Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:30

İBRÂHÎM (a.s.)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İBRÂHÎM (a.s.)


- 771 -
Kavram no 83
Peygamberler 4
Bk. Peygamberlik; İmam; Haniflik; Hac; Put ve Puta Tapma
İBRÂHÎM (a.s.)
• “İbrâhîm”; Kelime Anlamı Ve Hz. İbrâhim'in Kimliği
• İbrâhim’in (a.s.) Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
• Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhim (a.s.)
• Hadis-i Şeriflerde İbrâhim (a.s.)
• Hz. İbrâhim’in Çevresi: Putlar ve Putperestler
• Put ve Putlaştırma
• Put Kıran İbrâhim (a.s)
• Her Nemrud’a Bir İbrâhim
• İbrâhim (a.s.) ve Hicret
• İbrâhim’in (a.s.) Sınavları
• İmam/Önder İbrâhim (a.s.)
• İbrâhim Milleti; Haniflik
• İbrâhim’in (a.s) Duâları
• İbrâhim (a.s.) ile İlgili Âyetlerden Bazı Tesbitler
• İbrâhimî Duruş
• "O'nda Güzel Örnekler Vardır"
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." 3227
"İbrâhîm"; Kelime Anlamı Ve Hz. İbrâhim'in Kimliği
"İbrâhîm" ismi, elimizdeki Tevrat'ın bazı bölümlerinde Avraham (Abraham) olarak geçmektedir. Tevrat'a göre İbrâhim'in adı, önce "ulu ata" mânâsında Abram iken, daha sonra "milletlerin babası" anlamında Abraham'a dönüşmüştür. Bununla birlikte Abraham kelimesi menşei ve anlamı tam tesbit edilmiş değildir.
İbrâhim (a.s.) Keldânîler'in Ur şehrinde doğdu. Ur şehrinin, Aşağı Babilonya'da Fırat'ın batı yakasında, bugünkü Bağdat'ın 300 km. güneydoğusundaki Tel el-Mukayyer denilen bir yer olduğu belirtilmektedir. Bir başka yoruma göre ise, Hz. İbrâhim'in doğduğu yer, Kuzey Suriye'de Harran'a çok yakın olan Ufa'dır. Kitab-ı Mukaddes geleneği, İbrâhim (a.s.)'in memleketi olarak Kuzey Mezopotamya'yı, yani Güneydoğu Anadolu'ya tekabül eden bölgeyi gösterir. Bugün artık Hz. İbrâhim ve âilesinin anayurdunun, içinde Harran'ın da bulunduğu bu bölge olduğu kabul edilmektedir.
Hz. İbrâhim'in yaşadığı dönem, tam olarak bilinmemektedir. Milâttan önce
3227] 2/Bakara, 124
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
22-20. yüzyıllarda yaşadığı anlaşılmaktadır.
"Allah'ın dostu" anlamına gelen "Halîlullah" ünvanına sahip İbrâhim (a.s.) "ulü'l-azm" denilen büyük peygamberlerden biridir. Ulü'l-azm pâyesine erişen diğer peygamberler ise Nûh (a.s.), Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed’dir (a.s.). Hz. İbrâhim'in Halîlullah lakabını alması, Allah'a olan sevgi ve bağlılığındandır. Bir rivâyete göre Hz. İbrâhim, insanlara karşı çok cömert olduğu ve onlardan hiçbir şey istemediği için "Halîlullah" diye nitelendirilmiştir.
İbrâhim’in (a.s.) Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
Hz. İbrâhim, Kur’an’da ismi geçen kendinden sonraki bütün peygamberlerin babasıdır. O, iki nûrânî silsilenin ilk halkasını teşkil eder. Küçük oğlu İshak’la başlayan silsile, torunu Ya’kub’la devam etmiş; Ya’kub’un neslinden ise, başta Yusuf olmak üzere, Mûsâ, Hârun, Yûşâ, Dâvud, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsa’ya dek uzanan nebevî bir zincir devam etmiştir. Büyük oğlu İsmâil ile başlayan nuranî silsilenin ortasında ise nebîlerin sonuncusu ve en ekremi olan Muhammed Mustafa (s.a.s.) vardır. Ki, bu silsile, Rasûl-i Ekrem’in kızı Fâtıma ile damadı Ali’nin oğulları olan Hz. Hasan ve Hüseyin’le devam edip bugünlere ulaşmıştır. Böylesi iki nuranî ve mübârek silsilenin başında İbrâhim (a.s.) vardır. Dört semâvî/ilâhî kitabın elçisi olan dört rasûl de onun soyundandır. Mûsâ da onun zürriyetindendir; Dâvud, İsa ve Muhammed de... (Salevâtullahi aleyhim ecmaîn).
Hz. İbrâhim, ülü'l-azm peygamberlerden biridir. Babasının adı, Kur'ân'da Âzer olarak geçmekte ve onun putperest olduğu bildirilmektedir 3228. Müslüman tarihçilerin kaydettiğine göre kâhin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrâhim adlı bir çocuğun halkın dinini değiştireceğini, Nemrut'un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivâyete göre ise, kendisinin bu mâhiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrut hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmiştir. Bunun üzerine Âzer, İbrâhim'e hamile kalan karısını Kûfe ile Basra arasındaki Ur şehrine götürüp bir mağaraya saklamış, İbrâhim bu mağarada doğmuştur. İbrâhim, Kur'ân-ı Kerim'de ayrıntılı biçimde anlatılan3229 Allah'ın sonsuz varlığına ve birliğine dair istidlâllerini de bu mağaradan ayrılışını takip eden günlerde yürütmüştür. Buna göre bir akşam vakti mağaradan çıkarılan İbrâhim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, "Rabbim budur" demiş, fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince, "Ben böyle sönüp batanları sevmem" diyerek bunların hiçbirinin ilâh olamayacağını ifade etmiş; "Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim, ben müşriklerden değilim" diyerek bir olan Allah'a dönmüştür.
Rabbi İbrâhim'e ‘müslüman ol!’ dediğinde, “Âlemlerin rabbine teslim oldum, müslüman oldum3230 diyerek bu dâvete icâbet etmiştir. Bununla birlikte, "Andolsun, İbrâhim'e daha önce rüşdünü vermiştik; Biz onu iyi tanırdık." 3231 meâlindeki
3228] 6/En'âm, 74
3229] 6/En'âm, 75-79
3230] 2/Bakara, 131
3231] 21/Enbiyâ, 51
İBRÂHÎM (a.s.)
- 773 -
âyetin de işaret ettiği gibi İbrâhim, peygamberlik öncesinde de doğru yolda idi. Hz. Nûh'a verilenler Hz. İbrâhim'e de tavsiye edilmiş,3232 ona sahifeler (küçük kitap) verilmiştir.3233 Müslüman tarihçiler Hz. İbrâhim'e on sahife indirildiğini, bunların mesellerden ibâret olduğunu bildirirler. (Elimizdeki muharref Kitab-ı Mukaddes'te 88 ve 89. Mezmurlar ile Yesirah bölümlerinin Hz. İbrâhim'e indirilen sahifeler olduğu, yahûdi ve hıristiyan kaynaklarca belirtilir.) Hz. İbrâhim, peygamber olarak seçilip kavmine gönderildiğinde önce babasına hak dini tebliği etmişse de, babası onu kovmakla tehdit etmiştir.3234 İbrâhim daha sonra kavmini de dine dâvet etmiş, ancak olumlu sonuç alamamıştır.3235 Kur'an'da Hz. İbrâhim'in babası için Allah'tan af dilediği, fakat bu dileğinin kabul edilmediği belirtilmektedir. 3236
Kur'an'ın çeşitli sûrelerinde İbrâhim’in (a.s.), babasının ve kavminin taptığı putlara karşı mücâdele ettiği ve bir tek Tanrı inancını savunduğu; gök cisimlerine ve bunların sembolleri olan putlara tapmanın mânâsız olduğunu, hiç kimseye fayda veya zarar vermesi mümkün olmayan bu cisimlere tapmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylediği ifade edilir. Hz. İbrâhim'in ay, güneş ve yıldızları görüp önce, "bunlar benim rabbimdir" demesi, daha sonra da batıp giden şeylerin rab olamayacağını belirtmesi, İslâmî kaynaklarda onun henüz küçük yaşta iken dinî bir endişe taşıdığı şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu olaydan, İbrâhim'in kısa bir süre için bile olsa gök cisimlerini gerçekten tanrı zannettiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı, bu husus, sadece kavminin dinî telâkkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve muhâkeme tarzı olarak kabul edilmelidir. Zira ay battığında söylediği "Rabbim bana doğru yolu göstermezse..." sözü, güneş batınca da, "Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım" demesi, hâdisenin kavmine tevhid inancını tebliği esnasında vuku bulduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Kur'an'da, Hz. İbrâhim'in Allah'a ölüleri nasıl dirilttiğini sorması da aslında inandığı halde "kalbinin tatmin olması" şeklinde olumlu bir gerekçeyle açıklanmaktadır. 3237
Hz. İbrâhim'in putları kırması ve bu yüzden putperestlerce ateşe atılmasına rağmen ateşin kendisini yakmaması, onun tevhid mücâdelesinin güzel bir hâtırası olarak Kur'an'da ve bazı ayrıntılarla birlikte diğer kaynaklarda yer alır. Buna göre İbrâhim (a.s.), taptıkları putların ne kadar âciz ve işe yaramaz olduğunu kavmine göstermek üzere fırsat kollar. Nihâyet bir bayram günü, halk şenlik için şehir dışına çıkınca3238 put evine giderek en büyük put dışındaki bütün putları kırar. Kavmi döndüğünde durumu görüp İbrâhim'i sorguya çeker. İbrâhim (a.s.), "Belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun" der.3239 Nihâyet putperest yönetim İbrâhim’i (a.s.) ateşe atmak sûretiyle cezalandırmaya kalkışır.3240 Ancak Allah'ın, "Ey ateş, İbrâhim'e serinlik ve esenlik ol!" emri üzerine ateş İbrâhim'i yakmaz.3241
3232] 42/Şûrâ, 13
3233] 53/Necm, 36-37; 87/A'lâ, 19
3234] 19/Meryem, 42/46
3235] 6/En'âm, 80-81; 21/Enbiyâ, 51-73; 26/Şuarâ, 70-89; 29/Ankebût, 16-27
3236] 19/Meryem, 41-50; 9/Tevbe, 114
3237] 2/Bakara, 260
3238] 37/Sâffât, 88-90
3239] 21/Enbiyâ, 57-67; 37/Sâffât, 88-96
3240] 21/Enbiyâ, 68; 29/Ankebût, 24
3241] 21/Enbiyâ, 68-70
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tarih ve tefsir kaynaklarının çoğunda, Bakara sûresinde3242 Hz. İbrâhim'le tartışarak tanrılık iddiasında bulunduğu, fakat İbrâhim'in ortaya koyduğu deliller karşısında yenik düştüğü bildirilen kişinin, onu ateşe atan toplumun lideri Nemrut olduğu kabul edilir.
Hz. İbrâhim eşi Sâre, yeğeni Lût ve diğer adamlarıyla birlikte Nemrut'un ülkesini terkederek önce Harran'da, ardından Ürdün'de bir süre kalmış, oradan Mısır'a gitmiş, daha sonra Filistin diyarına dönmüştür. Hz. İbrâhim ve Lût, putperest kavmi terkedip Allah'ın kendilerine vaad ettiği bereketli ülkeye ulaştıktan sonra Lût kavmine gitmekle görevlendirilir ve İbrâhim'den ayrılır.3243 İbrâhim (a.s.), kavminden ayrılıp hicret ettikten sonra3244 yaşı bir hayli ilerlemiş olduğu ve hiç çocuğu bulunmadığı için Allah'tan sâlih bir evlât ister; kendisine akıllı, uslu (halîm) bir çocuk müjdelenir.3245 Hz. İbrâhim'in bu ilk çocuğu İsmâil'dir.
Hz. İbrâhim'e Allah'ın elçileri (melekler) misafir olarak gelirler. İbrâhim onlara kızartılmış buzağı ikram eder; fakat misafirler yemezler; durumdan kaygılanan İbrâhim'e endişe etmemesini, Lût kavmi için geldiklerini söylerler; ayrıca ona bir oğlu olacağı müjdesini verirler. O esnâda ayakta olan hanımı bu müjdeyi duyunca gülerek bu iki yaşlı insandan çocuk doğmasının şaşılacak bir şey olduğunu söyler. Bunun üzerine melekler, Allah'ın emrine şaşmamaları gerektiğini hatırlatırlar. 3246
İbrâhim’in (a.s.) eşi Sâre, câriyesi Hâcer'i, kendi rızâsı ile İbrâhim'e verdiği halde, İsmâil'in doğması üzerine kıskançlığa kapılıp onlarla bir arada yaşamak istemez. Allah, İbrâhim'den Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere götürmesini ister. Kur'an'ın ifadesiyle İbrâhim zürriyetinden bir kısmını Beytülharâm'ın yanına bırakır.3247 İsmâil, Hz. İbrâhim'in ilk çocuğudur ve oraya bırakıldığında daha çok küçüktür. 3248
Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere bırakan ve kendisi Filistin'de yaşayan Hz. İbrâhim, ilk çocuğu koşar çağa gelince onu kurban etmekle imtihan edilir. Hz. İbrâhim, bu imtihanı başarır ve mükâfat olarak geriden gelecekler arasında ismi ebedîleşir 3249. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İbrâhim'in nerede ve nasıl vefat ettiği bildirilmemektedir. Müslüman tarihçiler, vefat ettiğinde 200 veya 175 yaşında olduğunu söyleyerek, İbrâhim'in naaşının Hebron'da Sâre'nin yanına defnedildiğini belirtirler.
Hadislerde ve tarih kitaplarında Hz. İbrâhim'in uzun boylu, elâ gözlü, güzel ve güler yüzlü, açık alınlı, ayak izlerine varıncaya kadar Hz. Muhammed’e (s.a.s.) en çok benzeyen insan olduğu nakledilmektedir.3250 Ayrıca onun Kûsâ'da Süryânîce konuştuğu, Harran'dan yola çıkarak Fırat'ı geçtiğinde dilinin de İbrânice'ye dönüştüğü, tirit yemeğini ilk defa onun yaptığı, "ebu'l-edyâf" (misa3242]
2/258
3243] 29/Ankebût, 28
3244] 21/Enbiyâ, 71; 29/Ankebût, 26
3245] 37/Sâffât, 99-101
3246] 11/Hûd, 69-76; 15/Hicr, 51-60; 29/Ankebût, 31-32
3247] 14/İbrâhim, 37
3248] 37/Sâffât, 100-102
3249] 37/Sâffât, 101-112
3250] Buhârî, Libâs 68; Müslim, İman 270-272, 278
İBRÂHÎM (a.s.)
- 775 -
firler babası) diye anıldığı, 120 yaşında kendi kendini sünnet ettiği, 300 kölesini serbest bıraktığı, onların da müslüman olduğu nakledilmektedir.
Kur'an'da Hz. İbrâhim'in şahsiyet özellikleri, mânevî ve ahlâkî nitelikleri hakkında geniş bilgi verilmektedir. Buna göre İbrâhim, mü'minlerin babası, Allah'ın dostudur. Kendisine göklerin ve yerin melekûtu gösterilmiş, Rabbinin emrettiği yere hicret etmiştir. Onun soyuna da peygamberlik ve kitap verilmiştir. Hz. İbrâhim'in tevhid akîdesini çağında yeniden tesis etmesi yanında, oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe'yi inşâ etmesi, Kur'an'da müslümanlardan biri olarak gösterilmesi ve kendisine itibarlı bir yer verilmesine vesile olmuştur. Allah tarafından Beytullah'ın yeri bildirildikten sonra İbrâhim, oğlu İsmâil ile beraber Kâbe'nin temellerini yükseltmiş ve bir olan Allah'a adanan ilk mâbed olarak Kâbe inşâ edilmiştir. İbrâhim'den insanlar arasında haccı ilân etmesi, Beytullah'ı temiz tutması istenmiş, böylece bu kutsal mekân bütün müslümanlar için hac yeri ve kıble yapılmıştır.
Beytullah'ın bulunduğu Mekke için duâ eden İbrâhim (a.s.), Mekke'nin emîn bir şehir olmasını dilemiş,3251 bölgeyi "harâm (kutsal) ilân ederek orada kan dökülmesini ve dışarıda câiz olan diğer bazı işlerin yapılmasını yasaklamıştır. Kendi zürriyetinden Allah'a itaat eden bir ümmet çıkarmasını, onlara peygamber göndermesini niyaz etmiştir.3252 İbrâhim ve oğlu İsmâil'in duâlarında yer alan bu peygamber, onların soyundan gelen Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Nitekim İsmâil'in neslinden daha başka peygamber de gelmemiştir. "Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım."3253 hadisi de buna işaret etmektedir. Hz. İbrâhim'in bu duâsına şükran nişânesi olmak üzere müslümanlara namazlarda "salli bârik" duâlarını okumaları öğütlenmiştir. 3254
Kur'an'da İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi veya hıristiyan oldukları şeklinde yahûdi ve hıristiyanlarca ileri sürülen iddia reddedilmekte,3255 buna delil olmak üzere Tevrat ve İncil'in ondan sonra indirildiği hatırlatılmakta,3256 "yahûdi yahut hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" diyen yahûdi ve hıristiyanlara karşı müslümanlardan, "hayır, biz hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız; o müşriklerden değildi"3257 demeleri istenmektedir. Öte yandan Arap müşrikleri de İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelmek ve onun binâ ettiği Kâbe'yi koruma işini üstlenmiş olmaktan onur duyarlardı. Ancak Kur'an onlara da Hz. İbrâhim'in asla müşriklerden olmadığını, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman olduğunu hatırlatır. 3258
Kur'an'da, geçmiş peygamberler içinde özellikle İbrâhim’in (a.s.) öğretisine kalıcı bir değer yüklendiği görülür. Nitekim Peygamberimiz'e de, "doğru yola yönelerek İbrâhim'in milletine/dinine uy" diye emredilmiş,3259 Allah'ın onu doğru yola, gerçek dine, hakka yönelen ve puta tapanlardan olmayan ibrâhim'in
3251] 2/Bakara, 126; 14/İbrâhim, 35
3252] 2/Bakara, 126-129; 14/İbrâhim, 35, 40
3253] Ahmed binHanbel, Müsned, IV/127, 128; V/2623/
3254] Buhârî, Tefsir 33/10, Deavât 31, 32
3255] 2/Bakara, 135, 140
3256] 3/Âl-i İmrân, 65
3257] 2/Bakara, 135
3258] 3/Âl-i İmrân, 67
3259] 3/Âl-i İmrân, 95, 16/Nahl, 123
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dinine ilettiği belirtilmiştir.3260 Rasûl-i Ekrem de, "Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim."3261 şeklindeki açıklamasıyla aynı gerçeği dile getirmiştir. Ayrıca İslâm ümmetine de İbrâhim'in hanîf dinine uyması emredilmiş,3262 din bakımından en güzel yolun İbrâhim'in dinini benimsemek sûretiyle izlenen yol olduğu ifade edilmiştir.3263 Kâbe'nin haremindeki İbrâhim makamının namaz yeri kılınması,3264 İbrâhim'in dinine uyulması emredilmiş,3265 onun dininden ancak kendini bilmezlerin yüz çevireceği,3266 gerçek iman sahiplerine "müslüman" ismini, çok önceden İbrâhim'in verdiği3267 bildirilmiştir. İbrâhim (a.s.), dünyada seçkin kılınmış olanlardan, kendisine güzellik verilenlerden, âhirette de sâlihlerdendir.3268 O, Hakk'a yönelen, Allah'a itaat eden bir önderdir. 3269
Hz. İbrâhim, son derece ağır başlı, yumuşak huyluydu, varlığını Allah'a adamıştı.3270 Kendisi ve eşi ileri yaşta olduğu halde duâsı kabul edilerek ona akıllı, iyi huylu ve bilgili iki oğlu olacağı müjdelenmiştir.3271 Sadece kendisi değil; âilesi de Allah'ın rahmet ve bereketine mazhar olmuştur.3272 İbrâhim (a.s.) çok misafirperverdir,3273 sıdkı bütün bir peygamberdir.3274 Bu sebeple İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda mü'minler için güzel örnekler bulunduğu bildirilmiştir. 3275
Kur'ân-ı Kerim'de İbrâhîm (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de "İbrâhîm" ismi 69 yerde geçer. 25 ayrı sûrede Hz. İbrâhim'den değişik vesilelerle bahsedilir. Hz. Mûsâ’dan sonra, Kur’ân-ı Kerim’de isminden en çok bahsedilen ikinci peygamber İbrâhim’dir (a.s.). Bunun yanında, 213 âyet, Hz. İbrâhim’le (hayatı, mücâdelesi, mesajı, duâları ile) ilgilidir.
Kur'an'da Hz. İbrâhim, değişik sıfatlarla anılmış ve kendisinden övgüyle bahsedilmiştir. Kur'an'da geçen sıfatlarından bazıları; Evvâh: Başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık,3276 Halîm: Çok yumuşak huylu,3277 Münîb: Allah'a sığınan,3278 Hanîf: Allah'ı bir tanıyan, Hakka yönelmiş,3279 Halîl (Halîlullah): Dost,
3260] 6/En'âm, 161
3261] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/266; VI/116, 233
3262] 3/Âl-i İmrân, 95
3263] 4/Nisâ, 125
3264] 2/Bakara, 125
3265] 3/Al-i İmrân, 95
3266] 2/Bakara, 130
3267] 22/Hacc, 78
3268] 2/Bakara, 130; 16/Nahl, 122
3269] 16/Nahl, 120-122
3270] 11/Hûd, 73
3271] 15/Hicr, 53; 37/Sâffât, 101, 112
3272] 11/Hûd, 73
3273] 15/Hicr, 51
3274] 19/Meryem, 41
3275] 60/Mümtehine, 4; Ömer Faruk Harman, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 266-272
3276] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
3277] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
3278] 11/Hûd, 75
3279] 2/Bakara, 135, 3/Âl-i İmrân, 67, 95; 4/Nisâ, 125 vd.
İBRÂHÎM (a.s.)
- 777 -
Allah dostu,3280 Kaanit: Allah'a kulluk eden. 3281
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." 3282
"Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil'e: ''Tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun' diye emretmiştik." 3283
"İbrâhim de demişti ki: 'Ey Rabbim! Burayı emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.' Allah buyurdu ki: 'Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azâbına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!" 3284
"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." 3285
"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin." 3286
"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." 3287
"İbrâhim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, Biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o âhirette de sâlihlerden/iyilerdendir." 3288
"Çünkü Rabbi ona: 'Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine teslim olup boyun eğdim, müslüman oldum' demişti." 3289
"Bunu İbrâhim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölün (dedi)." 3290
"Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?' demişti. Onlar: 'Senin ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuş, O'nun için müslüman olmuş kimseleriz' dediler." 3291
3280] 4/Nisâ, 125
3281] 16/Nahl, 120), Şâkir (Allah'a çok şükreden (16/Nahl, 121
3282] 2/Bakara, 124
3283] 2/Bakara, 125
3284] 2/Bakara, 126
3285] 2/Bakara, 127
3286] 2/Bakara, 128
3287] 2/Bakara, 129
3288] 2/Bakara, 130
3289] 2/Bakara, 131
3290] 2/Bakara, 132
3291] 2/Bakara, 133
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"(Yahûdiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) 'Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, hidâyeti (doğru yolu) bulasınız' dediler. De ki: 'Hayır! Biz, hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." 3292
"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâta (torunlara; Ya'kub'un on iki evlâdından torunlarına) indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olup müslüman olduk' deyin." 3293
"Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: 'Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?' Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şâhitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir." 3294
"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi?! İşte o zaman İbrâhim: 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben (de) hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrâhim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfır apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." 3295
"İbrâhim Rabbine: 'Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Rabbi ona: 'Yoksa inanmadın mı?' diye sordu. İbrâhim: 'Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim).' dedi. Bunun üzerine Allah: 'Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir; üstün gelen, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapandır' buyurdu." 3296
"Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim âilesi ile İmrân âilesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah (her şeyi hakkıyla) işiten ve (her şeyi tümüyle) bilendir." 3297
"Ey ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin çekişirsiniz? Hâlbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?" 3298
"İbrâhim, ne yahûdi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi." 3299
"İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velîsi/dostudur." 3300
"De ki: 'Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrâhim'in milletine/dinine uyun. O, müşriklerden değildi." 3301
"Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke'deki (Kâbe)'dir. Orada apaçık âyetler/nişâneler, (ayrıca) İbrâhim'in
3292] 2/Bakara, 135
3293] 2/Bakara, 136
3294] 2/Bakara, 140
3295] 2/Bakara, 258
3296] 2/Bakara, 260
3297] 3/Âl-i İmrân, 33-34
3298] 3/Âl-i İmrân, 65
3299] 3/Âl-i İmrân, 67
3300] 3/Âl-i İmrân, 68
3301] 3/Âl-i İmrân, 95
İBRÂHÎM (a.s.)
- 779 -
makamı vardır..." 3302
"...İbrâhim soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik." 3303
"Onlardan bir kısmı İbrâhim'e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi; (onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter." 3304
"Doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrâhim'in, hanif/Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?! Allah İbrâhim'i halîl/dost edinmiştir." 3305
"İbrâhim, babası Âzer'e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir dalâlet/sapıklık içinde görüyorum' demişti." 3306
"Böylece Biz, kesin iman edenlerden olması için İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu (izzet ve hükümranlığını) gösteriyorduk." 3307
"Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü; 'Rabbim budur' dedi. Yıldız batınca, batanları, yok olanları sevmem' dedi." 3308
"Ay'ı doğarken görünce, 'Rabbim budur' dedi. O da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette dalâlette olan/yoldan sapan topluluklardan olurum' dedi." 3309
"Güneşi doğarken görünce de, 'Rabbim budur, zira bu daha büyük' dedi. O da batınca, dedi ki: 'Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) şirk/ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." 3310
"Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim." 3311
"Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz?" 3312
"Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" 3313
"İman edip de inançlarına herhangi bir zulüm (şirk) karıştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır." 3314
"İşte bu, kavmine karşı İbrâhim'e verdiğimiz huccetlerimiz/delillerimizdir. Biz dilediğimiz
3302] 3/Âl-i İmrân, 96-97
3303] 4/Nisâ, 54
3304] 4/Nisâ, 54
3305] 4/Nisâ, 125
3306] 6/En'âm, 74
3307] 6/En'âm, 75
3308] 6/En'âm, 76
3309] 6/En'âm, 77
3310] 6/En'âm, 78
3311] 6/En'âm, 79
3312] 6/En'âm, 80
3313] 6/En'âm, 81
3314] 6/En'âm, 82
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir." 3315
"De ki: 'Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, hanîf/Allah'ı birleyen İbrâhim'in milletine/dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi." 3316
"(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) şirk/ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de iman edenlere. İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhim evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı) ve halîm (çok yumuşak huylu) idi." 3317
"Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve 'selâm (sana)' dediler. O da: '(Size de) selâm' dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi." 3318
"Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. Dediler ki: 'Korkma! (Biz melekleriz.) Lût kavmine gönderildik." 3319
"O esnâda hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından da Ya'kub'u müjdeledik." 3320
"(İbrâhim'in karısı:) 'Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu, gerçekten şaşılacak bir şey!' dedi." 3321
"(Melekler) dediler ki: 'Allah'ın emrine şaşıyor musun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." 3322
"İbrâhim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (âdeta) Bizimle mücâdeleye (tartışmaya) başladı." 3323
"İbrâhim cidden halîm/yumuşak huylu, evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı), münîb (kendisini Allah'a vermiş) biri idi." 3324
"(Melekler dediler ki:) 'Ey İbrâhim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!" 3325
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!" 3326
"Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen
3315] 6/En'âm, 83
3316] 6/En'âm, 161
3317] 9/Tevbe, 113-114
3318] 11/Hûd, 69
3319] 11/Hûd, 70
3320] 11/Hûd, 71
3321] 11/Hûd, 72
3322] 11/Hûd, 73
3323] 11/Hûd, 74
3324] 11/Hûd, 75
3325] 11/Hûd, 76
3326] 14/İbrâhim, 35
İBRÂHÎM (a.s.)
- 781 -
gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." 3327
"Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." 3328
"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." 3329
"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir." 3330
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" 3331
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" 3332
"Onlara (kullarıma) İbrâhim'in misâfirlerinden (meleklerden) de haber ver." 3333
"Onun yanına girdikleri zaman, 'selâm' dediler. (İbrâhim:) 'Biz sizden çekiniyoruz' dedi." 3334
"Dediler ki: 'Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz." 3335
"(İbrâhim:) 'Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz?' dedi." 3336
"Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!' dediler." 3337
"(İbrâhim) dedi ki: 'Rabbinin rahmetinden, dalâlettekilerden/sapıklardan başka kim ümit keser?" 3338
"İbrâhim, gerçekten kaanit (kunut eden, Hakk'a yönelen), hanîf (Allah'ı birleyen ve O'na itaat eden) bir ümmet (önder) idi; Allah'a şirk/ortak koşanlardan değildi." 3339
"Allah'ın nimetlerine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve sırât-ı müstakîme hidâyet etmiş, doğru yola iletmişti." 3340
"Ona dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, âhirette de sâlihlerdendir." 3341
3327] 14/İbrâhim, 36
3328] 14/İbrâhim, 37
3329] 14/İbrâhim, 38
3330] 14/İbrâhim, 39
3331] 14/İbrâhim, 40
3332] 14/İbrâhim, 41
3333] 15/Hıcr, 51
3334] 15/Hıcr, 52
3335] 15/Hıcr, 53
3336] 15/Hıcr, 54
3337] 15/Hıcr, 55
3338] 15/Hıcr, 56
3339] 16/Nahl, 120
3340] 16/Nahl, 121
3341] 16/Nahl, 122
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Sonra da sana: 'Doğru yola yönelerek İbrâhim'in milletine/dinine uy! O müşriklerden değildi' diye vahyettik." 3342
"Kitap'ta İbrâhim'i an. Zira o, sıdkı bütün bir peygamberdi." 3343
"Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?" 3344
"Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım." 3345
"Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu." 3346
"Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum." 3347
"(Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!" 3348
"İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır." 3349
"Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." 3350
"Nihâyet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği (hicret ettiği) zaman Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık." 3351
"Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk; kendilerine haklı ve yüksek bir şöhret nasip ettik." 3352
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk;
3342] 16/Nahl, 123
3343] 19/Meryem, 41
3344] 19/Meryem, 42
3345] 19/Meryem, 43
3346] 19/Meryem, 44
3347] 19/Meryem, 45
3348] 19/Meryem, 46
3349] 19/Meryem, 47
3350] 19/Meryem, 48
3351] 19/Meryem, 49
3352] 19/Meryem, 50
İBRÂHÎM (a.s.)
- 783 -
kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” 3353
"Bir zamanlar İbrâhim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): 'Bana hiçbir şeyi şirk koşma/eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rükû ve secdeye varanlar için Evimi (Kâbe'yi) temiz tut." 3354
"İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin." 3355
"Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler." 3356
"Allah uğrunda, hakkını vererek, gereği gibi cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrâhim'in milletinde/dininde (de böyleydi). Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size 'müslümanlar' adını verdi. Öyle ise namazı ikame edin (dosdoğru kılın); zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır/dostunuzdur. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!" 3357
"(Rasûlüm!) Onlara İbrâhim'in haberini de oku/naklet. Hani o, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.' İbrâhim dedi ki: 'İyi ama ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm
3353] 21/Enbiyâ, 51-71
3354] 22/Hacc, 26
3355] 22/Hacc, 27-28
3356] 22/Hacc, 29
3357] 22/Hacc, 78
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." 3358
"İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır." 3359
"Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." 3360
"Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız, bilin ki sizden önceki birçok ümmetler/topluluklar da (kendilerine tebliğ edileni) yalan saymışlardır. Peygamber'e düşen, yalnız açık bir tebliğdir." 3361
"Kavminin (İbrâhim'e) cevabı ise: 'Onu öldürün, yahut yakın!' demelerinden ibâret oldu. Ama Allah onu ateşten kurtardı. Doğrusu bunda, iman eden bir kavim için ibretler vardır." 3362
"(İbrâhim onlara) dedi ki: 'Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur." 3363
"Bunun üzerine Lût ona iman etti ve (İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi." 3364
"Ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik. Peygamberliği ve kitapları, onun soyundan gelenlere verdik. Ona dünyada mükâfâtını verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir." 3365
"Elçilerimiz İbrâhim'e (iki oğul ihsan edeceğimize dair) müjdeyi getirdiklerinde şöyle dediler: 'Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir." 3366
"(İbrâhim) dedi ki: 'Ama orada Lût var!' Şöyle cevap verdiler: 'Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve âilesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı müstesnâ; o, (azapta) kalacaklar arasındadır." 3367
“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:)
3358] 26/Şuarâ, 69-89
3359] 29/Ankebût, 16
3360] 29/Ankebût, 17
3361] 29/Ankebût, 18
3362] 29/Ankebût, 24
3363] 29/Ankebût, 25
3364] 29/Ankebût, 26
3365] 29/Ankebût, 27
3366] 29/Ankebût, 31
3367] 29/Ankebût, 32
İBRÂHÎM (a.s.)
- 785 -
‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” 3368
"(Oradan kurtulan İbrâhim:) 'Ben Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi. O zaman Biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: 'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?' dedi. O da cevaben: 'Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun' dedi. Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca: 'Ey İbrâhim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz muhsinleri/iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır' diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: 'İbrâhim'e selâm!' dedik. Biz ihsan sahiplerini/iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, Bizim mü'min kullarımızdandır. Sâlihlerden bir peygamber olarak ona (İbrâhim'e) İshak'ı mübârek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslinden ihsan sahibi iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa zulüm/kötülük edenler de olacak." 3369
"Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya'kub'u da an. Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen, ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar Bizim yanımızda seçkin, hayırlı/iyi kimselerdendir." 3370
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." 3371
"İbrâhim'in ağırlanıp ikrâm olunan misâfirlerin haberi sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.) Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden, 'bunlar, yabancılar' demişti. Hemen âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş, onların önüne koyup 'yemez misiniz?' demişti. Derken onlardan korkmaya başladı. 'Korkma' dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: 'Ben kısır bir kocakarıyım!' dedi. Onlar: 'Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, (her şeyi) bilendir' dediler. (İbrâhim:) 'O halde işiniz nedir, ey elçiler?' dedi. 'Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik. Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).' (Bu taşlar,) isrâf edenler (aşırı gidenler) için Rabbinin yanında işaretlenmiş (taşlar)dir. Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık. Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık."
"Yoksa, Mûsâ'nın ve ahdine vefâ gösteren İbrâhim'in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi?" 3372; "Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez."3373; "Ve insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur."3374; "Ve
3368] 37/Sâffât, 83-98
3369] 37/Sâffât, 99-113
3370] 38/Sâd, 45-47
3371] 43/Zuhruf, 26-28
3372] 53/Necm, 36-37
3373] 53/Necm, 38
3374] 53/Necm, 39
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışması da ileride görülecektir." 3375; "Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir." 3376; "Ve şüphesiz en son varış Rabbinedir."3377; "Doğrusu güldüren de ağlatan da O'dur."3378; "Öldüren de dirilten de O'dur."3379; "Şurası muhakkak ki (rahime) atıldığında nutfeden, erkek ve dişiden ibâret olan iki çifti O yarattı."3380; "Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir." 3381; "Zengin eden de yoksul kılan da O'dur."3382; "Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur." 3383
"Andolsun ki Biz, Nûh'u ve İbrâhim'i (peygamber olarak) gönderdik; peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır." 3384
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' Ancak, İbrâhim babasına: 'Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez' demişti. (O mü'minler şöyle dediler:) 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." 3385; "Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." 3386; "Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." 3387
"Eğer hatırlatmak/öğüt fayda verirse hatırlatıp öğüt ver. (Allah'tan) huşû ile korkan, öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise, öğütten kaçınır. Sonra o, ateşte ne ölür, ne de yaşar. (Maddî ve mânevi pisliklerden) Temizlenen, Rabbinin adını zikredip O'na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir. Fakat siz (ey insanlar!) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Şüphesiz bu (anlatılanlar), önceki suhufta (kitaplarda), İbrâhim ve Mûsâ'nın kitaplarında (onlara inen suhufda) da vardır." 3388
Hadis-i Şeriflerde İbrâhim (a.s.)
Bir adam Rasûlullah’a (s.a.s.) geldi de: "Ey insanların en hayırlısı!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "O (sıfatın sahibi) İbrâhim (a.s.)!" buyurdular. 3389
"Kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi, İbrâhîm'dir." 3390
3375] 53/Necm, 40
3376] 53/Necm, 41
3377] 53/Necm, 42
3378] 53/Necm, 43
3379] 53/Necm, 44
3380] 53/Necm, 45-46
3381] 53/Necm, 47
3382] 53/Necm, 48
3383] 53/Necm, 49
3384] 57/Hadîd, 26
3385] 60/Mümtehıne, 4
3386] 60/Mümtehıne, 5
3387] 60/Mümtehıne, 6
3388] 87/A'lâ, 9-19
3389] Müslim, Fezâil 150
3390] Buhârî, Enbiyâ 8, Rikak 45; Müslim, Cennet 58
İBRÂHÎM (a.s.)
- 787 -
"Bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cebrâil ve Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik. Nihâyet uzun boylu birinin yanına vardık. (Semâya doğru yücelen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O İbrâhim (a.s.) idi." 3391
"İbrâhim'e gelince; arkadaşınıza yani bana bakıverin..." 3392
"Bana İsrâ vâki olduğu zaman... İbrâhim'i de gördüm, zürriyeti içerisinde ona en çok benzeyen benim..." 3393
"Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım." 3394
"Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim." 3395
Beşir İbn Sa'd Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bize Allah Teâlâ, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?" diye sordu. Efendimiz şu cevabı verdi: "Şöyle söyleyin: 'Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme İnneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârakte alâ âl-i İbrâhîm. İnneke hamîdun mecîd. (Allah'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in ehline rahmet kıl, tıpkı İbrâhim'e rahmet kıldığın gibi. Sen hamîdsin (hamd edilmeye, methedilmeye lâyık, hamd kendisine mahsus olansın), mecîdsin (azametli, şerefli, gâlip olansın). Muhammed'i ve Muhammed'in âlini mübârek kıl, tıpkı İbrâhim'in ehlini mübârek kıldığın gibi." 3396
Hadislerde Hz. İbrâhim'in faziletine dair bilgiler yer alır. İnsanlar, kabirden kalktıklarında çıplak olarak haşredilecek ve kıyâmet gününde elbise giydirilen ilk peygamber Hz. İbrâhim olacaktır.3397 Başka bir hadise göre, kıyâmet gününde Hz. İbrâhim, babasıyla karşılaştığında ona, "Ben sana, bana âsi olma, demedim mi?" diyecek, o da, "artık bugün sana âsi olmayacağım" karşılığını verecektir. Hz. İbrâhim babasının affı için Allah'a yalvaracak, fakat dileği kabul edilmeyecektir. 3398
Bir hadiste, Hz. İbrâhim'in Mekke'yi dokunulmaz bir şehir yaptığı ve onun için duâ ettiği, Rasûlullah'ın da aynı şeyi Medine için yaptığı bildirilmektedir.3399 Mi'râcda Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. İbrâhim'i yedinci (bazı rivâyetlerde altıncı) semâda Beytülma'mur’a dayanmış olarak görmüştür. 3400
Mekke'nin fethinde Kâbe putlardan temizlendiğinde Hz. İbrâhim ve İsmâil'in, ellerinde fal okları olan sûretleri çıkınca Rasûlullah, "Yazıklar olsun! Onların bu nesnelerle fal bakmadıklarını bilmiyorlar mı?" demiştir. 3401
Hz. İbrâhim’in Çevresi: Putlar ve Putperestler
Hz. İbrâhim’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî,
3391] Buhâri, Enbiyâ 8
3392] Müslim, İman 270
3393] Müslim, İman 272, 278
3394] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/127, 128; V/262
3395] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/266; VI/116, 233
3396] Buhârî, Deavât 33; Müslim, Salât 66; Tirmizî, Vitr 20; Ebû Dâvud, Salât 183; Nesâî, Sehv 51
3397] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 58
3398] Buhârî, Tefsir 26
3399] Buhârî, Büyû' 53, Cihad 71, 74, İ'tisâm 16; Müslim, Hac 454, 456, 458, 462, 473, 475, 478
3400] Buhârî, Salât 1, Tevhîd 37; Müslim, İman 259, 263, 264
3401] Buhârî, Hac 54
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerine kurulduğunu açıkça görmek mümkündür. İbrâhim’in (a.s.) doğduğu Ur şehrinde, tarihçilerin belirttiğine göre beş bin tane tanrı mevcuttu. Nüfusun ekseriyeti ticaret ve sanayi ile uğraşmaktaydı ve dolayısıyla bütünüyle maddeci bir zihniyete sahipti. Her maddeci toplum bireyleri gibi onların da başta gelen eğilimi, servet sahibi olmak ve lüks bir hayat yaşamaktı. Hal böyle olunca, İbrâhim (a.s.)’in getireceği tevhid inancı, sadece memleketin bir sınıfını veya putperest inancı değil; bütünüyle ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapısını değiştirecekti. Bu amaçla, İbrâhim’in (a.s.) dâvetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek ve yepyeni temellere oturtmak demekti. Bu da o toplum için ağır bir teklifti. Çünkü, bireysel ve toplumsal alanların tümünde anlayış, teori ve pratik olarak tümüyle şirke gömülmüş bir toplumu ıslaha çalışmak, onları İslâmî anlamda değiştirip dönüştürme gayreti, gerçekten ağır bir yüktür. Böylesine çile ve cefa ile karşı karşıya gelecek bir elçinin daha küçük yaşta iken Rabbi tarafından terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi gerekirdi. Çünkü elçiye yüklenen görev ve emânetler, kabiliyet ve enerji ister, güç ve potansiyel ister.
İbrâhim (a.s.), tevhid emânetini yüklenince, ilk uğraşı, toplumun putperestliğini yok etmek ve onları İslâm’a çağırmak olmuştu. Bu dâvete, en yakınlarından başladı: "Babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!” 3402
Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.” 3403
Onlar körü körüne, heykellere tapıyorlar, bu konuda atalarının izini takip etmekten başka bir gerekçe de ileri süremiyorlardı. Onlar fikren ve rûhen ölmüş, hurâfe ve geleneklerin, örf, âdet ve an’anelerin altında ezilip duruyorlardı. Onun için de İbrâhim’in (a.s.) dâveti karşısında “şaka mı ediyorsun?” diyorlardı. İşte şirk, bid’at ve hurâfelere boğulmuş toplumların hali bundan farklı olamaz. Onlar duyu ve duygulardan o kadar mahrumdurlar ki, kendi putları gibi putlaşmış, robotlaşmış ve kendi putlarından farkları kalmamıştı. 3404
3402] 19/Meryem, 42-46
3403] 21/Enbiyâ, 52-56
3404] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 42-44
İBRÂHÎM (a.s.)
- 789 -
Hz. İbrâhim, aklî ve mantıkî delillerle, putperestlikten ve yıldızlara tapmaktan vazgeçirmek için giriştiği tevhid mücâdelesi sonunda kavmini susturmuş ve cevap veremez bir hale getirmiştir. Ama ne var ki bütün bu deliller karşısında şirksiz bir inançla Allah’a yönelmesi gereken bu insanlar; günümüzde de olduğu gibi, kendilerini sorgulayacak yerde “ilâhlaştırdıkları atalarının” ve “kutsal kemiklerin” arkasına sığınma açmazına düşmüşler, suçu onlara atarak sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlardır.
Kur’an, hâlâ şirklerinde inat göstererek atalarını taklit bahanesine sarılmış olan bu insanların savunmalarını şöyle yansıtır: “İbrâhim, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.”3405; İbrâhim dedi ki: 'İyi ama ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” 3406; "İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." 3407
Hz. İbrâhim’in bu çağrısı; hiçbir bilgiye ve düşünmeye dayanmadan katı bir tutuculukla atalarını taklit eden bu insanları, geçmişin esâret zincirlerinden, gelenek pençesinden kurtararak İslâm’ın ışığında yeniden uyandırmak, vicdanlarındaki hürriyet duygularını harekete geçirerek özgürce düşünmelerini temin etmek içindir. Ne var ki bu insanlar, gerçeklerden kaçarak, ruhlarından İslâm’ın hidâyetini uzaklaştırarak “kemiklere sığınıyor” ve Hz. İbrâhim’in çağrısını cevapsız bırakıyorlar. Ama Peygamber ve Kitap; kendilerine “Allah’ın indirdiklerine uyun” deyince, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dine, ilkelere, ideolojiye) uyarız” diyorlar. Kur’an, böyle diyenlere şöyle sesleniyor: “Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?”3408; “Ya şeytan onları alevli azâba çağırıyor idiyse?!” 3409
Şüphesiz insanlar, atalarıyla, atalarının kemikleriyle uğraşmaya harcadıkları ümit ve enerjileri, kendilerini tanımaya ve oluşun çileli yolunda yürümeye harcadıklarında talih ufku aydınlanacak, vahyin hayat düzeni yeniden kurulacak; saâdet, asra taşınacaktır. 3410
Put ve Putlaştırma
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirkin
3405] 26/Şuarâ, 70-74
3406] 26/Şuarâ, 75-77
3407] 29/Ankebût, 16-17
3408] 2/Bakara, 170
3409] 31/Lokman, 21
3410] Necmettin Şahinler, Tek Başına Bir Ümmet, s. 93-95
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
en belirgin özelliklerinden biri putlara tapmak, onları Allah’a ulaşmada aracı veya şefaatçi görmektir. Fakat, şirk, sadece putlara tapmaktan ibaret değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Hz. İbrâhim dönemindeki ve Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın, müzik, futbol veya insanlar için değerli herhangi bir şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” 3411
3411] 37/Sâffât, 95-96
İBRÂHÎM (a.s.)
- 791 -
Put, sadece Arapların Câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.3412 Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.
Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerden birçoklarının tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!.. 3413
Putları Kırmak: Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.3414 Bilinmelidir ki, şirkten
3412] Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
3413] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, s. 132-138
3414] 14/İbrâhim, 22
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişinin her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir.
Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” 3415
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Hz. İbrâhim de ateşe atılma pahasına puthanedeki putları elindeki baltayla yerle bir etmiştir. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”3416 diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. 3417
Put Kıran İbrâhim (a.s.)
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız
3415] 65/Talak, 2-3
3416] 12/Yûsuf, 39
3417] Harun Yahya, Şirk, Vural Y. s. 90, 92
İBRÂHÎM (a.s.)
- 793 -
da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” 3418
“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” 3419
Her Nemrud’a Bir İbrâhim
"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi?! İşte o zaman İbrâhim: 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben (de) hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrâhim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." 3420
Hz. İbrâhim döneminde, ülkenin hükümdarının veya makamının adı olarak bilinen Nemrut ismi, Kur’an’da geçmez. Hz. İbrâhim’le Rabbi hakkında tartışan hükümdar hakkındaki bu âyette görüldüğü gibi, “Nemrut” veya benzer bir isimden bahsedilmez. Hadis-i şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz. Rivâyetlerden ve İsrâiliyat kökenli kıssalardan yola çıkılarak Nemrut ismine ulaşırız. Bugünkü Tevrat’a baktığımızda Nimrod adına rastlarız.3421 Fakat Tevrat’ta bahsi geçen
3418] 21/Enbiyâ, 51-71
3419] 37/Sâffât, 83-98
3420] 2/Bakara, 258
3421] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 10/8-12
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nimrod’un “Nemrut” olmadığı; belki Nimrod’un çok büyük bir ünü olduğu için, ondan yıllar sonra Hz. İbrâhim’le tartışan ve O’nu ateşe atan kişinin, olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu meşhur kişiye mal edilmiştir. Bazı tarih kitapları, Nemrud’un, tanınmış Bâbil kralı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Bazı tarihçilere göre, Nemrut, bir Bâbil hükümdarıdır; ancak hangi hükümdar olduğu kesin değildir. Bunlara göre, Nemrut, aynen Firavun gibi, Bâbil hükümdarlarının ünvanıdır. Eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi’ye ek olarak Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sayarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi’yle birlikte saydıklarını görmekteyiz. Bu isimlerin yanında, Akad devletinin kurucusu olan ve M.Ö. 2350’lerde yaşamış olan Sargon’un Nemrud olduğu ihtimalinden bahsedilir.
Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan bir şey vardır. O da, yaygın bir biçimde “Nemrut” diye anılan bir hükümdarın Hz. İbrâhim’e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur’ân-ı Kerim’in haberi ile sâbittir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrâhim ile Nemrut’un ve kavminin mücâdelesine ilişkin âyetlerin sayısı 91’i bulur. Bu âyetlerin konusu özetle şudur:
Nemrud’un toplumunda putlara tapılmaktadır.3422 Onların yiyip içtiğine,3423 konuştuğuna3424 inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifâ umulmakta; kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır.3425 Toplumda âhiret inancı yoktur.3426 Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş’tir. 3427
Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta,3428 hem putların bakımını üstlenmekte,3429 hem de onları, inanmayan kimselere karşı canla başla savunup bu putların üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar.3430 Bu dindarlık, heykelcilik 3431 gibi kimi iş kolları ile birlikte “aslı astarı olmayan söz yığını”3432 halindeki bir “edebiyat” ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır.
Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır.3433 Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz.3434 Geleneklerle şartlanmış olduklarından ötürü insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ve çevrenin ağır basmasıyla eski
3422] ; 21/Enbiyâ, 52, 57, 66; 26/Şuarâ, 70, 71; 29/Ankebût, 17, 25; 37/Sâffât, 85, 86, 95
3423] 37/Sâffât, 91
3424] 37/Sâffât, 92
3425] 26/Şuarâ, 78-82
3426] 29/Ankebût, 19, 20
3427] 6/En’âm, 74-79
3428] 21/Enbiyâ, 58
3429] 37/Sâffât, 91
3430] 2/Bakara, 258; 6/En’âm, 76-80; 21/Enbiyâ, 55, 59, 60; 29/Ankebût, 24; 37/Sâffât, 97
3431] 21/Enbiyâ, 52; 37/Sâffât, 95
3432] 29/Ankebût, 17
3433] 21/Enbiyâ, 61
3434] 21/Enbiyâ, 52-54; 26/Şuarâ, 71-74
İBRÂHÎM (a.s.)
- 795 -
inançlarına yönelmekten başka bir şey yapamaz durumdadırlar.3435 Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hatta ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadır.3436 Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiçbir şeyi ciddiye almayan, ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddî bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur. 3437
Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kabul eden bu insanların “dostluk”ları ile bir piramit oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablik yaptığı bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rabliğini Hz. İbrâhim’e karşı ilân etmeye kalkışmış olan “Nemrut”. Evet, gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik piramit... Dostluk, bilindiği üzere “velâ” anlamında bir dostluk... Hz. İbrâhim’in topluluğa karşı kullandığı; “...Sizin ve atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur...”3438 cümleleri, O’nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda... kulların rabliğinin, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum; “Nemrut” da tepedeki “rab” kabul edilmektedir.
Bir yaratığın rablik dâvâsına kalkışması... Bir insanın Allah’tan başka rab veya rablar edinmesi, ya da başkalarına böyle bir kapı açması... Bir kimsenin Yüce Allah’ın gönderdiği elçiyi inkârı, öldürmeye kalkışması, herhangi bir insanı zulmen öldürmesi, hele peygamberi ateşe atmak... Bunlar, hep Nemrut’u “Nemrut” yapan tutumlardır.
Ama, onun asıl Nemrutluğu bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, “düzen” vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hatta yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya hayatında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar “vesile” edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkilere putların aracı kılınmış olduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar “Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır. Böylece, insanların “can”ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, “mal”larını yönlendirebilme gücü, “akıl”ları denetim altına alan gelenekler birikimi, “edebiyat”ı oluşturma ve ona yön verme imkânı, “nesil”leri uyumluca yoğurabilme, yontabilme işlevini veren “eğitim”i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silâh gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine
3435] 21/Enbiyâ, 58-65
3436] 6/En’âm, 80; 19/Meryem, 46-48; 21/Enbiyâ, 68, 29/Ankebûtü, 24; 37/Sâffât, 97
3437] 21/Enbiyâ, 55
3438] 26/Şuarâ, 75-82
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut’un asıl “Nemrutluk”u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah’a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir. 3439
İbrâhim (a.s.), kral Nemrut ile mücâdele ederken onu hiçbir zaman Allah’ın varlığını kabule dâvet etmemiştir. Çünkü Nemrut da diğer benzerleri gibi Allah’ın varlığına inanıyordu. Ancak, bu inançla birlikte Allah’a şirk koşuyor, kendini Allah’a denk görüyordu. Nemrud’un ilâhlık dâvâsı, kendisinin göklerin ve yeryüzünün ilâhı olduğu değildi. İbrâhim kavmininin üzerinde yaşadığı sosyal ve siyasal hayatın rabbi olmak, bütün toplumsal hayatı, merkezî bir otorite ve kendi diktatörlüğü ile yönetmek; helâl ve haramı tâyin etmek, emir ve yasaklar koymak sûretiyle onların hürriyetini elinde bulundurmak istiyordu. İbrâhim (a.s.) de, devrinin tâğûtuyla mücâdelesinde, hükmün/egemenliğin ancak Allah’a ait olacağını, bu yetki ve selâhiyetin kimseye verilemeyeceğini, Rabbin; yani yaratan, yöneten, sevk ve idare edenin sadece Allah olduğunu anlatıyordu. İbrâhim (a.s.); “haydi sen de güneşi batıdan getir!” demekle o azgın herifi susturmuştu.
Bu suskunlukla onun aczi ortaya açık bir şekilde konulduğu halde, yine de Allah’a iman edip İbrâhim’e (a.s.) tâbi olmamıştır. İstiğnâ ve istikbâr, kendini beğenmişlik, nefsinin arzu ve isteklerine sıkı sıkıya bağlılık, onu öyle bir aşağılığa düşürmüştür ki, hak ve hakikati, kendi acziyetini anladığı halde despot diktatörlüğünden bir türlü vazgeçip Allah’a ve elçisine itaat etmeyi nefsine yediremiyordu. Hatta bu gurur ve böbürlenme ile dünyevî çıkarlarını altüst eden elçiyi yakalayıp öldürmek istiyordu. “(Nemrut ve kavminden bazıları:) ‘Eğer bir iş yapacaksanız yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” 3440
Yüce Allah, elçisine ve dolayısıyla dinine karşı çıkan herkesi mutlak sûrette cezâlandırmıştır, cezâlandıracaktır. Bu cezâ, bazen bir tûfan,3441 bazen bir kasırga olur,3442 bazen de bir deprem.3443 Allah, bazen melekleriyle3444 ve bazen görünmeyen askerleriyle 3445 hak edenleri cezâlandırır. Dilerse, bir sivrisinekle. Her şey, O’nun emrinde askerdir. “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”3446 İbrâhim kavmi, başta Nemrut olmak üzere, İbrâhim’i (a.s.) ateşe atacak kadar açıkça hakka cephe aldıktan sonra, Allah onları helâk etmiştir.3447 Rivâyete göre bu cezâ, sivrisinekle olmuştur. Nemrud’un kavmini sinekler istilâ etmiş ve böylece helâk olmuşlardır. Nemrud’un beynine giren topal bir sivrisinek de onun feci şekilde, inleye inleye ölümüne sebep olmuştur. Burnundan giren sinek, beynine geçmiş, onun ısırmasının acısından dolayı, hizmetçilerine kafasını tokmakla dövdürmek zorunda kalmış, bu şekilde acılar içinde ölmüştür.
Burada önemli olan, Yüce Allah’ın, elçisini hazırlanan tuzaklardan kurtarması,
3439] Zübeyir Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 81-83
3440] 21/Enbiyâ, 68-70; Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s 44-45
3441] 54/Kamer, 11-12
3442] 17/İsrâ, 69; 51/Zâriyât, 41
3443] 22/Hacc, 1; 99/Zilzâl, 1
3444] 3/Âl-i İmrân, 124
3445] 9/Tevbe, 40
3446] 48/Fetih, 4, 7
3447] 21/Enbiyâ, 70
İBRÂHÎM (a.s.)
