GÜZEL SÖZ; AKLI KULLANMA SANATI

ÂYET:

وَمِنْ يَِٰاتِ آه۪ نَْ خَلَقَِ لَكُمْ مِنْ نَْفُسِكُمْ زَْوَجاً لِتَسْكُ آـنُو لَِيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرحَْمَةًۜ نَِّ ف۪ي ذٰلكَ لَايَٰاتٍ لقَوْمٍ يَتَفَكَّروُنَ

“Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”[1] وَ قُلْ لِعِبَاد۪ي يَقُولُو لَّت۪ي هِيَ حَْسَنُۜ نَِّ لشَّيْطَانَ يَنْزغَُ بَيْنَهُمْۜ نَِّ لشَّيْطَانَ كَانَ لِلْاِنْسَانِ عَدُوًّمُب۪يناً

“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”1457

HADİS:

“Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”[2]

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”1459

“Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”[3]

Konuştuğumuz dili düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak meşrû, üslûp olarak güzel ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir.[4] Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en büyük özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifadelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanlar bir benzerini meydana getirmekten âcizdir. Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifadeli Kitabın benzerini meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak ifade eder.[5]

En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel kullanmalarını emreder. “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”[6] Benî İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir.[7] Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir.[8] En fasih konuşan ve muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden, onlara karşı en güzel ifadelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et/öğüt ver, onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.”[9]

Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir.[10] Ma’rûfu emir, münkerden nehiy, dâvet ve tebliğ görevleriyle mükellef olan mü’minler, bu vazifelerini diledikleri gibi, gelişigüzel ve kendi mantık ve karakter yapılarına göre değil; Kur’an’ın gösterdiği usûlle yapmak zorundadır. Hakkında özel sûre ve âyetler olan Cuma namazının ehemmiyeti herkesçe mâlumdur. Cuma namazının şartlarından birinin “hutbe” olduğu düşünüldüğünde, insanlara güzel bir şekilde hitap etmenin, yani hutbe okumanın dindeki yeri de kavranmış olur.

Dili güzel kullanmak, yani edebiyat bir sanattır; güzel sanatlardan biridir. Peygamber lisanıyla güzellikler ve meşrû sanatlar şöyle taltif ve tavsiye edilir: “Allah güzeldir, güzellikleri sever.”[11] Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli şairlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı yücelterek övmüş, teşvik etmiş, hatta bir kere de, memnuniyetini belirtmek için kendi hırkasını çıkarıp bu şaire hediye ederek iltifat etmiştir.

Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor. Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesadı kaldırmak için, yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir. İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, büyük insan şöyle buyurmaktadır: “Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.”

Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah’a duâ gibi ibâdetlerin yanında; gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleneceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.

Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi Allah’ın râzı olacağı kul olmak, dille mümkün olduğu gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay olabilmektedir. Yine, cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile sahip olup olamamaktan geçmektedir.

Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı bir yemek, kötü sözle yenilmez bir acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam veremese de sesini çıkarmaz. Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir olduğundan, Ezop’tan bu sefer bildiği en güzel yemeği pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde Ezop yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim iştir?” Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap verir. Hakikaten çok mükemmel bir sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak, yemek esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek lâflar etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus, söz konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.”

İnsanlar söz konusunda üç gruba ayrılır: Suskun-sessiz insanlar; gevezeler; hoşsohbet insanlar. Aşırı derecede suskun ve sessiz insanlar, çoğunlukla kendilerine güveni olmayan, ezilmiş ve kişiliksiz insanlar olabilir. Öyle değilse bile, bir insana faydalı olamayan, onu yeri geldiğinde teselli edemeyen, sevindiremeyen, bazen de dilsiz şeytan durumuna düşen kimselerdir. Bunlar; fazla aranılıp sorulmaz, yoklukları önemsizdir.

İkinci grup insanlarsa yerli yersiz hep konuşmayı severler, başkalarına bu hakkı vermek istemezler, tek dilleri olduğu halde iki kulakları olduğunun hikmetini kavramazlar. İnsanlar, bu tiplerden de çoğunlukla rahatsız olur. Tabii, çok söz yalansız da olmadığından kendileri ve dinleyicileri günahkâr da olur. Bu tipler, genellikle kendilerini çok beğenmiş insanlardır da. Bazen susmanın altın olduğunu anlatamazsınız onlara. Dedikoduya meraklı olan bu tipler, sır da saklayamazlar. Bunların da zararı çok kişiye dokunacağından, konuşma kirliliğine sebep oldukları ve kul hakkına da tecavüz ettiklerinden bunlar da sevilmezler.

Üçüncü gruptaki tatlı dilli insanlarsa, devamlı aranıp kıymeti herkesçe takdir edilen insanlardır. Neyi, ne zaman, nerede ve nasıl konuşacağını bilen insanlardır. Konuştuklarında ağızlarından sanki bal akıyordur. Derdinizi, sıkıntınızı o konuşurken unutur, onu sever, arar, ondan faydalanmak istersiniz.

Karşısındaki topluluğu uzun uzun düşünmeğe mecbur eden, ağlatan, fikir ve inançlarını değiştiren veya geliştiren, onların gönüllerinde, vicdanlarında hâkimiyet kuran, onları fetheden konuşmacılar vardır. Nice zaferler, güzel sözlerle kazanılmış, nice askerin morali güzel sözle zirveye çıkarılmış, heyecanları galeyana getirilerek seve seve canlarını fedâ edecek hale yükseltilmiştir.

Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma ve güzel yazma, başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardandır. Kimi vardır, güzel konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir. Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak Allah’ın bir lütfu ve nimeti olarak verilen bu beyan yeteneğimizi[12] kontrole ve disipline alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip olması beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat, sözü dinlenen, güzel ve düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde anlatan bir seviyeye, çalışıp gayret etmek şartıyla hemen her insan gelebilir.

Bütün bunlara rağmen, güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gaye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gayeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Din, amaç; dil araçtır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gayeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken, vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir. Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, edebiyat yapma) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.

Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifadeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların en güzeli olan Kitab’ına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ (şâirler) sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilmiştir.[13]

Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir. Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir. Sözü sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması, değer vermemesi gerekir. Müslümanın, güzel rolündeki büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü, bir şeyin sahtesini fark edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir.

Bazen, dinî nasihatler yapan, vaaz, hutbe ve sohbetlerle insanlara hakkı göstermeye çalışan kimselerin, özellikle mevlit okuyan veya radyo ve televizyon programlarında duâ yapan bazı görevlilerin samimiyetsizliği sırıtmakta, bu yapay süsleri bolca kullanarak, makyajı suratından akan kimselerin görüntüsünü oluşturabilmektedir. Allah rasûlü, bu konuda şöyle buyurur: “İneğin geviş getirmesi gibi, dilini sağa sola çevirerek belâğat göstermeye çıkan kimselere Allah buğz eder.”[14] Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifadesini, doğruluğu aramalıyız. Mehmed Âkif Ersoy: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!” diyerek buna işaret etmiştir. Ama sözümüz odun gibi olacaksa, Yûnus’un, dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun, yontulmamış olmasın.

Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir.[15]

GÜZEL SÖZÜN ÖZELLİKLERİ

Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir.[16] Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir.[17] Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır.[18] Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.

“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”[19]; “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”[20] Bu âyetlerden yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini şöyle tespit edebiliriz:

  • Allah’a dâvet, insanları mutlak doğruya, tevhide, İslâm’ın ana esaslarına çağırmalıyız. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya cemaatimize, dernek veya vakfımıza değil; insanları Allah’a ve O’nun dinine, O’nun tartışmasız doğrularına dâvet etmeliyiz.
  • Sâlih amel, yani sadece sözle yaptığımız dâvetle yetinmeyip hal dili, beden dilini de kullanmak, anlattığımızı önce ihlâslı bir şekilde nefsimizde yaşamak ve örnek olmak gerekmektedir. Unutmamalıyız ki, eteği tutuşan itfaiyeci, kendini kurtarmadan dışarıdaki yangını söndüremez.
  • “Ben müslümanlardanım” demek, yani Allah’a teslimiyet, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışmak, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmamak, şahsiyet/kimlik sahibi olmak ve dünyevî çıkar gözetmemek gerekir.

Diğer âyet ve hadislerden yola çıkarak, güzel sözün diğer temel içerik özelliklerine şunları da ekleyebiliriz:

  • Hayırlı ve Faydalı Şeyler Konuşmak: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”[21]
  • Aksi Gerekmediği Müddetçe      Sevindirici,    Müjdeleyici   Sözler:

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[22]; “Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”[23]

  • Muhâtabın Seviyesine ve Psikolojik Durumuna Uygun Sözler.

Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:

1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir.

2-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,

  • Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
  • Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
  • Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, (bu konudaki diğer âyet ve hadislerde emir ve tavsiye edilen güzel öğüt kurallarına uymak:) tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak, alternatif göstererek kötülüğü değiştirmek, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
  • En güzel şekilde münakaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”[24]; “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”[25]; “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.”[26]

TARİHTEN BU YANA DİL - DİN İLİŞKİLERİ KONUSUNDA BAZI TESBİTLER

Dillerin, Konuşmanın Doğuşu: Vahyi esas almayan câhilî öğretiler, konuşmanın ve dillerin ortaya çıkışı konusunda birbirini yalanlayan bir sürü teori ortaya atmaktadırlar. Çoğunlukla ifade edilmek istenen şudur bu görüşlerde: Konuşma toplumsal hayatın ve evrimin bir sonucudur. İlk insanlar, uygarlıktan yoksun hayvana yakın yaratıklar olduklarından konuşma gibi bir özelliği icat edememişlerdi. Birbirleriyle işaretlerle anlaşıyorlardı... Peki, sonra nasıl konuşmaya başladılar? Bu sorunun cevabında, câhiliye, farklı teorileri bilim diye ortaya sürmektedir. Bunların hiç biri, mantıklı ve ciddiye alınabilecek seviyede değildir. Hâlbuki Kur’an, bu konuda kesin bilgiler vermekte, ilk insanı yaratan, onu nasıl yarattığını ve ona ne gibi özellikler ve nimetler bahşettiğini açıklamaktadır: “Allah, Âdem’e (ilk insana) tüm eşyanın isimlerini öğretti.”[27] Eşyaya ad vermeyi, yani konuşmayı öğreten Allah’tır ve ilk insana bunu öğretmiştir. “Rahman olan Allah, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı, maksadını anlatmayı öğretti.”[28] Yoksa, Allah’ın vermediği bir kabiliyeti insan, sonradan uygarlık veya tekâmül sonucu elde etmiş değildir. Öyle olsaydı, başka yaratıklar da bu çeşit tekâmüle ve uygarlığa ulaşabilirlerdi. Sözgelimi, insanlara koca bir hayvan boyun eğmez veya onlarla konuşabilecek seviyeye, insan gibi o da gelebilirdi. Ama “vermeyince ma’bûd, neylesin mamut veya Mahmut!”

