَيُضِلُّونَبِاَهْوَٓائِهِمْبِغَيْرِعِلْمٍۜاِنَّرَبَّكَهُوَاَعْلَمُبِالْمُعْتَد۪ينَ

“…Doğrusu birçokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” [2]

                                                                                       

İlim-Vahiy İlişkisi ve Günümüzdeki İstismarı

Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler tarafından çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adâlet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur. Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan.

İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine dayalı bir kavram ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze edilmesine çalışılıyor.

Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice tehdit etmekte, hidayetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden ve Allah’a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.

İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır. Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır. Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.

Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi, tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne kadar evreni insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet haline getirme masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline getirdiğinin ve ebedî hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern insan, hevâsının yolundaki aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının, teknolojik aygıtların, makinelerin tutsağıdır. Bundan kurtuluşun yolu, önce ilim kavramının Kur’an’la sağlaması yapılarak tashih edilmesi, bilgi birikimleri, dinin anladığı şekilde “faydalı ilim” ise başa tac edilmesi, değilse kendisinden Allah’a sığınılması gereken bir tehlike olarak kabulü ile gerçekleşebilecektir. Vahiyden ve Allah’la bağlarından koparılmış bilimin ve bilim sayesinde oluşan aygıtların, makinelerin ve maddeci hayatın tutsaklığıdır modern insanın temel problemi; asrın insanının hüsrânı, çıkmaz ve açmazları, bunalım ve streslerinin temel sebebidir bilimi “câhil”ce, “câhiliyye” gözüyle değerlendirmek ve gerçek ilimden kaçmak. Bu esaretten kurtulmak, hevânın gerçek akla dönüşmesi, bilimin, evrenin sırlarını “halife” sorumluluğu ile öğrenme ve Allah’a kulluk yönünde, yani en faydalı şekilde kullanılması sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin vahye, yani Allah’tan gelen gerçek ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden daha az değildir.

İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz, hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur-olmaz kimseler tarafından “ilmin faziletleri”nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri ve bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar için istismar edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin ne olup ne olmadığını belirlemek bir zarûret olacaktır. Peygamberimiz, “faydasız ilimden Allah’a sığınmaktadır”[3] diye dua edecek kadar faydasız ilmin zararı konusunda hassasiyet göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine bakılmadan ve şer’î ölçüyü hiç hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü yapmak, ilim adına işlenen büyük bir cinayettir.

Meselâ, “İlim istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana farzdır.” [4] hadis-i şerifini ve “İslâm’ın ilk emri oku emridir” düsturunu dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese farzdır ama, hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla?.. İşte bunu bir türlü belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar. Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer. İslâmiyeti bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?

Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye esas alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne derece parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak surette bir fuzûliyattan ibarettir. İşin daha kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı, Din’in esprisi içinde bir ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda bir bilim anlayışıdır.[5]      

 

 “Bilim” ile  “İlim” Aynı Şey mi?

Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim” ile, modern câhiliyyenin belirlediği “bilim”  başka başka şeylerdir. Bu iki kavram, hem konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları bakımından doğru ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim, bazı bakımlardan ilim kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar kalıpları içine sığdırılamaz. Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere ulaşamamakta, onun alanını kapsamamaktadır.

Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir, gözlem ve incelemedir. Hâlbuki genel anlamda ilmin yolu öncelikle “vahiy”dir. Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli “mânâ” ve gayb âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır. Fakat İslâm’a inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış bir ilim adamının “gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek” (bilimsel gerçek) dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden farklıdır. Her şeyden önce, bilimin metodunda, hiçbir öneri, hakikat ve inanç sistemi, deneyler ve bilimsel olaylar tarafından desteklenmedikçe doğru ve gerçek kabul edilmez. İlim için bu kural, özellikle vahiy ve gayb âlemi, iman gibi temel konularda olaylar ya da deneyler tarafından desteklenmesi şart olmadığı gibi, bu aynı zamanda imkânsızdır da.

Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Yani bilim adamı kişisel eğilim ve önyargılarının etkisi altında kalmadan bulduğu sonucu olduğu gibi yansıtmalıdır. Bulgular inançlara ters düşse bile yansızlıktan ve doğruluktan uzaklaşmamalıdır. Aynı kural, ilim için de geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır, ama inançlara ters düşmesi halinde müslüman ilim adamının tutumu farklı olacaktır; eğer burada bilimin bulgularının ters düştüğü inanç İslâm ise, işte o zaman ilim adamı inancından yana olacaktır. Çünkü onun gözünde vahyin, İslâm inançlarının doğruluğu mutlaktır, daha kesindir. Bilimin ortaya koyduğu bulgular, değişmez ve mutlak değildir. Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip değiştirilebilmek gibi bir ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır. (Bundan üç-beş asır önce, özellikle Ortaçağda bilimin doğruları ile şimdiki doğruları arasında uzlaştırılması mümkün olmayan nice örnekler herkesçe bilinir.)  Hâlbuki müslümanın anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu için ilim, değişmezlik ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.

Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı sağlamak, yine maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Hâlbuki ilmin gayesi, insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz hayatın saadetini sağlayacak hayat tarzını belirlemektir.[6]       

Ayrıca bu iki kavramın, konuşma ya da yazı dilinde kullanılışları ânında akla getirdiği ilk fikir ve çağrıştırdığı anlamlar da farklıdır. İslâm’a inanmış bir toplumda “âlim”  kelimesi kullanıldığı zaman akla ilk gelen, müslüman bilginlerdir, özellikle din âlimleridir. Ama, mesela Newton, Einstein, Descartes gibi şahsiyetler ise ancak “bilim” söz konusu edildiği zaman akla gelmekte ve onlara âlim denmeyip “bilgin” veya “bilim adamı” denmektedir. Demek ki bilim, fizikçilerin, kimyacıların, sosyologların, antropolog ve benzerlerinin (yani beşerin) -yine Allah’ın verdiği yetenek ve imkân sınırları içinde- bulup ortaya koyduğu şeylerdir.

İlim ise, bu saydıklarımızın meşgul oldukları alanları ve elde ettikleri sonuçları genelde reddetmeksizin, hatta onları kendi kuralları içinde özümseyip yorumlamakla birlikte, aynı zamanda bütün bunlara bir anlam kazandırıp faydalı ve meşrû bir yorum getiren vahiy öğretisinin ortaya koyduğu sistemin incelenmesi ve kavranmasıdır. Mesela bilim, savaş araçları ve silâhlar, kimyasal bombalar üretir, bunların en etkili biçimde işlemesi için araştırmalar yapıp yöntemler geliştirir. Bu silâhların hedefleri belirlenirken ölçü, yalnızca menfaat ve üstün gelme duygusudur; ahlâkî bir ölçüsü ve duyarlığı yoktur. Hâlbuki dine bağlı ilmin kuralı, bunları insanlığın maddî manevî kurtuluşu yolunda kullanmak şeklindedir. [7]

İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade “anlayış ve idrâk” olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan öte, bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir. İlim, zihinsel çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını düzenli ve faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.                   

İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize getirdikleridir.

Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.

Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil; etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders müfredâtında vahye, Allah’a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?

Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?

Ama unutmamalı; Allah, Musa’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir; yalnız, yine unutulmamalı ki Musa, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin, Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..             

                                                       

İlim, İslâmiyet’tir

Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim ilk defa Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah’ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da derde deva bir şey sayılmazdı.

İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de tam 854 yerde geçmektedir; hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları hâriç tutulmak üzere. Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde “bilinecek” ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.

Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde konusu ve gayesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle müslümana mahsus ilmi tanımak için Saâdet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde hemen kolayca anlaşılır ki, Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının insanlara tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü’nün söylediği ve yaptıklarında başka ilme konu olacak hiçbir malzeme mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber “hadis” dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların kalbine ve zihnine nakşedilmesinden ibaretti.

Ashâbın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları ve Rasûlullah’ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzakere ederek “ilm”i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini “yaşıyor”, eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen Allah’ın kelâmı, Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen ve emredilen de bundan başkası değildi. İlk emir “oku!” emri, vahy kitabı Kur’an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve ashâbı “oku!” emrinden neyin okunmasını anlıyordu? İndirilen vahyin ışığında ve onun tefsiri olarak “kâinat” ve “insan” adlı kitapların dışında?

Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme konu olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün sünneti idi. Kadın-erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu söylenemez. Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı olarak: Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz. Bu iki esasın özünü ve ruhunu, manasını ve mesajını aksettiren her nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab’ı daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.

Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibaret olduğu herhalde anlaşılmıştır. Yüce Allah,  insanlığa bir din gönderdi. Allah’ın peygamberi de o dinin öğretimi ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak “getirdiği şeyler”i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah’ın gönderdiğini insanlara tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti öğretiyor”du.[8] Görülüyor ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak bu Kitap’la kurtulabilir insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu Kitap’la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş ve kıyamete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan dosdoğru yola girmiş olacaktır.

İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz’e “Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun.”[9] şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki “sana ilim geldikten sonra” ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle, İslâm’ı konu ve yine onu gaye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir.

Kişiye Allah’ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah’tan uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların faziletli olduklarını söyler mi? Kur’an ve Sünnet temel kaynaktır müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan ve onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede önemli kitaplarla ilim yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler doğru istikamete yönlendirilir. Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna sahip olunmadan okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam bir inanç ve İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu şeyler de onun fesadını artırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup anlaşıldıktan sonra insana hiçbir şey zarar veremez. Çünkü Hak bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama yapabileceğimiz mikyas belirlenmiştir;  bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.   

Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu ayetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından öncelikle istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi, Rab’liğinin kabul edilip O’na teslim olunmasıdır. Bu cümleden olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale getirmesi de ilk istenen şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut “bilgi”, ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak surette belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim tavsiye edilmiştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde bir imana sahip olmasını sağlayacak ilimdir. [10]

Zaten İmam Gazâli’nin de belirttiği gibi asr-ı saâdette de “ilim” sözü, Yüce Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini kapsayan ilme verilen bir isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle ilim kelimesini istismar ederek diledikleri mânâya kullanmaya başladılar.[11]  Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz ve gaye çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan “araç” olmaktan çıkarak başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek” haline gelmiştir.

Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok daha etkinleşip azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını çok boyutlu ve yaygın olarak yürütme avantajına da sahip bulunuyor. O yüzden İslâm, “câhil” unvânını hiç bilmeyen bilgisize değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e sahip olmayan ve vahyi kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik, bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.    

İlim, maldan çok daha hayırlıdır. Onun için ilim, kendinden daha düşük bir şeye âlet ve köle yapılmamalı; ilmi basit dünya menfaati uğrunda kullanmamalı, ilmi ve ilim sahibini harcamamalıdır. İlmin kapısı Hz. Ali, şu tavsiyelerde bulunur: “Sana söyleyeceklerimi iyi belle. İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur; malı ise sen korursun. İlim amel edildikçe ve başkalarına verildikçe artar; mal ise harcandıkça eksilir. İlim âlime hayatında itibar kazandırır, ölümden sonra da hayırla anılmasına vesile olur; malın sağladığı yalancı itibar malla birlikte tümden kaybolur. Nice zenginler vardır ki hayatta iken ölüdürler; Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar.” [12]

 

İlmin Sınırları

İnsan olarak bizim ilmimizin, bilme gücümüzün bir sınırı vardır. Çünkü zaten vahyin dışındaki bilgi vasıtaları olan duyularımızın ve aklımızın gücü sınırlıdır. Duyu organlarımızın ve aklımızın bizi yanılttığı durumlar da söz konusudur. İnsanın bilgi bakımından bazen yanılabileceği, hoşlanıp sevdiği bir şeyin aslında şer; hoşlanmadığı bir şeyin de gerçekte hayır olabileceği ifade edilerek, “Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz.”[13] şeklinde kesin hüküm verilir. İnsan, bilgisinin sınırını idrâk ederek, kavrayamadığı gerçeklerin de bulunabileceğini kabul etmelidir. Gerçek, sınırsız ve mutlak ilim sahibi sadece Allah’tır. Tüm mahlûkat, O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, aklımız, organlarımız da maddî ve manevî güçlerimiz de Yaratıcımızın verdiği kadardır. İnsan, ancak aklının erdiği ve çalışması oranında bilir, daha ilerisini bilemez. Bu varlık âlemi içinde insanın bildiği birkaç damla ise, bilmediği bir okyanustur. Hatta insanlar, bildiklerini sandıkları konularda bile tam ve mutlak bir bilgi sahibi olamıyorlar. Bilgiler eşyanın ve hadiselerin yüzeyinde kalıyor, iç yüzüne nüfuz etmek için sarf edilen gayretlerin sonu acze varıp dayanıyor. [14]

Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.

Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah’ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur’an’a göre yönetmek ve eğitmek/terbiye sadece tek Rab olan (terbiye eden, eğitip yönlendiren) Allah’a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O’nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah’a dayandırılmaz. Besmele ile başlamak bile yasaktır derse, Es-selâm’la sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gayet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan.

Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmadığından;  yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur’an’ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O’nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı. Hak - bâtıl mücâdelesi değil; savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir, ahlâkın da uygulanması değil, sadece bilgisi önemlidir bu zihniyete göre.

Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.

Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.[15] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[16] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[17]

O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.

Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır. “Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”[18] Kıble; kalplerdeki imana, kafalarda taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği “ilâh”a göre değişen bir yön ve istikamettir. “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya, anıtkabir yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla bazı kimseler Kâbe yerine Anıtkabir’i, Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler. Kâbe’yi kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah’a döndürmesi, diğer yönlere ve kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin ve her dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti vardır. Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar.[19]

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de “Allah” inancına sahipti.[20] Fakat, Kâbe’de tavaf etmek gibi Allah’a ibâdet kastıyla bazı görevleri yaptıkları halde, zaman zaman put heykellerin karşısında saygı duyuyorlar, onların önünde törenler düzenliyorlardı. Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlar, eski büyük tâğutlarını da unutmamak için heykellerine hürmet ediyorlardı. Onlar da yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlar, putlarından vazgeçmiyorlardı.

Israrla vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, yapıldığında öncelikle insanlık suçu olduğu ilan edilecek davranış ve sözler, resmî âyinlerde/törenlerde, şirk unsuru olan hususlar, derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar, tâğutları övmeler vb. kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Şirki güncel açılımlarıyla topluma duyuramamanın vebalinin büyüklüğünü düşünmek bile zor. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanki tevhidin yasaklanmasından ve putperestliğin mecbur edilmesinden daha önemliymiş gibi, varsa-yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim câhiliyye okullarından istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka?! Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine konulan inanç, bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.

Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuluyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor, iki dinli ve münâfık karakteri oluşturuluyor.   

Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmakta. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.   

Evet, maalesef bin kere evet; Bu törenler, bir âyindir, putperest tapınmalarıdır. Allah’tan başka rab edinmenin, başka ilâh kabul etmenin, tâğutlara ibâdet etmenin göstergesidir. Tepkisiz ve buğzsuz olarak bu törenleri kabullenmek insanı şirke götürür. Şirk de Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suçtur. Kişiyi dünyada Allah’ın yardımından uzaklaştırır, âhirette de ebedî cehennemlik yapar. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır.[21] Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.

İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki:

“Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk’  dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’  dedi.”[22]

“Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz hiç akıllarınızı kullanmaz mısınız?”[23]

Buyurun hep beraber andımızı tazeleyelim: “Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” [24]

 

[1]  53/Necm, 28

[2]  6/En’âm, 119

[3]  Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711; et-Tâc, Kitâbü’l Ezkâr, c. 5, s. 124

[4]  İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224

[5]  E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş,  Timaş Yay., s. 52-53

[6]  M. Sıddıkî, Bilimin İslâmî Temelleri, 20-21; Bilgiden Tevhide Yükseliş, 9-11

[7]  E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş,  s. 11

[8]  3/Âl-i İmran, 164; 62/Cum’a, 2

[9]  2/Bakara, 145

[10]  A. g. e. s. 50 ve devamı

[11]  İmam Gazali, İhya, 1/54

[12]  M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahâbe, 4/1503

[13]  2/Bakara, 216

[14]  E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51

 [15]  Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711

[16]  62/Cum’a, 5

[17]  35/Fâtır, 28

[18]  2/Bakara, 148

[19]  2/Bakara, 145

[20]  Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3

[21]  21/Enbiyâ, 22

[22]  21/Enbiyâ, 52-54

[23]  21Enbiyâ, 66-67

[24]  109/K3afirûn, 1, 6