- 797 -
müslüman olmayan putperest toplumu da cezalarından biriyle topyekün cezalandırıp helâk etmesidir. 3448
İbrâhim (a.s.) ve Hicret
"...(İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi."3449; "(İbrâhim:) 'Ben Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecektir.” 3450
Hz. İbrâhim, kendi kavmine Allah’ın dinini anlatmada hiçbir engel tanımamış, Nemrut’un zorbalığına boyun eğmemiş, her çeşit işkencelere mâruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat onun bütün gayretleri dünyevî bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip kurtarmaya yetmemiştir. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi sapıklıkları istikametinde gitmektedir. Hz. İbrâhim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir. Hz. İbrâhim, kavminin iman etmesine ihtimal kalmadığını anlayınca, sapıklık ve şirk diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için hicret etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer, bir karış yer de olsa, Cennette İbrâhim ve Muhammed (s.a.s.) onun arkadaşı olur.” “Muhâcir, Allah’ın kendisini nehyettiği şeylerden hicret eden/uzaklaşan kimsedir.” 3451
İbrâhim (a.s.) ve ona uyan mü’minlerde dünya-âhiret dengesine dair güzel numûneler vardır. Kur’ân-ı Kerim’de, Rabbimiz tarafında övgü ile dile getirilen bu tercih, onların âhiret bilincini kuşanmış olmalarından güç almaktadır. Onlar “putperest toplumdan berî/uzak olma” ilkesini kendileri için tavır olarak belirlemişlerdir. Müşriklerin değer verdiği şirk unsurlarını inkâr etmişler, kötülüğe olan ilgilerini düşmanlık ve nefretle karşılamışlardır.
Toplumun kirliliklerinden kesin bir beraat ile Allah’a hicret eden İbrâhim (a.s.) ve arkadaşlarında, âhiret gününü korku ve ümit ile bekleyen bütün zamanların mü’minleri için “müşrik toplumun kirliliklerinden berî olup onlardan tam bir kopuş ile uzaklaşmak” hususunda güzel örnek bulunmaktadır. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir..." 3452
Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (a.s.) ve arkadaşları gibi, birlikte yaşadıkları halkın olumsuz değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir. Öte yandan ahlâkî hicret ile kendisini arındıran mü’minler, Allah’a ve âhirete öncelik vermelerinden dolayı gerektiğinde bulundukları şehirleri ve ülkeleri dahi terk edebilmelidirler. Çünkü Allah yolunda kararlı bir şekilde mücâdele edip zulüm diyarını terk eden muhâcirlere, hem bu dünyada hasene/güzellik, hem de âhirette güzellik vaad edilmiştir.3453 İster
3448] 21/Enbiyâ, 70
3449] 29/Ankebût, 26
3450] 37/Sâffât, 99
3451] Buhârî, İman 4, Rikak 26; Ebû Dâvud, Cihad 2
3452] 60/Mümtehıne, 4
3453] 16/Nahl, 41
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mânevî olarak günahların ve kötülüğün yurdundan uzaklaşmak anlamındaki hicret olsun, isterse mekânsal hicret olsun bu göç, çok büyük Rabbânî bereketlerle donatılmıştır. İbrâhim’in (a.s.) şirkten ve şirk değerlerinden i’tizâl edip uzaklaşmasının nasıl büyük İlâhî lütuflara yol açtığı uzun uzun mübîn olan kitabımız Kur’an’da anlatılmaktadır.
Meryem sûresinde İbrâhim (a.s.) ile müşrik babası arasında geçen uzun ve hikmetli konuşmaya yer verilmektedir. Bu âyetlerde ifade edildiğine göre müşrik babasının kendisini çağırdığı yozlaşmaya karşı hicret eden bu hanîf genç, şirkten i’tizâl etmiştir. İ’tizâl, mânevî hicret ile eş anlamlı bir kelime olup; ayrılmak, uzaklaşmak, berî olmak demektir. Müşrik toplumun değer verdiği, ama asla bir kıymeti olmayan tapınma ve sömürme aracı olan putlardan Allah’a i’tizâl/hicret eden, sonra da ıslah olmamakta direten toplumun yaşadığı diyarı terk ederek mekânsal olarak da onlardan ayrılan İbrâhim’in (a.s.), çağları aşan örnekliği Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: "Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!’ İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de i’tizâl ediyorum/uzaklaşıyorum ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.’ Nihâyet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden i’tizâl edince/uzaklaşınca (hicret ettiği zaman) Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık." 3454
Her mü’min, muhâcirdir. Allah’a iman etmek, şeytanî olan her şeyden hicret etmek demektir. Bu yönü ile yaşadığı şehri hiç değiştirmemiş bir peygamber veya herhangi bir mü’min bile muhâcir sayılmalıdır. Ahlâkî hicret de diyebileceğimiz bu ibâdetin zamanını, zeminini beklemeye hâcet yoktur. İman eder etmez hemen işe koyulmaktır, nefsi kötülüklerden arındırmaktır, nihâî gâye. Toplumun kirliliklerine bulaşmamak, günahlardan kaçınmak, mânevî pisliklerden uzaklaşmaktır, en büyük amaç. Ahlâkî hicret; mânevî kirliliklerin sembolü olan putlara uzak durma konusunda sebat edip, onlarla cihadı sürekli kılmaktır. Bu cihadın amacı, öz benliklerimizde ve toplumsal yaşamın içinde var olan bütün mânevî pisliklerden berî olmaya devam etmektir. Kısacası, mânevî hicretin genel ilkesi; “halk içinde, ama Hakka uygun yaşamaktır.”
Mânevî hicret; mekânsal göçten ve kıtal cihadından önce gerçekleştirilmesi gereken kutlu bir tavırdır. İnsanların hayatında rastlanan şeytanî her hale, her davranışa, her görüntüye karşı alınması gereken bir duruştur mânevî hicret. Bu duruş, büyük bir cihaddır. Öyle ki, iç ve dış diye bölünüp parçalanamayacak bir bütünlük, bir karşı koyuştur. İç âlemimizde ve dış dünyamızda ne kadar kötülük varsa onlardan kaçınmak, her tür şerden ve şer taraftarından hicret ederek uzaklaşmaktır. Ancak bu uzaklaşmadır, bizi Allah’a yaklaştıracak olan.
“Muhakkak ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar
3454] 19/Meryem, 42-49
İBRÂHÎM (a.s.)
- 799 -
Allah’ın rahmetini umabilirler.”3455; “Odur, doğunun da batının da Rabbi. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O’na yönel, O’nu vekil kıl, O’nun himâyesine sığın. Halkın senin aleyhinde söyleyebileceği her şeye sabırla tahammül et ve onlardan uygun bir şekilde hicret et/uzaklaş!”3456; “Ey yalnızlığına bürünmüş olan! Kıyam et/kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an! Elbiseni/özbenliğini temiz tut! Ve riczden/bütün pisliklerden hicret et/kaçın!” 3457
Öteki dünyaya kesin iman eden mü’minler, maddî kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zâlim toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar. Çünkü ilâhî hoşnutluktan nasibi olmayan kimselerle dost olmak, “sürekli hicret” bilincine sahip olan mü’minlere yakışmaz. Mü’minler onları terk ederek Rabbânî hoşnutluğun elde edilebileceği güzel ameller yurduna hicret etmelidir.
Dünya ile âhiret arasında tam tercih yapamayan, kâfirlerle yardakçılık mânâsında ilişkiler kuran, münâfıklarla yârenlik eden yarım gönüllü, kararsız ve kişiliksiz insanları velî edinmek biz mü’minler için haramdır. Onlarla bizim aramızda güzel bir ayrılışla öte yanına geçtiğimiz hicret duvarları vardır. Değil mi ki, Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, mü’minlere yasaklanmıştır. Öyleyse, şeytanî olan her şeyden, tüm haramlardan hicret etmek lâzımdır. “Sürekli hicret şuuru” ilâhî rızâdan nasibi kalmamış kimseleri terk etmeyi gerektirir. Kur’an’a kulak verelim: “Ey mü’minler! Allah’ın gazabına uğrayan toplum ile dost olmayın! Onları dost edinenlerin öteki dünya ile ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştır. Tıpkı kâfirlerin (şimdi) mezarlarında yatanları tekrar görme ümitlerini kaybetmiş bulunmaları gibi.” 3458
İbrâhim’in (a.s.) Sınavları
Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır. Dünya, tüm insanlar için bir sınav salonundan; hayat da imtihandan başka bir şey değildir. İnsanlar zaman zaman sıkıntı ve zorluklarla, zaman zaman da rahatlık ve imkânlarla sınanırlar. Sınavı başaran, daha zor sınava alınır, onu da başaran daha da zoruna... Ta ki, doğrularla sahtekârlar belli olsun, başaranlarla elenenler anlaşılsın, yarışmaya devam edeceklerle dökülenler ortaya çıksın. Sınav, hayatla birlikte sona erer. Öteki âlemde ise ödül veya ceza. “O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”3459; “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirdik. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”3460; “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.” 3461
Herkes gücünün yettiğinden sorumlu olduğu için, güçlü insanların da sınavı, güçleri nisbetindedir. Devlerin yükü de, sınavı da ağır olur. Peygamberlerin
3455] 2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20
3456] 73/Müzzemmil, 9-10
3457] 74/Müddessir, 1-5
3458] 60/Mümtehine, 13; Furkan Eren, Siz Hâlâ Hicret Etmediniz mi?, Haksöz, Sayı 114, Eylül, 2000
3459] 67/Mülk, 2
3460] 29/Ankebût, 3
3461] 2/Bakara, 155
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imtihanı, sınavların en zor olanıdır. “İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya müptelâ olanları peygamberlerdir. Sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” 3462 Sahâbelerden Sa’d rivâyet ediyor: “Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların imtihanı en çetin olanı kimdir?’ Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı/imtihanı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar sınava tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” 3463
Bir insan düşünün; başına gelmedik kalmamakta. En zor sınavlarla, en çetin problemlerle denendiği halde en küçük bir sızlanma ve şikâyette bulunmama... İmtihanın biri bitmeden daha zor bir diğeri başlamakta, ama hiç sarsılmadan o hep şükretmekte, sadece Allah’a dayanmakta. Putperest baba ile imtihan, çocuksuzlukla imtihan, sonra evlâttan vazgeçmekle imtihan, en sevdiğini kurban etmekle/fedâ etmekle imtihan, evlâdı dağ başına bırakmakla imtihan... Çevre şartlarının en olumsuzu ile toplumda tek başına olmakla, ahlâksız ve putperest insanlarla sınav, tâğutların en inkârcılarından biriyle, yaratıcı ve öldürücü bir rab olduğunu iddia eden biriyle, sadistlikte Neron’a örnek olan gaddar Nemrut’la denenme, putperest düzenle sınanma, ateşle imtihan... Fakirlikle imtihan olmaktan çok daha zor olan zenginlikle, malı infak etmekle, misafirlere ikramla imtihan. İnsanlarla imtihan olduğu gibi hayvanlarla da imtihan. Hicretle, yeni vatan arayışlarıyla imtihan. Aile ile çevre ile devletle imtihanın her çeşidini tadan ve bütün sınavlardan başarıyla geçen kimsenin dünyada da avans cinsinden ödülü vardır: İmamlık/önderlik.
“Bizim şartlarımız başka, ülkenin durumu, yasalar, yasaklar, çevre şartları, konjonktür...” diye bin dereden su getirip kendini temize çıkarmaya çalışanların, “yenim dar, yerim dar” diyenlerin kulakları çınlasın! Ve bu tavrın dünyada avans cinsinden cezası da aynı âyette vurgulanır: “...Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."3464 Yâni zâlimlerin önder olmaya hakları yoktur. Allah’ın ahdi, her şartta Allah’ı seçenleredir. İmam/önder, örnek olma liyakatini gösteremeyenler, gerçek imamları, peygamberleri önder ve örnek kabul etmezlerse, kâfirlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacaktır. Bugünkü her çeşit problemin temeli bundan ibarettir.
“Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti...”3465 Bu sınavların neler olduğu hakkında müfessirlerin çeşitli yorumları vardır. İbn Kesir bu konuyu şöyle açıklıyor: “Muhammed İbn İshak... İbn Abbas’tan nakleder ki, o şöyle demiştir: Allah’ın Hz. İbrâhim’i deneyip de onun hepsini yerine getirdiği imtihanın kelimeleri şunlardır: Allah Teâlâ, İbrâhim’in kavminden ayrılmasını emrettiğinde İbrâhim (a.s.) Allah adına kavminden ayrılmıştı. Sonra Nemrud onu ateşe atıp yakmak istemiş, İbrâhim de Allah uğrunda buna dayanmıştır. Sonra Allah Teâlâ’nın yolunda hicret etmiştir. Yine Allah onu canı ve malıyla imtihan edip konuklar kıssasında anlatıldığı üzere onun durumunu ve tahammülünü ölçmüştü. Allah, oğlunu
3462] Dârimî, c. 2, s. 320
3463] Tirmizî, c. 7, s. 78
3464] 2/Bakara, 124
3465] 2/Bakara, 124
İBRÂHÎM (a.s.)
- 801 -
kurban etmesini emretmiş, o da bu imtihanda başarı göstererek oğlunu fedâ etmeye koyulmuştur. Bütün bunlardan sonra her şeyiyle Allah yoluna koyulup tüm bu imtihanlarda başarı gösterince, Allah ona “teslim ol/İslâm ol” demiş; o da “ben âlemlerin Rabbina teslim oldum/müslüman oldum” demişti. Halkın aksine ve onlardan ayrı olarak Nemrud’a değil; âlemlerin Rabbine teslim olmuştur. 3466
İbrâhim (a.s.), Allah’ın bu çetin sınavlarını en güzel şekilde başarınca Allah da İbrâhim’i insanlara imam/önder kılacağını beyan etmiştir.
İmam/Önder İbrâhim (a.s.)
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’ (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: "Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."3467 Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor.3468 Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim eremez.
Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamazlar. Kendilerine uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olmazlar. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.”3469 Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilemez. Namaz için öne geçirilemez.” 3470
Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğla geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir.
3466] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 530-531
3467] 2/Bakara, 124
3468] 2/Bakara, 124
3469] Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839
3470] İbn Kesir, a.g. e. c. 2, s. 536
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır.
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçen şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olmaları şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim’e (a.s.) söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu.
Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm3471 olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi3472 olduğundan Allah’ın indirdiği dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu gibi, bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.3473 Zulmün zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.3474 Bütün bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı yoktur. 3475
Hz. İbrâhim’in (bir peygamberin) çocukları, onun sülâlesi, zürriyeti de olsa zâlim olduğu müddetçe hiç kimse imam olamaz. Demek ki, Hz. İbrâhim neslinden de bu tür insanlar çıkacaktır. Bu konuda Allah’ın vaadi kesindir: “Zâlimler imamlık ahdime erişemez!” Seyyid Kutub şöyle diyor: “İslâm, itikat ve amel esasına dayanmayan bütün bağları ve alâkaları tamamen koparıp atar. İtikat ve amel bağları kopunca hiçbir şekilde akrabalık ve kan bağını kabul etmez. İtikat ve amel zinciri ile bağlanmadıktan sonra bütün râbıta ve değerleri kökünden siler. Bir milletin iki nesli itikat yönünden muhâlefet ederse, aradaki bağlar kesilir. Hatta itikat ipi kopunca karı ile koca, baba ile evlât arasındaki bağlar bile kopar.
Müşrik Araplar ayrı, müslüman Araplar ayrıdır. Şirk devrinin Arab’ı ayrı şeydi, İslâm devrinin Arab’ı ayrı şeydir. Aralarında ne bir bağ, ne bir alâka, ne de bir akrabalık vardır. Ehl-i kitaptan iman edenler ayrı, İbrâhim, Mûsâ ve İsa’nın (a.s.) dininden inhiraf edip sapanlar ayrıdır. Âile; babalardan, evlâtlardan ve torunlardan ibaret değildir. Bu değer, aralarında müşterek bir inanç bağı olunca doğrudur. Ümmet de muayyen bir ırkın birbiri ardınca gelen nesiller topluluğundan ibaret değildir. Millet; ırkları, cinsleri, renkleri ve vatanları ne olursa olsun, birleşen mü’minler topluluğundan ibarettir. İşte Kerim olan Allah’ın şu Rabbânî beyanından fışkıran iman tasavvuru, iman duygusu, iman şuuru, iman düşüncesi bundan ibarettir.” 3476
İbrâhim Milleti; Haniflik
Hz. İbrâhim'in tebliğ ettiği tevhid akidesini koruyan ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmesinden önce Allah'ın birliğine iman
3471] 31/Lokman, 13
3472] 5/Mâide, 45
3473] 5/Mâide, 45
3474] 16/Nahl, 90
3475] Beşir İslâmoğlu, a.g.e. s. 46-49
3476] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 240
İBRÂHÎM (a.s.)
- 803 -
edenlere hanifler denir.
Sözlükte; hanif masdarından bir sıfattır. Hanef, dalâletten doğruluğa, çarpıklıktan düzgünlüğe meyletmek demektir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye de "cim" ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl mefhûmu, eğriliği bırakıp, doğrusuna giden demektir. Bu mefhum ile örfte İbrâhim’in (a.s.) milletine isim olmuştur ki; başka dinlerden, batıl ilanlardan kaçınıp yalnız bir olan Allah'a eğilen " Müvahhid" demektir. 3477
Hanif'in çoğulu Hünefâdır. Bazı Müfessirler, haniflerin, hacılar, sünnetli olanlar, ananın, mahremlerin nikahını haram tanıyanlar, namazda kıbleye yönelenler, İbrâhim'in dinine uyanlar, anlamlarına geldiğini yazmışlardır. Bunlardan başka Ebû Kilâbe'ye göre: "Peygamberleri arasında hiç birini ayırt etmeyiz."3478 âyetinin işaretiyle peygamberlerin hepsine iman edenler anlamına gelir. Dinin hepsini cami' olanlar diye de tarif edilmiştir ki, bu son iki tarif, birbirine yakındır. Ancak bu tariflerin çoğu mefhumu ile değil, bazı özel durumlarda tarif edildiği için tam tarif değildir. Bazı açıklamalar için nakledilir.
Din ıstılahında ise: Daha önce geçtiği gibi bütün bâtıl akidelerden İslâm'a meyletmektir. Bütün peygamberlere iman ve her dini içine almak da bununla olur. Bütün kitaplar ve Peygamberler dini yanlış akidelerden kurtararak "Allah katında gerçek din İslâm'dır."3479 âyetinde olduğu gibi hak tevhid ve ihlâs ile yalnız Allah'a ibâdet etmek ve insanlığı kurtuluşa erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için ehl-ı Kitab da bununla emrolunmuşlardı.
Kur’ân-ı Kerim'de Hanif kelimesi on yerde, hanifler ise iki yerde zikredilmiştir:
1- (Yahûdi ve hıristiyanlar müslümanlara) "Yahûdî veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki, ‘Hayır, (biz) muvahhid (Allah'ı bir tanıyarak ve müslim) olarak İbrâhim'in dinindeyiz. O, Allah'a müşriklerden (eş tutanlardan) değildi." 3480
Kur'ân-ı Kerîm'de hanif kelimesinin müslim kelimesiyle beraber zikredildiği her yerde, hanif kelimesi hacı anlamına gelmektedir. Ancak, yalnız başına zikredildiği yerde ise müslüman manâsına gelmektedir." 3481
2- "İbrâhim ne bir yahûdî, ne bir hıristiyandır. Fakat o Allah'ı tanıyan (Hanif) dost doğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi."3482 Görüldüğü gibi bu âyette hanif kelimesi müslüman mânâsına gelmektedir.
3- "De ki; Allah (sözün) doğru(sunu) söylemiştir. Onun için Allah'ı birleyici (hanif) olarak İbrâhim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi." 3483
4- "İyilik yaparak kendisini Allah'â teslim edip Hakka yönelen Muvahhid İbrâhim'in dinine uyandan din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrâhim’i dost edinmiştir." 3484
3477] Okyanus, Mütercim Asım Efendi, Hanef ve Hanîf maddeleri; Hak Dini, Kur'ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, VI, 3821
3478] 2/Bakara, 285
3479] 3/Âl-i İmrân, 19
3480] 2/Bakara, 135
3481] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, I, 40
3482] 3/Âl-i İmrân, 67
3483] 3/Âl-i İmrân, 95
3484] 4/Nisâ, 125
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- "Şüphesiz ki ben, bir muvahhid (Allah'ı bir tanıyan) olarak yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim." 3485
6- "(Şöyle) de: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine İbrâhim'in hakka yönelmiş (hanif) milletine iletmiştir. O, Allah'a eş koşanlardan değildi." 3486
7- "Ve yüzünü Hanif (tevhîd) dinine döndür, sakın müşriklerden olma." 3487
8- "Hakikaten İbrâhim (başlı başına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı, (bâtıl dinlerden uzak ve) Hanif (muvahhid) bir müslümandı. O (hiç bir zaman) müşriklerden olmadı." 3488
9- "Sonra (Habibim) sana: ‘Hanif bir müslüman olarak İbrâhim'in dinine uy. O hiç bir zaman müşriklerden olmadı’ diye vahyettik." 3489
10- "O halde (İbrâhim) sen yüzün bir Hanif (muvahhid) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olamaz. Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilemezler." 3490
11- "Allah'ın hanifleri (muvahhidleri), ona eş tutmayanlar olarak (kaçının çekinin) kim Allah'a şirk/eş koşarsa o yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendini kuş kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir." 3491
12- "Hâlbuki onlar Allah'a Onun dininde ihlas erbabı ve hanifler (muvahhidler) olarak, ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de bu idi." 3492
Hadislerde de hanif, hanifler ile fıtrat kelimesi arasında bir irtibat olduğunu görmekteyiz. Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anası ile babası ona Yahudî yahut hıristiyan veya mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam a'zalı olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?" Sonra Ebu Hüreyre (r.a.); "Allah'ın insanları Hakkı idrâk ve kabule müsait yarattığı aslî fıtratı -ki, İslâm fıtratıdır- rehber edinmekle Allah'ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyesinin şirk ile değiştirmek uygun değildir: Bu, İslâm ve Tevhid dini, en doğru bir dindir."3493 meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. 3494
Bu hadis-i şerifin öğrettiği en büyük bir gerçek de insanlarda din duygusunun ve hakikat aşkının fıtrî oluşu ve akıllara hayret veren şu hayatın ve iç, dış bir takım özelliklerle mücehhez bulunan şu muazzam insanlık binasının, o din duygusu üzerine kuruluşudur. Bu gerçeği, gerek konumuz olan hadis-i şerifteki Peygamberimizin sözlerinden gerekse zikredilen (fıtratullah) âyet-i kerîmesinden öğrenmiş bulunuyoruz.
3485] 6/En'âm, 79
3486] 6/En'âm, 161
3487] 10/Yûnus, 105
3488] 16/Nahl, 120
3489] 16/Nahl, 123
3490] 30/Rûm, 30
3491] 22/Hacc, 31
3492] 98/Beyyine, 5
3493] 30/Rûm, 30
3494] Buhârî, Cenâiz 80
İBRÂHÎM (a.s.)
- 805 -
Müfessirler, âyet-i kerimedeki "fıtrat"ı, Hak dini kabule kabiliyetli anlamına hamlederler ki, âyetin gereği budur. Asıl yaradılış demektir. İbn Atiyye diyor ki; fıtrat lafzının en iyi tefsiri, insanın Allah'ın yarattıklarını fark etmeye, dünyevî işleri de birbirinden ayırabilen uygun bir kabiliyettir. Bu kabiliyet açıldıkça, kul yaratıcısını bilir ve bulur, şeriattaki güzelliği idrâk eder.
Fıtrî din, İslâm Dinidir, Tevhîd dinidir ve bir Allah'a iman dinidir. Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e gelinceye kadar bütün peygamberler İslâm Dini esaslarını ve Tevhîd akidesini tebliğe memur edilmişlerdir. Bu din müsâit olduğu mükemmel gâyeyi ancak son Peygamber’de bulmuştur. Dinleri, ihtivâ ettikleri kaide ve hükmü ile tebliğ ettikleri faziletli medeniyet ile hulasa insanlığın her türlü ıstırâbına ilâç olabilmeleri yönüyle tetkik eden her insaflı âlim ve mütefekkir, Hak dinin İslâm Dini olduğuna hükmetmekte tereddüt etmez. Diğer dinler, tetkik yeri olabilecek bir tarihi açıklamayı haiz olmadıkları halde İslâm Dini, tarihi en yakın bir hayata sahip olması cihetiyle bütün hükümleri, güneş gibi açık olarak zamanımıza aktarmıştır. Onun tarihi seyri, bir ilmî tekâmülü takip ettiği için asıl saffetiyle devam edip gidecektir.
Bir rivâyette şöyle buyruluyor: "Ben kullarımı hanifler olarak istikamet ve selâmet üzere yarattım." 3495
Görüldüğü gibi Allah (c.c.) kullarını birer hanif olarak yaratmıştır. Hanif, Allah'ın birliğine iman eden kişiye denir, buna muvahhid de denir. Her doğan çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması demek, elest bezminde Cenâb-ı Hakk’a verdikleri söz üzere doğmaları demektir ki, Allah Onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" 3496 buyurdu. Onlar da; "Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediler. İşte bu söz, Allah'ın "İnsanları hanif olarak yarattım" buyurmasının aslını oluşturmaktadır. 3497
Hanif Dini:
Hz. İbrâhim tarafından temsil edilen tevhid esasına dayalı hak dine Hanif Dini denir. Hanîf kelimesine lügat itibârıyla çeşitli mânalar verilmişse de genellikle kabul edildiğine göre "hakka ve doğruya yönelen, istikamet üzere bulunan kimse" demektir. İslâm literatüründe ise câhiliye döneminde her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz. İbrâhim'in dinine tâlip olarak yalnız bir Allah'a inanan kimseler için ad olmuştur.
Hanîf kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de tekil olarak "hanîf" şeklinde on yerde, çoğul olarak "hunefâ" şeklinde ise iki yerde kullanılmaktadır. Bu âyetlerin sekizinde hanîf kelimesi, Hz. İbrâhim'le ilgili olarak zikredilmiştir. Meselâ şöyle buyrulur: "Yahudi ve hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. ‘Bilâkis biz, doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrâhim'in dinine uyarız' de!" 3498; "İbrâhim, ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Ama doğruya yönelen (hanîf) bir müslümandı ve müşriklerden de değildi." 3499
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efeandimiz’e hanîf olan İbrâhim dinine tâbi olmayı,
3495] Aynî, Umdetü'l-Kaarî, VIII, 179
3496] 7/A'râf, 172
3497] Hâzin Tefsiri, V, 45; Ahmet Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 329-331
3498] 2/Bakara, 135
3499] 3/Âl-i İmrân, 67
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yani onun yolunu devam ettirmeyi şöylece emretmiştir: "İbrâhim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (hanîf) bir önderdi; puta tapanlardan değildi... Şimdi, sana, ‘Doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve puta tapanlardan olmayan İbrâhim'in dinine uy!' diye vahyettik."3500 Bu sebeple hanîflik, İslâm için dahi kullanılmış ve samimi, ihlâslı bir müslümana da "hanîf" vasfı verilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; "Ben, müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfıyye es-Semha) ile gönderildim" buyurmuştur. 3501
Peygamber Efendimiz’in nübüvvet ile görevlendirilmeden önce Arap Yarımadası'nda putperestliğin hâkim olduğu ve insanlığın dalâlet içerisinde bulunduğu câhiliyye döneminde putlardan ve her türlü sapıklıktan yüz çevirerek, Hz. İbrâhim dini olan hanîfliğe tâbi olmuş, hakka yönelerek hak dinin arayışı içerisine girmiş kişiler, çok az da olsa mevcut idi. İslâm tarihi kaynakları bunların bir kısmından ve faâliyetlerinden bahseder. Meselâ bunlardan birisi Varaka bin Nevfel idi. 3502
İbrâhim’in (a.s) Duâları
Kur’ân-ı Kerim, duâ etmemizi ısrarla tavsiye eder. “Rabbiniz (şöyle) buyurdu: ‘Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”3503; “De ki: ‘Duânız (yalvarmanız) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”3504; “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilinki, O haddi aşanları sevmez.” 3505
Kur'ân-ı Kerim, bazı vesilelerle bize nasıl duâ edeceğimizi öğreterek, duâ örnekleri verir. Peygamberlerin duâları, hem onların birer kul olmalarının ve kulluk yaptıklarının göstergesi, hem de kendilerinin örnek alınarak Allah’tan neleri ve nasıl istememiz gerektiğine dair müslümanlara örnek ve rehberliklerdir. Hz. İbrâhim, Allah’a çok şükreden, O’na itaat ve ibâdet eden, O’na teslim olan, kendisini Allah’a adamış, sâlih bir zât olduğu gibi, aynı zamanda bol bol duâ eden biriydi. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”3506 Onun duâları da bize örnek olmalıdır. Kur’an’da İbrâhim’in (a.s.) yaptığı bazı duâlar açıklanarak bize duâ örnekleri verilir. Bunları görelim:
“Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)” 3507
"Ey Rabbim! Burayı (Mekke’yi) emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.” 3508
"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." 3509
"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul
3500] 16/Nahl, 120, 123
3501] Ahmed bin Hanbel, V, 266. Ayrıca bk. Buhârî, İmân 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; Ahmed bin Hanbel, III, 442
3502] Ahmet Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 331
3503] 40/Mü’min, 60
3504] 25/Furkan, 77
3505] 7/A’râf, 55
3506] 60/Mümtehıne, 4
3507] 2/Bakara, 124
3508] 2/Bakara, 126
3509] 2/Bakara, 127
İBRÂHÎM (a.s.)
- 807 -
eden, çok merhametli olan ancak Sensin." 3510
"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." 3511
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." 3512
“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." 3513
"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." 3514
"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir." 3515
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" 3516
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" 3517
“...Ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." 3518
“Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi.” 3519
“...Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." 3520
"Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey
3510] 2/Bakara, 128
3511] 2/Bakara, 129
3512] 14/İbrâhim, 35-36
3513] 14/İbrâhim, 37
3514] 14/İbrâhim, 38
3515] 14/İbrâhim, 39
3516] 14/İbrâhim, 40
3517] 14/İbrâhim, 41
3518] 26/Şuarâ, 77-89
3519] 37/Sâffât, 100
3520] 60/Mümtehıne, 4
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." 3521
İbrâhim’in (a.s.) tefekkürüne, hayat tarzına ve sözlerine akseden imanî/tevhidî tablo, elbette duâlarında da berrak bir biçimde görülür. Duâ, ubûdiyetin/kulluğun özüdür. Duâ halinde olma, insanın acziyetini kabul ettiğinin ve Allah’tan başka ihtiyaçlarına cevap verecek hiçbir mercî olmadığını anladığının ifadesidir. Nasıl kulluk yapılacağını hayatlarıyla gösteren peygamberlerin duâları da Kur’an’da yer bulur. Bu duâlar, bize nebîlerin neyi nasıl ve ne için istediğini gösterir. Böylece, bize de duânın aslını, usûlünü ve edebini bildirir. İbrâhim’in (a.s.) duâları da, bu anlayışla okunmalı ve üzerinde durulmalıdır. Onun duâlarında, “millet-i İbrâhim”e dâhil olmamızın usûlünü bulmamız mümkündür.
İbrâhim’in (a.s.) hepsi de Rabbinin katında kabul görmüş duâları, değişik sûrelerde zikredilir. İbrâhim sûresinde ise, bu duâların bir kısmı art arda gelir. Bu İbrâhimî duâların altıncısı ise, bugünün âile ve evlât belâsı çeken insanları için, nuranî bir iksir sunmaktadır. Altı kelimeden oluşan ve kısa meali “Rabbim, beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle” şeklinde verilen bu duâda, o mübârek nebî Rabbine şöyle yakarır: “Rabbi’c’alnî mukîme’s-salâti ve min zürriyyetî,”3522 Bu kısacık duâ, kısalığına karşılık, geniş ve derin mânâlar barındırır. Bu duânın her bir kelimesi bile, çok anlamlar taşır dünyalarımıza.
İbrâhim, Rabbine yönelişiyle, en başta, bize hep hatırımızda olması gereken ama neredeyse daima unuttuğumuz rubûbiyet-ubûdiyet denklemini hatırlatır. İnsan, tüm kâinatı kuşatan mutlak bir rubûbiyetin sahibi olan; zerreden galaksilere tüm mahlûkatı her an her haliyle terbiye, idare ve tasarrufu altında tutan; bütün yarattıklarının her ihtiyacını görüp onu gereği gibi karşılayan Yüce Allah’a karşı, küllî bir ubûdiyetle yükümlüdür. Öyle bir Rabbin huzurunda terbiye ve idareyi başka ellerde aramak, o kulluğun edebine aykırıdır. İbrâhim (a.s.), daha en başta, Rabbine yönelişiyle bu dersi verir. Tüm kâinatın O’nun tasarrufunda olduğunun, tüm yapılışların ardındaki “câil”in O olduğunun şuuru içinde, kendi matlûbunu ve maksûdunu doğrudan doğruya O’ndan ister.
Matlûbu ve maksûdu ise, Rabbine hep dünyanın fâni yüzüne takılıp kalan nazarlarla yalvaran; O’na yönelmeyi çoğunlukla unuttuğu gibi, hatırladığı anların çoğunda da O’ndan fenâ ve fâni şeyler talep eden bizlere ibretli bir uyarı hükmündedir. İbrâhim’in (a.s.) bu duâsında istediği şudur: Namaz kılmak! Daha doğrusu, “namazda mukîm olmak.” Çünkü, tüm kâinatı yaratan, tüm evrenin şehâdetiyle mutlak ve küllî rabliğini, gören gözlere gösteren ve bizi rubûbiyete karşı ubûdiyetle/kullukla mukabele edecek bir fıtratla yaratan Rabbimize karşı kulluğumuzun en net, en berrak, en muazzam ifadesi namazdır. O yüzden, bütün nebîler namaz kılmış ve Rasûl-i Ekrem onu “iki gözünün nuru” olarak tanımlamıştır.
Rabbimiz, tüm kâinatın şâhit olduğu devamlı bir rablik sergilediğine göre, böyle devamlı terbiye ve idare karşısında kula yakışan, daimî bir ubûdiyet/kulluk sergilemektir. Kulluğun en berrak, en muazzam ifadesi olan namazı devamlı ve dosdoğru kılmaktır. Zâhiren namaz kılmıyor olduğu anları da, namaz kıldığı anların dünyasına taşıdığı ubûdiyet şuuruyla yaşamaktır. Üzerimizde her an cilvesi
3521] 60/Mümtehıne, 5
3522] 14/İbrâhim, 40
İBRÂHÎM (a.s.)
- 809 -
görünen bir rubûbiyete karşı, üzerimizde her an bir kulluk tavrı, şuuru ve edebi taşımaktır. Bunun için, İbrâhim “Rabbim, beni namaz kılanlardan eyle” demekle yetinmez. “ Namaz üzere kaaim olma”, “namazda mukîm olma”, “namazı ayakta tutma”, “namazla ayağa kalkma”, “devamlı namaz şuuru üzere olma” duâsında bulunur.
Mânidardır, duâ burada bitmez. Hemen ardından, İbrâhim (a.s.) “ve min zürriyyetî” diyerek, çoluk-çocuğu ile soyundan gelecek olanları da duâsına dâhil eder. Çünkü, yalnız kendisi için yaptığı bir duâ, yalnız kendisi yaşadığı sürece yaşanacaktır. Oysa, İbrâhim şu dünyadan göçüp gitse bile, dünya durduğu müddetçe, rubûbiyet-ubûdiyet denklemi de duracak; Rabbimizin mutlak rubûbiyetine karşı kullarının küllî bir ubûdiyetle mukabele etmesi gerekecektir. Bu noktada, İbrâhim (a.s.) mutlak ve dâimî bir rablığa karşı devamlı bir kulluğun gereğine inandığı için, yalnız kendisi için namaz duâsı etmekle kalmaz. Kendinden sonra da, zürriyetinin bu kulluğu her dâim sergilemelerini ister.
İbrâhim’in (a.s.) bu duâsı, çift yönlü bir mâhiyet taşır. İbrâhim, bir yanda öncelikle ve bizzat kendisinin namaz üzere olmasını istemektedir. Öte yanda, bununla yetinmeyip âilesi, çoluk-çocuğu, zürriyeti için de aynı şeyi istemektedir. Diğer bir açıdan bakarsak, İbrâhim yalnızca zürriyetinin namazda mukîm olup her ânını kulluk şuuruyla yaşaması duâsında bulunmamakta; bunu evvelâ ve bizzat kendisi için istemektedir. Bu çift yönlü duâ, şu dersi verir: Yalnız kendi kulluğunu düşünüp çoluk-çocuğunun kulluğuna dair bir sorumluluk hissi taşımamak da yanlıştır; yalnız çoluk-çocuğunun kulluğunu düşünüp kendisi o şuurdan uzak yaşamak da. Her iki çaba da, her iki yöneliş de yarımdır, eksiktir, boştur. İnsan, evvelâ ve bizzat kulluk şuuruyla donanmakla; ama aynı zamanda bu bilinci âilesi, evlâdı, zürriyeti ile paylaşmakla yükümlüdür. İbrâhim’in (a.s.) bu duâsı, bu zamanın âile ve evlât belâsı taşıyan biz insanlarına muazzam mesajlar taşımaktadır. 3523
İbrâhim’in (a.s.) tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim’in (a.s.) şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: "Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." 3524
Üstad Seyyid Kutub, İbrâhim’in (a.s.), “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor: “Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir. Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir put.
Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın
3523] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, 48-51
3524] 14/İbrâhim, 35-36
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunlar olduğunu kabul edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz. Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.
Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına uyan ve Allah’ın şeriatının yasakladığı şekillere bürünenler... Evet, bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.
Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra da kitleleri ezmek ve kölesi kulu haline getirmek istediği kimselerin adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla putun ta kendisi olur.
Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir “sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar? Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma olabilir, bir ekol olabilir...
İBRÂHÎM (a.s.)
- 811 -
Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı ve ıstıraplara katlanmamıştır...
Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede Allah’ın emirlerine itaat ile her ne şekilde olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir. O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını, yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek icap eder...
Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatına tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler...
Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını, mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin de içinde yüzdükleri şirki görsünler...
Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır. Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.
Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir? Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine uymaktadırlar? Şâyet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şâyet bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler. 3525
İbrâhim (a.s.) ile İlgili Âyetlerden Bazı Tesbitler
1. Rasûllerin Soyları Korunmuş Değildir: “Bir zamanlar Rabbi, İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince, ‘Ben seni insanlara imam/önder
3525] Seyyid Kutub, a.g.e. c. 9, s. 87-90
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da imamlar/önderler yap Rabbim’ dedi. Yüce Allah: ‘Ahdim zâlimlere erişmez’ buyurdu.” 3526
Ne Hz. İbrâhim’in ne de bir başka nebînin soyları tamamen korunmuştur. Onların içlerinden de zâlim ve fâsıkların çıkma ihtimali vardır. Sûfi yaklaşımca kabul edilen, nesilden nesle aktarılan Nûr-ı Muhammedî gibi kabuller birçok açıdan sağlıklı bir temele oturmamaktadır. Yaratılışı açıklamak ve Vâcibu’l-Vücud olan Bir’den tüm bu kesretin nasıl vuku bulduğu sorusu üzerinde üretilen sudûr nazariyeleri için de malzeme olarak kullanılan bu yaklaşımın sağlam kaynakları mevcut değildir. Hiçbir soy başlangıçtan günümüze ve yarınlara değin koruma altına alınmamıştır ve seçilmemiştir.
Özellikle din gibi ümmetin tamamının taşıyacağı bir emâneti biyolojik aktarımın temel olduğu bir anlayışla koruma altına alma çabası sağlıklı olmaz.
2. Hangi Gurup Emniyette: “Siz, Allah'ın size hakkında hiçbir hüküm
göndermediği şeyleri Ona şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz
putlardan nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız söyleyin iki gruptan hangisi güvende
olmaya daha lâyıktır?” 3527
Mücâdele esnâsında arkasındaki bu gücü hissedebilen mü’minin gösteremeyeceği tavır olamaz. Gücünü bu tanımdan değil de farklı şeylerden alan her şahıs ise dayandığı o fânîlerin gücü miktarınca kendini emniyette hissetmelidir.
3. Hicret Berekettir: "... Ben çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Haremin'in
yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısminin gönüllerini
onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara nzık ver...." 3528
Allah için ortaya konan her tavrın bereketleneceği muhakkaktır. Ot bitmeyen bir kum yığını diye tanımlanan Mekke arâzisi de bir mü’minin hicreti ve duâsıyla bereketlenen zeminlerin efendisidir. Mekânlara ve zamanlara anlam/değer kazandıran şâhit oldukları kulluk pratikleridir. Kök salınan, alışılmış olan, sevilenlerden; bilinmeyen, riskler taşıyan ve her şeyden öte gayb olana sırf Allah için yönelebilmenin bereketidir Mekke'de, Medine'de ve tüm hicret mekânlarında şâhit olduğumuz.
4. Allah ve Mü’minler Katında Anılmak: “Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anılanlardan eyle.” 3529
Rasûlün ağzından dökülen bu duâ bir şöhret isteği değildir. Rabbi katında saygın bir yere sahip olanın başka bir yerde fazladan bir statüye ihtiyacı da olamaz. Ancak, dâvâ kardeşleri ve o kervanın yolcuları arasında hatırlanmanın bir Rasûl için bile önemli bir nimet olduğunu da inkâr edemeyiz. Yoksa bu talep, nesillerin dilinde yer etmek için, o sâikle yapılan ameller ve verilen bir mücâdeleyi anlatmaz bize. Çünkü bu, şirkin bir çeşidi olurdu. Bizler de adımızın, Tevhid tarihinde yüceltilmesini Rabbimizden niyaz ederiz.
5. Kurban: "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Yavrucuğum rüyada seni boğazladığımı (kurban ettiğimi)
3526] 2/Bakara, 125
3527] 6/En’âm, 81
3528] 14/İbrâhim, 37
3529] 26/Şuarâ, 81
İBRÂHÎM (a.s.)
- 813 -
görüyorum, bir düşün ne dersin?’ dedi. O da cevâben: ‘Babacığım emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun’ dedi. Her ikisi de teslim olup onu alnı üzerine yatırınca; ‘Ey İbrâhim! Rüyayı doğruladın Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü bu gerçekten çok açık bir imtihandır’ dedik. Biz oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik...." 3530
En düşkün olduklarımızdan, en sevdiğimiz için vazgeçtiğimiz an... Dinin en çok lezzetine varılan an. “Sadece Senin için veririm, başka hiçbir şey için bu bedeli vermem!” dediğimiz an. İşte o an yani kurbanımızı O’na takdim ettiğimiz an. Bu anlamda ve seviyede verilen kurbanda asla riyâ olmaz. Duygu ve düşüncelerde saklı ve O’nun rızâsı öncesine geçen bir art niyet gizlenemez. Çünkü o an arkasına gizlenilecek herhangi bir şey de kalmamıştır. Bir ömür beklenip sonunda mûcize olarak kavuşulan bir sevginin, o en büyük sevgi adına fedâsı. Kalpteki en ufak bir pıhtı büyüklüğündeki farklı bir niyetin dahi temizlendiği son gönül operasyonu. Gönlümüzde hiçbir şeyin sevgisinin önü alınamaz şekilde ve O’na gölge yapıcı tarzda boy atmasına izin vermemeliyiz.
6. Hz. İbrâhim ve Putlar: "Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sora
putlarınıza bir oyun oynayacağım. Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız
onların büyüğünü bıraktı. Belki ona mürâcaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir’ dediler. Bir kısmı; ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. ‘O halde onu hemen insanların gözü önüne getirin!’ dediler. ‘Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. O, ‘belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun eğer konuşuyorlarsa’ dedi. Bunun üzerine kendi vicdanlarına dönüp ‘biz zâlim insanların kendisiyiz’ dediler. Sonra tekrar eski tartışmalara döndüler: ‘Sen bunların konuşmayacaklarını pekâlâ biliyorsun’ dediler." 3531
Müşriklerin kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi öğeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasûllerin topluluklar önünde ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek, onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir (Hz. Mûsâ'nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi).
Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan ne duâlarına cevap verebilen
bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek bir zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz. İbrâhim'in put kırışı. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle sıfatlamışlardır. Ancak bu düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyyenin pratiklerine “dur!” denilir ve sâlim kafayla insanların vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şâhit olabiliriz. Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrâhimî eylem halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da bundan ötesini getirmemektedir. Bu amelle, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve eylemsel dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, İbrâhimî bu örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek durumundadır.
3530] 37/Sâffât, 101-107
3531] 21/Enbiyâ, 57-65
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
7. Toplum Parçalanırken Takınılan Üslûp: "Bir zaman o babasına dedi ki: ‘Babacığım! Duymayan görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Çünkü şeytan çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ Babası: ‘Ey İbrâhim!’ dedi; ‘Sen, benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden uzak dur.’ İbrâhim: ‘Selâm sana’ dedi; ‘Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana çok lütufkârdır."3532; “Dediler ki biz babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu’ dedi; ‘Siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindeymişsiniz." 3533; "İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama ister siz, ister önceki atalarınız olsun, neye taptığınızı düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır..." 3534
Vahiy, muhâtap olduğu câhilî değerlere göre yapılanmış toplumlarda parçalayıcı
bir etkiye sahiptir. Bu kırılma anlarında bile İbrâhim’in (a.s.) babasıyla ilişkilerinde gösterilen hassâsiyetten ders alınmalıdır. İlişkilerin, karşı tarafın zulmünden dolayı koptuğu aşamada bile muhâtabın hidâyeti ve (ve hidâyeti gerçekleşecekse) bağışlanması için duâ eden bir dil ve tavır, nefse zor gelen, ama bir o kadar güçlü bir imana sahip insanın üslûbudur.
8. İlâhî Emirler Karşısında Tek Sözümüz “Lebbeyk”: “Rabbi ona ‘İslâm ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” 3535
Mü’min bir ağza İlâhî emirler karşısında tek yakışan şey “Lebbeyk”dir. İlâhî lutuflar ve emirler karşısında itiraz eden; teslimiyet ve itaat yerine nefsinin hevâsını ve arzularını koyan beşer tipi eleştirilmiştir. Çünkü bu duruş, kulluktan öte bir tarzdır. 3536
İbrâhimî Duruş
Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet.
Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler. Putlar, ibâdet edinilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.” 3537
Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan
3532] 19/Meryem, 41-47
3533] 21/Enbiyâ, 53-54
3534] 26/Şuarâ, 75-77
3535] 2/Bakara, 131
3536] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, s. 25-28
3537] 29/Ankebût, 25
İBRÂHÎM (a.s.)
- 815 -
şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir: “Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.” 3538
Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar.
Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" 3539 diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.
Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası:) Demişti ki: 'Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." 3540
Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak
3538] 53/Necm, 23
3539] 6/En’âm, 79-81
3540] 19/Meryem, 46, 48
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” 3541
İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır.
İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek birçok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.” 3542 Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”3543 Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu ilâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.” 3544
Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim’in (a.s.) en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” 3545
Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”; “sizden ve sizin ilâhlarınızdan
3541] 21/Enbiyâ, 68-70
3542] 71/Nûh, 21-22
3543] 6/En’âm, 79
3544] 60/Mümtehıne, 4
3545] 16/Nahl, 120
İBRÂHÎM (a.s.)
- 817 -
kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir.
Yalnızca Allah’tan Korkmak: Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur.
Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”3546; “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.” 3547
Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır.3548 Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.”3549 Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir. 3550
“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.”3551 Allah’a yaraşır
3546] 16/Nahl, 51-52
3547] 5/Mâide, 44
3548] 5/Mâide, 3, 54; 6/En’âm, 81, 82
3549] 3/Âl-i İmrân, 175
3550] 33/Ahzâb, 39; 35/Fâtır, 28; 5/Mâide, 100; 65/Talak, 10
3551] 3/Âl-i İmrân, 102
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rabların hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.”3552 Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir.
Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir. 3553
"O'nda Güzel Örnekler Vardır"
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." 3554
Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ’dan (s.a.s.) başka sadece Hz. İbrâhim’in adını verir.3555 Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir.
Allah, Hz. İbrâhim’i mü’minlere örnek olarak gösterdiğine göre, acaba bu örnek insanın temel özellikleri nelerdir? Kur’ân-ı Kerim’den Hz. İbrâhim’in en temel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
Nûh’un milletinden 3556
Seçilmiş önder, elçi, peygamber 3557
Yalnızca Allah’tan korkan 3558
Muvahhid ve tek başına bir ümmet 3559
3552] 16/Nahl, 2
3553] 8/Enfâl, 45-47; Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001
3554] 60/Mümtehıne, 4, 6
3555] 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehıne, 4, 6
3556] 37/Sâffât, 83
3557] 2/Bakara, 124, 130; 16/Nahl, 120, 121
3558] 15/Hicr, 51-59; 6/En’âm, 80, 81; 51/Zâriyât, 28, 29
3559] 16/Nahl, 120, 121
İBRÂHÎM (a.s.)
- 819 -
Hanîf (Allah’ı bir tanıyan muvahhid ve O’na yönelen müslüman) 3560
Allah’ın dostu 3561
Allah’a itaat ve ibâdet eden 3562
Doğru yolda olan 3563
Kitap verilen 3564
Hikmet sahibi 3565
Delil verilen 3566
İlim sahibi 3567
Rüşd sahibi 3568
Akıl yürüten ve aklı en iyi şekilde, gerçeği aramada kullanan 3569
Mutmain olmak isteyen 3570
İyi bir tartışmacı 3571
Kendisini Allah’a vermiş 3572
Sâlihlerden 3573
Şükredici 3574
Denenmiş, imtihanlardan başarıyla çıkmış 3575
Duâ eden 3576
Düşünen ve düşünmeye dâvet eden 3577
Neslini düşünen 3578
Âhiret yurdunu düşünen 3579
3560] 3/Âl-i İmrân, 67
3561] 4/Nisâ, 125; 26/Şuarâ, 77-93
3562] 7/A’râf, 131; 16/Nahl, 120, 21/Enbiyâ, 73
3563] 6/En’âm, 84; 37/Sâffât, 99, 100
3564] 29/Ankebût, 27; 53/Necm, 36, 37
3565] 26/Şuarâ, 83
3566] 6/En’âm, 83, 75
3567] 19/Meryem, 43
3568] 21/Enbiyâ, 51
3569] 6/En’âm, 74-83; 15/Hicr, 54, 55; 19/Meryem, 42; 37/Sâffât, 95, 96
3570] 2/Bakara, 259, 260; 6/En’âm, 75
3571] 37/Sâffât, 83-113; 21/Enbiyâ, 57-69; 2/Bakara, 258
3572] 11/Hûd, 75
3573] 16/Nahl, 122; 29/Ankebût, 27; 26/Şuarâ, 83, 84
3574] 16/Nahl, 121
3575] 2/Bakara, 124; 37/Sâffât, 103-106
3576] 2/Bakara, 127-129; 14/İbrâhim, 35, 41; 60/Mümtehine, 5
3577] 26/Şuarâ, 75, 76; 29/Ankebût, 19
3578] 2/Bakara, 127-129; 29/Ankebût, 27
3579] 38/Sâd, 46
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İyi davranan 3580
Kuvvetli 3581
Basîretli 3582
İhlâslı 3583
Sabırlı 3584
Ümit dolu 3585
Yumuşak huylu 3586
Kalb-i selîm sahibi 3587
Ahde vefâlı 3588
İnsanlara güzel örnek 3589
Müslüman, müşriklerden olmayan 3590
Allah’ın düşmanlarını velî/dost edinmeyen, onlardan kopup uzaklaşan 3591
Allah’ın rahmetini kazanmış 3592
Derecesi yüksek 3593
Kendisine güzellik ve mükâfat verilmiş. 3594
Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahsî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır.
İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa
3580] 6/En’âm, 84
3581] 38/Sâd, 45
3582] 38/Sâd, 45
3583] 38/Sâd, 45
3584] 9/Tevbe, 114
3585] 15/Hicr, 55, 56
3586] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
3587] 37/Sâf1fât, 84
3588] 53/Necm, 36, 37
3589] 60/Mümtehine, 4, 6
3590] 2/Bakara, 131; 6/En’âm, 161; 16/Nahl, 120, 123; 37/Sâffât, 107-111
3591] 9/Tevbe, 114; 43/Zuhruf, 26; 60/Mümtehıne, 4; 19/Meryem, 48, 49; 21/Enbiyâ, 67
3592] 11/Hûd, 73; 12/Yûsf, 6; 19/Meryem, 47
3593] 6/En’âm, 83
3594] 16/Nahl, 122; 29/Ankebût, 27
İBRÂHÎM (a.s.)
- 821 -
onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır.
Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır.
Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır.
Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim’in (a.s.) üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.
Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır. 3595
3595] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." 3596
Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir.
"İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”3597 O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır.
İbrâhim’i (a.s.) örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir.
Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir.
Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir.
Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir.
İbrâhim olup sevdiğimizi, İsmâil olup nefsimizi Allah'a adama bilinci, tavsiyesi ve duâsıyla...
"İbrâhîm
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim?
Güneş buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
3596] 43/Zuhruf, 26-28
3597] 60/Mümtehıne, 4
İBRÂHÎM (a.s.)
- 823 -
Putların boyunları kırıldı
İbrâhîm
Güneşi evime sokan kim?" 3598
“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i
Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.” 3599
“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Gir İbrâhim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz.” 3600
Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" 3601
"Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!" 3602
3598] Âsaf Hâlet Çelebi
3599] İbrâhim Demirci
3600] Yunus Emre
3601] 21/Enbiyâ, 67
3602] 37/Sâffât, 109
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhîm İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (69 yerde): 2/Bakara, 124, 125, 125, 126, 127, 130, 132, 133, 135, 136, 140, 258, 258, 258, 260; 3/Âl-i İmrân, 33, 65, 67, 68, 84, 95, 97; 4/Nisâ, 54, 125, 125, 163; 6/En’âm, 74, 75, 83, 161; 9/Tevbe, 70, 114, 114; 11/Hûd, 69, 74, 75, 76; 12/Yûsuf, 6, 38; 14/İbrâhim, 35; 15/Hicr, 51; 16/Nahl, 120, 123; 19/Meryem, 41, 46, 58; 21/Enbiyâ, 51, 60, 62, 69; 22/Hacc, 26, 43, 78; 26/Şuarâ, 69; 29/Ankebût, 16, 31; 33/Ahzâb, 7; 37/Sâffât, 83, 104, 109; 38/Sâd, 45; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 26; 51/Zâriyât, 24; 53/Necm, 37; 57/Hadîd, 26; 60/Mümtehıne, 4, 4; 87/A'lâ, 19.
B- İbrâhim (a.s.)’in Şahsiyeti, Hayatı ve Peygamberliği
a- İbrâhim (a.s.) Hayatını ve Kıssasını Anlatan Âyetler: 6/En’âm, 74-84; 11/Hûd, 69-76; 15/Hicr, 51-60; 19/Meryem, 42-50; 21/Enbiyâ, 51-73; 26/Şuarâ, 69-104; 29/Ankebût, 16-18, 24-27; 37/Sâffât, 83-113.
b- İbrâhim (a.s.)’e Peygamberlik Verilmiştir: 2/Bakara, 124, 130; 4/Nisâ, 163; 16/Nahl, 121, 122; 21/Enbiyâ, 51; 38/Sâd, 45-47; 57/Hadîd, 26.
c- İbrâhim (a.s.)’in Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-132; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 41; 37/Sâffât, 100-107.
d- İbrâhim Milleti/Dini: 2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/EN’âm, 161; 16/Nahl, 120, 123.
e- İbrâhim (a.s.) Nûh (a.s.)’un Dini Üzereydi: 37/Sâffât, 83-84.
f- İbrâhim (a.s.)’in, İnsanlar Arasında Hükmedecek Mevkî İstemesi: 26/Şuarâ, 83.
g- Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi: 29/Ankebût, 26; 37/Sâffât, 99.
h- Meleklerin Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: 11/Hûd, 69-70, 74-76; 15/Hicr, 57-60; 29/Ankebût, 31-32; 51/Zâriyât, 31-34.
i- İbrâhim (a.s.)’in, Yakîn İlme Sahip Olması: 6/En’âm, 75.
j- İbrâhim (a.s.)’in Neslinden Peygamberler Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 33-34; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 72-73; 29/Ankebût, 27; 37/Sâffât, 108-113; 57/Hadîd, 26.
k- İbrâhim (a.s.)’in Karı-Koca İhtiyar Olmalarına Rağmen, Melekler Tarafından İshak ve Torunu Ya’kub ile Müjdelenmesi: 11/Hûd, 69-73; 15/Hıcr, 51-55; 19/Meryem, 49-50; 21/Enbiyâ, 72-73; 29/Ankebût, 27; 37/Sâffât, 112-113; 51/Zâriyât, 24-30.
l- İbrâhim (a.s.)’e, İsmâil ve İshak’ın Verilmesi: 14/İbrâhim, 39; 29/Ankebût, 27.
m- İbrâhim (a.s.)’in, Peygamberimiz İçin Duâsı: 2/Bakara, 129.
n- İbrâhim (a.s.)’in, Hz. İsmâil’i Kurban Etmek İstemesi ve Allah’ın İmtihanı: 37/Sâffât, 100-107.
o- İbrâhim (a.s.)’in , Kâbe’yi İnşâsı: 2/Bakara, 127.
p- Makam-ı İbrâhim: 2/Bakara, 125.
r- İbrâhim (a.s.)’in, Mekke Hakkındaki Duâsı: 14/İbrâhim, 35.
s- İbrâhim (a.s.)’in, Hz. Hâcer ve İsmâil’i Mekke’ye Götürüp Bırakması: 14/İbrâhim, 37.
t- İbrâhim (a.s.)’in, İnsanları Hacca Dâvetle Emrolunması: 22/Hacc, 27-29.
u- İbrâhim (a.s.)’in, Kendisi, Ana-Babası ve Mü’minler İçin Duâsı: 14/İbrâhim, 41; 26/Şuarâ, 83-87.
v- İbrâhim (a.s.)’in, Dirilme Hakkında Merakı: 2/Bakara, 260.
y- Allah’ın İbrâhim (a.s.)’i Dost Edinmesi: 4/Nisâ, 125.
z- Yahûdi ve Hıristiyanların İbrâhim (a.s.) İçin Çekişmeleri: 3/Âl-i İmrân, 65-67.
