Kurban Bayramı Hutbesi

Bayram Vesilesiyle Sevgimizi Gösterelim

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فَاِنَّاللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ

لَنْ يَنَالَ اللّٰهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَٓاؤُ۬هَا وَلٰكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوٰى مِنْكُمْۜ كَذٰلِكَسَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْۜ وَبَشِّرِ الْمُحْسِن۪ينَ

“Sevdiklerinizden (Allah yolunda) infak edip harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz Allah onu bilir. [1]

“Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır. Ancak sizden O'na yalnız takva ulaşır. İşte böylece onları sizin emrinize verdi ki sizi hidayete erdirmesine karşılık Allah'ı tekbir edip yüceltmeniz için. İyilik edenleri, güzellik sergileyenleri müjdele.” [2]

“De ki: ‘Benim namazım, kurbanım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi olan Allah içindir." [3]

 

İbrahim Olup En Sevdiğimizi Allah’a KURBAN Edebilme Bilinci

Kurban; İslâm’ın şiarlarından biri…

Kurban; anlamı, insanı Allah’a yaklaştıran şey… 

Allah’ın rızâsına, O’nun sevgisine yükselten, takvâ duygusunu zenginleştiren, gönlü Allah’a bağlayan, fedâkârlık simgesi… Allah için vazgeçemeyeceğimiz hiçbir şeyin olmadığının ve O’na her şeyimizi fedâ edebileceğimizin göstergesi…

Kurban anlayışı, hemen bütün dinlerde mevcut bir ritüel, İlâh’a takdim edilen hediye…

Halkın “ben sana kurban”, “canım sana kurban”, “kurbanın olam” şeklinde muhâtabına aşırı sevgisini ifade ettiği en anlamlı kelime…

Nice bâtıl dinde tanrıların gazabını gideren tanrı yiyeceği sayılmış, bazı dinlerde insan ve eşya da kurban kabul edilmiş. Hâlâ heykellerin önüne et değilse de ot konulması bu yanlış kurban anlayışının uzantısı…  

Günümüzde düzen tanrısına vatandaşın, madde tanrısına mâneviyatın, sanat(çı) tanrısına hayran kitlelerin, futbol(cu) tanrısına fanatiklerin, diploma denen kâğıttan tanrıya gençliğin, para denen ve insanı paralayan bol sıfırlı tanrıya koca bir ömrün, moda tanrısına modern insanın, seks tanrısına nesillerin, Batı tanrısına Doğunun, dünya tanrısına âhiretin kurban edildiği bir vâkıa. Bütün bu kurban isteyen güçler sanal, ilâhlık da sahte. Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına tüm hücreleriyle iman ve şehâdet eden muvahhid mü’min, Allah’tan başka kendisi için kurban edilecek ve kurban olunacak hiçbir varlık kabul edemez. Tek güç kaynağı olan mutlak kudret sahibine kurban bilinciyle adanmadan, harcanmaktan ve esaretten kurtulmanın çaresi yok. Ancak İslâm’a teslim olan insan özgürleşebilir, gerçek hürriyetine kavuşabilir. Kim Allah’a sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum o neye sahip?

Çağdaş sahte ilâhlar, modern tanrılar sadece insan bedenini kurban almakla yetinmiyor, onların ruhlarını, yüreklerini de istiyor. Bedenlerden çok daha önemli olan beyinler, gönüller tâğutlara, beşerî ideolojilere, zâlim düzenlere kurban ediliyor. Doğru kurban anlayış ve uygulamasının sonu cennet, yanlış kurban anlayışının sonu da zillet ve âhirette de dehşet.   

Kendi hevâsına, eşyaya, ideolojilere, tâğutlara kurban edilen insanlığın yeniden izzete kavuşması için Allah’tan başkasına kul olmaması, her ibâdetinin yalnızca Allah için olması gerekiyor. Aziz, onurlu ve erdemli insan olmanın yolunu gösteriyor Rabbimiz: “De ki: Benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan ve ortağı bulunmayan Allah içindir. Ben, bununla emrolundum ve (böyle inanarak) Müslüman olanların ilki de benim.”[4] Bu âyetteki ifadeyle kendimizi Allah’a adayarak armağan edip şöyle ant içmiş oluyoruz: “Benim tüm istek ve arzum, kurbanım ve bütün ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’a armağan olsun! Ulûhiyetinde O’nun ortağı yoktur. Ben, işte bu tevhid ile emrolundum ve ben varlığını kayıtsız şartsız Allah’a teslim edenlerin öncüsü olacağım!”   

İnsanların sahte tanrılara böylesine dünya çapında kurban edildiği, İslâm düşmanı zâlim işgalcilerin kurban yerine Müslümanları kesip onların kanını sel gibi akıttıkları zamanları bayram sevincinden ziyade, ümmetin muhâsebesini yaparak kurtuluş planlarıyla değerlendirmeliyiz.

Fesâdın ve şirkin egemen olduğu böyle bir dünyada, İslâm’ın getirdiği kurban ibâdeti bu çarpık zihniyete bir tavır alıştır, bir meydan okumadır. Evet, bir yanıyla tam bir teslimiyet olan kurban bilinci, diğer yanıyla isyan ateşini yakmak, Allah’a isyan edenlere isyan bayrağını çekmektir. “Lâ”sı olmayan, tahrif edilip yumuşatılmış, ısıtılıp ılımanlaştırılmış din anlayışından, hayatın merkezine başka şeylerin konulduğu şirk anlayışından kurtulmak için O’nun yoluna her şeyimizi kurban edebilmeye hazır olmamız ve kendimiz de kurban olma için can atmamız gerekiyor. Ancak bu bilinç bizi dünyada izzete, âhirette cennete kavuşturur.

Bu anlamda kurban, varlığın, esas sahibine iâde edilişini, emanet şuurunu sembolize eder. İnsanın hizmetine sunulan maddenin esâretinden kurtulmak, Allah dışında hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin önünde belimizi bükmemek, hayvan sürüsü gibi güdülmemek, parlak kurbanlık bıçaklarına boyun uzatmamak bilincidir bu. Kurban, malın da canın da gerçek sahibini tanıyıp mülkün sahibinin istediğini istediği gibi yerine getirmektir. Kurban, Allah’a; kurban ettiği hayvan için “o benim kurbanımdı, ben ise Senin kurbanınım” diyebilmektir. Diyebilmek, sadece dille değil, bütün organlarla; diyebilmek ve gerektiğinde uygulayabilmektir.

Et değil, kan değil; Allah’a takvâ ulaşır.[5] Kurban bizim takvâmızı içerdiği oranda makbul bir ibâdet… Füzeden çok daha hızlı yücelere yol alacak şekilde İlâhî rızâya ihlâsımız ölçüsünde bizi ulaştıracak bineğimizdir, kurbanımız…

 

Kurban Etmek, Kurban Olmak

Allah'ı sevmek, yani muhabbetullah, her mü’minin, elde etmek için ardından koştuğu mertebelerin en yücesi… Allah sevgisi; kalplerin azığı, ruhların gıdası, gözlerin bebeği… Allah sevgisi; bir hayattır, onsuz insan ölülerden sayılır; bir nurdur, onu kaybeden karanlıklarda kalır. İnsan için en büyük mutluluk, Allah sevgisine ulaşmaktır. Bu sevgiye ulaşmanın yolunu ve sevginin isbatını Yüce Allah şöyle bildirir: "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."[6] Allah’ı seven O’nun Rasûlüne uyar. Kurban; Rasûl’ün vâcip hükmünde önemli sünnetlerinden biri. Paradan, maldan, candan geçme ile ortaya konan kurban, Allah sevgisinin ve Rasûl’e tâbî olmanın isbatıdır.

İsyan ile sevgi bir arada bulunamaz. Allah'ı sevmek, diğer varlıkları sevmemeyi gerektirmez. Ancak, yaratılanı Yaratan gibi, Yaratan’ı da yaratılan gibi sevmek küfürdür. İşte kurban, Yaratan’ı her şeyden çok sevdiğimizi göstermek, yaratılan mallardan ve canlardan bazılarını O’nun uğrunda fedâ ederek bu sevgiyi yerli yerine koymak, sevgi sınavını kazanmaktır. 

Hiç kimsenin sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kötü gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler/köşkler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, (işte o zaman) Allah’tan size bir belânın gelmesini bekleyin. Allah böyle fâsık bir toplumu, asla dosdoğru yola ulaştırmaz.”[7] Babamız ve oğlumuz, kardeşimiz veya eşimiz Allah’tan ve cihaddan daha sevimli olamaz da bir kurban parası mı daha sevimli olacak ve bu yanlış sevgi sahibi mi Müslüman kalacak?

Namazsız, ibâdetsiz bayram olmaz. Yüce Rasûl şöyle buyurmuştur: "Bu günümüzde yapacağımız ilk şey, namaz kılmaktır."[8] Bayram, Allah'a yakınlık ve kulluk zamanıdır. Bayram namazı kılınmadan bayram başlamaz. Yine gücü yeten Müslüman, kurban kesmeden bayram yapmaz. Kurbandır bayramımız, bayramdır kurbanımız bizim. Hac'da, Zilhicce’nin onunda temettu haccı yapanlar da kurban keser. Ama bu, bayram kurbanı değil, şükür kurbanıdır. Çünkü bir gün önce hacı olmuş, artık dünyada en sevdiği varlığı, oğlunu kurban eden ve kendi canını seve seve Allah’a verenin çağrısına uymuş, onların izini takip etmiş, kendisi ve en sevdiği kurban olmuş, İbrahim’leşmiş ve İsmail’leşmiştir hacı. Kurbandan sonra ilk iş olarak şeytan taşlanır, sonra bayram başlar. Şeytanı mağlup etmeden, şeytanlara taş atmadan mü'min bayram yapmaz. Bayramın ilânı çokça ve yüksek sesli tekbirlerle olur. Allah'ın en büyük olduğu, O'nun dışındaki şeylerin çok da önemli olmadığı ilân edilir bayramda. "Bu bayram günleri, yeme içme ve Allah için zikir günleridir."     

Kurban ibâdeti, İbrahim’in ve İsmail’in şehâdetini bu çağa taşımaktır. Bunu kimileri kurban keserek sembolik olarak yapar. Kimileri de canlarını Allah yolunda vererek fiilî olarak gerçekleştirir. Allah için kurban kesen, Allah yolunda gerektiğinde kan akıtmaya veya kendi kanını akıtıp canını vermeye hazır bir cihad eridir. Allah emretse oğlunu ve kendini kurban edebilecek olan muvahhid mü’min, gerektiğinde oğluyla karşılaştırılmayacak kadar kıymetsiz olan İslâm düşmanının kanını akıtmaya, gerektiğinde İsmail Peygamber’den kıymetli olmayan canını fedâ etmeye, Allah yolunda kıyâm edip cihad etmeye can atmakta, esas bayramın şehid veya gâzi rütbelerinde olduğuna inanmaktadır. İslâm dünyası, Allah yolunda mallarını ve canlarını kurban olarak fedâ eden veya etmeye hazır olan, çağdaş İbrahim ve İsmail’ler eliyle yücelecektir.  

Kurban ibâdetinin şuuruna varmayanların payına kurbandan belki de “et”, İsmail gibi olanların payına da “cennet” düşer. Kendilerini Allah’ın yoluna kurban olarak hazırlayanlar; imanlarını tıpkı kestikleri kurban gibi kusursuz, eksiksiz yapmaları gerekir. Bedeninde noksanlık olan hayvanlardan kurban olmaz. Kurbanın sağlıklı, eksiksiz ve hayvanlar arasından en seçilmişlerden olması gerekir. İmanı eksik, hastalıklı, felçli ve illetli olanlar kendilerini o ulvî gâyeye adayamazlar. Öyleyse, haydi yeniden İslâm’a, yeniden imana!

Kendini Allah’a adayıp nefsini ve sevdiklerini kurban edebilenlere Allah’ın bir lutfudur Kurban ve Bayram. Bu anlayıştan uzak yaşayanlar olsa olsa Et Bayramı kutlarlar. Sevdiğimiz dünyevî şeyleri Allah yolunda kurban etmeden bayram yapmaya hakkımızın olmadığını unutmamalıyız.   

İbrahim olup İsmail’imizi, İsmail olup gerektiğinde kendi nefsimizi O’nun yolunda seve seve fedâ edebilme bilinciyle hak edenlerin bayramı mübârek olsun. Hak etmek için Hakk’a teslim olma duâsıyla, Allah yolunda kurban adayı, cihad eri, canlı şehidlere selâm olsun! 

[1] 3/Âl-i İmrân, 92

[2] 22/Hacc, 37

[3] 6/En’âm, 162

[4] 6/En’âm, 162-163

[5] 22/Hac, 37

[6] 3/Âl-i İmrân, 31

[7] 9/Tevbe, 24

[8] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Edâhî 7

Ramazan Bayramı Hutbesi

 

BAYRAM DEMEK, ALLAH’A YAKLAŞMA DEMEKTİR

ا َلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ

لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۜ لَا تَبْد۪يلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۜ

“Bilesiniz ki Allah dostlarına asla korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler.

Onlar ki, iman etmişler ve takvâya ermişlerdir.

İşte onlara hem bu dünya hayatında hem de âhirette müjdeler olsun! Allah’ın sözlerinde değişme olmaz; (öyleyse) en büyük kazanç budur.” [1]

"Kim, sevabını Allah'tan ümit ederek Ramazan ve Kurban Bayramının gecelerini ibâdetle ihyâ ederse, kalplerin öldüğü gün onun kalbi ölmeyecektir." [2]

Bayramlar, neşe ve sevinç günleridir. İslâm, kendi toplumunu huzur ve sevincin zirvelerine tırmandıran kendine has özel günler tesbit etmiş ve tüm bağlılarını bu günlerde birbirleriyle kaynaştırmıştır. Dinimiz, her şeyde olduğu gibi bayram konusunda da orta yolu seçmiştir. Dejenere olmuş toplumlarda görülen bayram enflasyonu da, insan doğasına aykırı bayramsızlık da, fıtrat ve denge dini İslâm'da doğru görülmemiştir. Her toplumun, kendi inançlarına göre, kendine has bayramları olduğu gibi; Medine İslâm devletinin kuruluşundan bugüne bütün İslâm âleminde kutlanan, bu ümmetin de iki bayramı vardır: Biri Kurban, diğeri de Ramazan Bayramı.

İslâmî kardeşliğin, dayanışma ve huzurun perçinlendiği bu mübârek günler, müslümanların huzur, mutluluk, dostlarla dayanışma ve en büyük dost Allah’a yakınlaşma günleridir. Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi. Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi. Bu durumu gören Hz. Peygamber, bu günlerin bayram olarak devam etmesini kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir.”[3] Bu Peygamberî tavırdan yola çıkarak, bir müslüman, bu iki bayra10/Yûnus, 52-62mın dışında başka bir bayram kabul edemez.

“Allahu ekber, Allahu ekber!” şeklinde yüksek sesle getirilen tekbirler de bu coşkunun dış âlemle paylaşılmasıdır. Bu özel namaz ve tekbirler, benzetme yerinde ise, Yaratıcı ile bayramlaşmadır. Namazdan, bu güzel randevudan sonra insanlar arası bayram başlar. Önce aile, sonra akrabalar ve daha sonra bütün müslümanlar birbiriyle bayramlaşır; sesli tekbirler şeklindeki sloganlar da tabiattaki diğer varlıklarla bayramlaşma, onlarla selâmlaşmadır.

Namazsız, ibâdetsiz bayram olmaz. Yüce Rasûl şöyle buyurmuştur: "Bu günümüzde yapacağımız ilk şey, namaz kılmaktır."[4] Bayramlar Allah'a yakınlık ve kulluk zamanlarıdır. Her iki bayramda bayram namazı kılınmadan bayram başlamaz. Hac'da, önce şeytan taşlanır, sonra bayram başlar. Şeytanı mağlup etmeden, şeytanlara taş atmadan mü'min bayram yapmaz. Bayramın ilânı çokça ve yüksek sesli tekbirlerle olur. Allah'ın en büyük olduğu, O'nun dışındaki şeylerin çok da önemli olmadığı ilân edilir bayramlarda. "Bu bayram günleri, yeme içme ve Allah için zikir günleridir."     

Secdelerle, iç dünyamız bayrama kavuşur. Sevincin en yüksek doza çıktığı bu günlerde ölüm ve ölüler de unutulmaz. Diğer âlemde yaşayan akrabalarla bayramlaşılır. Bayramlar sıla-i rahmin icrâ edilmesi şeklinde yaşayan dostlarla beraberlik olduğu gibi, hayattakilerle ölüler arasında da bir köprüdür. Böylece müslümanın sevincine tatlı bir hüzün ve ölüm ötesi duyarlılık katılacaktır.

Bayram günlerinde boğazımıza dizilen acı bir soru: "Kâfirlerin emrinde ve onların oyuncağı konumunda, çeşitli zulümlere muhâtap, zillet içinde yaşayan dünya coğrafyasındaki günümüzün müslümanları, nasıl sevinip bayram yapsınlar, bayram yapmaya hakları var mıdır?"

Esas bayram, gerçek bayram; İslâm'ın her şeyimize, bireysel, sosyal ve siyasal hayatımıza hâkim olmasıyla, Allah'a hakkıyla kulluk sergilememizle ortaya çıkacaktır. Bayramlar Allah'a kulluğun neticesi, Allah'a yaklaşmanın sembolleridir. Esas bayram, tâğutların Cehenneme çevirdiği dünyayı Cennete benzettiğimiz ve Cenneti hak ettiğimiz gün olacaktır. Bayram bir liyâkattir. Kazançlara bayram; kayıplara mâtem yapılır.   Kur'an'ın (sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken tüm hükümleriyle) mahkûm, dünyanın da zindana döndürüldüğü bir zamanda, bayram yapmaya ne kadar hakkımız olduğunu düşünmeliyiz. Medine İslâm Devleti kurulmazdan önce Mekke’de, Habeşistan’da yaşayan müslümanların bayramları yoktu. Bugün küfrün egemenliği altında yaşayan, müslümanca yaşama hakkını elde edemeyen müstaz'af müslümanların bayram yapıp sevinmeye ne kadar hakları olabilir?

Kurban; İslâm’ın şiarlarından biri… Kurban; anlamı, insanı Allah’a yaklaştıran şey… Allah’ın rızâsına, O’nun sevgisine yükselten, takvâ duygusunu zenginleştiren, gönlü Allah’a bağlayan, fedâkârlık simgesi… Allah için vazgeçemeyeceğimiz hiçbir şeyin olmadığının ve O’na her şeyimizi fedâ edebileceğimizin göstergesi…

Bu anlamda kurban, varlığın, esas sahibine iâde edilişini, emanet şuurunu sembolize eder. İnsanın hizmetine sunulan maddenin esâretinden kurtulmak, Allah dışında hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin önünde belimizi bükmemek bilincidir bu. Kurban, malın da canın da gerçek sahibini tanıyıp mülkün sahibinin istediğini istediği gibi yerine getirmektir. Kurban, Allah’a; kurban ettiği hayvan için “o benim kurbanımdı, ben ise Senin kurbanınım” diyebilmektir. Diyebilmek, sadece dille değil, bütün organlarla; diyebilmek ve gerektiğinde uygulayabilmektir.

