8. HUTBE: AŞIRI SEVGİ, SEVİLEN ŞEYİ PUTLAŞTIRMAYA GÖTÜRÜR!

8. HUTBE: AŞIRI SEVGİ, SEVİLEN ŞEYİ PUTLAŞTIRMAYA GÖTÜRÜR! (1)

         Aşırı Sevgi, Sevilen Şeyi Putlaştırmaya Götürür!

 

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ

حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ

 شَد۪يدُ الْعَذَابِ

 "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'tan başkasını O'na endâd edinir; Allah'ı sever gibi onları severler. İman edenlerde ise, Allah sevgisi daha fazladır." [1]

 

Endâdı (Bir Şeyi) Allah'ı Sever Gibi Sevmek: Şüphesiz ki mü'minler, Allah'ı sevdikleri kadar hiçbir şeyi sevmezler. Ne kendilerini, ne de başkalarını. Ne şahısları, ne değerleri, ne alametleri, ne de insanları peşine takan şu dünya kıymetlerinden birisini. Allah sevgisi, en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve ölçülerin üstünde, mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı besledikleri bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisi. Âyetteki sevgi tabiri; doğru ve yerinde bir ifade olduğu kadar da güzel bir tabirdir. Hakiki mü'minle Allah arasındaki bağlılık, sevgi bağlılığıdır. Kalpten bağlanmak. Bu bağ; ruhta meydana gelen bir cezbeyle, dostluk ve yakınlık bağıdır. Sevimli ve parlak muhabbet duygusuyla sıkıca bağlanmış vicdan bağı... [2]

Âyette geçen "Endâd edindiklerini Allah'ı sever gibi severler" ifadesinin anlamı, "onlara itaat ve saygı duyma hususunda" demektir. Mü'minin Allah'ı sevmesi konusunda başka âyetlerde de açıklık vardır. "Allah onları, onlar da Allah'ı severler."[3] âyetinde olduğu gibi. Yine bir bedevî, Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlü, kıyamet ne zaman?" diye sordu. Bunun üzerine Rasûlüllah, "Onun için ne hazırladın?" dedi. Bedevî de: "Çok namazım ve orucum yok; ne var ki ben, Allah'ı ve Rasûlünü seviyorum" dedi. Bunun üzerine de Peygamberimiz (s.a.s.): "El-mer'ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile beraberdir.)" [4] buyurdular. Bunu müteakiben Enes (r.a.) şöyle dedi: "İslâm'dan sonra, müslümanların bu hadisle sevindikleri kadar, başka herhangi bir şeyle sevindiklerini görmedim." [5]    

Yaratılana değil, yaratana kulluk ve İbâdet etmek zorundayız. O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeli; O'nun emir ve yasaklarına ters düşen bütün emir ve yasakları reddetmeliyiz. Hürriyetimizi korumalı, özgür olmalıyız. Bizim gibi yaratılanların emir ve yasaklarını Allah'ın emir ve yasaklarına tercih ederek insandan ilâh türetemeyiz. Biliyoruz ki, bu üretilen ilâhlar yok olacak, ölecektir. Ölenden ilâh olmaz.                      

Hâlbuki müşrikler, ilâhlarını severler. Allah'tan başka filan adamı ilâh ediniyorlar. Onu seviyorlar. Ne gibi? Allah'ı sevdiği gibi. Yani bu kimseler Allah'a da iman ediyorlar. Allah'a inandıkları gibi Allah'ı seviyorlar da. Ama filanı da sevsek olmaz mı diyorlar. Allah ile Allah'ın kanunlarına zıt kanun koyan kişiyi ilâhlaştırıyor, ikisini beraber seviyorlar. Mü'minlere gelince, mü'minlerin ise Allah'a olan sevgileri daha şiddetlidir. Onların putlarını sevdiklerinden daha fazla severler müslümanlar Allah'ı.

Bu âyetin yaptığı kıyas/karşılaştırma ile düşündüğümüzde, günümüzde iman konusunda ne kadar geçerli not alabileceğimizin muhasebesini yapmalıyız. "Şu kâfir grubun veya şu bâtıl dâvâ adamının gayret ve mücâdelesini müslümanlar da yapsa..." diyoruz. Adam, kendisi gibi bir insanın koymuş olduğu kuralların insanlar üzerinde hâkim olması için malını veriyor, canını veriyor. Müslüman da diyor ki: "Bizim de imanımız ve gayretimiz, şu imansızınki kadar olsaydı." Bu âyette Rabbimiz öyle demiyor. Sizin Allah'a olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse, imanımızdan şüphe etmemiz veya zayıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Allah sevgisinden sonra Peygamber Efendimiz'i sevmemiz gerekiyor. Bir hadis-i şerifte öyle buyruluyor: "Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz."[6] Rasûlüllah'ı Rabbimiz'den sonra sevmek zorundayız. Kul olduğunu hiç unutmadan sevmeliyiz. Sevmek adına  -hâşâ- Hıristiyanların Hz. İsa'yı sevdiği gibi de olmayacaktır sevgimiz.

