66. HUTBE: GÜZEL SÖZ; AKLI KULLANMA SANATI

66. HUTBE: GÜZEL SÖZ; AKLI KULLANMA SANATI (1)

GÜZEL SÖZ; AKLI KULLANMA SANATI

ÂYET:

وَمِنْ يَِٰاتِ آه۪ نَْ خَلَقَِ لَكُمْ مِنْ نَْفُسِكُمْ زَْوَجاً لِتَسْكُ آـنُو لَِيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرحَْمَةًۜ نَِّ ف۪ي ذٰلكَ لَايَٰاتٍ لقَوْمٍ يَتَفَكَّروُنَ

“Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”[1] وَ قُلْ لِعِبَاد۪ي يَقُولُو لَّت۪ي هِيَ حَْسَنُۜ نَِّ لشَّيْطَانَ يَنْزغَُ بَيْنَهُمْۜ نَِّ لشَّيْطَانَ كَانَ لِلْاِنْسَانِ عَدُوًّمُب۪يناً

“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”1457

HADİS:

“Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”[2]

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”1459

“Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”[3]

Konuştuğumuz dili düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak meşrû, üslûp olarak güzel ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir.[4] Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en büyük özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifadelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanlar bir benzerini meydana getirmekten âcizdir. Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifadeli Kitabın benzerini meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak ifade eder.[5]

En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel kullanmalarını emreder. “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”[6] Benî İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir.[7] Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir.[8] En fasih konuşan ve muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden, onlara karşı en güzel ifadelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et/öğüt ver, onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.”[9]

Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir.[10] Ma’rûfu emir, münkerden nehiy, dâvet ve tebliğ görevleriyle mükellef olan mü’minler, bu vazifelerini diledikleri gibi, gelişigüzel ve kendi mantık ve karakter yapılarına göre değil; Kur’an’ın gösterdiği usûlle yapmak zorundadır. Hakkında özel sûre ve âyetler olan Cuma namazının ehemmiyeti herkesçe mâlumdur. Cuma namazının şartlarından birinin “hutbe” olduğu düşünüldüğünde, insanlara güzel bir şekilde hitap etmenin, yani hutbe okumanın dindeki yeri de kavranmış olur.

Dili güzel kullanmak, yani edebiyat bir sanattır; güzel sanatlardan biridir. Peygamber lisanıyla güzellikler ve meşrû sanatlar şöyle taltif ve tavsiye edilir: “Allah güzeldir, güzellikleri sever.”[11] Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli şairlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı yücelterek övmüş, teşvik etmiş, hatta bir kere de, memnuniyetini belirtmek için kendi hırkasını çıkarıp bu şaire hediye ederek iltifat etmiştir.

Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor. Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesadı kaldırmak için, yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir. İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, büyük insan şöyle buyurmaktadır: “Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.”

Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah’a duâ gibi ibâdetlerin yanında; gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleneceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.

Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi Allah’ın râzı olacağı kul olmak, dille mümkün olduğu gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay olabilmektedir. Yine, cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile sahip olup olamamaktan geçmektedir.

Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı bir yemek, kötü sözle yenilmez bir acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam veremese de sesini çıkarmaz. Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir olduğundan, Ezop’tan bu sefer bildiği en güzel yemeği pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde Ezop yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim iştir?” Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap verir. Hakikaten çok mükemmel bir sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak, yemek esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek lâflar etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus, söz konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.”

İnsanlar söz konusunda üç gruba ayrılır: Suskun-sessiz insanlar; gevezeler; hoşsohbet insanlar. Aşırı derecede suskun ve sessiz insanlar, çoğunlukla kendilerine güveni olmayan, ezilmiş ve kişiliksiz insanlar olabilir. Öyle değilse bile, bir insana faydalı olamayan, onu yeri geldiğinde teselli edemeyen, sevindiremeyen, bazen de dilsiz şeytan durumuna düşen kimselerdir. Bunlar; fazla aranılıp sorulmaz, yoklukları önemsizdir.