Bayramlar Allah'a kulluğun neticesidir. Tüm vücuduna ve nefsinin arzularına oruç tutturan ve kendini Allah'a adayıp nefsini ve sevdiklerini kurban edebilenlere Allah'ın birer lütfudur Ramazan ve Kurban Bayramları. Bu anlayıştan uzak yaşayanlar olsa olsa Şeker ve Et Bayramı kutlarlar. Bayramlar, sadece bir sevinç günü değildir. Aynı zamanda şükür, zikir, diğer mü’minleri hatırlama, muhâsebe ve derlenip toparlanma günleridir. Gönül arzu ederdi ki, bayrama İslâm âleminin gülen yüzü ile girelim ve sevinip bayram yapmaya hak kazanalım. 

Bütün bunlarla birlikte, unutmamalıyız ki, her çeşit aşırılık dinimizde yasaklanmıştır. Allah’ın müslümanlara ihsan ettiği bayramları kabul etmemek, o günleri diğer günlerden farksız görmek dinin tasvip edeceği bir husus değildir. Bayramı çılgınca eğlenip Allah’a isyan ederek geçirmek, nasıl bayram rûhunu katlederse; Allah’ın bayram yapmamızı istediği günleri kabul etmemek de bir isyandır. Allah’ın Rasûlü şöyle der: "Ey Ebû Bekir, her toplumun (kendi inancına göre) bayramı vardır. Bu (Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim bayramımızdır."[5] Bu bayramların neşe ve sevinç günleri olduğunu yine bizzat Hz. Peygamber ifade buyurmuşlardır.[6] Bayramlarda sevinçli olduğunu açıkça ortaya koymak İslâm'ın prensiplerindendir. Biteviye akıp giden sosyal hayatın monotonluğu bayramlarla kırılarak akraba, eş ve dostlar ziyaret edilmekte, fakirler hatırlanmakta, yetimler sevindirilmekte, küsler barıştırılmakta, Allah’a daha fazla ilticâ edilmektedir.

Bayramlar yine, yenilip yedirildiği, içilip içirildiği ikram günleridir. Akraba ve eş-dost ile beraberce bu günün mutluluğu paylaşılır. Bunun için de bayramlarda oruç tutmak Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır.[7] Fakat bayramlar yukarıda belirtilen hedeflerinden de saptırılmamalıdır. Zira bayramlar sadece yemek, içmek ve tatil yapmaktan ibaret değildir. Bu gerçeği göz ardı edip cemiyet hayatını düzenleyen ve aradaki uçurumları kaldıran böyle bayramlarda, tatil bahanesiyle toplumdan kaçarak bir deniz kenarında ya da lüks bir otelde vakit öldürmek, her şeyden önce bu bayramların fazîlet ve sevabından mahrum kalmaktır.

Diğer taraftan bu bayramlar İslâm'ın vakar ve şahsiyetini, olgunluk ve yüceliğini gösteren müesseselerdir. Bu hakikati görmek için, Güney Amerika karnavalları ile Avrupa'nın faşinglerini ve yılbaşı/noel bayramlarını, İslâm'ın bayramları ile karşılaştırmak yeterlidir. İslâmî bayramlar, arkasında tatlı hatıralar, yetim ve kimsesizlerle, fakirlerin mutluluk gözyaşlarını bırakırken; yukarıda saydığımız diğer milletlerin bayramları, arkalarında sadece sefâlet, içki kokusu, yollarda metrelerle ölçülen pislik ve çöp, hepsinden de vahşisi içki ve alkolün sebep olduğu nice ıstıraplar ve ölüler bırakmaktadır.

Bayram günlerini eş-dost, hısım-akraba ziyaretleşmeleri yerine; tanıdıklardan uzaklaşma ve hevâ istikametinde eğlenceyi tercih etme, son yıllarda ortaya çıkan ve dünyevîleşerek lâle devrini hortlatmaya çalışan zenginler arasında giderek yayılma temâyülü göstermektedir. Bayram vesilesiyle evden uzaklaşıp büyük masraflara katlanarak tatil ve eğlence yerlerine gidilmesi, bayram yapmak adına bayram rûhundan kaçmaktır. Dinin bu iki mübârek ve kutlu günlerini batılı ve bâtıl ölçülere göre kutlama ve dejenerasyon açısından bir ölçüttür. "Para benim, bayram benim; dilediğim yerde istediğim gibi bayram geçiririm; kim ne karışır?" demeye hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Çünkü para ve her türlü mülk Allah'ın, bayram da İslâm'ın. Sen de müslümansın. İslâmî örfe ters; misafirperverlik anlayışını yok eden; komşu, akraba, dost ilişki ve dayanışmalarını öldüren; fakir-zengin kaynaşmasını engelleyen, nefsin arzu ve isteklerinin ön plana çıkartılıp uygulandığı bir bayram anlayışı, hayatımız ve toplumsal huzurumuz için, nesillerimiz ve ahlâkımız açısından tehlike işaretidir. Özellikle çocuklar ve gençler bayram harçlıklarını gayr-ı meşrû yerlerde harcamamalı, her türlü haram eğlence ve oyunlardan kaçınmalıdır. Müslümanca sevinip eğlenmesini bilemeyenler, sevinçlerinin yarın sonsuz üzüntüye dönüşebileceğini unutmamalıdır.

Bayramlar, bizi Allah’tan uzaklaştıran değil; Allah’a yaklaştıran günler olmalıdır. İnsan, Allah’a ne kadar itaat ve ibâdetle yaklaşıyorsa o oranda bayram yapmaya hakkı olur. Kurban kelimesi, kurbiyet; Allah’a yaklaştıran ibâdet anlamına gelir. Kurban; en değerli varlıklarımızı İbrâhim gibi gözünü kırpmadan Allah yolunda fedâ etmenin; gerektiğinde de İsmâil gibi kendi canımızı hiç çekinmeden O’nun için verebilmenin sembolüdür. Bayram, namaz kılarak başlar, bu günde ekstra tekbirler ve zikirler vardır. Namazdan, ibâdetten kopuk bir bayram anlayışı dinimizde yoktur. Allah’tan gâfil geçirilen günler bayram değildir.     

Yine, bayram vesilesi ile, insanı Allah'a yakınlaştırma şöyle dursun; O'ndan uzaklaştıracak TV. özel eğlence programlarının, dinle ve dinin mukaddesâtıyla alay etme ve hakaretler yağdırma anlamına geldiğini bilmek zorundayız. Zira bayram süresince geceli gündüzlü yayına konulan TV. kanalizasyon pislikleriyle bayramımızı kutlamak adına içini/ruhunu boşaltıp isyanlarla dolduranlar, bu iki bayram İslâm'ın ve müslümanların bayramı olduğu halde, en rezil eğlencelerle müslüman mahallesinde salyangoz satmayı âdet edinenlerdir. Çoğu programlara baktığınızda kendinizi bir batılı ülkede karnaval ve faşing gösterileri arasında bulur, bayramları şeytanlara yakınlaşma ve Allah'a isyan günlerine çevirenlerle beraber olursunuz.

Gusül abdesti ile bedenimizi, temiz ve güzel elbiselerimizle dışımızı bayrama uygun hale getirdiğimiz gibi, ruhumuzu da bayramda fazladan tekbir, tefekkür, zikir ve benzeri güzelliklerle arındırmamız gerekmektedir. Kur'an ve Sünnetin çok önem verdiği sıla-i rahmi icrâ, yani yakınlarla ziyaret, telefon, mektup gibi araçlarla tebrikleşerek ihyâ etmeli, büyüklerin ayağına, dostların evine gitmeli, çocukları, muhtaçları, yetim ve dulları sevindirmeliyiz. Bayram ziyaret ve görüşmelerinin İslâmî tebliğ için büyük bir fırsat ve imkân olduğunu unutmamalıyız. Hasta ve ölüleri ziyaret ederek veya en azından duâlar göndererek hatırlamalıyız. Maddî ve mânevî zulümlerle kâfirler tarafından ezilen insanları, aziz olması gereken zelîl müslümanları düşünmeli, onlarla dayanışma içinde olmalı ve kavlî ve fiilî duâlar yollayabilmeliyiz. Her şeyden önemlisi, Arefe gecesi ve bayram gün ve geceleri umumî af günleridir. Bu günleri değerlendirmeli, böyle zamanlarda coşan rahmet çeşmesinden yararlanmak için kaplarımızı nereye tutacağımızı bilmeli, alıcılarımızı esas alınması gereken yere ayarlamalıyız. En büyük insan öyle buyuruyor: "Kim, sevabını Allah'tan ümit ederek Ramazan ve Kurban Bayramının gecelerini ibâdetle ihyâ ederse, kalplerin öldüğü gün onun kalbi ölmeyecektir."[8] Rabbımızın sayısız nimetlerinin farkında olduğumuzun nişânesi olarak şükür, dilimize ve yüzümüze yansımalı. Evet, içimiz ağlasa bile tebessüm yüzümüzden eksik olmamalı.

Câmiler de bayram yapar bayramları ve bayram sayılan Cuma günleri. Diğer namazlarda onda biri bile dolmayan câmiler, bu bayramda genleşir, hâlâ kalbinde küllenmiş iman bulunan insanları da bağrına basmaya, kucağında yer vermeye can atar, kendisini bunca zamandır hatırlamayanlara küsüp onları reddetmez. Ama, “müslümanım” diyenler unutmamalı ki; her gün birkaç kez yemeğe ihtiyaç duyduğu gibi, günde beş kez mânevî gıdâlara da ruhunun ihtiyacı vardır. Ağacın kökü kururken, yapraklarını ıslahla uğraşmak gibidir; beş vakit namaza önem vermeyip ihmal ettiği halde, Ramazandaki teravih ve bayramdaki bayram namazı için cemaate koşmak. Çünkü tevhid en önemli farz, beş vakit namaz da imanın isbatı anlamında büyük bir farz iken; teravih sünnet, bayram namazı da bazı mezheplere göre vâcip, bazılarına göre sünnettir. İslâm ağacının kökü imandır, tevhidî ilkelerdir; Allah'a isyan sayılan tüm davranışlardan, haramlardan kaçmak ve farzları yerine getirmektir. Bununla birlikte, müslüman da câmi gibi toplayan/çağıran olmalıdır; dağıtan/uzaklaştıran değil. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama alnı secdeye değen, câmiye gelenler, cemaatin misafiri sayılır, onlara ihsan ve ikram edilmelidir. Onlardan para istemek yerine; onlara broşür, kitap hediye etmek, maddî ve mânevî ikramlarda bulunmak gerekir. Ama gel gör ki, yardım edilmesi gerekenlerden yardım istenir, doktorun görevini ihmalinden dolayı, hastanın doktoru tedâvi etmesini beklemektir bu.

Filistin başta olmak üzere dünyanın nice yerinde müslüman kanı akar, insanımıza maddî ve mânevî her çeşit zulüm uygulanırken, İslâm dışı ortam ve yapılar kişileri Allah'tan koparmaya ve dünyevîleştirmeye çabalarken, bardağın dolu kısmını gösteren bayramlar da olmasa teselli kaynaklarımız iyice kuruyacaktır. Gerçek bayramlara ulaşmak temennîsiyle, hak edenlerin bayramları mübârek olsun!

[1] 10/Yunus, 62-64

[2] İbn Mâce, Sıyâm 68

[3] Ebû Davûd, Salât 239; Nesâî, Iydeyn 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/103, 178

[4] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Edâhî 7

[5] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu'l-Iydeyn 16

[6] Bkz. Buhârî, Iydeyn 2 ve Müslim, Salatu'l-Iydeyn 16

[7] Buhârî, Savm, 66; Ahmed b. Hanbel III/34, 35

[8] İbn Mâce, Sıyâm 68

Perşembe, 25 Şubat 2021 08:50

24.HUTBE: KADİR GECESİ

Yazan

                                       Kadir Gecesi

 

“Doğrusu Biz, onu Kadir gecesinde indirdik.

Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bilirsin?

Kadir gecesi; bin aydan daha hayırlıdır.

Melekler ve Rûh, o gece Rablerinin izniyle her iş için iner de iner.

O, tanyeri ağarıncaya kadar bir selâmettir.” [1] 

 

Yani Kur'ân inmeye başladığı gece, Kur'ân’sız, kitapsız, peygambersiz, kısaca Allah’ın hükümlerinin ve adının duyulmadığı bin aydan (aynı zamanda 30 bin geceden) daha hayırlı, daha değerlidir, daha şereflidir. O gece Abdullah oğlu Muhammed, Allah’ın elçiliği gibi bir misyonla görevlendirilmiş, Rasûlullah olmuş, böyle bir makama yükseltilmiştir. O makam kolay ve basit bir makam değildir. İnananların nazarında en değerli mercidir. Üstelik oldukça zor ve ağır bir iştir. Bu görev, Allah Teâlâ’nın “Doğrusu biz sana (taşıması) ağır biz söz vahyedeceğiz”[2] buyurduğu görevdi.

İşte böylesi şerefli, şanlı, değil sadece o günkü Mekke’de, tüm tarihin en mühim günü olarak kaydedilecek bir gecede Allah vahyini peygamberine sunuyordu. O peygamber ki o güne kadar kitap nedir, iman nedir bilmiyordu…[3] İşte, bu gecenin fazileti bundan dolayı idi. Çünkü dağlara inmiş olsa dağdaki kayaları, taşları Allah korkusundan paramparça edecek Kur’an inmişti o gece. Konuyla ilgili Kur’an şöyle diyor: “Eğer biz bu Kur'ân’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün…”[4] Kaya, taş Kur’an inmiş olsa, o emanetin altında paramparça olacak, ama Kur’an bize inmiş, kılımız kıpırdamıyor.

Kur’an’ın yeni yeni indiği bir ortamda Mekke’de mü’minler arasında şimdiki zavallı müslümanların kuruntuladıkları gibi sırf sevap kazanmak için ibadet etme güdüsü yoktu. Onların yaptıkları sadece kendilerine verilen görevi yerine getirmektir. Bu görev de şirkin yerine tevhidin hâkim kılınması idi. Dolayısıyla Kadir gecesinin bin aydan hayırlı oluşunu, o gecede yapılan ibadetin bin aydaki ibadetten daha hayırlı olduğunu düşünmek ve sanmak sadece bir şaşırma ve kuruntudan ibarettir. Kur’an’ın ruhuna terstir.

Kadir gecesi kabul edilen gecenin akşam namazını kılmayanlar, hiç Kur’an okumayanlar bile Ramazan’ın 27. gecesini Kadir gecesi olarak değerlendirecek. Oysa bu Kadir Gecesinin, Kadir Gecesi olarak kabul edilen gece olduğu sadece, bazı rivayetlere istinad eden bir ‘yorum’dur. Kadir gecesinin Ramazanın 27. gecesi olduğu kesin değildir.

Peki, kadir gecesinin, Ramazan’ın 27. gecesi olduğu kesin olarak tespit edilse neyi ifade eder? Temel ölçüler ışığında değerlendirecek olursak, çok şey ifade etmez.

Her sene olduğu gibi bu sene de ülkede kadir gecesi büyük bir coşku ile kutlanacak. Birtakım ‘din adamları’ kadir gecesinin bir ‘fırsat’ olduğundan dem vuracaklar. Sanki ‘kaçırmayın bu fırsatı’ dediklerini duyar gibi oluyoruz.

Mevlidhanlar ve duahanlar alabildiğine şişiriyorlar avurtlarını. Kaside ve mevlit okuyacağız diye kıpkırmızı oluyor yüzleri. Duâhanlar, sanki Allah'ın -hâşâ- duyma sorunu varmış gibi avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Emir-komuta formatında âdeta Allah'a, yapmasını istedikleri işlerin listesi sunuluyor. Rahmetli Mehmet Akif’in enfes benzetmesiyle, Allah neredeyse ırgat yerine konuluyor; “Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ.”

Bugün ‘kadir gecesi’ adına, azıcık geç kalanlar camilerde yer bulamayacak. Memleketin semâları dua, zikir, Kur'an tilaveti, kaside, mevlid ve mersiyelerle inim inim inleyecek.

Halka anlatılanlara göre; bugün insanlar her umduklarına nâil olacaklar. Günahları bağışlanacak. Gökyüzüne doğru açılan elleri boş döndürülmeyecek…

İşe öncelikle, kadir gecesinin ne olduğu, neyi ifade ettiği, değerini nereden aldığından başlamak gerekir.

Kadir gecesini Kur'an tanımlamaktadır: Kur'an’ın indirildiği gecedir. Doğrusunu Allah bilir ama bunu, Kur'an’ın indirilmeye başladığı gece olarak anlamak gerekir. Bakara suresinin 185. ayeti, Kur'an’ın Ramazan ayında indirildiğini bildirmektedir. Kadir suresi ise Kur'an’ın kadir gecesinde indirildiğini ifade etmektedir. Bu sûre kadir gecesinin ne olduğuna biraz daha açıklık getirmekte ve o gecenin bin aydan daha hayırlı olduğunu; melekler ve er-Rûh’un o gecede her iş için çokça indiklerini, bu gecenin fecrin doğuşuna kadar esenlik ve selamet olduğunu bildirmektedir. Duhan sûresinin 3. ayeti ise ‘kadir gecesi’ni ‘mübarek bir gece’ olarak tanımlamaktadır.

Bu âyetlerden anlaşılan mana şudur ki, Kur'an kadir gecesinde/mübarek bir gecede indirilmiştir. Kur'an bir tek gecede inmediğine göre, sanırım bu ayetleri, Kur'an kadir gecesinde inmeye başladı olarak anlamak isabetlidir. Bu meseleyi daha da sadeleştirerek söylemek icap ederse: Kur'an, fazileti önceden belirlenmiş bir gecede indirilmiş değil de, -doğrusunu sadece Allah bilir ya- Kur'an’ın indirilmeye başladığı geceye Kur'an’ın kendisi ‘kadir gecesi’ adını vermiştir. Kur'an, Allah'ın gecelerinden bir gecede indirilmiş, Kur'an inmeye başladığı için o gece bir önem kazanmıştır.

Bu ifadeden acaba, o gecenin çok özellikli ve önemli bir gece olduğunu mu anlamak gerekir, yoksa o gecede yapılan işin, yani Kur'an’ın inmeye başlamasının çok önemli olduğunu mu anlamak gerekir? Bir nevi ‘zarf-mazruf’ ilişkisi…

Kadir gecesini kadir gecesi ve mübarek bir gece yapan, orada Kur'an’ın inmeye başlamasıdır. Yeryüzüne Kur'an’ın inmeye başlaması her türlü takdirin ötesinde bir kıymet ve ehemmiyete sahiptir. Çünkü aziz İslam dini son olarak Kur'an’la vaz edilmiştir. Yeryüzü yani insanlık Kur'an’la muhatap kılınmıştır. Bizim zikrimiz Kur'an’dadır. Dinimizin kaynağı bu mübarek kitaptır. Kadir gecesine işaret, Kur'an’a işaret olsa gerektir. Bütün insanlığa, Kur'an’a dikkat edin, Kur'an’a iman edin, ona sımsıkı tutunun ve onun getirdiği Din’i din edinin, beşerin icat ettiği yollara sapmayın denmiş olmalıdır.