Bazıları, insanı “hayvan-ı nâtık”, yani “konuşan hayvan” diye tanımlamışlar. İyi düşündüğümüzde bunun yanlış olduğunu, hayvanlardan farkımızın sadece konuşma yeteneğimiz olmadığını, nice konuşanın da hayvandan daha aşağı olduğunu kavrayabiliriz. Fakat, bununla birlikte, bu gibi anlayış ve tarifler, tarihten beri konuşmaya verilen önemi belirtir. Konuşma ve yazma, ne kadar otomat, âni olduğu halde, üzerinde derin düşündüğümüzde Allah’ın sanatının ne kadar hârikulâde olduğunu, bu verdiği nimetler sayesinde bile öğrenebiliriz: Konuşmamızı gerektiren bir etki olacak, o kulak veya göz gibi bir araçla beyne ulaşacak, beyin bunu değerlendirecek. Nasıl bir tepki ile karşılayacağını hesap edecek, karar verecek. Bunu uygulamak için dile emir verecek. Bu arada nasıl tepki gösterileceğine dair kararlar çıkacak: Ses tonu, kelimelerin seçilişi gibi daha nice unsurlar en ince teferruata kadar tayin ve tespit edilecek. Bütün bunlardan sonra konuşma biçiminde dışa akseden eylem ortaya çıkacak. Bütün bunların hepsi, saniyenin belki onda birinden daha küçük bir zaman diliminde olacak. Bu, Allah’ın sanat ve azametini gösteren âyetlerinden (alâmetlerinden) başka bir şey değildir. Dünyada bulunan milyarlarca insanın hiç birinin ses tonu, bir başkasının aynısı değildir. Aynı et parçaları, benzer yapılar, fakat neticede benzemeyen eser. Birbirine benzediği kadar, benzemeyen fizikî ve ruhî özellikler. Allah öyle bir sanatkâr ki, bir eserini her şeyiyle aynen tekrar etmeyi, kendi sanatına uygun görmüyor. “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”[29]

Ses tellemiz, birbirine benzer olduğu, ağzımızın, dilimizin ve hatta beynimizin yapısında bir farklılık olmadığı halde, dünyada değişik bölgelerde yaşayan insanlar, değişik lisanlar konuşmakta, farklı sesler çıkarabilmekte, çeşitli ses yapılarına ve tonlarına sahip olmaktadırlar. Hatta aynı dilin konuşulduğu bölgelerde bile şehirden şehire, kasabadan ksabaya farklı lehçeler kullanılmaktadır. Bunun yanısıra, her insanın telâffuzu ve konuşma tarzı diğerlerinden farklıdır. Aynen, vücudun benzer yapılar ve renkler içinde, benzemeyen yapı ve renk farklılığı gibi. Aynı anne ve babanın çocuklarının her birinin tümüyle aynı özelliklere sahip olmadığı gibi. Bir ağacın iki yaprağı, gökten yağan milyarlarca kar tanelerinin şekilleri bile aynı değil. Bu imâlâtların farklılığı, kâinat fabrikasında çok usta bir sanatçının var olduğunu ispatlamaktadır. Aynı şeyi ikinci kez aynen yaratmayı güzel görmeyen yaratıcı güç, her an yeni bir model icad etmektedir.

“Evet, Bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.”[30] Dünyada bulunan tüm insanların parmak uçlarının çizgilerinin bile farklılığı ve yeniden yaratılışta bu farklılığın gözetileceği vurgulanır. Benzeme içinde benzememe; zıtlar arasında uyum ve âhenk...

DİLİN BAZI ÖZELLİKLERİ

İnsanların yaşayışlarındaki bazı değişiklikler dile etki yaparak, dilde de değişikliklere yol açar. Toplumsa değişmeler, bilim, fen ve teknolojideki gelişmeler, duygu ve düşüncelerdeki yeni belirlemeler, inançlar ve inançlardaki değişimler dilin ve dil kurallarının değişmesi için birer etkendir. Türkiye’nin son yüzyıldaki değişikliklerinin dile yansımadığını hiç kimse iddia edemez. Bugünkü genç nesillerle, dedeler arasında bile konuşma yönüyle büyük bir fark oluşmuş durumda. Daha kırk sene önce yazılmış bulunan nice eser, (söz gelimi, Risâle-i Nur Külliyatı, Âkif’in Safahat’ı, Tevfik Fikret’in Rubâb-ı Şikeste’si) yeni nesiller, cumhuriyet çocukları tarafından hiç anlaşılamamakta, sanki yabancı, başka bir dille yazılmış gibi istifadeden uzak, tozlu raflarda esir hayatı yaşamaktadır. Dedelerimizin kullandığı nice kelimelerde değişiklik oldu. İslâm düşmanlığının bir neticesi olarak Arapça ve Farsça’dan dilimize girmiş nice kelime ve deyimler batıdan ithal edilen çarmıha gerilip idam edildi. Resmî yönlendirmelerin yanında son yıllarda yaygınlaşan bilgisayarın da Türkçe’yi yozlaştırdığına, çok sayıda kelimenin imlâsının, hatta söylenişinin İngilizceTürkçe karma, ucûbe bir şekle girmesine sebep olduğu da bir vâkıa.

Ayrıca, konuşma dili, sosyal çevrelere bağlı olarak farklılık gösterir. Kişilerin eğitim ve kültür düzeyleri, yetiştikleri çevre, hatta yaptıkları işler, onların dilini etkileyerek değişikliğe uğratır. Bir doktorla bir çoban, ikisi de Türkçe konuştuğu halde aynı kelimelerle, aynı ifadelerle konuşmazlar. Avrupa’da yetişmiş bir Türk genci ile Türkiye’de yetişen bir gencin dilinde, vurgularında büyük farlılıklar vardır. Şoförlerin kendilerine has bir konuşma tarzı vardır diyebilecek kadar bazı mesleklerin dile etki ettiklerine şahit oluruz.

Dille toplum arasında sıkı bir bağ vardır. Toplum hayatındaki her türlü değişme ve gelişme, dilde de etkisini gösterdiğinin çarpıcı örneği, Türkiye’nin İslâm medeniyetini terkedip Batı uygarlığını benimsemesi neticesinde dinde olduğu kadar, dilde de kendini gösteren değişikliklerdir. İslâm’ı kabul edip o medeniyetin içine girerek, diğer müslüman ırklar ve toplumlarla tek bir ümmet olan eski Türkler, bu sebeple uzun yıllar Osmanlıca denen bir dil kullanmışlar, yine Osmanlıca denilen (aslında Araplara ait, Kur’an alfabesi) bir yazı ile eserler vermişlerdir. Osmanlıca, bugün bazılarının zannettiği gibi, Türkçeden başka, ondan bağımsız değişik bir dil değildir. Türkçenin, İslâm etkisinde kalarak girdiği eski şeklidir.Yani, dünkü kullanılan Türkçedir. Ortak medeniyet oluşturdukları Araplardan ve İranlılardan bazı kelime ve terkipler, ekler doğal olarak Türkçeye girmişti. Bu kelimeler hazmediliyor, Türk söyleyişine uygun hale geliyor, fakat dili tümüyle değiştirmiyordu. Nasıl ki, bir insanın içine, midesine hayvan etleri girer, fakat bunlar hazmedildiği için, insan hayvanlaşmazsa, insan bunlarla güçlenir, bünyesini geliştirirse, özellikle Kur’an’ı ve hadisi genel kültür kabul eden insanların da Arapçadan; Farsçayı edebiyat dili olarak kabul edenlerin o dilden bazı kelimeler alması dillerini değiştirmez, hatta kuvvetlendirir. Tanzimatla birlikte Batı uygarlığına yönelme, dilde İslâmî bazı kelimelere, sadeleşme terâneleriyle düşmanlık haline geliverdi. Medeniyetteki, dini anlama ve dini hayata hâkim kılma, dini yaşamadaki değişmeler, dilde de kendini gösteriverdi. Dildeki Arapça ve Farsça kelimeler atılınca, halkın dini anlaması da güçleşecekti. Avrupa’dan bazı kelime ve kavramlar girince batılılaşma daha kolay halka kabul ettirilecekti. Onun için dil devrimi yapılmış, sonra bunu harf inkılâbı takip ederek, halkın dinle, Kur’an’la zaten gevşemiş bulunan bağları iyice kopacak hale getirilmiştir. Yüz sene önce Türkçe konuşan, okuyan ve yazan bir insanın meselâ Fâtiha sûresinde, anlamadığı kelime hemen hemen yoktu. Bugünkü dilde ise, bırakın Fâtiha’daki kelimeleri anlamak, Fâtiha kelimesini bile, ibâdet kelimesini bile anlamakta güçlük çeker hale getirildi günümüz insanı.

Dil, kültürden ve inançlardan koparılamaz. Osmanlıca, yani eski Türkçe, İslâm kültürünün ortaya çıkardığı bir dil idi. Osmanlıcanın İslâm medeniyetinden etkilendiği inkâr edilemez bir gerçek olmasına rağmen, Osmanlı devletinde halk ile aydınlar arasında bağlar, köprüler sağlam değildi. Halkın konuştuğu ve eğer biliyorsa yazdığı dilden çok farklı konuşuyor ve yazıyordu o günkü medrese mezunları, yani aydınlar. Yazı dili ile konuşulan dil arasında; Divan edebiyatı ile Halk edebiyatı arasında; Medreseli aydın ile halk arasında büyük uçurumlar vardı. Ama bu vâkıa ıslah edilmesi, toplumun ve İslâm’ın istikametinde uzlaşmaya, uçurumların giderilmesine ve halkın kültürünün artırılmasına gidilmesi gerektiği yerde tam tersi oldu. İslâm aleyhtarlarının, batı hayranlarının kasıtlı tavırlarıyla Kur’an kültüründen halkın olduğu gibi, tüm aydınların da bağlarını kökünde koparmak, eski İslâmî kültür ve eserleri yok etmek için, yeni rejim, dilde ve yazıda da devrim yaptı; dinde yaptığı gibi, medeniyette yaptığı gibi. Netice mi? Mâlûm. Dilde yapılanlar için mâzeret belliydi: Türkçeyi yabancı dillerin (Arapça ve Farsça) egemenliğinden kurtarmak, halkın konuştuğu dille yazı dilinin aynı olmasını sağlamak, dilde sadeleşmeyi gerçekleştirmek. Bu iddialarında samimi değildi devrimciler. Eğer samimi olsaydılar, başka dillerin egemenliğinden kurtarıp sadeleştirmek istedikleri dile, Batı dillerinden binlerce kelime ve deyimleri katmakta bu kadar cömertçe davranmazlardı.

Türkler müslümanlığı kabul ettikten hemen sonra niçin yazıları ve dilleri değişmişti? Çünkü din değişikliği herşeyin değişmesi demekti; her şey değişmeye başlamış, dil de, yazı da İslâmlaşmaya başlamıştı. Eski câhilî bağların kopması için, yazının ve dilin değişmesinin şart olduğunu kabul ediyordu o günkü âlimler ve yazarlar. Hatta geçici bir süre, müslüman Türk yazarlar, eserlerini Arapça veya Farsça yazmaya başlamışlardı ki, eski câhilî bağlar tümüyle koparılsın, eski dinle ve câhilî örflerle yeni dinin sentezi olmasın. İslâmlaşırken yapılanlar, batılılaşırken de tersine yapılıyordu. Cumhuriyetten sonra, tabii ki devrimler ve devlet zorlamaları ve yönlendirmeleriyle İslâm’la bağları koparmak için Kur’an’ı, Kur’an’ın harflerini, Kur’an dili Arapçayı öğrenmeye veya öğretmeye kalkanların vay haline! 1928’lerden 1970’lere kadar en sert bir şekilde cezalandırılıyordu Kur’an yazısını ve Kur’an dilini öğreten ve öğrenenler. Ama, dünyada esen rüzgâra paralel olarak önceleri Fransızca, sonraları İngilizce bilmeden kültürlü sayılmıyordu insanlar.

Eski dille yazılı, İslâm alfabesi ile te’lif edilmiş kitaplar, toptan imhâ edilmiş oldu. Bu, altmış yaşına gelmiş, çok okumuş, kültürlü bir insanın, kendi isteğiyle beyninde/aklında bulunan tüm birikim, ilim ve tecrübeleri imha ettirip sildirmesi, bir yaşındaki çocuğun başladığı yerden yeniden konuşmayı öğrenme çabası, yeniden eşyayı değerlendirmeye çabalamasını tercih etmek gibi bir şeydi. Aslında bin dört yüz yıllık; Türk diliyle hiç değilse altı yüz yıllık bir mirası reddetmek, yukarıdaki örneğe benzemektedir. Milleti, bazı câhilî öğretiler, “din, dil, tarih, vatan, kültür birliğinden oluşan halk” diye tanımlar. Bu tarife göre Türkiye toprakları üzerinde din birliğinden, dil birliğinden ve sayılan diğer birliklerden söz etmek, kargaları bile güldüreceğine göre, nerede millet? Kürtlerin Anadolu toprakları üzerinde Kürtçe konuşmalarına müsaade etmeyen zihniyet, güya Türkçeyi tek konuşulan dil haline getirmek istiyor. Peki sormazlar mı “hangi Türkçe?” diye.

Uzun dilin başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini çıkarıp yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesada, yalana yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ arkadaşlarının yerini haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim güçlerin yüzüne tüküren adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.

Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsada yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman kendini dinletir. Söylenecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak.

 

[1] ] 30/Rûm, 22

[2] ]1458]  17Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120/İsrâ, 53

[3] ]1460]  Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947

[4] ] 39/Zümer, 23

[5] ] Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...