Kâfirlerin kendi liderleri, kendi yöneticileri, kendi kanun koyucuları yolunda verdikleri mücâdeleye denk mücâdele vermeyeceğiz. Bu âyete göre[7] onların verdiği mücâdeleden daha üstün bir mücâdele verirsek, ancak müslüman olduğumuzu ispatlayabiliriz. [8] 

Allah'ın itaat edilmesini yasakladığı kimselere veya Allah'ın hükümlerine düşman olan kimselerin veya düzenlerin emir, yasak ve arzularına itaat etmek, Allah'a isyan olduğu gibi; aynı zamanda Allah'a karşı endâd tutmaktır. Şüphe yok ki, böyle yapmak, gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın, ilâhlık mânâsında onları Allah'a endâd / ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, ma'bud adını vermekten çekinmezler. Onlara "rabbimiz, tanrımız" derler. Diğer bir kısmı da, açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızâsını düşünmeden onların rızâlarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.

Bu âyet[9] gösteriyor ki, ilâhlık mânâsında son derece sevgi, bir esastır. Ve ma'bud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa olsun, ma'bud ve endâd edinilmiş olur. Sevginin sonucu ise itaattir. Bunun için, ma'buda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı, onun ma'bududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle ma'bud mertebesi verilerek Allah'a endâd / denk tutulan şeyler, o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber "onları severler" ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan "hüm (onlar)" zamiri, bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir.

Bunun içindir ki, tefsirciler, "denk, benzer" mânâlarına gelen "endâd"ı  "Allah'a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri"  diye açıklamışlardır. Bu zamir, tağlib yoluyla putları da kapsamına alması takdirinde bile bu anlam açıktır.

Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar, liderler gibi insanları, Allah'ı sever gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, endâd ve şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder. Edebiyatta, romanda, şiir ve şarkılarda bu tür şirk o kadar ileri gitmiştir ki sevgililer ilâh seviyesine çıkartılmıştır. En ufak bir işi övmek için, yaratma kudreti yakıştırılmış, sanatçılar, futbolcular açıkça veya üstü kapalı şekilde tanrılaştırılmıştır. Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan endâdın mücâdelesi yüzündendir. Bilimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi buna çare bulamaz; bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine bu kavramları/endâdı kullanır. İslâm dışı düzenler de şirk ve endâd için çok rahat ortam oluştururlar ve beslerler. Bunlar, biz de müslümanız deseler bile, gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahlûk yer tutmuştur. Onları Allah'ı sever gibi severler, onlara ma'bud muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler. "Onları, Allah'ı sever gibi severler." İfadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri ma'bud derecesine çıkaranlar da dâhildir.

Bunun için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah yolundaki O'nun sevgili kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. "(Ey Muhammed!) De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin."[10] Buna göre, Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Velileri, peygamberleri veya onların ruhlarını ya da melekleri bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurban kesmek, âyin yapmak, onlardan direkt duâ şeklinde bir şeyler istemek, onlardan medet ve imdat beklemek... "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şirk ve küfürdür. Ayrıca böyle yapmak onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar, ancak Allah'ı sevmişlerdir. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanıp, hurafelere boğulan, uydurma masalları ve efsaneleri din edinen, mezarlara ve ölülere tapınan insanların sayısı gittikçe artmaktadır; câhiliyye sistemi yürürlükte olduğu müddetçe de artacaktır. Bir de vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir ateist felsefe vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar, bundan gelmiştir.

Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların, Allah'ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası ve endâd konusu, bu tarz muhabbet beslemektedir. Bunlar, itaat ettikleri kimseleri Allah için değil; Allah gibi severler. "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise çok daha fazladır." Mü'min olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden çok ve o müşriklerin tapındıkları endâda, eş ve benzerlere, hatta varsa Allah'a sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü mü'minler, ancak Allah'a yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah'ı hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar. Bundan dolayı, mü'minin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.

Kâfir ve müşrik ise bazen rabbinden yüz çevirir, tutar bir puta tapar, sonra ondan daha güzel bir şey gördüğü zaman onu bırakır, buna tapar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu da bırakır, başkasına tapar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman ma'budlarını yedikleri olur. (Sözgelimi, özgürlüğe, demokrasiye taparcasına sarılanların menfaatleri veya İslâm düşmanlıkları gereği bu putlarını yedikleri çok görülmüştür.) Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve ma'budlarını değiştirir giderler. Bunun için onların, mü'minler gibi devamlı bir sevgileri olmaz. Mü'minler, tek Allah'a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah'ta toplanır. Allah'ın yarattıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Allah rızâsı için severler. Müşrikler ve kâfirler ise bir ma'budun veya bir putun karşılığında diğer ma'budları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah sevgisiyle, Allah rızâsıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre bir hiç demektir. 