Şurası kesindir ki, Kur'an kadir gecesini, onda yapılacak bütün duaların kabul olduğu, âdeta bir ‘fırsatlar gecesi’ olarak anlatmamaktadır. Anma-kutlama kültürüyle her şeyi kutlanacak bir nesneye dönüştüren küresel kapitalist din, İslam'ın pek çok değerini kendine uyarlayarak bir tüketim nesnesine dönüştürmüş bulunmaktadır. Rasulullah’ın doğum gününün ‘kut’lanmasıyla, kadir gecesinin ‘kut’lanması arasında büyük bir benzerlik vardır. Biri, İslam'ın son Nebîsinin doğduğu gün, diğeri de o Nebî’ye vahyedilmiş olan Kur'an’ın doğduğu gece olmaktadır. Nebî’nin değeri nasıl ki herhangi bir günde doğmuş olmasında değil de, nebilik ve rasullük misyonunda ise, kadir gecesinin değeri de, onda doğmuş olan Kur'an’da olsa gerektir. Kutlu doğum etkinlikleriyle Nebî’nin (s.a.s.) misyonu örtülmekte, kadir gecesi kutlamalarıyla da Kur'an’ın otoritesi örtülmektedir.

Şayet ‘kadir gecesi’ doğru şekilde kavransaydı, büyük bir gizlilik içerisinden keşfedilip çıkartılmış(!) olan bir geceye bu kadar ‘gizem’ atfedilmek yerine, bu ismin Kur'an’a işaret ettiği üzerinde durulur ve şayet bir ‘iş’ yapmak isteyen birileri varsa, bunun önce Kur’an’ı doğru şekilde okuyup anlamak, sonra yaşamak ve daha sonra da insanlığı Kur'an’a davet etmek olduğunu kavrar ve ona koyulurdu.

Miladi 7. yüzyıl Arap yarımadası gibi, bugünün toplumları da İslam davetine muhtaçtır. Bugünkü modern câhiliye, eski Arap câhiliyyesini aratmaktadır. En başta da, Müslüman ismini taşıma iddiasındaki toplumların İslam tebliğine ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu beldelerdeki ‘anma’cı ve ‘kutlama’cı ruhban sınıfı, ‘mübarek gün ve geceler’ klişesiyle şova dönüştürdükleri mübarek kavram ve değerlerimizi, âdeta cahiliyenin fark edilmemesi için bir paravan olarak kullanmaktadırlar. Bu anma-kutlama kültürü, toplumu rahatlatmakta, aslında Nebîlerin insanları rahatsız edici, aileleri bölücü (tevhid-şirk ayrımı) misyonuna operasyon çekilmekte, din tamamen putlarla uzlaştırılmakta; kapitalist, demokratik laik bâtıl inançlarla uyumlu hale getirilmektedir. Din cihad gibi lâ bilinci gibi esaslarından uzaklaştırılmakta, terbiye edilmekte, bugünkü kâfir ideolojilerin yedeğine verilmektedir. Kur’an, kendisinden başak bütün hayat tarzlarını ‘öteki’ olarak etiketler ve sadece İslam'a haklılık pâyesi verir, İslam'dan başka her düşünce sistemi ve yaşam biçimini, yok olmaya mahkûm bâtıl olarak takdim eder. Kadir gecesi ya da kutlu doğum kutlamak üzere camiye giden cemaate ise İslam'ın bir hoşgörü dini olduğu anlatılmakta, inanç ve düşünce özgürlüğü adı altında İslam’ın bütün şirk sistemlerine saygı duyduğu, bütün fahşa ve münker çeşitleriyle bir arada yaşanabileceği iddia edilmektedir. Selatîn camilerden dönen cemaatin benliğinde hâsıl olan etki şudur: Namazımızı kıldık, duamızı ettik, kadir gecemizi idrak ettik; akraba ve dostlarımıza kadir gecesi kutlama mesajı da çektik; tüm görevlerimizi yaptık, daha ne yapalım?

Kısacası kadir gecesi, kadir gecesi adına itina ile kadirsizleştirilmektedir. Bu gün ve gece kutlamalarıyla, bu gece indirildi diye adına törenler yapılan Kur’an hâkim, yani hükmeden konumuna gelmiş değil; her geçen gün daha da mahkûm/hükmedilen konumuna itekleniyor, kimse önemsemiyor. Kur’an bu topluma, bu devlete inmiş mi ki, Kur’an hem de bu gece indi diye kadir gecesi kutluyorsunuz? Gerçekten Kur’an, okullara, deniz kenarlarına, mahkemelere, büyük denilen meclislere, aile hayatına, iş hayatına indi de onun bayramı ve kutlaması mı yapılıyor?

Kadir gecesi, Kur’an’la yeniden tanışma, ölünceye kadar çıkmayacak şekilde hayatımızı yönlendirme açısından gönlümüze ve zihnimize inmeye başladıysa, onun indiği zamanı kadir gecemiz olarak kutlayabiliriz.  

Kitabımız Kur’an, Kadir Gecesine değil, insanlara inmiştir. Bize inen Kur’an bu gecede indiği için bu zamanı 30 bin geceden hayırlı kılıyorsa, bizim hayatımıza yön verecek şekilde bize inen Kur’an, bizim kadrimizi kıymetimizi nasıl arttıracaktır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre,[5] Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün veya bir gece de, bin aydan, yani otuz bin gün ve geceden daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini itikadî, ibâdî, ahlâkî ve iktisadî bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de otuz bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan, yani otuz bin geceden daha üstün olur.

Kadir Gecesinin tam olarak ne zaman olduğunun belli olmadığı bellidir. Çünkü bu konuda standart yoktur, her insana göre Kadir gecesi değişir. Kur’an’ın gönlümüze, zihnimize, yaşayışımıza indiği gece hangi gün ve gece ise, bizim Kadir Gecemiz odur. Her gece iniyorsa bizim için her gece Kadir Gecesidir; hiçbir gece inmiyorsa bizim için Kadir gecesi yoktur. Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesidir. Kur’an hangi gece inmiş, bizim için esas önemli olan o değildir; bize ne zaman iniyor, o bizim kadir insanı olmamız için olmazsa olmaz öneme sahip olan odur. Bu gecenin kadir gecesi olup olmasından öte, bizim kadir insanı, kadir mü’mini olmamız önemlidir. 

Kadrinizin, kıymetinizin artması ve 30 bin kişiden daha faziletli olmanız için Kur’an’ın gönlünüze, beyninize devamlı inmesi; evinize, işyerinize, sokağınıza, devletinize Kur’an’ın hâkim olması (amacıyla her türlü gayret göstermeniz) için Kadir Gecesini sürekli yaşamanız duasıyla, bu gecenin hayatınızda bu güzel değişimi gerçekleştirmesini diliyorum.

 

Kadir Gecesi Nedir?

Bu sorunun cevabı, kişinin Kur'an algısına göre değişmektedir. ‘Kur'an’ı, onu inzal eden şânı yüce Allah’ın murâdına uygun şekilde algılayanlar Kadir Gecesini de doğru algılayacaklardır. Kur'an’ı nesneleştirenler ise Kadir gecesini de bir nesne, bir anma ve kutlama gününe irca edeceklerdir.

Oruç tutulan coğrafyada kadir gecesi kutlamaları, bir anlamda kadir gecesinin karartılmasıdır. Doğrusu bu karartma, Kur'an’ın tamamına yöneliktir. Halkın vicdanını bastırması, dine ve Kur’an’a karşı görevini yaptığı anlayışı içinde tatmin bulup daha güzel alternatiflere engel olacak şekilde fıtratı susturma çabasıdır.

Eğer kadir gecesi, bugün sanıldığı gibi, bütün günahları affettirecek özel sevap gecesi gibi bir anlama sahip olsaydı, Rabbimiz hem gününü/saatini belirtip, hem de ne gibi eylemlerle bu geceyi ‘ihyâ etmemiz’ gerektiğini bildirmez miydi?

Kur'an’a hürmet adına yapılanlar, kendi başına saygısızlıktır. Allah'ın Kur'an’la neyi murad ettiğini anlama çabası yerine, belirli bir zümrenin Kur'an’ı nasıl ve ne olarak algılatmak istedikleri öne geçmektedir.

Kur'an, Kadir suresi ile Kur'an’ın yeryüzüne indirilişine, dolayısıyla Kur'an’ın önemine dikkat çekmektedir. Kur'an’ın ilk indirilmeye başlandığı bu mübarek geceye, Cebrail’in Muhammed (sav)’e seslendiği o ilk karşılaşma zamanına bu ismi vermektedir. Tabii ki bu ilk gecenin bir anlam ve önemi vardır. Zaten Allah böyle buyurduğu için bu gecenin anlam ve önemine iman etmek tartışılmaz bir şeydir. Fakat problem, bu ‘önem’in hangi şeyden kaynaklandığı, nasıl bir önem olduğu ve niçin böyle bir öneme sahip olduğuyla alâkalıdır. Acaba kadir gecesinin önemi, bu gece yapılacak hiçbir duanın geri çevrilmemesiyle(!) mi alâkalıdır, yoksa yeryüzüne Kur'an vahyinin inmeye başlamasıyla mı alâkalıdır? Kadir suresine dikkat edildiğinde, gecenin önemi, Kur'an’ın indirilişinden kaynaklanmaktadır; dolayısıyla kadir gecesi, Kur'an’ın kadr ü kıymetini bilme, anlama, idrak etme ve iman etme gecesidir. Yani ‘kadir gecesi’nde çakılıp kalmanın bir anlamı olmasa gerektir. Çünkü Kur'an, kadir gecesinde kalın, onu kutsayın; o gecede bütün günahlarınız affedilecektir dememektedir.

Mesele, Kur'an’ın insan hayatındaki yerini idrak etme meselesidir. Yeryüzünde her geçen gün insan hayatına yönelik olarak büyük büyük(!) ideolojiler, doktrinler üretilmekte, insanın kurtuluşu(!) için şaşalı anlatılar icat edilmektedir. Kur'an ise, içinden birtakım cümlelerin alakalı-alakasız spotlaştırılarak evlere/dükkânlara asıldığı ‘kutsal’ ama aynı zamanda sıradan bir kitaba dönüştürülmektedir. Kabul etmek lazım ki, son yıllarda Kur'an algısı biraz daha mesafe(!) alarak, Ramazan ayında mabedlerde çokça okunan bir kitap durumuna gelmiştir. Televizyonlarda sık sık Kur’an okuma yarışmaları, tören havasıyla icrâ olunmaktadır. Fakat dikkat edilirse, bütün bu okumalar(!) hâlâ, Kur'an’ın emir ve yasaklarının anlaşılıp yaşanmasına hizmet etmemekte; hayata hükmetmesi uğrunda bir büyük inkılaba dönüşmemektedir. Tam tersine, Kur'an bireyin hayatına bir kutsal nesne olarak daha fazla girerken, bir hayat nizamı olarak da o oranda çıkmaktadır. İnsanoğlu her senenin aynı gecesinde, aynı saatlerde Kur'an’ı bir çeşit günah çıkartma aracı yapmaktadır. Kadir gecesi âdeta, önümüzdeki bir sene boyunca, gelecek yıl kadir gecesine kadar rahatça günah işleyebilmeyi temin eden bir vakumlamaya dönüştürülmektedir.

Eğer kadir gecesinde bütün günahların affedilmesi gibi bir durum olsaydı, -hâşâ- bu, öncelikle Kur'an’ın kendisiyle çelişirdi. Çünkü o zaman, Kadir sûresinin dışında kalan Kur'an’ın tamamının insana yönelttiği teklifler anlamsızlaşırdı. Kur’an, insana bir hayat tarzı teklif etmekte, bir sorumluluk yüklemektedir. Bu, tarih boyunca rasullerin öncülüğünde dünyada fırtınalar estirmiş, toplumlarda büyük çalkalanmalar meydana getirmiş, toplumları bölmüş, savaşlara sebebiyet vermiş çok büyük bir olaydır. Din mefhumu, insanoğlunun ‘kadir gecesi’ olarak tayin ettiği bir gecede âdeta Allah'a din öğreten, bağırıp çağırarak duâlar(!) yapan resmî din adamlarının icraatlarına bırakılamaz.

‘Kadir gecesi’ olduğu kesinmiş gibi kabul edilen bu gecede camilerin dolup taşmasını riyakâr bir basının şâşaalı manşetlerle haber yapması, ‘kadir gecesi’ bağlamında yapılıp edilenleri haklılaştırır mı? Bu manşetler tam da işaret etmeye çalıştığımız, Kur'an’ın nesneleştirilmesi, İslam'ın ötelenmesi niyetlerinin dışavurumu, ikiyüzlü tutumlardır. Kadir gecesinde camilerin dolup taşması, acaba Kur'an’ın kadr ü kıymetinin anlaşıldığı, Mekke’deki o ilk imanı oluşturacak bir bilinç uyanışının bir sonucu mudur, yoksa Müslümanım diyenlerin hiçbir küfür ve şirkine ses çıkartmayan, kimsenin günahına müdâhale etmeyen bir Kur'an algısının imali midir?

Bizler de her mü’min gibi bu gece ve her gece Rabbimize, kendi indirdiği Kur'an’a göre bir hayat inşa edebilmemiz için gerçek bir imanı nasip etmesi, Rasulullahın algısı gibi bir Kur'an algısı ve O’nun yoluna adanmış gerçek bir mü’min hayatı bahşetmesi; bu uğurda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan bir yürek ve imanıyla çelişmeyen örnek bir Müslüman hayatını nasip etmesi için dua edeceğiz. Kur'an’ın bir geceliğine ve sadece söylem (retorik) düzeyinde değil, her şeyiyle hayatımıza girmesi için Allah’a yalvarıp yakaracağız.

Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre,[6] Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan, yani 30 bin günden daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de 30 bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de 30 bin günden üstün olur.

Değeri Kur'an'dan kaynaklanan Kadir Gecesi, Kur'an'dan daha çok önemsenirken, Kur'an ihmal edilmiştir. Rasûlullah’ın ümmetinden şikâyetçi olacağı tek husus vardır: “(O gün) Peygamber şöyle der: ‘Ey Rabbim! Doğrusu benim toplumum, bu Kur’an’ı terk etmişti (uzak durmuş, onunla amel etmemişti).” [7]

Unutmayalım, Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.  

Kadir Gecesi olduğunu tahmin ettiğimiz gece, Peygamberimizin tavsiye ettiği şu duâyı yapmalıyız: “Allahumme inneke afuvvun kerîmun tuhıbbu’l affe fa’fu annî” Yani; “Allahım, sen affeden kerim bir zatsın. Affetmeyi seversin. Beni de affet.” Bu duâ, görüldüğü gibi, tevbedir, gönülden günahlarımıza pişmanlık duyarak bu duâyı yaparsak, affedilmeyi bekleyebiliriz.   

Kur'an bu gece indirilmeye başlandığından, kadir gecesi kutlamak istiyorsak; Kur'an'la bağlarımızı sağlamlaştırmak için söz vermemiz, Kadir gecesinde ilk görevimizdir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu Kadir Gecesi olarak kabul ettiğimiz günde ilk nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız.

Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna, Kur’an okuluna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.

Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş bulunan Kur'an’ı duvarlara, kitaplığa terk edenler, onu süslü kabının içinde mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanlar, Kadir Gecesi kabul edilen zamanda da istedikleri ödülü alamayacaklardır. 

Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım; ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat, hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan: “Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.” [8]  

Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama yarışması, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik etme yarışı yapmalıyız.  

Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız olmak çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun, üzerimize yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin, her istirahatimizin önüne geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an insanı olmalıyız. Ahlâkımız Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı hedeflemeliyiz.

Kur’an ve Kadir Gecesi aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız. Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına gösterebilecek şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ı kendimiz yaşamalı, Kur’an’ı topluma yaşatmaya çalışmalı, Kur’an’ı devlete hâkim kılmaya gayret etmeliyiz.

Kur’an’dan uzak yaşayanların Kadir gecesi yoktur, onların bayram yapmaya, sevinmeye de hakları yoktur. Kur’an’ı hayat kitabı kabul edip ona göre yaşamak isteyenlerin Ramazan’ı, Kadir Gecesi mübarek olsun. Kur’an’ın doğum günü olan Kadir gecesinde, Kur’an’la ihyâ olan kimselerin bayram yapmaya hakları vardır. Kur’an bayramı yapacaklardır. Müslümanın zaten iki bayramı vardır: Kur’an ve Kurban Bayramı. Kur’an’dan ve Allah’tan uzak yaşayanların ne Ramazan’ı vardır, ne Kadir gecesi, ne de bayram yapma hakları. Onlar için bayram yapıyorlarsa eğer, şeker bayramı vardır, et bayramı vardır.

Kur’an’ın önce gönüllerimizde, sonra tüm alanlarda hâkim olması için görev bilincine ulaşmamızı diliyorum. Kur’an’a dönüş için dönüm noktası olmasını ümit ettiğimiz Kadir Gecenizi ve yaklaşan Kur’an bayramınızı şimdiden tebrik ediyorum.

[1] 97/Kadr, 1-5

[2] 73/Müzzemmil, 5

[3] 42/Şûrâ, 52

[4] 59/Haşr, 21

[5] 97/Kadr, 3

[6] 97/Kadr, 3

[7] 25/Furkan, 30

[8] 8/Enfâl, 24

İnsanı Rabbiyle ve Kendisiyle Barıştıran, Unutulmuş Bir İbâdet: İ'TİKÂF

 

İnsan, hayrın ve güzelliğin zirvesine doğru yol alabilmek için devamlı değişmek/gelişmek zorundadır. Değişiklik, insanı esir eden bağlardan kurtulma çabasıdır. Bulunulan konumdan dışarı çıkmaktır; hicretin farklı bir açılımıdır değişim. Yozlaşmamak, donuklaşmamak için; mü’minin bir ayağı sırât-ı müstakîmin sâbit/değişmeyen çizgisinde, diğer ayağı ise tekâmül/olgunlaşma arayışında bir pergel olmalıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine dışarıdan bakabilmeli, bazen farklı bir kimse gibi kendini gözlemleyebilmeli ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. Rüyâda kendini sanki başka biri imiş gibi dışarıdan görüp gözleyebildiği gibi, (meselâ rûhunun, hayâl âleminde bedeninden soyutlandığını varsayarak hayâlen bindiği sanal helikopterden, aşağıda yürüyen) kendisine, çevresini kuşatanlarla birlikte bakabilmeli, her şeyini bir yabancı gibi kontrol edip gözden geçirebilmelidir. Bu nefis muhâsebesi/otokritik, öyle bir otomatik hale gelmeli ki, kişi bir taraftan konuşurken, diğer taraftan yabancı bir kimse gibi bu konuşmayı eleştiri gözüyle dinleyip kritik edebilmeli; sokakta yürürken, nehy-i ani'l-münker görevini kendi nefsine de yapabilecek kontrole ve olgunluğa sahip olabilmelidir. İşte bu özellikleri insan, i'tikâf rûhunda yakalayabilir, bu rûhu koruyarak her zaman tümüyle hayatına geçirebilir. İ'tikâf, insana kendini gözlemleyebilme, sorgulayabilme, hesaba çekebilme ve öncelikle kendine ma'rûfu emredip öncelikle kendindeki münkerlere karşı çıkarak nefsini ıslah edebilme yolunun anahtarını kazandırır.