[6] ] 17/İsrâ, 53

[7] ] 2/Bakara, 83

[8] ] 39/Zümer, 18

[9] ] 4/Nisâ, 63

[10] ] 3/Âl-i İmrân, 159

[11] ] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10

[12] ] 55/Rahman, 4

[13] ] Bkz. 26/Şuarâ, 224-227

[14] ] Ebû Dâvud, Edeb

[15] ] Bkz. 3/Âl-i İmran, 159

[16] ] 55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4

[17] ] 30/Rûm, 22

[18] ] 14/İbrâhim, 4

[19] ] 41/Fussılet, 33-35

[20] ] 16/Nahl, 125

[21] ] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120

[22] ] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722

[23] ] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947

[24] ] 4/Nisâ, 63

[25] ] 4/Nisâ, 148

[26] ] 6/En’âm, 108

[27] ] 2/Bakara, 31

[28] ] 55/Rahman, 1-4

[29] ] 30/Rûm, 22

[30] ] 75/Kıyâme, 4

DÂVETÇİNİN SAHİP OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER -2-

ÂYET:

وَلْمُؤْمِنُونَ وَلْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ وَْلِ آيَاءُ بَعْضٍۢ يَاأمُْروُنَ بالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ

لصَّلوٰةَ وَيُؤْتُونَ لزكَّٰوةَ وَيُط۪يعُونَ للّٰهَ وَرسَُولَهُۜ وُ۬لآئِٰكَ سَيَِرحَْمُهُمُ للّٰهُۜ نَِّ للّٰهَ عَزيِزٌ حَك۪يمٌ

“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” [1] وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ مَُّةٌ يَدْعُونَ لَِى لْخَيْرِ وَيَاأمُْروُنَ بِالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِۜ وَوُ۬لآئِٰكَ هُمُ

لْمُفْلِحُونَ

“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 1443

لََّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رسَِالَاتِ للّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ حََدً لَِّا للّٰهَۜ وكََفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً

“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar 1444ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ مَُّةٍ رسَُولا نَِ عْبُدُو للهَ وَجْتَنِبُو لطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى للّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ لضَّلَالَةُۜ فَس۪يًروُ فِي لْارَضِّْٰ فَانْظُروُ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ لْمُكَذِّب۪ينَ

“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[2]

  • Vereceği fetvalara çok dikkat etmeli: Özellikle günümüzde seviyesiz ve ehliyetsiz kimseler tarafından verilen fetvalardan dolayı birçok insan günaha, hatta küfre düşmektedir. Dâvetçi, fetva vermeden önce, konuyu çok yönlü araştırmalı ve fetvasını iyice gözden geçirmelidir. Kesin olarak bildiği şeyler olursa, fetvâyı söyler. Şüphesi varsa, bilmiyorum der. Tahminî ve zannî bir bilgisi varsa, meseleyi başkalarına havale eder. Şa’bî: “Bilmiyorum sözü ilmin yarısıdır.” der. Bilmediği için ve Allah’ın rızâsı gayesi ile susan, konuşandan daha az sevap almaz. Çünkü bilmiyorum sözü nefse çok ağır gelir. İbn Ömer: “Bizi köprü yapıp cehennemden geçmek mi istiyorsunuz?” demek suretiyle verilen fetvâ ve hükümlerin başkasını kurtarması halinde bile âlimleri kurtaramayacağını belirtmiştir.
  • İhlâslı, samimi ve dürüst olmalı: Samimi ve dürüst kişiliğiyle tanınan dâvetçi, hem Allah katında daha sevimli olur, hem de insanlar nezdinde kendisine olan güven ve sevgi bağı kuvvetlenir. Hz. Peygamber’in risaletini kabul etmeyen Mekke müşriklerine bakınız ki, asla ona yalancı diyememişlerdir.
  • İlim ve sâlih amel (bilgi ve eylem) bütünlüğü içinde yaşamalı: Bilgisini eyleme dökmüş ve ilmiyle amel edip insanlara misal teşkil eden bir dâvetçinin; ilmi, dilinden âzâlarına inememiş birine oranla daha etkili ve sözünü dinletici olduğu şüphe götürmeyecek bir gerçektir.
  • Kanaatkâr olmalı ve dünyaya bağlanmamalı: Dünyevî nimetler arasında yaşayan, durman dünyaya yatırım yapan bir insanın âhirete yatırım yapmak için vakti kalmayacaktır. Aynı şekilde böyle bir insanın diğerlerini sabra ve aza kanaat etmeye çağırması ne denli etkili olur ki?
  • Hikmet ve merhamet sahibi olmalıdır: Hikmetle dâvet etmek; dâvetçinin muhatabının durumuna göre anlatacağı şeyi belirlemesidir. Anlamlı bir sözde şöyle denir: “Öğrenciye aklının almadığı, zihninin kaldırmadığı veya meseleleri karıştırmasına yol açacak farklı ilimleri öğretme.” Dâvetçi, muhatabın durumunu, konumunu ve ilmi seviyesini bilip ona göre anlatacaklarını özenle seçmelidir. Aynı şekilde dâvetçinin, muhatabının durumuna göre seçeceği üslup da çok önemlidir. Kimi durumlar yumuşak ve merhametli olmayı gerektirirken kimi durumlarda da katı ve sert olması gerekebilir.
  • Güçlü ve kararlı olmalı: Dâvetçinin tavır takınılması gereken yerlerde güç ve kararlılık göstermesi, başarılı olmasını sağlar ve saygınlığını artırır. Bu da insanlar üzerinde daha etkili olmasını sağlar. “Kalbi iman nuruyla parıldayan, yenilmez yaratıcı güce güvenip dayanan; yer gök v ikisi arasındaki bütün varlıkların emrinde olduğu Rabbiyle arasındaki güçlü ilişkiyi hisseden bir kişiye insanlar ne yapabilir ki? Burada Şeyhülİslâm İbn Teymiyye’nin şu sözünü hatırlatmak istiyorum: ‘Düşmanlarım bana ne yapabilir ki? Benim için tutukluluk halvet, sürgün seyahat, öldürülmem şehadettir’…”
  • Becerikli olmalı ve problemlere çözüm getirebilmeli: İyi bir dâvetçi, dâvet yolunda karşılaştığı zor anlarda nasıl davranması gerektiğini bilmeli, beceri ve hünerini güzelce kullanabilmelidir. Dâvetçi, olaylar karşısında olumlu bir tavır alıp akıllıca davranır ve olayları güzel yönetip kontrolü elinde tutarsa başarılı olması daha kolay olur.
  • Hayâ, iffet ve verâ sahibi olmalı: Hayâ ve ar duygusu üstün bir ahlâkî erdemdir. Allah onunla dilediği kullarını süsler. Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Hayâ, hayır ve iyilikten başka bir şey getirmez.” Mü’min her durumda iffetini, namusunu ve onurunu korumalıdır. Zengin veya fakir, yöneten veya yönetilen, eğiten veya eğitilen olması fark etmez.
  • Tedbirli olmalı, cesaretle deliliği ve tedbirsizliği karıştırmamalı: “Mü’min akıllı ve zekidir; tedbirini alır” [3] Bir dâvetçi, her halükarda tedbirli ve dikkatli olmak zorundadır. Özellikle güvenliğinin tehlikede olduğu bir toplum içerisindeyse her türlü tedbirinin bulunması başlı başına bir şarttır. Peygamberimiz zamanında “Bi’r-i Mâûne fâciası” diye bilinen hâdisede İslâm’ı tebliğ için çağrılan 70 civarındaki hâfızı pusuya düşürüp şehid etmişlerdi.
  • Tavizci, uzlaşmacı olmamalı; rüzgâr biraz kuvvetli estiğinde savurup sürüklememeli: Tâviz tâvizi doğurur. Rabbimiz tavizi yasaklar: “Onlar isterler ki, sen onlara tâviz veresin, onlar da taviz vermeye hazırdırlar.” Taviz verilmez, ama tedriciliğe dikkat edilir.
  • Onurlu ve Cesur olmalı: Mü’minin onur ve üstünlüğü, Allah’a itaat etmektir. İnsanların küçük düşmesi ise Allah’a isyan etmektir. İzzet, onur, üstünlük ve saygı, İslâm’ın teşvik ettiği ve Müslümanlarda bulunmasını istediği erdemlerdir,
  • Kınamalara Aldırmamalı: Hiçbir dâvetçi, alay konusu olmamalıdır. Başkalarının kendisi dalga geçmelerine vesile olacak söz ve davranışlardan imkân nisbetinde kaçınmalıdır. Fakat “benimle alay ederler” mülâhazası ile görevini yapmaktan geri durmamalı, en çirkin alaylara hedef olacağını kesin olarak bilse bile dâvet görevini yerine getirmeye devam etmelidir.
  • Güzel konuşabilmeli, kolay diyalog kurabilmeli ive etkileme gücü olmalı: Güzel ve etkili konuşmak bir dâvetçide bulunması gereken özelliklerdendir. Güzel konuşma derecesi ne kadar yüksek olursa insanlar üzerindeki etkisi de o kadar artacak ve kalplerinin meyletmesi de o kadar kolaylaşacaktır.
  • Merhametli ve şefkatli olmalı: Dâvet ve tebliğ görevini üstlenenler, etrafındakilere karşı şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olmalıdır. Daima onları düşünmeli, hataları sebebiyle azap görebilirler, diye endişe ekleyi ve bunun üzüntüsü içinde olmalıdır. Bir dâvetçi, kendilerini dâvet ettiği kimselere bir babanın evlâdına gösterdiği şefkati göstermelidir. Baba, çocuğunu dünyevî zararlardan koruduğu gibi, dâvetçi de çevresindekileri uhrevî ziyandan azaptan korumak için bütün gücünü harcamalıdır. İşte, dâvetçiyi bu gayrete sevkeden şey, şefkat ve merhamet hisleridir.
  • Güvenilir olmalı ve emânetleri korumalı: “Hiç şüphe yok ki Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi emrediyor.”[4] Emanete ihânetin nifak alâmeti olduğunu unutmamalı. Ayrıca, güvenilir olmak anlamında da dâvetçi “emîn” olmalıdır.
  • Sır saklamasını bilmeli: Toplumda sır saklamalarıyla bilinen dâvetçiler, toplumdaki insanların sorunlarını çözmelerine yardım ederler ve onların takdir, saygı ve sevgilerini kazanırlar.
  • Tahammüllü olmalı: Dâvet ve tebliğ, bir tahammül işidir. Bu görevi yerine getirenler, bu yolda karşılaşacakları her çeşit ezâ ve cefaya, hakaret ve sövülmeye katlanmayı göze almalıdır. Bu yol, canın kıymetini bilen, gururuna ve nefsine düşkün olanların yolu değildir. Dâvâ hizmetçi ister, efendi değil. Zevkine, keyfine ve rahatına düşkün olanlar dâvâ kelimesini ağızlarına bile almamalıdır. Bilal, Ammar, Habbab, Yâsir, Sümeyye, Abdullah bin Mes’ud gibi (r. anhum) gibi Müslümanların dâvâları için nelere tahammül ettiklerini biliyoruz. İktisadî baskı, sosyal boykot ilk Müslümanların hepsine karşı tatbik edilmişti. İlk Müslümanlar yerlerini ve yurtlarını terk ederek ta Habeşistan’a kadar hicret etmek zorunda bırakılmışlardı.
  • İkrâm etmekten hoşlanan cömert biri olmalı: İkramda bulunmak ve cömertlik, nefret eden kalpleri kazanmayı ve uzak duran insanların yakınlaşmasını sağlayan pek önemli bir özelliktir. Unutmayalım ki, Hz. Peygamber Mekke’nin fethi esnasında yeni Müslüman olmuş olanlara ganimetlerden kalplerini İslâm’a ısındırmak için fazlaca pay verirdi. Hediyelerle yakınlaşmayı sağlamak, aradaki mesafeyi azaltmak dâvetin netice vermesi için önemlidir.
  • Önce Müslümanlara dâveti ulaştırmaya çalışmalı: Dâvetin önce müslümanların kendi arasında yayılmasına çalışmak, daha öncelikli olarak akrabalarımız, en öncelikli olarak da aile fertleri ve birinci dereceden akrabalarımıza dâvet, sıralama olarak öncelik hakkını kazanmış olur.
  • Muhâtaplarının seviyesine göre anlatabilmeli: Cevapları muhatabın aklına, kültür ve seviyesine ve sorusuna göre vermek gerekir. Bunun için de onu tanımak, hakkında bilgi almak veya konuşmalarından yola çıkarak iyi bir tahlil ve mânevî hastalıklarını iyi teşhis etmek dâvetçinin temel görevidir.
  • Muhâtaplarının esas neye ihtiyacı olduğunu iyi tespit edip ona göre çözüm üretebilmeli: Muhâtabın neye ihtiyacı olduğunu bilmek ve ona göre konuları tespit etmek dâvetçinin vazgeçemeyeceği husustur. Muhâtap için öncelikle irşad mı, ikaz mı, ilzam mı önemlidir, onu iyi tespit etmek gerekir.
  • Kolaylaştırmalı, kolay yolları, ruhsatları gösterebilmeli: Kolaylaştırmak, ama zorlaştırmamak; Hz. Peygamber dinî tebliğlerde bulunmak için gönderdiği kimselere şöyle tâlimat verirdi: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[5] Kur’an da şöyle belirtir: “Allah, sizin için kolaylık diler, zorlluk dilemez.”[6]; “Biz bu Kur’an’ı seni sıkıntıya soksun diye indirmedik.”[7]
  • Tedrîcîliğe riâyet etmeli: Dâveti merhale merhale yapmak, telkin edilen fikirle hazmetmesini sağlamak iyi netice almak için şarttır. Bir insanı bir anda bütün kötü huylardan vazgeçirmek, iyi ahlâk nâmına ne varsa hepsini vermek imkânsızdır. Hedefe derece derece ulaşmak gerekir. Tekâmül ve tedrîcîlik kanununa uyulması her zaman ve her yerde mutlaka gerekir. Her şeyi kısa bir müddet içinde yapmak isteyenler, hiçbir şeyi yapamazlar. Her şeyin vaktini kollamak icap eder. Tedrîcîlik; kolaydan zora, basitten mürekkebe, küçükten büyüğe, azdan çoğa doğru gitmeyi gerektirir.
  • En önemli ile daha az önemli arasında sıralamaya dikkat etmeli: En sonra söylenecek sözü başta, başta söylenecek sözü sonda söylememek, ihtilâflı ve önemsiz konulara dalarak dâvet ettiği kişiyi bıktırmaması, rahatsız olacak tavırlara sebebiyet vermemesi gerekir.
  • Planlı, programlı hareket etmeli: Sistemli hareket, başarı için atılmış büyük bir adımdır. Dâvetçinin elinde, hedefi ve gayesi belirtilmiş, medot ve vâsıtaları belirlenmiş bir plan bulunmalıdır. Hatta, alternatif b, c planları olmalıdır. Başarısızlık durumunda ne tür tedbirlerin alınması gerektiği önceden tesbit edilmelidir.
  • Karşısındaki kimseye ciddi anlamda değer verip güzel muâmele yapabilmeli: Dâvetçinin, karşısındakine değer vermeden, ona mesajı uluştırmasına imkân yoktur. Dâvetçi, his ve davranışlarıyla karşısındakine değer verdiğini hissettirmelidir. Her insan kendisinin beğenilmesi ve methedilmesinden hoşlanır ve bunu yapan insana sempati duyar. Bu, onda doğal bir duygudur. Bu bakımdan dâvetçi, riyakârlık ve zillete, yağcılık ve aşırılığa düşmemek kaydıyla muhatabına değer verip iltifat ederek, ilgi gösterip onda mevcut olan bazı özellikleri överek bu duyguya hitap etmeli, bu hissi harekete geçirebilmelidir.
  • Tartışma ve münakaşalardan uzak durmalı: Yahya bin Muaz şöyle der: Cahil bir adamı, münakaşa ederek mağlup etmeye imkân yoktur. Bir delil ile kırk âlim mağlup edilir de, kırk delil ile bir cahile laf anlatamazsınız. Cahile laf anlatacağına köprüden atlamak evlâdır! “Ve Rahman’ın kulları. O kimselerdir ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller kendilerine laf attıkları zaman ‘selâm!’ derler.”[8]
  • Müşterek bir noktada birleşmeye özen göstermeli, ortak kelimeye dâvet etmeli: İnsanlar, bildiği alışkın olduğu şekilde harekete yatkındır. Tamamen yabancısı olduğu, bir fikir, düşünce veya yaşayışı, dâvetçi doğrudan doğruya hemen karşısındakine kabul ettirmek isterse, muhatabının kabulü zor olacaktır. Bu sebepten dolayı, muhâtabın onaylayacağı ifadelerle başlamak daha etkili olur. Anlaşabilecek ortak noktalar tespit ederek bu konulardan hareketle dâveti devam ettirmek çok daha faydalı olacaktır. Karşımızdaki dâvet ulaştıracağımız insan, haksızlığa karşı ise, sömürüden şikâyetçi ise, İslâm’ın zulme, zâlimlere ve tâğutlara tavrını belirterek; bu ortak noktadan başlayarak ortak görüşleri çoğaltabilir ve bu hususların tevhidle bağını kurarak temel esasları karşımızdakine kabul ettirmeye çalışırız.
  • Yalan, iftira, alay, hakaret, çirkin söz gibi kötülüklerden uzak olmalı: İnsan, inandığından, düşündüğünden ve yaptığından başkasını söylememelidir. Yalan olur bu; hakikatin gizlenmesi olur. Aldatma, ikiyüzlülük, riyâkârlık, münâfıklık olur. Bu tür yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime ve cümlelerle ifade edilse (şiirleşse, hikâyeleşse, edebiyat ve sanat kostümüyle makyajlansa da merduttur.[9] Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur; [10] dinlediklerinden de.[11] Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir.[12]
  • Dâvette başarılı olmak için ve genel olarak Müslümanca yaşayabilmek için bol bol dua edip Allah’tan yardım isteyebilmeli: Dâvetin en önemli araçlarından biri de duâdır. Dâvetçi, hidâyet ve salâhına çalıştığı kimselerin hidâyete ermeleri, hallerini düzeltmeleri için daima el-Mücîb ve el-Hâdî olan Allah’a niyazda bulunmalı, doğrudan doğruya hidayetine sebep olamadığı ve ıslah edemediği kimseleri, dolayısıyla dâvet ve ıslah etmeye gayret etmelidir. Onun için de duâsının tesirine önce kendisi inanmalıdır. Dâvetçi, hem dâvet ettiği Müslümanların salâhı, hem de tebliğ ettiği kâfirlerin hidâyeti için duâ etmelidir.