Bunun için mü'min bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen başkanlar, kendilerine uyulan insanlar, ne kadar mutludurlar. Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da hakkıyla tek Allah'a inanan bir mü'min olmaya, her şeyden, hatta kendinden önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal edenler, zulümden kurtulamazlar. Allah'a karşı başkalarını endâd, yani eş ve ortak tutmak, onları Allah'ı sever gibi sevmek ve Allah'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek, özellikle Allah'ın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve ma'budluğuna başkalarını da ortak etmek, en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür."[11] Bunu yapanlar son derece zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kâinat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cür'etinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar? Allah'ın kullarına, âciz yaratıklarına ne yapmak istemezler? [12]  

Bu âyet,[13] açıkça gösteriyor ki, ulûhiyetin en önemli özelliklerinden biri, muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kur'an ve İslâm ıstılahında / teriminolojisinde insan, daha çok "kul" vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. "Abd" kelimesinin bu anlamı, câhiliyye devri Araplarında da mevcut idi. Dünyevî mertebeler içinde risâlet en üstün mertebe olduğu halde, Rasûl, kulluğu ile övünürdü. Şehâdet kelimesinde de biz O'nun önce kul olduğunu, sonra Rasûl vasfını zikrederiz. Mezkür âyet gösteriyor ki, Allah'tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi, Allah'ı severcesine seven, Allah'ın emir ve nehiylerine uyar gibi bu sevginin gereklerini yerine getiren kimse, Allah'tan başka endâd, yani nidler, nazirler edinmiş demektir. Bu, muhabbette niddir. Bâtıl tanrılara, tapanlarının gerçek bir sevgi taşıdıklarını 2/Bakara, 95 ve 29/Ankebût, 25 âyetleri bildirir. Mü'min, Allah'ı; halis, katışıksız, sabit ve en ileri derecede sevmelidir.

"Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."[14] Demek ki, Allah'a inanan nezdinde onu sevmek, asıl fıtratı teşkil eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak, Allah'ın da kendilerini sevmesi için uymaları gereken yola, böylece irşad olunuyorlar. Öte yandan bu âyette "sevmek ve bağışlamak" kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor ki, Allah'ın mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak sevmeyen bağışlamaz.

Kur'an, kimi özellikleri imanın gereği sayar ki, bunlar ister istemez sevgiyi tazammun eder. Bunlardan biri "rızâ"dır. Rızâ, şunları gerektirir: Kul için en sevdiği varlık, Allah olacaktır. Çünkü bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini belirleyen kıstas, Allah'ın onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul, Allah'ından bütün fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla râzı olacaktır: Rab, müdebbir, emredici, yasaklayıcı, Vekîl, Velî vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden O'nu sevmesini gerektirecektir.

Allah ve Rasûlü'ne karşı çıkanlara, babaları ve evlatları bile olsa, mü'minler sevgi beslemezler.[15] Buralarda insanın doğal olarak en çok seveceği varlıklar (baba, çocuk, zevce, mal, yakın akrabalar, yer-yurt), Allah sevgisi ile karşı karşıya konulmakta, eğer Allah'ın rızâsı başka yerde bulunuyorsa, Allah'a sadâkatın baskın gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen, Allah'a olan sevgidir, O'nun rızâsıdır. Bu âyetler kulun, Allah'a sevgi besleyebileceğini göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu da gösterir. [16] 

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin."[17] Sevgi, kullanırken çok dikkat edilmesi ve ancak Allah'a, Peygamberine ve İslâm Düzeninin bağlılarına tahsis edilmesi gereken pek yüce bir hayat sermayesidir. İnançsızlara, müşrik ve münafıklara, bizi Allah'ın yolundan alıkoyan nesnelere israf edilmemesi gereken kıymetli varlığımızdır sevgi. Kur'an ve sünnet, Allah ve Rasûlünün mutlak olarak, öncelikli şekilde ve en büyük tarzda sevilmesini emretmiştir. Bunun dışındakileri severken, ancak ve ancak Allah'ın ve Peygamberinin sevilmesini istediklerinin sevilebileceğini açıklar. "Rahmeti bütün canlıları kuşatan (Allah) iman eden ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi yaratacaktır."[18]; "Amellerin en faziletlisi/değerlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek/nefret duymaktır." [19] İmansız sevgiye ulaşılamaz ve sevgisiz de iman olgunlaşamaz. Hz. Peygamberimiz, "imanın tadını bulmayı (birinci derecede) Allah ve Rasûlü'nü her şeyden çok sevmeye" bağlamıştır.[20];  "(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden / nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." [21]

“Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır.  İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.”[22]; “Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkunuz.”[23]; “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin. Allah,  fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.”[24]

İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dahil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.

İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında birşeyle izah edilemez.          

Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.[25] Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.

 Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir. 

Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.

Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı İlâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zat olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu İlâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.  

 

Her Çeşit Putperestliğin ve Şirkin Zararları

İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat üzere (imana ve tevhide müsait şekilde) doğduğu gibi, ilk din de (câhiliyye eğitiminde kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen) tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî mesaja sahip bir peygamberdir. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar ([26]), onların duyu organları da ârızâlı ve görev yapamaz durumdadır ([27]). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri,[28] birer pisliktirler.[29] Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fezat, fesat, kavga, anarşı, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.”[30] Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.

 

Güneşler, gezegenler ve büyük yıldızlar gibi makro âlemden atom ve hücrenin içyapılarına kadar mikro âleme, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine kadar tüm evrende tevhidin eseri gözükmektedir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüzçevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur.[31] Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”, diğeri “birlik” veya “birleşmek” demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet” bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş[32] kabul edecektir. Aynı Allah'a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkân birliği oluşturacaklardır. Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:

  • Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.
  • Arınmış nefsi yok eder.
  • İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.
  • Vahdeti, insanların birliğini parçalar.
  • Amelleri boşa çıkarır.
  • İnsanın ebediyyen cehennemden kalmasına sebep olur.
  • Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.
  • Büyük bir zulümdür.
  • Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.
  • İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.

 

Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından daha önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. "Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun."[33]; "Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır."[34]

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.

Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a İbâdet edildiği ve sadece O’na uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Faziletler doğuştan değil; sonradan kazanılan iman, takvâ, cihad ve ilim sâyesindedir. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.

Müşrikler, bazı şeyleri ilâh haline getirdikten sonra bazıları doğrudan o ilâhlara tanrı diye, bazıları da ‘bizi Allah’a götürecekler’ diye tapınmaya başladılar. Hâlbuki Allah (c.c.) bütün insanlara, sizi ben yarattım ve rızkınızı da ben veriyorum. Öyleyse ibâdeti yalnızca Bana yapın.’ diye buyurmaktadır.[35] Şirk dini üzerinde olanlar, hem Allah’ın dışında birtakım ilâhlara ibâdet ederler, hem de o ilâhlar adına kurallar (şeriatlar) uydurup onu din haline getirirler. Allah ise onların bu tutumunu kesin bir şekilde kınamakta ve reddetmektedir.[36] Allah’a başka şeyleri ‘şerik-ortak’ koşanlar, aslında gerçek anlamda bir ilâh bulmuş ve gerçekten ona ibâdet ediyor değildir. Onların bu yaptığı bir ‘zan’ (sanı)dır, bir avunmadır.[37] Yarın hesap günü şefaatçi olacakları zannedilen bütün ‘şerikler-ortaklar’ müşriklerin yanında olmayacaklar, onlara yardım edemeyeceklerdir. [38]

 

[1] 2/Bakara, 165

[2] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an, c. 1, s. 319-320

[3] 5/Mâide, 54

[4] Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 165

[5] Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 183

[6] Buhârî, İman 8; Müslim, İman 69

[7] 2/Bakara, 165

[8] Mahmut Toptaş, Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, c. 1, s. 324 vd.

[9] 2/Bakara, 165

[10] 3/Âl-i İmran, 31

[11] 31/Lokman, 13

[12] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 472 vd.

[13] 2/Bakara, 165

[14] 3/Âl-i İmran, 31

[15] bkz. 58/Mücâdele, 22; 9/Tevbe, 24

[16] Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, s. 159 vd.

[17] 58/Mücâdele, 22

[18] 19/Meryem, 96

[19] Ebû Dâvud, Sünnet 3

[20] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10

[21] Et-Tâc, c. 5, s. 78

[22] 5/Mâide, 51

[23] 5/Mâide, 57

[24] 9/Tevbe, 24

[25] 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87

[26] 2/Bakara, 10

[27] 2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179

[28] 7/A’râf, 179

[29] 9/Tevbe, 28

[30] 21/Enbiyâ, 22

[31] 30/Rûm, 31-32

[32] 49/Hucurât, 10

[33] 39/Zümer, 65

[34] 4/Nisâ, 48 ve 116

[35] 4/Nisâ, 36

[36] 42/Şûrâ, 21

[37] 10/Yûnus, 66

[38] 6/En’âm, 94