"Mekân" önemlidir; bulunulan yer, insanı etkileyen ciddî bir unsurdur. Bir sefâhet mekânı, ya da çokça haramlar işlenen yer ile Mescid-i Haram'ı mukayese edince; insanın inanç, düşünce ve davranış yönleriyle nasıl farklı mekânlarda çok farklı etkiler altında olacağı daha iyi anlaşılır. İşte i'tikâfın, Allah'ın evi kabul edilen câmilerde yapılması, insana kazandıracağı olumlu açılımlar yönünden değerlendirilmelidir. İnsan üzerinde büyük etkisi olan unsurlardan biri de "zaman"dır. İ'tikâfın herhangi bir zaman diliminde yapılmasının câiz olmasıyla birlikte, kâmil anlamda Ramazan'da ve özellikle de Kadir gecesinin bulunduğu tahmin edilen bu kutlu ayın son on gününde olması boşuna değildir.

Hindistan'ın İngiliz işgalinden kurtulmasında en önemli rolü oynayan Hind lideri Mahatma Gandi'nin önemli bir karar arefesinde müslümanlar gibi oruç tutup uzlete çekildiğini biliyoruz. Eski devirlere damgasını vuran, özellikle Doğuda yaşamış bazı kişilerin, dünyevî faydalarından dolayı da olsa, bu tür özelliklere sahip olduklarını görüyoruz. Bu açlık ve uzlet hayatının rûhu arındırıp düşünceye açıklık getirdiğinin tecrübeyle sâbit olduğundan, çok eski toplumlardan itibaren yaşanan bu tavır, İbrâhimî çizginin ana hatları üzerinde yaşayan Hanîflerde de görülüyordu. Buna şâhit olan Hz. Peygamber, fıtratının da yönlendirmesiyle bi'setinden önceki günlerde çevresindeki toplumun ve tüm insanlığın durumunu düşünüp tahlil etmek için Hira'da inzivâya çekiliyordu. Demek ki bazen uzlet şeklinde uygulanan i'tikâf, eski şeriatlerde de vardı. Zâten şu âyet de i'tikâfın eski ümmetlerdeki mevcûdiyetine işaret etmektedir: “... İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn (Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve secde edecekler için temiz tutun.”[1] Bu âyetteki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenler”e de işaret edildiği değerlendirilir. Bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e hitap ettiğini bildirdiğine göre- eski ümmetlerlerin şeriatlerinde de i’tikâfın mevcut olduğunu göstermektedir.

İnzivâ hayatı ve tümüyle yalnızlık; aslında riskli bir durumdur. Bunalımlara, psikolojik sorunlara sebep olabilir; vesveseye kapılar açabilir. Hadis rivâyetlerinde, mecbûri olmadan yalnız yolculuk tavsiye edilmemiş, yalnız kalanın şeytanla arkadaş olacağı belirtilmiştir. İşte i'tikâfta bu tür riskler bertaraf edilmiştir. Mu'tekif, yalnız değildir; o Allah'la birliktedir, O'nunla baş başadır. O'nun evinde, O'nun misâfiri olarak O'nun ikram ve ihsanlarına muhâtaptır. Manastıra kapanmış veya tüm insanlardan soyutlanarak bin bir gün çilehâneye çekilmiş mistiklerden farklı durumdadır i'tikâftaki mü'min. O, toplumla, cemaatle, insanlarla bağını tümüyle koparmamış, sadece asgarîye indirmiştir. Cemaatten kopmadan ve cemaati ıslah etmek için, cemaatle günde beş kez birlikteliği sürdürerek, onların iyi ve kötü taraflarını değerlendirme fırsatıyla câmide Allah'a yönelmiştir. Mistisizm, ferdî inzivâ ile toplumdan tümüyle koparak sadece kendini ıslahı prensip edinirken; mu'tekif topluma daha faydalı olmak, onlara dâvet ve tebliğ ulaştırmak, onların ifsâdına engel olmaya hazırlanmak için kendini ıslah isteği içindedir. Günümüzde müslümanların hayatını hemen tümüyle kuşatan modern yaşam, kalabalık içinde yalnızlığın, âile içinde bireyselliğin, topluluk içinde bencilliğin öne çıktığı bir yaşam tarzı sunmaktadır. İ'tikâf rûhunda ise yalnızlık içinde toplum; yalnızken bile cemaatle birlikte, onun için planlar sözkonusudur. Dünya içinde ama dünyadan/dünyevîlikten uzak ve Allah'a, rûhî özelliklere yakın bir yaşama tarzı vardır i’tikâfta.

İ'tikâf, mü'min için, özellikle dâvetçi için mânevî azıktır. Sporcular, önemli maç öncesi hazırlık için kampa alınır, enerji depolar ve dış dünya ile ilgi ve ilişkilerini koparır; tebliğci bir mü'min açısından da içindeki ve çevresindeki düşmanlara karşı yapacağı mücâdele için kampa çekilmedir. Koruyucu hekimliktir, chek-up yaptırmak, tedâvi olmaktır i'tikâf. Her gün yarım saat, bir saat olsun tefekkür, zikir, yatakta da olsa ölüm ve şehâdet râbıtası yapmak, i'tikâf rûhunun insana kazandırdığı lezzetli gıdâlardır.     

Toplumun yanlışlıklarına alışmış, artık yadırgamaz hale gelmiş dâvetçi, bazı zamanlarda sadece Allah'la kalabilmeli ki, toplumu hayra doğru değiştirme bilinci bilensin. Hangi şuur ve tavsiye içerdiği belli olmayan bir söz var: “Kendine iyi bak!” İki arkadaşın birbirinden ayrılırken selâm ve temennî yerine söyledikleri bu sözü konumuza adapte edebiliriz: Günümüz insanı nefsinin hevâsına gösterdiği ilgiyi, kendisini insan yapan özelliklere,  fıtratına göstermiyor. Modern insan, Rabbını unuttuğu için Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu () günahkâr yapı arzetmektedir. İ’tikâf gibi ibâdetlerle Rabbına dönmeli ki kendine dönmüş, kendini bulmuş olsun. İnsan, kendine bakmasını bilmeli, alıcılarını ıslah edip parlatmalı ki; kendini ve çevresini objektif ve sâlim olarak gözlemleyebilsin; alıcı sağlam değilse, vericilerden gelen etkilerin doğru algılanması mümkün değildir çünkü. Günahlarla kirlenmiş/hastalanmış gözünü, gönlünü, beynini temizleyip tedâvi ederek sağlığına ve uzaklaştığı fıtratına yeniden kavuşmalı ki; tanım, yorum, bakış ve değerlendirmeleri doğru yapabilsin; işte i'tikâf bunu sağlar. Göz ve gönül aynasını berraklaştırır, paslarını siler, temizler i'tikâf.

Ramazan ayı, i'tikâf ayı olduğu ve her Ramazan'da Peygamberimiz'in i'tikâfı hiç terketmediği halde; bugün "müslümanım" diyen kalabalıklar i'tikâfın adını bile telaffuz etmekte zorlanır. Faydasız nice konuların yön verdiği gündeminde i’tikâfın hiç yeri olmadığından, belki ilk defa sizden duymuş oluyordur bu kelimeyi. Bırakın dâvâsı İslâm olmayan sıradan vatandaşları, câmi cemaatine anket yapılsa, "itikâf nedir?" diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç bulunmayacaktır. Böyle bir zaman diliminde i'tikâfı ihyâ etmenin çok büyük ecri vardır. “Kim, benden sonra terk edilmiş sünnetimden bir sünneti ihyâ ederse, ona, insanların o sünnetle amel etmesinin ecri kadar ecir/sevap verilir.”[2] "Ümmetimin fesâdı zamanında, kim, benim sünnetime sarılırsa o kimse için bir şehid ecri/sevâbı vardır." [3] 

İ’tikâf, kâmil anlamda kalabalık câmilerde ve Ramazan ayında, özellikle son on gününde yapılır. İ'tikâf, câmiden kopa(rıla)n insanımızın Allah'ın eviyle tekrar kucaklaşması, Ramazanın rûhu olan ibâdeti her âna yaymanın prototipidir. Bununla birlikte; i'tikâfı, sadece Ramazandan Ramazana yapmak, günümüz şartlarında ölümcül hastalıkların tedâvisini geciktirmek ve belki de o hastalıklarla ölmeyi göze almak demektir. İhtiyaç duydukça, hemen her gün beş - on dakika da olsa Allah'ın evine bu gâye ile sığınmalı, O'ndan yardım istenmeli, O'nun dâvetine icâbet edip ziyâfetine katılmalıdır. Câmilere sığınma imkânını da sıkça bulamayan kimse, evinde, işinde, sokakta ve hatta yatakta i'tikâf rûhunu yakalayabilmelidir; zâten Allah'ın arzı mescid değil midir? Öyleyse en güzel i'tikâf Ramazan ayında ve câmilerde yapılsa da, i'tikâf rûhunu başka alanlara taşıma gayretinde bulunmamak, ibâdetleri câmi gibi alanlara mahkûm edip diğer yerleri başka ilâhlara ayırmak gibi fecî durumlara yol açabilir. Her an i'tikâftaki gibi Allah'la beraber olma ve her yeri Allah'a ibâdet edilen mekân haline getirme gayreti, aynı zamanda cihad sevabına da ulaşmak demektir.   

İ'tikâf özellikleriyle mü'min, meleklik tarafını (rûhî, mânevî yönünü) her çeşit ibâdetlerle arttırmış, açlık (oruç) sâyesinde ve şehvetten/cinsel temastan perhiz yaparak hayvanî taraflarını da azaltmış olur. Mu'tekif melekleşir, yani meleklerin temel özelliği olan "Allah'a isyan etmemek ve O'nun emirlerini tümüyle yerine getirmek"[4] sıfatlarına sahip olur. Çünkü i'tikâfta temel ibâdetlerin tamamına yakını mevcuttur. Ana/doğurgan bir ibâdettir i'tikâf. İbâdetlerin fayda ve hikmetleri, tümüyle ve en kâmil şekliyle i'tikâfta vardır. İ'tikâfla, nefis terbiye ve tezkiye edilip sabır zırhına bürünülerek cihada hazırlanılmış olur. İhmal edilen gönlün tâmiri, bakımı, tedâvisidir; gönül aküsünün şarz edilmesidir i'tikâf rûhu. Zühd, takvâ, ihlâs, huşû ile edâ edilip zevk alınan ibâdet, mânevî haz gibi konularda derinleşmektir. Muhâsebe ve olgunluğa tırmanıştır i’tikâf.

Nedir İ'tikâf? İ’tikâf kelimesinin kökü olan “a-k-f”, “bir şeye yapışmak, tutunmak, ondan ayrılmamak, kendini bir şeye vermek, vakfetmek, bir şeyle meşgul olmak, vaktini onunla doldurmak, bir şey içinde sürekli kalmak, bir yerde inzivâya çekilmek” mânâlarına gelmektedir.

İ’tikâfın terim anlamı ise, “Bir mescid veya o hükümdeki yerde ibâdet için özel şekilde beklemek ve bulunmak”, “Ramazan ayı içinde -ve bazen diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak zarûrî olmayan bütün dünyevî faâliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibâdete ve tefekküre hasretmek” demektir. İ’tikâf yapana “mu’tekif” denir. İ'tikâf; mü'minlerin Allah için her şeylerini fedâ edebilecek bir bilinç kuşanmak maksadı ile, belirli bir süre, özellikle Ramazan ayının son on günü içerisinde, kendilerini ibâdete kapatmaları demektir.

İ'tikâf sünneti ve önemi hakkındaki hadis-i şeriflerden birkaç tanesini kaydedelim: İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Ramazanın son on gününde i’tikâfa çekilirdi.” [5]

Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: “Nebî (s.a.s.) her Ramazan on gün i’tikâfa girerdi. Vefat ettiği senenin Ramazanında yirmi gün i’tikâfa girdi.”  [6]

Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre “Nebî (s.a.s.), vefat edinceye kadar Ramazanın son on gününde i’tikâfa girmiştir. Vefatından sonra eşleri i’tikâfa girmeye devam ettiler.” [7]

 “İ’tikâfa giren kişi, günahları hapsedip sevapların tümünü elde eden kişi gibi kendisine sevaplar kazandıran kişidir.” [8]       

“Ramazan’da on gün i’tikâf yapmak (nâfile) iki hac ve iki umre gibidir.” [9]

Zührî şöyle demiştir: “İnsanların i’tikâfı nasıl terk ettiklerine şaşıyorum. Oysa Rasûlullah (s.a.s.) bazı şeyleri bazen yapar, bazen de terk ederdi. Fakat vefat edinceye kadar i’tikâfı hiç terk etmemiştir.” [10]

İnzivâ ile İ'tikâf Arasındaki Fark: İ’tikâf ile, inzivâ da denilen uzlet birbirinden tamamen farklıdır. İnzivâ yasaklanmıştır. “İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır.” İ'tikâf, bir kutlu arınış; inzivâ ise görevden kaçıştır.

Peygamberimizin Hira'da yaptığı gibi, belli bir süre, hayatın velvelelerinden uzakta kalıp, Nebevî âyetlerin kaynağı Kur'an ile, kâinatın her bir köşesine serpiştirilmiş sayısız âfâkî âyetler ile ve uzağa gitmeye gerek duyurmayan özbenliğimize yerleştirilmiş enfüsî âyetler arasında uyumu yeniden kurmak, irtibatı yeniden hatırlamak gerekmektedir. Allah'ın başları döndürecek geniş ufuklarında yarattığı âyetlerden algı alanımıza inmiş olanlarını düşünmek, onlarla ilgili hikmetli tefekkürlere dalmak, kendi özbenliğimizde yer alan burhanlara durup, yeniden bir göz atmak, tefekkürü Kur'an'ın âyetlerinin rehberliğinde yapmak bir ibâdettir.

Fakat dalıp kalmak, boğulmak doğru değildir. Çünkü i'tikâfın amacı, dünya hayatından, nimetlerinden kopmak değildir. Dünya hayatının fitnelerine karşı mânevî hazırlık yapmak, yeniden dışa dönük mücâdeleye devam etmektir. Meselâ Hira'da vahyi kuşanan Peygamberimiz, hemen aşağıya inerek halkın arasına katılmıştır. Toplumun kendisine gelmesini fildişi kulesinde beklememiştir. O inzivâyı değil; i'tikâfı, bize sünnet olarak bırakmıştır. Çünkü inzivâ, bireysel iç arınışı temsil ederken; i'tikâf, ferdi de kurtaran toplumsal arınmayı temsil etmektedir. İnzivâda fert, ipek böceğinin durumuna düşebilmektedir. Yani inzivâ ile bireysel arınış yöntemini benimseyenler, ipek böceğine benzemektedirler. Çünkü onlar ortaya bir büyük değer/ipek çıkarayım derken, böcek gibi "kendi hapishânelerinin duvarcı ustası durumuna düşme handikapı" ile yüz yüze kalakalırlar. Bir tür şuursuz intihar yani. Oysa i'tikâf, halkın içinde kalıp yaşadıkları kirliliklerden hicret etmeyi gâye edinen şuurlu bir arınma yöntemidir.

Hira Bir Uğraktır; Durak Değil! Hira'ya hapsedilen bir mesajın topluma bir yararı yoktur. Bu yüzden Rasûlullah'ın örnek mücâdelesinden de tâkip ettiğimiz gibi Allah'ın rızâsını kazanmanın yolu toplumsal hayat ekseninde verilecek mücâhededen geçmektedir. Yani kendi Hiramızdan çıkmadan yaşamayı gâye edinmek, bencilliktir. Oysa kurtuluş Hak için halk ile beraber olmakta, bu nedenle kendi kurtuluşumuz dahi, başka mü'minlerle birlikte ortaya koyacağımız sâlih amellere bağımlı olmaktadır. O halde salt bireysel bir iç arınışın İslâm'ın tezkiye modelinde bir yeri yoktur. Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; bireysel iç arınış ile toplumsal tezâhürlerde meydana getirilmesi gereken arınma işlemleri birbirini tamamlayan bütünün parçalarıdır.

Rabbimizin rızâsını kazanırken yapacağımız işlerin zemîninde diğer insanlar vardır. Tek başına yapılacak mistik bir iç yolculuk, elde edilmesi gereken değerleri kazanmada yetersiz kalacaktır. Kısaca islâm'ın arınma modelinde, fertlerin arınışı, toplumun arınışı ile eşzamanlıdır. Arınma yöntemlerimiz de İslâmî olmalıdır. Toplumsal yaşamdan kopuk, bireysel kurtuluşu amaçlayan bir arınma usûlü, İslâm'ın bütüncül mesajına uygun düşmemektedir. Çünkü insanlarla ve özellikle mü'minlerle olan ilişkilerimizi "i'sâr" ilkesine göre düzenlemek zorundayız. Bu ilkeye göre; "kendimiz için istediğimizi mü'min kardeşimiz için de istemeli, kendimiz için istemediğimizi mü'min kardeşimiz için de istememeliyiz." Yani diğergâm olmalı, kadirşinas davranışlar sergilemeliyiz. Tevâzûyu elden bırakmamalı, ulaştığımız doğruları paylaşarak çoğaltmalıyız. Salt kendi kurtuluşumuz için değil; bütün insanlığın kurtuluşu için çaba sarfetmeliyiz. Kendimiz için istediklerimizi bütün müttakîler için de istemek zorundayız. Çünkü salt bireysel bir arınış yöntemi Kur'anî değildir. "Tebliğ"in temel mes'ûliyetlerimiz arasında yer almasından dolayı, kendimizden başka insanları da arındırma sorumluluğu içinde olmak durumundayız.