Dâvetçinin diğer özellikleri:

Sigara gibi kötü alışkanlıkları olmamalı,

Kötülüğü iyilikle önlemeli,

Tatlı dille ve güler yüzle, güzel bir üslûpla konuşmalı,

Konuşmalarda genel bir sohbet havası oluşturmalı, bireysel suçlamalara gitmemeli,

Temel hususları gündeme getirmeli ve hislere/duyulara da hitap etmesini bilmeli,

Adam kazanma gayreti içinde olmalı; fedâkârlık, severek uğraşma, gerektiği durumlarda dâvet için zaman, para ve ter harcamasını bilmeli,

Taklitçi olmayıp kendisi örnek olmaya çalışmalı,

Tevekkül sahibi olmalı,

Dâveti güncel siyasete veya toplumsal problemlere sıkıştırıp özü unutmamalı,

Gerektiğinde mantığı öne çıkarıp düşündüren; gerektiğinde duygusal atmosfer için gönle hitap eden konuşmalar yapabilmelidir,

İnsan psikolojisini, toplumun sosyal yapısını bilmeli, ülkeyi ve dünyayı tanımalıdır,

Mütevâzı olmalı ve muhâtaba tepeden bakmamalı,

Güleryüzlü olmalı, dış görünüşü temiz ve bakımlı olmalıdır.

Bazısı yaradılıştan gelmiş olup bazısı da kazanımla veya nefsî terbiyeyle edinilmiş olan bu özelliklerin tümüne sahip ve özümsemiş bir dâvetçinin, Allah’ın izniyle açamayacağı kapı, sesini ulaştıramayacağı diyar yoktur.

 

[1] 3]1442]  93/Âl-i İmrân, /Tevbe, 71          104

[2] ]1445]  33Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20/Ahzâb, 39

[3] ] Râmuz el-Ehadis, no: 2860

[4] ] 4/Nisâ, 58

[5] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned V/32; Buhârî, Rikak 81; Müslim, Münâfıkun 17

[6] ] 2/Bakara, 185

[7] ] 20/Tâhâ, 1

[8] ] 25/Furkan, 63

[9] ] 6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun, 4

[10] ] 2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18

[11] ] 17/İsrâ, 36

[12] ] 2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3

DÂVETÇİNİN SAHİP OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER -1-

ÂYET:

وَلْمُؤْمِنُونَ وَلْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ وَْلِ آيَاءُ بَعْضٍۢ يَاأمُْروُنَ بالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ

لصَّلوٰةَ وَيُؤْتُونَ لزكَّٰوةَ وَيُط۪يعُونَ للّٰهَ وَرسَُولَهُۜ وُ۬لآئِٰكَ سَيَِرحَْمُهُمُ للّٰهُۜ نَِّ للّٰهَ عَزيِزٌ حَك۪يمٌ

“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” [1] وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ مَُّةٌ يَدْعُونَ لَِى لْخَيْرِ وَيَاأمُْروُنَ بِالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِۜ وَوُ۬لآئِٰكَ هُمُ

لْمُفْلِحُونَ

“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 1411

لََّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رسَِالَاتِ للّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ حََدً لَِّا للّٰهَۜ وكََفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً

“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar 1412ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ مَُّةٍ رسَُولا نَِ عْبُدُو للهَ وَجْتَنِبُو لطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى للّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ لضَّلَالَةُۜ فَس۪يًروُ فِي لْارَضِّْٰ فَانْظُروُ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ لْمُكَذِّب۪ينَ

“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[2]

Sağlam iman sahibi olmalı: Cenâb-ı Allah, kullarından aldığı bu söz üzerine onları bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye tebliğat yapması için bir peygamber gönderdik.[3] Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah’ın birliğine inandırmak, kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah’ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir.

“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm’da şer’î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[4] Aslında Kur’ân-ı Kerim, tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor.

Dâvetin önemini ve dâvetin imanla ilgisini, farziyetini bilip bu doğrultuda kendini dâvâsına ve dâvete adayabilmeli: “Elhamdu lillâh Müslümanım” diyen, “Ben Müslümanlardanım diyen kimse, dâvete sarılan kimsedir: “Allah’a dâvet eden, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?” 1416

“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” [5]

İlim sahibi olmalı; bilgili, kültürlü, aktüaliteye vâkıf, dünyada olup bitenlerden haberdar, genel kültüre sahip ve naklî ilimlere vukufiyeti bulunmalı: Dâvâ aadımı dâvetçilerin Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir dâvetçinin yerinde oturup durması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez.

Sâlih amel sahibi olmalı, tavsiye ettiği iyilikleri kendi hayatında yaşamalıdır: “(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”[6]

“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.”[7]

“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” [8]

Yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeli, başka bir beklenti içinde olmamalı: “O kullar (Cennetlik olan o kimseler) adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkarlar. Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz.’ ‘Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından dolayı) Rabbimizden korkarız.’ Allah da onları o günün kötülüğünden korur ve yüzlerine bir aydınlık ve içlerine bir sevinç verir. Orada koltuklar üzerine kurulmuş olarak bulunurlar. Orada ne güneş (yakıcı sıcak) görürler, ne de dondurucu soğuk.”[9]; “…Allah’ın rızâsı ise hepsinden (cennetlerden ve cennetlerdeki güzel meskenlerden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”[10]

Tevhide dâvet etmelidir: Dâvetin, önce muhâtapları şirkten sakındırarak tevhid’e yapılması gerekir. Allah’ın istediği gibi bir iman sahibi olmadan diğer yapılan amellerin bir kıymeti olmadığı unutulmamalıdır. Namaz kılmayan bir erkek veya tesettürsüz bir bayana, tevhidi iman verilmeden namazı ve tesettürü kabul ettirmek çok zordur. Kabul etmiş olsa bile; namaz kılmayan bir müşrikten namaz kılan bir müşrik veya tesettüre uyan bir müşrik oluşturulur ki, bunun o insanın kurtulmasına ve Allah’ın rızasına götürmeyeceği bilinmelidir. Anlatılan ma’ruflar, karşı çıkılan münkerler hep tevhidle bağlantılı olarak ele alınmalıdır, eylemle iman arasındaki bağ hiçbir zaman koparılmamalıdır.