C- İbrâhim’in Dâvet Görevi ve Tevhid Mücâdelesi
a- İbrâhim (a.s.)’in Atası Âzer’e Dâveti ve Gördüğü Tepki: 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4.
b- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27.
c- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Karşı Akıl Yolu İle Allah’ı Arayıp İspat Etmesi: 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82.
d- İbrâhim (a.s.)’in Kavmiyle Münâzarası: 6/En’âm, 80-83; 26/Şuarâ, 70-82; 37/Sâffât, 88-96.
e- İbrâhim (a.s.)’in Kavminin Putlarını Kırması ve Gördüğü Tepki: 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97.
f- İbrâhim (a.s.)’in, Kâbe’yi Putlardan Temizlemesi: 22/Hacc, 26.
g- İbrâhim (a.s.)’in, Nemrut ile Münâzarası: 2/Bakara, 258.
h- Nemrut’un Tanrılık İddiâsı: 2/Bakara, 258.
İBRÂHÎM (a.s.)
- 825 -
i- İbrâhim (a.s.)’in Nemrut Tarafından Ateşe Atılması: 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98.
j- Nemrut’un Ölümü/Helâkı: 21/Enbiyâ, 70.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî; Tefsir 26; Enbiyâ 8; Nikâh 12, Salât 1, Tevhîd 19, 24, 37; Hac 54, Büyû' 53, Cihad 71, 74; İ'tisâm 16, 100; Hîbe 28, 36; Libâs 68; Rikak 45, 51; Deavât 31, 32.
Müslim, İman 259, 263, 264, 270, 272, 278; Fezâil 150, 151, 154.
Tirmizî; Tefsîr 21/3
Ebû Dâvud; Talak 16.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 233-253
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 109-122
3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 403-429 ; Eser Y. c. 1, 490-520
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 246-276
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 528-584
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 220-241
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 408-520
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 379-444
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 304-367
10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 231-248
11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 125-136
12. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 34-38
13. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 168-182
14. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s.9-43
15. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 256-283
16. Hz. İbrâhim (a.s.), Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y.
17. Halilullah Hz. İbrâhim, Mahmud Hakkı, Bahar Y.
18. Hz. İbrâhim (a.s.), Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
19. Hz. İbrâhim ve Nemrud, Abdurrahman Şeref Laç, Fazilet Neşriyat
20. Hz. İbrâhim (a.s.) Anma –Şanlı Urfa 1. Kültür ve Sanat-, Sabri Kürkçüoğlu, Şurkav Y.
21. İbrâhimî Dinlerin Diyalogu, İsmail Faruki, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
22. Her Nemruda Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 69-80
23. İbrâhimî Okuyuş, Ahmed Baydar, Beyan Y.
24. İslâm Kaynaklarına Göre Hz. İbrâhim ve Hanîflik, Şaban Kuzgun
25. Tek Başına Bir Ümmet, Necmettin Şahiner, Beyan Y.
26. Ateş Yakmayınca, Hasan Tülüceoğlu, Ayışığı Y.
27. Hz. İbrâhim'in Mesajı, İbrâhim Canan, Şûle Y.
28. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Ömer Faruk Harman,) T.D.V. Y. c. 21, s. 266-273
29. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Mefail Hızlı,) c. 3, s. 67-70; (Zübeyir Yetik,) c. 5, s. 81-83
30. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 9, s. 90-164
31. Sîret Ansiklopedisi, Hazırlayan: Afzalur Rahman, İnkılâb Y. c. 4, s. 45-57
32. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdûdi, Pınar Y. c. 2, s. 191-216
33. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 47-52, 2/65-73
34. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 27-33
35. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 42-55
36. Kuram ve Eylem, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 138-141
37. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, Akçağ Y.
38. Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y. s. 57-74
39. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 292-305
40. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
41. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
42. Siz Hâlâ Hicret Etmediniz mi? Furkan Eren, Haksöz, sayı: 114, Eylül 2000

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:28

İBÂDET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İBÂDET


- 739 -
Kavram no 82
Görevlerimiz 13
Bk. Namaz; Zekât, Oruç; Hac; İsyan-İtaat
İBÂDET
• İbâdet; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'an'da İbâdet
• İbâdetle ilgili Bazı Âyetler
• İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah'a Yönelmesidir
• İbâdet, Fıtrattır
• İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
• Allah'a İbâdet
• Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir
• Allah'tan Başkasına İbâdet
• Putlara, Heykellere İbâdet
• Tâğuta İbâdet
• Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
• Şeytana ve Cinlere İbâdet
"(Ey Allah'ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz (duâmızı ancak Sana yaparız)." 3051
İbâdet; Anlam ve Mâhiyeti
İbâdet kelimesi, "abede" fiilinin masdarı olup "itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek" anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği "abd" kökü, şu anlamlara gelir:
a- Hürün karşıtı olan köle,
b- Boyun eğmek ve itaat etmek,
c- Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,
d- Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas mânâlar; "kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir." İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaate müstahak olan da, hiç şüphesiz gerçek ma'bud olan Allah'tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine ibâdet edilene de ma'bûd denir.
Kur’ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: "Yapılması sevap olan, Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir."
3051] 1/Fâtiha, 5
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Demek ki İslâmî mânâsıyla Allah'a ibâdet: "İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcûdiyetiyle yalnız Allah'a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir."
"İbâdet" kavramı, "kurbet" (yakınlık) ve "tâat" (sevap olan şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Meselâ namaz kılan bir insan, Allah'a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs" ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, "kibir" ve "riyâ" kabul etmez.
"İbâdet", boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah'ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.
İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan "âbid/abd" (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.s.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında "kul" kelimesi ile isimlendirmiştir.3052 O yüzden şehâdet kelimesinde bile "Rasûl" kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için "abduhû" (O'nun kulu) ifadesi kullanılır. Çünkü peygamberlik, Hz. Muhammmed'in (s.a.s.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; "abd/kul" ifadesi, onun Rabbiyle ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah'la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah'la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.
İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah'a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Bunun içindir ki, ibâdetlerin başı olan imanın da, sadece kalple tasdiki yeterli olamayacağından, hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle veya Allah'a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar.
Lisanımızda çokça kullanılan "tapınmak ve tapmak" kelimeleri, ibâdet'in değil; yalnızca tâat'in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk mânâsı anlaşıldığı için, bu kelimeleri "puta tapmak" , "haça tapmak" gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi anlamı "ibâdet", en genel anlamı ise "kulluk" mânâsına gelen "ubûdiyet"tir. İbâdet,
3052] Bk. 57/Hadid, 9; 17/İsra, 1; 18/Kehf, 1
İBÂDET
- 741 -
Allah'ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet ise, Allah'ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.
Kur'an'da İbâdet
İbâdet kavramı, Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardan birisidir. Bu kavram, Kur'an'da isim, fiil ve masdar şeklinde 256 defa geçer. “A b d” kökü ve türevleri ise 275 yerde kullanılır. Genel olarak, Allah'a veya Allah'tan başkalarına ibâdeti ifade etmekte kullanılmıştır. Sadece Allah'a ibâdet emredilirken, O'na ortak koşmak ve başkalarına ibâdet etmek, Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır.
Kur'an'da ibâdet kelimesi, daha çok nefislerin sadece Allah için başka kayıtlardan kurtarılması, yalnız O'nun ibâdetine tahsis edilmesine işaret etmektedir. Yani insan, sevgide, korkuda, ümit ve tevekkülde, itaat edip boyun eğmede Allah'a hiçbir varlığı ortak koşmayacaktır. Çünkü ibâdet, sevginin, bağlılığın ve korkunun en güzel ifadesidir. Nitekim dinin bütününü de bu esaslar oluşturur. İbâdet terimi, bu açıdan incelendiğinde, kulun, ibâdet ettiği ilâh (Allah)'ı kemâl derecesinde sevmesi ve tevâzu göstermesi ve bütün bunların ancak Allah için olması gerekmektedir.
"Ancak Sana ibâdet ederiz."3053 "Ederim" değil; "ederiz". Cemaate işaret vardır bu ifadede. Aynı Rabbin kulu olan, O'nun kanunlarına boyun eğen ve O'na tesbih ve ibâdet eden tüm tabiatla, tüm yaratıklarla ortak dili konuşmak, vahdete ermek, beraberce ibâdet etmek var bu ifadede. Kendi iç dünyamızla, tüm organlarımızla, inanç, düşünce ve eylemlerimizle beraber ibâdet etmek var bu ifadede. Tevhid, ancak muvahhid bir toplum içinde gerçek anlamını bulur. Tevhidî bir toplumla beraber hareket edilerek olgunlaşılır, insan olunur. Tevhid kafilesinden ayrı hareket etmekle, güzel olan hiçbir yere varılamaz.
Fâtiha'nın bundan önceki âyetlerinde Allah'ın sıfatları özetlendi. Allah, bu âyete kadar kendini bize tanıttı. "Peki, böyle özelliklere sahip Allah'a karşı nasıl davranmamız gerekir?" sorusuna bu âyet cevap vermiş oluyor: "Sadece Allah'a ibâdet." Fâtiha'da bundan önceki âyetler, sanki bize bu âyetteki ifadeyi söyletmek içindir. Ayrıca, Allah'ı bu âyete kadar anlatılan isim ve vasıflarıyla tanıyıp O'nu tek ilâh ve tek rab kabul eden kuluna Allah, senli-benli ifade kullandırıyor; Allah'ın vasıflarını tanıyıp O'na ibâdet, Allah'la samimiyeti ve sıcak bir bağı oluşturuyor: "Ona kulluk ederiz" değil; "Sana..." Bu âyete kadar üçüncü tekil şahıs ifadesi ve zamiri kullanılırken, burada ikinci tekil şahıs ifadesi kullanıyoruz.
Önce ibâdet, sonra istiâne. İlk adım öncelikle kuldan başlamalı. Sünetullah, ilk başlangıcı bizden bekliyor. Allah'ın kanunu böyle istiyor. Bu konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden bolca örnekler sunmak mümkün. (“Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.”3054; "Bana bir adım yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım."3055, "Allah'tan sakınırsanız, sizin için furkan kılar."3056; "Allah'tan korkanlara Allah çıkış yolu verir."3057, "Sözünüzde durursanız, Ben de..."3058; "Kim iman edip
3053] 1/Fâtiha, 5
3054] 47/Muhammed, 7
3055] Allah’a nispet edilen bir Hadis rivâyeti
3056] 8/Enfâl, 29
3057] 65/Talâk, 2-3
3058] 2/Bakara, 40
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sâlih amel işlerse..."3059 Önce bizden duâ, sonra Allah'tan icâbet, önce kul sebebe yapışacak, sonra Allah verecek.
Hakkıyla ve ölünceye dek ibâdet için Allah'ın yardımına ihtiyacımız olacak. Her an yaşantımızı ibâdet halinde değerlendirmek için "...sadece Sen'den yardım isteriz." 3060
"Sadece Sana ederiz kulluğu, ibâdeti..."3061 meâlindeki âyette, kulun, ibâdeti sadece Rabb'ine ait kılıp, nefsini ancak Allah'a teslim etmesinin gereği vurgulanmaktadır. Allah'tan başkasına gösterilen "itaat ve kulluk", o varlığı sahte bir ma'bud yapar. Bu ma'bud ya şeytandır, ya da kendilerini tâğut kılan azgın kişilerdir. Yahut da Allah'ın kitabını hiçe sayarak insanları icad ettikleri hayat düsturlarına ve yaşayış tarzlarına sevkeden önderlerdir. İslâmî anlamda ibâdet ise, Allah'a kayıtsız şartsız itaat etmek demektir. Şeytana ibâdet etmeyi yasaklayan Allah, insan ve cin şeytanlarına kayıtsız şartsız itaatin onlara kulluk/ibâdet demek olduğunu belirtmiş oluyor.
İnsanların, şeytanın teşviki ile yapageldikleri ibâdetlerinin yönü olan putlar ve hayalî/sanal kuvvetler, yani Allah'tan başka tapınılan tüm varlıklar, birer sahte ma'buddur. Çünkü Kur'an, Allah'tan başka hiçbir hak ma'bud olmadığını en açık bir şekilde bildirirken; insanların, Allah'tan başkasına tapmalarını ve onları ilâh kabul etmelerini de, şirk ve büyük günah sayıyor.
İbâdetle ilgili Bazı Âyetler
"(Ya Rabbi,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." 3062
"Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." 3063
"Allah'a ibâdet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın." 3064
"(Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra neye ibâdet/kulluk edeceksiniz?' demişti. 'Senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek İlâh'a kulluk edeceğiz, ibâdet edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız' dediler." 3065
"Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller de nedir? 'Babalarımızı onlara tapar bulduk (da onun için biz de onlara tapıyoruz)' dediler." 3066
"De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O'na ibâdet etmeniz gerekmez mi?)" 3067
"Hahamlarını ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." 3068
3059] 64/Teğâbün, 9; 65/Talâk, 11
3060] 1/Fâtiha, 5
3061] 1/Fâtiha, 5
3062] 1/Fâtiha, 5
3063] 51/Zâriyât, 56
3064] 4/Nisâ, 36
3065] 2/Bakara, 133
3066] 21/Enbiyâ, 52, 53
3067] 5/Mâide, 76
3068] 9/Tevbe, 31
İBÂDET
- 743 -
"Tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) mü'minleri müjdele." 3069
"İnsanlardan kimi de Allah'a bir yönden (dinin bütününe inanmadan) ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer)." 3070
"Ey mü'minler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin, hayır işleyin ki umduğunuza eresiniz." 3071
"Ey iman eden kullarım, Benim arzım geniştir, bana kulluk/ibâdet edin." 3072
"İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka velîler edinerek: 'biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' diyenlere (gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir." 3073
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı."3074
“Hayır, yalnız Allah'a ibâdet/kulluk et ve şükredenlerden ol." 3075
"Allah'tan başkasına ibâdet/kulluk etmeyin. Ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkuyorum." 3076
"Andolsun Biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet/kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının' diyen bir rasûl/elçi gönderdik." 3077
"De ki: 'Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibâdet edelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birimiz diğerini Allah'tan başka rab edinmesin." 3078
"Allah, kimlere lânet ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür." 3079
"De ki: Ben Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum." 3080
"Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahmân'a kul olarak gelecektir." 3081
"Siz, Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor musunuz siz?" 3082
3069] 9/Tevbe, 112
3070] 22/Hacc, 11
3071] 22/Hacc, 77
3072] 29/Ankebût, 56
3073] 39/Zümer, 3
3074] 39/Zümer, 17
3075] 39/Zümer, 66
3076] 46/Ahkaf, 21
3077] 16/Nahl, 36
3078] 3/Âl-i İmrân, 64
3079] 5/Mâide, 60
3080] 6/En'âm, 56
3081] 19/Meryem, 93
3082] 21/Enbiyâ, 66-67
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun gibi) oraya gireceksiniz." 3083
"İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var. Onlar, kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin (taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir." 3084
De ki: Ey kâfirler! 'Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibâdet ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim bana!" 3085
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/ibâdet edin' diye vahyetmiş olmayalım." 3086
"Bir zaman İbrahim şöyle demişti: 'Rabbim, bu şehri güvenli kıl. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut." 3087
"Siz Allah'tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz. Sizin Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında arayın. O'na kulluk/ibâdet edin ve O'na şükredin. Hepiniz O'na döndürüleceksiniz." 3088
"Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız (böyle yapın)." 3089
"De ki: 'Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet/kulluk ediyorum." 3090
"Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk/ibâdet et." 3091
Âyetlerin ortaya koyduğu ilk gerçek "sadece Allah'a ibâdet edip, O'ndan başkasına ibâdet etmemektir." İslâm, ibâdeti sadece Allah'a ait kılmayı emrederken, O'na herhangi bir şeyi ortak koşma yasağını da getiriyor. İnsanlığın tanıdığı veya tanıyabileceği Allah’ın dışında her çeşit ma'bud edinme çeşidini içine alan kesin bir yasak koyuyor.
“Yalnız Sana kulluk eder; yalnız Senden yardım dileriz.”3092
Hamd, âlemlerin rabbi, Rahmân-Rahîm ve din gününün sahibi olan Allah'a mahsustur. Rab, rahman, rahim ve mâlik sıfatlarının kâinatla ve içindeki beşerî âlemle olan ilişkilerinin başlangıçta doğurduğu borcun karşılığı, hamdetmektir. Hamd sadece Allah'a ait olduğu gibi, kulluk/ibâdet de O'na aittir.
Demek ki Fâtiha sûresi, 1-4. âyetlerdeki sıfatların önünde hamd, arkasında ibâdet ve yardım dileme yer almaktadır. Allah yaratan, besleyip büyüten, rahmet ve merhamet edip sahip çıkan bir varlık olması hasebiyle hamde, ibâdete
3083] 21/Enbiyâ, 98
3084] 60/Mümtehıne, 4
3085] 109/Kâfirun, 1-6
3086] 21/Enbiyâ, 25
3087] 14/İbrahim, 35
3088] 29/Ankebût, 17
3089] 41/Fussılet, 37
3090] 39/Zümer, 14
3091] 15/Hicr, 99
3092] 1/Fâtiha, 5
İBÂDET
- 745 -
ve sadece kendisinden yardım talep edilmesine layıktır. Hamdedilmek, kulluğun sadece O'na tahsis edilmesi ve sadece O'ndan yardım ve destek beklenilmesi O'nun hakkıdır.
Şimdi 5. âyette geçen kavramların analizini yaparak şu sonuçlara varmamız mümkündür: “Sadece Sana kulluk ederiz.”
Fahruddîn Râzî ve Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin Allah'a nasıl hamd edileceğini öğrettiğini söylemektedirler. "Sadece Allah'a kulluk etmek ve sadece O'ndan yardım dilemek, Allah'a hamd etmektir" diyen bu âlimler, âyeti âyetle tefsir etmişlerdir. Onların tefsirine katılmamak mümkün değildir.
Bize göre 'kulluk' kavramının içi, 'hamd' ile doldurulmaktadır. Rab, rahmân, rahîm ve mâlik sıfatlarına sahip olan Allah, hamd edilmeye, yani ibâdet edilmeye lâyık bir varlıktır. Yaratma, eğitme, rahmet, merhamet ve sahip çıkma sıfatlarıyla insanlar âlemi ile ilişki kuran Allah, şirk koşulmadan ibâdet edilmeye layık bir hüviyete sahiptir.
“İyyâke: Sadece Sana” ibâresi hasr ifade eder. Başka bir deyişle “ve sadece Senden yardım dileriz” ifadesine denk düşmekte ve Allah'tan başka varlıkların tapınma bakımından kutsallığını dışlamaktadır. Cümlenin başına gelmesinin sebebi, kulluktan önce sahte tanrıları dışlamanın zorunlu olduğunu göstermektir.
Abd (Kul) ve İbâdet
“Na'budu” kelimesinin kökü “abede”dir. İbâdet, ubûdiyyet, âbid ve ma'bûd kelimeleri de ondan türemiştir.
Emrini tutmak, ibâdet etmek, tapınmak, çok muhterem tutmak, perestiş etmek, köle etmek, esir etmek, boyun eğdirmek, tâbi kılmak, hükmü altına almak, ıslah etmek, tekâmül ettirmek, ilerletmek, işe yarar hale getirmek, mûteber hale getirmek, kendini vermek manalarına gelmektedir.
'Abede' Kavramı
('abede) kavramının Kur'an'da çeşitli mânâları olup bunları şöyle sıralayabiliriz:
1) Bilmek
“Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.”3093 Hâzin bu âyette geçen “liya'budûni” kelimesine, “liya'rifûnî=Beni bilsinler” mânâsını vermektedir. Çünkü Allah, cin ve insanları yaratmasaydı, O'nun varlığı bilinmeyecekti. Böylece Hâzin, Allah'a ibâdeti bilgiye dayandırmakta veya bilgi ile kulluğu aynîleştirmektedir. Ona göre kulluk, bilmek demektir.
Muhammed Esed de aynı fikri savunmaktadır. Ona göre, bütün akıl sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah'ın varlığını tanımaları ve bundan dolayı kendi var oluşlarını bilinçli olarak O'nun irâdesi ve planı ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır.
İşte bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki, Kur'an'ın "kulluk" olarak tanımladığı şeye derin anlamını verir.
3093] 51/Zâriyât, 56
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2) Birlemek, Tevhid
İbn Abbas'a göre Kur'an'da ibâdet kavramı, birlemek anlamına gelmektedir. Tevhid inancı olmadan kulluk yerine getirilemez. Nesefî de İbn Abbas'ın görüşünü naklederek, tevhid ile abd kavramını birleştirmektedir. Hâzin ile Nesefî'nin görüşlerini bir araya getirirsek şöyle bir sonuca varabiliriz: Bilgiden kalkan ve tevhidde konaklayarak insanı Allah'a yaklaştıran gönül oluşumuna, kulluk denmektedir. Demek ki kulluk için birlemek, birlemek için de bilmek gerekiyor.
3) İtaat Etmek
İbn Abbas “ya'budu” kelimesine “yutî'u” mânâsını vermektedir. Kulluk yapabilmek için itaat şarttır. İtaat edilmeyen varlığa kulluk edilmiş olmaz.
Demek ki insanlar ve cinler, Allah'ı bilmek, birlemek ve itaat etmek için yaratılmışlardır. Bilgi, insanının uğruna yaratıldığı bir değerdir. Var olmanın temelinde sadece Allah'a ibâdet etmek vardır. Bilgisiz, tevhidsiz ibâdetin bir şeye yaramayacağı da bir gerçektir.
4) İbâdet Etmek
(abede), dini Allah'a has kılarak yapıldığında ibâdet, Allah dışında bir varlığa yapıldığında ise 'şirk' olduğu için tapınmak anlamına gelir. Fâtiha, 5. âyetteki “iyyâke na'budu=yalnız Sana ibâdet ederiz” ifadesi, başka âyetlerde şöyle geçmektedir: “Allah size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir.”3094; “Rabbin, sadece Kendisine kulluk etmenizi emretti.” 3095
Fâtiha, 5. âyette başa gelen “iyyâke=sadece Sana” ifadesi, bu iki âyette istisnadan sonra gelmektedir. Mana ağırlığı ve tahsisin vurgusu bakımından aralarında hiçbir fark yoktur. Yusuf, 40 ve İsrâ, 23'te Allah emrederken, Fâtiha, 5'te kul kendisi ifade etmektedir. Her üç âyetteki ifadenin amacı, şirki dışarıda bırakıp, şirksiz bir ibâdetin yapılmasıdır.
Şirkten uzak bir kulluk veya ibâdet nasıl yapılabilir? Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz: “De ki: ‘Ben, dini Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet etmekle emrolundum.”3096; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah'a ibâdet ederim.” 3097
Şirkten uzak bir ibâdet, dini Allah'a tahsis ederek, yani dininde ihlâs sahibi olarak yapılan ibâdettir. Bu âyetler, Fâtiha, 5. âyetteki “iyyâke=sadece Sana” demenin neyi ifade ettiğini açıklamaktadır. “Sadece Sana” demek; dini Allah'a tahsis ederek ve ihlâs sahibi olarak demektir. Bu tarz bir ibâdet, tevhid inancının eyleme dönüşmesi, tek İlâh inancının davranışlara yansımasıdır. Bütün davranışlarında Allah'ın yanında olduğunu hissetmesi ve O'na yönelmesidir. Kulluğu güzelleştiren de bu tarz olan yöneliştir. İbâdetteki ihlâs ve dini Allah'a tahsis etme olgunluğu, sadece Allah'a yönelme ile doruk noktasına çıkmaktadır. Kulluğun bu güzelliğini Allah şöyle ifade etmektedir: “Biz Dâvud'a Süleyman'ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu. Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.” 3098
3094] 12/Yusuf, 40
3095] 17/İsrâ, 23
3096] 39/Zümer, 11
3097] 39/Zümer, 14
3098] 38/Sâd, 30
İBÂDET
- 747 -
Dini Allah'a tahsis ederek ve sadece Allah'a yönelerek yapılan ibâdet, şirki dışlayan ve insanı şirkten uzak tutan bir ibâdet olmaktadır. Allah, dini Allah'a has kılarak ibâdet etmesini Hz. Peygamber'e niçin emretmiştir? İnsanın başka varlıklara ibâdet etme ihtimali var mıdır? İnsanlar şeytana, putlara ve kendi nefislerine tapınabilirler mi?
“Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi? Bana kulluk ediniz, doğru yol budur demedim mi?” 3099
Bu âyetlerin birincisi, şeytana tapılma ihtimaline karşı insanları uyarmaktadır. Bu uyarısını, şeytanın insanların düşmanı olduğu gerçeğine dayandırarak yapmaktadır. Doğru yolun sadece Allah'a ibâdet etmek olduğu bilincini de vermektedir. Âyetlerin birincisi şirki yasaklıyor, ikincisi doğru tapınmanın bilgisini veriyor. Ayrıca olumsuzdan olumluya giden bir metodla, tapınmanın eğitimi veriliyor. Hem şeytana hem de Allah'a tapınmanın imkânsızlığının bilinci kazandırılıyor. Bu bilinç verilmeden, Yalnız Sana ibâdet ederiz ifadesinin gündeme gelmesi mümkün değildir.
“Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?”3100 Bu âyete göre insan, kendi nefsini/ nevasını tanrı edinebilmektedir. İnsan aklını ve gönlünü nefsinin emrine verirse, nefsini tanrı edinmiş olur. Demek ki sınırsız arzu ve hevesler, insanın içindeki psikolojik yönelişi tam bir denetim altına alabilir. Böyle bir denetim altında, bütün eylemlerimizi nefsin emirlerine göre yaparsak, nefsi tanrı edinmiş oluruz. Nefsin kullan, beyin, gönül ve davranışlardır. Şirkin kökleri, insanın nefsinden beslenmektedir. Terk edilmesi ve farkına varılması en zor olan şirk, hevânın tanrı haline gelmesidir.
Onun içindir ki kul “iyyâke na'budu=yalnız Sana kulluk ederiz” derken, nefsini tanrı edinmekten de sıyrılmış olmaktadır. Kendi benliğini tanrı edinmekten sıyrılamayan insan bu ifadeyi kullanamaz. Şeytan ve kendi nefsinin dışında kalan canlı ve cansız varlıklara, yani putlara tapınma ihtimâli de vardır. Bu hususta pek çok âyet vardır:
"Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler.” 3101
“İbrahim'in şöyle dediğini hatırla: ‘Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut." 3102
İnsan tabiattan herhangi bir varlığı tanrı edindiği gibi, kendi eliyle yaptığına taptığı da olmuştur. Bazen tabiat olaylarının zararından korunmak bazen de faydasını elde etmek için onlara tapınma yolunu seçmiştir.
Allah, tarihte insanların yaşadıkları şirkin çeşitlerini ve tonlarını bize anlatarak, şirkin kötülüğüne karşı bilincimizi açmakta ve tevhid inancı için gönlümüzde bir yer oluşturmaktadır. Çünkü şirkten temizlenmeyen gönle tevhid inancının girip yerleşmesi imkânsızdır. Böylece Allah, eğitime eskimeyen bir metod kazandırarak, yanlışlardan temizlenmeyen bir beyin ve gönle, doğrulan kazandırmanın ve yerleştirmenin imkânsızlığına dikkat çekmiştir. Bir demirin pasını
3099] 36/Yâsin, 60-61
3100] 45/Câsiye, 23
3101] 26/Şuarâ, 71
3102] 14/İbrahim, 35
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
silmeden oraya boya sürülürse, o boya tutmayacak ve kısa zamanda içindeki pası kusacaktır. İnsanın gönlündeki şirk pasını silmeden oraya tevhid inancının boyasını sürmek kalıcı olmayacaktır. Zamanla o pas kendini dışa vurup, boyayı yok edecektir. İşte bu gerçeğe dikkat ederek hareket etmek, din eğitiminin ana metodlarından biri olmalıdır.3103
İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah'a Yönelmesidir
Bazı insanlara göre ibâdet, kuru bir inanç kabul edilirken, bazılarına göre de sadece belirli hareketleri yapmaktan ibâret sanılmaktadır. Bazıları insanlara iyilik yapmanın ibâdet yerine geçeceğini düşünüyor. Bazıları kalp temizliğinin yeterli olduğunu (bunun ibâdet yerine geçeceğini) söyleyip kendini kandırıyor. Yine bir kısım insanlar, Allah'a ibâdetin gâyesini tam olarak anlayamadıklarından, yaptıkları ibâdetlerinde, ya şuursuzca davranırlar, ya da ibâdeti dünyevî fayda açısından değerlendirirler. Bütün bunların yanında, pek çok insan da, Allah'ın ve O'nun dininin dışında birtakım varlıklara, sistemlere ibâdet ederek onlara kul olmuştur.
İbâdeti, sadece dış görünümündeki şekillerde değerlendiren kimseler, ibâdetlerde titiz davranmayı, ilk anda bir nevi dar görüşlülük yahut şekilcilik olarak kabul edebilirler. Ancak, daha derin ve etraflıca düşünülüp araştırılırsa, pek çok gerçeklerin farkına varmak mümkün olur. İbâdet, Allah ile her an ilişki kurmaya bir vâsıtadır. İbâdet, ruhun ve bedenin ölçülü ve disiplinli bir hale gelişini sağlar. Güzel ahlâkı yansıtan hareketleri içeren, ruhumuzun Allah'a yabancılaşmasını önleyerek O'nu bize unutturmayan, ibâdettir.
İnsanın, ruhundaki gizli duygularını dışa vurmak için, zâhirî şekilleri kullanma eğilimi vardır. Bu gizli duyguları anlatmak için, zâhirî şekillere başvurmadan insan, ruhî duygularını tatmin edemez. Duygularını bu şekillerle ifadelendiren insan, hissen ve ruhen bir bütünlük kazanır. Bu haliyle de rahat edip huzura kavuşur.
İslâm dini, bütün ibâdet kurallarını bu fıtrî esas üzerine kurmuştur. Bunun için işi, ne sadece içten gelen niyetlere, ne de ruhî duygulara terk etmemiş, aksine ibâdetlere ait yönelişlerde, dış ile içi (zâhir ile bâtını) tam bir uyum içerisine sokarak huzur ve mutluluk temin edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere mü'min, namazda kıbleye yönelir, hacda belirli bir yerde ihrama girer, bir kıyafete bürünür, orucunu tutarken yemez, içmez... Böylece her ibâdetiyle bir hareket, her hareketiyle de bir ibâdet icrâ eder. İslâm dini bu yöntemiyle nefsin zâhiri ile bâtınını birleştirip, kuvvetler arasını denkleştirir. Bunun sonucunda kendi mefkûresine uygun olarak insan fıtratına tam bir uyum bahşeder.
İbâdet, Fıtrattır
İslâm dini, yeryüzüne getirdiği bütün gerçekçi kurallarla, insan fıtratında mevcut olan ibâdet duygusunu, en doğru bir şekilde geliştirerek bu ihtiyaca cevap verir. Böylece el ile tutulup gözle görülen veya gizli bir kuvvetin varlığını, değişik varlıklarda görerek onlara tapanları da yanlış inançlardan ve tapınmalardan kurtarır. Bu özelliğinden dolayı Allah'tan başka ilâh kabul etmek suretiyle
3103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 136-138
İBÂDET
- 749 -
putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve ibâdet şeklini, bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm'dır. İnsanları, hür irâdeleriyle Allah'a yönelten, onların birbirlerine kul köle olmalarını önleyen, onları her türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp Allah'a götüren hiç şüphesiz bu hayat nizamı olan İslâm'ın kendisidir. İslâm'ı benimseyip ona mensup olanların belirgin özellikleri vardır. Bunların en önemlilerini şöylece belirtebiliriz: Allah'ın varlığına, birliğine, tek ilâh olduğuna inanmak. O'ndan gelen bütün hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul etmek. Allah'ın bildirdiği İlâhî hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah'a ibâdet etmek ve O'na kul olmak. Rasûlün ahlâkı ile ahlâklanmak.
Allah'ı tek rab bilerek O'na kulluk etmek, insanı tevhid inancına ve bu inancın gereğine götürür. Bu iman ve şuura sahip olan insanlardan oluşan bir toplum, yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını dağıtır.
Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine din, bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı temin ederek bütün yaşayışı en köklü ve sağlam esaslara bağlayan İlâhî bir nizamdır. Bu nizam, Allah'ın birliği esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu inançtan doğar. Yine bu inanç insanlık hayatının her alanına ışık tutar.
Kur'an'a müracaat edilerek incelendiği zaman, ibâdetin, insan hayatının tümünü kapsayan bir terim olduğu anlaşılır. Sadece belirli hareketleri ve işleri ibâdet kabul edip, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümleri ve bunları uygulamayı ibâdet kabul etmemek, Kur'an'daki ibâdet anlayışına ters düşer. İbâdet, bir şekil ve formaliteden ibâret de değildir. Aksine, bir din edinme, bir sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine uyma meselesidir. Bu özelliklerinden dolayı Kur'an'da en çok önem verilen bir konu olmuştur.
İslâm, başlangıçtan nihâyete kadar, ibâdeti hayata yaymayı en büyük gaye edinmiş bir dindir. İslâm'ın siyasî ve iktisadî nizamında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine almış olduğu diğer konularda, başka bir hedef yoktur. Kur'an'ın gaye olarak tayin ettiği bu hedefe, insanlar, ancak Allah'ın hükümlerine uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabilirler.
Günümüz insanları, ibâdetin, Allah'ın koyduğu bütün emirleri kapsadığı gibi, kişiyi Allah'a yönelten her hareketi, her işi de içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini Allah'a yönelttikçe hayatında yaptığı her hareketin ibâdet haline dönüşmesi mümkündür. İslâm dini, Allah'ın varlığını ve birliğini beyan etmeye çok büyük önem vermiş, hiçbir yönden şirk şâibesi taşımayan bir ibâdet esası ortaya koymuştur. Bunun için hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı gibi olamayacağını ısrarla belirtmiştir. Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağın gerçeğini de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi, insanla Allah arasında da bir bağın var olduğunu, bunun da "ulûhiyet" ve "ubûdiyet" esaslarından ibâret bulunduğunu kesinlikle belirtmiştir. İşte bu gerçek, Kur'an'da şöyle ifade edilir: "Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yok."3104 Bütün peygamberlerin kesinlikle belirttiği gerçek: "Allah'ın tek bir ilâh olduğu ve O'na ibâdetle kulluk edilmesi"dir.
Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır. Çünkü insan
3104] 7/A'râf, 59
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışın doğruluğu, Allah'ın bütün âlemlerin tek Rabb'i; tüm yaratıkların da O'nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır. Allah ile olan alâkada, insanların hepsinin eşit olduğu da kesinlikle bilinmelidir. Hiç biri O'nun ilâhlığına ortak değildir, olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da, kulluğun tabii belirtisi olan takvâ ve amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle, Allah'a yaklaşmak, hiçbir insan için mümkün değildir.
Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların tek ma'bud olan Allah'a yönelmeleri ve O'na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti Hûdutsuz, saltanatı ebedî olan Allah'a yönelmededir. İşte, insanların Allah'a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise diğer varlıklar gibi yaratılandır. O rabdir. İnsan ise kuldur. Allah'a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah'a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin, arzu ve isteklerinin kulu durumuna düşerler. Bazıları “vatandaş” vb. sıfatları süslü göstererek “kul” kavramını (Allah’a kulluğu) aşağılamaya çalışıyorlar. Bunlar, câhil ve gâfil kâfirlerdir.
Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanlar, yaratıklardan herhangi birine bütünüyle bağlanarak onun huzurunda öyle tapınmalar yapıyorlar ki, bütün şuurlarını o tapınmaya bağlayarak ilerisini göremez oluyorlar. Hak ma'budu ve hakiki ibâdeti unutturan, onları şirke düşüren kötülüğün kaynağı, Allah'tan başka varlıklara tapmak, onların koyduğu kurallara uyarak onlara ma'bud ve ilâh muâmelesi yapmaktır. Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve bâtıl ma'budları hep bu tür düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah'tan başka varlıklara ve O'nun dininin dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye adaydırlar. Sadece Allah'a ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet O'nun hakkıdır. Allah'a ibâdet edenlerdir ki, O'ndan başkasından korkmaz ve ümit etmezler de sadece O'na kul olurlar. Gönüller Allah'tan başkasına bağlandığı zaman insanlar korku kaynağı ile ümit kaynağını ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız ki bir tarafta dilber sevgi ma'budları, diğer tarafta da kahraman korku ma'budları dizilmiştir. İkisi arasında kalan zavallı insan, bu hal içinde çırpınır, tapınır ve bunu da bir ibâdet sanır. Yaratıklardan hiç biri rab olamaz. Her şeyin mutlak Rabbi Allah'tır. O'na ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet Allah'ın hakkı, insanın da vazifesidir.
Günümüzde birtakım insanların, hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur'an, Allah'ın İlâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor: "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş..."3105 Yani, gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu ma'bud edinmiş, böylece kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü hevâ ve diğer nefsî duygular, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.
Kur'an'ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye ibâdet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki, gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve ma'budlardan kaçınıp sadece Allah'a
3105] 45/Câsiye, 23
İBÂDET
- 751 -
yönelmek demektir. Çünkü insan, Allah'ı ma'bud tanıyıp O'na kulluk yapmak için yaratılmıştır. İşte yaratılış sebebi. Allah'tan başkasına sarf edilen ömürler, kaybedilmiş demektir. İbâdet, kulun kendi isteğine bırakıldığı için, ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan) işlerdendir. Ancak her insan, Allah'a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah'a yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur. 3106
İbâdetin ruhu ve şartı, tevhid ve ihlâstır. Allah'ın birliğine iman etmedikçe O'na ibâdet edilemez. Allah'a gerçekten ibâdet edenler de O'ndan başka ma'bud tanımazlar. Allah'tan başkasını O'na ortak koşarak tapmak ise Allah'ı tanımamaktır. Din, tevhid ve ihlâsla Allah'a ibâdet etmekten ibârettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise, ma'bûdu da odur. Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek bir İlâh olunca her türlü ibâdetin sadece O'na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç olmaktadır. İbâdet konusu direkt olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu dinde vicdan içinde gizlenmiş, sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey değildir. Her düşüncede, her eylemde kendisini gösteren bir potansiyeldir.
Allah, insanlara ibâdet edecekleri belirli yollar çizmiştir. Bu yollarda ruhun yeri vardır; kalbin huşûsunda, tevâzu ile Allah'a itaatte... Aklın yeri vardır; Allah'ın yarattıkları ve O'nun âyetleri hakkında tefekkürde... Bedenin yeri vardır; kıyamda, rükûda, secdede, oturuşta, çeşitli yönlerden itaatle hareketlerde... Böylece ibâdet, Allah'ın sevdiği ve râzı olduğu insanın bütün hayatını kuşatan bir iş olur. "De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir." 3107
Câhiliye döneminde de görülmüştür ki, akîde sapınca, zarûrî olarak ibâdet de sapıyor. Ancak akîde düzgün olunca ibâdetin sahih konumuna oturması mümkün oluyor. Çeşitli sebeplerden ötürü akîde ve ibâdet konusunda sapmalar oldu. Haddinden fazla ta'zim (büyükleme) belli bir şahsa veya cisme yönelme kalbin âfetlerinden bir âfettir. Zamanla ta'zim kutsamaya, sevgi de ibâdete dönüşüyor. Yalnızca sevgi ve ta'zim bir sapma değildir. Fakat sevgi ve ta'zimde aşırılık, kutsamaya götüren, derken ibâdete ileten bir sapma oluyor. İbâdet konusunda câhiliyenin sapmasını İbn Abbas (r.a.) açıklarken, Kur'an'da geçen Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki: "Bunlar, Nuh kavminin sâlih adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince şeytan onların kavmine 'bunların heykellerini meclislerinize dikin ve o heykellere bunların adlarını verin' diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar ve amaçları bunlara tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat bu nesiller ölüp gidince ve bunların o kişilerin hâtıralarını canlı tutmak için heykellerinin dikildiği bilgisi silinip yok olunca geriden gelen nesiller bunlara tapmaya başladılar." 3108
Beşeriyet, hâlâ bu sapmanın değirmeninde dönüyor ve bu onları şirk türlerinden bir türe sokuyor. Putlara tapmanın şekillerinde değişmeler olsa da putperestlik kaybolmamıştır. Bereket umarak türbelere el sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin yanında duâ etmeyi, türbede yatandan yardım istemeyi, ölü veya diri beşerden sıkıntıları için imdat dilemeyi, bez bağlayıp mum dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi dönmeyi... ibâdet konusunun neresine koyacağız? Kutuplara, abdallara Allah'ın, kendi mülkünde tasarruf yetkisi verdiğine, bu
3106] Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Dingünü İbâdet, Bir Y., s. 126
3107] 6/En'âm, 62
3108] Buhârî
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nedenle mürid şeyhinden şefkat ve merhamet isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin yararına çevireceğine ve onu tehlikeden koruyacağına, kabirdeki sorulara şeyhin müridi yerine cevap vereceği anlayışına ne isim verilmeli?
Arap yarımadasının müşrikleri şöyle diyorlardı: "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz."3109 Yani, biz bunların zatları için değil; fakat onların Allah katındaki itibarları için ibâdet ediyoruz diyorlardı. İslâm, beşer ile Rabbi arasındaki bütün aracıları kaldırmak ve kul ile Rab arasındaki direkt bağı kurmak için geldi.
"Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim."3110 "Kullarım Beni sana soracak olursa, işte Ben pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm."3111 İslâm, dini sadece Allah'a ait kılmak için geldi.
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
İbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır; insanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri birtakım taabbudî sembollerle sınırlı değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece bir parçasıdır. "De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabbu’l âlemîn Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur."3112 Namaz ve kurban, sembolleri temsil ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatın tümünün, hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan Allah'a yöneltilmiş bir ibâdet olmasıdır. Yani ibâdet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
"Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım."3113 Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah'a ibâdete hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir. Bu da bilfiil İslâm'da vardır. Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa, belirli bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi arttırabilir. Fakat hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak Allah'ın nurdan yarattığı melekler ibâdet edebilir.3114 Yoksa insanoğlu bütün vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni, dağılan bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz Allah'ı tesbih edemez. Zaten Allah da onu bununla mükellef kılmamıştır. Allah, her kişiye ancak gücünün yettiğini yükler. Allah onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün sınırlarını biliyor, güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor. Bununla beraber, onun bütün hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah, onu sadece ibâdet için yaratmıştır. Peki, bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel ibâdetlerde kalırsa gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin mânâsının genişleyip yeryüzündeki insanın bütün eylemlerinin ona dâhil olmasıyla gerçekleşir. Bu da her türlü amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle hayat tarzı olduğunda mümkündür.
3109] 39/Zümer, 3
3110] 40/Mü'min, 60
3111] 2/Bakara, 186
3112] 6/En'âm, 162-163
3113] 51/Zâriyât, 56
3114] 21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6
İBÂDET
- 753 -
Siyaset ibâdettir... Allah'ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü gerçeklerine göre Rabbânî adâlet tatbik olduğunda, insanları tek bir ilâha kulluk ettirdiğinde, tâğutlardan kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda siyaset ibâdettir.
İktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş oluyorsa; kazanılan para temiz işlere harcanıyorsa o meşrû iş, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.
Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet ve kötülüklerle savaş olduğunda, Rabbânî anlayış gereğince yeryüzünü îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanları çalışmaya ve güzele teşvik ettiğinde.
Kısaca, Rasûlülllah’ın (s.a.s.) ibâdetin insan hayatındaki büyük küçük her şeyi kapsadığını öğretmek için buyurduğu gibi "hatta eşinin ağzına koyduğu bir lokma bile" ibâdettir.
Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir. İster klasik ibâdet tanımı içine giren semboller olsun, ister insanın icra edip yürüttüğü hayatî faâliyetler olsun.
İbâdetleri ma'bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanında, gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi, yani hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli? İlâhî sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.
Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki hemen her din de, ibâdeti, tapınmayı kendi mâbedlerine has kılar. Günümüzdeki farklı tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların ibâdet ihtiyacını tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anıtlar, anıtmezarlar inşâ edilmiş, insanlar tapınmak için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri uğruna kendilerinden geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde tapınmaktadırlar. Hatta bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki huşû ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli ibâdetinde bile yok.
Müslüman, ibâdet etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz; Her yerde ibâdetini yapabilir. Tüm arz mesciddir müslüman için. "Benim için yer(yüzü) tertemiz ve mescid kılındı. Namaz vakti gelince, kişi bulunduğu yerde namazını kılar."3115 "Mescidlerimiz işgal altında!" demiş olsak, bazılarımızın aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksâ gelecek. Veya Allah'ın değil; tâğutların emrinde memur olan bazı bel'amların güdümündeki mescidler (Aslında nice câmiler, devlet dairesi haline gelmekte, hatta kiliseleştirilmekte, nice imamlar papazlaştırılmakta veya bel'amlaştırılmakta). Ama bizim kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal altında ve putlarla dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve putçu düzenlerden temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri sıhhatli olmaz ve gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez. "Mescidler Allah'a aittir. Orada Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ etmeyin." 3116
Bazı insanların sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir. Zira bu din, dünya hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir. Akîdesini olsun,
3115] Buhârî, Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4
3116] 72/Cin, 18
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her şeyini düzene koymak için gelmiştir.3117 Bundan dolayı bu dinde dünya ile âhiret her konuda birbirine bağlıdır. İnsanlar, dünya hayatında çalışan organları, âhirete bağlı kalpleriyle dinin gölgesinde yaşarlar. "Şüphesiz namaz, fahşâdan (her çeşit aşırılık ve ahlâksızlıktan) ve kötülükten men' eder."3118 Dünyada kötülüklerden menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü'min, Allah rızâsı için namaz kılar. Aynı zamanda fahşâdan, fuhuştan ve kötülükten de alıkonarak dünya hayatını ıslah etmiş olur. Orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda da "umulur ki korunursunuz" denilir.3119 Dünyada korunup (takvâ sahibi olup), yeryüzünde hayatınızı ıslah edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın emredildiği âyetlerde3120 geçen temizleme, çoğaltıp arttırma, zenginin fakire bağışlaması, zekâtın belirlenen sınıflara dağıtılması dünyada yapılır; âhirette ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya, hem de âhiret için oluyor.
Bir başka yönden Lâ ilâhe illâllah'a bütün gerektirdikleriyle yapışan bir müslümanın hayatında âhiretten kopuk sadece dünya için bir amel yoktur. Hatta insanların sadece bedenî, hatta hayvanî, sadece dünyalık gördükleri cinsel ilişki bile buna dâhildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s.) buyuruyor ki: "Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında sevap vardır." Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden herkes eşine ona duyduğu şehvetten dolayı gider, böyleyken nasıl ona sevap olur? Cevaben buyurdu ki: "Ne dersiniz, şâyet harama gitseydi günah olmayacak mıydı? İşte, helâle gittiğinden ona sevap vardır."3121 Bu sebeple eşler arasındaki sevişmeler bile aynı anda hem dünyevî, hem de uhrevî bir iş (yani ibâdet) oluyor. 3122
Allah'a İbâdet
Allah'a ibâdetin anlamı: Kur'an'da 82 âyette "Allah'a ibâdet"ten söz edilmiştir. İnsan, Allah'a ibâdet için yaratılmıştır.3123 Bütün peygamberler, insanları Allah'a ibâdet etmeye dâvet ettikleri gibi,3124 kendileri de O'na ibâdet etmişlerdir.3125 Kur'an'da hem "ey insanlar" hitâbıyla,3126 hem de "ey mü'minler" hitâbıyla3127 Allah'a ibâdet etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla,3128 hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnız Allah'a yapılması istenmiştir.3129 Allah'a ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ, Allah'ı bilmek, O'na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade eder.
Kur'an'da ibâdet kavramı; Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, peygamberlerine ve peygamberleri ile gönderdiği İlâhî vahye iman etmek, O'na boyun eğerek itaat etmek, İslâm'ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini
3117] Bak.57/Hadîd, 25
3118] 29/Ankebût, 45
3119] 2/Bakara, 183
3120] 9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25
3121] Sahih-i Müslim
3122] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132 ve 164
3123] 51/Zâriyât, 56
3124] 2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...
3125] 13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14
3126] 2/Bakara, 21
3127] 22/Hac, 77
3128] 98/Beyyine, 5
3129] 4/Nisâ, 36
İBÂDET
- 755 -
tatbik etmek, Allah'ın râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne râzı olmak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riâyet edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade eder.
Buna göre Kur'an'da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç, hac, zekât, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefâ, yemin, keffâret, ukubat... kısaca Kur'an'ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına riâyeti, sınırlarını korumayı içine alır.
Fıkıh Usûlü kitaplarında Kur'an hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât, ukubat şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa, ahlâkî ve amelî hükümler, "ibâdet" kavramının mânâlarından tamamen ayrı demek değildir. Çünkü Kur'an'ın amelî ve ahlâkî bütün hükümlerini uygulamak, Allah'a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur'an hükümlerinin hepsi "ibâdet" kavramına dâhildir. Uygulama itibarıyla ibâdetleri dört kısma ayırabiliriz:
İman, ihlâs, niyet, tefekkür, mârifet, sabır, takvâ, havf ve recâ gibi kalbî/bâtınî ibâdetler,
Namaz, oruç, zikir, tesbih, tehlil, tekbir, tahmid, duâ, insanlara iyi muâmele, ana-babaya iyilik, sıla-i rahim gibi vücut organlarıyla yapılan ibâdetler,
Zekât, sadaka, fakirlere ve yakınlara her çeşit yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibâdetler,
Hacca gitmek, malı ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gibi hem mal, hem de bedenle yapılan ibâdetler.
Allah'ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak da Allah'a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı, Allah'a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat de iki şekilde olur: Emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak.
Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir
Kelime-i şehâdet, oruç, hac, zekât gibi İslâm'ın rükûnları hep namazda mevcut. Namaz, bir tevhid ve şehâdet eylemidir. Namaza çağrılırken şehâdetler haykırılır; namazın içinde şehâdet kelimeleri vurgulanır. Okunan duâ ve âyetler hep şehâdet kelimesinin açılımlarıdır. Namazda yeme içme olmaz; namazda oruçluyuzdur. Zekât, namazda mevcuttur: Ömrün, vaktin zekâtı namazla yerine getirilir. Hac, Kâbe'yi ziyaretle gerçekleşir; namazda da Kâbe'ye yönelinir. Namaz hacdır; namaz miractır. Namaz duâdır; Namaz zikirdir. Namaz Kur'an okumak; namaz Allah'la konuşmaktır. Kâinat kendi halleriyle namaz kılmaktadır. Meleklerin bazısı devamlı kıyamda, bazısı rükû ve secde halinde ibâdet etmekteler. Dağlar, namazdaki kıyam halinde dimdik durmaktalar. Bitkiler, ağaçlar secde halindeler; ağaçlar, başları ve ağızları sayılan kökleriyle topraktan gıda almaktadırlar; Bitkilerin de kökleri, yani başları yerdedir. Hayvanlar rükû halinde iki büklüm eğik yaşamaktalar. İnsanın namazı ise, bütün yaratıkların ibâdetini kendisinde toplamaktadır. Namaz, aynı zamanda tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir, Kur'an kırâeti gibi hemen tüm ibâdet çeşitlerini de içermektedir.
Hayatımızın her safhası namaza benzemeli. Namazdaki ruh ve heyecanı namaz dışına taşımalı, her eylemimizi namaz gibi, bizi Allah'a yaklaştıran gerçek
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ibâdete çevirmeliyiz. Bu anlayış, namazın da, gerçekten ikame edilen namaz olmasını sağlar. İnsanı kötülük ve fahşâdan alıkoymayan namaz, hadis-i şerifteki ifadeyle, yarın paçavra gibi suratımıza çarpılabilir. Allah'ın böyle bir namaza ihtiyacı olmadığı hadiste belirtilmektedir. Namazın bizim günlük hayatımıza yön veren, bize ihtiyacımız olan teçhizatı, mühimmatı sağlaması gerektiği "huşû" ve "ikame" ifadeleriyle de vurgulanır. İkame etmek, namazı ayağa kaldırmak, dosdoğru kılmak demektir. Namazı ikame etmekle, hayatımızdaki kötülükler de kalkacak, aynı şekilde tüm eylemlerimiz de namaza benzeyecektir.
Ashâb da böyle değerlendirdi namazı. Peygamberimiz, vefatına yakın şiddetli rahatsızlığında kendisi cemaatin önüne geçip imamlık yapamadığı zamanlar, Hz. Ebubekir'i namaz kıldırmak için görevlendirdi. Sonra devlet başkanı seçiminde ashâb bu olayı dikkate alarak "değil mi ki Peygamberimiz namazda Ebubekir'i başımıza geçirdi; namaz gibi olması gereken hayatımızda da o başımıza geçmeli" dediler. Onlar dini böyle anlamışlardı. Sadece namaz değildi ibâdet olan. Ve namaz prototip ibâdetti. O yüzden namazdaki imamlığa "imâmet-i suğrâ" (küçük imamlık); devletin başındaki imamlığa (başkanlığa/önderliğe) "imâmet-i kübrâ" (büyük imamlık) denilir. Bu olay da göstermektedir ki, hayatımızdaki davranışlarımız namazın mesajına benzerken; liderimiz, devlet başkanımız da imama benzemeli; imamda aranan şartlar yöneticide de aranmalı. İmam, namazda yanıldığında öncelikle imama yakın olanlar, değilse cemaatin fertlerince usûlüne uygun nasıl uyarılması gerekirse, her konumdaki liderler ve yöneticiler de öyle uyarılmalı.
Allah, en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı, bütün yaratıklardan üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine sunduğu ve sayısız nimetler verdiği insanı, kendisine ibâdet etmesi için yaratmıştır. İnsanın bu görevini yerine getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet vermiştir. Peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle bu görevini nasıl yapacağını da bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmesi için zorlamamakla birlikte, ısrarla kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere mükâfat, etmeyenlere ise ceza vaad etmiştir.
Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?
Bir eylemin Allah'a ibâdet olabilmesi için şu özelliklerin bulunması gerekir: İnanç, meşrûiyet, usûl ve niyet.
Bir fiilin ibâdet olabilmesi için iman başta gelen şarttır. İkinci şart ise, o yapılan işin tâat cinsinden olması lâzımdır. Çünkü ibâdet kelimesi itaat anlamına gelir. Yani dinin yapılmasını güzel gördüğü bir emir veya meşrû gördüğü mubah bir iş olması gerekir. Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah'ın istediği, Rasûl'ün uyguladığı biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart da niyettir. Allah'ın rızâsı için yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır. Allah'a yaklaşmak ve O'na itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi ibâdete dönüştürür.
İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa gider.3130 Haramlar, dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah'a ibâdet olmaz. Yapılan meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir. Meselâ, namazı Allah'ın istediği tarzda, Peygamberimiz'in kıldığı şekilde değil; başka şekilde kılarsak, o, ibâdet
3130] 5/Mâide, 5
İBÂDET
- 757 -
olmaktan çıkar. İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.s.), "Ameller, ancak niyetlere göredir."3131 buyurmuştur. Bu nedenle Allah'a kurbet ve itaatten başka bir maksatla yapılan fiiller, "ibâdet" olmaz. Meselâ niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Kâbe'ye gitmek de hac değildir.