Öz benliklerimizde taşıdığımız şeytanî eğilimlerin mutlaka denetim altına alınması gerekmektedir. Bu, dünya sınavını kazanabilmemiz için şarttır. Şu dünya hayatında şeytanlar binlerce yol deneyerek bizi Allah'a karşı sorumluluklarımızı îfâ etmekten alıkoymaya çalışmaktadırlar. Bu güçlü çağrılara ciddî bir direniş göstermezsek, Allah korusun ayağımız kayabilir, farkında olmadan yoldan çıkabiliriz. Bu nedenle bizi Allah'ın rızâsını elde etmekten alıkoymaya çalışan cin ve insan şeytanlarına karşı koyabilmek için ciddî bir mânevî donanıma, güçlü bir şahsiyete sahip olmamız gerekmektedir. İfrâta ve tefrîte saptırmayan bir mu'tedil arınma usûlü olan i'tikâf bize, şeytanların günaha yaptıkları karşı konulamaz çağrılarına direnme gücü kazandıracaktır. Şer odakları ile olan mücâdelemiz için, sıradan bir maça bile kampa girerek hazırlanan sporculardan daha donanımlı olmak zorundayız. [11]              

İ’tikâfın Hikmetleri, İnsana Kazandırdığı Faydaları: Hürriyetin, özgürleşmenin gerçek anlamda ne demek olduğunu insan, sadece Rabbıyla baş başa olduğu zamanlar anlar. İhtiyaç zannettiklerini, alışkanlıklarını, meşgalelerini, önemsiz meselelere ayırdığı zamanlarını, katili olduğu boş vakitlerini, israflarını sorgular ve düzeltmenin yollarını arar. Hayatını planlamayı, kendini disipline etmeyi öğrenir. Tatmadığı mânevî hazları tadar, güzel zevklerin farkına varır; Kur'an'ı okuma, anlama ve yaşayışına geçirme, zikir, tefekkür ve teheccüd adlı gece neşesi[12] gibi güzelliklerle coşar, zevk sahibi olur. Fuzûli konuşma, fazla yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkiden sakınarak huzurun, mutluluğun, sağlığın yolunu bulur. Câmi ve cemaatle ünsiyet kurma, beş vakit namazını cemaatle edâ etme, câmi hayatına alışma, hiç haram işlemeden gözüne ve kulağına sahip olma, tâat ve sabır gibi fazîletlerle cennet hayatının minyatürünü dünyaya taşımaya çalışır.  

İ’tikâfın en önemli amacı; her ibâdetin gâyesi olan Allah'ın rızâsıdır. Bu temel hedefin gerçekleşmesi için mü’minin/dâvetçinin, dünya meşgalelerinden kendini soyutlayarak Rabbi ile yalnız kalması ve nefsini muhâsebe etmesi sâyesinde, hayatını ve amellerini O’nun rızâsı doğrultusunda tanzim etme, takvâ sahibi bir insan olma hal ve şuuruna erebilmesidir. Allah’ın rızâsı için gerekli olan namaz, oruç, zikir, ibret, tefekkür, muhâsebe, nefsi kontrol, geleceği planlama ve tekâmüle ulaşmasıdır.

İslâm’ı öncelikle kendi gönüllerinde ve benliklerinde hâkim kılamayan insanlara Allah’ın yardım edip onlara devlet gibi nimetler vermesi beklenemez. Dünyada Allah’ın râzı olacağı devlete, âhirette insanın râzı olacağı cennete kavuşmanın yolu, öncelikle tam mânâsıyla müslüman olup Allah’a teslim olmaktır. İslâmî bir şahsiyete ve irâdeye sahip olmak, nefsi tezkiye etmek, ma'siyetlerden, günahlardan, ayıp ve ahlâksızlıklardan arınmaktır. Rûhuna özen göstermeyen bir dâvetçi mü’minin Cenâb-ı Hak’tan hidâyet ve nusret beklemeye hakkı yoktur. Zira, “bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.”[13]

İtikâf; halîfelik görevlerini yerine getirmek için enerjisini doldurmak, arınmak, azıklanıp rûhunu gıdâlandırmak, sosyal faâliyetlere ve cihâda daha bir hızla atılmak için, geri çekilip gerilmek ve kısa bir süre Rabbiyle baş başa kalmaktır. Hasta olanın, hastalıklardan tedâvi için muvakkat bir zaman hastanede kalıp ilâç ve perhize devam edip tedâvi edildikten sonra hastaneden çıkıp daha sıhhatli bir halde işlerine dönüp çalıştığı gibi, müslüman için i’tikâf da böyledir. Kısa bir müddet i’tikâfta kalır; yenilenip rektefe edilmiş, sabra alışan ve her ânını ibâdete dönüştüren özellikleriyle  sosyal hayata daha kuvvetli olarak çıkar. Mânevî yönden daha güçlü olarak Rabbine yaklaşır, iman ve yakîn nûru ile kalbini düzeltir ve huzur içinde Allah’a yönelir. Nice kimseler vardır ki, fâni olan cisminin sağlığına gösterdiği özeni mânevî yapısına göstermez. Dünya rahatına verdiği önem kadar ebedî hayatını düşünmez. Yatağa düşürecek mikroplardan ve hastalıklardan sakındığı kadar, cehenneme götürecek kalp hastalığından ve mânevî mikroplardan kaçınmaya çalışmaz. Yatırımını sadece dünyaya yapan, rûhî ve mânevî gıdâlarını ihmal eden modern insan, tek kanatlı kuşa dön(dürül)müştür. İşte i’tikâf, huzura, esas hayata ve tükenmeyen saâdete erdirecek tüm imkânlarını, kendisiyle kucaklaşan herkese sunmaya hazırdır.

Yarışmalardan önce sporcuların özel hayatlarından koparılarak kampa alınmaları, belli bir süre enerji depolamak için olduğu kadar, onları gerideki ilgilerin etkisinden sıyırmayı da hedef alır. Gözlerinden biri hastalanan kimse için eşyanın yarısı nasıl bulutların arkasında gölge bir varlık gibi silik ve bulanık gözükürse, dikkati vâkıalara takılıp kalan, kendine bakmasını ve kendisini Hakka vermesini bilmeyenler için de hakikatin yarısı kaybolmuş demektir.    

Özellikle i’tikâfla elde edilen, mâsivâyı (O'ndan başka her şeyi) gönlünden silip sadece Allah’la beraber olmanın faydası meydandadır: Meşgaleyi azaltır, insanın gözünü ve kulağını korur. Zira göz ve kulak kalbin yoludur. Kalp bir havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis ve bulanık, mikroplu sular dökülür. İ’tikâftan maksat, kalbi o pis sulardan ve bunlardan meydana gelen çamurdan temizlemektir ki, bu sâyede havuzun ana kaynağı temiz su ile dolsun. Pis suyu akıtan derelerin havuza akan yolları açık iken havuzu temizlemek nasıl mümkün olur? Her an yeni bir pis su havuzu doldurur. O halde ilk önce o pis derelerin yolunu kesmek lâzımdır, yani kalbe yönelen duyuların güzel olmayan akıntısını kesmek gerekir, ancak zarûret miktarı açık kalır. Bu da i’tikâf ve benzeri uygulamalarla mümkün olur. Ayrıca i’tikâfla gözü hâriçten çekmekle bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek, perde tabakalarını kaldırıp atmak sûretiyle içinden hikmet pınarlarını akıtıp kalbi doldurmak da mümkündür.

İ’tikâf, pek çok ibâdeti içeren ana ibâdettir. Başka bir ibâdette bu kadar çok özellik bulunmaz.  İ’tikâf yapanın namazı vaktinde cemaatle ve huşû ile edâ etmesine yardımcı olur. Nâfile namaz kılma ve gece hayatına, yani Allah için uykuyu bölüp teheccüdle neşelenme imkânına ve alışkanlığına ulaştırır. Mu’tekifin (i’tikâf yapan kimsenin) orucu, takvâya ulaştırır;  çünkü onun orucu; gıybet ve yalan gibi haramlardan, hatta gereksiz sözlerden uzak, mescid gibi bir mekânda yerine getirilen oruçtur. İ’tikâf, özellikle fesâdın yayıldığı günümüzde, gözün, kulağın ve dilin, dolayısıyla da gönlün haramlardan korunmasına vesîledir. İ’tikâf, insanı dünyevîleşmekten, hırs ve tatminsizlikten kurtarır.

İ’tikâf, mü’minin Allah ile olan imânî bağını kuvvetlendirip nefsini tezkiye edip arındırır, çevre baskılarına ve fitnelere karşı daha dayanıklı hale getirir. İ’tikâf sâyesinde insan, ahlâk ve ibâdetlerle ilgili zaaflarını gidermek için gerekli adımlar atabilir. Kötü alışkanlıklarını bırakma imkânına kavuşur. Bildiği doğruları ve güzellikleri hayata geçirme gayret ve çabasına kavuşur. Sözlerin yalama olduğu, muhâtapların güzel konuşmalardan değil; ancak güzel yaşayıştan etkilendiği günümüzde, hal diliyle güzel bir tebliğdir i’tikâf. Başkalarına iyiliği emrettiği halde kendi nefislerini unutanlara da önemli bir derstir. Allah için ağlayıp tevbe etmeyi unutan takvâ ve ihlâs konusunda büyük ihmalleri olan ve yaptığı ibâdetlerden zevk alamayan insan için bir şahsiyet okuludur. Kişinin Rabbine yaklaşabilmesi ve kendini O’na adayacak seviyeye yükselebilmesi için fiilî bir duâdır.   

Hiçbir şey, Allah’ı zikretmekten daha lezzetli değildir. Hiçbir amel, zahmetin azlığına karşın verdiği lezzetin çokluğu, kalbe verdiği sevinç ve huzurun büyüklüğü bakımından zikrullah gibi olamaz. İnsan, ancak Allah’ı gereği gibi ve tüm kapsamıyla zikrederek tatmine ve huzura kavuşabilir. İ’tikâf rûhu, kişiye namaz gibi eylemle, tefekkür ve Allah’ı hatırlayıp unutmama gibi kalp ve beyinle, Kur’an kıraati, duâ, tehlil, tesbih, tahmîd ve tekbir gibi dille yapılan zikirlerle içli dışlı olma tatlarını verir. Zikrin en önemlisi Kur’an okuma, Kur’an’ı düşünme, anlama ve gereğince yaşayıp ahkâmını topluma hâkim kılma çabasıdır. İ’tikâf yapan kişi, kâmil mânâda bu sünneti ihyâ etmek istiyorsa, Ramazanın son on gününde ve câmideki bu arınma sürecinde Kur’an’ı meâliyle birlikte ve düşünerek okuyup hatim etmelidir. Bunun insana kazandıracağı şeyleri yaşamayan bir kimseye anlatmak mümkün değildir; tatmayan bilmez. Hele, maddî imkânı olanların bu muhteşem özellik ve anlatılamayacak güzelliklerle dolu i'tikâfı, Mescid-i Haram'da ya da Hz. Peygamber'in i'tikâflarını yaptığı mescidde, Medine'de yerine getirmeleri... Gerçekten i’tikâf, yüksek mertebelere ulaşabilmek için mü'minlerin mutlaka değerlendirmesi gereken büyük bir fırsattır.

İnsan, kendi namazını ne denli önemsediğini ve hangi ruh hâletiyle namaz kıldığını değerlendirmelidir. Eğer bu hususta kendindeki eksiklikleri tesbit etmişse, işte i’tikâf, namazlarının edâsında yüksek mertebelere ulaşmak için bir fırsat olarak onu beklemektedir. Bir mü’min, Allah Teâlâ’nın râzı olmayacağı işler yapmaktan korkmalı, bunun için günlük hayatında namazdaymışçasına davranmalı, unutma hali hâriç, abes şeylerle meşgul olmamalı, Hak’tan uzaklaştıracak hususlara veya lüzumsuz hiçbir şeye iltifat etmemelidir. Bunlar da en doğal şekilde i’tikâfla kazanılır ve sonra devam ettirilecek alışkanlık ve ahlâk haline getirilebilir. Mü’minin, ulaşmak için gayret sarfetmesi gereken bir başka seviye de, nefis ve şeytanla mücâhede gayretleridir. Bu mücâhede sâyesinde namazda gönül huzuru, huşû ve haşyet duyguları kazanılır. Böylece i’tikâfa giren mü’min pek çok dünyevî meşgûliyetle ilgisini kesmek sûretiyle, başka insanların tatmadığı lezzetleri tatmış, ulaşamadıkları derecelere ulaşma fırsatını yakalamış olur.

İ’tikâftaki mü’minin, insanların çoğunun yaptığı yanlışlardan kaçınması da kolay olacaktır. Bunlara örnek olmak üzere, insanı hüsrâna götüren pek çok şeyi kendisinde toplayan üç yanlış davranışı gündeme getirebiliriz. Bunlar, fuzûlî konuşma, isrâfa varan yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkidir.

Allah’ın Kitabını okuma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma veya maîşetle ilgili gerekli bir konuşmanın dışındaki, yani hayır sözün hâricindeki konuşmalar, fuzûlîdir. Mü’min, kirâmen kâtibîn meleklerinin kendisini devamlı gözetlediğinin farkında olmalı, her söylediğinin kasete alındığını, her yaptığının kameraya çekildiğini unutmamalıdır.

Zamâne gençlerinin çoğu, hatta dâvâ adamı olanların önemli kısmı bile, dille imtihanda pek başarılı olamamaktadır. Nice gençler, konu üzerinde düşünmüyorlar bile. O nedenle de bugün pek çok dindarda, dâvetçide ve ilim talebesinde görülen üslûpsuzluk, yerinde söz söyleyememe, geyik muhabbeti, ciddiyetle somurtkanlığı karıştırma, samimiyetle sululuğun arasındaki dengeyi bulamama gibi özellikler yaygınlaşmaktadır. Ayrıca bunlara, çoğu zaman gıybet, yalan söyleme gibi günahlar da eşlik etmektedir. Mü’min için i’tikâf, Allah’ı zikir, zarûrî ve hayırlı konuşmanın dışında ağızdan çıkan her kelime için nefis muhâsebesi yapmaya bir fırsat ve vesiledir. İ’tikâftaki mü’min, kendini olgunluğa alıştırmalı, i’tikâfına zarar verecek kişilerle ilişkisini ve gereksiz konuşmaları bırakabilmelidir.

Midesine girenleri kontrol edemeyen gönlünü de denetleyemez. Günahlar, Allah için oruç tutup aç kalana uzak, tıka basa yiyene daha yakındır. Az yemek, sadece kalıba değil, aynı zamanda kalbe de incelik kazandırır, maddî hastalıklara olduğu gibi, mânevî hastalıklara da şifa sebebidir. Nefsin hevâsını, yani kötü isteklerini dizginler, öfkeyi azaltır. Ayrıca, kişiyi fazla uykudan, tembellikten ve gevşeklikten kurtarır. Nitekim Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: “Ey oğulcuğum! Mide dolarsa düşünme uykuya dalar, hikmet dilsiz kalır, uzuvlar da ibâdet için hareket etmez.” İ’tikâftaki mü’minin, kendisini ibâdetten alıkoyacak her şeyden, bu arada çok ve çeşitli yemekten uzaklaşması gerekir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Çok yemek yiyen, Allah’ı zikretmekten bir lezzet alamaz.”

İ’tikâf, mü’min için, daha önce lezzetine varılmış bazı şeylerden uzak kalma hususunda nefsini terbiye etme ve alışkanlık haline gelmiş pek çok şeyden müstağnî olma konusunda nefsiyle mücâhede imkânıdır. Çay tiryâkilikleri, çerez ve benzeri alışkanlık ve bağımlılıkları, israfı ve ağzına giren her şeyi tekrar gözden geçirme fırsatıdır i’tikâf.

İnsanlarla çok ve gereksiz ilişki de kişinin kulluğuna ve huzuruna darbe vurma bakımından önemlidir. Çünkü insanların çoğu, diğer insanlarla bir araya gelmeye öyle düşkündürler ki, kendi ibâdetlerini yapma ve tamamlama konusundaki güçlerini kaybederler. İnsanlar arasına fazlaca karışmak, ibâdet zamanının ve mekânının heybetini azaltır; gıybet, yalan söyleme, boş konuşma, aşırı şaka yapma gibi birtakım günahlara önayak olur.

İ’tikâf, kişinin ibâdetlerini gözlerden ırakta yaparak ihlâsını ölçmesi ve takviyesi için bir fırsattır. Kişi, murâkabe şuurunu kazanabilmek ve âniden gelebilecek ölümü her an hatırında tutabilmek, böylelikle kemâl merdivenlerine tırmanabilmek için, nefsiyle devamlı bir sûrette mücâdele etmesi gerekir. Bu özellikler, en güzel biçimde i’tikâf bilinciyle kazanılabilir. 

Kimin gönlünde Allah varsa onun her iki dünyada da yardımcısı Allah’tır, kimin kalbinde Allah’tan gayri şeyler tümüyle yer etmişse onun iki dünyada da hasmı Allah’tır. Allah’la beraber olan ve i’tikâfı bu konuda baş tacı eden, bu unutulmuş sünneti ihyâ ederek kendisi ihyâ olan genç müslümanlara selâm olsun!

Yılda en az bir defa, Ramazan ayında i’tikâfa girmek, Peygamberimizin unutulan önemli bir sünnetini ihyâ etmektir. Hayatımızı namaza benzetmek zorunda olduğumuz gibi, i’tikâftaki Allah’a adanmışlık rûhunu ve işe kendimizden başlamamız gerektiği bilincini her an canlı tutmak da müslümanca yaşayıp müslümanca ölmek için mecbûrî istikametimizdir. Toplumdaki şerleri değiştirmek niyetiyle kendimizi yetiştirip ıslah için haydi i’tikâfa!  

[1] 2/Bakara, 125

[2] İbn Mâce, Mukaddime 15,  hadis no: 210

[3] Terğîb, I/44

[4] 66/Tahrîm, 6

[5] Buhârî, İ’tikâf 1, 6; Müslim, İ’tikâf 1, 2, 3, 4; Ebû Dâvud, Savm 77, 78; Tirmizî, Savm 71; İbn Mâce, Sıyâm 58

[6] Buhârî, İ’tikâf 17; Ebû Dâvud, Savm 78; İbn Mâce, Sıyâm 58

[7] Buhârî, İ’tikâf 1; Müslim, İ’tikâf 5; Ebû Dâvud, Savm 77

[8] İbn Mâce, hadis no: 1781

[9] Taberânî ve Beyhakî’den; Terğîb ve Terhîb, c. 2, s. 526

[10] Buhârî, İ’tikâf 6; Müslim, İ’tikâf 5

[11] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, Sayı 116-117 (Kasım-Aralık 2000), s. 58

[12] 73/Müzzemmil, 6

[13] 13/Ra’d, 11

Kur’an’sız Ramazan, İçi Boş Sahte Cennet Gibidir 

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ 

“O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).” [1]

Ramazan ayını diğer aylardan üstün kılan nedir? Ramazan’ın özelliklerini sayarak diğer aylardan farkını anlamaya çalışalım: Ramazan, oruç ve az yeme ayıdır. Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır. Teravih başta olmak üzere nâfile ibâdetlerin daha çok yapıldığı ibâdet ayıdır. Zekât ve fıtır sadakasının verildiği bereketli bir aydır. Fakirlerin hatırlanıp gözetildiği cömertlik ayıdır. Şeytanların ve şeytânî arzuların bağlandığı rahmet ve mağfiret ayıdır. Kötü alışkanlıkların terk edilip iyi alışkanlıklar edinilmeye çok müsait bir aydır. Ramazan, bir okuldur. Ama, Kur’an onu, bütün bu özelliklerinden başka bir özellikle tanıtıyor. Bunlar doğrudur, ama Ramazanı Kur’an’ın tanıttığı gibi tanıtmaya yetmez. Rabbimiz onu bize Kur’an’ın indirildiği ay olarak tanıtıyor. Evet, Kur’an’a göre Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır. “Ramazan ayı ki, insanlara dosdoğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırma ölçüsü ve hidâyet için belgeler içeren Kur'an onda indirilmiştir…” [2]

Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre,[3] Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan üstün olur.