Ücret/karşılık beklememeli; Gerekli maddî imkânlara sahip olmalı, dâveti dünyevî çıkarlara âlet etmemeli: Bir mal bir kişiye satılır, İslâmî faaliyetlerini dünyevî ucuz bir bedele değişmeyip Allah’a satmak, en akıllıca, en kârlı ticarettir. “Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük altında ezilmişler midir?”[11]

“(Ey Rasülüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir.”[12]“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.” [13]

  • Haksız tekfirden kaçınmalı: Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usûlüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi görüşü, kendi din anlayışı ve cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
  • Sabırlı olmalı, aceleci olmamalıdır: İmanın bir göstergesi olan sâlih ameller ancak sabırla işlenir. Burada hem amelin kendisinde olan güçlük, hem de nefsin o ameli işlemekteki isteksizliği aşılır.[14] Allah’ın dinine yardım için çalışan dâvetçiler çok büyük güçlük, zorluk, eziyet ve yoksunluklarla karşılaşabilirler. Bütün bunlara Allah rızasını kazanmak için sabredilmesi gerekir. [15]
  • Esas neticeyi âhirette beklemeli: Dünya amel yeridir, âhiret de o amellerin neticesinin görüleceği yer. Dünya imtihan salonu, âhiret ise karnelerin (amel defterlerinin) verilip notların belli olacğı yer. Dünyada başarılı olup âhirette iflas etmek yerine; dünyada başarısız olup âhirette felâha kavuşmak tercih etmemiz gerekenlerin başındadır. Dünyada çabalayıp gayret etmekten sorumluyuz. Burada yaptığımız zerre kadar hayır da, zerre miktarı şer de orada görülecek, ceza gününde dünyada tüm yaptıklarımızın karşılığı bize ulaşacaktır.
  • Ümitvar olmalı; başkalarına ümit ve iyimserlik aşılamalıdır: Mü’minler Allah’tan korkmakta oldukları kadar O’ndan umut kesmemekle de yükümlüdürler: “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.”[16] Çünkü umutsuzluk insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Kur’an, mü’minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek müjdelerle doludur: “Şüphesiz Rabbin onların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.”[17]; “Rabbiniz bol rahmet sahibidir.”[18]
  • Şefkat ve merhamet sahibi olmalı ve bunu muhâtaplarına hissettirmelidir: Muhâtabına şefkat ve merhametinin bir özelliği olmak üzere dâvetçi, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya kalkmadan affetmeli, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefâ veya talep ve isteklere karşı müsâmahakâr bir ruhla muâmelede bulunmalıdır.

Bütün bu nâhoş tavır ve fiilleri işleyerek suçlu duruma düşen bir kimse, dâvetçi tarafından mutlaka cezalandırılmayı beklerken hiç ummadığı bir şekilde afla karşılaşıverdiği zaman onda bu muâmele, psikolojik bir tesir icrâ ederek âdeta bir ruh inkılâbı meydana getirir ve muhatap, dâvetçiye en büyük düşman iken, birdenbire dâvetçinin en samimi bağlısı ve yardımcısı olabilir. O halde Cenâb-ı Hak’ın, Rasûlüne emrettiği üzere, hıyaneti sabit olanların bile suçunu bağışlayarak müsâmahalı davranmak,[19] İslâmî dâvetin metodlarından biridir.

Günümüz dâvetçisi, Rasûlullah’ın yolundan giderek nefsî kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa atarak muhâtabını, şâyet varsa işlediği suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Allah, müttakî mü’minlerden öfkelerini yutmalarını ve affedici olmalarını istiyor. Muhâtaplarımıza düşmanca tavır takınmamalı ve onlara güzel sözler söylemeli, yumuşak üslûpla hakkı tebliğ etmeliyiz. Ancak zâlimlere kızmalı, onların zulümlerini bırakmalarına vesile olacak yolları bulmaya çalışıp onları bu kötülükten kurtararak onların hidâyetini/kurtuluşunu istediğimizi belli etmeliyiz. Kişilere değil; kötülüklere düşman olmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıyız. Kişiye nefis müdafaası yaptıracak kötü sözlerden ve muhâtabın şahsiyetini rencide edecek tavırlardan kaçınmalıyız. Muhâtabımızın en son yıkacağımız putu, nefis putu olmalıdır.

Bütün bu metotların hassâsiyet ve titizlikle uygulanması, tamamıyla adam kazanma ve kazanılan adamı kaybetmeme gayretinden ileri gelmektedir. İslâm’ın insana verdiği değeri bilmeyen yoktur. Cenâb-ı Hak’ın, diğer mahlûkatı emir ve hizmetine verdiği insanoğlunun hidâyeti için çalışmak, dâvetçinin vazifesidir ve bu uğurda yaptığı çalışmalar vesilesiyle Allah’ın tek bir kişiye hidâyet nasip edivermesi, dâvetçi için çok büyük değer ifade eder. Hz. Peygamber’in Hayber Gazvesi esnasında Hz. Ali’ye söylediği gibi, bir müslüman için onun vasıtasıyla tek bir kişiye Allah’ın hidâyet vermesi; kızıl cins deve sürülerine sahip olmasından[20] ve bir vesile ile ifade buyurdukları gibi, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.

  • Affedici ve müsâmahakâr olmalı, hoşgörülü ve sevecen tavır takınmalı: “Kim affeder ve ıslah ederse artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zâlimleri sevmez”1433 Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli “tolerans”la ifade edilir. Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir. Arap dilinde bunun karşılığı “müsâmaha”dır. Kur’an’da hiç geçmeyen bu kelime, sünnette genellikle alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü hadislerinin en ünlüsü: “İsmah, yüsmah lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin.”[21]
  • Güzel ahlâk ve takvâ sahibi olmalı: Dâvetçinin küçük bir hatası insanlar tarafından büyük görülmeye adaydır. Bir sözü veya bir davranışı, kendisinin tümüyle karalanmasına, dâvetinin boşa çıkmasına ya da insanların hataya düşmesine sebep olabilir. Başka insanların daha büyük hataları göze batmayabilir, ama dâvetçinin basit sayılabilecek yanlışları, muhataplarının eleştiri oklarını kendine çeker.
  • Cesâretli olmalı, Allah’tan başkasından korkmamalıdır: Din dâvetçisi, dinin hükümlerini tebliğ ederken, dinî hakikatleri açıklarken kimseden çekinmemelidir. Hak bildiğini cesaretle söylemesini bilmelidir. Dokuz köyden bile kovulsa, doğru söylemeyi görev kabul etmelidir. “En faziletli cihad, zâlim bir devlet adamının yanında adâlet kelimesini söylemektir.”[22]
  • Dili kullanmada usta olmalı; hitabeti, diksiyonu, dilin kurallarını ve inceliklerini, mecazını, dil sanatlarını bilip uygulayabilmeli: Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır.[23] Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.
  • Dâvet yolunda zorluklara göğüs germeli, dâvet yolundaki insanların bazen zorluklarla imtihan edileceğini unutmamalıdır: İmtihan, fert ve toplumlar için geçerli olduğu gibi, Allah’a dâvet eden, emr-i bi’l ma’ruf yapan müslümanlar için de geçerlidir. Allah yolunda cihadları esnasında mü’min bireylerin başlarına gelen belâ ve musibetler aynen dâvetçilerin de başına gelir. Müslümanlar fert veya cemaat olarak, ellerinden mallarının cebren alınması, hapsedilmeleri, asılsız suçlamalarla işkencelere mâruz kalmaları türünden eziyetler görebilirler. Özellikle zamanımızda, bu konuda aleyhteki propaganda araçları artmıştır. Hele bir de müslüman dâvetçilerin hasmı; malı, nüfuzu ve yetkisiyle etkili biri ise veya yöneticilerin kendileri, devlet düzeni dâvetçilerin hasmı ise... Bu durumda dâvetçilerin, hasımlarını istedikleri gibi, etkisiz hale getirebilmeleri için sabır ve takvâya sımsıkı sarılmaları gerekmektedir. “Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”[24]
  • Kabalık ve sertlikten, sinirli davranışlardan, öfkeden sakınmalı: Dâvetçiye zaman zaman takılanlar ve onu kızdırmak isteyenler olabilir. Dâvetçi, nefsi için hiç, dâvâsı için de çoğunlukla kızmamalıdır. Sinir ve öfke hiçbir meseleyi halletmez. Adamın biri Rasûlullah’a gelerek, “bana kısa bir tavsiyede bulun, hep aklımda tutabileyim” dedi. Rasûlullah ona; “Kızma!” Adam sorusunu birkaç kere tekrarladı, fakat hep aynı cevabı aldı.[25]
  • Güzel sözle hitap etmeli; kibar ve tatlı bir dille tebliğ yapmalı: “Ve kûlû linnâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin.”[26] “Ve kul li ıbâdî yekûlu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle; Sözün en güzelini konuşsunlar.”[27]
  • Hikmetle ve güzel nasihatlerle dâvet etmeli: “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” [28]

 

[1] 1]1410]  93/Âl-i İmrân, /Tevbe, 71          104

[2] ]1413]  33Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20/Ahzâb, 39

[3] ] 16/Nahl, 36

[4] ] 21/Enbiyâ, 25 1416] 41/Fussılet, 33

[5] ] 5/Maide, 78-79

[6] ] 2/Bakara, 44

[7] ] 61/Saff, 2-3

[8] ] 62/Cuma, 5

[9] ] 76/İnsan, 6-13

[10] ] 9/Tevbe, 72

[11] ] 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46

[12] ] 12/Yûsuf, 104; Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememsi ile ilgili olarak benzer ifadeler için bkz. 42/

[13] , 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6 /En’am, 901425] 36/Yâsin, 21

[14] ] 11/Hûd, 11; 13/ Ra’d, 22

[15] ] 41/Fussilet, 33; 16/Nahl, 110; 2/Bakara, 177, 249; 3/Âl-i İmran, 142 v.d.

[16] ] 39/Zümer, 53

[17] ] 13/Ra’d, 6

[18] ] 6/En’âm, 147

[19] ] 5/Mâide, 13

[20] ] Buhâri, Cihad 102 1433] 42/Şûrâ, 40

[21] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/248

[22] ] Tirmizî, Fiten 13

[23] ] 14/İbrâhim, 4

[24] ] 3/Âl-i İmran, 186

[25] ] Buhârî, Tirmizî; et-Tâc, V, 48

[26] ] 2/Bakara, 83

[27] ] 17/İsrâ, 53

[28] ] 16/Nahl, 125

DOKTORLUĞA SOYUNMAKTIR DÂVET VE TEBLİĞ

ÂYET:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ مَُّةٌ يَدْعُونَ لَِى لْخَيْرِ وَيَاأمُْروُنَ بِالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِۜ وَوُ۬لآئِٰكَ هُمُ

لْمُفْلِحُونَ

“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [1]

كُنْتُمْ خَيْرَ مَُّةٍ خُْرجَِتْ لِلنَّاسِ تَاأمُْروُنَ بالْمَعْروُفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ وَلَوْ مَٰنَ

هَْلُ لْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرً لَهُمْۜ مِنْهُمُ لْمُؤِْمِنُونَ وَكَْثَرهُُمُ لْفَاسِقُونَ

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’lma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” [2]

وَلْمُؤْمِنُونَ وَلْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ وَْلِ آيَاءُ بَعْضٍۢ يَاأمُْروُنَ بالْمَعْروُفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ لْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ

لصَّلوٰةَ وَيُؤْتُونَ لزكَّٰوةَ وَيُط۪يعُونَ للّٰهَ وَرسَُولَهُۜ وُ۬لآئِٰكَ سَيَِرحَْمُهُمُ للّٰهُۜ نَِّ للّٰهَ عَزيِزٌ حَك۪يمٌ

“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” [3]

وَمَنْ حَْسَنُ قَولْا مِمَّنْ دَ آعَِا لَِى للّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحا وَقَالَ نَِّن۪ي مِنَ لْمُسْلِم۪ينَ وَلَا تَسْتَويِ

لْحَسَنَةُ وَلَا لسَّيًِّئَةُۜ دِْفَعْ بالَّت۪ي هِيَ حَْسَنُ فَاذَِ لَّذ۪يً بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَوَةٌ كَانََّهُ وَلِيٌّ حَم۪يمٌ

“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” 1404

دُِعُْ لِىٰ سَب۪يلِ ربَِّكَ بالْحِكْمَةِ وَلْمَِوْعِظَةِ لْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ حَْسَنُۜ نَِّ ربََّكَ هُوَ عَْلَمُ بمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِهِ۪ وَهُوَ عَْلَمُ بالْمُهْتَد۪ينَ

“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.” 1405

لََّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رسَِالَاتِ للّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ حََدً لَِّا للّٰهَۜ وكََفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يباً

“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.”