Allah'tan Başkasına İbâdet
Kur'an'da 53 âyet-i kerimede "Allah'tan başkasına ibâdet"ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için yaratmıştır.3132 Fakat imtihanın gereği olarak onları bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh olarak Allah'ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O'na ibâdet edenler olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları Allah'a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek sûretiyle cin ve insanları Allah'tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır. "Andolsun Biz, her ümmet/toplum içinde Allah'a ibâdet edin, tâğut(a ibâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu." 3133
Allah'tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah'tan başkasına tapanlar, sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani mâbud, rab ve ilâh edinilen varlıklar ise; ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde Allah'tan başkaları,3134 Allah'tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler,3135 işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar,3136 Allah'tan başka tapınılan putlar/evsân,3137 heykel şeklindeki putlar/asnâm,3138 sahte tanrılar/ilâhlar,3139 heykeller,3140 tâğut,3141 şeytan,3142 ataların taptığı şeyler,3143 Allah'a ortak koşulanlar,3144 cinler,3145 insanlar,3146 melekler,3147 Allah'tan başka dost tutulanlar,3148 Allah'tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar,3149 kâfirlerin taptığı şeyler,3150 elle yontulup yapılanlar3151 olarak zikredilmişlerdir.
Allah'tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah'tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah'a isyan konusunda
3131] Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155
3132] 51/Zâriyât, 56
3133] 16/Nahl, 36
3134] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...
3135] 5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18
3136] 19/Meryem, 42
3137] 29/Ankebût, 17
3138] 14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71
3139] 43/Zuhruf, 45
3140] 21/Enbiyâ, 53
3141] 5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17
3142] 36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44
3143] 11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10
3144] 10/Yûnus, 28
3145] 34/Sebe', 41
3146] 23/Mü'minûn, 47
3147] 34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20
3148] 39/Zümer, 3
3149] 12/Yûsuf, 40
3150] 37/Sâffât, 161
3151] 37/Sâffât, 95
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine mâbud edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.
Allah'tan başkasına ibâdet etmek, Allah'ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. Kur'an'ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah'a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur'an'da bu husus, şöyle bildirilmektedir: "...Allah'tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).”3152 "Hâlbuki insanı Allah'a yaklaştıran iman ve sâlih ameldir."3153 "Allah'ı bırakıp kendilerine zarar da fayda da vermeyen şeylere ibâdet ediyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar..."3154 Demek ki Allah'a ibâdet edebilmek için Allah'ın varlığını, yeri göğü yarattığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah'ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O'ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek demektir.
Putlara, Heykellere İbâdet
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim'in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.
Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında tabiatüstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm'dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan'da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil sunar. "Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da
3152] 39/Zümer, 3
3153] 34/Sebe' 37
3154] 10/Yûnus, 18
İBÂDET
- 759 -
yaratıcısı Allah'tır." 3155
"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi."3156 Âyette geçen "Allah'tan başkasına ibâdet" , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, "Yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!"3157 denildikten sonra, "Allah'tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun."3158 buyrulmuştur.
"De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum."3159 Bu âyetteki "duâ"ya, "ibâdet" anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta'zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk,3160 hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.3161 Allah'tan başkasına tapanlar Câhil kimselerdir. "Ey Câhiller! Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?" 3162
Kur'an'da Allah'tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan,3163 rızık vermeyen,3164 insan eli ile yapılan,3165 işitmeyen ve görmeyen,3166 bir şey yaratamayan,3167 insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler,3168 uydurma tanrılar,3169 heykeller3170 ve putlar3171 olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk' dediler. (İbrahim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi. (...) İbrahim (a.s.), büyük bir put hâriç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, 'Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir' dedi. (...) (İbrahim'e), 'Ey İbrahim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?' dediler. İbrahim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa' dedi. (...) (Kavmi), 'Ey İbrahim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrahim, 'Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”3172
3155] 37/Sâffât, 95-96
3156] 10/Yûnus, 104
3157] 10/Yûnus, 105
3158] 10/Yûnus, 104
3159] 6/En'am, 56; 40/Mü'min, 66
3160] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
3161] 6/En'âm, 56
3162] 39/Zümer, 64
3163] 10/Yûnus, 18
3164] 16/Nahl, 73
3165] 37/Sâffât, 95
3166] 19/Meryem, 42
3167] 46/Ahkaf, 4
3168] 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
3169] 37/Sâffât, 86
3170] 21/Enbiyâ, 52
3171] 14/İbrâhim, 35
3172] 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?' dedi." 3173
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları3174 heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah'tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya3175 ve âhirette Allah'ın azâbını hak etmiş olurlar.3176 Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, "Siz ve Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz"3177 uyarısını yapan Yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize ibâdet edin!"3178 diyerek müşrikleri tehdit etmiştir. 3179
Allah'tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. "(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır." 3180
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibâret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur'an'daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur'an'a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah'ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Bu konuda Kur'an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
3173] 19/Meryem, 42
3174] 14/İbrâhim, 35
3175] 11/Hûd, 109
3176] 21/Enbiyâ, 98
3177] 21/Enbiyâ, 98
3178] 39/Zümer, 15
3179] 37/Sâffât, 22-34
3180] 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
İBÂDET
- 761 -
Tâğuta İbâdet
"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik."3181 Bu âyette "tâğut", ibâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var."3182 Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır."3183
Nedir tâğut? "Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a ibâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatına uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.
Kur’ân-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur. 3184
Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir. 3185
Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan,
3181] 16/Nahl, 36
3182] 39/Zümer, 17
3183] 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36.
3184] Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109
3185] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, s. 66 ve 84
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın şeriatına tamamen zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?
Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah'ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri müddetçe... 3186
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: "Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." 3187
Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
Allah'a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah'ın izin vermediği alanlarda insanlara itaattir. Oysa ibâdette esas olan Allah'a itaat, Peygamberine itaat ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir.3188 Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet etmiştir.
3186] Mehmet Kubat, a.g.e. s. 138
3187] 2/Bakara, 256
3188] 4//Nisâ, 59
İBÂDET
- 763 -
Kur’ân-ı Kerim, yahûdi ve hıristiyanların, ulûhiyet ve rubûbiyet makamına Allah'tan başkasını koyarak kullukta ona yöneldiklerini, oysa itaat ve ibâdetin sadece Allah'a has kılınması gerektiğini şöyle dile getiriyor: "(Ehl-i kitap), bilginlerini ve râhiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir."3189 Yahûdi ve hıristiyanların, bilginlerini ve râhiplerini rab edinmeleri, onlara ibâdet etmeleridir. İbâdetleri ise, onların, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını kabul edip itaat etmeleridir. Yahûdi ve hıristiyanlar, Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil; onların irâdelerine tâbi oldular; onlara Allah'a tapar gibi taptılar. Hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar. Allah'ın emrine, Kitabın sözüne, hakkın gerektirdiğine açıktan açığa muhâlif olan hususlarda Allah'a isyan ettiler; onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri, onların emriyle helâl kıldılar. Allah'ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar; “yapın” dediğini yapmadılar. Bunun hilâfına onların emir ve yasaklarına, hevâ ve heveslerine tâbi oldular. 3190
Buna göre âyetteki râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah'ın helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi. Demek ki herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah'ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak, onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah'ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah'tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir.3191 "Yaratıcıya isyan etme konusunda yaratılana itaat edilmez."3192 Hakkı bâtıl, bâtılı hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde davranışlar, şirk, küfür ve Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır.3193 Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.
Kur'an'ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de, hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız Allah'a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye sevkeden istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek yahûdi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: "De ki: Ey Kitap ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka rabler edinmeyelim!" 3194
Kur’ân-ı Kerim, kula kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah' kulluğu tesis etmek üzere gönderilen Kitap olduğu için, insanların Allah'ı bırakıp
3189] 9/Tevbe, 31
3190] Elmalılı, IV, 2511; Bu konuyla ilgili olarak Adiy b. Hâtem'le ilgili hadis için Bak. Tirmizî, Tefsir 10
3191] Elmalılı Tefsiri, Eser Y., IV, s. 2512
3192] Buhâri, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46
3193] Elmalılı, IV, s. 2513, 2514
3194] 3/Âl-i İmrân, 64
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hemcinslerinden olan insanlara ibâdet/kulluk etmesini önlemek amacıyla çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda geniş açıklamalar yapmıştır: "Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak bir şey varsa, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden sonra onun insanlara: 'Allah'ı bırakın da bana kul olun' demesidir. Tam aksine o; 'Kitabı öğrendiğiniz ve okuduğunuz yönüyle Allah'a kul olun' der. O, size: 'melekleri ve peygamberi ilâh edinin' diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size hiç imansızlığı emreder mi o?"3195 İstisnâsız bütün peygamberler: "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin; sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur."3196 buyurmuşlardır.
Tarihe ibret nazarıyla baktığımız zaman çok değişik ve çeşitli şirk görüntüleri içerisinde insanların bazı bilge kimseleri veya kimi peygamberleri ilâh kabul ettiklerini görüyoruz. Meselâ, bazı kimseler tarafından peygamber olduğu iddia edilen ve en azından yüce vasıflara sahip bilge bir kimse olduğu herkesçe kabul edilen Buda, sağlığında ilâhlık iddia etmemiş, bilâkis insanları Allah'ı tek ilâh edinmeye çağırmış olduğu halde, tâbîleri onu ölümünden sonra ilâh edinmiş ve ona tapmışlardır.
Aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) sağlığında kendisinin, Allah'ın kulu olduğunu ilân etmiş ve insanları da sadece Allah'a kul olmaya çağırmış olduğu halde, vefatından hemen sonra, bizzat kendi kavmi tarafından ilâh kabul edilerek Allah'a şirk koşulmuştur. İslâm bu tür bir sapıklığın önüne geçmek için deliller getirmiş ve bunun şirk olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. Kur'an, kullara kulluğu ortadan kaldırarak yeryüzünde hâkimiyeti sahte ilâh ve rablerin elinden çekip alarak sadece Allah'a vermek için delil üstüne delil getiriyor ve bu noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor. 3197
Şeytana İbâdet
Yüce Allah, insanlara şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir: "Ey Âdemoğulları! Ben size, 'Şeytana ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru yol budur' diye tavsiye etmemiş miydim?3198 Şeytana ibâdet, vesvese verdiği, süslü gösterdiği şeylerde ve Allah'a isyan olan konularda kendisine itaat ve ittibâ etmektir. Allah, insanlara, "şeytanın adımlarına uymayın."3199; "Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır."3200; "Onu düşman edinin."3201 buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim, ister insanlardan olsun, isterse cinlerden, tüm şeytanların3202 insanları şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır. Sebe’ kraliçesi hakkında bilgi edinmeye gönderilen Hüdhüd, Hz. Süleyman'a döndüğünde şunları haber verir: "Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar." 3203
3195] 3/Âl-i İmrân, 79-80
3196] 7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36
3197] M. Kubat, a.g.e. s. 132
3198] 36/Yâsin, 60-61
3199] 2/Bakara, 168, 208
3200] 17/İsrâ, 53
3201] 35/Fâtır, 6
3202] 6/En'âm, 112
3203] 27/Neml, 24
İBÂDET
- 765 -
Kur'an, şeytanın insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan kaldıracak bir güce sahip olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları ve böylece onların sapmaları noktasında vesvese verdiğini açıkça bildirmiştir. "Görmedin mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar."3204; "Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi."3205; "O (şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar." 3206
Şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder.3207 İnsana vesvese verir.3208 İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar.3209 İnsanlara, yaptıkları kötülükleri süslü gösterir.3210 Boş şeyler vaad eder.3211 Gerçekleri unutturur.3212 Tuzak kurar.3213 İnsanı saptırmak ister.3214 Onu doğru yoldan meneder.3215 Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.
Kur'an'da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın işi olarak ifade edilmiştir.3216 Demek ki, Allah'ın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur'an, bu itaati, şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrahim (a.s.), babasına: "Ey babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahmân'a isyan etmişti"3217 demiştir. İnsanı, Allah'tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır. Âsî kimseye itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere itaat edenler, Allah'a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.
Şeytana ibâdet konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden, yani direkt olarak şeytana tapınma dininden uzunca bahsetmeyi, toplumu çok az ilgilendirdiği için gereksiz görüyoruz. Yeni dinler edinerek, bunalımlarına güya çözüm arayan, düzenin ve toplumun kurbanı bazı marjinal gençlerin, yenilik ve moda olsun, değişiklik olsun diye, düzen ve toplum şeytanından; gerçek şeytanın kucağına sığınıp ona sahiden tapınmaya yöneldiklerini gözlüyoruz. Satanizm denilen bu şeytan severlik ve kötülükçülüğün aslında pek de yeni bir din olduğu da söylenemez. Özellikle Suriye topraklarında günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik de bir satanizmdir.
Cinlere İbâdet
Cinler, Allah'ın kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf ateşten yarattığı varlıklardır.3218 İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine sahiptirler. Bu
3204] 19/Meryem, 83
3205] 6/En'âm, 43
3206] 43/Zuhruf, 37
3207] 2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21
3208] 7/A'râf, 20; 20/Tâhâ, 120
3209] 5/Mâide, 91
3210] 6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48
3211] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
3212] 6/En'âm, 68
3213] 4/Nisâ, 76
3214] 4/Nisâ, 60
3215] 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38
3216] 5/Mâide, 91
3217] 19/Meryem, 44
3218] 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sebeple müslüman ve kâfir, sâlih ve fâsık olanları vardır. Zaten İblis de cinlerdendir.
Sebe' sûresinde cinlere ibâdetten söz edilmiştir: "O gün, kâfirlerin hepsini mahşere toplar, sonra meleklere, 'Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?' der."3219 Bu soruya melekler, "(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Onlar değil; Sen bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi."3220 şeklinde cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek ve onlardan yardım talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman ise, muhafaza ve sığınma hususunda onların gücüne inanmaktır.3221 "İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların azgınlıklarını artırırlardı."3222 Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak, imtihan gereği olarak, insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah'a ibâdet edenlerin yanında, O'nun dışındakilere ibâdet edenler de vardır. Allah'tan başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibâret değildir. Kur'an'ın hilâfına hareket eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak da Allah'tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah'tan başkalarına ibâdet, şirk ve küfürdür. 3223
"(Ey Rabbim,) Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım isteriz." 3224
"Ey kâfirler tapmam sizin taptıklarınıza... Sizin dininiz size; benim dinim bana!" 3225
"Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" 3226
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
3219] 34/Sebe', 40
3220] 34/Sebe' 41
3221] Dört Terim, 87
3222] 72/Cin, 6
3223] İsmail Karagöz, Kur'an'da İbâdet Kavramı, Şûle Y., s. 78
3224] 1/Fâtiha, 5
3225] 109/Kâfirûn, 1-2, 6
3226] 21/Enbiyâ, 67
İBÂDET
- 767 -
İbâdetle İlgili Âyet- i Kerimeler
A- İbâdet Kelimesinin Kökü Olan A-b-d Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 275 Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 21, 23, 83, 90, 133, 133, 138, 172, 178, 178, 186, 207, 221; 3/Âl-i İmrân, 15, 20, 30, 51, 64, 79, 182; 4/Nisâ, 36, 118, 172, 172; 5/Mâide, 60, 72, 76, 117, 118; 6/En’âm, 18, 56, 61, 88, 102; 7/A’râf, 32, 59, 65, 70, 73, 85, 128, 194, 206; 8/Enfâl, 41, 51; 9/Tevbe, 31, 104, 112; 10/Yûnus, 3, 18, 28, 29, 104, 104, 104, 107; 11/Hûd, 2, 26, 50, 61, 62, 84, 87, 109, 109, 109, 123; 12/Yûsuf, 24, 40, 40; 13/Ra’d, 36; 14/İbrâhim, 10, 11, 31; 15/Hıcr, 40, 42, 49, 99; 16/Nahl, 2, 35, 36, 73, 75, 114; 17/İsrâ, 1, 3, 5, 17, 23, 30, 53, 65, 96; 18/Kehf, 1, 16, 65, 65, 102, 110; 19/Meryem, 2, 30, 36, 42, 44, 49, 61, 63, 65, 65, 82, 93; 20/Tâhâ, 14, 77; 21/Enbiyâ, 19, 25, 26, 53, 66, 67, 73, 84, 92, 98, 105, 106; 22/Hacc, 10, 11, 71, 77; 23/Mü’minûn, 23, 32, 47, 109; 24/Nûr, 32, 55; 25/Furkan, 1, 17, 17, 55, 58, 63; 26/Şuarâ, 22, 52, 70, 75, 92; 27/Neml, 15, 19, 43, 45, 59, 91; 28/Kasas, 63, 82; 29/Ankebût, 16, 17, 17, 17, 36, 56, 56, 62; 30/Rûm, 48; 34/Sebe’, 9, 13, 39, 40, 41, 43; 35/Fâtır, 28, 31, 32, 45; 36/Yâsin, 22, 30, 60, 61; 37/Sâffât, 22, 40, 74, 81, 85, 95, 111, 122, 128, 132, 160, 161, 169, 171; 38/Sâd, 17, 30, 41, 44, 45, 83; 39/Zümer, 2, 7, 10, 11, 14, 15, 16, 16, 17, 17, 36, 46, 53, 64, 66; 40/Mü’min, 15, 31, 44, 48, 60, 66, 85; 41/Fussılet, 14, 37, 46; 42/Şûrâ, 19, 23, 25, 27, 27, 52; 43/Zuhruf, 15, 19, 20, 26, 45, 59, 64, 68, 81; 44/Duhân, 18, 23; 46/Ahkaf, 6, 21; 50/Kaf, 8, 11, 29; 51/Zâriyât, 56; 53/Necm, 10, 62; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 9; 60/Mümtehıne, 4; 66/Tahrîm, 5, 10, 10; 71/Nûh, 3, 27; 72/Cinn, 19; 76/İnsân, 6; 89/Fecr, 29; 96/Alak, 10; 98/Beyine, 5; 106/Kurayş, 3; 109/Kâfirûn, 2, 2, 3, 3, 4, 4, 5, 5.
İbâdet Etmek: Hicr, 99; Hacc, 77; Furkan, 77; Neml, 91; Ankebut, 17, 36; Ahzab, 35; Yasin, 60-61; Mü'min, 14.
İbâdet (Kulluk) Yalnız Allah'a Yapılır: Fatiha, 5; Bakara, 21-22, 83; Nisa, 36; En'am, 3, 102, 162; Yunus, 3; Hud, 2, 123, Nahl, 52; İsra, 23, Meryem, 65; Zümer, 2, 66; Fussılet, 37-38.
İnsanlar ve Cinler, İbâdet İçin Yaratılmıştır: Zariyat, 56-57; Cin, 16-17.
Allah'a Kulluk Etmenin Misali: Rum, 28.
Kibirlenerek Allah'a Kulluk/İbâdet Etmekten Çekinmek: Nisa, 172-173; A'raf, 146-147, 207; Nahl, 48; Fussılet, 37-38.
Herkes Allah'ın Huzuruna Kul Olarak Varacaktır: Meryem, 93.
Allah'ın İbâdete İhtiyacı Yoktur: Ankebut, 6.
Peygamberler Allah'a İbâdete Davet Ederler: Al-i İmran, 79-80; Enbiya, 90; Neml, 45; Ahzab, 7-8.
Cenneti Kazanmak İçin Kulluk: Tevbe, 111.
İbâdeti İhlasla, Samimiyetle Yapmak: A'raf, 29; Tevbe, 112; Zümer, 2, 11, 14; Mü'min, 14, 65.
İbâdette İhsan: Bakara, 112.
Münafıklar İbâdeti Gösteriş İçin Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.
Gece İbâdeti: Furkan, 64; Müzzemmil, 1-4, 6-7, 20, 41, 46; İnsan, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbn Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 93-107
2. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 338-354
3. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 99-118
4. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 69-73
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 42-45
6. Tefhimü'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 41-42
7. Safvetü't Tefasir, M. Ali Sabuni, Yeni Şafak Y. c. 1 s. 35-39
8. Fatiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 173-238
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1 s. 17-18
10. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 3 s. 53-55
11. Kur'an'da İbâdet Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y.
12. Kur'an'da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.
13. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 118-139
14. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 129-140
15. Kur'an'da Tevhid, Beheşti, 45-51; 39-
16. Kur'an'da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 28-47
17. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 487-488
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
18. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 223-239
19. Sorularla Fatiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 146-177
20. La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. s. 91-110
21. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1, s. 21 (abd)
22. Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 170-194
23. Dingünü İbâdet, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y. s. 67-127
24. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 27-30
25. Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 80-81
26. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 383-384
27. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 324-329
28. Kur'an'a Göre Dört Terim, Mevdudi, İdeal Kitaplar Y. s. 115-136
29. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y. s. 40-46
30. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 125-178
31. İslâmi Kavramlar, Mevdudi, s. 9-36
32. İman, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 34-44
33. Tevhidin Hakitatı, Yusuf El-Kardavi, Saff Y. s. 39-40
34. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 46-48
35. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y. s. 129-158
36. İslâm, Mevdudi, s. 145
37. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 223-239
38. Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 67-87
39. Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Fikir Y. s. 34-40
40. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 349- 356
41. Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 156-157
42. Düşünceler, S. Gündüzalp, A. Suad, Zafer Y.
43. Kur'an'da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 298
44. Fıkıh Penceresinden Fetvalarla Çağdaş Hayat, Faruk Beşer, Nun Y. s. 512-517
45. İlmin Işığında İslâmiyet, Arif A. Tabbara, Kalem Y. s. 207-209
46. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 148-158
47. Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 50-55
48. Kur'an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, RibatY. s. 262-268
49. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 161-166
50. Dini Hayatın Psiko Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 67-87
51. La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. 91-110
52. Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 84-85; 510-512
53. Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
54. Psikolojik ve Sıhhi Açıdan İbâdet, Abdullah Aymaz, Çağlayan Y.
55. İbâdetlerde Şekil ve Mana İlişkisi, Ruhi Özcan, Ravza Y.
56. İbâdet, Yaşar İşcan, D. İ. B. Y.
57. İbâdet, Yusuf El Kardavi, Muvahhid Y.
58. İbâdet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y.
59. Kulluk, İmam İbn Teymiyye, İhya Y.
60. Namaz Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y
61. İbâdet, İhsan Atasoy, Nesil Basım Yayın.
62. İbâdet Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Neşriyat
63. İbâdet Hayatımız, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
64. İbâdet İlkeleri, Hüseyin Emin Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.
65. İbâdet Prensipleri, Hüseyin Emin Öztürk, Seha Neşriyat
66. İbâdet/Kulluk, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
67. İbâdetin 99 Faydası, Ergüder Aksoy, Seha Neşriyat
İBÂDET
- 769 -
68. İbâdetin Getirdikleri, Safvet Senih, Nil A. Ş.
69. İbâdetler, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
70. İbâdetler Fıkhı, Şeyh Faysal Mevlevi, İstişare Y.
71. İbâdetler ve Mabedler, Mehmet Emre, Erhan Yayın
72. İbâdetlerimiz, M. Saim Yeprem, Nur Y.
73. 72. İbâdetlerimiz, E. Özdemir, Erdem Y.
74. 73. Allah'tan Vahiy, Kullardan İbâdet, Abdullah Büyük, Suffe Y.
75. İslâm İbâdet Fenomenolojisi, Mehmet Bayraktar, Akçağ Y.
76. 75. Niçin İbâdet Ediyoruz? Alaaddin Başar, Zafer Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:26

HÜZÜN / ÜZÜNTÜ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HÜZÜN / ÜZÜNTÜ


- 715 -
Kavram no 81
Ahlâkî Kavramlar 14
Gâlibiyet ve Allah’ın Yardımı; Ensârullah; Felâh; İman; Sâlih Amel; Takvâ
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
• Hüzün; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Hüzün Kavramı
• Psikolojik Açıdan Üzüntü
• İslâm Düşüncesinde Hüzün Kavramı
• Mutluluk ve Üzüntü
• İnsanlığın Derdiyle Dertlenip Hüzünlenmenin Göstergesi: Gözyaşı
• Bencil Kaygılardan Sencil Çözümlere; Mânevî ıstırap ve Çilenin İmanla İlişkisi
• Kur’an’ı Hüzünlenerek Okumak
• İnsana Huzur Değil; Huzursuzluk Veren Hüzün ve Kurtuluş Çaresi
• Hüzün Kokulu Düşünceler
“Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar için hüzün de yoktur (onlar üzülmeyeceklerdir).” 2962
Hüzün; Anlam ve Mâhiyeti
Hüzün (huzn): “İstenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişteki bir kayıptan duyulan keder, üzüntü” şeklinde tanımlanır. Hüzün kelimesi, insanın maddî veya mânevî kayıp ve eksiklerinden duyduğu üzüntü için kullanılır. Zıddı, sürûr ve ferahtır.
Râgıb el-İsfahânî, hüznü “kederden hâsıl olan iç sıkıntısı” şeklinde tanımladıktan sonra bu sıkıntının irâdî olmadığını, bu sebeple Kur’an’da geçen “üzülme” veya “üzülmeyin” gibi ifadelerin gerçekte hüzünlenmeyi değil; bu duyguya götüren davranışlardan sakınmayı öğütlediğini belirtir. Hz. Hatice ve Ebû Tâlib’in ölümleri Hz. Peygamber’i derinden üzdüğü için bu ölümlerin vuku bulduğu yıla İslâm tarihinde “senetü’l-hüzn”, yani hüzün yılı denilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hüzün Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de iki âyette “hüzün”, üç âyette aynı anlamda “hazen”, otuz yedi âyette de aynı kökten fiiller olmak üzere toplam 42 yerde hüzün ve türevleri geçmektedir. Bu âyetlerin çoğunda mü’minlerin âhirette üzüntüsüz bir hayat yaşayacakları haber verilmekte;2963 Rasûl-i Ekrem’e ve mü’minlere hitaben, inkârcıların kendilerine karşı haksız söz ve davranışlarından veya mâruz kaldıkları çeşitli sıkıntılardan dolayı üzülmemeleri, metin olmaları tavsiye edil2962]
2/Bakara, 62
2963] 2/Bakara, 38, 62; 6/En’âm, 48; 10/Yûnus, 62
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mektedir.2964 Yûsuf sûresinin 84 ve 86. âyetlerinde, Hz. Yûsuf’un başına gelenler sebebiyle babası Hz. Ya’kub’un çektiği şiddetli acı ve üzüntü, hüzün kelimesiyle ifade edilmektedir.
“...Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar için hüzün de yoktur (onlar üzülmeyeceklerdir).” 2965
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer (gerçekten) iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” 2966
“Rasûlüm, küfürde/inkârda yarışanlar sana hüzün vermesin (seni üzüp kaygılandırmasın). Çünkü onlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara, âhiretten yana bir nasip vermemek istiyor. Onlar için çok büyük bir azap vardır.” 2967
“Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘iman ettik’ diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin...” 2968
“Eğer siz ona (Rasûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebûbekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir/üstündür, hikmet sahibidir.” 2969
“Kendilerine (savaş için gerekli) binek sağlaman için sana geldiklerinde: ‘Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum’ deyince, infak edip Allah yolunda harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur).” 2970
“Dikkat edin, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip de takvâ sahibi olanlardır. Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir. (Rasûlüm,) Onların (müşriklerin) sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet (ve üstünlük) Allah’ındır. O, işitendir, bilendir.” 2971
“Bunlar (hidâyet üzere olanlar), iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” 2972
“Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; üzülme, kurmakta oldukları tuzaktan dolayı kaygı duyma!” 2973
“En büyük dehşet dahi onları üzmez, tasalandırmaz. Melekler kendilerini şöyle karşılar:
2964] 3/Âl-i İmrân, 139; 15/Hıcr, 88; 29/Ankebût, 33
2965] 2/Bakara, 62
2966] 3/Âl-i İmrân, 139
2967] 3/Âl-i İmrân, 176
2968] 5/Mâide, 41
2969] 9/Tevbe, 40
2970] 9/Tevbe, 92
2971] 10/Yûnus, 62-65
2972] 13/Ra’d, 28
2973] 16/Nahl, 127
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 717 -
‘İşte bu size vaad edilmiş olan (mutlu) gününüzdür.” 2974
“(Cennete girmeyi hak eden mü’minler şöyle) derler: ‘Bizden hüznü, tasayı gideren Allah’a hamd olsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet verendir.” 2975
“Şüphesiz, ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin!’ derler.” 2976
“Ey âyetlerimize iman eden ve müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de. Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz!” 2977
“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.” 2978
Hadis-i Şeriflerde Hüzün
Hüzün ve türevleri hadislerde de değişik konumlarda kullanılmıştır. Bu hadislerin bazılarında ölüm gibi acılı olaylar karşısında hüzünlenmenin normal olduğu,2979 Kur’ân’ın hüzünlü bir ortamda indiği,2980 insanları hüzünlendiren sıkıntıların günahlara keffâret olacağı,2981 Allah’ın musibetler sebebiyle yaş döken gözleri, hüzünlenen kalpleri azaba uğratmayacağı,2982 Hz. Peygamber’in acı ve hüzün veren sıkıntılara uğramaktan Allah’a sığındığı2983 ifade edilir.
Psikolojik Açıdan Üzüntü
Üzüntü, sevinç ve mutluluğun zıddı olan bir reaksiyondur. Bu duygu, insanın sevdiği bir şahsı veya yanında büyük değeri olan bir şeyi kaybetmesiyle ya da herhangi bir sıkıntı durumu, önemli bir işi gerçekleştirmede başarısızlığın baş göstermesiyle meydana gelmektedir. Normal olarak anne ve babalar, çocuklarının kaybolmalarıyla, başlarına acı veren veya arzu edilmeyen bir şeyin gelmesiyle üzüntü duymaktadırlar. Kur’an, oğlunu sandığa koyup nehre bıraktıktan sonra, dalgaların onu kendisinden uzaklaştırma zamanındaki Hz. Mûsâ’nın annesindeki üzüntüye işaret etmektedir: “Böylece Biz onu, annesine geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin.”2984 Kur’an, Hz. Ya’kub’un oğlu Hz. Yusuf’u kaybetmesiyle ilgili üzüntüsünü dile getirmektedir: “Yüzünü onlardan öteye çevirdi de: ‘Ey Yûsuf üzerindeki tasam (gel, gel, tam senin gelme zamanındır)! dedi ve üzüntüden gözleri ağardı. (Acısını) yutkunuyor (açığa vurmamaya çalışıyor)du. Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yûsuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!’ ‘Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah’a arzederim ve Allah tarafından (vahy ile), sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum!’ dedi.” 2985
2974] 21/Enbiyâ, 103
2975] 35/Fâtır, 34
2976] 41/Fussılet, 30
2977] 43/Zuhruf, 68-70
2978] 46/Ahkaf, 13-14
2979] Buhâri, Cenâiz 44; Ebû Dâvud, Cenâiz 24
2980] İbn Mâce, İkame 176
2981] Müsned, VI/157
2982] Buhâri, Cenâiz 45, Merdâ 1; Müslim, Cenâiz 12, Birr 52
2983] Buhâri, Cihad 74; Daavât 35, 40; Ebû Dâvud, Vitr 32
2984] 28/Kasas, 13
2985] 12/Yûsuf, 84-86
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelerek onunla birlikte cihada çıkma isteğinde bulunan, fakat Allah Rasûlü’nün kendilerine binek bulamadığını ifade etmesiyle ağlayarak dönen fakir mü’minlerin üzüntülü hallerini de dile getirmektedir: “Kendilerini (savaş için gerekli binek sağlayıp) bindirmen için sana geldikleri zaman, sen: ‘Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum’ deyince infak edip Allah yolunda harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin aleyhine de (yol yoktur, onlar da kınanmazlar).” 2986
Kur’an, hicret esnasında, müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ebûbekir (r.a.)’i öldürmek için iz sürdükleri sırada, sığındıkları mağarada Hz. Ebûbekir (r.a.)’e huzursuzluk veren üzüntü hissini de dile getirmektedir: “...Hani ikisi mağarada iken arkadaşına: ‘Üzülme, Allah bizimle beraberdir!’ diyordu.” 2987
Hz. Peygamber, Mekke müşriklerinin Allah’a ve kendisine inen Kur’an âyetlerine inanma hususundaki çağrısına olumlu cevap vermediklerini gördüğünde üzüntü duymuştur: “İnkâra koşanlar seni üzmesin, onlar Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara âhirette hiçbir nasip koymamak istiyor. Onlar için büyük azâb vardır.”2988; “Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni üzmesin. Sonunda onların dönüşleri Bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüphesiz Allah göğüslerin özünü (kalplerde ne düşünceler geçtiğini) bilir.” 2989
Hz. Peygamber (s.a.s.), inançsızların Allah hakkında söyledikleri şeyleri ve kendisini yalanlamalarını işittiğinde üzülürdü: “Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.”2990; “Biliyoruz, onların dedikleri seni üzüyor, gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” 2991
Kur’an, birçok âyette üzüntü duygusunu korku ile birlikte dile getirerek, bu reaksiyonların üzüntü kaynağı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ikisi, insana musallat olunca hayat neşesini kaybettirirler. Nitekim aynı şekilde bu âyetler, Allah’a iman, takvâ ve sâlih işleri yapmanın korku ve üzüntüden koruduğu ve bunlara karşı bir tedavi olduğunu ortaya koymaktadır: “...Size Benden bir hidâyet geldiği zaman, kim Benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”2992; “Ey Âdem oğulları, size kendi içinizden rasûller/elçiler gelip size âyetlerimi anlattıkları zaman ittika edip (günahlardan) korunan ve kendini ıslah edenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2993; “Biz rasûlleri/ elçileri müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini ıslah ederse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”2994; “Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı, Rabbinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2995
Psikolojiye göre, mânevî acıların meydana getirdiği üzüntü gibi duygusal
2986] 9/Tevbe, 92
2987] 9/Tevbe, 40
2988] 3/Âl-i İmrân, 176
2989] 31/Lokman, 23
2990] 36/Yâsin, 76
2991] 6/En’âm, 33
2992] 2/Bakara, 38
2993] 7/A’râf, 35
2994] 6/En’âm, 48
2995] 2/Bakara, 112; Osman Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 83-85
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 719 -
haller, yüzün canlılığını kaybetmesi, sindirim faaliyetlerinin yavaşlaması gibi bazı fizyolojik halleri meydana getirmektedir. Yüzümüze menfî şekilde tesir eden duygular olarak, hüzün, nefret, gerginlik ve şiddet sayılmaktadır. Bunların oluşmalarına zemin hazırlayan da, iç dengeyi korumaya yönelik temel psikolojik durumlardır. Kur’an, Hz. Ya’kub’un, oğlu Hz. Yûsuf’u kaybetmekten dolayı gözlerinin kör olduğunu dile getirmekle,2996 hüznün bünyede meydana getirdiği fizyolojik tahribata temas etmektedir. Zaten sıkıntının büyük oranda mihaniki organik işlemle beraberliği kabul edilmektedir. Kederli bir kimse, duruşu ve oturuşuyla çökmüş biri gibi fizikî olarak kendini belli etmekle beraber, adaleleri gevşek, nabızları kısa, yavaş ve zayıf, nefesi düzensiz olup âdeta omuzlardan nefes alır gibi bir durum arz eder. Hatta bugün, organizmanın dıştan gelen psikolojik zorlama durumlarına karşı fizyolojik cevaplar verdiği, mide ülseri, kan basıncının yükselmesi, ya da allerjik tepkiler gibi bazı işlevsel bozukluklara sebep olduğu da bilinmektedir.
“(Oğulları:) ‘Vallahi sen, Yûsuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!’ dediler. (Ya’kub,) ‘Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah’a arzederim ve Allah tarafından (vahy ile), sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum!’ dedi.”2997 Bu âyet, aynı zamanda musibet ve üzüntü zamanında esef ve ağlamanın câiz olduğunu ifade etmektedir. Bu gibi zamanlarda ağlamak, psikolojik bir ihtiyaç olup, bünyenin sıkıntı suretiyle yüklendiği enerjiyi deşarj etmesini sağlayacağından, bir fıtrat kanunu olduğunu söyleyebiliriz. Din ise fıtrî olan şeyleri engellemez, ancak bir sınır tâyin eder. Bundan dolayı İslâm, ağlamayı bir merhamet eseri olarak görürken; döğünmek ve yaka paça yırtmak gibi aşırılıkları ve isyan kokan davranışları yasaklamıştır.
Kur’an, peygamberlere ve âyetlere iman etmenin, iyiliklerde bulunmanın, Allah’tan korkmanın dünya ve âhiret üzüntüsüne düşmemeyi gerektireceğini belirtir. “Ey Âdemoğulları, size kendi içinizden rasûller/elçiler gelip size âyetlerimi anlattıkları zaman (günahlardan) korunup kendini ıslah edenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2998 Allah mü’minleri üzüntüden de bu özellikleri sayesinde kurtaracağını vaad etmektedir. Hz. Yûnus’tan (a.s.) söz eden şu âyetlerde bu realiteye vurgu yapılmaktadır: “Onun (Yûnus’un) duâsını kabul ettik ve onu gamdan/kederden kurtardık. İşte Biz mü’minleri böyle kurtarırız.”2999; “Eğer (Yûnus) Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecek güne kadar onun (balığın) karnında kalmıştı.” 3000
İslâm Düşüncesinde Hüzün Kavramı
İslâm düşünce tarihinde hüzün konusunda biri özellikle Kindî’den itibaren felsefî çizgideki ahlâk kitaplarında, diğeri tasavvuf kitaplarında olmak üzere iki farklı yaklaşımın ortaya konduğu görülür. Bunlardan ilkinde hüzün, daha ziyade insanın dünyevî kayıplardan duyduğu ve kurtulmak zorunda olduğu olumsuz bir duygu, hatta tedavi edilmesi gereken bir tür hastalık olarak ele alınırken tasavvufî eserlerde daha çok âhiret kaygısı veya hayırlı bir iş başaramamaktan duyulan üzüntü için kullanılır ve olumlu bir durum kabul edilir.
2996] 12/Yûsuf, 84
2997] 12/Yûsuf, 84-86
2998] 7/A’râf, 35
2999] 21/Enbiyâ, 88
3000] 37/Saffat, 143-144; Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 186-188
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kindî hüznü, “sevilen şeylerin elden gitmesinden veya amaçlanan şeylerin elde edilememesinden doğan nefsânî/psikolojik bir elemdir” şeklinde tarif eder. Kindî’ye göre ahlâk, bir bakıma ruh sağlığı olduğuna, yersiz üzüntü, kaygı ve korkular da bu sağlığı bozduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi, öncelikle onların sebeplerinin bilinmesine bağlıdır. Kaynaklarda bu sebepler, “sevilen şeylerin kaybedilmesi ve amaçlanan şeylere ulaşılmaması” şeklinde özetlenmiştir. İçinde yaşanılan “kevn ve fesâd”, yani oluşma ve bozulma âleminde kayıplardan kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkânlar yerine, her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı, Kindî’nin deyimiyle seveceği şeyleri “akıl âlemi”nden seçmelidir. Değişken olan tabiat dünyasında duyusal haz ve menfaatlerin sürekli olmasını istemek, imkânsız olanı istemektir; Çünkü bu isteğin gerçekleşmesi tabiat düzenine aykırıdır.
Üzüntünün sebepleri konusundaki bu fikirler, daha sonraki ahlâkçılar tarafından da kabul edilmekle birlikte Kindî’nin aşırı zühd anlayışını benimsemeyen âlimler de olmuştur. Meselâ Ebû Bekir er-Râzî, bir tabip olarak insanın bütün üzüntülere karşı bir çare olmak üzere bedenî ve maddî ihtiyaçlarını uygun biçimde karşılaması gerektiği düşüncesiyle Kindî’ye göre daha realist bir tutum izlemiştir. Aynı şekildi Kindî’nin üzüntüye düşmemek için bir tür inzivâ hayatını öğütlemesine karşılık öğrencisi Ebû Zeyd el-Belhî sosyal hayata katılmanın önemi üzerinde durmuş, gerek bu hayata katılmanın gerekse yararlı işlerle uğraşarak zihnî üzüntü ve korku gibi patolojik durumlardan uzak tutmanın faydalarını önemle vurgulamıştır.
Kaynaklarda hüzün, psikolojik acıların bir çeşidi olarak görülür ve insanın değişik ıslah yollarıyla bedenî acılardan kurtulmaya çalıştığı gibi üzüntüyü de belli tedbirlerle gidermesi istenir. Bunlar ahlâkî tedbirlerdir; dolayısıyla nefsin hüzünden kurtarılması da ahlâkî tedavi ile mümkün olur. Bu tedavinin yolları üzüntü veren eylemlerden kaçınmak, musibetleri doğal karşılamak, bu dünyada musibete uğramanın kaçınılmaz olduğunu, hiç musibete uğramamak şeklindeki bir isteğin tabiatla çeliştiğini düşünmek, el altında bulunan imkânların asıl sahibinin Allah olduğunu ve O’nun emanetini dilediği yolla bir kimseden alarak bir başkasına verebileceğini akıldan çıkarmamaktır.3001 Kindî, hakîmâne bir ifadeyle kaybedilmeye elverişli bütün dileklerde musibet, geçici olan her şeyde acı ve keder, imkânsız olanı ummakta üzüntü ve sıkıntı, her kaygısızlığın sonunda korku bulunduğunu belirterek bu görüşünü de uzun uzun anlattığı “gemi yolcuları” istiâresiyle destekler. İnsanlar, bu dünyada asıl yurtlarına doğru deniz yolculuğu yaparken bazı ihtiyaçlarını temin etmek üzere bir adaya uğrayan yolcular gibidir. Bu yolculardan bir kısmı ihtiyaçlarını giderip hemen gemiye döner ve en rahat yerlere otururlar; bazıları arazinin güzelliklerine kapılıp oyalanırlar, bu yüzden gemiye geç gelir ve hem uygun yer bulamazlar hem de adadan topladıkları çiçekler, kıymetli taşlar yolculuk boyunca başlarına dert olur. Bir grup ise gemiyi büsbütün unutarak tabiatın çekiciliğine kendilerini kaptırır ve geminin kalktığını bile fark etmezler; sonunda acılar içinde kıvranarak ölürler. İşte dünyanın çekiciliğine kapılarak ölümden sonraki hayatı unutanların âkıbeti budur.
İslâm düşünürleri, üzüntü ve kaygının başlıca sebepleri arasında yer alan
3001] 3/Âl-i İmrân, 26
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 721 -
ölüm korkusu üzerinde de durmuş ve bu korkunun yersizliğini gerekçeleriyle anlatmışlardır. Buna göre sanıldığının aksine ölüm kötü değildir; ölüm olmasaydı insan da olmazdı. Çünkü insan “akıllı ve ölümlü bir canlı” diye tanımlanır. Ölüm mutlak bir yok oluş değil; gerçek, sürekli, özgür ve daha yüksek bir hayata geçiştir. Şu halde insanın ölümden korkmasının temelinde akıl yoksunluğu, kontrolsüz şehvet ve öfke duygularından kaynaklanan tutkular yatmaktadır. Kindî’nin ifadesiyle “kralları köleleştiren” şey, bu duygulardır. Bu sebeple hastalıkların en tehlikelisi nefsin hastalığıdır. İnsanın başlıca görevi, bu duyguları yenerek gerçek özgürlüğünü elde etmesidir; iki dünyanın mutluluğu da buna bağlıdır.
Üzüntü problemi üzerinde önemle duran bir diğer İslâm âlimi de İbn Hazm’dır. İbn Hazm da Râzi gibi lezzeti, elem veya kederin giderilmesinden duyulan haz ya da mutluluk şeklinde açıklamakta, fakat insanların pek çok amaç arasında yalnız bir ortak amaç taşıdıklarını, bunun da kederden kurtulma olduğunu ifade etmektedir. İbn Hazm, çeşitli nimet ve imkânlardan örnekler vererek kişinin bunları istemesinin temelinde bunların yokluğundan dolayı baş gösteren keder olduğunu belirtmektedir.
Bu arada İslâmî eserler içinde ilk defa Kindî’nin aktardığı, “niçin hiç kederlenmiyorsun?” sorusu ve Sokrat’ın buna verdiği, “Çünkü kaybettiğimde beni kederlendirecek şeyler edinmiyorum” cevabı bazı benzerleriyle birlikte Râgıb el-İsfahânî’nin Zerîa adlı kitabında yer almıştır. Gelecekteki bir musibet ve zarar beklentisiyle şimdiden üzüntüye kapılmanın yersizliğine ilişkin açıklamalar da Kindî gibi Râgıb’ın da ortak görüşleridir. Ölüm korkusunun sebepleri ve korkunun yenilmesine ilişkin ifadelerle anne karnındaki çocuğun dünyaya gelmeyi istememesi gibi insanların da ölümden sonraki hayata geçmeyi istememelerine, yani ölümden korkmalarına ilişkin Râgıb’ın ifadeleri de bir ölçüde Kindî’nin görüşlerini hatırlatır.
Kindî gibi Gazâli de üzüntüyü zâhidâne bir anlayışla ele almakta ve bu olumsuz duygunun yanlış gayelere, yani mal ve mevkiye yönelmekten kaynaklandığını söylemektedir.
Mutasavvıflar, hüzün meselesini sâlikin Allah ile ilişkisi açısından ele almış, bu suretle hüzün terimini “dünyevî veya nefsânî bağlar yüzünden Allah’a yakınlaşamayan, O’nunla ünsiyet kuramayan sâlikin bu ayrılıktan duyduğu acı ve keder” anlamına gelecek şekilde kullanmışlardır. Herevî gibi mutasavvıflar, bazı sahâbîlerin maddî imkânsızlıklar sebebiyle Tebük Seferi’ni katılamamaktan dolayı hissettikleri büyük üzüntüden takdirkâr bir üslûpla bahseden âyete3002 dayanarak hüznü tasavvufî faziletler arasında gösterirler. Afîfüddin Tilmisânî, hüznün bir fazilet ve yüksek makam olduğunu belirtir. Herevî, hüzün duymamayı da bir hüzün sebebi sayar. Zira hüzün, kulun İlâhî mazhariyetlere yönelik istek ve arayışının bir ifadesidir. Şu halde üzüntü çekmeyip rahat içinde olmak, bir eksikliktir. Bu yüzden sûfî, üzülemediği için de üzülür; ağlayamadığı için de ağlar. Çünkü hüzün, sûfîyi içinde bulunduğu durum hakkında sürekli düşünmesini ve kendini yetersiz görmesini sağlayan yapıcı bir şuur hali, nefsi temizlemenin ve daha yüksek makamlara doğru geliştirmenin bir aracıdır. “Hüzün sahibinin bir ayda kat ettiği yolu hüzün çekmeyen bir yılda ancak kat eder.” Sözü, bu hususa işaret eder. Bu sebeple olmalıdır ki, Herevî hüznü, havf, işfak, huşû, zühd, verâ
3002] 9/Tevbe, 92
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi aynı mahiyetteki tasavvufî erdemlerin başında göstermiştir.
Tasavvufta bu anlamıyla hüznün çok eski bir geçmişi vardır. Bazı zâhid sahâbîler, âhiret kaygısı ile ibâdet ve iyiliklerini yetersiz gördüklerinden dolayı büyük bir üzüntü duyuyorlardı. Daha sonra Hasan-ı Basrî’nin önderliğinde Basra’da oluşan zühd okulunun temel özelliği de hüzün, havf ve bükâ (ağlamak) kelimeleriyle özetlenir. Nitekim Ebû Nuaym, Hasan-ı Basrî’yi “korku ve hüzünle dost olmuş, kaygı ve kederle kaynaşmış, uyku ve istirahati yitirmiş” şeklindeki nitelemelerle tanıtır. Hasan-ı Basrî’ye göre âhiretin ebedîliğine karşılık dünya hayatının sonlu ve sınırlı oluşu, bunun farkında olan ve ölümü en tesirli vaaz olarak algılayan mü’minde kaçınılmaz olarak bir hüzün hali doğurur; bu hal kişiyi bir sorumluluk ve kendini yargılama (muhâsebe) bilincine, kısa dünya hayatının her ânını değerlendirme irâdesine yöneltir. Şu halde hüzün, patolojik bir ârıza olmayıp mü’mini muhâsebe, tevbe gibi ahlâkî makamlardan geçirerek sâlih amellere götüren yapıcı bir bilinç halidir. Bu sebeple Hasan-ı Basrî, “mü’mini dini konusunda ancak korku ve hüzün rahatlatabilir” diyordu. Kur’ân-ı Kerim’in de genellikle mü’minlerin kalplerine korku ve kaygı salan tarafı üzerinde zihnini yoğunlaştıran Hasan-ı Basrî, Kur’an’ı doğru okumuş ve ona iman etmiş bir kimsenin mutlaka hüznünün artacağını, korkusunun şiddetleneceğini ve gözyaşlarının çoğalacağını belirtiyordu. Hüzünlü ve soluk yüzlü olmayı Kur’an’a inanmanın alâmeti olarak görüyor, öldükten sonra kendisini rüyasında son derece sevinçli ve mutlu bir halde gören ve bunun sebebini soran Mâlik bin Dînâr’a, bir insanın dünya hayatında hüznü ne kadar sürekli olursa âhirette de sevincinin o kadar sürekli olacağını söylüyordu.
Hasan-ı Basrî’nin yüksek dinî duyarlılığı, geniş bilgi ve kültürü, siyasî ve sosyal etkinliği gibi seçkin özellikleri sayesinde korku ve hüzne dayalı tasavvufî anlayış Basra’yı aşarak Horasan’dan Mısır’a kadar İslâm dünyasının pek çok merkezine yayılmışsa da özellikle Râbia el-Adeviyye’nin önderliğinde gelişen yine Basra merkezli diğer bir tasavvufî çizgide korku, kaygı ve hüzün yerine; sevgi, ümit ve iyimserliğe ağırlık veren anlayışın hâkim olduğu görülür. Ayrıca Hasan-ı Basrî çizgisindeki sûfîlerin hüznü bir fazilet saymalarını tenkit edenler de olmuştur. Meselâ Takıyyüddin İbn Teymiyye, dinî konularda bile olsa hüzünlenmemek gerektiğine işaret eden âyetlerden örnekler vererek hüznün bir duygu olarak ne fayda sağlayacağını ve ne de zararı önleyeceğini belirtir. Şu halde üzüntünün kendisi değil, sebepleri ve sonuçları önemlidir. Buna göre meselâ dinî bir olumsuzluktan veya müslümanların başına bir sıkıntı gelmesinden dolayı üzülen bir kimse, üzüntü duygusundan dolayı olmasa da, içindeki iyilik sevgisinden dolayı sevap kazanır. Buna karşılık insanın iyilik irâdesini zayıflatan ve Allah’ın buyruklarını ihmal etmesine yol açan üzüntüler de günah sebebidir. İbn Kayyim el-Cevziyye de âyet ve hadislerden deliller getirerek hüznün istenen ve amaçlanan bir hal olmadığını, bir faydasının da bulunmadığını, aksine bu tür duyguların kuldaki seyr u sülûk şevkini kırdığını, irâdeyi aşındırdığını ileri sürer. İbn Kayyim, mutasavvıfların, hüznün fazilet olduğuna delil olarak gösterdikleri âyet ve hadisleri yanlış yorumladıklarını ileri sürmekte, ayrıca bu konudaki bazı hadis ve haberlerin sahih olmadığını ifade etmektedir. 3003
3003] T. D. Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 19/73 vd.
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 723 -
Mutluluk ve Üzüntü
İnsanların hayattan bekledikleri, sadece fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanması değildir; bunlarla birlikte, psikolojik ihtiyaçlarının da karşılanmasını ve hayatlarının bir anlamı olmasını arzu ederler. Anlamlı hayat, huzur ve mutluluk içinde müslümanca geçen hayattır. İnsan ruhu, keder, elem ve acılardan ne kadar hoşlanmazsa; sevinç, mutluluk ve hazlardan da o kadar hoşlanır. Bir bakıma, insanı yaşatan ümittir. İnsan, ümidini yitirdiği an, içini üzüntü kaplar, sosyal faâliyetlerini istemeyerek durdurur. İnsanlarda ümitle birlikte korku da veya korkunun yanında ümit de vardır. İnsanlardaki korku yok olup gittiği zaman, isyan, taşkınlık veya görevini yerine getirememe halleri ortaya çıkar. Açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran da açlık korkusudur. Bu iki duygu, görev duygusunu canlandıran ve canlı tutan duygulardır. Ümitle korku arasındaki hassas dengeyi koruyan insan, ancak kendi güçsüzlüğünü ve âcizliğini az çok anlayabilir ve bu sebeple de, böbürlenerek şımarmaz.
Kulluk, bu âcizliği ve güçsüzlüğü anlamak ve bunun şuurunda olmak demektir. Hiçbir varlık, ebedî teminat veremez. Onu ancak Allah verebilir. Bunun içindir ki, kulluk, ancak Allah’a yapılır. Hayatın gayeleri arasında en önemli yeri ve ilkini de bu teşkil eder. Zira kulluk görevi, insanın değerini ortaya koyar ve insana ne olduğunu ve ne olacağını gösterir. Allah’a kul olabilenler, yani âcizliğini ve güçsüzlüğünü anlayarak gerçek değerini ve yerini bilenler, sudan sebeplerle kendilerini veya birbirlerini yemeğe kalkışmazlar, huzurlarını kaçıracak davranışlarda bulunmazlar.
Mutlu insan, bu gerçeğin şuurunda olandır. Bunun içindir ki hayat olduğu gibi, insanlar da olmaları gerektiği gibi değil; oldukları gibi kabul edilmelidir. Olması gerekenler, idealde ve uzakta olan şeylerdir. Olanlar ise, realitede ve yakında olan şeylerdir. Yakında ve realitede olanı anlamadan ve varlığını kabul etmeden, idealde ve uzakta olanı anlamamız ve ona ulaşmamız mümkün değildir. Zaten, insanları çelişkiye ve çatışmaya sürükleyen de bu tutum ve davranışlardır. Bunun için insanı tanımak ve lâyık olduğu yere oturtmak gerekmektedir.
Elimizde imkân varken her türlü tedbirimizi almalı ve işin neticesini Allah’a havâle etmeliyiz. İyi bir kul olabilmek için bu, önemli bir harekettir. İslâm dininin tevekkül inancı da bunu gerektirir. Elimizde olan şeyleri yaptıktan sonra gerisini Allah’a bırakmak ve olacak şeyleri tevekkülle karşılamak ve neticeye rızâ göstermek kul olmanın gereğidir. Çünkü her şeyi bilen, tanzim edip planlayan ve zamanı gelince her şey yerli yerinde yaratan Allah; ebedî teminatı veren de Allah’tır. Geçici hayat karşılığında, ebedî hayatı satın almak isteyen bir insan, kaybettiklerine veya verdiklerine neden ve niçin üzülsün? Tıpkı sevdiği bir malı almak isteyen bir kişi, malın bedelini verdiği zaman nasıl üzülmüyor, bilâkis seviniyorsa, ebedî hayatı satın almak isteyen bir kişi de verdikleri karşısında üzülmemelidir. Allah, mü’minlerin canları ve malları karşılığında cenneti onlara satmıştır; bir başka ifade ile Allah, cennete karşılık, mü’minlerin canlarını ve mallarını satın almıştır.3004 Canınızı, malınızı ve verilecek her şeyinizi verirseniz, ancak Allah’tan cenneti satın alabilirsiniz. Allah da ancak, bunlar karşılığında cenneti vaad etmiştir; veren cenneti alabilir, vermeyen asla! Ancak canından ve malından bir şeyler verebilenler, yani bedelini ödeyenler cenneti satın alabilirler.
3004] 9/Tevbe, 111
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hak yolunda canlarını verenler, mallarını harcayanlar, ancak kendileri için canlarını ve mallarını vermiş olurlar.3005 Yani vermenin mükâfatı yine kendimiz içindir. Allah için değildir. Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.3006 İhtiyaç sahibi biziz; her şeye ihtiyacımız vardır. Yaptığımız her işi severek yapmalıyız. Severek yapılan iş, yarı yarıya kolaylaşan bir iş demektir. İstenmeden ve sevilmeden yapılanda hayır yoktur. Bunun için yapmak zorunda kaldığımız işleri, önceleri sevmesek ve arzu etmesek dahi, severek yapmaya çalışmalı, işimizi yarı yarıya kolaylaştırarak huzurlu bir hayat yaşamalıyız. Hayatı kendi kendimize zehir etmemeliyiz.