Değeri Kur'an'dan kaynaklanan Ramazan, Kur'an'dan daha çok önemsenirken, Kur'an ihmal edilmiştir. Rasûlullah’ın ümmetinden şikâyetçi olacağı tek husus vardır: “(O gün) Peygamber şöyle der: ‘Ey Rabbim! Doğrusu benim toplumum, bu Kur’an’ı terk etmişti (uzak durmuş, onunla amel etmemişti).” [4]

Unutmayalım, Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.            

Ramazan, Kur’an’ın kendisine indiğini bilen ve ona göre hayatını tanzim eden kimselerin Ramazan’ıdır. Kur’an’ı ve hükümlerini önemsemeyen, ya da başka şeyleri Kur’an’a tercih eden, Kur’an’a ters ilke ve yaşama biçimlerini reddetmeyen kimseler için, yani Kur’an’sız, Kitapsız yaşayanlar için Ramazan da yoktur bayram da. Kur’an kendisine inmemiş gibi Kitapsız şekilde yaşayan insanlar, Kur’an’dan yararlanamadığı gibi, Ramazan’dan da nasip alamazlar.

"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nûra, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik."[5]; "O (Kur'an) sizi zulumâttan nûra çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir."[6]; "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nûra çıkasınız." [7]

Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden  "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."[8] Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır.  Ahiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlıklara götürür."[9] Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler" [10] dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.

Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur. Fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nûruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.  

Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nûr" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır,  zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır.  "Kim Benim zikrimden (Kur’an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten (dünyada) görüyordum!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle (sen dünyada da mânen kördün). Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." [11] 

Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur câhiliyye toplumu, onlar Kitab’ın kendilerini ve toplumlarını eğitip yönlendirmesini istemezler. Kitabı öğretmesi gereken okullar Kitapsız okuldur; Kitabı göndereni ve Kitabı eğitime karıştırmazlar, O Kitab’ın yeri yoktur resmî kurumlarda. Mahkemeler, Meclis ve tüm kurumlar Kitapsız olduğu gibi, mü’minlerin elindeki (fazla fonksiyonu olmasa da) Kitab’ı (ç)almak için bin bir gerekçe ve hüküm koymaktan çekinmez. Devlet, Kitapsız devlettir. Kitabın bir âyetini, bir hükmünü bile uygulamaz. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder."[12] “Kitabın ne?” sorusuna o gün Kitaptan uzak yaşayan insan "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, “Kitabım” diye iddia edilen Allah'ın Kitabı yerine, kişiye yön veren, o kimsenin O Kitap'tan fazla okuyup baktığı, etkilendiği, itaat edip uyduğu ne ise, insanın organları yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. Bir ilke, bir kanun fert ve toplum hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."  [13] 

Hayat kitabımız Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübârek bir Kitaptır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız."[14] Mü'min, Kur'an'ı, mûsikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir.

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." [15]

Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.  "Kur'an şifadır."[16] Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşaya. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Son kullanma tarihi kıyâmet olan bu şifa kaynağı raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. 

Tevhidî çizgide yaşamaya çalışan mü’minler Kitapsız değildir, Kitapsız olamazlar. Onları Kitabullah yönlendirir. Eğitimleri, cemaat çalışmaları Allah’ın Kitabını daha iyi anlamaya yöneliktir. Medya organlarının, nutukların, herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın Kitabının yerini tutamayacağını bilirler ve ona göre tercihlerini yaparlar. Onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha önemli olmadığının bilinci içindedir. İçinde hiç yanlışın olmadığı, her emrine mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna inandıklarını tüm davranışlarıyla ispat etmeye çalışırlar.          

Kur’an, muvahhid mü’minin başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat kitabıdır. Hakemdir, ölçüdür, furkandır. Kur’an mü’minler için ana yasadır. Ona ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul etmez, edemez muvahhid kimse.

Ölü kitabı değildir Kitaplı mü’min için, muska kitabı değildir Kur’an. Hatmetmek için hatmetmenin Kitaplı olmaya yetmeyeceğini bilir muvahhid mü’min. Dostlar alışverişte görsün kabilinden, yasak savma cinsinden Ramazanlarda Kur’an’ı kabından çıkarıp hatim etmeyle işin biteceğini hiç mi hiç düşünmez. Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdi. Şirksiz ve şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil, hüsrânını arttırabilirdi çünkü. “Biz, Kur’an’da mü’minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama bunlar, zâlimlerin hüsrânını, kayıplarını arttırır.”[17] Kim gönlündeki, başta şirk olmak üzere, her çeşit mânevî hastalıkları Kur’an’la tedavi etmezse, Allah ona başka bir yoldan asla şifâ vermez. Âyette dünya, türlü hastalıklarla dolu bir hastaneye, Peygamber bir doktora, Kur’an da şifâ veren ilaca benzetilmiştir. Kur’an’a itaat eden mü’min, bu âyetlerle şifaya ve rahmete kavuşur. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi de onun hastalığını arttıracaktır. 

Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktır Kitaplı mü’minlerin dertleri. Onlar Kur’an’a tâbi olmak, ona itaat etmek için okurlar. Bilirler ki, Kur’an hüdâdır, hidâyettir, yol göstericidir. Onlar Kur’an’ı yaşama niyetiyle okuyup anlamayı en büyük zikir, en önemli ibâdet kabul ederler. Onları kimse Allah adına kandırıp Kur’an’ı anlayamayacaklarını söyleyemez. Başkalarının, hata yapma ihtimali büyük olan beşerin, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı onlara yasak kılamaz. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı görseler, öyle bir eûzü çekerler ki, sadece cin şeytanları değil ins şeytanları da kaçar onlardan.

Onlar mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel ses gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okurlar.

Sadece Kur’an’la yetişen “canlı Kur’an” sıfatına en lâyık şahsiyet, “Onun ahlâkı Kur’an’dı” (Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139) denilen Yüce Önderimiz Peygamberimiz’in izinden giden muvahhid mü’minler de canlı Kur’an olmaya, ahlâkını, yaşayışını tümüyle Kur’an’ın yön verdiği tevhidî inkılâbı her alanda gerçekleştirmeye aday olmaya çalışan insanlardır. Onlar bilirler ki, insanların en hayırlısı Kur’an’ı (metnini okumayı, anlamını, hükümlerini, nasıl yaşanacağını, çevreye nasıl hâkim kılınacağını) öğrenen ve başkalarına öğreten kimselerdir. Onların evleri Kur’an okuludur. Ailecek Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya çalışırlar.

Bütün mûcizevî yönlerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhit olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâptır. Kur'an, kişileri kısa zamanda,  tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihyâ etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.

Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil'in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sayesinde insanları ihyâ eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermişti. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet olmuşlar ve en güzel medeniyet oluşturmuşlardı.

Ashâbı dirilten, canlandıran, adam eden Kur’an bizi de ihyâ eder. Yeter ki Kur’an’a yaklaşımımız ashâbınki gibi olsun.

Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da câhilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da, hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak savunur. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâp, Kur'an'ın yaptığı inkılâp; en büyük inkılâpçı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur'an'la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet; inkılâpçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâp denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.         

İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "câhiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin dört özelliğini belirtir. Câhiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir (bk. 3/Âl-i İmran, 154). Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir (bk. 48/Fetih, 26). Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır (bk. 33/Ahzâb, 33). Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?" (5/Mâide, 50). Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, hevâ ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor (Tabii, kürtaj,  intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum). Kısaca, Kur'an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir. 

Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık tevhidî bir inkılâp yapamıyor? Kur'an değişmemiştir, ama Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır, ama Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a ashâb gibi yönelmiyor.

Kur'an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması Ramazan'daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur'an'ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmesi, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması, Allah'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.

Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna, Kur’an okuluna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.

Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş bulunan Kur'an’ı duvarlara, kitaplığa terk etmekten, onu süslü kabının içinde mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanların Ramazan’dan alacakları pay, en fazla açlık olacaktır.

Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım; ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat, hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan: “Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.” (8/Enfâl, 24)  

Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik etme yarışı yapmalıyız.  

Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız olmak çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun üzerimize yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin, her istirahatımızın önüne geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an insanı olmalıyız. Ahlâkımız Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı hedeflemeliyiz.

Kur’an ve Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız. Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına gösterebilecek şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ın diriltici mesajlarıyla ayaklanmalı, yattığımız yerden kalkmalı ve kıyâmetimize kadar kıyamda olmalı, kıyamda/ayakta ölmeye çalışmalıyız.

Selâm olsun canlı Kur’an adayı (her yaştan) genç muvahhidlere! Kur’an talebesi olmayı hayat boyu sürdürecek, Kur’an’ı öğrenip öğretmeyi, yaşayıp yaşatmayı hiçbir hazineye değişmeyecek Kur’an dostlarına!

[1] 2/Bakara, 185

[2] 2/Bakara, 185

[3] 97/Kadr, 3

[4] 25/Furkan, 30

[5] 14/İbrahim, 1

[6] 39/Zümer, 39

[7] 65/Talâk, 11

[8] 5/Mâide, 45

[9] 2/Bakara, 257

[10] 7/A'râf, 179

[11] 20/Tâhâ, 124-127

[12] 36/Yâsin, 65

[13] Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341

[14] 6/En'âm, 155

[15] 20/Tâhâ, 124

[16] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44

[17] 17/İsrâ, 82

Perşembe, 25 Şubat 2021 08:42

21.HUTBE: TERSYÜZ EDİLEN NAZAMAR

Yazan

                        TERSYÜZ EDİLEN NAZAMAR

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ 

“O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).” [1]

Bir Ramazan daha geldi. Hayat veren bu aylara şâhit olmamızın artan sayısı, aynı zamanda ölümün yaklaştığının da habercisi. Önemli olan Ramazan'a güzellik veren temel özellik Kur'an'la şuurlanıp dirilerek ölümden sonrasına her an hazır olmak... Bu Ramazan biraz farklı olacak; halk geçim derdini de unutup seçim derdinin yorgunluklarıyla, mecliste sahnelenecek oyunları takip edecek, kim bilir kaçıncı defa ümitlerinin balık olup demokrasi kavağına çıktığına şâhitlik edecek. "Ver oyunu, gör oyunu!" diyen oyunun kurallarını belirleyenler, figüran olarak kullandıkları halkın tercihine karşı da ne tür hile ve dayatmalar sergileyecekler Ramazanda ortaya çıkacak. Meydanlardaki cambazlar, yerlerini Ramazan çadırlarındaki cambazlarla medya sihirbazlarına bırakacaklar. Halkı cambaza baktırıp oyalayan kukla oynatıcıları, yakında ve Irak'ta müslümanlara daha büyük darbeler vurmak, ceplerini ve gönüllerini boşalttıkları yetmiyor gibi damarlarını da boşaltmak için vampir dişlerini gösterecekler. 

Destekçileri olan hâinlerin yardımıyla İsrail sömürgesi süper cüce bunları planlarken, ABD'nin abdleri durumundaki medya da, Ramazanı müslümanlara zehir etmenin yolunu bulacak. Her Ramazanda biraz sansasyon, biraz iftira, biraz istismar ve biraz da irticâ adıyla İslâm düşmanlığının tezgâhlandığı medya pazarında, yutanlar yutsun, yutmayanların da boğazına dizilsin diye bakalım bu Ramazanda iftarlık olarak ne eşantiyonlar verilecek? Ramazan geldiğinde, din ticareti de dine hakaret piyasası da hayli iş yapar, müslüman mahallesindeki medya adlı salyangoz pazarında. Hipnotize edilmişçesine kendinden geçmiş ve etkilenmeye hazır, ağzı açık müşterilere sihirli kutunun yalancı aynasından geçirilen bayat ve kokmuş dolmalar yanında, taze avlar da menüye konulup yutturulur. Ramazandan yararlanarak müslümanların dine yönelişlerini frenlemek için, temcit pilavı olarak medya tarafından bu yıl da ne çirkinlikler sunulacak, hep birlikte göreceğiz. İnsanları diriltmeye gelen Ramazanı öldürmek, en azından yaralamaya kalkacaklar çıkacak. Bozulan insanı tamir etmeye gelen Ramazan'ı tahrif edip bozmaya yeltenenler olacak. Kâfirler görevini yapacağı gibi, Ramazan münâfıkları da iş başında olacak.

Bütün bunlar, gâyet doğal. Herkes inancının/dâvâsının gereğini yapıyor. Esas problem müslümanlarda. Ramazan'ı aslî çizgisinden saptırmak isteyenler, sadece fıtratları bozulmuş İslâm ve Ramazan düşmanları değil; iyi niyetli ama câhil, samimi ama âdetleri ibâdetleştiren, ibâdetleri de âdetleştiren müslümanların çoğunluğu da bu durumda. Zâten lâyık olduğumuz şekilde yönetiliyor, hak ettiğimiz şekilde muâmele görüyoruz. "Ey iman edenler! Siz kendinize (kendi görevlerinize) bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olunca dalâletteki/sapık kimse size zarar veremez..."[2] Biz bu yazımızda dışımızdaki güçlerin doğal tavırlarını değil; müslüman halkın Ramazan'la ilgili doğal olmayan tavırlarına değinmek istiyoruz. Hakk'ın dinindeki Ramazanın özellikleriyle halkın dinindeki Ramazanın özelliklerini örneklerle karşılaştırmak, böylece Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermenin gereğini hatırlatmak bu yazının amacı olacaktır.    

Hakk'ın dininde Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır (2/Bakara, 185). Kur'an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması Ramazan'daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur'an'ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmesi, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması, Allah'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.

Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.

 

Ramazan, oruç ve az yeme ayıdır. 

Tıka basa yeme ayı, oburluk ayı değil; açlık ve mideyi dinlendirme, ruhu gıdalandırma ayıdır. Ramazan, zenginle fakiri en azından gündüzleri eşit yapar. Oruç, hayatın yalnız yeme-içme, bencil duyguları ve hayvanî arzuları tatmin etme anlayışına dayanmadığını öğreten bir ibâdettir. Oruç, fiil olarak fakirlik halini yaşamaktır. Sosyal adâlet fikrini, yardımlaşma duygusunu; açlık halini yaşatarak öğreten bir ibâdettir. Oruç sâyesinde zengin mü'minler de beden ve ruh yönünden fakirliğin sınırları içinde yaşarlar. Tok insanın açın halinden anlamasını kolaylaştırır oruç.

Açlık ve sabır ayı olan Ramazan, halk açısından tıkınma ayıdır. Günler öncesinde piyasa canlanır, koşturmacalar başlar, gıdalar Ramazanda midelere havâle edilmek için evlere yığılır, depolanır. Kadınlar, Kur'an okumaya ve nâfile ibâdete, kültürlerini arttırmaya vakit ayıramasınlar diye mutfaklara hapsedilir; yağlılar, börekler, çörekler, Ramazan yemekleri adı altında bitmeyen uğraşlarla meşgul edilir. Medya "Ramazan Yemekleri" ve "Yemek Târifleri" programları yapar.

 

Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır.

"... Oruç sabrın yarısıdır..."[3]; “Oruç bir kalkandır.”[4] Oruç, irâdelerimizi güçlendirir. Sabır ve sebâtımızı arttırır. Allah için iş yapmayı, zorluklara göğüs germeyi öğretir. Zorluklara dayanabilme, nefsin isteklerini geri çevirebilme ayıdır bu ay. Ruhumuzu eğittiğimiz bir aydır Ramazan. Dilimizin okumaya, beynimizin bilgiye yöneldiği, gönlümüzün İlâhî huzurla coştuğu, benliğimizin her çeşit ibâdete koştuğu bir aydır, öyle olması gerekir.

Günümüzün manzarası ise; "oruç kafası" diye nitelenen sinirlilik, acelecilik, iftar öncesi telâş ve özellikle trafikteki keşmekeşlik ve kazâ yoğunluğu... Tek kelimeyle sabırsızlık ve stres. Sebep olarak gösterilen iftirâ da hazırdır: "Oruç kafası!" Oruç insanda sabır kapılarını sonuna kadar açar, açlık da insanı olgunlaştırırken; insanımız bırakın oruç tutmanın hakkını vermeyi, aç bile kalamamış, akşam tıka basa yedikten sonra, sahurda da gün boyu hazmedilemeyecek yağlı ve hamur işleriyle kilo arttırmaya çalışmıştır. Buna rağmen sinirlenmenin ve sabırsızlığın suçu oruca yüklenir, bir ibâdete hiç bağdaşmayacak kadar çirkin ve yalan şekilde iftirâ atılır. Dinlenme değil, “din”lenme ayı olması gereken Ramazanda daha bir tembellik ortaya çıkar, uyku ve uyuşukluk ile, geyik muhabbetleriyle, işi rolantiye alıp boş vakitle israf edilir bu değerli günler.

 

Ramazan itikâf ayıdır.

Ramazan ayının son on gününde itikâfa girmek sünnettir. “Hz. Peygamber, Ramazanın son on gününde, vefatına kadar itikâfa girdi. İrtihalinden sonra da zevceleri itikâfa devam ettiler”[5] Halkın Ramazanında itikâf yoktur, hatta adını bile telaffuz etmekte zorlanır insanımız. Câmi cemaatine anket yapılsa, "itikâf nedir?" diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç bulunmayacaktır.

 

Ramazan İbâdet ve Mâneviyat ayıdır.

Ramazan takvâ ayıdır. Oruç, yüce dinimizin haramlarından korunup sakınma duygularını, yani takvâyı geliştirir.[6] Mü'min, bu önemli faydayı da sağlamak için, günah davranış, söz, işitme ve bakışlardan korunacak, sakınacaktır. Oruç, ruhî ve ahlâkî bir eğitimdir. Ramazan tevbe ayıdır. Günahları terketme, kötü alışkanlıkları bırakma ayıdır Ramazan. Kendine dönme, âhireti tercih etme ve diriliş ayıdır. Bütün vücut organlarımızın, tüm duygularımızın da oruca ihtiyacı vardır, onlara da oruç tutturmak gerekmektedir. Ramazan; haramlara, şeytanî özelliklere, nefsimizin kötü isteklerine karşı bir sığınaktır, bir kaledir. Oruçla bu kaleye girilir. Ramazan; göz ve dillerini kontrol altına alarak ağızlarını kapayıp kalp ve gözlerini açmaya müslümanları hazırlıyor. İmsaktan iftara kadar geçen zamanda, Ramazan içinde bulunduğunu, oruçlu, yani ibâdet halinde olduğunu hatırlayan kimse, sanki Allah'ı görüyormuş gibi, yaptıklarını ölçülü ve güzel yapmaya çalışacaktır. Oruç, insana ibâdet için yaratıldığını hatırlatır, her dakikanın Allah'ın emir ve yasaklarına uygun olması için gayreti artırır, ruhu olgunlaştırır. Oruçlu insan Rabbini daha çok düşünür ve huzura kavuşur. Mideler rahatladığı için bütün vücutta bir hafiflik hissedilir, kâmil bir oruçla gönül saflaşır, berraklaşır, daima iyi şeyler düşünür. Yani kâmil bir insan olmanın yolları açılır, oruçla nefsin kötü isteklerine dur demesini öğrenir insan.