1406

Dâvet ve tebliğ bilincine sahip emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker göreviyle mükellef olduğunu düşünen her dâvetçi, bazı mesleklerin özelliklerine sahip olmak zorundadır. Bunları kısaca açıklayalım:

1- Tebliğci, doktor olmalıdır (Kalp/gönül doktorluğu): Her münker, kalbe, mânevî hayata zarar veren bir hastalıktır. Bu hastalığı teşhis eden ve tedâvisini bilen kimse de gönül doktorudur. Doktor, hastasına kızmaz. O zavallılar, mânevî mikroplarla hastalananlar, kızılmaktan çok acınmaya lâyıktır. Düzenin ve çevrenin kurbanlarıdır onlar. Etraf salgın hastalık yayan bulaşıcı mikroplarla dolu olduğu için koruyucu (imanî) tedbirler alamayan kimseler doğal olarak hastalanacaktır. Mikroplarla mücâdele etmeden toplumsal hastalıkları yenmek mümkün değildir. Dâvetçi, önce hastasını iyi tanımalı, tahlil etmeli. Sonra doğru teşhis koymalı. Kendi uzmanlığı değilse, başka bir doktora onu yönlendirebilmeli. Hastasına ümit aşılamalı, sağlığı sevdirebilmeli. Dâvetçi, aynen doktor hassâsiyeti ile hastasını tedâvi etmeli, mânevî hastalıklarına reçeteler yazmalı, tavsiyelerine uyulmadığı için bağırıp çağırmamalı, tekrar ilaçlar sunmalı, gerektiğinde ilaçları değiştirip farklı bir tedavi uygulanmalı, hasta kontrol altında tutulmalı, mikroplu yerlerden uzaklaştırılmalıdır.

Uzman bir doktor olmak yetmez, başka meslekler de gerek bu dâvânın tebliği için. Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker görevine soyunan her dâvetçi ve tebliğcinin başka güzel özelliklere de sahip olması gerekmektedir. Bu özellikleri, akılda daha iyi kalması açısından yine doktorluk gibi mesleklerle anlatmayı uygun buluyorum. Bir dâvetçi, şu gerekçelerden dolayı şu mesleklere mecâzen sahip olmalıdır.

  • 16/Nahl, 125
  • 33/Ahzâb, 39

DÂVETÇİNİN DİĞER MESLEKLERİ

  • İtfaiyeci olmalıdır (Muhâtapların çoğu, cehenneme doğru gidiyor, mânevî ateş içinde): Nerede bir yangın varsa oraya koşan, elinde ne imkân varsa o imkânları kullanarak yangını söndürmeye çalışan itfâiyecidir tebliğci. Yangında öncelikli kurtarılacak şeyleri iyi bilmelidir. Ateşin içinde bir canlı, bir insan varsa, kendi hayatını bile tehlikeye atarak onu ateşten kurtarmaya çalışmalıdır. Ama eteği tutuşan bir itfaiyeci, kendinden uzaklaştıramadığı ateşi nasıl söndürecek, muhâtaplarını yangından nasıl kurtaracaktır? Münkerlere kendi yakasını-paçasını kaptıran tebliğci, kendi üzerindeki ateşi görmeyen, kendini ateşten koruyamayan itfaiyeci gibidir.
  • Cankurtaran olmalıdır (Çoğu insan, gözümüzün önünde uçuruma yuvarlanıyor, isyan denizinde boğuluyor): Denize açılıp boğulma ile karşı karşıya kalanları kurtarma görevlisidir dâvetçi. Günah denizlerine dalıp sâhil-i selâmetten uzaklaşan kimseler kurtarıcı ve cankurtaran bekleyen felâketzededir. Yüzme bilmeyen insanın cankurtaran olmaya kalkmaması gerekir, yoksa başkasını kurtaracağım derken kendisi boğulur. Ölümcül dalışlar yapan ve münker denizinde ilerleyen kimseler için gözlerini dört açmalı, onları nasıl kurtaracağı konusunda usûl ve teknik bilmelidir tebliğci. Bilmelidir ki, boğulmaya yüz tutan nice insan, imdat diye bağıramayabilir, ya da sesini herkese ulaştıramayabilir.
  • Asker ve polis olmalıdır (Polislik, askerlik (Allah eri, Allah’ın görevlisi, Allah yolunda mücâhid): Her dâvâ adamı, cündullahtır, Allah’ın askeri ve polisidir. Şeytanın askerlerine karşı Allah’ın tarafında yer aldığı için hizbullah da denilen Allah eri, hilesi çok zayıf olan cin ve insan şeytanlarına karşı savaşçıdır. İşgallerin en kötüsü ve en tehlikelisi olan zihinleri ve gönülleri işgal eden işgal kuvvetlerine karşı savaşan ve gücünü askeri olduğu ve uğrunda savaştığı Zât’tan alan bir asker. Aynı zamanda polistir dâvetçi. Suçluları tesbit eden, onların suç işlemelerine fırsat tanımayan, münkerlere/suçlara engel olan Allah’ın polisi. Yetkiyi O’ndan alan O’nun cezasını hatırlatan bir görevli. Polise, bağlı bulunduğu devlet görev verdiği ve polis bu görevi ihmal edince nasıl suçlu oluyorsa, müslümanlara da Allah bu yetkiyi veriyor, yeryüzünde halife kılıyor. Aynı zamanda trafik polisidir o. Allah’ın, buraya girilmez dediği yasak yolları, burada durulmalı, geçilmemelidir dediği kırmızı ışıkları gösteren ve kaygan yolda hızlı gidenleri uyaran yoldaki işaretçidir, doğru yolu gösteren, tehlikeli yoldan insanları uzaklaştıran kılavuzdur tebliğci.
  • Dâvetçi, iyi bir şoför olmalıdır (Kaygan zemin, yavaşlanacakhızlanacak-fren yapılacak yerleri bilme): Kullandığı aracı, üzerindeki yolu, gideceği hedefi iyi tanıyıp bilmeli, aynı yoldaki başka araç ve sürücüleri hesaba katabilmelidir. Başka yolu tercih edenlerin sebebini, oradaki toplu taşıma araç ve şoförleri iyi tanıyabilmelidir. Yolun neresi kaygan, neresi düz, nerede hız yapılamaz; iyi bilmeli ve ona göre davranabilmelidir.

Sırât-ı müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez. Çıktığı yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren şoför, yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.

Çok yavaş gidenin, doğru yolda zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan şoförün kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu insanların da ulaşmak istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü gibi uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı şoför ve yolcu.

  • Hoca; vâiz, müezzzin, hatip, öğretmen olmalıdır (Hocalık, vâizlik, öğretmenlik, müezzinlik; Hitabet gücü ve tekniği, gönle etki edecek sözler -Mesajı duyurmak için gereken görev-): Durum ve mekân neyi gerektiriyorsa, toplumun önüne geçmek gerektiğinde onları aydınlatmaya çalışan hoca, vâiz veya öğretmen olabilmelidir. İslâm’da ruhbanlık, din adamı sınıfı olmadığından, o bilir ki, hocalık özel bazi insanların görevi değildir sadece. Namaz kılan herkes, gerektiğinde imamlık da yapabileceğinden o iş kendine düştüğünde hocalık yapabilecek, toplumun önüne geçip insanlara Allah’a kulluk yaptırabilecektir, onlara imam/önder olabilecektir. Herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin de câhili olduğundan, bildiği doğrulari insanlara güzel ve etkili bir şekilde anlatan vâiz rolünü oynayabilecek, nasihat edebilecektir. Hakkı, özellikle tevhidi topluma haykırabilecek, insanlarınamaza ve namaz gibi güzelliklere çağıracak güzel ve gür sesli bir müezzin olabilmelidir. Bildiklerini öğreten muallim olmalıdır dâvetçi. Tabii, bu mesleklerin gerektirdiği formasyona sahip olmaya çalışacaktır. Yoksa, çocukların evcilik oyununa benzer bu yaptıkları. O, bilmek zorundadır: “Yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar.” Bu işler, oyuncak değildir çünkü. Gerektiği zaman da cemaat, dinleyen ve öğrenci olabilmelidir. Çünkü o bilmelidir ki, bu meslekler, günümüzdeki memurluk gibi değildir; ihtiyaç ânında her mü’mine düşen görev taksimatıdı
  • Psikolog ve pedagog olmalıdır (Muhâtabın özelliklerine uygun, öğretim tekniğine muvâfık): İnsanları iyi tanıyan, her insanın psikolojisine uygun çözümler getiren bir yaklaşım içinde olmalıdır tebliğci. İnsanların akıllarına göre hitap edebilmeli, onların sosyal konumlarına uygun sözlerle mesajını sunabilmelidir. “Herkes kendi mizaç ve karakterine, meşrebine göre amel işler...”[4] Muhâtaplarının karakter tahlillerini iyi yapabilmeli, davranışlarının hangi psikolojik arka plana dayandığını anlayabilmelidir. Çok yakını ölen birinin durumu ile evlenme gibi sevinçli bir olay içindeki insanın psikolojisi aynı değildir. Her iki ortam da tebliğe müsâit olsa bile, aynı tarz ifâdelerle bu yapılırsa, bazen kaş yapmak isterken göz çıkartılmış olur. İnsan psikolojisi, günah ve şirk psikolojisi, toplum psikolojisi hakkında bilgi sahibi olunmalı, öğretim metotları bilinip, hangi şartlarda hangi usûlün en elverişli olduğu bilinip ona göre davranılmalıdır.
  • Aşçı ve garson olmalıdır (Sunduğumuzun doğru ve güzel olması gerektiği gibi; sunma şekli de çok önemli): Güzel, nefis, leziz yemekler pişirebilmelidir zihin mutfağında aşçılık yapan tebliğci. Ve bunları haliyle ve diliyle güzel bir şekilde sunabilen bir garson olabilmelidir. Güzel malzemeler katıldığı halde, kötü pişirilmiş, fazla ateşte tutulmuş ya da yeterli pişirilmemiş çiğ yiyecekler yakışmaz usta aşçıya. Kimse bu lokantadan yemek yemek istemez. Hasta etmemeli, iştah kaçırmamalı, tiksindirmemeli pişirilenler. Ve unutulmamalı ki, çok güzel bir yemek bile, güzel bir şekilde sunulmazsa, insanlar onu yemekten hoşlanmazlar. Karnı aç birisi, usta elinde pişmiş yiyeceği, üstü başı pis, kaba ve ısıracak kimse arayan yılan dilli bir garsonun yemeği sunmasıyla iştahı kaçacak, belki yemeden aç aç masadan kalkacaktır. Sunulan yemek çok güzel (Kur’an âyetleri ve Peygamber hadisleri) de olsa, açlığını gidermek için gelen kimsenin suratına atar gibi masasına atıp giden bir garson, bir çuval inciri berbat etmiş olacak, lezzetli yemeklerin tadına bile bakmadan kişinin masadan kalkmasına sebep olacak, ya da lezzetli yemeği sabote etmiş olacaktır.
  • Tiyatrocu, aktör olmalıdır (Gerektiğinde rol yapma; kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misali ve benzeri roller; öğrenci veya câhil rolü, anlaşmalı tartışma vb.): Özellikle ana-babalara ve kendilerine saygı duyulmasını bekleyen büyüklere karşı rol yapabilmelidir dâvetçi. Kimsenin artist olması, maskeyle dolaşması, hareket ve konuşmalarının sahte olması değil istenen; ama bazen “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” cinsinden tavırlar takınabilmelidir. Otobüs ve minibüs gibi toplu taşıma araçlarında ve bekleme salonlarında, ortam uygunsa, etraftakileri rahatsız etmeyecek bir tarzda; iki arkadaştan biri karşı cepheden soru soran ve öğrenmek isteyen, bazen de eleştirip karşı çıkan bir rolü üstlenebilecek, arkadaşı da bildiği o konuda ona tebliğ ediyor izlenimi vererek kulak misafirlerine hakkı duyurabilecektir. Ana-babaya karşı bazen öğrenmek istercesine soru sorarak, bazen kendisi için okuyor hissi verip bir kitabı, dergi ve ya da yazıyı sesli olarak okuyabilecek, hoşlandığı hissi vererek bir kaseti onlar için çaktırmadan dinlemek isteyecek, onlara mesajı ulaştıracak farklı yollar arayışı içinde olacaktır. Ama bu rolleri, yalan söylemeden, ağzına yüzüne bulaştırmadan, ustaca becermeye çalışacaktır.
  • Terzi olmalı (Kişiye uygun elbise, muhâtabın vücuduna tam oturacak özellikte): Kişiye uygun özel elbise dikilebilmelidir. Giydirmek istediğimiz elbise, karşımızdakine ne büyük ne de küçük gelmeli, üzerine tam oturmalıdır. Konfeksiyon tipi, hazır kalıp, herkese giydirilecek tek tip elbiselerden kaçınmalıyız. Bilmeliyiz ki, her insan ayrı bir dünyadır, dünyaya bakışında bazı farklılıklar vardır. Her insanın açık kapısı farklı olabilir, kilitli kapıları zorlamak yerine, o insanın açık ve tebliğe müsait tarafını bulmaya çalışmalıyız.
  • Çiftçi, ziraatçı olmalıdır (Tohum atıldıktan sonra, meyve vermesini sabırla beklemek): Toprağa attığı tohumu, diktiği fidanı, ektiği ekini sabırla ürüne dönüşmesini bekleyecek, aceleci olmayacaktır. Tedricîliği prensip kabul edecek, ektiği ekinin veya diktiği fidenin gerekli bakımını yapacak, sulayacak, etrafında biten ayrık otları, zarar vericileri temizleyecek ve ürün elde etmek için görevini yapıp sebeplere yapıştıktan sonra, duâ edip Allah’ın rahmetini beklemeye başlayacaktır. İnsana yatırımın en pahalı yatırım olduğu ve çokça ıskartaya çıkacağı bilinciyle moralini hiç bozmayacak. “Tohum saç, bitmezse toprak utansın. Ustada kalırsa bu öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak utansın!” diyecek.