Severek ve isteyerek bir iş yapmak, mutlu ve huzurlu hayat şartlarından sadece biridir; sakin ve nazik olma, herkese iyi davranma ve kendimize iyi ve güzel telkinlerde bulunma da diğer önemli şartlardan bazılarıdır. Allah, bir âyetinde, Peygamberimiz’e, insanlara karşı sert ve kaba davransaydı, onları etrafından dağıtırdı, demektedir 3007. Diğer bazı âyetlerde ise, mü’minlerin vasıfları arasında, alçak gönüllü ve mütevâzi olma hali özellikle belirtilmektedir 3008. Böyle bir davranış, en azından bize karşı yapılacak hücumlara karşı, koruyucu bir kalkan görevi görür. Kişiye yönelen tümüyle haksız ve bâtıl olmayan saldırı ve suçlamalar ne kadar az olursa, insan o kadar stres ve üzüntülerden uzak olur.
Şâyet stres ve üzüntü içine düşmüş isek, iyi olduğumuzu, yeryüzünde kötü durumda olan tek kişinin biz olmadığımızı, bizden daha kötü durumda olan kişilerin de bulunduğunu düşünmeli ve kendi kendimize telkinlerde bulunmalıyız. Sıkıntılarımızı içimize gömmemeli, dost ve arkadaşlarımızla paylaşmalıyız. Böylece sırtımıza binen ağır yüklerin hafiflediğini görürüz. Duâ böyle durumlarda en güzel çare ve hafifleme yoludur. Zira dostlar içinde en sâdık ve samimi dost Allah’tır. O’nunla dertlerimizi paylaşmak ve O’ndan yardım ummak kadar hiçbir şey, insanı stresten kurtaramaz. Eş dost ve arkadaşlarımız, Allah’a olan duâ ve niyazlarımızdan sonra gelir. Kader inancı ve Allah’a karşı kayıtsız şartsız teslim olma, stresin en etkin çaresidir. Bu çareyi iyi kullanan insanlar, sağlığını da iyi koruyanlardır.
Bir kişide ruhî ve hissî bir düzensizlik, yani sıkıntı ve üzüntü varsa, o kişinin bulunduğu ve yaşadığı fizikî ortamda da mutlaka uyumsuzluk ve düzensizlik var demektir. Aynı şekilde bir yerde fizikî uyumsuzluk ve düzensizlik varsa, yine orada mutlaka psikolojik bir düzensizlik ve uyumsuzluk var demektir. Ruhî uyumsuzluk ve düzensizlikler, kolaylıkla fizikî düzensizliğe ve keşmekeşliğe dönüşür. Bu sebeple, öncelikle ruh ve his dünyamızı tanzim etmemiz ve korktuklarımızdan emin olarak sıkıntılarımızdan kurtulmamız gerekir. İnsanları dünyevî endişeler içinde en çok korkutan, ölüm, açlık, yarın endişesi ve mesleğini ve şerefini kaybetme gibi olaylardır. Bunlar arasında en önemlisi ve ilk sırada yer alanı şüphesiz, ölüm korkusudur.
Ölüm, tabiî bir kanundur. Her doğal kanun gibi ondan da korkulabilir. Ancak bazı insanlar, ölümden korktuğu kadar, hiçbir şeyden korkmamaktadır. Aslında ölümden değil, ölüme hazırlıksız yakalanmaktan korkulmalıdır. Ölüme hazırlıklı olmak, korktuğundan emin olmak demektir. Hayatta iken görevini yapanlar ve
3005] 29/Ankebût, 6
3006] 29/Ankebût, 6
3007] 3/Âl-i İmrân, 159
3008] 48/Fetih, 29; 5/Mâide, 54
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 725 -
bundan dolayı da kendilerine güvenenler, ölümden diğerlerinin korktuğu gibi korkmazlar, hatta ölümü büyük bir tevekkülle beklerler. İbâdetin dünyada en büyük faydası da belki budur. İbâdetin pek çok faydaları mevcuttur. Bu faydalar arasında en son ve en büyük faydası, sonsuzluğa açılan kapının önünde ve öncesinde insana güven vermesidir. Bu güveni insana ibâdetten başka hiçbir şey sağlayamaz. “Lâ havfun aleyhim velâ hum yahzenûn (onlara ne bir korku ve ne de mahzun olma vardır)”3009 âyetinin ilk tecellisi de belki buradan başlamaktadır.
Ruhî gerilim ve bunun bir parçası olan üzüntü ve sıkıntı, hayatımızın bir parçasıdır. Mevsimler nasıl insan hayatının bir parçası ve insanı etkileyen bir vâkıa ise, sıkıntı, üzüntü ve ruhî gerilimler de insan hayatının gerçekleridir. Ancak, bu ruhî gerilimlerin sürekliliği ve devamlılığı, insan bedenine tamir edilmesi ve geriye döndürülmesi imkânsız zararlar vermektedir. Birikmiş gerilimlerin etkisi, daha çok ileri yaşlarda ortaya çıkmakta ve çoğu kere de insanı ciddî hastalıklara ve ölüme sürüklemektedir.
Olgunluk, bir sabır işidir; uzun vâdeli kazanç uğruna geçici ve kısa vâdeli kazanç ve zevkleri feda edebilmektir. Olgunluk sebattır. Olumsuz etkilere boyun eğmeden hedefe doğru yürümek ve hedefe varmaya çalışmaktır. Olgunluk, irâdedir. Umut kırıcı olaylar karşısında ezilmeme/üzülmeme gücüne sahip olabilmektir. Olgunluk tevâzudur. Olgun bir insan, yanıldığında “hata ettim” veya “özür dilerim” diyebilen insandır. Olgun insan, özü ile sözü, sözü ile de özü bir olan, bilmediği şeyin peşine düşmeyen insandır.3010 Rûhî olgunluk da, ruh sağlığına sahip olmak demektir.
Kur’an’da rûhî gerilimlerden ve bunların tezâhürlerinden sık sık bahsedildiği görülür. Özellikle müslümanların başarısı karşısında inanmayanların duydukları kıskançlık, haset ve öfke bunların davranışlarına yansıyan yönleri üzerinde durulmakta ve inkârcıların rûhî ve fizikî portreleri çizilmekte, mü’minlerin ise, rûhî gerilimlerden uzak, korkusuz ve emniyette bir hayat yaşadıkları ve âhirette de bu hayatın devam edeceği anlatılmaktadır. Kur’an’da sık sık Cenâb-ı Hak, mü’minler için “onlar için ne bir korku, ne de mahzun olma vardır”3011 buyurmaktadır. Bu teminat, esas olarak âhiret hayatı için olmakla birlikte, dünya için de kısmen geçerlidir.
Allah’a tevekkül edip O’na güvenme, O’na teslim olma, yarınından emin olma ve güven içinde yaşama ümidi, insanı huzurlu yapar ve rûhî gerilimlerden uzak tutar. Kâfirlerin, yarınlarından endişeleri vardır. Bu sebeple büyük bir güvensizlik içindedirler. Bu da, onları huzursuz etmekte ve çeşitli rûhî gerilimlere sürüklemektedir. Bu rûhî gerilimlerden kurtulmanın çarelerini ise geçici şeylerde aramaktadırlar. Hâlbuki bunlar, insana ebedî teminat veremez, insandaki sonsuzluk duygusunu tatmin edemez. Dünya fânîdir, geçicidir; âhiret ise sonsuz. Ancak âhiret inancı, insanın sonsuzluk duygusunu tatmin eder.
İman eden insanları, bunalımlardan kurtaracak iki önemli çıkış yolu bulunmaktadır. Birincisi, kadere iman; ikincisi ise, sabır ve duâdır. Kader inancının insana sağladığı rûhî huzur ve sükûnu hiçbir şey sağlayamaz. “Kadere inanan,
3009] 2/Bakara, 38, 62, 112, 262, 274, 277 vd.
3010] 17/İsrâ, 36
3011] 2/Bakara, 38, 62, 112, 262, 274, 277 vd.
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kederden emin olur.” Keder ve üzüntü, insan sağlığını tehdit eden en önemli etkenlerin başında gelir. “Duvarı nem, insanı gam çökertir.” Sabır ve duâ ise, insanı sonsuza bağlar ve onun sonsuzluk duygusunu tatmin eder. Duâ, yaratan ile yaratılan arasındaki münasebetleri düzenleyen en kısa yoldur. Cenâb-ı Hak, “Duânız olmasaydı, Rabbinizin yanında ne kıymetiniz olurdu?”3012 buyurmaktadır. Peygamberimiz’in (s.a.s.) duâ ile ilgili öğütlerinden biri şöyledir: “Allah’ın kendisine sıkıntı anında, başının dara düştüğünde icâbet etmesinden hoşlanan insan, rahatlık anında da bol bol duâ etsin.”3013; “Duâ, gelen ve gelecek olan belâlara karşı fayda verir. Ey Allah’ın kulları, size duâ etmenizi tavsiye ederim; duâ etmeyi ihmal etmeyin.” 3014
Duâ, insanı rahatlatır. İşin neticesini Allah’a havale eden ve O’ndan af dileyen insan, gönül huzuruna ve birine içini dökmenin rahatlığına kavuşur. Sabır, ilk sadme esnasında gösterilen mukavemettir.3015 Hz. Ya’kub, “güzel sabır!”3016 diyor. Kur’an, sabırdan övgü ile bahseder.3017 Sabrın sağladığı rûhî olgunluğu ve neticede elde edilen huzur ve mutluluğu, hiçbir şey sağlayamaz. “İnsan, ziyan içindedir. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.”3018 Sabır, insana direnme gücü verir. Olgunlaştırır ve mutluluk yolunu gösterir. Sabır ve duâ, insanın en samimi iki dostudur. Bu iki dosta sahip olanlar, huzurlu ve mutlu olan insanlardır. Öyleyse huzurlu olmak için, biz niye bu iki dosta sahip olmayalım? 3019
İnsanlığın Derdiyle Dertlenip Hüzünlenmenin Göstergesi: Gözyaşı
“(Cennete girmeyi hak eden mü’minler şöyle) derler: ‘Bizden hüznü, tasayı gideren Allah’a hamd olsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet verendir.” 3020 Allah’ı râzı etmeye koyulmuş mü’minin hüznü cennette bitecek. Bu gerçeği güçlendiren bir sözü de Allah Rasûlü vefatı sırasında başucunda ağlamakta olan Fâtıma’sına söylüyordu: “Ağlama kızım, baban bir daha acı çekmeyecek!” Evet, o güne dek hep acı çekmişti. Çünkü o çok şey biliyordu. Onun bildiğini bilen her kim olsa öyle yapardı. O da öyle demiyor muydu: “Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!” 3021
Onun bildikleri bir yana, ya onun yaşadıkları? Hem yetim, hem öksüz. Ardından bir bir kaybedilen dayanaklar: Abdulmuttalib, Ebû Tâlib, Hz. Hatice ve peş peşe gelen evlât acıları, ölümleri. Tabii bütün bunları bastıran da nübüvvetin ağır yüküydü. Bu nedenle o çok ağlamış, az gülmüştü.
Kan, ter, gözyaşı... Bu üç damla azizdir; bu üç damlanın karıştığı şey de azizdir. Neyin uğrunda olursa olsun, samimi olarak bir dâvâ uğruna dökülen kanların bile karşılıksız kaldığı görülmemiş. Ter de öyle; kim çalışarak ter dökmüş de
3012] 25/Furkan, 72
3013] Tirmizî, Daavât 9, 5, 562
3014] Tirmizî, Daavât, 102, 5, 532
3015] Buhâri, Cenâiz 32; Müslim, Cenâiz 8
3016] 12/Yûsuf, 82
3017] 60/Rûm, 76; 46/Ahkaf, 35; 32/Secde, 24; 12/Yûsuf, 90-91 vd.
3018] 103/Asr, 2-3
3019] Celâl Kırca, Kur’an ve İnsan, s. 220 vd
3020] 35/Fâtır, 34
3021] Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Küsûf 1
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 727 -
karşılığını almamış? Bu ister mü’min ister kâfir olsun, yasa herkes için geçerli, “insan için” diyor Kur’an; “İnsan için yalnız çalıştığının karşılığı vardır.”3022 Gözyaşı da öyle, zulme uğramış birinden dökülüyorsa o damla, düştüğü yeri yakacaktır. Bu üç damla bedeldir, bu bedel ödendiği zaman elde edilen şey meşrûlaşır. Kan, toprağın; ter, ekmeğin; gözyaşı, yüreğin bereketidir.
“Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz.”3023 Sahi, nasıl beceriyorsunuz bunu, diyor Kur’an; imanınızın, Kur’an’ınızın, coğrafyanızın esir edildiği, insanınızın mânevî bir soykırıma uğradığı, tüm değerlerinizin yağmalandığı, sayısız civanın yüreğinden vurulduğu bir ortamda hâlâ nasıl gülebiliyorsunuz, diye soruyor. Gerçekten, nasıl beceriyorsunuz bunu? Tabii ki, buna becermek demezler; gaflet derler, vurdum duymazlık derler, hamâkat derler...
Eğer bilseydik Önderimiz Efendimiz’in bildiğini, çok ağlayıp az gülerdik. O yakîn derecesinde biliyordu gazabı, kahrı, cehennemi. Bu gerçeklerin ârifiydi O. Biz de bunları “irfan” derecesinde bilseydik Onun gibi yapacak, çok ağlayacak, az gülecektik. Evet, bilseydik göğsümüzde nükleer bir güç merkezi taşıdığımızı ve bunun her gün üzerine yağan günahlarla paslandığını, bu pası çözecek tek kimya olan gözyaşını bir umman gibi salacaktık gecelerin koynuna.
Eğer bilseydik günah hedeflerini on ikiden vuran istiğfâr silâhının mermileri gözyaşıdır, gönlümüze gözümüzden bir ırmak bağlayacaktık. Eğer bilseydik duâlarımızı yüce makama tez ulaştırmanın en emin yolu onlara gözyaşından kanatlar takmaktır, Yunus gibi “ağla gözlerim ağla, gülmezem ayruk” diyecektik. Eğer erseydik sırrına “Yevme lâ yenfau mâlun ve lâ benûn (O günde malın da evlâtların da faydası olmaz)” ifadesinin, bir “kalb-i selîm’e sahip olmak için, değil birkaç damla yaşı, bir çift gözü bile fedâ edecektik.
Eğer bilseydik her gün en çok kullandığımız organların başında elimiz, zihnimiz ve kalbimiz gelir; bu üçü içerisinden de en çok kullandığımız ve kirlettiğimiz kalbimizdir. Onu pislik içerisinde koyduğumuz için, Allah korkusundan dökülen yaşlarla yıkamadığımız için hayıflanacaktık.
Eğer imanın neler çektiğini onun yerinde olup anlayabilseydik, ağlayabilirdik. İhsan düzeyinde inansaydık Allah'a, azaba, ikaaba, mîzana, hesâba, gözümüzden yaş değil; kan akıtırdık. Öyle buyurmuştu ya Yesrib’li delikanlı için Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz: “Allah korkusu, kardeşinizin yüreğini dağladı.”
Evet, bütün bunları anlayabilseydik, ağlayabilecektik. “Melâli bilmeyen nesle âşinâ değiliz” diyordu Hâşim. Biz âşinâ olduk ey şâir, hem de öylesine âşinâ olduk ki, bu İslâm irfanının nebevî yöntemlerini “romantizm” sayanlar bile çıktı içimizden. Hissizliğin, duygusuzluğun bir tek mâzereti var: Kalp katılığı; o da meşrû değil.
“Şarkı görmez, garbı bilmez, edepten yok pâyesi
Bir utanmaz yüz, yaşarmaz göz, bütün sermâyesi.”
Anlayamayanlar, ağlayamazlar; hatta ağlanacak hallerine gülerler. İşte biz böyle olduk. 3024
3022] 53/Necm, 39
3023] 53/Necm, 60
3024] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 79-82
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bencil Kaygılardan Sencil Çözümlere; Çile ve Hüznün İmanla İlişkisi
Maddî ıstırapların başkalarına geçiş yapamayıp onu çekenlerin nefislerinde kalması ve çeşitli tedavi yöntemleri ve ilaçlarla kısa bir zaman sonra gücünü kaybederek unutulup gitmesine rağmen; mânevî ıstıraplar öyle değildir. Bunlar, ilaçla, merhemle dinmez, zamanla bazen bir azalma kaydetse de, çoğunlukla zamanla daha büyür, daha rahatsız edici hal alır. Mânevî ıstırap, maddî ıstırabın başkalarına geçen ve onlar üzerinde çeşitli şekil ve tarzlarda akisler bırakan şeklidir. Maddî ıstırap bölünemez; şâyet bölünebilseydi, bir sopa darbesiyle oluşacak acı, yüz bin kişiye bölündüğünde, her bir kişiye bir toplu iğnenin batması kadar bir kısım düşerdi. Buna mukabil, mânevî ıstırap bölünebilir ve bölündükçe de bölünme oranında bir artış kaydeder. Hal böyle olunca, bu ıstırabın başkalarına geçmesi ve çoğalması ıstırap çeken insanın ıstırabı oranında olmaktan ziyade, karşısındakinin ruh yapısına bağlıdır. Maddî ıstırap, dışarıdan gelen darbelerin şiddetine göre etki eder, yani verene tâbidir. Mânevî ıstırap ise verene değil; alana göre değişir. Bu ıstırap ve çile, onun etkisinde kalacak insanın ruh seviyesine göre değişir. İnsanlardan başka diğer canlılarda bu hal yoktur. Nitekim, kırbaç vurulan bir atı gören insanın dışındaki diğer canlılar, kendi hesaplarına belki ürkerler, ama hiçbir zaman onun çektiği acıdan ötürü nefislerinde bir acı, bir ıstırap, üzüntü duymazlar. İşte insanı diğer canlılardan ayırıp onların üstüne çıkaran, kısacası insanı insan yapan, halife yapan bu tarafıdır.
İslâm, bencillik ve bireyselliğe, ilgisizlik ve vurdumduymazlığa müsamaha göstermez: “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” “Doğuda bir müslümanın ayağına diken batsa, garptaki bir müslüman bunun acısını duyup üzülmezse, o onlardan değildir.” Bu hadisler ve benzer düsturlarıyla İslâm, bu ıstırabı ibâdetleştirmekten de öte, imanlaştırmaktadır. Bu gerekçelerle ıstırap ve dâvânın çilesini ta iliklerinde hissetmek, iman kardeşlerinin dertleriyle dertlenip üzüntülerine ortak olmak, müslümanın bütün bir ömür boyu kendinden ayrılamayacak ruh halidir. O yüzden müslüman dertsiz, çilesiz, gamsız, bencil ve boş veren bir kimse değil; ıstırap çeken, çilekeş ve mahzun bir insandır. Onun ıstırap ve üzüntüsü, kendisine yüklenen sorumluluktan ötürü duyduğu mes’ûliyetin kendisine yaşattığı ruh halidir. O ıstırap çekip, İslâm’ın ve müslümanların dertleriyle hüzünlendikçe imanı kuvvetlenecek, imanı seviye kat ettikçe daha çok çile çekecektir. Bütün bir ömür böylece geçecektir.
Yüce dâvâ uğruna çekilen ıstırap, çile ve üzüntü, insanı rûhen yükselten, onu olgunlaştıran en büyük etkendir. Nasıl ki altın madeni topraktan çıkarıldıktan sonra yüksek ısıda eritme fırınlarında defalarca eritildikten ve kuyumcunun örsünde, onun çekici altında ve mengenesi arasında çile çektikten sonra, ancak o zaman, padişahların başı üstünde ihtimam ve iftiharla taşınan taç haline gelebilmektedir. O, dün toprakta ayaklar altında iken de, bugün padişahların başı üzerlerinde taşınırken de, aynı altındır. Fakat mukayese kabul etmez derecedeki bu fark, onun bu arada çektiği acı, sıkıntı, çile ve ıstırabın bir sonucudur. Bu işlemler esnasında, altına fikri sorulabilseydi, kendisine revâ görülen bu hallerin ancak kendisinin toprak altındaki rahat ve huzurunu bozmaktan başka bir işe yaramadığını söylerdi dili olsaydı. Ve kendisine bu üstünlüğü sağlamış olan çilelerin kıymeti bu sonuçla ona gösterilebilse, çile çekmeyenlerle karşılaştırma yapılarak anlatılabilseydi, mahcup olup, müteşekkir kalabilecekti. Dikkat edilirse, bütün
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 729 -
bu çekilenler altına, altın olması bakımından hiçbir şey ilâve etmemiştir. Bununla beraber bu altın, başlar üstünde taşınır hale bu çektikleriyle gelebilmiştir.
Aynen bunun gibi, çekilen sıkıntı ve ıstıraplar da, insanların ruhlarına fazladan bir şey katmazlar. Fakat onların mânen yükselmesini, ulvîleşmesini sağlarlar. “En büyük belâlar Peygamberlerin, sonra velîlerin ve sonra sırası ile diğer mü’minlerin başınadır” şeklindeki hadis-i şerif, bu hakikati en güzel şekilde dile getirmektedir.
Yalnız, bu ifadelerden, insanların Yüce Allah’tan acı, ıstırap, felâket ve hüzün istemelerinin tavsiye edildiği sonucu çıkarılmamalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu kesinlikle yasaklamış ve bize Allah Teâlâ’dan daima sıhhat ve âfiyet talep etmeyi tavsiye etmiştir.
Başkalarının acı ve ıstırabına ortak olmak, onların dertleriyle dertlenip üzüntülerini paylaşmak, günümüzün bireysel zevk anlayışına zıt, ciddi bir nefis eğitimi ve ruh seviyesi isteyen bir haldir. İslâm, bu durumu imanlaştırmıştır. Bunun için de, önce namaz, oruç, zekât, infak, kurban vs. gibi ibâdetlerle, kendi bağlılarını maddeten ve mânen eğiterek onları, bunu kabule hazırlamış ve daha sonra da “yeryüzündeki canlılara merhamet edip acıyın ki, gökyüzündekiler de sizlere merhamet etsin” ve benzeri telkin ve esaslarıyla, mü’minleri bu istikamete yöneltmiştir. Nihâyet “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir.” ihtar ve emirleriyle bu istikameti göstermiş ve bunu bir iman meselesi haline getirmiştir. Bu gerekçelerle müslüman, çilekeş, mahzun bir varlıktır. O çile çektikçe imanı kuvvetlenecek ve imanı kuvvetlendikçe de daha çok çile çekecektir. Bu böylece bütün bir ömür boyu sürüp gidecek, “korku ve üzüntü olmayan” gerçek mutluluk yurdunu hak etmiş olacaktır.
Bunun en güzel, en canlı misali, Hz. Ömer’in (r.a.) İslâm’dan önceki ve İslâm’dan sonraki hareket ve davranışları arasındaki bâriz farktır. İslâm’dan önce çocuğunu diri diri toprağa gömen Ömer’in (r.a.), İslâm’dan sonra, bir keçi yavrusunun Dicle nehri üzerindeki bir köprüden geçerken, bu köprünün kendi ihmali sonucu harap olarak ayağının kırılmasına sebep olması ihtimaliyle tir tir titreyerek hüngür hüngür ağlaması, değil başka insanların, insan dışındaki canlıların bile çektikleri ve hatta çekecekleri acı ve ıstırabı kendi nefsinde duymuş olmanın en canlı ifadesidir. Yine Hz. Ömer’in (r.a.) başkalarının acı, ıstırap ve üzüntü içinde olmaları ihtimaliyle sabaha kadar gözünü kırpmadan sokaklarda, mahalle aralarında dolaşması, müslümanın ruh büyüklüğünü gösteren en güzel bir örnektir. Zira o da insandı. O da etten ve kemiktendi. Muhakkak o da istirahat etmek, dinlenmek ihtiyacını duymakta idi. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar böylesine bir mesâiye nasıl olup da tahammül ediyordu? Bir insan olarak bunu nasıl başarabiliyordu? Hepimizden çok yorulmasına rağmen yine de gece gündüz çalışıyordu. Çünkü kendisini buna mecbur kabul ediyordu. Zira sahip olduğu imanın kendisine verdiği başkalarının dertleriyle dertlenmek ve üzüntülerine ortak olmak sorumluluğu, onun ruhunda bir enerji, bir güç haline gelmekte ve onu bitmek tükenmek bilmeyen bir eylemin, sâlih amelin içine çekmekte idi.
Birkaç sene evvel çocuğunu diri diri gömen Ömer (r.a.)’in, birkaç sene zarfında bir keçi yavrusunun ayağının kırılması ihtimaliyle müteessir ve mahzun olacak kadar rûhî olgunluğa erişmiş olması, ancak İslâmiyet’in bu çeşit çileleri imanlaştırmış olmasıyla mümkün olabilmiştir.
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Maddî dert ve ıstırap, “ben”den başlar, “ben”de devam eder ve yine “ben”de biter. Mânevî ıstırap ve çile ise, “sen” veya “o”dan başlar, “ben”e intikal eder ve yine “ben”den “sen” veya “o”na döner ve orada son bulur. Böylece devrini de tamamlamış olur. “Sen” veya “o”ndan “ben”e geçiş his/duygu halinde, hâlbuki “ben”den “sen” veya “o”na geçiş ise iş halindedir. Yani, “ben”e his olarak gelmekte ve “ben”den iş/eylem olarak geri dönmektedir. Başka bir deyişle, birincisinin başlayış ve bitişi “ben”, diğerininki ise “sen”dir. Bu münasebetle, maddî ıstırap “ben”de başlayıp “ben”de bittiği için “bencil”dir. Mânevî ıstırap, yani çile ise, “sen”de başlayıp “sen”de bittiği için de “sencil”dir. Bundan dolayı da maddî ıstırap ve acılar “bencilliği”, mânevî ıstırap, yani çile ise “sencilliği” doğuracaktır. Yani, birisi kendi hizmetinde, diğeri de başkasının hizmetinde olacaktır.
Biz, diğer kardeşlerimizin acı ve sıkıntılarına iştirak ettiğimiz, bunu paylaştığımız ve nihâyet bu acı ve ıstırabı, bu hüznü içimizde hissettiğimiz oranda iman bakımından olgun ve kâmiliz demektir. Meselâ, bir kış gecesi kar altında beton üzerinde yatmış olan ufacık yavruların bu bitmez tükenmez çileleri, eğer bizim sıcak yatağımızdaki rahatımızı ve zevkimizi kaçırmıyorsa, ilk yapacağımız iş, ellerimizi açarak Allah Teâlâ’dan yaptığımız ibâdetleri kabul etmesini istemek ve bize İslâm’ın esasını, özünü anlayacak zihin açıklığı, ruh büyüklüğü ve teslimiyet vermesini dilemek olmalıdır. 3025
Tefekküre dalıp hüzünlenmek ayrı şeydir, karamsar düşünceler içinde surat asmak çok ayrı. İnsanların yanında mütebessim, sadece Allah’la başbaşa olduğumuzda da mahzun olmak, Ekrem Rasûl’ün sünnet ve sîreti idi. Onun, insanlar içinde daima ümitvâr, iyimser ve yüzünde tebessümü eksik olmayan tavrı, Allah’a karşı mahzun olmaya engel değildi. Gerçek anlamda ve tavsiye edilen “mahzun olma”yı, kahkaha ile gülmemek, Allah’la beraber olmak, O’nu her an hatırlayıp her ânını ibâdet haline getirmek, ölümü ve sonrasını düşünmek, sorumluluk bilincini kuşanmak, insanların dertleriyle dertlenip ilgilenmek sağlar.
Ama tavsiye edilen hüzün, hiçbir zaman marazî bir bunalım, bedbîn, karamsar bir tavır, hastalıklı bir somurtuş ve gergin bir çehre demek değildir. Gönle buruk bir zevk, tatlı bir âhenk veren, ruhu okşayan, onu doyuran, vicdanı ve hayır duygusunu besleyen, insanı olgunlaştıran özelliklerdir olumlu hüzün.
İslâm ne kadar cemaat ve cemiyet dini ise, Batı hayatı o kadar bireycidir. Herkes kendisi için ve kendi dünyasında yaşar Batılı ve bâtıl düzen ve dünya görüşünde. İnsanımız da batı virüsünden kafa ve gönlüne bulaşıcı hastalıklar kaptığı günden bu yana yalnızdır; dertleriyle baş başadır. Kendi kendine yetmeye, başkalarını boş vermeye dayalıdır hayat felsefesi. Dünyanın en uzak köşesinde bir müslümanın ayağına batan diken, herhangi bir insanın gönlüne batan küfür ve şirk dikeni, onun rahatını ve varsa eğlencesini kaçırmaya yeter de artar bile. Kendisinin, çevresinin ve giderek halifesi olduğu yeryüzünün sorumluluğu, onu bırakın gülüp oynamak; ağlamak ve üzülmek için bile vakti olmadığını, kendisine çok iş düştüğünü tatlı bir hüzünle hatırlatacaktır.
Komşusu açken tok yatması câiz olmayan bir mü’minin, özellikle iman, takvâ ve ahlâk olarak gönüllerin açlıktan sahibini komalık ettiği bir ortamda, kendi basit dertlerini öne çıkarması doğru olur mu? Hüznün, insanın ta ciğerine işleyen
3025] Ali Murat Daryal, Dinî Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, s. 24 vd.
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 731 -
buruk ama tatlı bu hüzünle birlikte şükür ve sorumluluk bilincinin takviyesi için Allah rasûlü hasta ve kabir ziyaretlerini tavsiye etmiştir. Üzülmek, insanı önemsemektir; onu ciddiye almaktır.
Televizyon öncesi Anadolu’da düğün tarihine yakın köyde bir ölüm vuku bulduğunda, komşu ve yakın kimselerin üzüntüsüne ortak olmak için düğün ertelenirdi. Şimdi ise... Şâirin dediği gibi; “Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!” İnsanlığın fesadı, “bana ne?”, “neme lâzım?”, “her koyun kendi bacağından asılır!” gibi ata sözü değil; “ate sözleri”yle azgınlaşmıştır. Münkeri yasaklayıp mârufu emretmenin yerini, “boşvermişlik” ve adına “demokrasi” ve “özgürlük” dedikleri “kişinin kendine/hevâsına tapma” almıştır.
Allah hiçbir duygumuzu boşuna veya bize zararı olsun diye yaratmamıştır. Fıtratımıza yerleştirilen hüzün duygusu da, sınırı ve dozu ayarlanmak kaydıyla insânî erdemlerden biridir. Bitkilerde ve hayvanlarda bu duygu yoktur. Ot gibi, at gibi yaşamak isteyenler de olumlu hüzünden uzak yaşamak için çırpınanlar, dünyayı oyun ve eğlence yeri gibi görenlerdir.
Kur’an’ı Hüzünlenerek Okumak
Mü’minler, Allah zikredildiği/anıldığı zaman kalpleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları artan kimselerdir 3026. Kur’an, biz insanlara değil de; dağa indirilmiş olsaydı, onu Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görecektik 3027. O yüzden biz de Kur’an’ı huşû içinde, duygulanarak, hüzünlenerek, ürpererek, gözyaşları içinde okumalıyız. Zaten Kur’an iyi anlaşılıp hissedilerek okunduğunda huşû duymamak, ürpermemek mümkün değildir.
“Rasûl’e indirileni (Kur’an’ı) duydukları zaman, kavradıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün.” 3028 “Rablerinden korkanların bu Kitaptan tüyleri ürperir. Sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır.” 3029; “...Ağlayarak yüzüstü kapanırlar. Kur’an onların huşûunu artırır.” 3030
Rasûlullah (s.a.s.), Kur’an okurken çok duygulanır ve çok ağlardı. O, zaman zaman İbn Mes’ûd’a Kur’an okutur ve dinlerken gözyaşlarını tutamazdı. İbn Mes’ûd anlatıyor: “Rasûlullah bana; “Kur’an’ı bana oku!” buyurdu. Ben (hayretle): “Sana indirilmiş bulunan Kur’an’ı mı sana okuyayım?” diye sordum. Bana: “Evet, ben onu kendimden başkasından dinlemeyi de seviyorum!” dedi. Ben de ona Nisâ sûresini okumaya başladım. Ne zaman ki, “Her ümmete bir şâhid getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şâhid getirdiğimiz vakit durumları nasıl olacak?” meâlindeki 41. âyete geldim. “Dur!” dedi. Durdum ve dönüp Rasûlullah’a baktım; ne göreyim, iki gözünden de yaşlar akıyordu.”3031 Abdullah bin Sıhhir şöyle anlatır: “Bir gün Rasûlullah’ın yanına gelmiştim; namaz kılıyordu ve ağlamaktan, göğsü kaynayan kazan gibi fokurduyordu.” 3032
Bir hadis rivâyeti şöyledir: “Kur’an okuma bakımından, insanların en güzeli,
3026] 8/Enfâl, 2
3027] 59/Haşr, 21
3028] 5/Mâide, 83
3029] 39/Zümer, 23
3030] 17/İsrâ, 109
3031] Buhârî, Fedâilu’l Kur’an 32, 33, 35; Müslim, Müsâfirûn 247; Tirmizî, Tefsir, hadis no: 3027
3032] Riyâzu’s-Sâlihîn I/486
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
okuduğu zaman Allah’tan haşyet ettiğini (saygıyla çekinip korktuğunu) gördüğüm kimsedir.” Kur’an’ı indiği şekle ve ortama uygun olarak okumak gerekir. İndiği ortam da genellikle hüzün ortamı idi. “Kur’an’ı hüzünle okuyun. Çünkü o, hüzünle nâzil olmuştur.” 3033 Kur’an’ı hüzünle okumak: Okurken tabiî hali terkederek sanki hudû ve huşûdan ağlıyormuş tavrı takınmaktır. Kur’ân-ı Kerim okurken ağlamak müstahaptır. “Kur’an’ı okuyun ve ağlayın. Şâyet ağlayamıyorsanız ağlamaya çalışın veya (hiç olmazsa) ağlar gibi olun,.”3034; “Muhakkak ki bu Kur’an hüzün ile nâzil olmuştur. O’nu okuduğunuz zaman ağlayın. Şâyet ağlayamıyorsanız ağlayanın hali içinde olmaya çalışın.”3035; “Kur’an’ı kendi edâsı ile okumayan bizden değildir.”3036; “Kıraat yönünden insanların en güzeli, Kur’an okurken hüzünlenen kimsedir.” Peygamberimiz (s.a.s.)“Size bir sûre okuyacağım ki, bu sûre okunurken kim ağlarsa cennetliktir. Ağlayamazsa hüzünlü bulunsun.” buyurmuş ve her zamanki hüzünlü bir sesi ile Tekâsür sûresini okumuştur.
Aynı şekilde, sahâbe de Kur’an’ı kendilerinden geçerek huşû içinde, hüzünlü bir edâ ile okuyorlardı. Hz. Ebûbekir Kur’an okurken gözyaşlarını tutamazdı. Hz. Ömer de Kur’an okurken sık sık ağlardı. Bir keresinde Hz. Ömer, cemaate yatsı namazını kıldırırken Yûsuf sûresini okuyordu. Şu âyetlere geldiğinde kendisini tutamayarak yüksek sesle ağlamaya başladı; öyle ki hıçkırıkları en arka saftan duyulmuştu: “Oğulları: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin’ dediler. Ya’kub: ‘Ben hüznümü ve kederim yalnız Allah’a arzederim ve Allah’tan (vahiy ile) sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum’ dedi.” 3037
Hasan-ı Basrî şöyle derdi: “Kur’an’ı, O’na inanarak okuyanların hüznü artar, sevinci azalır; ağlaması çoğalır, gülmesi azalır; meşgalesi çoğalır, tembelliği ve neşesi azalır.”3038 İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “İsrâ sûresindeki secde âyetlerini3039 okuyunca, ağlayıncaya kadar secde etmekte acele etmeyin. Şâyet sizden birinin gözü ağlamıyorsa kalbi ağlasın.” Gazâli şöyle der: Ağlamanın yolu, kalbe hüzün getirmektir. Hüzün/üzüntüden ağlamak meydana gelir. Hüzünlenmenin yolu, Kur’an’daki tehdit, misak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden yoksun olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür. 3040
İnsana Huzur Değil; Huzursuzluk Veren Hüzün ve Kurtuluş Çaresi
Olumsuz anlamdaki hüzne gelince... Başımıza gelen hastalık, fakirlik, sevdiklerimizin ölümü gibi musibetler, birer imtihan olduğu için bunlara sabır göstermeli ve gereğinden fazla ya da gerçek anlamda üzülmemeliyiz. Kadere iman, bu tür üzüntülere en güzel frendir. “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen
3033] Ebû Ya’lâ, Taberânî, El-Evsat; Ebû Nuaym, el-Hilye; Feyzu’l Kadir, c. 2, s. 62, hds no: 1335; Mecmau’z Zevâid, c. 7, s. 170
3034] İbn Mâce, İkame 176
3035] İbn Mâce, I/424
3036] Buhârî, Tevhid 44; Ebû Dâvud, Vitr 20; Ahmed bin Hanbel, Müsned I/172, 175, 179
3037] 12/Yûsuf, 85-86; Hadislerle Müslümanlık, 4/1479
3038] İhyâ I/810
3039] 17/İsrâ, 107-109
3040] İhyâ, 2/692
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 733 -
herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenenleri kimseleri sevmez.” 3041
Dünyevî anlamda ve sâlih amele yöneltmeyen, yani faydası değil psikolojik zararları olan üzüntü, can sıkıntısı, gönül daralması için, Peygamberimiz’in tavsiyesi şudur: “Ben bir söz biliyorum ki, üzüntüye düşen onu söylerse, Allah bu üzüntüyü giderir. O da kardeşim Yûnus’un sözüdür.”3042 Biliyoruz ki Yûnus (a.s.) balığın karnında karanlıklar içinde üzgün bir halde iken Rabbine şu duâyı yapmıştır: “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn = Senden başka ilâh yoktur. Seni tesbih ve tenzih ederim; Sen her kusurdan münezzehsin. Ben zâlimlerden oldum.” 3043
Peygamberimiz, bu tür olumsuz üzüntüden Allah’a sığınır ve bunu tavsiye ederdi. Bir gün Allah Rasûlü mescide girdi. Ensârdan Ebû Ümâme’yi üzgün bir şekilde gördü. Sebebini sorduğunda, üzüntü ve borçlarından dolayı bu halde olduğunu öğrendi ve şu teklifi yaptı: “Sana, söylediğin takdirde Yüce Allah’ın üzüntünü gidereceği, borçlarını ödeme imkânı vereceği bir söz öğreteyim mi?” Ebû Ümâme, sevinç içinde, ‘öğret yâ Rasûlallah’ deyince, Efendimiz şöyle buyurdu: “Öyleyse sabah akşam şu duâyı yap: ‘Allahümme innî eûzü bike mine’l hemmi ve’l-huzni ve mine’l cübni vel buhli ve mine’l aczi ve’l keseli ve min ğalebeti’d deyni ve kahri’r-ricâl = Allah’ım; üzüntü ve kederden, korkaklık ve cimrilikten, âcizlik ve tembellikten, borca batmaktan ve insanların kahrına uğramaktan Sana sığınıyorum.” Ebû Ümâme, diyor: “Bu tavsiyeyi ve duâyı yapmaya başladım. Yüce Allah üzüntülerimi giderdi, borçlarımı da ödeme imkânı verdi.” 3044
Tabii, bu arada duânın, sadece dille olmadığını, duâ lafızlarının anlamlarını gönülden kabulle, ihlâsla dillendirilmesi ve bundan da önce fiille/eylemle de duâ edilip sebeplere yapışılması gerektiğini unutmamalı. Yani üzüntüden Allah’a sığınırken, üzüntü verecek hususlardan uzak kalmak ve onu gönülden uzaklaştırmak için çabalamak da gerekecektir.
“Allah, devamlı istiğfar edenin, her (dünyevî) üzüntüsünü sevince dönüştürür. Her zorluktan çıkış yolu verir. Ummadığı yerden ona rızık kapıları açar.”3045 Rasûlullah’a böyle bir üzüntü geldiğinde nasıl davrandığını da biliyoruz: “Bir iş, kendisini üzdüğünde, Rasûlullah namaz kılmaya sığınırdı.”3046; “Üzüntü ve kederi artan bol bol ‘lâ havle velâ kuvvete illâ billâh = Allah’ın dışında güç ve kuvvet kaynağı yoktur’ desin.”3047 Ve, hâlâ geçmeyen ciddî bir dünyevî üzüntü varsa, onun da ilacını belirten bir tavsiyesi: “Cihad yapın. Çünkü o, cennet kapılarından biridir. Allah onunla nefislerden üzüntü, gam ve kederi uzaklaştırır.” 3048
3041] 57/Hadîd, 22-23
3042] Tirmizî
3043] 21/Enbiyâ, 87
3044] Ebû Dâvud
3045] Ebû Dâvud
3046] Ahmed bin Hanbel, Müsned
3047] Buhârî ve Müslim
3048] Taberânî
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hüzün Kokulu Düşünceler
Ne varlığa gerçek anlamda sevinmeli; ne de yokluk ve zorluklara gerçek anlamda üzülmelidir. Bunların tümü, sonunda kazanma veya kaybetmek olan birer sınav ve sorumluluğu olan emanettir. “De ki: ‘Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kaadirsin. ...Dilediğine de sayısız rızık verirsin.” 3049
Varlık ve imkânlar da, yokluk ve zorluklar da birer imtihandır. Kişi, hidâyet üzere ise, kendisinin Allah için yaşadığını bilecek ve dönüşün ancak O’na olduğunu unutmadan tüm zorluk ve eksiltmelere sabredecektir: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile dener, imtihan ederiz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir musibet/belâ geldiği zaman: ‘Biz Allah içiniz ve biz O’na döneceğiz’ derler.” 3050
Dereler ve nehirler, önüne çıkan engeller veya aşırı yağışlar ile yatağını, yani istikameti bırakıp taşabiliyor ve büyük zararlara sebep olabiliyor. Aynen akar su gibi, hareket halindeki varlıklar ve özellikle insan da kendisine tayin edilmiş istikametten ayrılırsa benzer büyük zararlara sebep olacaktır. Bir uçağın veya geminin, bir silah veya füzenin hedef noktasını şaşırmasının nelere mal olacağını düşünmek yeterlidir.
Bir orman (dünya) içinde, evine (Allah’a ve O’nun cennetine) gitmekte olan bir insanı düşünelim. Bu insan yolunu, istikamet ve hedefini şaşırıp kaybeder ve Tih çölünde kırk sene şaşkın şaşkın dönen yahudiler gibi, orman içinde kalmaya mahkûm olursa, o takdirde gerçek anlamda hüzün/üzüntü ve bunalım ortaya çıkacaktır.
Kuşlar, ağaçlar, çayırlar, çiçekler, ırmaklar, şelâleler, meyveler... onu evin yolunu kaybettiği takdirde ne dereceye kadar doyurup tatmin edecektir? Bu kaybolan kişinin, unutmuş görünse de, her gün, her saat gizli veya açık düşüncesi ve üzüntüsü evinin hasreti, arzu ve iştiyakından başka bir şey olur mu dersiniz? Diğer taraftan, istikametini tutmuş, dosdoğru yolu üzerinde emin, atına veya arabasına binmiş (Allah’a kulluk aracı ve helâl bir meslek) bir insanı düşünelim; bu kişi, huzur ve keyifle ormandan geçip gidecek, etrafta gördüğü şelâle değil; su birikintisi dahi, çiçek değil; diken bile (bazı sosyo-ekonomik zorluk ve imkânsızlıklar) bu insana sadece huzur ve zevk verecektir. Niçin bazen fakir bir adamın (ormandaki yaya) “ya Rabbi şükür!” diyebildiği, huzur içinde çalışıp durduğu halde, zengin veya makam mevki sahibi bir insanın, sıkıntı ve üzüntüsünden belki de intihar düşüncesini kafasından attığı bir saat bile bulamadığının sebebi, bu şekilde, istikamet, kulluk ve sorumluluk bilinciyle daha iyi kavranılır. Dosdoğru yol ve yoldan çıkıp kaybolanlar; sırât-ı müstakîmde hidâyet üzere cennete doğru yol alanların huzur ve mutluluğu; diğerlerinin üzüntüler içinde mahvolması, gerektiği şekilde ibret alınmazsa devam edip gidecek.
Evet, sorun ve çözüm “istikamet” kavramında odaklanıyor. Nereye doğru gittiğimiz, hangi yolu takip ettiğimiz, ya huzurun altınsı ışıması içinde ormanın sona eren noktasını görmeyi veya ormanda kaybolup kurda kuşa yem olmayı
3049] 3/Âl-i İmrân, 26-27
3050] 2/Bakara, 155-156
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 735 -
bekleyerek bin bir üzüntü içinde kahrolmayı sonuçlandıracaktır.
Yoldan çıkanların sonu, tükenmeyen üzüntülerle uçurumlara, cehennem çukurlarına yuvarlanmaktır. Beden aracını, kullanma kılavuzuna uyarak, bizi çok sevdiği için kaza yapmamızı istemeyen Zâtın yol gösteren kurallarına ve yoldaki işaretlerine göre kullanıp hedefe ulaşarak yolculuğu tamamlamaktır doğru olan. Bir de (dünya malıyla) sarhoş, kalabalık yolda hız sınırını aşan, kurallara riâyet etmeyen ehliyetsiz şoförler var. Birkaç dakika yalancı zevk ve sonra sonsuz üzüntüler... İman edip sâlih ameller işleyenlere, “Rabbim Allah’tır” deyip hedefini şaşırmadan istikamet üzere dosdoğru gidenlere ise korku ve üzüntü yoktur. Yarışı kazanan, ödülü hak eden sürücüler bunlardır.
“Üzüntü de mutluluk ve neşe de bulaşıcı şeylerdir.”
“Üzüntüsünü belli etmeyen onu yarı yarıya mağlup etmiştir.”
“Sebebi belli üzüntüye dayanmak kolaydır; nedeni belirsiz hüzün ise öldürücüdür.”
“Hayatın büyük üzüntüleri için cesarete, küçükleri için de sabır ve dayanıklılığa sahip olmalıyız.”
“Soyulduğu halde gülen adam, hırsızdan bir şey çalmış demektir; boş yere üzülen ise kendi kendini soyar.”
“Arkasından sevineceğin bir üzüntü, sonunda üzüleceğin bir sevinçten daha iyidir.”
Allah’la geçmeyen her saniye, dünya ve âhirette sonsuz hüzünlere sebeptir. Ne mutlu sonsuz âlemde korkusuz ve üzüntüsüz yaşamak için, gerekli tüm sınavlarını başaranlara...
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’den Hüzün/Üzüntü Konusunda Âyet-i Kerimeler
Huzn Kelimesi ve Değişik Çekimleriyle İlgili Kelimelerin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 42 Yerde:) 2/Bakara, 38, 62, 112, 262, 274, 277; 3/Âl-i İmrân, 139, 153, 170, 176; 5/Mâide, 41, 69; 6/En’âm, 33, 48; 7/A’râf, 35, 49; 9/Tevbe, 40, 92; 10/Yûnus, 62, 65; 12/Yûsuf, 13, 84, 86; 15/Hıcr, 88; 16/Nahl, 127; 19/Meryem, 24; 20/Tâhâ, 40; 21/Enbiyâ, 103; 27/Neml, 70; 28/Kasas, 7, 8, 13; 29/Ankebût, 33; 31/Lokman, 23; 33/Ahzâb, 51; 35/Fâtır, 34; 36/Yâsin, 76; 39/Zümer, 61; 41/Fussılet, 30; 43/Zuhruf, 68; 46/Ahkaf, 13; 58/Mücâdele, 10.
Hüzün Konusuyla İlgili Âyetler
Hidâyete Tâbi Olan Mü’minlere (Âhirette) Korku ve Üzüntü Yoktur: 2/Bakara, 38, 62, 112, 262, 274, 277; 3/Âl-i İmrân, 170; 5/Mâide, 69; 6/En’âm, 48; 7/A’râf, 35; 10/Yûnus, 62; 35/Zümer, 61.
Cennete Girenlere Korku ve Üzüntü Olmadığı Müjdesi Yapılır: 7/A’râf, 49; 41/Fussılet, 30; 43/Zuhruf, 68; 35/Fâtır, 34.
Rabbim Allah’tır Deyip Dosdoğru Olanlara Korku ve Üzüntü Yoktur: 41/Fussılet, 30; 46/Ahkaf, 13.
Üzülmeyin, Gevşemeyin, Mü’minseniz Üstünsünüz: 3/Âl-i İmran, 139.
Hicrette Peygamberimiz’in Hz. Ebûbekir’e Hüzünlenmemesini İstemesi: 9/Tevbe, 40.
Müşriklerin Tavırlarına Üzülmemek: 3/Âl-i İmrân, 176; 5/Mâide, 41; 6/En’âm, 33; 10/Yûnus, 65; 15/Hicr, 82; 16/Nahl, 127; 27/Neml, 70; 31/Lokman, 23; 36/Yâsin, 76.
Bazı Peygamberler İçin Doğal Üzülme Örnekleri: 12/Yûsuf, 13, 84, 86; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 7, 13; 29/Ankebut, 33.
Cihad İçin İmkân Bulamayan Fakir Müslümanların Üzüntüsü: 9/Tevbe, 92.
Şeytan, Mü’minleri Üzmek İçin Gizli Konuşmalardan Yararlanır: 58/Mücâdele, 10.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 279; 311-313
2. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 311-312; 363
3. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 2, s. 439-441; c. 3, s. 57
4. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 126-127
5. Hulâsatü’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 106; 143-144
6. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 19, s. 73-76
7. Hüzün Hastalığı, Kemal Sayar, İz Y. s. 81-99
8. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 83-85
9. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 185-188
10. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 79-82
11. Kur'an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y. s. 220-235
12. Dinî Hayatın Psiko -Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 24-31
13. Sağlıklı Yaşama ve Başarı, H. Hüseyin Korkmaz, Nesil Y. s. 60-64, 92, 94
14. Merak Ettiklerimiz, A. Tatlı, M. Dikmen, Cihan Y. s. 343, 407
15. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 185-188
16. İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 2 s. 691-692, c. 1, s. 778
17. Arınma Yolu, Abdülhamid Bilâli, Buruc Y. 1/102
18. Kütüb-i Sitte Muht. Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. 7/310-311; 17/136, 143; 4/14-21; 12/283
19. Hüzün Yazıları, Olcay Yazıcı, Boğaziçi Y.
20. Üzüntüsüz Yaşama Sanatı, Dale Carnegie, Timaş Y.
21. Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak, Dale Carnegie, Alem Y./Sistem Y.
22. Bir Hüzünkârın Tahrir Defteri, Ahmet Doğan İlbey, Gümüşoba Y.
23. Hayatın Dert ve Üzüntülerine Peygamberimiz’den Teselliler, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
24. Kitap ve Sünnete Göre Mutluluğun Kazanılması, M. Zekeriya Kandehlevi, Vahdet Y.
25. Huzur ve Kurtuluş Yolu, Mevdudi, Kayıhan Y.
26. Huzur ve Saadetin Kaynağı İslâm I-II, Ekrem Doğanay, Gümüş Matbaacılık Y.
HÜZÜN / ÜZÜNTÜ
- 737 -
27. Huzura Koşmak, Şaban Döğen, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
28. Mutlu Bir Son İçin, M. Yaşar Kandemir, T. Diyanet Vakfı Y.
29. Mutluluğun Kazanılması, Ragıb el-İsfahanî, Bahar Y.
30. Mutluluk Esasları, Kemaleddin Tuncel, Marifet Y.
31. Mutluluk Yolları Hayat Kitabı, Ahmet Muhtar Büyükçınar, Hikmet Y.
32. Mutsuzluk Kılavuzu, Paul Watzlawick, Ayrıntı Y.
33. Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
34. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
35. Kur'an'da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
36. Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:24

HÜKM - HÂKİMİYET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HÜKM - HÂKİMİYET


- 681 -
Kavram no 80
Görevlerimiz 12
Bk. Hilâfet-Halifelik; İmam
HÜKM - HÂKİMİYET
• Hükm ve Hâkimiyet; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Hükm ve Hâkimiyet
• Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
• Hâkimiyet Allah’ın Olmayınca
• Laiklik ve Hâkimiyet
• Demokrasi ve Hâkimiyet
"Hepsi de Kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta oldukları halde yahûdiler: 'Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir' dediler. Hıristiyanlar da: 'Yahûdiler doğru yolda değillerdir' dediler. Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir." 2847
Hükm ve Hâkimiyet; Anlam ve Mâhiyeti
"Hükm" kelimesinin sözlük anlamı, yargı ve yargıda bulunmak, hükmetmek, karar vermek, idare etmek, ata gem vurmak demektir. Hakkında âyet ve hadis olan itikada ve ibâdete ait bütün prensiplere “hüküm” denilir. Hükmün çoğulu “ahkâm”dır. Ayrıca, hâkimlik, âmirlik, tesir gücüne sahip olma gibi anlamlarda da kullanılır. Emir ve irâde demektir. Gerçekte hüküm, kelime anlamıyla önlemek, engel olmak, menetmek anlamındadır; hâkim kelimesi de haksızlığa engel olan demektir. Bir şeyin iyice araştırılıp soruşturulmasından sonra verilen karara “hüküm” denir. Mahkemelerde hâkimlerin verdiği karar gibi; filan adam, “bu konuda şöyle hükmetti”, “falancanın hükmü şöyledir” denilir. Sözü geçmek, hükmünü yürütmek, kuvvetli ve güç sahibi olmak anlamlarına da gelir. Bu mânâda; “Allah’ın dediği olur” anlamında “Allah’ın hükmü her şeye geçerlidir” deriz.
Fıkıhta Hüküm: İslâm fıkhında hüküm, Allah’ın ve peygamberinin emir, yasak ve serbest bırakma gibi konulardaki prensiplerinin tümüne denir. İnsanların işlediği fiillere; farz, vâcip, sünnet, bâtıl, mekruh, fâsit, şart, rükün gibi özelliklerin verilmesine “şer’î hüküm” denir. Bunlardan emir ve yasak kapsamında olanlara “teklifî hüküm” denmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de, insan fiilleriyle ilgili beş yüz kadar âyet vardır. Bunlara “ahkâm âyetleri” denmektedir. Peygamberimizin, ahlâk, öğüt, âhiret, ibâdet, muâmelât (insan ilişkileri) ve ukubat (cezalar) ile ilgili hadislerine de “hüküm-ahkâm hadisleri” adı verilir.
Bir konuda Allah’ın bir hükmü varsa ve O’nu gerek Kur’an’la, gerek peygamberi ile bize bildirmişse, insana düşen o hükme teslim olmak, tüm işlerinde Allah’ın hükmünü uygulamaktır. Allah’ın hükümleri dışındakilere “câhiliyye
2847] 2/Bakara, 113
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmü” denir. Mü’minler, câhiliyye ile hükmetmezler.2848 İman edenler, dinî hükümlere teslim olurlar, bir konuyla ilgili veya insanlar hakkında hüküm verme durumunda olurlarsa, adâletle hükmederler.2849 Fıkıh Usûlüne göre hüküm, mükelleflerin (yükümlülerin) fiillerine bağlanan şer’î özelliktir. Şer’î hükmün kaynağı da yalnızca Allah’tır. Hüküm Allah’tan kaynaklandığı için Allah’ın güzel isimlerinden biri el-Hakem, biri de el-Hakîm'dir.
Sünnetullah gereği, insanlar toplum halinde yaşamak durumundadırlar. Cemiyetin düzeni ise, birtakım emirlerin ve hükümlerin çevresinde teşekkül eder. Bu noktada karşımıza; “hüküm nedir? Hükmetme hakkı kime aittir?” gibi sualler çıkacaktır. Araplar, atı gemlemeye de hukm derler. Dolayısıyla "hukm"ün “zapt u rabt altına alıp terbiye etme, boyun eğdirme” mânâsı sözkonusudur. Hâkim, mahkeme, hakem gibi günümüzde sık sık kullanılan kelimeler, aynı kökten gelir. Hüküm sahibi denildiği zaman, Türkçede kullanıldığı şekliyle, “hâkimiyet ve egemenlik” kelimeleri gündeme girer. “Hâkimiyet kayıtsız, şartsız ulusundur” sloganında; yönetme ve hüküm koyma hakkının kime ait olduğu noktasında bir tercih vardır. Bu tercih, “ulusun gücünün üstünde, hiçbir gücün olmadığı” iddia ve ifadesidir. İslâmî ıstılahta; “mükellefin fiillerine iktiza eden hitab-ı ilâhînin eserine hüküm denilir” şeklinde tarif edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de; “(Ve şu emri indirdik:) İnsanlar arasında Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmet! Sakın onların (insanların) hevâ ve heveslerine uyma.”2850 emri verilmiştir. Dolayısıyla hiç kimsenin, Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve o hükümlerin yerine geçmek üzere hüküm koyma hakkı yoktur. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan hükümlere câhiliyye hükmü denilmiştir. Müslüman, kayıtsız şartsız olarak, Allah’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine tâbi olan kimsedir. “Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl murâdına erenler bunlardır.”2851 Arzularını İslâm’a tâbi kılmayan kimselerin iman iddiaları bir vehimden ibarettir. Zira Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, arzusunu İslâm’a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz.” 2852
Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp da Allah'a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işiten ve her şeyi kemâliyle bilendir.”2853 hükmü beyan buyrulmuştur. Dolayısıyla insan için iki yol mevcuttur. Birincisi: Allah'a iman etmek ve hayatını İslâmî hükümlere göre düzene koymak. İkincisi: Tâğuta kalben teslim olup, hevâ ve heveslere göre yaşamak. Bu iki yolun dışında, üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir. Tâğut kelimesi, tuğyan etmek (azgınlaşarak isyan etmek) manasınadır. Kendisi için tayin edilmiş olan sınırın dışına taşan her şey tâğuttur. İslâmî ıstılahta; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm koyan her güce tâğut ismi verilmiştir. Tâğut, sapıklıkta önderlik (liderlik) eden herkese şâmildir. Tâğutî güçlerin icad ettiği hükümlere câhiliyye hükümleri demek
2848] 5/Mâide, 50
2849] 4/Nisâ, 58
2850] 5/Mâide, 49
2851] 24/Nûr, 51
2852] İbn Kesir, III/490
2853] 2/Bakara, 256
HÜKM - HÂKİMİYET
- 683 -
mümkündür. Nitekim Kur'an'da; “Onlar, hâlâ Câhiliyye (devri)nin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz, yakîn sahibi (gerçek iman ve ilim sahibi) bir kavim indinde, hükmedici olarak Allah’tan daha güzel kim vardır?”2854 buyrulmuştur. Câhiliyye devrinin hükmünden maksat, “darü’n-nedve” isimli mecliste, insanların hevâ ve heveslerinden (ideolojilerinden) yola çıkılarak hazırlanan ve bütün zümreleri bağlayıcı olan kanunlardır.
Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberler, insanları, Allah’ın emirlerine ve hükümlerine göre yaşamaya dâvet etmişlerdir. Bu dâvet, peygamberlerin vârisleri olan âlimler tarafından kıyâmete kadar devam edecektir. Kur’an’da Hz. Yusuf kıssası beyan edilirken bütün insanlığa şu hatırlatma yapılmıştır: “Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın takmış olduğu (kuru) isimlerden başkası değildir. Allah bunlara hiçbir hüccet indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a mahsustur (ondan başkasına ait değildir). Allah, kendisinden gayrisine ibâdet etmenizi emretmemiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 2855
Hüküm ve emir, Allah'a mahsustur. Hesap gününü düşünen her insan yeryüzünde, Allah’ın emirlerini tebliğ ve hükümlerini infaza memur kılındığını asla unutmamalıdır. Kur’an’da, “Allah, hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil midir?”2856 denilmektedir. Allah, mutlak hüküm koyucu, hükmeden, hükmünü geçirendir. 2857
Kur’ân-ı Kerim’de Hükm ve Hâkimiyet
Kur’an’da “hukm” kelimesi, türevleriyle birlikte toplam 210 yerde geçer (Hukm kelimesi ise 17 yerde zikredilir). Hüküm kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de birçok anlamda kullanılmıştır:
a) Hâkimiyet/egemenlik anlamında hüküm: Hüküm; hâkim olma, hâkimiyet-egemenlik sahibi olmak anlamına gelir. Hâkimiyet ise, hüküm sahibi olmak, en güçlü olmak manasına kullanılır. “Hüküm ancak Allah’ındır. O’ndan başkasına ibâdet etmemenizi emretti.”2858 âyetinde olduğu gibi. Allah’ın hükmü bütün evrende geçerlidir. O, emrini yani hükmünü evrende ve insan hayatında, hatta kıyâmetten sonra dilediği gibi yerine getirir. “O hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.” 2859
b) Allah’ın verdiği karar anlamında, 2860
c) Allah’ın koyduğu kurallar, prensipler ve bunlara uymanın gerekliliği anlamında, 2861
d) Kıyâmet gününde Allah'ın insanları hesaba çekip onlar hakkında karar vermesi anlamında, 2862
e) Mahkeme kararı anlamında.2863
2854] 5/Mâide, 50
2855] 12/Yûsuf, 40
2856] 95/Tîn, 8
2857] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 188-191
2858] 12/Yûsuf, 40
2859] 18/Kehf, 26
2860] 13/Ra’d, 41
2861] 5/Mâide, 44, 45, 47
2862] 2/Bakara, 113; 4/Nisâ, 141
2863] 21/Enbiyâ, 78
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah, insanların da kendi gösterdiği gibi hükmetmelerini istemektedir: “Kitabı sana hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin.”2864 Allah, peygamberleri Allah’ın hükmünü yürütmek için göndermiştir. adâletle hükmedebilmek için de Allah’ın gönderdiği Kitab’a uymak gerekir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler ise, şüphesiz en azından zâlim ve fâsık olurlar. 2865
"...Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir." 2866
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren Kitapları da indirdi...” 2867
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ülü’l-emre) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.” 2868
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri (münâfıkları) görmedin mi? Zira tâğutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek (ve tâğutların kendilerine hükmetmesini) istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” 2869
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” 2870
“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda (ey rasûlüm,) seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” 2871
“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma!” 2872
“(Yahûdiler ve münâfıklar) Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen aralarında adâletle hükmet. Allah adâletten ayrılmayanları sever.” 2873
“...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 2874
2864] 4/Nisâ, 105
2865] 5/Mâide, 45, 47
2866] 2/Bakara, 113
2867] 2/Bakara, 213
2868] 4/Nisâ, 59
2869] 4/Nisâ, 60
2870] 4/Nisâ, 61
2871] 4/Nisâ, 65
2872] 4/Nisâ, 105
2873] 5/Mâide, 42
2874] 5/Mâide, 44
HÜKM - HÂKİMİYET
- 685 -
“...Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” 2875
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’ân’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayır işlerinde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O haber verecektir.” 2876
“(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki, (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu zaten fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.” 2877
“Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” 2878
“...Hüküm, ancak Allah’ındır. Çünkü O, gerçeğe uyar ve O, sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” 2879
“...Dikkat edin, iyi bilin ki, hüküm, yalnız O’nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.” 2880
“(De ki:) Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? Hâlbuki size Kitab’ı açık olarak indiren O’dur...” 2881
“(Ey Muhammed!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hâkimlerin en hayırlısıdır.” 2882
“Siz Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm, Allah’tan başkasının değildir. O da kendisinden başkasına ibâdet/kulluk etmememizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 2883
“...Hüküm Allah’tan başkasının değildir. Onun için ben yalnız O’na tevekkül edip dayandım. Dayananlar yalnız O’na dayansınlar.” 2884
“...Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez...” 2885
“...Onların (göklerde ve yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi
2875] 5/Mâide, 45
2876] 5/Mâide, 48
2877] 5/Mâide, 49
2878] 5/Mâide, 50
2879] 6/En’âm, 57
2880] 6/En’âm, 62
2881] 6/En’âm, 114
2882] 10/Yûnus, 109
2883] 12/Yûsuf, 40
2884] 12/Yûsuf, 67
2885] 13/Ra’d, 11
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmüne/hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” 2886
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ derler; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çevirir. Bunlar mü’min değildir. Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber’e çağrıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama eğer (Allah ve Rasûlü’nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Ya da Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır; asıl zâlimler kendileridir. Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'a huşû (saygı) duyar ve ittika edip O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” 2887
“İşte O, Allah’tır. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O’nundur; hüküm O’nundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz.” 2888
“Yoksa kötülükleri yapanlar Bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar!” 2889
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 2890
“...İnsanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma; yoksa bu seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.” 2891
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” 2892
“Yoksa, kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, iman edip sâlih amel işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” 2893
“...Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” 2894
“Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” 2895
“Allah, hâkimler hâkimi (hüküm verenlerin en üstünü) değil mi?” 2896
2886] 18/Kehf, 26
2887] 24/Nûr, 47-52
2888] 28/Kasas, 70
2889] 29/Ankebût, 4
2890] 33/Ahzâb, 36
2891] 38/Sâd, 26
2892] 42/Şûrâ, 21
2893] 45/Câsiye, 21
2894] 60/Mümtehıne, 10
2895] 68/Kalem, 36
2896] 95/Tîn, 8
HÜKM - HÂKİMİYET
- 687 -
“...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezası, ancak, dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduğunuzdan asla gâfil değildir.” 2897
Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
Hukm kelimesi, sözlük anlamı olarak yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime, bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun, isterse bulunmasın, belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını içermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda kullanıldığı görülmektedir. Hukm kelimesinin Türkçede “egemenlik” anlamında kullanılan “hâkimiyet” şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik anlamıyla Arapçada yenidir.
Çağdaş hukukçular, hâkimiyeti şöyle tarif ederler: “Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakiki ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan aslî en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir.” Kısaca, “aslî ve en yüksek kumanda ehliyet ve yetkisi” şeklinde tanımlanabilir. Mevdûdî, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir: “Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur: Onun her hükmü kanun mâhiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hüküm yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur. Onun yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altında hiçbir şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Bireylere verilmiş bulunan herhangi bir hak varsa, bu hak da ancak onun tarafından verilmiş olur. Hâkimiyeti elinde bulundurması sebebiyle herhangi bir kanun kendisini bağlamadığı için böyle birisi tam mânâsıyla kadir-i mutlaktır.”2898 Mevdûdî’ye göre “bundan daha az kudret ve imkâna “hâkimiyet” denemez. Ancak böyle bir hâkimiyet, bugün artık farazî bir kavram haline gelmiştir. Alanı o kadar küçülmüştür ki, gerçek bir hâkimiyet veya siyaset biliminde kullanılan terim anlamıyla siyâsî hâkimiyet (politik egemenlik) dahi kalmamıştır.
Kur’an’a Göre Hâkimiyet Türleri: Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını gözetir. Kurân-ı Kerim, İslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder: “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”2899 Başka âyet-i kerimelerde, Allah’ın hükümleri dışında kalan hükümlerin “hevâ, tâğut, dalâlet, şer vb. hükümleri” diye adlandırılmaları İslâmî olmayan hükümler arasında mâhiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın yanında, diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bu âyette geçen “hüküm” kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta, her türlü “yargı”yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm’a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm’a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.
İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm’ın
2897] 2/Bakara, 85
2898] Mevdûdi, İslâm’da Hükümet, s. 421-422
2899] 5/Mâide, 50
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirmeye ad olan “câhilî hâkimiyet”in mâhiyeti hakkında İbn Kesir, sözkonusu âyet ile ilgili olarak şöyle der: “Cenâb-ı Allah, (bu âyette) her türlü hayrı kapsayan ve her çeşit şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatine dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim câhiliyye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han’ın hükümlerine göre yönetiliyorlardı. Bu yasağ(y)ı Cengiz, yahûdi ve hıristiyan şeriatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu yasağı (yasası), soyundan gelenler arasında uyulan bir şeriat olmuştu. Onlar Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp “yasak” ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüş az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır.” 2900
Görüldüğü gibi, burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mâhiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliyye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han yasalarını göstermiş; Allah’ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gâyet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî birtakım sonuçları olmayan yorumdan ibaret değildir. Bu konu, doğrudan doğruya Allah’ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde uygulama ile böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî birtakım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır.
İslâm’a Göre Hâkimiyet: İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez.2901 İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir.2902 Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor. 2903
2900] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l Azîm, II/67
2901] 18/Kehf, 26
2902] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38
2903] 4/Nisâ, 65
HÜKM - HÂKİMİYET
- 689 -
Kısacası, Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü’minin o konuda istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.2904 “Allah’ın, Rasûlü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez” diyen İbn Hazm,2905 buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerim’deki: “Ve onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...”2906 âyetini göstermiştir.
Yüce Rabbimizin hâkimiyetinin boyutlarını ya da İslâm’ın hâkimiyet yorumunu daha iyi anlayabilmek; diğer taraftan Allah’ın beşer üzerindeki hâkimiyetinin gerekçelerini kavrayabilmek için “Allah’ın hâkimiyeti”nin çeşitli yönlerine dikkat çekmek gerekir.
a- Allah’ın Kevnî Hâkimiyeti: Allah, bu kâinatın biricik yaratıcısıdır. Gördüğümüz, göremediğimiz; bildiğimiz, bilemediğimiz her şeyi yaratan, mutlak yaratıcı O’dur. O’ndan başka yaratan yoktur. O aynı zamanda yarattıklarının Müdebbir’i, Rabbi ve Mâlikidir. Kâinatın kanunlarına, varlık âlemindeki bu düzenin işleyişine O’ndan başka hiçbir kimse müdâhalede bulunamaz; O’nun irâdesine aykırı hiçbir şey gerçekleştirilemez: “De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer Allah, üzerinize geceyi tâ kıyâmet gününe kadar aralıksız sürdürse Allah’tan başka size ışık getirecek bir başka ilâh var mıdır? Hâlâ işitmeyecek misiniz? De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, içinde dinleneceğiniz geceyi Allah’tan başka getirecek bir başka ilâh var mıdır? 2907
b- Uhrevî Hâkimiyet: Bütün olay, nimet ve cezalarıyla âhiret hayatı da Allah’ın mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur’ân-ı Kerim, Yüce Allah’ın âhirette tecellî edecek olan mutlak hâkimiyetine dair sayılamayacak kadar çok buyruk ihtivâ eder. “Kâfir olanlar, kendilerine kıyâmet gelip çatıncaya yahut kısır bir günün azabı gelinceye kadar o Kur’an’dan şüphe içindedirler. O gün mülk Allah’ındır; onlar arasında O hüküm verir...”2908; “O günde onlar (kabirlerinden) çıkacaklardır. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. ‘Bu gün mülk (hâkimiyet ve her şeyin mutlak sahipliği) kimindir?’ (diye sorar.) Kahhâr ve tek olan Allah’ındır. Bugün herkese kazandığı ile karşılık verilecektir. Zulüm yoktur. Bugün Allah hesabı çarçabuk görendir.” 2909
c- Genel Olarak Değer Yargılarında Hâkimiyet: Bilindiği gibi eşya ve olaylar hakkında belirli birtakım değerlendirmeler yapmak ve onlara karşı bu değerlendirmelere göre tavır takınmak, istemek, ya da uzak durmak ve arzulamamak sözkonusudur. Bu her zaman, her toplum ve kişide görülegelmiştir. Kısacası insan, hayrı ister ve arzular, şerden ve kötülükten de uzak kalmaya çalışır. Bu tavır ise, onun sahip olduğu ya da benimsediği değer yargılarının bir sonucudur. Kur’ân-ı Kerim; bir bakıma baştan sona bazı değer yargıları, bu yargılara karşı takınılan tavırlar ve bu tavırların sonuçlarına dair açıklamaların yer aldığı ilâhî mesajdır.
2904] 33/Ahzâb, 36
2905] el-Muhallâ, 9/362
2906] 5/Mâide, 49
2907] 28/Kasas, 71-72
2908] 22/Hacc, 55-56
2909] 40/Mü’min, 16-17
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Değer yargılarını belirleme ve koyma yetkisinin mutlak olarak Yüce Rabbimize ait olduğunu vurgulayan bazı buyruklara işaret edelim: Haram-helâl kılma yetkisi yalnız Allah’ındır: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızkı kim haram kıldı?”2910; “Ey iman edenler, Allah’ın size helâl kıldığı hoş ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”2911 Câhilî düzenlerde zamanla oluşan ve Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı câhilî değer yargıları reddedilmiştir.2912 İslâm’dan önce çeşitli helâl ve haramlara dair birtakım değer yargılarından etraflı bir şekilde söz eden buyruklardan2913 sonra, Yüce Allah, Peygamberine bu uydurma değer yargılarını Allah'a atfeden kimselere şöyle seslenmesini emretmektedir: “De ki: ‘Allah şunu haram kıldı’ diye şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin. Eğer şâhitlik ederlerse sen onlarla şâhitlik etme...”2914 Bundan sonraki âyette de Yüce Allah, bütün bu konulardaki hükümlerini oldukça özlü bir şekilde açıklamaktadır.
d- Kanunî (Hukukî) Hâkimiyet: Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede ve benzerlerinde bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir: “Hüküm yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”2915 Burada “hüküm” kapsamına kanunî ya da hukukî, şer’î hâkimiyetin girdiği şüphesizdir. Diğer taraftan Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek ve dosdoğru din üzere bulunmak arasındaki ilişki de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim başka âyet-i kerimelerde Allah’ın izin vermediği yasamalarda bulunmanın şirk ve bu şekilde yasama yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah'a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz. 2916
Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıklarında, münâfıklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü’minlerin tavrı, dinleyip itaat etmekten ibarettir.2917 Kitab, yani Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasında hak ile hükmetsin diye indirilmiştir.2918 Allah'a ve Rasûlüne iman etmek iddiası ile birlikte tâğutun hükmünü isteyenlerin iman iddiaları geçersizdir. Tâğut ve tâğutun hükmü; “Allah’ın karşısına dikilen, ayaklanan, O’nun emirlerine zıt yeni hükümler icat eden her varlık, Allah’tan başka itaat edilmesi istenen her şey, kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun; isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itaat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının, şeytan olmasının, put olmasının yahut da bunlardan başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur.”2919 Allah'a iman ile tâğutun hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavırları münâfıklıklarının tescilidir. Onlar Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne yanaşmazlar. 2920
2910] 7/A’râf, 32
2911] 5/Mâide, 87
2912] Bkz. 5/Mâide, 103
2913] 6/En’âm, 136-149
2914] 6/En’âm, 150
2915] 12/Yûsuf, 40
2916] 42/Şûrâ, 21
2917] 24/Nûr, 48-52
2918] 4/Nisâ, 105
2919] Taberî, Câmiu’l-Beyan, 3/13
2920] 4/Nisâ, 60-61
HÜKM - HÂKİMİYET
- 691 -
Kısacası, anlaşmazlık konuları Allah’ın ve Rasûlünün hükümlerine, bu hükümlerin çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere râzı olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın varlığından söz edilemez.2921 Hz. Peygamber’in hüküm verme yetkisi ve ülü’l-emr ile müctehidlerin çıkardıkları Allah’ın hükümleri çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarının; esasen Allah tarafından tanınmış ve sınırları tayin edilmiş olduğundan, bağımsız bir teşrî (kanun koyma) olarak kabul edilemeyeceğini ve Allah ile birlikte ve O’nun hükmüne eş değerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onların bu yetkileri, sınırları ile birlikte yine Allah tarafından tâyin ve tesbit edildiğinden, O’nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktır ve ortaksızdır.
e- Siyâsal Hâkimiyet: Kanunî hâkimiyete siyasal alanda yürürlük kazandırmak ve onun geçerliliğini sağlamak olarak tarif edebileceğimiz “siyasal hâkimiyet”i elinde bulunduran makama İslâm’da “hilâfet” denilmektedir. Şânı yüce Allah, ilk insan -ve dolayısıyla onun soyundan gelecek olanları da- yeryüzünde halife olarak yaratmıştır.2922 Halifelik, başkasının yerine, onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir. Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir. İşte bu mânâda bütün insanlar Allah’ın tâyin ettiği yeryüzünün halifeleridir. Allah’ın hükümlerinin uygulanmasının ise belirli bir yapılanmayı gerektireceği açıktır. İşte bu yolla Yüce Allah’ın hükümleri yürürlük kazanır ve siyasal hâkimiyeti uygulama alanı bulur.
Hâkimiyet Allah’ın Olmayınca
İlk peygamberden itibaren insanların bir bakıma Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edilegeldikleri, Kur’an’ın bize bildirdiği gerçeklerdendir. Ancak insanların zaman zaman birtakım tâğutların câhilî egemenlikleri altında yaşadıkları, onların hükümlerine isteyerek ya da istemeyerek itaat ettikleri de bir gerçektir. Aynı vâkıa ile insanlık, günümüzde de karşı karşıya bulunmaktadır. Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, hükümlerde adâlet ve değer yargılarında isâbet olmayacağı, yani “sırât-ı müstakîm” üzere gitmeye imkân bulunmayacağı gibi; insanlığın şeref ve haysiyetine yakışmayan, insanı alçaltan birçok durum da sözkonusu olacaktır. Bunların bazısına âyet-i kerimelerin ışığında işaret edelim:
a) Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, egemenler ilâhlık ve rablik konumunda, egemenlik altında bulunanlar kulluk konumunda olurlar. Kur’ân-ı Kerim, hıristiyan ve yahûdi din adamlarını Allah’ın dinini değiştirip O’nun hükümlerine aykırı hüküm koymalarının kabul edilmesini, onları “rab olarak” tanımak şeklinde değerlendirirken;2923 Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu durumun, din adamlarının Allah’ın hükümlerine aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının kabul edilmesi sûretiyle ortaya çıktığını belirtmiştir.2924 Nitekim Hz. Mûsâ (a.s.) da Firavun’un İsrâiloğullarını egemenliği altında tutmasını, onları “kul edinmek” olarak nitelendirmiştir. 2925
b) Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, egemenlikleri çeşitli gruplara böler;
2921] 4/Nisâ, 65
2922] 2/Bakara, 30; 35/Fâtır, 39
2923] 9/Tevbe, 31
2924] Tirmizî, Tefsîr (9. Sûre), 10
2925] 26/Şûrâ, 22
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onları zaafa düşürür; yeryüzünde fesat çıkartır, bozgunculuk yaparlar. “Firavun, gerçekten o arzda azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz düşürüyor, oğullarını boğazlatıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. O gerçekten fesatçılardandı.” 2926
c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâğutlar; egemenlikleri altında bulunan kimselerin olayları sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerine imkân bırakmayacak şartlar oluştururlar; gerçekleştirdikleri kültür yapısı ve eğitim ortamı ile insanları sağlam ve gerçekçi yargılarda bulunmak imkânından mahrum bırakırlar: “İşte (Firavun) bu şekilde kavmini küçümsedi (hafife aldı); onlar da ona itaat ettiler; çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler.” 2927
d) Alah’ın hâkimiyetini, dolayısıyla ulûhiyet ve rubûbiyetini reddedenler; egemenliklerini kaybetmek korkusuyla gerçeklerin anlaşılmaması, ulûhiyetlerinin sahteliğinin ortaya çıkmaması için özel çaba harcarlar: “Firavun; ‘Ey ileri gelenler, sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân; benim için çamur üzerine bir ateş yak ve bana bir kule yap ki, Mûsâ’nın tanrısına çıkayım; bununla birlikte onun mutlaka yalancı olduğunu da sanıyorum.” 2928
Allah’ın Hâkimiyetini Kabul Etmemek: İrâde sahibi ve tercih yetkisine sahip olan insan, kâinatın Allah’ın hükmüne boyun eğmekte olduğunu da görmektedir. Bu evren içerisinde böyle bir yetki yalnızca insan için sözkonusudur. İnsan, diğer yaratıklardan ayrı olarak Allah’ın değer yargıları ile hukukî ve siyasî alandaki hâkimiyetini kabul etmekle de yükümlüdür. Allah’ın bu alanlarda hâkimiyeti karşısında mü’minin tavrı, Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde belirlenmiştir: “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş her bir erkek ve kadına, o işte kendi istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.”2929 Mü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar.2930 Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar. 2931
Kur’ânî çerçevesi ile tanımlamaya çalıştığımız hâkimiyeti bu çerçeve ve mâhiyeti ile kabul etmek, aynı zamanda İslâm Dini’nin tabiatının bir gereğidir. Müslümanın Kur’an ve Sünnetin açık hükümleri ile belirlenmiş olan ve imanî bir yansıma olarak kabul edebileceğimiz müslümanca mantık ya da anlayış da, -belirtilen çerçevesi ile- Allah’ın hâkimiyetini kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmesi gerektiğini tartışılmaz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunun ilmî ve mantıkî gerekçelerini şöyle özetleyebiliriz:
1. Allah, her şeyi yaratan, var eden, her bir varlığın var olmasını takdir eden, eşyayı ve eşyalar arası ilişkileri düzenleyen, bu ilîhî nizam/düzen içerisinde bu ilişkilerin devamını sağlayandır.
2. İnsan da Allah’ın yarattığı bir varlıktır. Eşref-i mahlûktur. Mükellefiyeti
2926] 28/Kasas, 4
2927] 43/Zuhruf, 54
2928] 28/Kasas, 38
2929] 33/Ahzâb, 36
2930] 4/Nisâ, 59, 65
2931] 5/Mâide, 44, 45, 47
HÜKM - HÂKİMİYET
- 693 -
ve halifelik makamına getirilmiş olması, onun diğer varlıklardan farklı yanını, yerine göre üstünlüğünü ortaya koymaktadır. İnsanı halifelik makamında ve birtakım mükellefiyetlerle sınayan Yüce Allah, insandan emir ve hükümlerine, kısacası şeriatine uygun olarak yaşamasını istemiş, kendisinden başka varlıkları, gerek yaratıcılık, gerek emir, kanun ve hüküm koyma yönleriyle kendisine eş tutmamasını, yani şirk koşmamasını özellikle emretmiştir. Yani, Allah’ın hükümleri dururken başka hükümleri kabul etmek, ya da herhangi bir hükmü Allah’ın dininin alternatifi olarak görmek, Allah'a şirk koşma şekillerindendir.
3. İslâm’a göre Allah, mü’minlerin velîsidir. Onların yâr ve yardımcısıdır. Dolayısıyla Allah, mü’minleri dünyada başıboş ve herhangi bir hususta kendi hallerine terk etmez, kendisinden başkalarına da muhtaç etmez. Yüce Allah’ın bizleri hayatımızın herhangi bir alanı için hüküm ve şeriat koymak zorunda bırakmamış olması da, Allah’ın mü’minleri velî edinmiş olmasının ayrı bir göstergesidir. Mü’minler de bu geniş çerçevesiyle Allah’tan ve Allah’ın velî edinilmelerini emrettiği kimselerden başkasını velî edinemezler. Mü’minlerin velîsi, ancak Allah’tır, Rasûlüdür ve samimi mü’minlerdir. 2932
Allah'ın İndirdiğiyle Hükmetme: "Şeriat", Kur'an ve sünnette geldiği şekliyle değişmeyen ve kaynağı vahiy olan dindir. Bu anlamda, Kur'an ve sünnet dinin asıllarıdır. Allah'ın hâkimiyeti, bilfiil, ilâhî teşrîde ve şeriatin içerdiği emirler, yasaklar ve kendisine inanan toplum açısından uygulanması ve uyulması gerekli hükümlerde geçerlidir. Kendinden çıkarılan kanunlar ve ictihadlar ve gereğine göre hüküm verme şeklinde şeriati anlatma, son tahlilde, şeriatin hükmünü kanun kalıbına dökücü yasama faâliyeti anlamındaki düzenlemeleri uygulayan, bu düzenlemeye uygun olarak yargılama yapan ve hükümlerini yürüten insanların elindedir. 2933
Laiklik ve Hâkimiyet
Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi Allah’ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din...2934 Böyle bir İslâm, Allah’ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm’ın Allah’ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm’la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm’ın, adından başka İslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, “her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah’ın Dini’ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan
2932] 5/Mâide, 55; M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, Buruc Y., s. 91-107
2933] Nevin A. Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhâlefet, 80, 87-88
2934] Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret Ferşat Y.; Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, c. 2, Din Konusu
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu kesime asla zarar vermeyeceğini” müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.
Hıristiyanlık, Bizansın resmî dini haline gelip devlet dini haline dönüşünce, Hz. İsa hakkında uydurulan ve tahrif edilmiş İncil’e geçirilen: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını da Tanrıya veriniz” cümlesinde ifadesini bulan anlayış, insanı iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarını yerine getirmek zorunda bulunan, efendilerinin buyrukları çatıştığında duruma göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almıştı. Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve saltanatı giderek güçlenmişti. İşte Kiliseye karşı, Kilisenin zulüm ve zorbalığına karşı ayaklanan insanların tavırları laiklikle izah edilmeye başlandı.
Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz gelişmenin sonucu olarak; insanın hayatın her alanında ve tüm ilişkilerinde dini dışlamayı ve dini yalnızca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalması şartıyla dine saygılı olduğunu ifade etmek erdemliliğini (!) esirgemeyecek hale gelmiştir. İşte “laiklik” denilen şey budur.
“Laik” (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; “laiklik” de, dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda laiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, İç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratıcımız’ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir dengesi, bir âhengi vardır.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir. Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dışında kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın,
HÜKM - HÂKİMİYET
- 695 -
değişen bir şey olmaz. Yani “insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı”2935 gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz “İslâm dünyası” adı verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda laik uygulamalar sözkonusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır. Bu laik uygulamaların sözkonusu olduğu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu şekilde laikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve laikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmaktadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Laikliği temel alarak, şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: “Laiklik zaten insanların ferdî hayatlarına karışmamaktadır. Laiklik denilen şey, yalnızca dinin siyasal alandan uzaklaştırılmasını hedef alır. Dolayısıyla ferdî planda kişinin dinin esaslarına riâyet etmesi ile etmemesi arasında laiklik açısından bir fark bulunmamaktadır.” Bu itiraza cevap şudur: Zaten laikliğin çıkmazı ve bütün laik ve beşerî düzenlerin göz önünde bulunduramadığı, dikkatten uzak tuttuğu nokta budur. İnsan her şeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir bütün teşkil etmektedir. Siz bu bütünü ayırıp farklı otoritelerin emrine vermeye kalkışacak olursanız, ayrılmaması gerekeni ayırmış, bölünmemesi gerekeni bölmüş olursunuz. Üstelik bu bölme ve ayırmanın pratikte gerçekleştirilmesinin imkânı yoktur. Ya sizin bu ayırmanız fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırı olduğu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır, ya da pratikte ortaya çıkan durum ile iddia arasında bir tutarsızlık olacaktır. Sözkonusu tutarsızlık ise, fiilî durumun kasdı aşması, hatta onu geride bırakması şeklinde ortaya çıkar. Laik tezin uygulaması siyasal alanı aşarak eğitim alanına, hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taşacak, insan, hayat ve kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayışını, yönelişlerini belirlemeye kalkışacaktır.
2935] 33/Ahzâb, 4
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O halde laikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz: Laiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah’tan alınması tezini teklif ve emr eden İslâm’ın tam karşısında yer almaktadır. Laiklik, Allah’tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; laikliğin dinsizlik anlamına gelemeyeceğini söyleyerek, hem laikliğin anlamını kaydıran, hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla asıl laikliğin İslâm’da olduğunu ileri süren ve bunun için birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler İslâm’ı saptırmakta, Hak Din'i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır. Belki iyi niyeti dolayısıyla bunun farkında değildir; ama vâkıa budur. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem laik hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm’la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.
Laiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm’ın ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer unvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, laik düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah’ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan teokrasi de Kur’ân-ı Kerim gözüyle laiklikle ve diğer bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur’an, inanılan düzenin pratiğe yansımasını “ibâdet” diye adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O’ndan başka kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gâyet açık ve en ufak bir te’vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: “Ey Âdemoğulları, Ben size; ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol budur’ diye açıklamamış mıydım?”2936 Laiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Müslüman ise, “dini yalnızca Allah'a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah'a ibâdet etmekle”2937yükümlüdür.
Günümüzdeki laiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş laikler, 14 asır önceki müşriklerin halefleridir. “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin’ denildiğinde onlar: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?”2938 Görüldüğü gibi, tavır ve yaklaşımlar arasında,
2936] 36/Yâsin, 60-61
2937] 98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5
2938] 5/Mâide, 104
HÜKM - HÂKİMİYET
- 697 -
günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarının atalarının izini takip etme anlayışında fark yok. Değişen yalnızca yasaların konusu olan objeler ile bu yasaların konuluş şekli. Câhiliyye dönemi müşrikleri bir ya da birkaç kişiden ibaret olan atalarının izinden gitmekte ısrarlı olduklarını belirtirlerken, çağdaş câhilî laikler ise, yasamalarının alanını alabildiğine geniş tutmaktadırlar. Zaman zaman atalarının yolunun izlenmesinin gerektiğinden söz etseler bile, halk irâdesinden, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden, parlamenter sistemden... dem vurmayı ihmal etmezler.
Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. İnanç düzenini vicdana hapsedip bırakmanın imkânı yoktur. İnanç elbette hayatı da düzenleme safhasına er ya da geç mutlaka geçer. İnsanların fert ve toplum olarak inançlarıyla bağdaşmayan bir hayat sürdürmelerine imkân yoktur. İnsan, ya inandığı gibi yaşayacak veya yaşadığı gibi inanacaktır; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle olduğu gibi, hayatın belirli alanlarını belirli güçlerin emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir şekilde sürüp gitmesini beklememiz mantıkla da bağdaşmaz. Fıtrata aykırı bir beklentidir bu. Nasıl ki kâinatta Allah’tan başka bir ilâh bulunsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktı, ya da bu ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalışacaktı.2939 Aynı şekilde insan, hayatını da Sezar ile Tanrı arasında paylaştırmaya kalkışıp birisine dünyayı, öbürüne dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarı arasına hapsetmeye kalkışırken; diğerine de bütün alanlarıyla, hatta hayat ve kâinat yorumları, dünya görüşleriyle birlikte dünya hayatını verecek olursa, hiçbir şey yerli yerinde kalmaz, kalamaz.
Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çıkan Allah’ın hâkimiyeti, o mü’minler tarafından hayatın her alanında aynı şekilde hâkim kılınmak istenecektir. Çünkü inancı ve dört duvar arasında yaptığı ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide ibâdet ettiği Allah'a aynı şekilde câmi dışında da itaat etmek zorunda olduğunu, bütün beşerî otoriteleri red etmekle yükümlü olduğunu, namazından, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya da imanından, Kur’an’ından, mutlak doğru söylediğine ve doğruyu getirdiğine iman ettiği peygamberinden öğrenmektedir. Kimi zaman da Sezar’ın ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin kendisi açısından tehlike arzeden bir hale geldiğini sezerek mantığına uygun müdâhalelerde, hatta çeşitli engellemelerde bulunacaktır. Ayrıca, kendi anlayış ve kanaatlerine uygun olarak kurumlarını şekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykırı herhangi bir uygulama olmamasına, eğitim sisteminden ve hatta emrindeki câmi görevlilerinden kendi laik anlayışına ters insanlar yetişmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar, Sezarlığının herhangi bir şekilde tehlikeye düşmemesi, sonunu hazırlayacak herhangi bir gelişmenin olmaması için elinden gelen her türlü tedbire başvurmayı ihmal etmeyecektir. Toplumun laikliğe ters bir şekilde örgütlenmesine, yapılanmasına fırsat tanımadığı gibi, fertlerin de egemen laik düzeni her şeyiyle benimseyen kişiler olarak yetişmesini sağlamaya çalışacaktır.
Bütün bunların anlamı şudur: İnsanlar kendi irâdeleriyle inançlarını seçme imkânına erişemeyeceklerdir. Kendilerine dayatılan düzeni seçmekten başka ciddî bir alternatife sahip olmayacaklardır. Bu ise, laik düzenlerin dillerinden
2939] 23/Mü’minûn, 91; 21/Enbiyâ, 22
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşürmedikleri “fikir ve inanç özgürlüğü”nün, temeli olmayan, pratikte varlığından söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim laik düzenlerin yakın ve uzak geçmişteki uygulamaları ile hal-i hazırdaki laik sistemlerin tümünün müslümanlara, inandığı gibi yaşamak isteyenlere yaptıkları uygulamalar, baskılar, bütün boyutlarıyla açık ve gizli devlet terörü bunun açık bir göstergesidir. İnsanın kalbinde, kafasında yer eden inanç ile yaşadığı hayat arasında mutlaka bir uyum sağlamak ve bunun arayışı içerisinde olmak, insan olmanın bir gereğidir. Laikliğin Sezar ve Tanrı ikilemi, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırıdır. O nedenle insanı böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakmak, insanın insanlığına zulümdür. Âdil olan, insanın Kur’ân-ı Kerim’in açıkça ifade ettiği şekilde, iman ve küfürden istediği birisini tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasıdır, bunun sağlanmasıdır. İşte “dinde zorlama yoktur” hükmünün anlamı budur. Zaten bu ifadenin akabinde, “artık, doğru yol ile eğri yol birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilecek hale gelmiştir.”2940 diye buyurulması da net bir şekilde bunu ifade etmektedir.
Hükmetmek hakkı Yaratanındır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda yarattığı her şeyin varlığını sürdürmesi için gerekli kanunları da koymuş bulunmaktadır. İnsanlar ve cinler gibi mükellef yaratıkların dışında kalan bütün varlıklar, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu yasalara ister istemez uymakta, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu bu değişmez kanunların (sünnetullahın) dışına hiçbir şekilde çıkmamaktadır. İnsan ise, zaman zaman Allah’ın kendisi için tayin ettiği ve irâdesini ona uymak doğrultusunda kullanmasını, tercih etmesini istediği şeriatinin dışına çıkmakta, şeriati hayatının her şeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kılmayı kabul etmemektedir. Böylelikle insan, başka birtakım mercilerin yasalarını, teşrîlerini kabul etmektedir. Kur’an, hukuk belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini, o varlıkları Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir.
Laik yaklaşımın tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamları sınıfı dışında kalanların Allah’ın şeriatine rağmen değer, yargı ve yasalar koymalarından ibaret değildir. Laik yaklaşım, zihniyet ve yöntemlerin, yaklaşım ve uygulamaların bir diğer musîbeti ve sakıncası, siyasetin dışında bırakıldıkları kabul edilen din adamları sınıfının da şu veya bu şekilde değer, yargı ve yasalar koymaya kalkışmalarıdır. Laik ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve emirlerini Sezarlardan alması, laikliğin din-devlet ayrımı iddiasında da samimi olmadığını göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren laik rejimler, dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemekteler. Bu yüzden laik devletlerde laik bir din, devlet dini ortaya çıkmakta, İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, kuşa çevrilip tahrif edilmiş bir din ortaya çıkarılmaktadır. Deve kuşu misali, din özgürlüğü konusunda laiklik hatırlanırken; devletin dine müdâhale etmemesi konusunda ise, helvadan putları olan laiklik, laik rejimler tarafından yenilip yutuluvermektedir. Nasıl putperest düzenlerde put adına konuşan mâbet hizmetkârları, kâhinler ya da büyücüler, put adına tasarruflarda bulunuyor, çeşitli yasalar, yargı ve değerler vaz ediyor idilerse, laik sistemlerin din adamları sınıfı da aynı tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini iddia ettikleri dinin aslî mesajı ile bağdaşmayan hükümleri, kendi hevâ ve arzularına göre, inananlarına
2940] 2/Bakara, 256
HÜKM - HÂKİMİYET
- 699 -
“din” diye takdim edebilmektedirler.
Kur’an, din adamlarının yaptıkları bu işin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bunu da Allah’ın şeriatine rağmen teşrî diye nitelendirmekte, bu eylemde bulunmayı rablik iddiası, bu eylemleri meşrû kabul etmeyi de din adamlarını rab kabul etme olarak değerlendirmektedir. “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki tek bir ilah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı...” 2941
Haham ve râhiplerini nasıl rabler edindiler? Onları rab edinmeleri sonucunda onlara ibâdet şekillerinden herhangi birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktı. Çünkü herkesin de bildiği gibi, yahûdiler de hıristiyanlar da din adamlarının önünde secdeye kapanmıyorlardı. İşte Hâtem-i Tâî böyle bir şey bilmediğini söyleyince, Hz. Peygamber: “Allah’ın hükümlerine aykırı olarak bilginlerinin helâlı haram, haramı helâl yapmalarına rağmen onlara tâbi olmalarının, bunu kabul etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduğunu”2942 açıklamıştı.
İşte, Allah’ın şeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde, fesat, şirk ve inkârın belli bir alana hasredilmesine imkân olmadığını, bu buyruklardan ve onların tanığı durumunda olan tarihte ve günümüzde yaşananlardan açıkça anlayabilmekteyiz. İnsanın Allah’tan müstağnî olması, O’na şu ya da bu şekilde muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan laiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir tutarsızlıklar yığınıdır. Laiklerin: “din gibi kutsal bir değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir” şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasına ve vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine yapılabilecek en büyük hakaret, ona karşı işlenebilecek en büyük zulümdür. “Siyaset”i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz, ne diye o çamura gırtlaklarınıza kadar batmaktasınız? Çamurdan gerçekten kurtulmak istiyorsanız, kendinizi Rahman ve Rahim olan Allah’ın dininin şefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet, fazilet ve ahlâk simgesi kucağına teslim ediniz, kurtulursunuz...
İslâm’da Laiklik Yoktur: Laiklik, geniş ve basit tanımı ile dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir: Evvelâ İslâm’da batıda bilinen şekliyle bir “din adamları” sınıfının varlığı sözkonusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif bir rol oynamalarından söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir. İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu, dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O’nun insanların dünya ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen olan İslâm’da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için gerek duymadıkları
2941] 9/Tevbe, 31
2942] Tirmizî, Tefsir (9. Sûre) 10
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de, günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde bulunan Kur’an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum, aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur’an’ın içeriğine gelişigüzel dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur’ân-ı Kerim müslümanların ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında laik bir düşünüşün etkisi ile ayrım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları kabul etmez. Çünkü Kur’an, bunların hepsinin aynı şekilde ve hepsine ayrım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm’da dünya işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah'a ya da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir. Kur’ân-ı Kerim’de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur’an’ın en azından bir defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur’an’ın “Dinde zorlama yoktur” ilkesi ile “Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin” gibi buyruklarının İslâm’ın da laikliği kabul ettiğine delil olarak gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı sözkonusudur. Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.
Laiklik, Yasama Gücünün Bölünmesidir: Eğer İslâm’ı, bütün muhtevâsıyla temsil eden bir terim ile ifade etmek istersek, hiç şüphesiz bunun için en uygun terim “Tevhid”dir. Tevhid de, yalnızca yaratıcı olarak Yüce Allah’ın bilinmesinden ibâret değildir. Aynı zamanda, mutlak hâkim ve mutlak kanun koyucu, mutlak müdebbir olarak da Allah’ın bir ve tek kabul edilmesidir. O’na hiçbir şekilde denk, eş ve ortak koşulmamasıdır. Laiklik ise, Allah’ın dünya hayatını ilgilendirdiği kabul edilen ve “siyaset” ya da “devlet işleri” diye ifade edilen alana herhangi bir şekilde müdâhale etmesine imkân tanınmamasıdır. Yani din adamları şahsında, dinin sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal ve hatta ahlâkî alanların tümünden uzaklaştırılmasını hedef alır. Hatta bu kadarla da kalınmayarak, hayat görüşü, kâinat yorumu, değer yargıları, estetik ve fikrî alanlarda, eğitim ve kültürel alanlarda da bu yaklaşım kendisini hissettirir. İster istemez, farkında olunarak veya olunmayarak bu yaklaşım, dinî değer, prensip ve yaklaşımları alan dışına iter, uzaklaştırır. Sonunda öyle bir durum ortaya çıkar ki, dinin herhangi bir alanda, hatta vicdan planında bile var olup olmadığı dahi tartışılacak bir konu haline gelir. Durum bu noktaya varsa da, varmasa da; İslâm, hayatın az ya da çok, dar ya da geniş herhangi bir alanında, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin konulmasını onaylamaz. Böyle bir eylemi “şirk koşmak”la eş bir tutum olarak değerlendirir: “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan
HÜKM - HÂKİMİYET
- 701 -
(kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı vardır?” 2943
Görüldüğü gibi, teşrî alanlarının, ya da hüküm ve değer belirleme alanlarının laik anlayışa göre açıkça ayrıştırılması ve birbirlerinden kesinlikle ayrılmaları, dinin devlet yönetiminden tümüyle uzaklaştırılması, laiklik için ne kadar vazgeçilemez ve sorunlu bir ilke ise; İslâm açısından da böyle bir ayrım, en dar sınırlar içinde kalsa dahi, Kur’an’ın kabul edebileceği, benimseyebileceği bir yaklaşım değildir. Laiklik, çok tanrılı olmak demektir. Câmideki ilâhın başka; sokaktaki, mahkemedeki, meclisteki... ilâhın başka olduğu bir düzendir. İslâm, ne kadar Tevhidi esas almakta ise; laiklik de o derece şirki esas alır. Tevhid ve şirkin bir arada bulunup barınmasının imkânından söz edilemez. Çünkü Kur’an, her alanda yalnızca Allah'a ibâdete dâvet eder ve bunu esas alırken; laiklik de diğer tüm beşerî düzenler gibi, şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Şeytanın insanları bölmeyi, darmadağın etmeyi esas alan ve dosdoğru yol olan sırât-ı müstakîm dışında kalan yollarından bir yoldur.
“Ve (de ki:) Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”2944 Müslüman her şeyiyle, her şeyini Allah’ın emrettiği şekilde ve Allah için yapan ve düzenleyendir. “De ki: Benim namazım (haccım, kurbanım) ve diğer ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” 2945
Demokrasi ve Hâkimiyet
Demokrasi, bilindiği gibi batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini ilahlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah'ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da başkaldırılmış oluyor. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?”2946 İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.
Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra
2943] 42/Şûrâ, 21
2944] 6/En’âm, 153
2945] 6/En’âm, 162-163; M. Beşir Eryarsoy, a.g.e. s. 22-47
2946] 25/Furkan, 43
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”2947 Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Demokrasi, halkın çoğunluğunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianın kandırmacadan ibâret olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. Demokrasilerde
2947] 6/En’âm, 153
HÜKM - HÂKİMİYET
- 703 -
çoğunluğun ittifakı bile yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde yaşayan insanların çoğunluğunun sözü nerede ve nasıl geçerli oluyor? Parti aritmetikleri içinde, % 25-30 oy alan her parti iktidar olur. Nerede çoğunluk? % 70-75 muhâlefette kaldı. Yani, demokraside demokrasi yoktur. Demokrasiler, kendi mantıkları açısından bile sağlıklı bir hâkimiyetin kullanılma yöntemini dahi icat etmekten âcizdirler. Şimdiye kadar Batıda ve coğrafyamızda birçok seçim sistemi uygulanmıştır. Ancak, bunların hiçbirisinin asgarî düzeydeki çoğunluğun irâdesini iktidar olarak yansıtabilecek yeterlikte olduğu ileri sürülememektedir. Demokrasi, uygulamaya geçtiği tarihten günümüze kadar, sadece iki partinin olduğu yerlerde bile, hiçbir zaman, hiçbir parti çoğunluğu sağlayarak iktidar olmuş değildir. Çünkü seçimlere katılmayanlar vardır; yönlendirilenler, kandırılanlar, halka sorulmadan aday gösterilenler, kendisini tam olarak temsil etmediğinden, mecbûren kendisine en yakın olduğunu sandığı veya ehven kişiyi seçmek veya küsmek zorunda bırakılanlar vardır.
Dolayısıyla demokrasi, uygulanması imkânsız bir tezdir, bir ütopyadır. Şimdiye kadar batı felsefelerinde ortaya çıkmış olan ütopyalardan bir ütopya. Fakat bu demokratik sihirbazlar, medya ve diğer imkânlar (bilim adamları, eğitim kurumları ve düşünürler) vâsıtasıyla, demokrasinin ütopya olma özelliğini insanların gözlerinden saklıyorlar. İnsanların bunu görmelerine mümkün mertebe imkân ve fırsat tanımamaya çalışıyorlar. Gerçeğin görülmesine sebep olacak herhangi bir şey olduğu zaman, birtakım oyalamalar icat edilerek insanlar onlarla meşgul edilir ve gerçeğe nüfuz etmeleri böylelikle önlenmiş olur. Kanaatleri samimi olarak kabul görmeyen azınlık ise demokraside her zaman bir küskünler kitlesi meydana getirir. Dolayısıyla yapılan uygulamalara bu muhâlefettekiler hiçbir zaman katılmazlar.
Bu eleştirilerimiz, demokrasinin kendi mantığı ile demokrasiye bir reddiyedir. Görülüyor ki demokrasi, hiçbir zaman için demokrasiyi savunanların ileri sürdükleri gibi, insanlığın en ideal sistemi, ya da en az yanlışı olan sistemi olamaz. Çorçil'e atfedilen bir söz vardır. "Demokrasi, dünyadaki en güzel ikinci sistemdir." Sormuşlar; "demokrasiyi neden ikinciliğe indirdin?" diye. "Birincisi yok ki!" diye cevap vermiş. Gerçek öyle değil; demokrasi öyle ikinci, üçüncü sıradaki bir düzen filân değil; bir curcunadan ibârettir. Eflâtun'un tâbiriyle; "demokrasi, şarlatanlar düzenidir." Demokrasinin babası sayılan Jan Jack Russo da benzer bir şey diyor: Demokrasiyi uzun uzun anlattıktan sonra; "Emil" adlı kitabında "doğrusunu söylemek lâzımsa" diyor, "insanlar kendi kendilerine kanun yapamazlar. Bize kanunlar verecek ilâhlar lâzım."
İnsan hayatı çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutları ile insan hayatını tamamıyla kuşatmış hiçbir beşerî sistem yoktur. İnsan hayatını bütünüyle kuşatmak iddiasında olan beşerî hiçbir ideoloji ve dünya görüşü de ortaya çıkmamıştır. Sadece İslâm, insan hayatını bütün yönleriyle ve boyutlarıyla kuşatmayı hedeflemiş ve gerçekten kuşatmış kâmil bir din hüviyetine sahiptir. Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm'ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir. Fakat bu dinlerin hiç birisi insanın hayatını bütün boyutlarıyla kuşatmak iddiasında olmadığı
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için bazen müşterek birkaç beşerî ideoloji veya beşerî din bir araya gelir ve insan hayatını kuşatmaya çalışırlar. Beşerî sistemlerin herhangi birisini bir yerde kabul ettiğiniz zaman, siz sadece o kadarıyla hayatınızın tamamını tanzim edemezsiniz.
Hayatınızın diğer açıklarını, diğer yönlerini de uygun göreceğiniz veya o kabul ettiğiniz sistemle uyuşabilecek başkalarıyla doldurursunuz. Bütün beşerî sistemlerin en büyük ortak paydası ise, laikliktir. Siyasî hayatınıza demokrasiyi getirip hâkim kıldığınız takdirde, hukukunuz ne olacak? Ahlâkınız, iktisadî ilişkileriniz ne olacak? İşte bu noktada, demokrasi bütün bunları "hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyerek millet ve milletin yetkili gördüğü kimseler yoluyla temsili sûretiyle, temsilî sisteme uygun olarak seçilen kimseler aracılığıyla bu sorunları çözmeye çalışır. Temsil yetkisine sahip bulunan kişi ve kurumlar, onların hukukunu belirler. Hukukun bünyesi içerisinde iktisadî ilişkileri ortaya koyar. Bunların sonucu olarak bir ahlâk anlayışı da oluşur. Toplumsal hayatın gerekli diğer bütün kurumları bu yapı ile uyumlu olarak ya da en azından çelişki arzetmeyecek şekilde ortaya çıkar.
Bütün sistemler ilk ortaya konuldukları zaman, hangi çerçeve için konulmuş olurlarsa olsunlar, sadece orada kalmazlar; insan hayatının tamamını kapsarlar; en azında pratikte bu böyledir. Hiçbir beşerî sistem, kâmil olamaz ve insanlar, beşerî sistemlerde deneme yanılma yoluyla mesafe alabilirler. O bakımdan beşerî sistemler esas mâhiyetleri itibarıyla bir yaz-boz tahtasıdırlar. Bunu, içinde yaşadığımız beşerî sistemin meselâ kanunlarında çok rahat bir şekilde görebiliriz.
Beşerî Sistemlerin Dünyevîliği; İslâm'ın Uhrevîliği: Beşerî sistemler eksiklerini başka sistemler vâsıtasıyla tamamlasalar bile âhirete yönelik hiçbir şey söylemezler. İnsanın ölümünden sonrasıyla ilgilenmezler. Dolayısıyla beşerî sistemler ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, ilgilendikleri özel alanda bile mükemmel olamazlar ve insanın ölümden sonraki hayatı için bir şeyler verme iddiasında bulunamazlar. Müslüman ise, âhireti hesaba katmadan en ufak bir davranışta bulunamaz. Müslüman, dünya hayatıyla âhireti hedefleyendir. Dünyadaki olumlu veya olumsuz gelişmeler, imtihan kabul edildiğinden, müslümanın istikameti üzerinde etkili değildir. "Tâ ki, elde ettiğinizle sevinmeyesiniz, kaybettiğiniz dolayısıyla da üzülmeyesiniz."2948 Dünya hayatında ele geçirdiklerimize sevinmeye değmez; kaybettiklerimiz için üzülmeye değmediği gibi.
Önemli olan, müslüman olarak kişinin kendi sorumluluğunu yerine getirmesidir. Müslüman için en mühim şey, amellerinin sâlih olması, eylemlerinin kabul edilecek vasıfta bulunmasıdır. Bu gerçekleşince, önde veya arkada olmak önemli değildir. Netice almış, dünyada başarılı olmuş veya mağlup düşmüş, marjinal kalmış, hiç önemli değildir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kıyâmet gününde kimi peygamber yanında iki üç mü'minle birlikte gelecek." Yani iki üç tane, hatta tek başına gelen peygamberleri biz marjinal kaldı diye dâvetlerini tebliğ etmede kusurlu davrandıklarını mı kabul edeceğiz? Nuh (a.s.) 950 yıl istikamet üzere yaptığı tebliğde dünyevî açıdan netice alamadı veya çok küçük bir sonuç aldı diye, yaptıklarını küçümseyecek, marjinal kaldı diye tenkit edebilecek miyiz?
Dolayısıyla biz hakkı ve hakikati başarılarda, çoklukta, azlıkta, önde ve
2948] 57/Hadîd, 23
HÜKM - HÂKİMİYET
- 705 -
arkada olmakta değil; Allah'ın kitabına ve Rasûlün sünnetine mutabakatta ararız. Allah'ın Kitabına ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iş güzeldir; neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah'ın vereceği değerdir. Dünyevî sonuçları Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatımız ve ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. İşte bu anlamıyla hayatı kuşatan biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ'nın dinidir.
İslâm'ın Eksizliği ile Beşerî Sistemlerin Yetersizliği: Bütün beşerî sistemler eksiktir, parçacıdır. Çözüm getiremeyişleri, insanları mutluluğa ulaştıramayışları, bunun en açık göstergesidir. Kendilerinin kendileri için belirledikleri hedefleri dahi gerçekleştiremeyişleri bir tarafa, müslüman olarak bizim onlara yönelteceğimiz en büyük eleştiri, bu sistemlerin eksik olduğuyla ilgilidir. Bu sistemler, yamalı bohçadır; insanı kuşatamazlar, kâmil din olamazlar, âhiretle ilgili söyleyecek sözleri de yoktur. Yalnız Allah'ın dini olan İslâm'dır, hayatı bütünüyle kuşatan, dünyayı ve âhireti içeren. Mevcut sistemler bize Allah'ın rızâsını kazandıramaz. Dolayısıyla biz, insanların tümüne Allah'ın rızâsının nasıl kazanılacağını öğretmeyi, böyle bir yükümlülüğü üzerimize almış kimseler olarak ortadayız.
İslâm'ın kemâli vahye dayalı olmaktan kaynaklanır. Buna karşılık batının zevâli, böyle bir dinden mahrum oluşundan kaynaklanmaktadır. Felsefeleri, ideolojileri, rejimleri ve hevâları hepsi şeytanın insanlara telkin ettiği lehviyattandır. Kur'ân-ı Kerim'in belirttiğine göre şeytanlar da dostlarına telkinatta bulunurlar. Demek ki dünyada ezelden beri, Âdem’den (a.s.) beri, iki şey çarpışıp durmaktadır. Allah'ın vahyi ve şeytanın, dostlarına telkin ettiği vahiyler; Hak ile bâtıl. İslâm'ın kemâlinin bir neticesi olarak İslâm, her zaman ve mekânda bütün insanlığın her türlü ihtiyacını karşılayabilecek vasfa sahiptir. 2949
Çokluk veya çoğunluk, ya da çoğulculuk denildiğinde, temelinde yatan birey, yani bir tek insandan bahsedildiği bilinmelidir. Bir'inde doğruları veya eğrileri tesbit yetkisi bulunmayanların çoğunluğunun nasıl bu yetkiye sahip olabildikleri hâlâ açıklanamamıştır. Sadece sıfırların veya yalnız eksilerin yanyana gelmesiyle tatmin edici rakamların veya artıların çıktığı, çıkabildiği izah edilememiş bir kandırmacadır. Yol göstereni bulunmayan insanın şaşkınlık içinde kaldığını, bilmediklerinin öğretilmemesi halinde bir şey bilmez durumda devam ettiğini her ne hikmetse düşünemeyen insan, bir Rabb'e (eğitici, terbiye edici mürebbî'ye) hep ihtiyaç duymuştur. Bütün mesele, bu mürebbînin (terbiyecinin) kim olması gerektiği hususudur. İşte insan bu noktada hep yanılmış, bir türlü gerçek terbiyecisini bulamamış, insana acıyan yaratıcısı merhameti ile ona sürekli olarak terbiye esaslarını bildiren elçileriyle yol göstermiştir. Çoğunun, çoğunluğun bu yolu kabul etmemesine, hevâsına uymasına rağmen yaratıcı Allah tekrar elçiler göndermiş ve kullarına gerçekten acıdığını, mağfiret ediciliğini göstermiştir. Kur'an bu yol göstericiliğin en son eseri olarak elimizde, önümüzdedir.