İkinci grup insanlarsa yerli yersiz hep konuşmayı severler, başkalarına bu hakkı vermek istemezler, tek dilleri olduğu halde iki kulakları olduğunun hikmetini kavramazlar. İnsanlar, bu tiplerden de çoğunlukla rahatsız olur. Tabii, çok söz yalansız da olmadığından kendileri ve dinleyicileri günahkâr da olur. Bu tipler, genellikle kendilerini çok beğenmiş insanlardır da. Bazen susmanın altın olduğunu anlatamazsınız onlara. Dedikoduya meraklı olan bu tipler, sır da saklayamazlar. Bunların da zararı çok kişiye dokunacağından, konuşma kirliliğine sebep oldukları ve kul hakkına da tecavüz ettiklerinden bunlar da sevilmezler.

Üçüncü gruptaki tatlı dilli insanlarsa, devamlı aranıp kıymeti herkesçe takdir edilen insanlardır. Neyi, ne zaman, nerede ve nasıl konuşacağını bilen insanlardır. Konuştuklarında ağızlarından sanki bal akıyordur. Derdinizi, sıkıntınızı o konuşurken unutur, onu sever, arar, ondan faydalanmak istersiniz.

Karşısındaki topluluğu uzun uzun düşünmeğe mecbur eden, ağlatan, fikir ve inançlarını değiştiren veya geliştiren, onların gönüllerinde, vicdanlarında hâkimiyet kuran, onları fetheden konuşmacılar vardır. Nice zaferler, güzel sözlerle kazanılmış, nice askerin morali güzel sözle zirveye çıkarılmış, heyecanları galeyana getirilerek seve seve canlarını fedâ edecek hale yükseltilmiştir.

Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma ve güzel yazma, başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardandır. Kimi vardır, güzel konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir. Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak Allah’ın bir lütfu ve nimeti olarak verilen bu beyan yeteneğimizi[12] kontrole ve disipline alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip olması beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat, sözü dinlenen, güzel ve düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde anlatan bir seviyeye, çalışıp gayret etmek şartıyla hemen her insan gelebilir.

Bütün bunlara rağmen, güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gaye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gayeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Din, amaç; dil araçtır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gayeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken, vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir. Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, edebiyat yapma) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.

Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifadeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların en güzeli olan Kitab’ına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ (şâirler) sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilmiştir.[13]

Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir. Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir. Sözü sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması, değer vermemesi gerekir. Müslümanın, güzel rolündeki büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü, bir şeyin sahtesini fark edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir.

Bazen, dinî nasihatler yapan, vaaz, hutbe ve sohbetlerle insanlara hakkı göstermeye çalışan kimselerin, özellikle mevlit okuyan veya radyo ve televizyon programlarında duâ yapan bazı görevlilerin samimiyetsizliği sırıtmakta, bu yapay süsleri bolca kullanarak, makyajı suratından akan kimselerin görüntüsünü oluşturabilmektedir. Allah rasûlü, bu konuda şöyle buyurur: “İneğin geviş getirmesi gibi, dilini sağa sola çevirerek belâğat göstermeye çıkan kimselere Allah buğz eder.”[14] Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifadesini, doğruluğu aramalıyız. Mehmed Âkif Ersoy: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!” diyerek buna işaret etmiştir. Ama sözümüz odun gibi olacaksa, Yûnus’un, dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun, yontulmamış olmasın.

Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir.[15]

GÜZEL SÖZÜN ÖZELLİKLERİ

Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir.[16] Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir.[17] Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır.[18] Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.

“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”[19]; “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”[20] Bu âyetlerden yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini şöyle tespit edebiliriz:

  • Allah’a dâvet, insanları mutlak doğruya, tevhide, İslâm’ın ana esaslarına çağırmalıyız. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya cemaatimize, dernek veya vakfımıza değil; insanları Allah’a ve O’nun dinine, O’nun tartışmasız doğrularına dâvet etmeliyiz.
  • Sâlih amel, yani sadece sözle yaptığımız dâvetle yetinmeyip hal dili, beden dilini de kullanmak, anlattığımızı önce ihlâslı bir şekilde nefsimizde yaşamak ve örnek olmak gerekmektedir. Unutmamalıyız ki, eteği tutuşan itfaiyeci, kendini kurtarmadan dışarıdaki yangını söndüremez.
  • “Ben müslümanlardanım” demek, yani Allah’a teslimiyet, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışmak, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmamak, şahsiyet/kimlik sahibi olmak ve dünyevî çıkar gözetmemek gerekir.