DÂVETÇİ İÇİN YASAK MESLEKLER

  • Konfeksiyonculuk (Herkese uyacak hazır kalıplar, ucuzcu ve toptancılık yapma; oriinal ve kişiye uygun mesajlar yerine; ezber ve kalıp ifadeleri tercih etme),
  • İşportacılık (Sağ gösterip sol vurma; halkı etkileyip kandırarak başına toplama, ama başka bir amaç gütme),
  • Reklâmcılık, pazarlamacılık (Kandırma, Yalanla ve hileyle de olsa muhatabı etkilemeye çalışma; Yüzsüz bir şekilde elindeki malı satmaya kalkma),
  • Çığırtkanlık (Garajlarda otobüs firmalarına adam toplayanlar gibi olmama),
  • Politikacılık, propagandacılık (Herkese mavi boncuk dağıtma, yapmayacağı sözler verme; kandırarak da olsa taraftar bulma),
  • Misyonerlik (Bir yüzüne tokat vurulsa öteki yüzünü çevirecek şekilde şahsiyetsizleşme, dinlenilmese ve fayda etmeyeceği kesin olsa da anlatma),
  • Paralı askerlik, Emir kulu, memur zihniyeti (Sadece Allah’a bağlı olmayıp emrine girip teslim olacağı bir yerleri olma, hür olmama).

Tartışmadan, münâkaşadan kaçınmaya çalışmalı, tebliği bir boks maçına çevirmemeliyiz. Bizim bütün gayretimize rağmen, münâkaşaya mecbûren çekiliyorsak, yine inisiyatifi elden bırakmamalı, ağırlığımızı ve olgunluğumuzu kaybetmemeliyiz. Tebliğ için en uygun ortam kollanmalı, bir boksör gibi, karşımızdakinin en zayıf ânını kollayarak indirici darbeyi o zamana saklamalıyız. En son söylememiz gereken sözü en başta söylememeliyiz.

En son yıkacağımız put, muhâtabımızın nefis putu olmalıdır. Kişinin nefsini açık ve ağır biçimde suçlayarak işe başlarsak, muhâtabımız, o putun dayanağı olan diğer putları da savunmuş olacaktır. Ama nefis putunu ilk anda görmezden gelir, hatta yanlışa ve abartıya kaçmaksızın onun güzel tarafları öne çıkartılıp övülürse, diğer putlar daha rahat alaşağı edilecek, en sonunda dayanaksız kalan nefis putu, kendiliğinden devrilecektir. Her sarayın açık bir kapısı vardır. Kilitli kapıları kırarak oradan girmek olgun insana yakışmaz.

Tekrarın, ısrarın, kontrolün, tâkibin önemi büyüktür. Reklâmın etkisi, biraz da tekrardan olmaktadır. Yasak savma cinsinden söylenilip geçilmemeli, en tesirli olacak şekilde ve en güzel usûlle tebliğ yolları aranmalıdır. Müjde, kolaylık yolları ihmal edilmemelidir. Akla hitap edildiği kadar, hatta ondan daha çok duygulara, gönle hitap edilmeli. İlgi ve ilişki sürdürülmeli. Kıssa ve mesel, hikmet ve mev’ızeler gerektiği oranda sıklıkla kullanılmalı.

Dâvetçi; Sağlam iman sahibi, yeterli ilmî birikimi olan; dini, insanı, psikolojiyi, çağı ve dünyadaki fikir akımlarını, insanların münkerleri niçin işlediği gibi konuları iyi bilip tahlil edebilmelidir. Yüzmesini bilmeyen kişinin, başkasını boğulmaktan kurtarmasının mümkün olmadığı bir gerçektir. İnsanlara ayna olmalı, kendi yanlışlarını bizim temiz ahlâkımızda/ aynamızda görüp düzeltebilmesine vesile olabilmeliyiz. Sevilmeyen bir insanın tebliği fayda getirmez. Gerekli maddî imkânlara sahip olunmalı, hiç değilse elindekilerle yetinen kanaatkâr ve gözü tok olmalı ve öyle bilinmelidir ki, tebliğ karşılığında hiçbir ücret ve karşılık beklememiş ve almamış olsun. Sabır ve azim sahibi olunmalı, ümitsizliğe yer vermemelidir. Kendisi ümitvar olduğu gibi, başkasına da umut bahşedebilmelidir. Allah’ın rahmetinden ümidini ancak kâfirlerin kestiği unutulmamalıdır. Şefkat ve merhamet, af ve müsâmaha sahibi olunmalıdır. Adam kazanma gayreti içinde, zorluklara göğüs geren, fedâkâr ve sevecen tavırlar sergilenmelidir. Tevâzu sahibi ve olgun bir şahsiyet, karakter sahibi bir kişi ancak tebliğde mesâfeler kat edebilir. Dış görünüşü temiz, elbisesi düzgün, temiz ve güleryüzlü olmalı, neticeyi âhirette bekleyen ve yapıştığı sebepleri bereketlendirmesi ve başarı için Allah’a duâ etmelidir tebliğci.

Muhâtabın anlayıp anlamayacağı hesaba katılmadan, ilk elde hemen her şeyi anlatmak da doğru olmaz. Fikrî seviyesi hesaba katılmadan, hazmedemeyeceği ağır konuları gündeme getirmek, fayda yerine zarar verebilir. İhtilâflı konuların, dinin teferruat sayılabilecek ayrıntılarını tebliğ olarak öne çıkartırsak dini zorlaştırmış oluruz. İyiliği emretmek, ancak ümmetin, üzerinde ittifak ettiği şeylerde olmalıdır. Ümmetin, üzerinde ihtilâf ettiği şeyleri tebliğ etmek, kimseye şart değildir. Bu görevi, yumuşak huylu, sabırlı ve anlayışlı kimseler yapabilir.

İnsan, ihsânın kölesidir. Tebliğci bunu unutmamalı, gücü ve imkânı ölçüsünde ikramlarda bulunmalı, hiç değilse güleryüzünü ve tatlı dilini, ikrâm olarak sunabilmelidir. Muhâtabının sözünü kesmemeli, onu sonuna kadar dinleyebilmelidir. Kendisi konuşurken, karşısındakinin sıkılma ihtimalini gözönünde bulundurmalı, gönülden gelen bir dinleme yoksa konuşmanın faydası olmayacağını unutmamalıdır. Az ve öz konuşmalı, sözleri dikkatli seçmeli, kırıcı ve gereksiz tartışmalara yol açıcı ifadelerden kaçınmalıdır. Dile hâkim olmalı, hitâbet tekniğine ve insan psikolojisine uygun şekilde hitap edebilmelidir.

Tebliğ ederken yumuşak olmak, tedrîcîlik ve neticeyi Allah’ın tâyin edeceğini bilerek, esas sonucu âhirette beklemek gibi esaslar, misyoner tavrına yol açmamalı. Bir yüzüne tokat vururlarsa diğer yüz çevrilmemeli. Zulmetmek de, zulme uğramak da, zulme rızâ göstermek de İslâm’da yasaklanmıştır. Dâvâ ve dâvet için her yol mubah değildir. Amaç gibi araçlar da meşrû olmalıdır. İnatçı, alaycı müstekbir kâfirlerle karşılaşınca, bilinçli şekilde kibirli ve müslümanları aşağılayan kimselere muhâtap olunca; gereken tâvizsiz tavır, ölçülü sert yaklaşım dinin ve dindarın izzeti açısından tercih edilmelidir. Televizyon kanallarının reyting derdiyle sık sık başvurduğu tartışma programlarında müslüman konuşmacılar, kendilerini hor gören kişileri hep hoşgören tavırlar takınıyorlarsa, bilinsin ki, din bunu emrediyor diye bu tavır yapılmıyor, dine rağmen yapılıyor. “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi korursunuz.”[5]; “(Hakkı aramayan inatçı) Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran...”[6] Kibirliye ve zâlime karşı tevâzu, onun kibrini ve zulmünü artırır.

Tebliğci, hakkı tanıtmak için muhâtaplarının özel zamanlarını fırsat bilmelidir. Hastalığında ziyâret, yakınlarından birinin ölümü için tâziye, düğününü tebrik, bayram ve benzeri günleri tebliğ için değerlendirmelidir. Sıkıntılı, dertli durumlarında sabır tavsiyesi ve hastalığında ziyaret edip Allah’tan şifâ talebi ile birlikte, bu durumların tebliğe kapıların açık olduğu zamanlar olduğunu bilerek, bu fırsatları Allah için değerlendirmelidir.

Tebliğ için câmiler, toplantı salonları, seminer ve dersler, arkadaşlık ve komşuluklar, spor karşılaşmaları gibi her şey fırsat bilinmeli ve o imkânlardan yararlanılmalıdır. Bilgisayar, internet, CD, disket, kaset, gazete, dergi, kitap, radyo, pankart, afiş, bildiri, tebrik kartları, mektup, telefon, faks gibi araçları meşrû şekilde tebliğ için kullanabiliriz.

“Öncelikle neler tebliğ edilmeli, tebliğe nereden başlamalı?” sorusuna cevap olarak şunu söyleyebiliriz: “Kur’an nereden başlamışsa oradan, peygamber nelere öncelik vermiş ise onları.” Kur’an ve Rasûlullah ilk olarak şirkin çirkinliğini, tevhidin önemini vurgulamış, öncelikle Allah’a kulluğa ve tâğutların egemenliğinden kurtulmaya çağırmıştır. Tebliğcinin öncelikleri de bunlar olmalıdır.

Herkese, özellikle misafiri ve ziyaretçisi gelmeyen, adam yerine konulmayan garip ve kimsesizlere, fakir mahalle sâkinlerine dâvet ulaştırılmalıdır. Peygamberimiz başta olmak üzere, hemen her peygamberin tebliğlerine ilk olumlu cevap verenler; köleler ve fakirler olmuştur. Ayakkabımızı boyatırken boyacıya, tıraş olurken berbere, alışveriş ederken bakkala, müsâit ortam varsa çekinmeden tebliğ ulaştırılmaya çalışılmalıdır. Evimiz, akrabâlarımız, iş arkadaşlarımız, samimiyet kurduklarımız; tebliğde öncelemek zorunda olduğumuz kimselerdir. Bununla birlikte tebliğ; kime yapılmalıdır? Herkese.