Birçok âyetinde, hevâsına tâbi olan insanın nasıl azgınlaştığını, kendi dengesini nasıl bozduğunu, sağlıklı bir ruh yapısına sahip olamadığını açıklayan Rabbimiz (terbiyecimiz) Allah, kendini bozanın çevresini de bozduğundan defaatle söz etmekte, yeryüzünü ifsâdından bahsetmektedir. Yeryüzü, halîfelik görevinin icrâ edileceği, îmar ve ıslah tavrıyla yaklaşılması gereken insanın bir çevredir. İnsan, bu çevre ile vardır. İnsan, doğasını, ancak, bu doğanın sahibince bildirilen
2949] M. Beşir Eryarsoy, a.g.e. s. 53-90
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
esaslara uyarak koruyabilir. Korunamamış doğa, ister insan tabiatı olsun, ister insanın içinde yaşadığı ortam olsun, insan için sağlıksız bir ortam olarak kişiliğini koruyamamanın, giderek korkmanın, kokuşmanın ortamı olacaktır. Öyle de olmuştur.
Analarının karnından bir şey bilmediği halde çıkarılan insanların, çıkışlarını takip eden bir süre sonra "küllü şey'in kadîr" bir varlık haline dönüşmesi mümkün değilken, insanın temel yanılgısı, böyle olabildiğini sanması, yani kendini, hevâsını, kendi gibi insanları tanrılaştırmasıdır. Bu sanı ve değerlendirme, insanı azgınlaştırmakta; tuğyânı, bağyi ve fesâdı giderek kendinden çevresine, çevresinden kendine ve diğer insanlara yönelmiş; yaşadığı dünyayı, içinde kendisi de bulunduğu halde berbat etmektedir.
Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı ortamdan etkilenmişliğinin ürünü olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı yerlere varan akılların çoğunluğunun veya azınlığının varacağı yer, kendine ters düşen yerdir. Kendini yadsıyan yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin farkına varmasını engelleyen yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı kendi başına doğru yolu bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı müstakîmi, bu doğru yolu göstermiştir. "Ne yapacağını bilmez halde bulup da doğru yolu göstermedi mi?"2950 İnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile beceremezken, kendi başına tümüyle doğru bir yol bulmasını ondan beklemek, olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduğu yoldan memnun olmamış, olamamıştır.
Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu tanrısından râzı değildir. Aklın ve arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler, insanların kendine gelmelerini önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu uyuşturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnız ekonomik insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanı bir türlü bu yönleri de bulunan, ama asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık olduğunu görebilmesine imkân bırakmamaktadır. Demokrasiler insanları; insan olmaktan, insanlıklarının farkına varmaktan alıkoyan insanların önünde aşılması güç bir büyük engel olarak durmaktadır. Bu engeli aşamayan insanın, insanlığının farkına varabilmesi mümkün değildir.
Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta, insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri sözkonusudur. İnsan, "kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır?" sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu açacaktır. Açılan şuuru, insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim elbette daha isabetli olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir (el-Mü'min) teslim olmakla (müslümanlıkla) ancak tatmin olabilir. 2951
2950] 93/Duhâ, 7
2951] Ercümend Özkan, İnanmak ve Yaşamak, c. 2, s. 147-150
HÜKM - HÂKİMİYET
- 707 -
Demokrasi Oyunu
“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim daha oy alıyor/oyalıyor?” "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.
Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.
Din kurumlarının bağımsız olmadığı düzen nasıl demokrat olabilir? Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi teklif bile edilemez, halk kendi istediği sistemi seçemez, kurulu düzenin uygulayıcıları olarak kendi önlerine çıkarılan isimler arasında bir tercih yapmak, içinde kendine benzeyen bulamadığı için dayatılan adaylardan ehven-i şerri tercih etmeye çalışırsa, buna oyun denilmez mi? Halk idaresi diye, halkın inancına, yaşayış ve ahlâkına saldıran düzenin adıdır bu ülkede demokrasi. Başta Kemalizm ve onun ilkeleri olmak üzere, laiklik vb. tabuların bulunduğu düzen, nasıl halkın yönetimi olabilir? Demokrasilerde egemenlik kayıtsız şartsız paranındır, medyanındır, derin devletindir; ama halkın değildir. Halk, rüzgâr ne yönden esiyorsa onun gücüyle savrulan yaprak gibidir. Ulusal ve uluslararası istihbârât örgütleri, kartel ve holding patronları, siyonizm, ağalar, şeyhler, hizmet adı altında devlet rüşvetleri, reklâm, aldatmaya dayalı propaganda, seçim kanunu vb. adla seçim hile ve aldatmacaları, büyük partilerin devlet yardımı vb. yollarla avantajları... bütün bunların halkı yönlendirmediğini kim iddia edebilir? Öyleyse, gerçekten halk mı yönetiyor halkı?
Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.
Kimler parti kurabilir? Partiler kanunu, hangi mecbûriyetler getirmektedir? Meselâ İslâm partisi kurulabilir mi? Hani, halkın idaresi idi demokrasi; ya halk İslâm’ı istiyorsa? Buna fırsat vermeden, yolu açmadan halkın isteyip istemediği nasıl belli olacaktır? Kimleri seçebilir vatandaş? Partiler ve adaylar her görüşe açık mıdır? Rejim, Atatürk ilkelerini tâvizsiz uygulamaya çalışır. Gerçekten halk mı istemektedir bu kadar heykeli? Halk Kemalist midir de, halkın yönetimi denilen demokrasi rejiminde yönetim onun ilkelerinin dışına çıkamaz? Halkın inanç ve ibâdetleri, halkın seçtiği yöneticilere ve onların yönettikleri düzene ne kadar yansıyabilmektedir? Halkı etkilemede medyanın, propagandanın ve kaynak olarak paranın gücü nedir?
Ve bir düdük öttürülünce halkın irâdesi ne durumlara düşmektedir? Demokrasi, demokrasinin raylarına oturtulmak adına katledilerek demokratik (!) darbeler yapılır her on senede bir. Demokrasiye kimler ve ne adına balans ayarı yapmaktadır? Partileri halka rağmen kim kapatmakta ve kapatmakla tehdit etmektedir? Bunun demokrasi ile neresi bağdaşmaktadır? Milyonlarca oyu kim, hangi gerekçeyle geçersiz/etkisiz saymakta, daha az oya daha büyük yetkiyi kim, nasıl vermektedir? Demokrasi ile ilgili bu tür sorunları ve soruları çoğaltmak mümkün...
Kapitalizmin sömürüsünü perdeleyen bir simgedir demokrasi. Demos-kratos: Yunanca; Halkın yönetimi anlamına geliyor, yani halkın hâkimiyeti. Batılıların helvadan putudur demokrasi; istedikleri zaman yiyip yutarlar. Batılılar niçin Kuveyt’te, körfez ülkelerinde, Suudi Arabistan’da vb. yerlerde demokrasi istemez? Bazı yerler içinse zorunludur demokrasi. Batının, demokrasi kavalıyla kolay güdebileceği ülkelerde her konunun demokrasiyle ilişkisi kurulurken, Batı, işine gelmediği yer ve zamanlarda, emir kulları aracılığıyla demokrasiyi askıya alır veya aldırtır, darbeler yaptırılır. Meselâ Türkiye’de müslümanlara zulüm gündeme getirilmezken Apo’nun idamı bir demokrasi meselesi kabul edilir.
Demokrasi, monarşinin egemenliğine göz dikmiş, krallık veya padişahlığın yanlışları üzerine antitez olmuştur. Gerçi demokrasinin beşiği denilen yerlerde, Batıda kral ve kraliçeler hâlâ en üst yöneticilerdir; bu tezat bile değerlendirilmez. İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Lüksemburg gibi ülkelerin başında hâlâ kral veya kraliçeler vardır. Padişahlığa alternatif olarak kabul edilen demokraside 550 tane padişah ve arkalarında sayısını kimsenin bilmediği gizli padişahlar bulunan bir anlayış mıdır halkın istediği yönetim? Câhiliyye dönemindeki müşrikler de demokrattı. Mekke’de de demokrasi vardı: İsteyen istediği putu serbestçe seçebiliyor, kimse karışmıyordu. Aynı özgürlük çağdaş câhiliyyede de vardır: Zulümlerden zulüm beğenebilir, tâğutlardan bir tâğut seçebilir insan, günümüzdeki çağdaş demokrasilerde. Hakkını yemeyelim: Tavuklara kümeslerini, bekçilerini ve kurtlarını seçme hakkı verir demokrasi. Hileli yollarla da olsa, halka gardiyanlarını seçme hakkı verir.
“Demokrasilerde çare tükenmez” mi acaba? Bugüne kadar ülkedeki çaresizliklere ne demeli? Doğrusu şöyle olmalı: “Demokrasilerde çene tükenmez!” Politika, iş üretmeye değil; laf üretmeye dayanır bu ülkede, demogoji, laf yarışı, kandırma tükenmez bu düzende. Halk seçime katılabilir, ama yönetimi hiçbir zaman ele geçiremez. Yönetim ve halk ayrımı vardır halkın idaresi denilen demokraside.
HÜKM - HÂKİMİYET
- 709 -
İslâm’da halkın değil; Hakkın hükmü önemlidir. Halk Hakka kul olmalı, O’nun hükmüne teslim olmalıdır. Çünkü “insanların çoğu bilmezler”,2952 “insanların çoğu şükretmezler”,2953 “insanların çoğu nankördür”2954 ve “insanların çoğu mü’min değildir, iman etmezler.”2955 O yüzden halkın çoğunluğuna uymak, dalâlettir/sapıklıktır. “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.”2956 İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile böbürlenip üstünlük tasladığını, bu yüzden mallarının ve evlatlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde kendilerinden önce nice toplulukları yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını Kur'an, sayılamayacak kadar çoklukta ve ısrarla anlatmaktadır. Çokluğun ancak Allah'ı zikredip anmada, şükretmede, kulluk ve ibâdet etmede, takvâda işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur'an'da ısrarla üzerinde durulun hakikatler olarak ifade edilmektedir.
Çoğunun akılsızlıklarından bahsedilen insanlar, Allah'ın hükümlerine itibar etmeyen, Rab olarak sadece Allah'ı kabullenmek istemeyen kalabalıklardır. Sürüleştirilen, sömürülen, köleleştirilen yığınlardır. Çalışan kafalar, akl-ı selîm sahipleri, kendilerinin farkına varan kafalardır. Kendinin farkına varanlar, Allah'ın farkına varırlar; Allah ile kendileri arasındaki farkı farkederler. Hadlerini bilirler ve O'na ait olan, olması gereken hâkimiyeti kendi zimmetlerine geçirerek haksızlık edip ilâhlık taslamazlar. "Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan/gerçekten hiçbir şey ifade etmez."2957 Haktan, hakikatten bir şeyin ifadesi olmayan zanna uyanlar, ister çoğunluk, ister azınlık olsun, gerçekten bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demek değil midir?
Halk deyimiyle "nerede çokluk, orada ..." Kendi taraftarları ve ideologları bile, demokrasinin görmezlikten gelinemeyecek zaaflarından haberdardır: "İyi hükümetler arasında demokrasi en kötüsü, fakat kötülerin en iyisidir.";2958 "Hükümetlerin en iyisi, bize kendimizi yönetmemizi öğreten hükümetlerdir." 2959
Demokrasilerde mutlak doğru, çoğunluğun tespit ettiği (ya da öyle farzedilen) görüştür. Doğru, parmak sayısına göre belli olur. Halktır hakem, o ne demişse doğrudur. Serbest kılma veya yasaklama (helâl ve haram kılma) yetkisi, halkındır, seçilmişlerindir. Bunun uygulamada böyle olup olmadığı da, doğru olup olmadığı da tartışılmaz.
Aynı coğrafyada yaşayan insanlar olarak hepimiz, aynı geminin yolcularıyız. Gemide delik açanlar, sadece kendilerini batırmış olmazlar. Gâfil, hâin, ehil olmayan, güvenilmez (mü'min olmayan) kaptanın, elindeki bozuk pusula ve yanlış
2952] 45/Câsiye, 26
2953] 40/Mü’min, 59
2954] 25/Furkan, 50
2955] 40/Mü’min, 59
2956] 6/En’âm, 116
2957] 10/Yûnus, 36
2958] Aristoteles
2959] Goethe
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
harita ile gemiyi sürmesine rızâ göstermek, tüm yolcular için hayatî tehlike demektir. Kaptan ve tayfaların yanlış rotalarına seyirci kalmak, tüm yolcuları da gitmeleri gereken yere ulaşmalarına engel olacaktır. "Devlet gemisinin sorumlu kaptanı, sadece bu gemiyi yöneten değil; aynı zamanda bu gemiyle yolculuk edenlerdir."
Yöneticilerin amaç ve çıkarları ile onları seçenlerin amaç ve beklentilerinin aynı olduğunu kim iddia edebilir? Enflasyon, devalüasyon,2960 vergi vb. adlar altında halk, kendi cebindeki paraları soydurmak, bazılarına hortumlatmak için mi seçmektedir seçtiklerini? Halk yargılanırken, halkın vekillerinin yaptıkları niye yanlarına kâr kalmaktadır? Kaç parlamenter bugüne kadar suçlanabilmiş ve kaç tanesi cezasını çekmiştir? Partilerin başında kapatılma korkusu Demokles’in kılıcı gibi durur; her on yılda bir darbeler âdet olduğu için, buna sebep olmamak, fincancı katırlarını ürkütmemek gerekmektedir. Demokratik düzenin vazgeçilemez unsurları olan partiler, kendi içlerinde sahi ne kadar demokrasiye uygun davranıyorlar? Lidere rağmen farklı görüş bildirilebilir, o istemeden birisi onun partisinden aday olabilir mi dersiniz?
Demokrasi, sözüm ona müslümanların bazıları tarafından kutsallaştırılır, batılı cadı mankene başörtüsü taktırılır: “Halkın irâdesi Hakkın irâdesidir.”; “Halka hizmet, Hakka hizmettir.”; “İslâm, demokrasinin ta kendisidir...”
Konuyu özetlemek gerekirse; Her yönüyle kendisine has bir muhtevâya sahip olan İslâm Dininin, esas gayesini teşkil eden “dini yalnızca Allah'a has kılma”yı gerçekleştirmek için, diğer bir ifade ile İslâm’ı hâkim kılmak için kendine has bir yol ve yordamının olacağı da açıkça bilinen hususlardandır. İslâm’ı hâkim kılmak için yapılacak her bir doğru eylem, hatta zihinsel faâliyetler bile birer sâlih ameldir. Yani bu maksatla yapılacak işlerimizin kabul edilebilmesi için, bir ameli, sâlih kılan özellikler şunlardır:
1) Yapılacak amel ile birlikte sahih bir akîdenin bulunması,
2) Yapılacak amelin ihlâsla, yani yalnızca Allah’ın rızâsı gözetilerek yapılması,
3) Bu amelin, şeriatin o amel için belirlemiş olduğu şekilde yapılması, yani Kitab’a ve Sünnete uygun olması (ittibâ).
Dolayısıyla İslâm’ı hâkim kılmak için izlenecek yolun, İslâm’ın kendi bünyesinden alınmış olması yahut en azından İslâm’ın açıkça yasaklamış olduğu gâye ve maksatlara götüren bir yol olmaması gerekmektedir. Buna bağlı olarak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Demokrasi, esas itibarıyla, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul etmeyip bu hakkı kayıtsız şartsız olarak halkta ya da millette gören bir rejimin adıdır. Demokratik yöntemler de bu amacı gerçekleştirmek için ortaya konulmuş yollardır. Müslüman bir kimse, İslâm’ı egemen kılmak için çalışma ibâdetini îfa ederken, hiçbir yönüyle İslâm’la bağdaşmayan bu yöntemleri, İslâm’ı egemen kılmanın vâsıtası olarak kullanamaz. Çünkü böyle bir durumda en azından sâlih amelde aranan “ittibâ” şartı bulunmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir amel, en azından red edilmiş olacaktır.
Kaldı ki, her bir sistemin yöntemi de ancak kendi tabiatına uygundur. Amaç
2960] “Kur ayarlaması” adıyla yapılan yabancı paralar karşısında Türk lirasının değerinin daha aşağı çekilmesi
HÜKM - HÂKİMİYET
- 711 -
ile yöntem arasındaki tabiat farlılıklarının varlığının sağlıklı birtakım sonuçlara ulaştıramayacağı da hem mantıkî bir gerçektir; hem de artık gerek İslâm âleminde ve gerekse coğrafyamızda yaşanan deneyimleri göz önünde bulunduracak olursak, vâkıa daha açık ortaya çıkacaktır. Laiklik ise; en azından İslâm’ın devlet ve toplum hayatına dair hükümlerini red ve iptale dâvet ettiğinden, müslüman açısından kabul edilmesi imkânsız bir siyasal yaklaşımdır.
Allah’ın indirdiği hükümleri ve öncelikle de Allah’ın hâkimiyetini (hangi çerçevede olursa olsun) reddetmek de, İslâm dışında bütün sistemlerin ortak yönünü teşkil eder. Dolayısıyla hâkimiyeti bütün kapsam ve boyutlarıyla Allah’ın hakkı olarak görmeyen bir sistem ve din de, müslüman tarafından reddedilmeye mahkûmdur. Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini kısmen ya da tamamen reddeden sistemlerin, İslâm’a göre başka bir şekilde değerlendirilmeleri mümkün olmadığı gibi; müslümanın da bunları reddetmekten başka bir tavır takınacağını beklemek mümkün değildir.
Müslümanlar Allah’ın Dini’ni gerçek mâhiyetiyle kavrayıp küllî ve cüz’î hiçbir alanda İslâm’dan başka herhangi bir sisteme ihtiyaç duymayıp yalnızca Rablerinin dini ile yetinerek, sadece o dinin gösterdiği doğrultuda, gösterdiği hedefe doğru ilerleyecek olurlarsa, hem kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ıslah edip birbirleriyle ilişkilerini düzeltecek, hem de Rableriyle aralarını düzelterek O’nun rahmet ve inâyetine mazhar olacaklardır: “Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz Onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, ihsân edenlerle beraberdir.” 2961
Beş çeşit devlet sisteminde din-devlet ilişkileri
2961] 29/Ankebût, 69
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hüküm Konusuyla İlgili Âyetler
Hüküm Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (210 Âyet): 2/Bakara, 32, 113, 129, 129, 151, 188, 209, 213, 220, 228, 231, 240, 251, 260, 269, 269; 3/Âl-i İmrân, 6, 18, 23, 48, 55, 58, 62, 79, 81, 126, 164; 4/Nisâ, 11, 17, 24, 26, 35, 35, 54, 56, 58, 58, 60, 65, 92, 104, 105, 111, 113, 130, 141, 158, 165, 170; 5/Mâide, 2, 38, 42, 42, 42, 43, 43, 44, 44, 45, 47, 47, 48, 49, 50, 50, 95, 110, 118; 6/En’âm, 18, 57, 62, 73, 83, 89, 114, 128, 136, 139; 7/A’râf, 7, 87, 87; 8/Enfâl, 10, 49, 63, 67, 71; 9/Tevbe, 15, 28, 40, 60, 71, 97, 106, 110; 10/Yûnus, 1, 35, 109, 109; 11/Hûd, 1, 1, 45, 45; 12/Yûsuf, 6, 22, 40, 67, 80, 80, 83, 100; 13/Ra’d, 37, 41, 41; 14/İbrâhim, 4; 15/Hıcr, 25; 16/Nahl, 59, 60, 124, 125; 17/İsrâ, 39; 18/Kehf, 26; 19/Meryem, 12; 21/Enbiyâ, 74, 78, 78, 79, 112; 22/Hacc, 52, 52, 56, 69; 24/Nûr, 10, 18, 48, 51, 58, 59; 26/Şuarâ, 21, 83; 27/Neml, 6, 9, 78; 28/Kasas, 14, 70, 88; 29/Ankebût, 4, 26, 42; 30/Rûm, 27; 31/Lokman, 2, 9, 12, 27; 33/Ahzâb, 1, 34; 34/Sebe’, 1, 27; 35/Fâtır, 2; 36/Yâsin, 2; 37/Saffât, 154; 38/Sâd, 20, 22, 26; 39/Zümer, 1, 3, 46; 40/Ğâfir, 8, 12, 48; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 3, 10, 51; 43/Zuhruf, 4, 63, 84; 44/Duhân, 4; 45/Câsiye, 2, 16, 21, 37; 46/Ahkaf, 2; 47/Muhammed, 20; 48/Fetih, 4, 7, 19; 49/Hucurât, 8; 51/Zâriyât, 30; 52/Tûr, 48; 54/Kamer, 5; 57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1, 24; 60/Mümtehıne, 5, 10, 10, 10; 61/Saff, 1; 62/Cuma, 1, 2, 3; 64/Teğâbün, 18; 66/Tahrîm, 2; 68/Kalem, 36, 39, 48; 76/İnsan, 24, 30; 95/Tîn, 8, 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 41-62
2. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 164-171
3. Kur’am’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 279-281
4. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 43-46
5. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 188-191
6. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 11-23
7. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 298-301; c. 3; 33; c. 6, s. 29-30
8. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 236-245; c. 9, s. 5-38
9. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 149-156
10. Nurdan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 68-72
11. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 260-278
12. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Y. c. 2, s. 187-196
13. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 203-207
14. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
15. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
16. İslâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
17. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
18. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
19. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
20. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
21. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
22. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
23. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
24. İslâm Şeriatı, Abdülkadir Udeh, Nur Y.
25. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
26. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
27. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
28. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
29. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
30. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
31. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
32. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
33. İslâm’da Mülk ve Hilâfet, Şahin Uçar, İz Y.
34. Devletçilik Bumerangı, Durmuş Hocaoğlu, Ufuk Kitapları, da Y.
35. Çoğulculuk ve Toplumsal Uzlaşma, Abant Platformu 4, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Y.
HÜKM - HÂKİMİYET
- 713 -
36. Bir Politikbilim Perspektifi, Ali Yaşar Sarıbay-Süleyman Seyfi Öğün, Asa Y. Bursa, 98
37. Hz. Peygamber’in Devleti, Mehmet Birsin, Birleşik Y., İst 96
38. İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
39. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
40. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
41. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
42. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
43. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
44. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
45. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
46. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
47. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
48. Yaşasın Şeriat, Abdurrahman Dilipak, Görüş/Risale Y.
49. İslâm – Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
50. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
51. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
52. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
53. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
54. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
55. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
56. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
57. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
58. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
59. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
60. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
61. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
62. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
63. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
64. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
65. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
66. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
67. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
68. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
69. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
70. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
71. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
72. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
73. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
74. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
75. Câhiliye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
76. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
77. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
78. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
79. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
80. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
81. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
82. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
83. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
84. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
85. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
86. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
87. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
88. Hilâfet-i İslâmiyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
89. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
90. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
91. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
92. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
93. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
94. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
95. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
96. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
97. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978,İstanbul
98. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
99. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
100. Müslümanın Akaidi, Ahmed Kalkan, Rağbet Y., s. 18-27

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:22

HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ


- 629 -
Kavram no 79
Peygamberler 3
İlâhî Ceza 3
Bk. Helâk ve Helâk Edilen Kavimler; Sâlih (a.s.)
ve Semûd Kavmi; İman, Peygamberlik
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
• Hûd (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
• Âd Kavmi
• Ahkaf
• İrem
• Âd Kavmi ve Kumların Atlantis’i Ubar Kenti
• Kur’ân-ı Kerim’de Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi
• Hûd Sûresi
• İbret Alınması İçin Anlatılan Kıssaları Masallaştırma
• Maddî Üstünlük ve Lüks Yaşam Üzerine
• Hûd (a.s.) ve Dâvetinden Almamız Gereken Ders ve Mesajlar
• Âd Kavmi ve Onların İzindeki Günümüzün Âdîleri
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (Hâlâ O’na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?’
Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’
(Bunun üzerine Hûd): ‘Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim.
Size Rabbinin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim/öğütçüyüm.
Sizi uyarmak için içinizden bir adam vâsıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.’
Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmeniz ve atalarınızın tapmakta olduklarını bırakmanız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir.’
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gadap/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husûsunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!’
Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” 2628
2628] 7/A’râf, 65-72
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hûd (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
Hûd (a.s.), Kur'ân-ı Kerim'de kıssası geçen peygamberlerden biridir. Âd kavmine gönderilen Allah'ın rasûlüdür. A'râf, Hûd, Şuarâ ve Ahkaf sûrelerinde kendisinden bahsedilmektedir. Âd kavmine gönderilmiştir ki, Kur'ân dışında diğer mukaddes kitaplarda bu kavimden söz edilmemektedir. Âd kavmi Hz. Nûh tûfanından sonra putperestliğe dönen ilk kavimdir. 2629
Hûd (a.s.), Âd kavmi içinde soyu şerefli bir kişiydi. Peygamberlikten önce ticaretle uğraşırdı. Hûd (a.s.) orta boylu, esmer tenli, gür saçlı, güzel yüzlü idi. Âdem’e (a.s.) benzerdi. Zâhid, muttakî ve ibâdete düşkün idi. Cömert ve şefkatli idi; yoksullara bol bol sadaka verirdi. 2630
Âd kavmi Arabu'l-âribe denilen Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. Hadramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yurtlarda oturan bu kavmin yurtları otu, suyu ve çeşitli nimetleri bol olan bir yerdi. Yerin üzerinden akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları2631 yer altında da, su depoları ve köşkleri vardı.2632 Başkalarına nazaran onlara boy pos, güç ve kuvvet verilmişti.
Allahu Teâlâ, Âd kavmine, peygamber olarak Hûd’u (a.s.) gönderdi. O da kavmini bir ve tek olan Allah'a iman ve ibâdete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeğe dâvet etti ise de, red ve tekzib ile karşılandı. Bunun üzerine, Allahu Teâlâ onlardan üç yıl yağmuru kesti. Onlar yağmur için Mekke'ye bir heyet gönderdiler. Allah, yağmur bekledikleri halde bir kasırga ile onları helâk etti.
Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Vedâ haccında, Usfan vâdisine vardığı zaman, Hz. Ebû Bekr'e: "Ey Ebâ Bekr! Bu hangi vâdidir?" diye sormuştu. Hz. Ebû Bekir "Usfan vâdisidir" diye cevaplayınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hûd’un (a.s.), beline aba tutunmuş, belinden yukarısını alacalı bir kumaş ile bürümüş, genç ve kızıl, yuları hurma liflerinden örülmüş dişi bir deve üzerinde, hac için buradan telbiye ederek geçmiş olduğunu haber vermiştir. 2633
Âd kavmi helâk olunca Hz. Hûd kendisine inananlar ile beraber Mekke'ye gelmiş ve vefat edinceye kadar orada kalmıştır. Âd kavminin, Hz. Hûd'a karşı çıkarken ileri sürdükleri itirazlar, diğer Peygamberlere karşı muârızlarının ileri sürdükleri itirazların aynıdır. Hatta günümüz münkirlerinin de itirazları aynı türdendir. Ona itirazda baş çekenler de, diğer peygamberlere itiraz edenler gibi kavmin ileri gelenleridir. İtirazın temelinde ise, dönmekte olan çıkar çarklarının devam etmesi vardır. Hz. Hûd'a yaptıkları itirazlarını şu maddelerde özetlemek mümkündür:
a- Hz. Hûd'u beyinsizlik ve sapıklıkla itham etmek: "Kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz."2634; "Kavminden ileri gelen inkârcılar dediler ki; ‘biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni yalancılardan sanıyoruz.'' 2635
2629] İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiyâ, Beyrut 1982, I, 149
2630] Hâkim, el-Müstedrek, I, 563
2631] 26/Şuarâ, 133, 134
2632] 26/Şuarâ, 129
2633] Ahmed bin Hanbel, I, 232
2634] 7/A'râf, 60
2635] 7/A'râf, 66
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 631 -
b- Atalar dinine bağlılık: "Dediler ki: ‘Demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?"2636; "Dediler ki: ‘Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin?" 2637
c- Kendilerinin güçlü kuvvetli olduklarını söyleyip Hz. Hûd tarafından gelebilecek bir zararın olamayacağını ileri sürmeleri: "Âd kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve; ‘bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler." 2638
d- Âhireti inkâr etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından ibâret olduğunu ileri sürmeleri: "Ne ise hep bu dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar). Biz öldükten sonra diriltecek değiliz." 2639
e- Hz. Hûd'u küçümsemeleri: ''Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret hayatına kavuşmayı yalanlayan eşrâf takımı dedi ki; ‘bu da sizin gibi bir insandan başka birisi değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdîrde siz, mutlaka ziyana uğrayanlardan olursunuz." 2640
Onların bu itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hûd'un takındığı tavır şöyle idi: ''Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?"; ''Ey kavmim, bende bir sapıklık yok; ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum."2641; "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. Siz (putları Allah'a ortak koşmakla) sadece iftira ediyorsunuz. Ey kavmim, ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana aittir. Aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin (O'na yönelin) ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın, suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin." 2642 Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarının Kur'ân'da zikredilmesi mü’minlerin ibret almaları içindir. Geçmiş peygamberlerin her tavrı müslümanlar için de tâkip edilecek bir yoldur. Meseleye bu yönden baktığımızda Hz. Hûd kıssasından alınacak ibretleri de şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Hz. Hûd, Allah yoluna samimiyetle sarılmış vakur bir kişidir. Söyleyeceğini, ölçüp tarttıktan sonra söylemektedir. Kötülüğe kötülükle karşı koymadığı gibi, yumuşak davranmaktadır. Kavmi kendisini beyinsizlikle itham ederken, kendisinin beyinsiz olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söylemekle yetinmektedir. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini kendilerine hatırlatmakta ve bu nimetlere şükretmiş olmaları için Allah'ın emirlerine riâyet etmeleri gerektiğini anlatmakta ve bundan dolayı onlardan bir ücret istemediğini özellikle belirtmektedir. 2643
2636] 7/A'râf, 70
2637] 46/Ahkaf, 22
2638] 41/Fussılet, 15
2639] 23/Mü'minûn, 37
2640] 23/Mü'minûn, 33-34
2641] 7/A'râf, 65, 67, 71, 72
2642] 11/Hûd, 50-52
2643] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 9-10
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hûd (a.s.), Nûh’un (a.s.) oğlu Sâm'ın neslindendir. Bir ismi de Âbir olup, lakabı Nebiyyullahtır. Kur'ân-ı Kerim’de ismi bildirilen peygamberlerdendir. Yemen'de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkaf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan itibaren Allahu Teâlâ’ya ibâdet etmekle meşgul oldu. Ara sıra ticâretle de uğraşan Hûd (a.s.), gâyet şefkâtli ve çok cömertti. Nûh tûfânında sonra, onun torunlarından biri olan Âd, Yemen'de Hadramut civârında Ahkaf denilen yerde yerleşti. Âd'ın neslinden gelen insanlar çoğalarak büyük bir kavim oldular. Bunlara Âd kavmi denildi. Bulundukları belde bereketli bir yerdi. Bağlar, bahçeler her tarafı sarmış ve İrem bağları diye meşhur olmuştu. Oğulları, malları, davarları ve muhteşem sarayları vardı. Güçleri, kuvvetleri, boyları ve cüsseleri ile meşhur olan bu insanlar, servetlerinin ve maddî güçlerinin çokluğuna bakarak azdılar ve doğru yoldan, dinlerinden ayrıldılar. Yeryüzünde büyüklük tasladılar. Allah Teâlâ’yı unuttular ve çeşitli putlara tapmaya başladılar. Ellerindeki maddî imkânlarla etrâfa dehşet salıyorlar, fakirleri ve diğer kabileleri zulümleri altında inletiyorlardı. Onları köle gibi çalıştırıyorlar, çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı. Allah Teâlâ, Âd kavmini doğru yola kavuşturmak için Hûd’u (a.s.) onlara peygamber gönderdi. Bu hususta Kur'ân-ı kerimde meâlen buyruldu ki:
Âd kavmine kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. Hûd (a.s.) onlara; ‘Ey kavmim! Allah Teâlâ’ya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ o'nun azâbından korkmayacak mısınız?’ dedi.2644 Hûd (a.s.) kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine başladı. Onları putlara tapmaktan, zulüm ve günahlardan tevbe ederek vazgeçmeye ve Allah Teâlâ’ya şükür ve ibâdete çağırdı. Fakat Âd kavminin insanları, Hûd’u (a.s.) dinlemeyip ona karşı kaba ve inkârcı davrandılar. Hûd (a.s.) kavminin bu tutumu üzerine; ''Eğer doğru yola gelmezseniz, haberiniz olsun, ben size tebliğ vazifemi yapıyorum; Rabbim size acı bir azap gönderir de helâk olursunuz?'' buyurdu. Azgın Âd kavmi, Hûd’a (a.s.); ''Mûcize getirmeden sana inanmayız, putlarımızı terk etmeyiz.'' dediler. Hûd (a.s.) onlara; ''İstediğiniz mûcize nedir?'' diye sordu. Onlar da: ''Rüzgârı istediğin tarafa çevir!'' dediler. Hûd (a.s.) duâ etti. Allah Teâlâ; ''Ne tarafa istersen elinle işâret et!'' buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikamette esmeye başladı. Büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd’un (a.s.) duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri gördükleri halde inanmayıp hırçınlaşarak koyunların yünlerinin de ipek olmasını istediler. Hûd (a.s.) duâ etti. koyunların yünü ipek hâline geldi. Âd kavmi, gösterilen mûcizelere rağmen inanmadılar. ''Sen bizi putlarımızdan ayırmak için mi geldin? Doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir de görelim!'' dediler. Hûd (a.s.) kavmini imâna dâvete devâm etti. Pek az kimse imân etti. Kavmi ise hakaret edip kendinden geçinceye kadar dövdü. Kavminin ıslâh olmayacağını anlayan Hûd (a.s.): ''Yâ Rabbi! Sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına vesile olacak bir musîbet ver?'' diye bedduâda bulundu. Hûd (a.s.)’un bedduâsını kabul buyuran Allah Teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle akan pınarlar kurudu. Yeşillikler sarardı, soldu. Meşhûr İrem Bağları yok oldu. İnsanlar bir yudum suya, bir parça ekmeğe muhtaç hâle geldiler. Hayvanlar susuzluktan telef oldular. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyordu. İnsanlar ağızlarını güçlükle açıyor, zor nefes alıyordu. Tozdan göz gözü göremiyordu. Bu arada Hûd (a.s.) kavmini imana, tevbe
2644] 7/A'râf, 65
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 633 -
ve istiğfâra dâvete devam ediyordu. Hûd’un (a.s.) kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir:
''Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra o'na tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınıza ısrar ederek imandan yüz çevirmeyin.''2645 Hûd’un (a.s.) bu son dâveti de onların aklını başlarına getirmeye yetmedi. Hûd’a (a.s.) işkenceye ve onu öldürmeye kalkıştılar. Artık onlara azâbın gelmekte olduğu Hûd’a (a.s.) bildirildi. Bir sabah Hûd (a.s.) iman edenleri bir araya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, “işte bize yağmur geliyor” dediler. Hûd (a.s.) ''Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder'' dedi. Rüzgâr korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı. Son derece hızlı ve soğuk olup, her şeyi saman çöpü gibi savuruyordu. 41/Fussilet sûresi 16. âyet-i kerimesinde, bu rüzgâr ''sarsar'' (kavurucu rüzgâr); azâb günleri de ''eyyâm-ı nehısât'' (uğursuz günler) olarak geçmektedir. Âd kavmi kasırgadan kurtulmak için tutundukları ağaç ve taşlarla birlikte havaya fırlayarak paramparça oldular. Hepsi ölüp yere serildiler. Daha sonra rüzgâr bunları sürükleyip denize attı. Mal ve mülklerinden hiçbir eser kalmadı, helâk olup gittiler. Âd kavminin helâk oluşu Kur'ân-ı Kerim’de meâlen şöyle bildirilmektedir:
''Nihâyet Hûd'u ve berâberindeki imân edenleri, rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi tekzib edip yalanlayarak iman etmemiş olanların kökünü kestik.''2646 Hûd (a.s.) ve ona iman edenler bu şiddetli kasırgada Allah Teâlâ tarafından muhâfaza edildi. Kâfirleri helâk eden şiddetli fırtına, onlara serinletici ve rahatlatıcı hafif bir rüzgâr gibi esiyordu. Hûd (a.s.), Âd kavmi helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Kâbe-i Muazzama’nın bulunduğu yerde ibâdet ve tâatle meşgul oldu ve orada vefat etti. Kabrinin Harem-i Şerif’te (Kâbe-i Muazzama’nın etrafındaki mescidde) Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir.
Hûd (a.s.) ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavmiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’in A'râf, Hûd, Mü'minin, Fussilet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, Haakka, Şuarâ ve Fecr sûrelerinde bilgi verilmektedir.
Âd Kavmi
Âd: Birinci Âd diye anılan bir kavim olup Hûd Peygamber’in gönderildiği on-on üç kabileden oluşan üç-dört bin kişilik bir topluluktur.2647 Âd, Nuh'un torunlarından Avs'ın oğludur. Avs’ın babası İrem, onun babası Hz. Nuh'un oğlu Sam'dır. Tarihçiler ve müfessirler Âd kavmini Âd-ı ûlâ ve Âd-ı uhrâ olmak üzere iki kısma ayırırlar. Hz. Hûd'un peygamber olarak gönderildiği kavim Âd-ı ûlâ'dır. Kur’ân-ı Kerim’de: "Allah daha önce gelen Âd'ı (Âdeni’l-ûlâ, ilk Âd’ı) helâk etti"2648 denilmektedir. Bu sebeple müfessirler. Âd ve Hz. Hûd ile ilgili olarak Kur'an'da zikredilen müşterek olayların hepsinin birinci Âd kavmiyle ilgili bulunduğunda hemfikirdirler. Âd-ı ûlâ'nın helâk edilmesinden sonra bu kavimden kurtulanların neslinden ikinci Âd, yani Âd-ı uhrâ ortaya çıkmıştır. Zemahşerî’ye göre İrem
2645] 11/Hûd, 52
2646] 7/A'râf, 72
2647] M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi 1/117-118
2648] 53/Necm, 50
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şehrine sahip olan da bu ikinci Âd kavmidir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm’de birinci Âd kavminden bahsedildiği halde,2649 ikinci Âd kavminden açıkça söz edilmemektedir. Yine Kur'an'da İrem şehrinden bahsedilirken2650 bu şehrin hangi Âd kavmine ait olduğu açıkça zikredilmemiştir. Tefsir kaynaklarında kaydedildiğine göre İrem, Âd’ın dedesidir. Bu durumda İrem şehrinin ona izâfe edilmesi ve birinci Âd kavmiyle ilgili olması ihtimali daha kuvvetli görünmektedir.
Âd kavminin yaşadığı coğrafî bölge, birçok tarihçi ve müfessire göre Yemen'dir. Bu kavim Yemen'de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamıştır ki Kurân-ı Kerîm'de de Hz. Hûd'un Ahkaf bölgesinde yaşayan bir kavme peygamber olarak gönderildiği anlatılmaktadır. 2651
Âd kavmiyle ilgili bilgiler genellikle Kur'an'a dayanmakta, ayrıntılar ise daha çok tefsirlerde bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm’in beyanına göre bu kavim muhteşem saraylara, 2652 mallara, sürülere ve eşsiz bağ ve bahçelere sahipti.2653 Bu yüzden gurur ve kibre kapılmış olan Âd kavmi putlara tapmaya başlamış, insanlara zulmederek azgınlık ve taşkınlıkta bulunmuştur.2654 Allah. Hz. Hûd'u bu kavme peygamber olarak göndermiş, fakat kavmi onu yalanlayarak kendisine karşı çıkmıştır.2655 Hz. Hûd'un onları uyarması ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatarak O’na iman etmelerini istemesine karşı onlar: "İster öğüt ver ister verme, bizce birdir, fark etmez."2656 diyerek kendilerine yapılan ikazları dinlememişlerdir, isyan ve inkârlarının cezası olarak Allah, önce yağmurlarını keserek kuraklık sebebiyle ünlü İrem bağlarını kurutmuş, daha sonra kasıp kavuran bir rüzgârla onları cezalandırmıştır.2657 Sekiz gün süren bu rüzgâr Kur'an'ın tasvirine göre Âd kavmini hurma kütükleri gibi bulundukları yerden söküp atmıştır.2658 Hz. Hûd ve ona inanan mü’minler ise bu felâketten kurtularak,2659 ikinci Âd kavminin çekirdeğini oluşturmuşlardır. 2660
Âd, Kur'ân'da adı geçen eski bir Arap kavmidir. Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan tevhîd mücâdelesinin mâhiyeti, Kur'ân-ı Kerim'de kıssalar yoluyla insanlara tebliğ edilmiştir. Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeplerinden birisi de onlardan ibret alınmasıdır. Meydana gelen olayların sebeplerini iyi tespit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak esastır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selîm akıl sahipleri için birer ibret vardır. Bu (Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden evvel indirilen kitapların tasdîki, (Dine âit) her şeyin tafsilidir."2661 hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse selîm akıl sahiplerinin ibret alması ön plândadır.
2649] bk. 53/Necm, 50
2650] bk. 89/Fecr, 6-7
2651] bk. 46/Ahkâf, 21
2652] bk. 26/Şuarâ, 128-129
2653] bk. 26/Şuarâ, 133-154
2654] bk. 11/Hûd, 59; 26Şuarâ, 130
2655] bk. 7/A'râf, 65; 11/Hûd, 50; 26/Şuarâ, 123-126
2656] 26/Şuarâ, 136
2657] bk. 46/Ahkaf, 24-25; 54/Kamer, 19-21
2658] bk. 69/Haakka, 6-8
2659] bk. 7/A'râf, 72
2660] Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c, 1, s. 25-27
2661] 12/Yusuf, 111
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 635 -
Âd kavminin yaşadığı beldenin ismi Ahkaf'tır. Müfessirler Yemen ile Umman arasındaki geniş bir beldenin, bu isimle anıldığını kaydederler. Kur'ân-ı Kerim'de: "Âd (kavmi)ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş!’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki O, bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mûcizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı." 2662 hükmü beyan buyurulmuştur. Fizikî yapıları hakkında değişik rivâyetler vardır. Fakat gerek boy, gerek fizikî güç olarak, gâyet kuvvetli oldukları bilinmektedir. Hz. Âdem’in (a.s.) boyunun altmış zira (arşın) olduğu, Buhârî'de kaydedilen haberlerle sabittir. Kendisinden sonra gelen nesillerin giderek kısaldığını iddia edenler, Âd kavminin boyunun altmış ziradan aşağı olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı müfessirler ise, Âd kavminin, boy itibariyle Hz. Âdem'den de büyük olduğu üzerinde durmuşlardır. 2663
Hz. Hûd döneminde Âd kavminin lideri Şeddâd'dır. Temel hedefi, yeryüzündeki bütün insanları kendisine boyun eğdirmektir. Heykeller çevresinde geliştirdiği siyâsî yorumlarla, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur.2664 Bu lider Hz. Hûd’un (a.s.) tebliğine muhâtap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular."2665 hükmü beyan buyurulmuştur.
İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykellere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme ve zorbalığa dayanırlar.
Âd kavmi, gerek siyâsî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü! "Bağ-ı İrem" diye anılan; muhteşem sarayların süslediği büyük bir şehir, dillere destan olmuştu. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey Muhammed, Rabbinin, ülkelerde benzeri yaratılmayan, sütunlara (büyük saraylara) sahip İrem şehrinde yaşayan Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi?" 2666 denilmek sûretiyle, bu mâhiyet meydana konulmuştur. Fakat heykellere (putlara) tapan Âd kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi. Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı. Kendi içlerinden Hz. Hûd’a (a.s.) peygamberlik görevi verildiğinde, büyük bir mücâdele başladı. Akılları ve bilimsel teorileri, zorbaların safında yer almak gerektiğini esas alıyordu. Şimdi bu mücâdeleyi Kur'ân-ı Kerim'i esas alarak özetleyelim: "Hani kardeşleri Hûd onlara: ‘Allah'tan korkmaz mısınız?’ demişti. ‘Şüphesiz ben size gönderilmiş, emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değildir. Siz her yüksek yerde bir alâmet (saray, kule) bina edip, eğlenir misiniz? Tutup yakaladığınız vakit, zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bilip
2662] 41/Fussılet, 15
2663] Kurtubî, XX, 48; Buhârî, Enbiyâ, I; Ahmed bin Hanbel, II, 3 1 5-325
2664] 26/Şuarâ, 130; 11/Hûd, 59
2665] 11/Hûd, 59-60
2666] 89/Fecr, 6-8
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
durduğunuz şeylerde (nimetlerde) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah'tan sakının. Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum." 2667
Bu tebliğ karşısında Âd kavminin ileri gelenleri, ulusal çıkarlarını bahane ederek, iftira kampanyasını başlatırlar. "(Âd) kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâat de: ‘Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz. Seni muhakkak yalancılardan sayıyoruz’ dedi. (Bunun üzerine Hûd) ‘Ey kavmim’ dedi. ‘Bende hiç beyinsizlik yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin/güvenilir bir nasihatçiyim. Size o korkunç âkıbeti haber vermek için içinizden bir kimse (vâsıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti? Düşünün ki o, sizi Nûh kavminden sonra hükümdarlar yaptı, size yaratılışta onlardan ziyâde boy-pos (ve kuvvet) verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayıp hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." 2668
Şeddâd'ın çevresinde yer alan politik güçler, Hûd’un (a.s.) tebliğine engel olabilmek için, değişik yöntemlere başvuruyorlardı: "Dediler ki: ‘Sen bize yalnız Allah'a kulluk etmemiz, atalarımızın ibâdet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sıddıklardan (doğru sözlülerden) isen bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir bize!.."2669; "Bize, bizi ilâhlarımızdan (heykellerimizden, putlarımızdan) alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir."2670; "Dediler ki: ‘Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı (heykellerimizi, putlarımızı) bırakmayız. Senin söylediklerine inanacak da değiliz. Biz ‘Tanrılarımızdan bazıları seni fenâ çarpmış!’ (demekten) başka bir şey söylemeyiz." 2671
Hûd’un (a.s.) tebliği karşısında iyiden iyiye hırçınlaşan Âd kavmi, heykellerinin kendilerini koruyacaklarından oldukça emin görünüyordu. Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız kendilerine âit olduğu iddiasına iman etmişlerdi. Bu hâkimiyetlerini, heykellerinin ifâde ettiği ideolojileri sâyesinde sürdürdüklerini kabul ediyorlardı. Sürekli olarak; "Biz azâba uğratılacak da değiliz"2672 diyerek kendi kendilerini iknâ etme yoluna gidiyorlardı. Hûd’un (a.s.) tebliğini kabul eden mü’minlere, işkence etmekten asla çekinmeyen ve zindanlarda çürütmeyi hedef alan Âd kavmi alay ederek: "Haydi tehdit ettiğin azâbı getir!" sloganına sarılmıştı. Kısa bir süre sonra azâbın belirtileri görüldü. Akarsular kurumaya, yeşillikler sararmaya başladı. Ünlü İrem bağları birer birer yok oluyordu. Kuraklık etrafı kasıp kavuruyordu. O yiğit yapılı, güçlü kuvvetli insanlar bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Bu noktada Hûd (a.s.) yeniden tebliği denedi ve; "Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim). Ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir de, ona (Allah Teâlâ'ya) hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyi koruyandır." 2673 dedi.
2667] 26/Şuarâ, 124-135
2668] 7/A'râf, 66-69
2669] 7/A'râf, 70
2670] 46/Ahkaf, 22
2671] 11/Hûd, 53-54
2672] 26/Şuarâ, 138
2673] 11/Hûd, 57
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 637 -
Âd kavminin Şeddâd ve çevresinin geliştirdiği ideolojiyle beyni yıkanmıştı. Heykellerinin izinden ayrılmıyorlardı. Belirli bir süre sonra her zaman yağmur getiren bulutların geldiği yönde bir bulut gördüler, sevindiler. Çünkü kuraklığı "tabiat kanunlarıyla" açıklama âdetleri vardı. Bunun "Allahü Teâlâ’nın (c.c.) bir ihtarı" olduğunu kabule yanaşmıyorlardı. Şimdi hâdisenin cereyan ediş şeklini Kur'ân-ı Kerim'den öğrenelim: "Artık onu (azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dediler ki: ‘Bu bize yağmur verici bir buluttur.’ (Hûd) ‘Hayır!’ (dedi) ‘bu çarçabucak gelmesini talep ettiğiniz (bu hususa beni sıkıştırdığınız) şeydir. Bir rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb vardır. O (Rüzgâr) Rabbimin emriyle her şeyi helâk edecektir." 2674
İnkârcı Nûh kavmi tufan sonucu helâk edilmişti. Âd kavmi ise, korkunç bir rüzgârla, şirkin ve zulmün cezasını bu dünyada gördü: "Âd kavmi (peygamberleri Hûd'u) yalanladı. İşte benim azâbım (ve bundan evvel) tehditlerim nice imiş (düşünün). Çünkü Biz (haklarında) uğursuz ve (uğursuzluğu) sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik. (Öyle bir fırtına) ki, insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden kopar(ıp, helâke) uğratıyordu." 2675
Bu azâb sırasında Hz. Hûd (a.s.) ve beraberinde bulunan mü’minlerin durumu ne olmuştu? Bunu da Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz: "Hûd'u ve beraberindeki iman edenleri rahmetimizle kurtardık."2676 Âd kavminin durumu, bütün insanlara büyük bir ibrettir. Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirki ve zulmü yaymak için gayret sarfeden, bütün müstekbirlerin zaferleri geçicidir. Elbette azâbın en şiddetlisine muhâtap olacaklardır. Kısacık dünya hayatı için zorbalara boyun eğen ve şirkin hâkimiyetine râzı olanlar Âd kavmini asla unutmamalıdırlar. 2677
Ahkaf
Ahkaf, “hıkf” kelimesinin çoğulu olup kum yığınları demektir.2678 Arabistan yarımadası genelde kum yığınlarından oluştuğundan, “Ahkaf” kavramı, genel olarak tüm bölgeyi içine alabilir. Zaten Kur’an’da bölgenin sınırları belirtilmemiştir. Ancak, tarihçiler ve müfessirler bölgenin yerini belirlemeye çalışmışlardır.
Bu görüşlere göre Ahkaf, Umman ile Hadramût arasındaki kum dağları, Hz. Hûd’un peygamber olarak gönderildiği ve Âd kavminin yaşadığı bölgedir. Arap Yarımadasının güney tarafı ile Hadramût’un kuzeyinde bir yer olup doğusunda Umman, batısında er-Rub’u’l-Hâlî bulunmaktadır. Bugün bu bölgede hiçbir bitki ve insan yaşamamaktadır. İncecik kumuyla ıssız bir çöl görünümündeki bu bölgeye hiç kimse girmeye cesâret edememektedir.
1992 yılında yapılan kazı çalışmaları sonucu Âd kavmine âit bölgenin, Umman’ın sahile yakın bir yerinde olduğu tesbit edilmiş ve kumların altından çıkan şehre, Kumların Atlantis’i Ubar adı verilmiştir. Ubar’da yapılan kazı ve araştırmalar, buranın bir zamanlar çok yüksek kule ve görkemli yapılardan oluşan bir
2674] 46/Ahkaf, 24-28
2675] 54/Kamer, 18-20
2676] 7/A’râf, 22
2677] Ali Akpınar, Kur’an Coğrafyası, s. 121-122
2678] Râgıb el-Isfehânî, s. 181
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şehir olduğunu ortaya koymuştur.
Hûd Peygamber’in kabrinin burada olduğu rivâyet edilmiştir. Bugün Mukallâ diye bilinen kasabanın yaklaşık 125 mil kuzeyinde “Kabr-i Hûd” diye bilinen bu yere günümüzde Arap Yarımadasından binlerce kişi gelerek merâsimler yapmaktadır. “Urs” denilen bu merâsimlerin yapılması ve bölgede bazı harâbelerin bulunması Âd kavminin burada yaşamış olma ihtimâlini güçlendirmektedir.
Kur’an’da bir sûrenin (46. sûre) adı olan “Ahkaf” kelimesi, söz konusu sûrede bir kere, şu şekilde geçmektedir: “Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım’ diye uyarmıştı.” 2679
İrem
İrem, Kur'an'da sözü edilen bir kabilenin veya yerleşim merkezinin ismidir. Kelimenin aslının İbrânîce "Âram" olduğu ve "yüksek memleket" anlamına geldiği belirtilmektedir.2680 Tevrat'a göre bu kelime, hem Âram veya Suriye diye adlandırılan bölgenin, hem de bu bölgede yaşayan ve Ârâmîler'in atası olan kişinin adıdır. Aram, Akkad Kralı Naramsin'in bir yazıtında Yukarı Fırat yöresinde bir bölgeye verilmiş yer adı, milâttan önce 2000 yıllarına ait tabletlerde ise Aşağı Dicle havzasında bir şehir ismi olarak geçmektedir. Kelime, sonraları Mari, Alalah ve Ugarit belgelerinde şahıs adı, Mısır belgelerinde ise yer adı olarak ortaya çıkmaktadır.
Tevrat'a göre Aram, Hz. Nûh'un üç oğlundan Sâm'ın beşinci oğludur; kendisinin de Üs (Uts).Hul, Geter ve Maş adında dört oğlu vardır.2681 İrem kelimesini bir kişi adı kabul eden müslüman tarihçi ve müfessirler de onun şeceresini İrem b. Sâm b. Nûh 2682 veya İrem b. Avs (Ûs) b. Sâm b. Nûh2683 olarak vermektedirler.
İslâm tarihçilerine göre Arap yarımadasındaki kavimlerin çoğu İrem'in soyundan gelmektedir. Ahkâf ta yerleşmiş olan,2684 kendilerine Hz. Hud'un peygamber olarak gönderildiği kavme adını veren Âd da İrem'in büyük oğlu Avs'tan torunudur. İrem'in diğer oğlu Âbir'den torunu Semûd'un kavmi ise Hicr'de yerleşmiş olup onlara da Hz. Salih gönderilmiştir. 2685
Şark Edebiyatlarında olduğu gibi, Divan edebiyatında da, İrem kelimesi daha ziyâde (Bağ-ı İrem) şekliyle mutluluk verici, mâmur ve gösterişli binaları, evleri vb. yerleri ifade eden (olumlu) bir mazmun olarak kullanılmıştır. Bağları ve rengârenk ağaçları ile İrem bahçeleri baharı temsil eden, ayrıca sevgilinin bulunduğu evi, gezindiği bahçeyi vb. mahalleri tanımlamada kullanılır. İrem, tasavvufî edebiyatta da "insanın gönlü, Tanrı'nın tecellîgâhı, Tanrı ile buluşma
2679] 46/Ahkaf, 21; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 443
2680] Mustafavî, et-Tahkik, "el-İrem" md., Jeffery, s. 53
2681] Tekvin, 10/22-23
2682] Taberî, Târih, 1,216; Mes'ûdî, I,41
2683] Taberî, Târih, 1,216; Mes'ûdî, I,41) veya İrem b. Avs (Ûs) b. Sâm b. Nüh (Taberî, Câmi'u't-Beyân, XXX, 111; İbn Kesir, VIII, 394) olarak vermektedirler.
2684] 46/Ahkâf, 21
2685] Mes'ûdî, l,41-42,Cevâd Ali, I, 299
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 639 -
yeri" anlamında bir remiz olarak kullanılmıştır. 2686
İrem: Helâk edici, yok edici; çölde yol gösteren alâmet taşı; nişan için dikilen taş anlamlarında kullanılır. Halk arasında; Âd'ın oğlu Şeddâd tarafından, Cennete karşılık olarak bina edildiğine inanılan, bağ ve bahçeleriyle ünlü bir şehir olarak bilinir.