Diğer âyet ve hadislerden yola çıkarak, güzel sözün diğer temel içerik özelliklerine şunları da ekleyebiliriz:

  • Hayırlı ve Faydalı Şeyler Konuşmak: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”[21]
  • Aksi Gerekmediği Müddetçe      Sevindirici,    Müjdeleyici   Sözler:

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[22]; “Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”[23]

  • Muhâtabın Seviyesine ve Psikolojik Durumuna Uygun Sözler.

Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:

1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir.

2-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,

  • Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
  • Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
  • Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, (bu konudaki diğer âyet ve hadislerde emir ve tavsiye edilen güzel öğüt kurallarına uymak:) tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak, alternatif göstererek kötülüğü değiştirmek, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
  • En güzel şekilde münakaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”[24]; “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”[25]; “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.”[26]

TARİHTEN BU YANA DİL - DİN İLİŞKİLERİ KONUSUNDA BAZI TESBİTLER

Dillerin, Konuşmanın Doğuşu: Vahyi esas almayan câhilî öğretiler, konuşmanın ve dillerin ortaya çıkışı konusunda birbirini yalanlayan bir sürü teori ortaya atmaktadırlar. Çoğunlukla ifade edilmek istenen şudur bu görüşlerde: Konuşma toplumsal hayatın ve evrimin bir sonucudur. İlk insanlar, uygarlıktan yoksun hayvana yakın yaratıklar olduklarından konuşma gibi bir özelliği icat edememişlerdi. Birbirleriyle işaretlerle anlaşıyorlardı... Peki, sonra nasıl konuşmaya başladılar? Bu sorunun cevabında, câhiliye, farklı teorileri bilim diye ortaya sürmektedir. Bunların hiç biri, mantıklı ve ciddiye alınabilecek seviyede değildir. Hâlbuki Kur’an, bu konuda kesin bilgiler vermekte, ilk insanı yaratan, onu nasıl yarattığını ve ona ne gibi özellikler ve nimetler bahşettiğini açıklamaktadır: “Allah, Âdem’e (ilk insana) tüm eşyanın isimlerini öğretti.”[27] Eşyaya ad vermeyi, yani konuşmayı öğreten Allah’tır ve ilk insana bunu öğretmiştir. “Rahman olan Allah, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı, maksadını anlatmayı öğretti.”[28] Yoksa, Allah’ın vermediği bir kabiliyeti insan, sonradan uygarlık veya tekâmül sonucu elde etmiş değildir. Öyle olsaydı, başka yaratıklar da bu çeşit tekâmüle ve uygarlığa ulaşabilirlerdi. Sözgelimi, insanlara koca bir hayvan boyun eğmez veya onlarla konuşabilecek seviyeye, insan gibi o da gelebilirdi. Ama “vermeyince ma’bûd, neylesin mamut veya Mahmut!”

Bazıları, insanı “hayvan-ı nâtık”, yani “konuşan hayvan” diye tanımlamışlar. İyi düşündüğümüzde bunun yanlış olduğunu, hayvanlardan farkımızın sadece konuşma yeteneğimiz olmadığını, nice konuşanın da hayvandan daha aşağı olduğunu kavrayabiliriz. Fakat, bununla birlikte, bu gibi anlayış ve tarifler, tarihten beri konuşmaya verilen önemi belirtir. Konuşma ve yazma, ne kadar otomat, âni olduğu halde, üzerinde derin düşündüğümüzde Allah’ın sanatının ne kadar hârikulâde olduğunu, bu verdiği nimetler sayesinde bile öğrenebiliriz: Konuşmamızı gerektiren bir etki olacak, o kulak veya göz gibi bir araçla beyne ulaşacak, beyin bunu değerlendirecek. Nasıl bir tepki ile karşılayacağını hesap edecek, karar verecek. Bunu uygulamak için dile emir verecek. Bu arada nasıl tepki gösterileceğine dair kararlar çıkacak: Ses tonu, kelimelerin seçilişi gibi daha nice unsurlar en ince teferruata kadar tayin ve tespit edilecek. Bütün bunlardan sonra konuşma biçiminde dışa akseden eylem ortaya çıkacak. Bütün bunların hepsi, saniyenin belki onda birinden daha küçük bir zaman diliminde olacak. Bu, Allah’ın sanat ve azametini gösteren âyetlerinden (alâmetlerinden) başka bir şey değildir. Dünyada bulunan milyarlarca insanın hiç birinin ses tonu, bir başkasının aynısı değildir. Aynı et parçaları, benzer yapılar, fakat neticede benzemeyen eser. Birbirine benzediği kadar, benzemeyen fizikî ve ruhî özellikler. Allah öyle bir sanatkâr ki, bir eserini her şeyiyle aynen tekrar etmeyi, kendi sanatına uygun görmüyor. “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”[29]