Nerede? Her yerde. Ne ile, nasıl? Meşrû her araç ile ve meşrû her yöntemle.

 

[1] ] 3/Âl-i İmrân, 104

[2] ] 3/Âl-i İmrân, 110

[3] ]1403]  941/Tevbe, /Fussılet, 71 33-34

[4] ] 17/İsrâ, 84

[5] ] 2/Bakara, 179

[6] ] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9

Perşembe, 25 Şubat 2021 09:14

67.HUTBE: TEBLİĞ

Yazan

Tebliğ

Âyet:

وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًاۨۙ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًاۜ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ لْكَافِر۪ينَ

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” [1] 

يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ

“Ey Rasûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” [2]

Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına çalışma. “Be-le-ğa” fiilinden “tef’îl” bâbında masdardır. Çoğulu “teblîğât”tır. Tebliğ, Kur’an’da “belâğ” kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ masdar, belâğ ise isim olarak on küsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde ettiği İlâhî mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.), muhâtabı ise, insandır.

Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir:

“Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”[3]

Bu görev yalnız Hz. Muhammed’e (s.a.s.) verilmemiş, diğer peygamberlere de verilmiştir. [4]

Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah’a bırakmışlardır: “Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır.”  [5] 

Allah’tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara katlanmışlar ve en güzel sabır örneğini göstermişlerdir. “(Önce) en yakın akrabanı uyar.”[6] âyeti nâzil olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına yaptı. Daha sonra Safa tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O’nun etrafında toplandı. Onlara, “Şu dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?” diye sorunca, halk, “Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık” cevabını verdi. “Öyle ise size şiddetli bir azâbı haber veriyorum” deyince, amcası Ebû Leheb hakaret ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet sûresi nâzil oldu.[7]

Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah’ın yoluna dâvet etmek Allah’ın, Kur’an’a kulak veren her mümine İlâhî bir emridir:

“(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” [8]

Bu âyette söz konusu olan “hikmet” ve “güzel öğüt”, tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. “Güzel öğüt” ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır. Bu âyette geçen “Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.[9]

Kur’an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması açısından büyük önem taşıyan tebliği “büyük cihad (cihad-ı ekber)” olarak tanımlar:

“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur’an ile) onlara karşı büyük cihâd et.” [10]

Bu âyetteki “büyük cihâd”, İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allah’ın adını Yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ suretiyle cihadda bulunmak, düşmana karşı silahla cihatda bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür. [11]

Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında ayırım yapmadan, genç ihtiyar, kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar. Ölüm döşeğinde olan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman ettikten sonra vefât ederse, âhireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da en güzel örnek, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Ebû Tâlib’in ölüm zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.) onun yanına geldi. Orada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib’e: “Ey amcacığım, ‘Lâ-İlâhe İllallah’ de, bununla Allah katında sana şehâdet edeyim” buyurdu. Ebû Cehil: “Yâ Ebâ Tâlib, Abdülmuttalib’in dininden vaz mı geçeceksin?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû Tâlib, ona son söz olarak Abdülmuttalib’in dini üzerinde olduğunu söyledi ve ‘Lâ İlâhe İllallah’ demekten çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): “Allah beni men etmediği müddetçe, senin için duâ edeceğim” dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de iman edenlerin yapacağı bir iş değildir.”[12] Ebû Tâlib hakkında da: “(Ey Muhammed), Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin/doğru yola iletemezsin, fakat Allah,  dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir.”[13] âyeti nâzil oldu. [14]

Ayrıca Kur’an, Allah’ın en büyük düşmanlarına bile tebliğin götürülmesini emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden, lânetlemeden ve onlara öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi gerektiğini vurgular:

“(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun’a gidin, çünkü o azmıştır. Ona yumuşak ve tatlı bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah’tan korkar.”[15]

Yüce Allah, Firavun’un imân etmeyeceğini elbette biliyordu. Ama yine ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli hikmetler vardır. İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum, tebliğcileri de mes’uliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz. Mûsâ ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” [16]

Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına delil olur ve kendisine tebliğ yapılanın “ben bunu bilmiyordum” şeklinde mazerette bulunmasını engeller.[17] Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur: “Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir. [18]

Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm’ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: “Tebliğ vazifemi yaptım mı?” diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, “Allah’ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır. [19]

Peygamber ve O’nun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk’ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah’a kul olmanın derin manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün insanların vazifesidir. İslâm’da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya çalışmak mecburiyetindedir.

Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de üzerinde önemle durduğu “dâvet” ve “Emr bi’l-Ma’ruf ve Nehy ani’l-Münker” de, tebliğe yakın ve onunla iç içe olan konulardır.

Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için yapılmayan her şeyin bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir.[20] Buna göre tebliğ de, Allah rızâsı için yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya manevî menfaat niyeti ile yapılan tebliğin hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’de, tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu şekilde yapılan tebliği dinlemenin gerektiğini açıklamıştır. [21]

Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak O’nun rızâsını seçen ve bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde yerine getiren bir toplum, mutluluğun sırrına erer. Kur’an, insanlara tebliğ edilmek üzere indirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya göğüs gererek, gerektiği gibi bu vazifeyi yerine getirdi. O’nun ümmetinin de, bu vazifeyi sadece Allah rızâsı için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. [22]

‘Tebliğ’ kelimesi, bu şekliyle Kur’an’da fiil halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Birçoğunun reşid olma yaşına ulaşması ‘büluğ’ çağına ulaştı, ‘büluğa’ erdi şeklinde söylenir.[23] Bu yaş güç ve kuvvete ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir. [24]

Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma, varma anlamında,[25] zaman olarak belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında,[26] yaşlanma, ömrün sonuna gelme mânâsında,[27] belli bir amaca ulaşma,[28] bir şeyin bir yere, bir duruma ulaşması anlamında[29] kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘beliğ’ kelimesi, en açık en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. [30]                                                     

‘Belâğat’ güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur’an, en üstün ‘fasâhat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mûcizedir.

 Tebliğ’ Kur’an’da, Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır. Bunun masdarı olan ‘belağ’ ise ulaştırma, ulaştırı demektir. Kur’an’da ‘tebliğ’ kelimesi fiil halinde, ‘belağ’ ise masdar olarak geçmektedir. Tebliğ edilmesi gereken şey Allah’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah’tır. Bütün nebiler bu faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi çevrelerindeki insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin muhatabı, tebliğ ulaştırılması gerekenler insanlardır.

Tebliğ’ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar. Kur’an şöyle diyor: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” [31]

Peygamberlerin Tebliğ Görevi: Aynı görev diğer peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine diyor ki: “Size Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum ve sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum.”[32]  Aynı ifadeyi Hz. Hûd (a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi.[33] Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir. [34]

‘Tebliğ’ ile görevli bütün nebiler, kendileri en güzel örnek olmak üzere, her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine, eziyetin ve baskının her çeşidini denemelerine rağmen; bu görevlerine devam ettiler. Onlar, tebliğ faaliyetlerinde yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük zorba kişi ve sistemlerine karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve uygun metodu kullanarak, Allah’tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara ‘hidayet’ yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya çalıştılar.

Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek, insanlara Allah’ın mesajını ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların sorumluluk alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar insanlar üzerinde bir bekçi veya bir vekil değillerdi.[35] Şu âyet bunu daha net bir şekilde ifade etmektedir: “Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici, hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.”[36]

Peygamberlerin bütün gayretlerine, hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ’dır (tebliğdir). Kur’an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır. “…Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen ‘belağ-duyurup bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir.”[37] 

Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara ‘rahmet’ olarak gönderilen ilâhi vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, fedakârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya kalkmadılar. Zaten böyle bir şey tebliğ faaliyetine terstir. Ancak, onların tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah’ın izniyle o engel olanlarla en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun eğmek yoktur.[38] Şunu da hatırlatmak gerekir ki, peygamberler yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar, kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak inkârcılar tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü’minlerle beraber bir İslâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah’ın gönderdiği hükümlerle yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.

Tebliğ vahyin mesajını insanlara ulaştırmaktır dedik. Bu görev öncelikli olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi en uygun bir metodla, amaca en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli, zâlim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir, Kur’an bu konuda güzel bir örnek veriyor:

“İkiniz (Mûsâ ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer korkar.” [39]

Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece güzeldir. Hz. Mûsâ’nın ısrarlı tebliğ faaliyetlerini anlamayanlara verilen cevap bunu açıklamaktadır:

“…Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler.” [40]

Kur’an, tebliğ kelimesinden yaklaşık 25 defa çeşitli şekillerde bahsediyor. Açıkça “sana indirileni tebliğ et” diyerek bunu farz kılıyor.[41] Ayrıca Kur’an 130 defa inzardan ve uyarıdan bahsediyor. Rasûlün tebliğci, uyarıcı ve müjdeleyici (mübelliğ, münzir ve beşir) olduğunu zikrediyor.[42] Tebliğ ve inzar deyince yüzeysel olarak gerçeği, insanlara bir defa duyurmakla tebliğin tamamlandığı gibi bir anlayış, şimdiye kadar düşüncelerimize hâkim oldu. Ancak Kur’an, olayı bu kadar yalın olarak ele almıyor. İnatlaşmış inkârcıların ve iman etmeyecek olanların tekrar uyarılmasına gerek görmezken, Allah’tan korkan ve Kur’an’a uyan kimselerin uyarılmasını (inzar) istiyor.[43] Uyarılan kimse Allah’tan korkuyor ve Kur’an’a tabi oluyorsa niçin uyarılacak, bu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor. Hem bu âyet Mekkîdir ve imanla ilgilidir. İşte buradaki “Korkan ve tabi olan” kimsenin uyarılmasından maksat o kimsenin eğitilmesidir. Dolayısıyla bu tür kimseler için tebliğ ve uyarı bitmemiştir, devam etmektedir. Diğer bir deyişle tebliğ, anlık bir olay değil, düzenli bir süreçtir ve eğitimcinin yaptığını yapmaktadır. Bu sebeple kendisi­nin davetçi olduğunu hissedenler aynı zamanda iyi birer eğitimci olmak zorundadırlar.

 

[1]  7/A’râf, 164

[2]  5/Mâide, 67

[3]  5/Mâide, 67

[4]  7/A ‘râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23

[5]  5/Mâide, 99; Bu konu ile ilgili olarak bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra’d, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr, 54; 29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12

[6]  26/Şuarâ, 214

[7]  Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251

[8]  16/Nahl, 125

[9]  el-Kurtubî, el-Câmiu l’i-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1967, X, 200; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XX, 138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167

[10]  25/Furkan, 52

[11]  ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, Mısır 1955, II, 73; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XXIV, 100

[12]  9/Tevbe, 113

[13]  28/Kasas, 56

[14]  Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222

[15]  20/Tâhâ, 43, 44

[16]  7/A’râf, 164

[17]  ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34

[18]  Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313

[19]  Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi’l-Arab, Mısır 1962, 1, 157

[20]  Tirmizî, Hudûd, 24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21

[21]  36/Yâsin, 21

[22]  Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 141-143

[23]  12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 34

[24]  46/Ahkaf, 15

[25]  18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25

[26]  2/Bakara/231, 232, 234; 6/En’âm, 124

[27]  19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40; 22/Hacc, 5; 40/Mü’min, 67

[28]  18/Kehf, 61

[29]  33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26

[30]  4/Nisâ, 63

[31]  5/Mâide, 67

[32]  7/A’râf, 62

[33]  7/A’raf,/68, 79, 93

[34]  33/Ahzâb, 39

[35]  6/En’âm, 107; 42/Şûrâ, 48

[36]  88/Ğâşiye, 21-24

[37]  3/Âl-i İmrân, 20; Ayrıca bk. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra’d, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12 vd.

[38]  25/Furkan, 52

[39]  20/Tâhâ, 43-44

[40]  7/A’râf, 164

[41]  5/Mâide, 67

[42]  26/Şuarâ, 115, 13/Ra’d, 7; 14/İbrâhim, 52; 24/Nûr, 52

[43]  36/Yâsin, 6-11