Günümüzde Ramazanlar, dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak folklorik planda hayata yansıtılmaktadır. İnsanımızı yönlendiren düzen ve kurumları, belediyeler ve özellikle medya Ramazanı "ibâdet ve mâneviyât ayı" olmaktan çıkarıp eğlence ayı olarak değerlendirmektedir. Ramazan çadırları konser salonu görevi de yapmakta, müzik parçaları bu ibâdet ayında teravihlerdeki salevatları bastırmaktadır. Televizyonlar, diğer zamanlardan daha fazla eğlenceye, tiyatromsu şeylere, ortaoyunu ve kuklalara... yer ayırmaktadır. "Ah eski Ramazanlar!" Sanki asr-ı saâdetteki her ânı ibâdet coşkusuyla değerlendirilen Ramazanları hasretle hatırlayıp ona özenmektedir bunu söyleyenler. Hayır, bu güzel arzudan değil bu nostaljik iç geçirmeler... Ya niçin, Lâle Devrinden sonra ve özellikle Tanzimatla birlikte yabancı ve yabancılaşmış insanların Direklerarası gibi eğlence mekânlarındaki gayr-i İslâmî faşingleri, festivaller, câhilî örfler, lüks ve isrâfa âit hâtıralar ve onları canlandırma gayretleri; Rum ve Ermeni şarkıcıların bozuk şive ve bozuk ahlâkla icat ve icraatları olan kantolar ve bayağı ve de cıvık eğlenceler için... Bir de Ortaoyunu ve meddah... Televoleci kanalların bunları canlandırması değil; Ramazan ruhunun ne olduğu bilen/bilmesi gereken kanallar, gayrı müslim azınlıkların alternatif Ramazanı olan direklerarasını Feshanelere taşıyan, namaz kılanları çadır eğlencelerine çağıranlar insanı üzüyor.

 

Zekât ve sadaka ayıdır. Yardımlaşma, ihsan, ikram ve cömertlik ayıdır Ramazan.

Fıtır sadakası vermek bu aya mahsus bir ibâdet olduğu gibi, hayır ve hasenâtı çoğaltmak da bu ayın eseridir. “Rasûlullah (s.a.s.) insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de kendisiyle Cebrâil (a.s.) karşılaştığı zaman daha da artardı. Rasûlullah, Cebâil ile buluştuğunda insanlara rahmet getiren rüzgârdan daha cömert, daha faydalı olurdu.”[7] “Hangi sadaka daha fazîletlidir?” diye sorulunca, en büyük insan; “Ramazan ayında verilen sadaka” buyurmuştur.[8] Giderek dünyevîleşen, bireyselleşen insanımızın unutmaya yüz tuttuğu ikrâmı, misafir ağırlamayı, infakı hatırlatır ve yeniden alışkanlık haline getirtir Ramazan; iftarlarla, sadaka-i fıtır ve zekâtlarla, bu ayda fakirlere ekstra yapılan yardımlarla...

Günümüzde kısmen yapılan bu ikram ve yardımlaşmalar, daha çok zenginlerin birbirini ağırladığı, tanınmış kimselerin sofralara dâvet edildiği, iftar ziyafetlerinde israf ve gösterişin hâkim olduğu bir tarzda olabilmektedir. Çevrede, hatta uzak yerlerdeki fakirlerin, dul ve yetimlerin iftarlara dâvet edildiğini, kendi evinde iftar ziyafeti kadar oralardaki sofraları donatmanın gerektiği unutulmaktadır. Bilmem kaç yıldızlı otellerin, başka toplantılarının içkisiz yapılmadığı balo salonlarında Firavun sofralarına benzer tarzda iftar, günümüz insanına has tuhaflık olduğu gibi, iftar ve Ramazan ruhuna da hakarettir.

 

Ramazan, bir okuldur.

Bu okulun namaz, oruç, fitre, Kur'an okumak ve dinlemek, çokça zikir ve duâ yapmak gibi dersleri vardır. Bu ayda geçmiş on bir ayın muhâsebesini yapan,  geleceğe beden ve ruh olarak hazırlanan İslâm'ı yaşayan insanlar, bu ay sonunda Allah'ın rahmet ve rızâ diplomasını alırlar. Ramazan okulundan yararlanmak için, dinimizin tüm emirlerini yerine getirip haramlarından kaçan gerçek müslüman olmaya gayret etmek, ibâdetlere ve Kur'an'a sarılmak gerekir. Ramazan ayı, nefsimizi kontrol altına almayı, zorluklara ve arzulara direnip sabretmeyi öğrettiğinden, her çeşit haramları, kötü alışkanlıklarımızı da bırakmak, bu oruç ayında daha kolaylaşacaktır.

Ramazan okuluna kaydolan öğrencilerin, hele başarıyla diplomasını alan ve gelecek on bir ay için gerekli donanımlara sahip olan kişilerin sayısının yeterli olduğunu kimse iddia edemez.  

 

Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz bir fırsattır.

İçkiciler bile Ramazanda içmez veya çok azaltır. Cehennem kapıları kapandığı gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da Ramazanda kilit vurulur. Bir mü'min açısından Ramazan, hâlâ sigara gibi kötü alışkanlıkları varsa, sabahtan akşama kadar içmediğine göre, akşamdan sabaha kadar da içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor olmadığını kendisine öğretir. Sık sık çay içmeden, kahve keyfi yapmadan, çerez ve benzeri abur cubur atıştırmadan yapamayanlara, arada sırada yiyip içmeden edemeyenlere, bu alışkanlıklarından vazgeçmeleri için en güzel imkânları gösterir Ramazan. Az yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine sahip olabilme alışkanlıklarını kazandırır/kazandırmalıdır.

 

Ramazan, para gibi maddî ve fânî şeyleri yüceltmenin yanlışlığını öğreten bir aydır.

Kapitalist işverenler, ağır işler vermeye, işçisini ezip sömürmeye Ramazan'da da devam edecek, mesai ayarlamasına gitmeyeceklerdir. Laik düzenin, Ramazanda ayrıcalık göstermesi beklenmemelidir tabii; o yine askerler, memurlar, okullardaki öğretmen ve öğrenciler için iftar saatine uygun ayarlamalara, Ramazanın mânevî yapısına uygun düzenlemelere gitmeyecektir. Ama, müslüman iş adamları da çalıştırdıkları işçilere aynı zulmü yapıyorlarsa, Ramazan'ın özellik ve güzelliklerinden bahsetmeye hakları olmayacaktır.  

Ramazan, her şeyden önce Kur'an ayıdır, tefekkür ve muhâsebe ayıdır, diriliş ve devrim ayıdır, arınma, yenilenme ayıdır. İlim ve kültürle değerlendirilen, ibâdeti günün ve gecenin her dakikasına yayma gayreti gösterilen, mânevî özelliklerin, takvâ, sabır ve tevbenin öne çıktığı aydır. Namazlarını aksattığından mü'min olduğu tartışılabilecek kişinin, Ramazanla iman tazeleyip namazlı mü'min hale geleceği, namazlıların, namazı huşû ile ikame etmeye ve nâfile ibâdetlere alışabileceği bir ortamdır. Evet, Ramazan güzel alışkanlıkların edinileceği aydır. Terâvihler, nâfile ibâdetlere; sahurlar da teheccüd saatinde kalkıp gece namazına alışmak için büyük bir fırsat olduğu gibi; mukabeleler, Kur'ansız ve Onun anlaşılması ve yaşanması için gayretsiz günün geçirilmemesi gerektiğini öğretir, alıştırır.

Ne var ki, Ramazan’ı ters çevirip nazamaR’a dönüştüren, farkında olmasa da Kur’an ayı’nı tahrif eden kimseler Ramazan’a rağmen değişememekte, Ramazan çeşmesinden kaplarını dolduramamaktadır. Rabbımızdan hem kendimiz, hem de liyakat kesbeden insanlarımız için bu Ramazanın yeniden dirilişlere, canlanış ve uyanışlara vesile olmasını, secde yerlerini gözlerimizden dökülen incilerle süslediğimiz sahur seccâdesinin üzerinde tüm içtenliğimizle isteyebilmeli, fiilimizle de bu duâya iştirak edebilmeliyiz.   

Ne mutlu, Ramazanı gereği gibi değerlendiren, Ramazanla hayırlara doğru değişenlere! Yazıklar olsun, imtihanda olduğunu unutup dünyayı sadece geçim ve seçim dünyası kabul edip ibâdetleri ihmal eden ve Ramazan'ı hevâsı istikametinde değiştirenlere!

[1] 2/Bakara, 185

[2] 5/Mâide, 105

[3] Tirmizî, Deavât, 86, 87

[4] Buhârî, Savm 9; Tirmizî, İman 8

[5] Buhârî, İtikâf 1

[6] bakın 2/Bakara, 183

[7] Buhârî, Savm 7

[8] Tirmizî, Zekât 28

              Misâfir Doktor ve Öğretmenden Yararlanıyor muyuz?                                                                                                                                     

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ 

 “O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).” [1]

Ramazan adında bir eğitimci var. Öğretmenlik yanında aynı zamanda vâizlik de yapan bu uyarıcının bir mesleği de doktorluk. Kendisini sevenleri tedâvi etmek, yetiştirip olgunlaştırmak üzere her sene kapımızı çalar, bir ay misafirimiz olur. Bu çok zengin ziyaretçi, bizden bir şey almaz, bize hep ikram ve ihsanda bulunur, getirdiği hazinelerini sunmak ister.

Ölümcül hastalara, zihni ve gönlü paslanmış, çalışmaz hale gelmiş zavallılara şifâ dağıtır. Dengeleri sarsılan, "önemli olan dünya mı, âhiret mi?" sorusuna cevapta zorlanan insanlara yol gösterir. Mânen ölmüş insanları İsa nefesiyle diriltir.

Hayat veren bu ziyâretçi, tekrar kapımızı çaldı. Sevinmemek mümkün değil. Bir ay boyunca getirdiği güzellikler hemen her tarafı kaplayacak. Şeytan suratlı ekranlar bile arada sırada dünya güzelinin maskesini takmak zorunda kalacak. Evimizde, içimizde kim bilir ne değişmeler, güzellikler, devrimler yaşanacak. Hoş geldin Ramazan! Hoş, safâ getirdin. Buyur, başımızın üstünde, gönlümüzün tahtında yerin var.

Aziz misafirimiz Ramazan'ı biraz daha yakından tanıyalım. Kimdir bu güzeller güzeli? Kitabımız onu her şeyden önce Kur'an'la irtibatlandırır. Ramazan; gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır.[2] Ramazanın verdiği temel mesaj da Kur'an'dır. Kur'an bu kutlu misafir zamanında inmeye başladığından, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması bu misafirle vuslat zamanında ilk görevleridir. Allah'ın kitabını mehcur bırakıp terk eden[3], bir roman kadar, TV. dizisi ve film kadar, top veya pop kadar onunla içli-dışlı olamayanları ikaz edip uyarmak için misafirimiz Ramazan olanca gür sesiyle haykırmaktadır. Bu sesi, gönül kulakları kapalı olmayan her insan duyacaktır. O diyor ki: "Okumayı bilmeyenler, hemen öğrensin, bilenler Kur'an'ı çokça okusun ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etsin. Beni seven, beni göndereni seven, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışsın, beni gönderen Zât'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrensin."

Misafirimizin zihinlerimize çıkmayacak bir yazıyla yazdığı gerçek şudur: "Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemler; Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğundan, çözüm de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesidir. Hâlâ evleriniz niye Kur'an kursuna dönüşmüyor, niye vaktinizi Kur'an ilimleri doldurmuyor? Formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmek değil; onu tefekkürle, düşünerek, anlamaya çalışarak, hayatına geçirme endişesi duyarak okumalısınız. Yasak savma şeklinde lafzını hızlıca okuyup geçivermek, okur gibi yapmak, hatim etmekle Kur'an'a karşı görevinizi yerine getirdiğinizi sanıyorsanız, aldanırsınız." 

Ramazan, misafir olduğu insanlara orucu emreder ve az yemeyi tavsiye eder. Ramazanın misafir olduğu evlerde tıka basa yemek yenmesi, Ramazana büyük saygısızlıktır. Ramazan açlığı sever, mideyi dinlendirip rûhu gıdalandırmayı öğretir. Ramazan eşitlikten yanadır; Zenginle fakiri en azından gündüzleri eşit yapar. Açın halinden tokun anlamasını ona açlığı tattırarak yerine getirir. O, oruç gibi bir misafir daha getirmiştir kendisiyle birlikte. Oruç, hayatın yalnız yeme-içme, bencil duyguları ve hayvanî arzuları tatmin etme anlayışına dayanmadığını öğreten bir arkadaşıdır Ramazanın. Oruç, fiil olarak fakirlik halini yaşatmakla kalmaz, sevdirir de fakir gibi yaşamayı. Sosyal adâlet fikrini, yardımlaşma duygusunu; açlık halini yaşatarak öğretir Oruç Öğretmen.

Ramazan, bir ay boyunca bize yaptırdığı eğitim ve antrenmanla kendimizi nasıl dizginleyip kontrol altında tutacağımızı, nefsimizin hevâsıyla nasıl savaşılıp cihad edileceğini öğretir. Onun eğitiminden geçen kişi, artık olgunlaşmış ve irâdesine sahip olabilen sabırlı kimse haline yükselmiştir. Ramazan ve onun ayrılmaz kardeşi oruç, verdikleri eğitimle bize Allah için iş yapmayı, zorluklara göğüs germeyi, doymayan nefsin aşırı isteklerini geri çevirebilmeyi öğretmekle kalmazlar, bunları kendiliğimizden yapabilecek şekilde bizi eğitirler de. Dilimizi okumaya, beynimizi bilgiye, midemizi açlığa, gönlümüzü ibâdet ve zikirle coşturmaya, benliğimizi hayır için koşturmaya yönlendirir. Bu misafirlerin bulunduğu zaman dilimi, dinlenme değil; “din”lenme, fırsat ve imkânlardan yararlanma anlarıdır.

Eli boş gelmeyi sevmeyen cömert Ramazan, İbâdet hazineleri ve mâneviyat meyveleriyle gelir. Bize takvâ getirir. Bize lezzetini tattırdığı oruç, haramlardan korunup sakınma duygularını, yani takvâyı geliştirir.[4] Doktor Oruç, perhiz gibi ilâçlarla sadece mideleri hastalıklardan arındırmaz. O, aynı zamanda günahlarla hastalanan dili, gözü, kulağı, gönlü ve zihni de mânevî mikroplardan arındırır. Bu doktor, hasta rûhları canlandırır, ârızalı gönülleri bir ay karantinaya alıp iyileştirir, can çekişen ahlâkı diriltir, tepeden tırnağa bütün organları düzeltip insanı gitmesi gereken yola (Cennete) doğru sağlıklı şekilde gidecek hale getirir.

Elbette, bu doktorun tavsiyesini önemsemeyen, verdiği ilaçları kullanmayan kimse, doktoru değil, kendini kandırmış olacaktır. İyileşmek istemeyen hiçbir hastayı kimse, zorla tedâvi edemez. Herkesin hasta olma, hastalığını arttırma, tedâviyi geri çevirme, doktor ve ilaçları beğenmeme, hatta intihar etme, yani Cehenneme gitme özgürlüğü de vardır. Bunlar özgürlük müdür, acınacak zavallılık ve delilik midir, orası tartışılır.

Doktorumuzun, misafir olduğu kimselere yazdığı reçetede zekât ve sadaka ilâçları da vardır. Zekât ve fıtır sadakasını, mecbûr eder. Yardımlaşma, ihsan, ikram ve cömertlik tavsiyesi yapmayı ihmal etmez, kendini sağlam sanan hastalara. Dünyevîleşen, bireyselleşen, dengesini kaybeden, çağdaş mikropların hasta ettiği insanın unutmaya yüz tuttuğu ikrâm, misafir ağırlamak, infâk etmek, almaktan çok vermeyi sevmek gibi ilâçları hatırlatır Ramazan. İftarlarla, ikramlarla, ziyâret ettiği zaman diliminde fakirlere cömertçe yapılan yardımlarla hastalıkları tedâvi eder.

Ramazan, bir öğretmendir; onun misafir olduğu yerler de birer okul. Bu okulun namaz, oruç, fitre, Kur'an okumak ve dinlemek, çokça zikir ve duâ yapmak gibi dersleri vardır. Misafirin bulunduğu zamanlar, onsuz yaşanacak on bir ayın muhâsebesini yapan,  geleceğe beden ve ruh olarak hazırlanan başarılı öğrenciler, misafir öğretmen okuldan ayrılırken Allah'ın rahmet ve rızâ diplomasını alırlar. Ramazanın öğretmenliğinden yararlanmak için, onu bize gönderen Zât'ın, Gerçek Yöneticinin tüm emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçmak, kurallara uymak,  verilen on bir aylık ödevleri yerine getirmek, dünya sınavını kazandıracak eğitimi her an sürdürmek gerekiyor.

Bu misafir, eğlenceden, karşılama törenlerinden hiç hoşlanmadığı halde, o misafire, hatta onu bize gönderen Zât'a düşman olduğu halde bunu gizleyen medya gibi sahtekârlarca ve onu yanlış tanıyan câhillerce dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak folklorik ve nefsin arzuları doğrultusunda bu misafir ağırlanmak istenmekte, böylece o aziz misafir rahatsız edilmekte, küstürülmektedir. Bazıları onun eğlence, müzik, tiyatro, ortaoyunu, meddah ve Karagözden hoşlanacağını zannediyor. Hâlbuki o, bunların bizim hastalıklarımızı artıran uyuşturucular olduğunu hatırlatmak için geliyor.   

Medya, Ramazanın gelmesini engelleyemediği için, onun faydasını en aza indirecek yollar bulmaya gayret edecektir yine. Ramazanla insanımızın sımsıcak ilişkisini bozmak isteyecektir. Bu güzelim misafirin bizi ziyaret ettiği her ay, biraz sansasyon, biraz iftira, biraz istismar ve biraz da irticâ adıyla İslâm düşmanlığının tezgâhlandığı medya pazarında, yutanlar yutsun, yutmayanların da boğazına dizilsin diye bakalım bu ayda iftarlık olarak ne eşantiyonlar verilecek? Bu misafirin insanı ihyâ etmesini istemeyenler bu ayda da boş durmazlar. Bu ay onların da pazarıdır. Dinin ticareti de, istismârı da, dine hakaret piyasası da hayli iş yapar, müslüman mahallesindeki medya adlı salyangoz pazarında. Hipnotize edilmişçesine kendinden geçmiş ve etkilenmeye hazır, ağzı açık müşterilere sihirli kutunun yalancı aynasından geçirilen bayat ve kokmuş dolmalar yanında, taze avlar da menüye konulup yutturulur. Ramazandan yararlanarak müslümanların dine yönelişlerini frenlemek için, temcit pilavı olarak medya tarafından bu yıl da ne çirkinlikler sunulacak, hep birlikte göreceğiz. İnsanları diriltmeye gelen muhteşem ve muhterem Ramazanı öldürmek isteyenler, en azından yaralamaya kalkanlar çıkacak. İnsanın bozulan kalp/gönül motorlarını tamir etmeye gelen Ramazan'ı tahrif edip bozmaya yeltenenler olacak. Kâfirler vazifesini yapacağı gibi, Ramazan münâfıkları da iş başında olacak. Onlar görevini yapıyor, yapacak. Peki ya biz?!