Ses tellemiz, birbirine benzer olduğu, ağzımızın, dilimizin ve hatta beynimizin yapısında bir farklılık olmadığı halde, dünyada değişik bölgelerde yaşayan insanlar, değişik lisanlar konuşmakta, farklı sesler çıkarabilmekte, çeşitli ses yapılarına ve tonlarına sahip olmaktadırlar. Hatta aynı dilin konuşulduğu bölgelerde bile şehirden şehire, kasabadan ksabaya farklı lehçeler kullanılmaktadır. Bunun yanısıra, her insanın telâffuzu ve konuşma tarzı diğerlerinden farklıdır. Aynen, vücudun benzer yapılar ve renkler içinde, benzemeyen yapı ve renk farklılığı gibi. Aynı anne ve babanın çocuklarının her birinin tümüyle aynı özelliklere sahip olmadığı gibi. Bir ağacın iki yaprağı, gökten yağan milyarlarca kar tanelerinin şekilleri bile aynı değil. Bu imâlâtların farklılığı, kâinat fabrikasında çok usta bir sanatçının var olduğunu ispatlamaktadır. Aynı şeyi ikinci kez aynen yaratmayı güzel görmeyen yaratıcı güç, her an yeni bir model icad etmektedir.

“Evet, Bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.”[30] Dünyada bulunan tüm insanların parmak uçlarının çizgilerinin bile farklılığı ve yeniden yaratılışta bu farklılığın gözetileceği vurgulanır. Benzeme içinde benzememe; zıtlar arasında uyum ve âhenk...

DİLİN BAZI ÖZELLİKLERİ

İnsanların yaşayışlarındaki bazı değişiklikler dile etki yaparak, dilde de değişikliklere yol açar. Toplumsa değişmeler, bilim, fen ve teknolojideki gelişmeler, duygu ve düşüncelerdeki yeni belirlemeler, inançlar ve inançlardaki değişimler dilin ve dil kurallarının değişmesi için birer etkendir. Türkiye’nin son yüzyıldaki değişikliklerinin dile yansımadığını hiç kimse iddia edemez. Bugünkü genç nesillerle, dedeler arasında bile konuşma yönüyle büyük bir fark oluşmuş durumda. Daha kırk sene önce yazılmış bulunan nice eser, (söz gelimi, Risâle-i Nur Külliyatı, Âkif’in Safahat’ı, Tevfik Fikret’in Rubâb-ı Şikeste’si) yeni nesiller, cumhuriyet çocukları tarafından hiç anlaşılamamakta, sanki yabancı, başka bir dille yazılmış gibi istifadeden uzak, tozlu raflarda esir hayatı yaşamaktadır. Dedelerimizin kullandığı nice kelimelerde değişiklik oldu. İslâm düşmanlığının bir neticesi olarak Arapça ve Farsça’dan dilimize girmiş nice kelime ve deyimler batıdan ithal edilen çarmıha gerilip idam edildi. Resmî yönlendirmelerin yanında son yıllarda yaygınlaşan bilgisayarın da Türkçe’yi yozlaştırdığına, çok sayıda kelimenin imlâsının, hatta söylenişinin İngilizceTürkçe karma, ucûbe bir şekle girmesine sebep olduğu da bir vâkıa.

Ayrıca, konuşma dili, sosyal çevrelere bağlı olarak farklılık gösterir. Kişilerin eğitim ve kültür düzeyleri, yetiştikleri çevre, hatta yaptıkları işler, onların dilini etkileyerek değişikliğe uğratır. Bir doktorla bir çoban, ikisi de Türkçe konuştuğu halde aynı kelimelerle, aynı ifadelerle konuşmazlar. Avrupa’da yetişmiş bir Türk genci ile Türkiye’de yetişen bir gencin dilinde, vurgularında büyük farlılıklar vardır. Şoförlerin kendilerine has bir konuşma tarzı vardır diyebilecek kadar bazı mesleklerin dile etki ettiklerine şahit oluruz.

Dille toplum arasında sıkı bir bağ vardır. Toplum hayatındaki her türlü değişme ve gelişme, dilde de etkisini gösterdiğinin çarpıcı örneği, Türkiye’nin İslâm medeniyetini terkedip Batı uygarlığını benimsemesi neticesinde dinde olduğu kadar, dilde de kendini gösteren değişikliklerdir. İslâm’ı kabul edip o medeniyetin içine girerek, diğer müslüman ırklar ve toplumlarla tek bir ümmet olan eski Türkler, bu sebeple uzun yıllar Osmanlıca denen bir dil kullanmışlar, yine Osmanlıca denilen (aslında Araplara ait, Kur’an alfabesi) bir yazı ile eserler vermişlerdir. Osmanlıca, bugün bazılarının zannettiği gibi, Türkçeden başka, ondan bağımsız değişik bir dil değildir. Türkçenin, İslâm etkisinde kalarak girdiği eski şeklidir.Yani, dünkü kullanılan Türkçedir. Ortak medeniyet oluşturdukları Araplardan ve İranlılardan bazı kelime ve terkipler, ekler doğal olarak Türkçeye girmişti. Bu kelimeler hazmediliyor, Türk söyleyişine uygun hale geliyor, fakat dili tümüyle değiştirmiyordu. Nasıl ki, bir insanın içine, midesine hayvan etleri girer, fakat bunlar hazmedildiği için, insan hayvanlaşmazsa, insan bunlarla güçlenir, bünyesini geliştirirse, özellikle Kur’an’ı ve hadisi genel kültür kabul eden insanların da Arapçadan; Farsçayı edebiyat dili olarak kabul edenlerin o dilden bazı kelimeler alması dillerini değiştirmez, hatta kuvvetlendirir. Tanzimatla birlikte Batı uygarlığına yönelme, dilde İslâmî bazı kelimelere, sadeleşme terâneleriyle düşmanlık haline geliverdi. Medeniyetteki, dini anlama ve dini hayata hâkim kılma, dini yaşamadaki değişmeler, dilde de kendini gösteriverdi. Dildeki Arapça ve Farsça kelimeler atılınca, halkın dini anlaması da güçleşecekti. Avrupa’dan bazı kelime ve kavramlar girince batılılaşma daha kolay halka kabul ettirilecekti. Onun için dil devrimi yapılmış, sonra bunu harf inkılâbı takip ederek, halkın dinle, Kur’an’la zaten gevşemiş bulunan bağları iyice kopacak hale getirilmiştir. Yüz sene önce Türkçe konuşan, okuyan ve yazan bir insanın meselâ Fâtiha sûresinde, anlamadığı kelime hemen hemen yoktu. Bugünkü dilde ise, bırakın Fâtiha’daki kelimeleri anlamak, Fâtiha kelimesini bile, ibâdet kelimesini bile anlamakta güçlük çeker hale getirildi günümüz insanı.

Dil, kültürden ve inançlardan koparılamaz. Osmanlıca, yani eski Türkçe, İslâm kültürünün ortaya çıkardığı bir dil idi. Osmanlıcanın İslâm medeniyetinden etkilendiği inkâr edilemez bir gerçek olmasına rağmen, Osmanlı devletinde halk ile aydınlar arasında bağlar, köprüler sağlam değildi. Halkın konuştuğu ve eğer biliyorsa yazdığı dilden çok farklı konuşuyor ve yazıyordu o günkü medrese mezunları, yani aydınlar. Yazı dili ile konuşulan dil arasında; Divan edebiyatı ile Halk edebiyatı arasında; Medreseli aydın ile halk arasında büyük uçurumlar vardı. Ama bu vâkıa ıslah edilmesi, toplumun ve İslâm’ın istikametinde uzlaşmaya, uçurumların giderilmesine ve halkın kültürünün artırılmasına gidilmesi gerektiği yerde tam tersi oldu. İslâm aleyhtarlarının, batı hayranlarının kasıtlı tavırlarıyla Kur’an kültüründen halkın olduğu gibi, tüm aydınların da bağlarını kökünde koparmak, eski İslâmî kültür ve eserleri yok etmek için, yeni rejim, dilde ve yazıda da devrim yaptı; dinde yaptığı gibi, medeniyette yaptığı gibi. Netice mi? Mâlûm. Dilde yapılanlar için mâzeret belliydi: Türkçeyi yabancı dillerin (Arapça ve Farsça) egemenliğinden kurtarmak, halkın konuştuğu dille yazı dilinin aynı olmasını sağlamak, dilde sadeleşmeyi gerçekleştirmek. Bu iddialarında samimi değildi devrimciler. Eğer samimi olsaydılar, başka dillerin egemenliğinden kurtarıp sadeleştirmek istedikleri dile, Batı dillerinden binlerce kelime ve deyimleri katmakta bu kadar cömertçe davranmazlardı.