Kaçıncı defadır bu misafir geliyor, beraberinde getirdiklerini bir müddet sonra kapı dışına atıyorsak mirasyediden farkımız olmayacak, emânetlere ihânet ettiğimiz tescillenecek. Bu misafire şâhit olup ev sahipliği yapmamızın artan sayısı, aynı zamanda ölümün yaklaştığının da habercisi. Önemli olan Ramazanın getirdikleriyle bilinçlenip dirilerek, onun eğitiminden geçip ölümden sonrasına her an hazır olmak.

Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz fırsatlar sunar. İçkiciler bile Ramazan Hoca'ya saygısından o varken içmez veya azaltmaya çalışır. Cehennem kapıları onun ziyareti şerefine kapandığı gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da bu zaman diliminde kilit vurulur. Ramazan Hoca, kendini seven bir mü'mine neler öğretmez ki... Hâlâ sigara gibi kötü alışkanlıkları varsa, misafir hoca yanında sabahtan akşama kadar içmediğine göre, akşamdan sabaha kadar da içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor olmadığını kendisine öğretir. Az yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine sahip olabilme alışkanlıklarını kazandırmak için, çeşitli usûllerle gerekli her eğitimi verir Ramazan Efendi. Ramazan, bilindiği gibi bir uyarıcı, bir vâizdir aynı zamanda. Herhalde siz de duyuyorsunuzdur; ruhlarımıza hitap ettiği sesiyle, kendini seven bizlere şu mesajları veriyor vâiz Ramazan:

"Bu dünya, imtihan alanıdır. Burada ne ekildiyse, âhirette o biçilecektir. Bilindiği gibi, Yüce Allah, insanları sadece kendisine ibâdet ve kulluk yapmaları için yaratmıştır. Allah’ın yasakladıklarından kaçıp O’nun rızâsına uygun davranarak her ânımızı ibâdet sevabıyla geçirebiliriz. Dünyada, yaşadığımız günü zorluk ve sıkıntılardan uzak geçirmek istediğimiz ve yarınları düşündüğümüz gibi, âhiretteki sonsuz hayata daha fazla önem verip esas yatırımlarımızı oraya yapmalıyız. Para kazanmanın, dünyada bir ev sahibi olmanın bedeli olur da, cennetin bedeli olmaz mı? Sonsuz mutluluğun bedelinin de müslümanca güzellikler olduğunu unutmamalıyız.   

Her çeşit putlardan yüz çevirip Allah’ın istediği gibi iman etmeden kurtuluşa ermek mümkün olmadığı gibi, sadece kuru bir “iman ettim” demekle de iş bitmemektedir. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. “Ben el-hamdü lillâh mü’minim” demek, “tüm düşünce ve davranışlarımı Allah’ın hükümlerine göre düzenleyeceğime söz veriyorum” demektir. Hayatta karşılaştığımız her zorluk ve sıkıntı da, her nimet ve hayır da imanımızı test eden sınavlardır.

Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayıp yaşayamayacağımızı bilmiyoruz, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibâret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş. Dünkü çektiğimiz sıkıntı gibi, yaşadığımız rahatlıkların da bugün için pek bir önemi yok. Bizimle âhirete gidecek olan, sadece sevap ve günahlarımız olacak. Her hareketimiz, sağ ve sol omuzlarımızdaki kameramanlarca filme alınmaktadır. Yarın bunların ödül veya cezaları verilecektir.  

Yaşadığımız toplumda ahlâksızlıklar artıyor, insanların birbirine güven duygusu kalkıyor ve yeterince yardımlaşma yapılamıyorsa, bunun temel sebebi; insanların gereği gibi iman edip Allah’a teslim olmamasıdır. Allah’ın Kitabını öğrenip hayatına geçirmeye çalışmayan insanların, öldükten sonra “Kitabın ne?” sorusuna “Kur’an” diye cevap vermeleri mümkün değildir. Bu sorunun cevabı olarak, Kur’an’dan fazla önem verip okudukları gazetenin, televizyon kanalının veya ahlâksız sanatçı ya da futbolcunun ismi dillerinden dökülecektir.

Cennet insanın hayallerine dahi sığmayacak güzellikte yaratılmış; fakat nefse ağır gelen, nefsini terbiye edememiş, ona esir olmuş insanlara çok zor gelen işlerle kuşatılmıştır. Akıllı insan, geçici ve kısa bir dönemdeki rahatı, sonsuz güzellik ve mükemmel nimetlere değişmez.

Sadece bu dünyada yaşayacağını, hayatın bu dünyadan ibâret olduğunu düşünerek yaşayan insan, canlı cenâze gibi yaşar; hem kendisi, hem çevresi böyle sorumsuz bir hayatın acılarını tadar. Ama öleceğini düşünerek, ölümden sonra ya cennet veya cehennem olduğunu, her şeyden hesaba çekileceğini düşünerek yaşayan kişi, kendisi huzurla dolu olduğu gibi, etrafına da sadece güzellikler yansıtır. Unutmayalım; mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor. Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında; ölümü, kıyâmeti, dirilişi, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak, müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Akıllı insan, kendini hesâba çekip ölüm sonrası için çalışan ve Allah’ın her an kendisini gözlediğini unutmayan insandır."

Rabbımızdan hem kendimiz, hem de liyâkat kesbeden insanlarımız için bu Ramazanın yeniden dirilişlere, canlanış ve uyanışlara vesile olmasını, secde yerlerini gözlerimizden dökülen incilerle süslediğimiz sahur seccâdesinin üzerinde tüm içtenliğimizle isteyebilmeli, fiilimizle de bu duâya iştirak edebilmeliyiz.   

Ne mutlu, Ramazanı gereği gibi değerlendiren, Ramazanla hayırlara doğru değişenlere! Kim Allah’ın dostluğuna sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum, o neye sahip? 

[1] 2/Bakara, 185

[2] 2/Bakara, 185

[3] 25/Furkan, 30

[4] 2/Bakara, 183

Ramazan Ayı, Diğer Aylardan Neden Farklıdır?

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ 

 “O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).” [1]

Hoş geldin Ramazan, gerçekten özlemiştik seni. Hoş geldin Kur’an ayı, Kur’an’ı yeniden gönüllerimize, yaşayışımıza, evimize, işimize, aşımıza, en sonunda da devlete hâkim kılmak için yeniden sindire sindire okuma niyetiyle hoş geldin güzel ay.

Ramazan ayını diğer aylardan üstün kılan nedir? Ramazan’ın özelliklerini sayarak diğer aylardan farkını anlamaya çalışalım: Ramazan, oruç ve az yeme ayıdır. Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır. Teravih başta olmak üzere nâfile ibâdetlerin daha çok yapıldığı ibâdet ayıdır. Zekât ve fıtır sadakasının verildiği bereketli bir aydır. Fakirlerin hatırlanıp gözetildiği cömertlik ayıdır. Şeytanların ve şeytânî arzuların bağlandığı rahmet ve mağfiret ayıdır. Kötü alışkanlıkların terk edilip iyi alışkanlıklar edinilmeye çok müsait bir aydır. Ramazan, bir okuldur. Ama, Kur’an onu, bütün bu özelliklerinden başka bir özellikle tanıtıyor. Bunlar doğrudur, ama Ramazanı Kur’an’ın tanıttığı gibi tanıtmaya yetmez. Rabbimiz onu bize Kur’an’ın indirildiği ay olarak tanıtıyor. Evet, Kur’an’a göre Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır. “Ramazan ayı ki, insanlara dosdoğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırma ölçüsü ve hidâyet için belgeler içeren Kur'an onda indirilmiştir…” [2]

Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre (97/Kadr, 3), Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan üstün olur.

Değeri Kur'an'dan kaynaklanan Ramazan, Kur'an'dan daha çok önemsenirken, Kur'an ihmal edilmiştir. Rasûlullah’ın ümmetinden şikâyetçi olacağı tek husus vardır: “(O gün) Peygamber şöyle der: ‘Ey Rabbim! Doğrusu benim toplumum, bu Kur’an’ı terk etmişti (uzak durmuş, onunla amel etmemişti).” [3]

Unutmayalım, Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.

Kur'an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması Ramazan'daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur'an'ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmesi, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması, Allah'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.

Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna, Kur’an okuluna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.

Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş bulunan Kur'an’ı duvarlara, kitaplığa terk etmekten, onu süslü kabının içinde mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanların Ramazan’dan alacakları pay, en fazla açlık olacaktır.

Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım; ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat, hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan: “Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.” [4]

Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik etme yarışı yapmalıyız.

Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız olmak çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun üzerimize yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin, her istirahatımızın önüne geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an insanı olmalıyız. Ahlâkımız Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı hedeflemeliyiz.

Kur’an ve Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız. Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına gösterebilecek şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ın diriltici mesajlarıyla ayaklanmalı, yattığımız yerden kalkmalı ve kıyâmetimize kadar kıyamda olmalı, kıyamda/ayakta ölmeye çalışmalıyız.

Ramazan ayı, mü’minler için bir eğitim ve öğretim ayıdır. Bu ay, ibâdetler ve hayırlar için özel ve verimli bir aydır. Kur’an’ın indirilmeye başlandığı bu aydaki bu hâtırayı ebedîleştiren İslâm Dini, inandıkları Kur’an’ın sunduğu hayat düzenini yaşayabilmeleri için, mü’minlerin muhtaç olduğu bedenî ve ruhî eğitimi bu feyizli aya tahsis etmiştir. Ramazan ayını incelediğimizde, onun dünyamızın amelî eğitim yaptıran çok güçlü bir mektebi olduğunu görürüz. Bu yüce mektebin namaz, oruç, fıtra, Kur’an okumak ve dinlemek, çok çok zikir yapmak gibi müfredâtını uygulayan, geçmiş on bir ayın muhâsebesini yapan ve gelecek on bir aya bedenen ve rûhen hazırlanan ve böylece İslâm Dininin hayat düsturlarını yaşama coşkusuyla dolan mü’minler Yüce Mevlâ’mızdan rahmet ve rızâ diploması alırlar. Ramazan okulunda arzedilen bu olumlu neticeyi alabilmek için Ramazan eğitiminin tek hedefi, mü’min hayatının biricik gâyesi olan ibâdetlerle, ciddî bir İslâm insanı olarak kaynaşmak lâzımdır.

İbâdet; Yüce Rabbimizin namaz, oruç, zekât, hac, Hakk’a çağrı, mü’minlerle beraberlik, adâlet ve cihad gibi her bir emrini uygulamaktır. Peygamberimizin öğütlediği af, merhamet, tevâzu, sevgi ve saygı gibi ahlâkî güzellikleri yaşamaktır. Fâiz, zinâ, içki, kumar, bencillik, zulüm, riyâ ve yalan gibi İlâhî yasaklardan sakınmaktır. Hayatının her bir safhasında gerçekleştirmekle emrolunduğu ibâdet hayatını mü’min, özellikle Ramazan ayında tabiîleştirecektir. Dinimizin, tatbik etmediği emirlerini îfâ etmek, kaçınmadığı yasaklarından sakınmak için nefsini kontrol altına alarak ciddî bir eğitime tâbi tutacaktır. Ramazan bir eğitim ayı olduğu için, çeşitli kusurları ve faydasız alışkanlıkları olan mü’minler bu mübârek ayı nefisle cihad mevsimi bilmelidirler. Her çeşit haram ve kötü alışkanlıklardan kaçınma ve ihmal ettikleri İslâmî görevlerini yeniden hayata geçirme hususunda nefsiyle sıkı bir savaş vermelidirler.

Hayat nizamı olan Kur’an’ın Peygamberimize indirilmeye başlandığı Ramazan ayında mü’minler, nefislerine Kur’an terbiyesini tatbik etmelidir. Nefislerini fiilen Kur’an hayatına intibak ettirirken Kur’an’la fikrî bağlarını geliştirmeye çalışmalıdır. Peygamberin sünnetini izleyerek Ramazan ayında özellikle Kur’an’ı okumaya, dinlemeye, anlamaya, yaşamaya önem vermelidir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar olarak Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Ramazan ayı, her şeyden önce Kur’an ayıdır, her dönem ve her yerdeki müslümanlar açısından böyle kabul edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Kur’an okumasını bilmeyenler, Ramazan gecelerini bu öğrenime ayırmalıdır. Kur’an okumasını bilenler de Kur’an’dan dersler tâkip etmeli, fakat yalnız yüzünden okuma ile yetinmemelidir. Kur’an mealleri ve tefsirleri veya Kur’an âyetlerini açıklayıcı değişik konulardaki mûteber eserleri okumalı, vakitlerini değerlendirmelidir. Öz ifâdeyle Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.

Günümüzde Ramazanlar, dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak folklorik planda hayata yansıtılmaktadır. İnsanımızı yönlendiren düzen ve kurumları, belediyeler ve özellikle medya Ramazanı "ibâdet ve mâneviyât ayı" olmaktan çıkarıp eğlence ayı olarak değerlendirmektedir. Ramazan çadırları konser salonu görevi de yapmakta, müzik parçaları bu ibâdet ayında teravihlerdeki salevatları bastırmaktadır. Televizyonlar, diğer zamanlardan daha fazla eğlenceye, tiyatromsu şeylere, ortaoyunu ve kuklalara... yer ayırmaktadır. "Ah eski Ramazanlar!" Sanki asr-ı saâdetteki her ânı ibâdet coşkusuyla değerlendirilen Ramazanları hasretle hatırlayıp ona özenmektedir bunu söyleyenler. Hayır, bu güzel arzudan değil bu nostaljik iç geçirmeler... Ya niçin, Lâle Devrinden sonra ve özellikle Tanzimatla birlikte yabancı ve yabancılaşmış insanların Direklerarası gibi eğlence mekânlarındaki gayr-i İslâmî faşingleri, festivaller, câhilî örfler, lüks ve isrâfa âit hâtıralar ve onları canlandırma gayretleri; Rum ve Ermeni şarkıcıların bozuk şive ve bozuk ahlâkla icat ve icraatları olan kantolar ve bayağı ve de cıvık eğlenceler için... Bir de Ortaoyunu ve meddah...

Açlık ve sabır ayı olan Ramazan, halk açısından tıkınma ayıdır. Günler öncesinde piyasa canlanır, koşturmacalar başlar, gıdalar Ramazanda midelere havâle edilmek için evlere yığılır, depolanır. Kadınlar, Kur'an okumaya ve nâfile ibâdete, kültürlerini arttırmaya vakit ayıramasınlar diye mutfaklara hapsedilir; yağlılar, börekler, çörekler, Ramazan yemekleri adı altında bitmeyen uğraşlarla meşgul edilir. Medya "Ramazan Yemekleri" ve "Yemek Târifleri" programları yapar. "Oruç kafası" diye nitelenen sinirlilik, acelecilik, iftar öncesi telâş ve özellikle trafikteki keşmekeşlik ve kazâ yoğunluğu... Tek kelimeyle sabırsızlık ve stres. Sebep de "oruç kafası!" Oruç insanda sabır kapılarını sonuna kadar açar, açlık da insanı olgunlaştırırken insanımız bırakın oruç tutmayı hakkıyla yerine getirmeyi, aç bile kalamamış, akşam tıka basa yedikten sonra sahurda da gün boyu hazmedilemeyecek yağlı ve hamur işleriyle kilo artırmaya çalışmıştır. Buna rağmen sinirlenmenin ve sabırsızlığın suçu oruca yüklenir, bir ibâdete hiç bağdaşmayacak kadar çirkin ve yalan şekilde iftirâ atılır. Ramazanda daha bir tembellik ortaya çıkar, uyku ve uyuşukluk ile, geyik muhabbetleriyle, işi rolantiye alıp boş vakitle geçirilir zamanlar. İtikâf yoktur, hatta adını bile telaffuz etmekte zorlanır halkımız. Câmi cemaatine anket yapılsa, "İtikâf nedir?" diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç bulunmayacaktır. Mukabeleye meal ve hele tefsir hiç katılmayacak, tefekkür ve kültürel çalışmalar Ramazan'da da artmayacaktır.

Kapitalist işverenler, ağır işler vermeye, işçisini ezip sömürmeye Ramazan'da da devam edecek, mesai ayarlamasına gitmeyeceklerdir. Laik düzenin, Ramazanda ayrıcalık göstermesi beklenmemelidir tabii; o yine askerlere, memurlara, okullardaki öğretmen ve öğrencilere iftar saatine uygun ayarlamalara, Ramazanın mânevî yapısına uygun düzenlemelere gitmeyecektir.

Halbuki Ramazan, her şeyden önce Kur'an ayıdır, tefekkür ve muhâsebe ayıdır, diriliş ve devrim ayıdır, arınma, yenilenme ayıdır. İlim ve kültürle değerlendirilen, ibâdeti günün ve gecenin her dakikasına yayma gayreti gösterilen, mânevî özelliklerin, takvâ, sabır ve tevbenin öne çıktığı aydır. Namazlarını aksattığından mü'min olduğu tartışılabilecek kişinin, Ramazanla iman tazeleyip namazlı mü'min hale geleceği, namazlıların, namazı huşû ile ikame etmeye ve nâfile ibâdetlere alışabileceği bir ortamdır. Evet, Ramazan güzel alışkanlıkların edinileceği aydır. Terâvihler, nâfile ibâdetlere, sahurlar teheccüd saatinde kalkıp gece namazına alışmak için büyük bir fırsat olduğu gibi, mukabeleler, Kur'ansız ve Onun anlaşılması ve yaşanması için gayretsiz günün geçirilmemesi gerektiğini öğretir, alıştırır.

Giderek dünyevîleşen, bireyselleşen insanımızın unutmaya yüz tuttuğu ikrâmı, misafir ağırlamayı, infakı hatırlatır ve yeniden alışkanlık haline getirtir Ramazan; iftarlarla, sadaka-i fıtır ve zekâtlarla bu ayda fakirlere ekstra yapılan yardımlarla... Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz bir fırsattır. İçkiciler bile Ramazanda içmez veya çok azaltır. Cehennem kapıları kapandığı gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da Ramazanda kilit vurulur. Bir mü'min açısından Ramazan, hâlâ sigara gibi kötü alışkanlıkları varsa, sabahtan akşama kadar içmediğine göre, akşamdan sabaha kadar da içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor olmadığını kendisine öğretir. Sık sık çay içmeden, kahve keyfi yapmadan, çerez ve benzeri abur cubur atıştırmadan yapamayanlara, sık sık yiyip içmeden edemeyenlere, bu alışkanlıklarından vazgeçmeleri için en güzel imkânları gösterir Ramazan. Az yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine sahip olabilme alışkanlıklarını kazandırır/kazandırmalıdır.

Bütün organlarına oruç tutturup haramlardan sakınan ve Ramazan ayında Kur’an’ın nurlu çeşmesinde arınıp durulan, olgunlaşıp Rabbinin dinine, kitabına sahip çıkan dâvâ erlerine selâm olsun!

 

[1] 2/Bakara, 185

[2] 2/Bakara, 185

[3] 25/Furkan, 30

[4] 8/Enfâl, 24