Türkler müslümanlığı kabul ettikten hemen sonra niçin yazıları ve dilleri değişmişti? Çünkü din değişikliği herşeyin değişmesi demekti; her şey değişmeye başlamış, dil de, yazı da İslâmlaşmaya başlamıştı. Eski câhilî bağların kopması için, yazının ve dilin değişmesinin şart olduğunu kabul ediyordu o günkü âlimler ve yazarlar. Hatta geçici bir süre, müslüman Türk yazarlar, eserlerini Arapça veya Farsça yazmaya başlamışlardı ki, eski câhilî bağlar tümüyle koparılsın, eski dinle ve câhilî örflerle yeni dinin sentezi olmasın. İslâmlaşırken yapılanlar, batılılaşırken de tersine yapılıyordu. Cumhuriyetten sonra, tabii ki devrimler ve devlet zorlamaları ve yönlendirmeleriyle İslâm’la bağları koparmak için Kur’an’ı, Kur’an’ın harflerini, Kur’an dili Arapçayı öğrenmeye veya öğretmeye kalkanların vay haline! 1928’lerden 1970’lere kadar en sert bir şekilde cezalandırılıyordu Kur’an yazısını ve Kur’an dilini öğreten ve öğrenenler. Ama, dünyada esen rüzgâra paralel olarak önceleri Fransızca, sonraları İngilizce bilmeden kültürlü sayılmıyordu insanlar.

Eski dille yazılı, İslâm alfabesi ile te’lif edilmiş kitaplar, toptan imhâ edilmiş oldu. Bu, altmış yaşına gelmiş, çok okumuş, kültürlü bir insanın, kendi isteğiyle beyninde/aklında bulunan tüm birikim, ilim ve tecrübeleri imha ettirip sildirmesi, bir yaşındaki çocuğun başladığı yerden yeniden konuşmayı öğrenme çabası, yeniden eşyayı değerlendirmeye çabalamasını tercih etmek gibi bir şeydi. Aslında bin dört yüz yıllık; Türk diliyle hiç değilse altı yüz yıllık bir mirası reddetmek, yukarıdaki örneğe benzemektedir. Milleti, bazı câhilî öğretiler, “din, dil, tarih, vatan, kültür birliğinden oluşan halk” diye tanımlar. Bu tarife göre Türkiye toprakları üzerinde din birliğinden, dil birliğinden ve sayılan diğer birliklerden söz etmek, kargaları bile güldüreceğine göre, nerede millet? Kürtlerin Anadolu toprakları üzerinde Kürtçe konuşmalarına müsaade etmeyen zihniyet, güya Türkçeyi tek konuşulan dil haline getirmek istiyor. Peki sormazlar mı “hangi Türkçe?” diye.

Uzun dilin başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini çıkarıp yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesada, yalana yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ arkadaşlarının yerini haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim güçlerin yüzüne tüküren adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.

Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsada yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman kendini dinletir. Söylenecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak.

 

[1] ] 30/Rûm, 22

[2] ]1458]  17Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120/İsrâ, 53

[3] ]1460]  Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947

[4] ] 39/Zümer, 23

[5] ] Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...

[6] ] 17/İsrâ, 53

[7] ] 2/Bakara, 83

[8] ] 39/Zümer, 18

[9] ] 4/Nisâ, 63

[10] ] 3/Âl-i İmrân, 159

[11] ] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10

[12] ] 55/Rahman, 4

[13] ] Bkz. 26/Şuarâ, 224-227

[14] ] Ebû Dâvud, Edeb

[15] ] Bkz. 3/Âl-i İmran, 159

[16] ] 55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4

[17] ] 30/Rûm, 22

[18] ] 14/İbrâhim, 4

[19] ] 41/Fussılet, 33-35

[20] ] 16/Nahl, 125

[21] ] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120

[22] ] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722

[23] ] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947

[24] ] 4/Nisâ, 63

[25] ] 4/Nisâ, 148

[26] ] 6/En’âm, 108

[27] ] 2/Bakara, 31

[28] ] 55/Rahman, 1-4

[29] ] 30/Rûm, 22

[30] ] 75/Kıyâme, 4