Kur'ân-ı Kerîm, yeri geldikçe, insanların ibret almalarını sağlamak maksadıyla geçmiş kavimlerden, bunların işlemiş oldukları kötülüklerden ve buna karşılık uğradıkları İlâhî cezâlardan söz eder. Bazen, kısaca temas edilen bu gibi konular, kimi âlimler tarafından tarihî ya da semantik bilgilere dayanılarak ilmî izahları yapılmaya çalışılmış, kimi kıssacılar tarafından da alabildiğine genişletilmiş, haklarında birçok haberler uydurulmuştur. Bu haberler, sonraları kitaplara da geçerek daha sonra gelenler tarafından gerçekmiş gibi telakki edilmiştir. "İrem"le ilgili durum da bunlardan farklı değildir.
Kur'ân-ı Kerîm, bu kelimeden: "Görmedin mi Rabbin nice yaptı Âd'e; o direk sahibi İrem'e? Ki o, beldelerde bir benzeri yaratılmayandı."2687 şeklinde bahseder, ayrıntıya girmez. "İrem"in ne olduğunu açıkça belirtmez. Sahih hadislerde de bu konuda herhangi bir bilgi yoktur.
Âyetler bir bütün olarak ele alındığında, "İrem zâtü'l-imâd" terkibinden, bunun; bir belde adı veya bir ümmet adı yahut Âd kavminden bir kabile adı ya da Âd'ın dedesinin adı olabileceği sonucuna varılır. Bunlardan hangisinin doğru olduğunu ancak Allah bilir.
Bunun bir belde adı olduğunu söyleyenler, bu beldenin; Dımaşk, İskenderiye, Şeddâd'ın yaptırdığı şehir; Yemen'de bir kasaba, Irak'ta bir kasaba ya da Şam'da bir kasaba olabileceği ihtimali üzerinde dururlar ki, çoğu zaman görüşleri farklıdır. 2688
"İrem"in bir şehir olduğunu iddia edenlerden bazıları, Vehb b. Münebbih'ten gelen, tamamen uydurma bir rivâyete dayanırlar. Şöyle ki: Abdullah bin Kılâbe isimli biri kaybolan devesini çölde ararken; etrafı sularla çevrili, içinde göz kamaştıran çeşitli taşlardan yapılmış binlerce köşkü olan bir şehre rastlar. Buradan ayrılırken yanına aldığı çok kıymetli bazı eşyayı da arkadaşlarına gösterir. Bu haber Muaviye'ye ulaşınca, bilgi almak üzere Ka'bü'l-Ahbâr'ı çağırtır. Ka'b da bunu teferruatlı bir şekilde Muâviye'ye anlatır. 2689
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu rivâyeti reddederek, râvîsini de eleştirmişlerdir. İbn Hacer el-Askalânî, İbn Haldûn, Yakut el-Hamevî, İbn Kesîr, eş-Şevkânî, el-Âlûsî ve İzmirli İsmail Hakkı gibi bilginler, bunu şiddetle reddederler. 2690
"İrem"in bir kabile veya kavim olduğunu söyleyenler de çoktur.2691 Mu'cem
2686] İsrâiliyât cinsinden bu uydurma rivâyetlerin hangi tefsirlerde geçtiğiyle ilgili olarak bk. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s. 99-108; 216-222
2687] 89/Fecr, 7-8
2688] Ebû Bekr İbnü'l-Arabî, "Ahkâmü'l-Kur'an, IV, 1930; Yakut el-Hamevî, "Mu'cemü'l-Buldân", I, 212; İbn Kesîr, "Tefsîrü'l-Kur'ani'l-Azîm' VIII, 417-418
2689] bk. İbn Kesîr, a.g.e., 418; eş-Şevkânî,"Zâdü'l-Mesîr", IX, 115
2690] bk. Abdullah Aydemir, "Tefsirde İsrailiyyat", Ankara 1979, 216-222
2691] bk. Aynı kaynaklar, aynı sahifeler
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sahibi Yakut el-Hamevî, "İrem"in, Eyle ile Benî İsrâil çölü arasındaki Cüz'am diyarında Hısmey Dağlarından yüksek bir dağın adı olduğunu; bâdiye halkının, burada bağlar ve çam ağaçları bulunduğuna inandıklarını zikreder. 2692
Âd Kavmi ve Kumların Atlantis’i Ubar Kenti
"Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun? " 2693
Kur’an’ın çeşitli sûrelerinde sözü geçen bir başka helâk olmuş kavim ise, adı Nûh Kavmi'nden sonra anılan Âd Kavmi'dir. Âd Kavmine gönderilen Hz. Hûd tüm peygamberler gibi kavmini ortak koşmadan Allah'a iman etmeye ve kendisinin söylediklerine itaat etmeye çağırır. Kavim, Hz. Hûd'a düşmanlıkla cevap verir.
Âd Kavmi'nden bahseden diğer bir sûre ise Şuarâ Sûresi'dir. Bu sûrede Âd Kavmi'nin bazı özelliklerine dikkat çekilir. Buna göre Âd, "yüksek yerlere anıtlar inşa etmekte" ve "ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları edinmekte" olan bir kavimdir. Ayrıca bozgunculuk yapıp, zorbaca davranmaktadır. Hz. Hûd, kavmini uyardığında ise, onun sözlerini "geçmiştekilerin geleneksel tutumu" olarak yorumlarlar. Başlarına bir şey gelmeyeceğinden de son derece emindirler: "Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." 2694
Hz. Hûd'a düşmanlık eden ve Allah'a başkaldıran kavim, gerçekten de yıkıma uğradı. Korkunç bir kum fırtınası Âd'ı "sanki hiç yaşamamışçasına" yok etti...
İrem Şehri Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: 1990'lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguyu "Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevî Arap Şehri Bulundu", "Kumların Atlantis’i Ubar" başlıklarıyla verdiler. Bu arkeolojik bulguyu daha ilgi çekici hale getiren özelliği, isminin Kuran'da anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kuran'da bahsi geçen Âd kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi,
2692] Yakut el-Hamevî, Mu'cem, I, 212; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 38, Mayıs 94
2693] 69/Haakka, 6-8
2694] 26/Şuarâ, 123-140
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 641 -
bu yeni bulgu karşısında hayrete düştüler.
Kuran'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi.2695 Bir Arap uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı araştırmalar sırasında çok ilginç bir kitaba rastlamıştı. Bu, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış olan Arabia Felix idi. Arabia Felix, Romalıların Arap Yarımadası’nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Ortaçağdaki Arap bilginleri ise "Al-Yaman as-Saida" ismini veriyorlardı. 2696
Bu isimlerin tümü "Şanslı Araplar" anlamına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu bölgede yaşayan insanlar o devrin en şanslı kavimleri olarak biliniyorlardı. Peki, böylesine bir yakıştırmanın sebebi neydi acaba?
Bunun sebebi, bu bölgenin stratejik konumuydu. Bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede yaşayan kavimler "frankicense" isminde nâdir bulunan bir bitkinin üretimini yapıyor ve bunu pazarlıyorlardı. Eski toplumlar tarafından oldukça rağbet gören bu bitki, çeşitli dinsel âyinlerde tütsü olarak kullanılıyordu. Bu bitki, o zamanlar neredeyse altın kadar değerliydi.
Kitabında bütün bunlardan bahseden İngiliz araştırmacı Thomas, sözünü ettiği bu "şanslı" kavimleri uzun uzun tarif ediyor ve bunlardan bir tanesinin kurmuş olduğu bir şehrin izini bulduğunu iddia ediyordu. Bu, bedevîlerin "Ubar" ismini taktıkları şehirdi. Bölgeye yaptığı araştırma gezilerinden bir tanesinde çölde yaşayan bedevîler, kendisine eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı. Konuyla çok ilgilenen Thomas, bu araştırmalarını tamamlayamadan ölmüştü. 2697
İngiliz araştırmacı Thomas'ın yazdıklarını inceleyen Clapp de, kitapta bahsedilen bu kayıp şehrin varlığına inanmıştı. Çok vakit kaybetmeden araştırmalarına başladı. Clapp, Ubar'ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce bedevîler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Uzun bir uğraşıdan sonra, yetkilileri bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için iknâ etmeyi başardı. 2698
Clapp daha sonra Californiya'da Huntington kütüphanesinde bulunan eski yazıtları ve haritaları incelemeye başladı. Amacı, bölgenin bir haritasını bulmaktı. Kısa bir araştırmadan sonra buldu da. Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir haritaydı bulduğu. Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti.
Bu sırada NASA'dan resimlerin çekilmiş olduğu haberi de geldi. Resimlerde, yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün
2695] Thomas H. Maugh II, “Ubar, Fabled Lost City, Found by LA Team”, The Los Angelas Times, 5 Şubat 1992
2696] Kamal Salibi, A History of Arabia, Caravan Books, l98O
2697] Bertram Thomas, Arabia Felix: Across the “Empty Quarter” of Arabia, New York: Schrieber’s Sons 1932, s. 161
2698] Charles Crabb, “Frankincense”, Discover, Ocak 1993
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Bu resimleri elindeki eski haritalarla karşılaştıran Clapp, sonunda beklediği sonuca vardı. Hem eski haritada belirtilen yollar, hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı.
Sonunda bedevîlerin sözlü olarak anlattıkları hikâyelerin konusu olan efsânevî şehrin yeri bulunabilmişti. Kısa süre sonra kazılara başlandı ve kumların içinden eski bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir "Kumların Atlantis’i Ubar" olarak tanımlandı.
Peki, bu eski şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi’nin şehri olduğunu kanıtlayan şey neydi? Yıkıntılar ilk olarak ortaya çıkarıldığı andan itibaren bu yıkık şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında, Kuran'da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu. Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Zarins de, bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şeyin yüksek sütunlar olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kuran'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin kenti İrem olduğunu söylüyordu. Kuran'da, İrem'den şöyle söz ediliyordu: "Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e? Ki, şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi." 2699
Âd Kavmi’nin İnsanları: Buraya kadar, Ubar'ın Kuran'da bahsi geçen İrem şehri olabileceğini gördük. Kuran'a göre bu şehrin halkı, kendilerine mesaj getiren ve uyarıp korkutan peygamberlerini dinlememişler ve böylece helâk edilmişlerdi.
İrem şehrini kuran Âd Kavmi’nin kimliği de tartışmalara yol açmış bir konudur. Tarih kayıtlarında böylesine gelişmiş kültüre sahip bir halktan ve bunların kurmuş oldukları medeniyetten bahsedilmemektedir. Böyle bir halkın isminin, tarih kayıtlarında bulunmamasının oldukça garip bir durum olduğu düşünülebilir.
Aslında bu halkın varlığına kayıtlarda ve eski devletlerin arşivlerinde rastlanmamasına çok fazla şaşırmamak gerekir. Zira bu halk, Ortadoğu ve Mezopotamya bölgesinde bulunan diğer kavimlerden uzak bir bölge olan Güney Arabistan'da yaşıyordu ve onlarla olan ilişkileri sınırlıydı. Haklarında pek az şey bilinen bir devletin kayıtlarda geçmemesi olağan bir durumdu. Bununla birlikte, Ortadoğu'da Âd Kavmi hakkında halk arasında dilden dile anlatılan hikâyelere rastlamak mümkündür.
Âd Kavmi’ne yazılı kayıtlarda rastlanılmamasının en önemli sebebinin ise bu tarihlerde, bu bölgede henüz yazılı iletişimin yaygın olarak kullanılmaması olabilir. Âd Kavmi’nin bir devlet kurmuş olduğunu, ancak bu devletin tarih kayıtlarına geçirilmediğini düşünmek mümkündür. Bu devlet biraz daha uzun yaşasaydı, belki de günümüzde bunlar hakkında çok daha fazla şey biliniyor olacaktı.
Âd kavmi ile ilgili tarihsel bir kayıt yoktur, ama onların "torunları" hakkında önemli bilgiler bulmak ve bu bilgiler sâyesinde Âd Kavmi hakkında fikir yürütmek mümkündür.
2699] 89/Fecr, 6-8
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 643 -
Âd'ın Torunları Hadramîler: Âd Kavmi insanlarının ya da onların torunlarının kurdukları olası bir medeniyetin izlerinin araştırılması gereken ilk yer, "Kumların Atlantis’i Ubar"ın bulunduğu ve "Şanslı Araplar"ın bölgesi olarak nitelendirilen Güney Yemen'dir. Güney Yemen'de Yunanlılar tarafından "Şanslı Araplar" olarak isimlendirilmiş dört halk yaşamıştır. Bunlar Hadramîler, Sebe’liler, Minalar ve Katabanlılar'dır. Bu dört halk uzunca bir süre birbirlerine yakın bir coğrafyada hüküm sürmüşlerdir.
Günümüzde birçok tarihçi, Âd kavminin bir değişim süreci içine girdiğini ve tarih sahnesine tekrar çıktığını söyler. Bunlardan Ohio Üniversitesi'nde araştırmacı olan Dr. Mikail H. Rahman, Âd Kavmi’nin Güney Yemen'de yaşamış bulunan dört kavimden birisi olan Hadramîlerin ataları olduğuna inanmaktadır. Ortaya çıkışları MÖ 500'lü yıllara rastlayan Hadramîler, "Şanslı Araplar" olarak nitelendirilen insanlar içinde en az bilinenlerdir. Bu kavim, çok uzun bir süre Güney Yemen bölgesinin kontrolünü elinde tutmuş, uzun bir zayıflama sürecinin sonunda da MS 240 yılında tamamen ortadan kalkmıştır.
Hadramîlerin Âd Kavmi’nin torunları olabileceğinin bir belirtisi, bunların isimlerinde gizlidir. MÖ 3. yüzyılda yaşamış Yunanlı yazar Pliny, bu kavimden "Âdramitai" -bu kelime Hadramî demektir- olarak bahsetmektedir.2700 "Âdramitai" kelimesinin isim hali ise "Âdram"dır. Kuran'da "Âd-ı İrem" olarak ismi geçen bu kelimenin zaman içinde meydana gelen bozulma sonucu "Âdram" haline gelmiş olması mümkündür.
Yunan coğrafyacı Batlamyus (MS 150-160) da, "Âdramitai" isimli kavmin yaşadığı yer olarak Arap Yarımadası'nın güneyini gösterir. Nitekim bu bölge, yakın bir tarihe kadar da "Hadramût" ismiyle bilinmiştir. Hadramî Devleti’nin başkenti Sabwah, Hadramût vâdisinin batısında yer almıştır. Bu arada birçok eski efsâneye göre de Âd Kavmi’ne elçi olarak gönderilmiş olan Hz. Hûd'un mezarı Hadramût'tadır.
Hadramîler’in Âd Kavmi’nin devamı olduğu düşüncesini güçlendiren bir diğer etken, bunların zenginlikleridir. Yunanlılar, Hadramîleri "dünya üzerindeki en zengin ırk" olarak nitelendirmişlerdir. Tarih kayıtları, Hadramîlerin o çağların değerli bitkisi "frankinsce"in tarımında çok ileri gittiklerini söylemektedir. Bitkinin yeni kullanım alanlarını bulmuşlar ve kullanımını yaygınlaştırmışlardır. Hadramîlerin yaptığı tarım üretimi, bu bitkinin günümüzdeki üretiminden çok daha fazladır.
Hadramîler’in başkenti olduğu bilinen Sabwah'ta yapılan kazılarda bulunanlar oldukça ilginçtir. 1975 yılında başlanan kazılarda, yoğun kum yığınları sebebiyle arkeologların kentin kalıntılarına ulaşması son derece zor oldu. Kazılar sonunda elde edilen bulgular şaşırtıcıydı; çünkü ortaya çıkartılan antik şehir, o güne kadar rastlanılanların içinde en muhteşemlerinden bir tanesiydi. Şehri çevreleyen kalenin duvarları, Yemen'de bulunanların arasında en kalın ve en kuvvetli olanıydı. Krallık sarayının ise artık bir harâbe halinde olmasına rağmen, bir zamanlar çok muhteşem bir bina olduğu anlaşılmaktaydı.
Hadramîler’in bu mimarî üstünlüklerini, ataları olan Âd Kavmi’nden miras aldıklarını varsaymak son derece mantıklıydı kuşkusuz. Nitekim Hz. Hûd, Âd
2700] Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 81
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kavmi’ni uyarırken onlara şöyle demişti: "Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?" 2701
Sabwah'ta bulunan yapıların bir başka dikkat çekici özelliği de gösterişli sütunlardı. Yemen'deki birçok şehirde sütunlar, kare şeklinde ve yekpâre olarak yapılmışlardı. Sabwah'tan çıkartılan sütunlar ise bölgede bulunan diğer şehirlerin sütunlarına hiç benzemiyordu; bunlar yuvarlak yapılıydılar ve dizilişleri de dairesel şekildeydi. Sabwah halkı, ataları Âd Kavmi’nin mimarî tarzını miras olarak almış olmalılardı. MS 9. yüzyılda yaşamış Bizans İstanbul Başpiskoposu Photius, günümüzde kaybolmuş eski Yunan yazıtlarını, özellikle Agatharacides'in (MÖ 132) yazdığı Kızıl Deniz Hakkında isimli kitabı kullanarak, Güney Arapları ve onların ticarî faâliyetleri hakkında birçok araştırma yapmıştı. Photius bir yazısında şöyle diyordu: "Şu söyleniyor ki onlar (Güney Araplar) üzeri gümüş ve altınla kaplı birçok sütunlar inşa etmişlerdi. Bu sütunların yerleştirilişi de görülmeye değerdi." 2702
Photius'un bu ifâdesi, doğrudan Hadramîlere işaret etmese bile, bu bölgede yaşayan halkların zenginliğini ve mimarî alanındaki gelişmişliğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Yunanlı klasik yazarlar Pliny ve Strabo da bu şehirlerden "çarpıcı güzellikte tapınaklar ve saraylarla bezeli" yerler olarak bahsetmektedirler.
Bu şehirlerin sahiplerinin Âd Kavmi’nin torunları olduğunu düşündüğümüzde Kur’an’ın, Âd Kavmi’nin yurdunu "sütunlar sahibi İrem" 2703 olarak tanımlamasının nedeni açıkça anlaşılmaktadır.
Âd Kavminin Pınarları ve Bahçeleri: Günümüzde Güney Arabistan'a seyahat eden bir kişinin en sık karşılaşacağı şey, geniş çöl alanları olacaktır. Şehirlerin ve sonradan ağaçlandırılmış bölgelerin dışında kalan yerlerin çoğu kumlarla kaplıdır. Bu çöller, yüzlerce belki de binlerce yıldır burada bulunmaktadırlar.
Ancak Kuran'da, Âd Kavmini anlatan âyetlerin birinde önemli bir bilgi verilir. Kavmini uyaran Hz. Hûd, onlara Allah tarafından bahşedilmiş olan pınarlara ve bahçelere dikkat çekmektedir: "Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum." 2704
Ama belirttiğimiz gibi, İrem şehriyle özdeşleştirilen Ubar veya bölgede Âd kavminin yaşaması muhtemel olan herhangi bir yer, bugün tümüyle çöllerle kaplıdır. Öyleyse Hz. Hûd neden kavmini uyarırken böyle bir ifâde kullanmıştır?
Cevap, tarihteki iklim değişimleridir. Tarihsel kayıtlar, günümüzde çölleşmiş bulunan bu yerlerin, bir zamanlar oldukça verimli ve yeşil bir toprak olduğunu göstermektedir. Bölgenin büyük bir kısmı, günümüzden birkaç bin yıl öncesine kadar Kur’an'da anlatıldığı gibi yeşil alanlarla ve pınarlarla kaplıydı, bölge halkları da bu nimetlerden faydalanıyordu. Ormanlar, bölgenin sert iklimini
2701] 26/Şuarâ, 128-129
2702] Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 72
2703] 89/Fecr, 7
2704] 26/Şuarâ, 131-135
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 645 -
yumuşatıyor ve yaşamaya daha uygun hale getiriyordu. Çöl yine vardı, ancak günümüzdeki kadar geniş bir alan kaplamıyordu.
Güney Arabistan'da, Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgelerde bu konuya ışık tutacak önemli ipuçları elde edildi. Bunlar, bölgede yaşayan kavimlerin gelişmiş bir sulama sistemi kullandıklarını gösteriyordu. Bu sulama sistemi tek bir amaca hizmet ediyor olabilirdi: Sulu tarım. Günümüzde yaşamaya elverişli olmayan bu bölgelerde insanlar bir zamanlar tarım yapıyorlardı.
Uydudan çekilen resimlerde Ramlat at Sab'atayan isimli bir yerleşim bölgesinde çeşitli sulama kanalları ve baraj kalıntıları bulunmuştu. Bu yapıların şekilleri ve boyutları, bunların bu bölgede yaşayan 200.000 kişilik bir topluluğa yetecek kadar büyük olduklarını gösteriyordu. 2705
Araştırmayı yürüten arkeologlardan Doe şöyle demişti: "Ma'rib çevresinde bulunan alan o kadar verimliydi ki, bir zamanlar Ma'rib ve Hadramût arasında kalan bölgede çok yüksek verimli bir tarım yapıldığı söylenebilir." 2706
Yunanlı klasik yazar Pliny de yazılarında bu bölgede bulunan verimli topraklardan, sislerle kaplı, ağaçlıklı dağlardan ve kesintisiz uzanan ormanlardan bahsediyordu. Hadramîlerin başkenti Sabwah yakınlarında erken döneme ait bazı tapınaklardaki yazıtlarda, bu bölgede hayvanların avlandığından ve bunların kurban edildiklerinden söz ediliyordu. Bütün bunlar, bu bölgede bir zamanlar çöllerin yanı sıra verimli toprakların da geniş bir alan kapladığını gösteriyordu.
Bir bölgenin çölleşmesi için geçerli olan süre, çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Bunlardan biri, Smithsonian Enstitüsü'nün Pakistan'da yaptığı araştırmadır. Ortaçağ'da verimli bir arâzî olduğu bilinen bir bölgenin günümüzde 6 metrelik bir kum tepesine dönüştüğü görülmüştür. Kumlar, günde 15 cm. kadar kalınlaşabilmekte ve böylece en yüksek yapıları bile zaman içinde yutabilmekte, bunları sanki hiç var olmamış gibi örtebilmektedir. Yemen'de Timna bölgesinde 1950'li yıllarda başlatılan kazılar sonucu ortaya çıkartılan yapılar, günümüzde tekrar kumlara gömülmüştür. Mısır piramitleri de bir zamanlar tümüyle kumlar altındaydı ve ancak çok uzun süren kazılar sonucunda tekrar yeryüzüne çıkartılabilmişlerdi. Kısacası, bugün çöl olarak bilinen bir bölgenin geçmişte daha değişik bir görünüme sahip olması olası bir durumdur.
Âd Kavmi Nasıl Helâk Edildi? Kuran'da, Âd Kavmi’nin helâk edilme şeklinin "kulakları patlatan bir kasırga" vâsıtasıyla gerçekleştirildiği söylenmektedir. Âyetlerde bu kasırganın yedi gece ve sekiz gün sürdüğünden ve Âd Kavmi insanlarını tümden yok ettiğinden de bahsedilir: “Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azâbım ve uyarmam nasılmış? Biz, o uğursuz (felâket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik. İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar, kökünden sökülüp kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.”2707; “Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.” 2708
2705] Joachim Chwaszcza, Yemen, 4 PA Press, I992
2706] Joachim Chwaszcza, Yemen, 4PA Press, I992
2707] 54/Kamer, 18-20
2708] 69/Haakka, 6-7
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha önceden uyarılmış olan kavim, hiçbir uyarıya kulak asmamış ve elçisini sürekli yalanlamıştı. Hatta öylesine bir gaflet içindeydiler ki, helâkin kendilerine gelmekte olduğunu gördüklerinde bile bunu kavrayamamış ve inkâra devam etmişlerdi: "Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır! O, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azap vardır." 2709
Âyette, kavmin kendisine azap getirecek olan bulutu gördüğü, ancak bunun gerçekte ne olduğunu anlayamadıkları ve bir yağmur bulutu sandıkları belirtilmektedir. Bu durum, kavme gelen azâbın ne şekilde olduğu konusunda önemli bir gösterge sayılabilir. Çünkü çöl kumunu kaldırarak ilerlemekte olan bir kasırga da uzaktan bir yağmur bulutuna benzer. Âd Kavmi insanlarının da bu görüntüye aldanmış ve azâbı fark etmemiş olmaları mümkündür. Güney Arabistan'da araştırmalar yapan Doe, bir kum fırtınasını şöyle tarif etmektedir: Bir (kum fırtınasının) ilk işareti, kuvvetli rüzgârla savrulan ve yükselmekte olan akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur. 2710
Nitekim Âd Kavmi’nin kalıntısı olduğu düşünülen "Kumların Atlantis’i Ubar" da, metrelerce kalınlıktaki bir kum tabakasının altından çıkarılmıştır. Anlaşılan Kur’an’ın ifâdesiyle "yedi gün ve sekiz gece" süren kasırga, şehrin üzerine tonlarca kum yığmış ve kavmin insanlarını diri diri toprağa gömmüştür. Ubar'da yapılan kazılar da aynı gerçeği gösterir. Fransız Ça m'Interesse dergisi aynı tespiti şu ifâdeyle bildirir: "Ubar, çıkan bir fırtına neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştü." 2711
Âd Kavmi’nin bir kum fırtınası ile toprağa gömüldüğünü gösteren en önemli delil ise, Kuran'da Âd Kavmi’nin yerini belirtmek için kullanılan "ahkaf" kelimesidir. Ahkaf Sûresindeki âyette geçen ifâde şöyledir: "Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım' diye uyarıp korkutmuştu." 2712
Ahkaf Arapça'da "kum tepeleri" demektir ve "kum tepesi" anlamına gelen "hikf" kelimesinin çoğuludur. Bu ise Âd Kavmi’nin "kum tepeleri"yle dolu bir bölgede yaşadığını gösterir ki, bir kum fırtınası ile toprağa gömülmüş olmasının bundan daha mantıklı bir zemini olamaz. Bir yoruma göre, Ahkaf "kum tepeleri" anlamından çıkarak doğrudan bir bölgenin, güney Yemen'de Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgenin adı haline gelmiştir. Ama bu da kelimenin kökeninin kum tepeleri olduğu gerçeğini değiştirmez, sadece kelimenin bu bölgedeki yoğun kum tepeleri nedeniyle yöreye has hale geldiğini gösterir.
Verimli topraklar üzerinde tarım yaparak yaşayan ve kendisine barajlar ve su kanalları yapan Âd Kavmi’ne "insanları içi boş hurma kütükleri gibi söküp atan" kum fırtınasıyla beraber gelen helâk, tüm kavmi kısa sürede yok etmiş olmalıdır. Kavmin tüm verimli ekili tarlaları, su kanalları, barajları kumlarla kaplanmış, tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömülmüşlerdir. Kavim helâk edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl, bu kavimden hiçbir iz bırakmayacak şekilde
2709] 46/Ahkaf, 24
2710] Brian Doe, Southern Arabia, Thames and Hûdson, 1971, s. 21
2711] Ça m’Interesse, Ocak 1993
2712] 46/Ahkaf, 21
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 647 -
üzerlerini örtmüştür.
Sonuç olarak şöyle söylenebilir ki, tarihsel ve arkeolojik bulgular, Kur’an'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin ve İrem şehrinin varlığını ve Kuran'da anlatıldığı biçimde helâk olduklarını ispatlamaktadır. Yapılan araştırmalarla bu kavmin kalıntıları, kumların içinden çıkarılmıştır.
İnsana düşen, kumların içine gömülmüş olan bu kalıntılara bakarak Kuran'da çok defa üzerinde durulan şekilde ibret almaktır. Allah Kuran’da, Âd Kavmi’nin kibirlenme nedeniyle doğru yoldan saptığını bildirir ve "yeryüzünde haksız yere büyüklenerek, 'kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" dediklerini haber verir. Âyetin devamında da şöyle denir: "Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür..." 2713
İşte insana düşen, bu değişmez gerçeği her zaman görmek, en büyük ve en üstün olanın her zaman için Allah olduğunu ve sadece O'na kulluk etmekle kurtuluşa erişilebileceğini bilmektir. 2714
Kur’ân-ı Kerim’de Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi
Kur’ân-ı Kerim’de Hûd’un (a.s.) ismi, toplam 7 yerde geçer. 2715
Hûd’un (a.s.) kavminin adı olan Âd ise toplam 24 yerde zikredilir. Ahkaf kelimesi ise bir yerde geçer ve geçtiği sûrenin adı da bu yüzden Ahkaf adını alır.2716 İrem kelimesi de sadece bir yerde kullanılır. 2717
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (Hâlâ O’na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?’
Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’
(Bunun üzerine Hûd): ‘Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim.
Size Rabbinin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim/öğütçüyüm.
Sizi uyarmak için içinizden bir adam vâsıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.’
Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmeniz ve atalarınızın tapmakta olduklarını bırakmanız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir.’
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gadap/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husûsunda
2713] 41/Fussılet, 15
2714] Hârun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 56-70
2715] 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50, 53, 58, 60, 89; 26/Şuarâ, 124
2716] 46/Ahkaf, 21
2717] 89/Fecr, 7
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!’
Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” 2718
“Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” 2719
“Âd (halkına da) kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim Allah'a ibâdet edin sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar) düzenlerden başkası değilsiniz.
Ey kavmim ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz?
Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin sonra O'na tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar bol nimetler) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.’
‘Ey Hûd, dediler. ‘Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terk etmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.
Biz: ‘Bazı ilâhlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz. Dedi ki: ‘Allah'ı şâhit tutarım, siz de şâhitler olun ki, gerçekten ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.
O'nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın.
Ben gerçekten benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır).
Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır.’
Emrimiz geldiği zaman tarafımızdan bir rahmet ile Hûd'u ve O'nunla birlikte iman edenleri kurtardık. Onları şiddetli/ağır bir azaptan kurtardık.”
İşte Âd (halkı): Rablerinin âyetlerini tanımayıp reddettiler. O'nun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler.
Ve bu dünyada da kıyâmet gününde de lânete tâbi tutuldular. Haberiniz olsun; gerçekten Ad (halkı) Rablerine (karşı) inkâr ettiler. Haberiniz olsun; Hûd kavmi Ad'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” 2720
"Ey kavmim bana karşı gelişiniz sakın Nuh kavminin ya da Hûd kavminin veya Salih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size
2718] 7/A’râf, 65-72
2719] 9/Tevbe, 70
2720] 11/Hûd, 50-60
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 649 -
pek uzak değil." 2721
“Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.” 2722
“(Rasûlüm!) Eğer onlar (inkârcılar) seni yalanlıyorlarsa, (şunu bil ki) onlardan önce Nuh'un kavmi, Ad, Semûd(kavimleri de kendi peygamberlerini) yalanladılar.” 2723
“Sonra onların ardından bir başka nesil meydana getirdik.
Onlar arasından kendilerine: ‘Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız yoktur. Hâlâ Allah'tan korkmaz mısınız?’ (mesajını ileten) bir peygamber gönderdik.
Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler: ‘Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer.’
Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz.
Size, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak sûrette sizin (kabirden) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?
Bu size vâdedilen (öldükten sonra yeniden dirilmek, gerçek olmaktan) çok uzak!
Hayat, şu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz.
Bu adam, sadece Allah hakkında yalan uyduran bir kimsedir; biz ona inanmıyoruz.’
O peygamber: Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşılık bana yardımcı ol!
Allah şöyle buyurdu: Pek yakında onlar mutlaka pişman olacaklar!
Nitekim vukuu kaçınılmaz olan korkunç bir ses yakalayıverdi onları! Kendilerini hemen sel süprüntüsüne çevirdik. Zalimler topluluğunun canı cehenneme!” 2724
“Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.
(Fakat) melekleri görecekleri gün, günahkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur ve: ‘(Size, sevinmek) yasaktır, yasak!’ diyeceklerdir.
Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız).
O gün cennetliklerin kalacakları yer çok huzurlu ve dinlenecekleri yer pek güzeldir.
O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.
“İşte o gün, gerçek mülk (hükümranlık) çok merhametli olan Allah'ındır. Kâfirler için
2721] 11/Hûd, 89
2722] 14/İbrâhim, 9
2723] 22/Hacc, 42
2724] 23/Mü’minûn, 31-41
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de pek çetin bir gündür o.” 2725
“Âd'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri (yok ettik).” 2726
“Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: "Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup-sakının. Size hayvanlar çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." Dediler ki: ‘Bizim için fark etmez; öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da. Bu geçmiştekilerin ‘geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azab görecek de değiliz.’ Böylelikle onu yalanladılar Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz senin Rabbin güçlü ve üstün olandır esirgeyendir.” 2727
“Âd'ı ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.” 2728
“Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun da, yalanladılar.” 2729
“Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse, artık de ki: ‘Ben sizi, Ad ve Semud (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyardım.’
Âd (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: ‘Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?’ Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim âyetlerimizi (bilerek) inkâr ediyorlardı.
Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.” 2730
“Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım’ diye uyarmıştı. Dediler ki: ‘Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi Câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.’ Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu/günahkâr bir kavmi böyle
2725] 25/Furkan, 21-26
2726] 25/Furkan, 38
2727] 26/Şuarâ, 123-140
2728] 29/Ankebût, 38
2729] 38/Sâd, 12
2730] 41/Fussılet, 13-16
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 651 -
cezalandırırız. Andolsun, biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp kuşattı.” 2731
“Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
Eyke halkı ve Tübba' kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” 2732
“Âd (kavmin)de de (âyetler vardır). Hani onların üzerine köklerini kesen (akîm) bir rüzgâr gönderdik.
Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka çürütüp kül gibi dağıtıyordu.” 2733
Âd kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgâr göndermiştir. Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” 2734
“Doğrusu, önce gelen Âd (halkın)ı O yıkıma uğrattı.” 2735
“Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
Biz o uğursuz (felaket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine ‘kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik.
İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar kökünden sökülüp-kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.
Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!
Andolsun biz Kur'an'ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?” 2736
“Semûd ve Âd (toplumları) kâria'yı yalan saydılar.
Semûd'a gelince: Onlar pek zorlu (bir sarsıntı) ile helâk edildiler.
Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler.
(Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.
Şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun?
Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı (Lût kavmi) hep o günahı (şirki) işlediler.” 2737
“Görmedin mi Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını?
Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine?
2731] 46/Ahkaf, 21-26
2732] 50/Kaf, 13-14
2733] 51/Zâriyât, 41-42
2734] 51/Zâriyât, 41-42
2735] 53/Necm, 50
2736] 54/Kamer, 18-22
2737] 69/Haakka, 4-9
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı,
O vadide kayaları yontan Semûd kavmine?
Kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun'a?
Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler.
Oralarda kötülüğü çoğalttılar.
Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı.” 2738
Hûd Sûresi
Kur'ân-ı Kerîm'in onbirinci sûresidir. Yüzyirmi üç âyet, bin yediyüz onbeş kelime, yedibin altıyüz beş harftir. Mekkîdir. Âyet sonlarına âhenk veren fâsıla harfleri: Be, Dal, Zel, Ra, Ze, Sad, Tı, Zı, Kaf, Lam, Mim-Nun'dur. Sûre, adını elli ila altmışıncı âyetler arasında kıssası zikredilen Hz. Hûd'dan almıştır. Mirâc'tan sonra inen sûre, Kur'ân sûreleri içinde Miûn bölümünde yer alan yüz âyeti geçkin sûrelerdendir. Ana konusu, davet, korkutma, uyarma, Allah'ın kitabı ve Nuh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb, Mûsâ peygamberlerin kıssalarıdır. Sûrenin nüzulünden önce Rasûlullah'ı (s.a.s.) koruyan amcası Ebu Talib ile Hz. Hatice vefat etmiş, müşriklerin baskıları artmış ve bu şartlarda Hz. Peygamber en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır. İslâm tarihçilerinin "Hüzün yılı" ve "Fetret dönemi" dedikleri bu dönemde inen Hûd sûresi hakkında Rasûlullah: "Beni Hûd, Vâkıâ, Mürselât, Nebe, Tekvîr sûreleri kocalttı" buyurmuştur. 2739
Hûd sûresinin ilk bölümü Kur'ân-ı Kerîm'den bahsetmekte, sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberleri, kafirlerin nasıl yalanladıkları ve azabı çağırdıkları anlatılmaktadır.
1. Kur'ân-ı Kerîm: ''Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır." 2740
Kur'ân-ı Kerîm, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren,2741 kesin, sağlam, uyumlu, veciz, beliğ, fasih, açık, fazlalık ve eksikliği olmayan bir kitap, bir ferman bir kanun ve öğüttür. Bu kitap, Arapça konuşan bir kavme anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirilmiştir.2742 Ona şiir diyenlere onun gibi bir sûre getirin denildiğinde, kâfirler taklid etmek istemişler fakat gülünç birtakım laf kalabalığı yapmaktan öteye gidememişler2743 ve Peygamberin onu, hevâsından konuşmadığını, ancak vahyedileni aktardığını anlamışlardır.2744 Bu kitabı bile bile yalanlayanların sonları çok acıklı olmuştur.
Hûd sûresinin başlangıcındaki "Elif, Lam, Râ" buyruğu hakkında müfessirler: "Bununla ne murad edildiğini en iyi bilen Allah'tır" demişlerdir. Ayrıca, bu harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur'ân'dan söz edilmektedir. Bu hurûf-ı
2738] 89/Fecr, 6-13
2739] Tirmizî, Tefsîr 57
2740] 11/Hûd, 1
2741] 2/Bakara, 2
2742] 12/Yûsuf, 2; 19/Meryem, 9; 42/Şûrâ, 7; 46/Ahkaf, 12 vb.
2743] 2/Bakara, 23; 10/Yûnus, 38; 11/Hûd, 13
2744] 53/Necm, 3-4
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 653 -
mukattaâ harfleri Kur'ân'dan önce de Araplar tarafından şiirde kullanılmaktaydı. Onlar hiç bir zaman Kur'ân'ın bir âyetinin benzerini bile getiremediler. Bu harfler, işte onlara karşı bu meydan okuma ve aciz bırakmaya da işarettir.2745; "Yoksa onu kendi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız hadi öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin. Hem de Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediğinizi yapamazlarsa bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. O'ndan başka tanrı yoktur. Artık müslümansınız değil mi?" 2746
Hûd sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in sağlamlığını böylece daha girişte sunduktan sonra, itikâdî hakikatleri ortaya koymaktadır. Allah'tan başkasına ibâdet edilmez. Dönüş Allah'adır Yeryüzünde debelenen bütün canlıların rızkı Allah'a aittir. Onun karar yerini de geçici bulunduğu yeride bilir Bunların tümü apaçık bir kitaptadır. Allah gökleri ve yeri, insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu denemek için yaratmıştır. Kir dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse onda onlara yapıp ettikleri tastamam ödenir; hiçbir eksikliğe uğramaksızın. Ancak onların yaptıkları boşa çıkmıştır ve ahirette onlara ateş azabı vardır. Kur'ân'a inanan, salih amellerde bulunan, Rablerine kalpleri tatmin olmuş halde bağlanan müslümanlar ise Cennet halkıdırlar ve orada temelli kalacaklardır.
Hûd sûresi, bu giriş kısmından sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberlerini vermektedir. Bu sûrede kıssaları zikredilen Nuh, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İshak, Yakub, Şuayb, Musa ve Hz. Peygamber gibi peygamberlerin hepsi, Allah'ın birliğine ve sadece O'na itaate çağırmışlardır. Ancak hepsinin de kendi kavimleri yalanlamışlar ve Allah'ın azabıyla helâk olmuşlardır. Bu kıssaların anlatılmasının sebebini de yine Hûd sûresinin son âyetlerinden öğreniyoruz: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz ki, kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın. Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir." 2747
Öğüt ve ibret alınacak kıssaların özü şöyledir: Hz. Nuh, (a.s.) puta tapan, kötü, zalim, fasık, vicdansız milletine Ulu'l-Azm peygamberlerin ilki olarak gönderildi. Milletini Allah'a ibâdete çağırdıysa da onu dinlemediler, yalanladılar, alaya aldılar ve azabı çağırmasını istediler. Hz. Nuh, Allah'ın emriyle bir gemi yaptı; her cinsten birer çifti, aleyhine hüküm verilmemiş olan çoluk çocuğunu gemiye aldı. Tufan çıktığında gemide çok az inanan vardı. Geride kalanların hepsi, Hz. Nuh'un karısı ve kâfir olan oğlu da helâk olmuşlardı. Tufan bittikten sonra Nuh'un gemisinden inen mü'minler yeryüzünde halifeler yapıldı.
Ancak bunlardan çoğalanlardan âd kavmi, Ahkâf'ta İrem diye anılır her türlü imkâna sahip olmakla büyüklendiler, âyetleri bile bile inkâr ettiler. Allah, Hz. Hûd’u (a.s.) gönderdi. onlar da azabı istediler. Bunun üzerine pınarları kurudu, yeşillikleri kalmadı, ünlü İrem bağları yok oldu, hayvanları öldü. Hz. Hûd onları tevbe etmeye çağırdıysa da yine putlara tapmaya devam ettiler. Sonunda ufukta gördükleri bir bulutu yağmur bulutu sandılar. Hâlbuki o azabı getiren buluttu. Her şeyin kökünü kurutan bir rüzgâr insanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp attı. Rezillik azabını dünya hayatında tattılar, hepsi yok oldular.
2745] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân, 1,75 vd., Vlll, 90 vd.
2746] 11/Hûd, 13-14
2747] 11/Hûd, 120
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah, Hûd ve inananları rahmetiyle kurtardı.
Hz. Sâlih (a.s.) ile gönderildiği Semûd milletinin kıssası da aynı şekilde tebliğ, yalanlama, azabı çağırma ve yok olma safhalarını anlatır. Şiddetli bir yer sarsıntısı hepsini yok etti, sanki orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı.
Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hûd ile kurtulan müslümanların meydana getirdiği yeni nesildendi. Sâbiîler, Bâbil medeniyeti ile büyüklendiler Nemrut, "Allah dostu" Hz. İbrahim’i (a.s.) ateşe attırdı. Fakat Cenâb-ı Allah İbrahim’i (a.s.) kurtardı. O, Bâbil'i terkettiğinde ardında yalnızca ona inanan Lût vardı. Babası bile kâfirler arasında kalmıştı. Hz. İbrahim ve yanındakiler bereketli topraklara gittiler. Tevhid dini, "İbrahim milleti" yoluyla yaşadı.
Lût (a.s.); aralarında fuhşun, cinsî sapıklığın yayılarak azgınlaştığı bir ulus olan Sedom'a peygamber olarak gönderildi. Hz. Lût, İbrahim'e ilk inanan, iyilerden, ilim ve hikmet sahibiydi. Ama her peygamber gibi onu da yalanladılar. Lût, Allah'a dua etti. Allah', Hz. İbrahim'e İshak'ı müjdeleyen iki melek gönderdiği zaman İbrahim (a.s.) Sedom'un yok edileceğini de öğrendi. Elçi melekler Lût’un (a.s.) yanına genç, güzel erkekler şeklinde gittiklerinde Hz. Lût çok sıkıldı. Sedomlular da bu tanınmamış güzel erkeklerin etrafını sardılar. Lût konuklarını rahat bırakmalarım, isterlerse kızlarını verebileceğini söylediyse de Sedomlular sarhoşluk içinde azmışlardı: "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın."2748 diyorlardı. Hz. Lût çaresiz bir haldeyken melekler kimliklerini açıkladılar, olacakları ona anlattılar. Sabah yakınken Lût'un evinin etrafındaki azgınlar genç erkek kılığındaki meleklere saldırınca kör edildiler. Lût karısı dışında kalan ailesini aldı ve yola çıktı. Sabah olunca korkunç çığlık Sedomluları yakaladı, üzerlerine taş yağdı, ülkeleri altüst oldu, hepsi helâk oldular.
Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilen Şuayb’ın (a.s.) mücadelesi sonunda bu halkların da sonu aynı Semûd milleti gibi oldu. Korkunç bir gürültüyle yurtlarında çöküp helâk oldular. Sûrede son olarak da Hz. Mûsâ’yı (a.s.) yalanlayarak denizde boğulan Firavn'dan söz edilmiş ve bütün yalanlayıcı kâfirlerin dünyada da ahirette de lanetlendikleri bildirilerek bu kıssalarla ilgili olarak şöyle söylenilmiştir: "Bunlar sana doğru haber olarak aktardığımız geçmişlerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmıştır halâ izleri vardır; yeryüzünü geniş görün kimi de biçilmiş ekin gibi yerle bir edilmiş, izi bile kalmamıştır."2749 Yüce Allah onların kendi nefislerine zulmettiklerini azab geldiğinde taptıkları ilahlarının hiç bir fayda sağlamadığını; Allah'ın yakalayı vermesinin pek acıklı ve şiddetli olduğunu; ahiret azabından korkanlara bunda kesin âyetler olduğunu beyan buyurmaktadır. Hûd sûresinin bu son bölümünde anlatılan kıssalardan ibret alınmalıdır: "Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O yapmakta olduklarınızı görendir."2750 Zulme sapanlara eğilim göstermeyin, sizin veliniz ancak Allah'tır. Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Sabret. Rahmet olunanların dışındakiler cehenneme doldurulacaktır.
2748] 11/Hûd, 79
2749] 11/Hûd, 100
2750] 11/Hûd, 112
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 655 -
Sûre şu âyetle sona ermektedir: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk edin ve O'na tevekkül edin. Senin Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir." 2751
Kâfirlerin, azgın ulusların hemen her peygamberi yalanladıklarını ve azabı hak ettiklerini, bu kıssalardan anlıyoruz. Bütün sapık milletlerin, aynı üslûpla nebileri ve resûlleri yalanladıkları gibi, Rasûlullah'ın kavminin de onu yalanladığı görülmektedir: Sen de bizim gibi bir insansın, özelliğin ne ki? Kitabı sen uydurdun. Senin sözünle, biz ilahlarımızı terkedecek değiliz. Biz üstünüz; siz peygamberler yumuşak baslı ve zayıfsınız, koruyucunuz da yok. Birer melek olsaydınız ya gibi sözlerle...
"İşte hep bu yüzden onlar azâbı hak ettiler. Allah onlara zulmetmedi, kendileri nefislerine zulmettiler. Bu, Allah'ın her zaman geçerli olan bir kanunudur. Ve Allah zalimleri yeryüzünde mirasçı kılmaz, amellerini boşa çıkarır." 2752
İbret Alınması İçin Anlatılan Kıssaları Masallaştırma
Kur’ân-ı Kerim’in tevhid mücâdelesinin seyri ve peygamberlerin örnek dâvet ve tebliği, İlâhî mesaja karşı çıkanların fecî âkıbetleri konusu, nice tefsir kitapları, peygamber kıssaları ve vaazlardaki uydurma rivâyetlere kurban edilmiştir. Kur’an’ın üslûbu, bu tür kıssalarda gereksiz ayrıntılardan kaçınmak, zaman ve coğrafî sınırlamalara yer vermeyip mesajın evrenselliğini göstermek şeklinde beliren “her dönemdeki insanların ibret ve ders alması”nı sağlamaktır. Kur’an’ın gösterdiği bu tavrı Sünnet de aynen korumuş, Rasûlullah’ın yetiştirdiği ashâb da gereksiz ayrıntılara, kendilerine fayda vermeyecek meraklara saplanmamıştır. Ama ne var ki, sahâbeden sonra bu tavır, değişime uğramış; mesaj ve ibret unsuru kıssalara İsrâiliyât denilen çoğu uydurma olan asılsız rivâyetler, efsâneler ve masalımsı unsurlar karıştırılmıştır. Böylece tevhidî muhtevâ gölgelenmiş, Kur’an kıssalarındaki ibret ve mesaj unsuru yok edilmiştir.
Âd kavmi ve İrem hakkında da bu tür İsrâiliyât ve uydurma rivâyetler bolca görülmektedir. Özetin özeti mâhiyette konumuzla ilgili bir-iki örnek verelim: Bazı tefsirlerde Âd kavminin şiddeti, boylarının uzunluğu ile ilgili haberler, selîm aklın kabul edemeyeceği abartılarla doludur. “…Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı, onlardan ziyâde boy-bos verdi.”2753 Bu tür rivâyetler, bu âyetin açıklaması sebebiyle uydurulmuştur.
İbn Abbas’tan: Âd kavminden olanların en uzunu 100 zirâ; en kısası da 60 zirâ idi.2754 El-Kelbî ve es-Süddî’den: Âd kavminden olup uzun sayılan kişilerin boyu 100 zirâ, kısa sayılanlar ise 60 zirâ idi.2755 Vehb İbn Münebbih’ten: Âd kavminden olan bir kişinin başı, büyük bir kubbe ve tepeyi andırırdı; göz yuvaları ve burun deliklerinde ise sırtlanlar yavrulardı.2756 Ebû Câfer el-Bakır’dan: Âd kavminden olanların boyları uzun hurmalara benzerdi. Bunlardan biri iki eliyle bir
2751] 11/Hûd, 123
2752] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 10-12
2753] 7/A’râf, 69
2754] Zâdu’l-Mesîr, III/222; et-Tabressî, II/437; Tenzîl, II/335
2755] M. Tenzîl, II/335
2756] M. Tenzîl, II/335
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dağı tuttuğu zaman ondan bir parça yıkar ve koparırdı.
Aslında bu rivâyetlerdeki saçma sapan görüşleri tenkide tâbi tutmaya ihtiyaç var mıdır, bilinmez. Kur’an’ın tevhid, peygamberlik anlayışına ve selim akla ters o kadar unsur var ki... Sanki görevli birisi tarafından ölçülmüşçesine, en uzun boyluların 100 zirâ, en kısaların ise 60 zirâ olduğu söylenmiştir. Bunlar, gerçekten asılsız, lüzumsuz birtakım hayâl mahsûlü şeylerdir. Âd kavminden olan kişilerin başlarının büyük tepeler kadar olduğu, burun deliklerinde ve göz yuvalarında sırtlanların yaşadığı, barındığı ve yavruladığı; elleriyle bir dağa sarılan adamın dağdan büyük parçalar kopardığı yolundaki masallara temas etmeye gerek yok. Bunlar müfessir el-Kasımî’nin de dediği gibi, masal anlatmaya düşkün olan kıssacı ve tarihçilerin uydurmalarıdır. Bunları doğrulayacak elimizde ne aklî ve ne de naklî delil vardır. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sahih bir senedle rivâyet edilmeyen rivâyetlerin arkasına düşmek ve bunları din gibi göstermek, ayrıca Kur’an âyetlerinin tefsiri sadedinde bunlara yer vermek hiç de doğru değildir. 2757
Kur’ân-ı Kerim, yeri geldikçe insanların ibret almalarını temin maksadı ile geçmiş kavimlerden ve bunların çarptırıldıkları İlâhî cezâlardan da bahseder. Bazen çok kısa olarak temas edilen bu konular, kıssacılar tarafından genişletilmiş, haklarında İslâmî olmayan birçok haberler uydurulmuştur. Bu haberler İslâmî çevrelerde yayılmış ve kitaplara geçmiştir. İrem hakkındaki durum bunun canlı örneklerinden biridir. “Görmedin mi Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını? Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine? Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı.” 2758 Bu âyette geçen İrem’den maksat nedir? Bu konuda öylesine çok rivâyet ve gereksiz ihtilâf var ki… İrem’in ne olduğu, tefsirlerdeki rivâyetlere göre şunlardan biridir: a) Bir beldenin adıdır. Bu belde de: a1) Dımeşk (Şam) şehridir, a2) İskenderiye şehridir, a3) Şeddâd’ın yaptığı şehirdir, a4) Yemen’de bir kasabadır, a5) Irak’ta bir kasabadır, a6) Şam’da bir kasabadır. b) Ümmet adıdır, c) Âd kavminden bir kabile adıdır, d) Âd’ın dedesinin adıdır. Âyette geçen “irame zâti’l-ımâd”, yani “direk sahibi İrem”den maksat kimlerdir? A) Göçebe, çadır erbâbı olan kavimdir, b) Uzun boylu adamlardır, c) Kuvvet ve şiddet erbâbı olan bir kavimdir, d) Direkli, son derece sağlam binâ sahibi bir kavimdir.
İrem şehrinin bânîsi olan Âd kavminin lideri Şeddâd a) 900 yıl yaşamıştır, b) 1000 yıl yaşamıştır. Şeddâdın tam 1000 hanımı vardı. Şeddâd’ın kavmi yüz sene hiç cenâze görmedi, yani yüz yılda bir, ancak bir adam ölürdü. Şeddâd’ın mensup olduğu kavmin insanlarının boyları a) On iki zirâ idi, b)70 zirâ idi, c) En kısa boylu adamları 300 zirâ idi, d) Dört yüz zirâ idi, e) Beş yüz zirâ idi. Şeddâd’ın vücuda getirdiği yapı, tam 400 000 direkli idi.
Cennete Benzetilen İrem Şehri
Vehb İbn Münebbih’ten nakledilen ve çokça tefsirde zikredilen meşhur (ama uydurma) rivâyete göre İrem şehri, altın ve gümüşten yapılmıştı. Muâviye’nin hilâfeti döneminde Abdullah İbn Kılâbe isimli bir zât, kaybolan devesini aramaya çıkarken bu şehri bulmuştu. Devesini arayan İbn Kılâbe Aden çöllerinde dolaşırken, bu çöllerde üzerinde kale bulunan bir şehre rastladı; kalenin etrafında
2757] İbn Kesîr, V/197; el-Kasımî, VII/2772; İzmir’li İsmail Hakkı, Siyer-i Celîle-i Nebeviye Mukaddimesi, s. 112
2758] 89/Fecr, 7-8
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 657 -
çok sayıda köşkler vardı. Şehre yaklaşınca burada devesini soracağı bir adam bulacağını zan ve tahmin etti. Fakat şehrin ne dışında ve ne de içinde kimseye rastlamadı. Bineğinden indi; onu bağladı; kılıcını çekti ve kalenin kapısından içeri girdi. Kaleye girince karşısına iki büyük kapı çıktı ki, ömründe bunlardan daha iri kapı görmemişti. Kapılar beyaz ve kırmızı yakutlarla işlenmişti. Abdullah İbn Kılâbe bu manzarayı görünce dehşetle irkildi; kapılardan birini açtı; gördü ki, bu, hiçbir kimsenin benzerini görmediği bir şehirdi. İçeride birtakım köşkler vardı; her köşkün üstünde odalar vardı. Her odanın üzerinde de yakut, inci, gümüş ve altından yapılmış başka odalar vardı. Bu odaların kapılarının kanatları da tıpkı şehrin kapısının kanatları gibi süslü idi. Hepsi birbirine bakıyordu. Bütün odalar inci, misk ve zâferandan yapılmış küçük taşlarla döşenmişti.
Abdullah İbn Kılâbe’yi hiç kimsenin görmediği bu şeyler korkuttu; sonra şehrin yol ve sokaklarına baktı; her sokak meyveli ağaçlarla donatılmıştı. Ağaçların altında birbirine bağlı nehirler vardı. Bu nehirlerin suları gümüş kanallardan akıyordu. Bütün bunları müşâhede eden Abdullah: ‘Bu gerçek Cennet’in ta kendisi!” dedi ve şehrin inci, misk ve zâferan taşlarından bir miktar bineğine yükleyip Yemen’e döndü. Beraberinde getirdiği şeyleri insanlara gösterdi. Bu haber döndü dolaştı Muâviye’ye ulaştı. Muâviye, Abdullah İbn Kılâbe’ye haber yolladı. Adam geldi ve gördüklerini Muâviye’ye anlattı. Muâviye, Kâ’bü’l-Ahbâr’a haber saldı; huzuruna girince, Kâb’a: ‘Ey Ebâ İshak! Dünyada altın ve gümüşten yapılmış şehir var mıdır?’ diye sordu. O da: ‘Evet vardır. O şehrin yapılış tarzını, tezyînâtını ve kim tarafından yapıldığını sana anlatayım mı? Onu Şeddâd ibn Âd yapmıştır. Şehir ‘İrem Zâtü’l-Imâd’dır dedi. Muâviye: ‘Bu şehrin hikâyesini bana anlat!’ dedi. O da söze başladı:
“Bunlar ‘Âd-ı Ûlâ’dandır. Âd’ın Şedîd ve Şeddâd adında iki oğlu vardı. Aradan zaman geçti, önce Âd, sonra da Şedîd öldü. Şeddâd tek başına hayatta kaldı. Şeddâd yeryüzüne egemen oldu; bütün krallar kendisine boyun eğdi. Şeddâd kitap okumaya düşkün idi. Okuma esnâsında Cennetin tasvirini gördü. Allah’a baş kaldırıp Cennet’in benzerini dünyada yapmaya karar verdi. “İrem Zâtü’l-Imâd”ın yapılması için emir verdi. Bu iş için kendi hassâsından 100 kahraman (uzman) görevlendirdi. Her kahramanın/uzmanın 1000 tane yardımcısı vardı. Bütün dünya krallarına, memleketlerinde bulunan mücevherlerin gönderilmesi husûsunda emir çıkardı. Yukarıda konu edilen kahramanlar, şehrin yani dünya cennetinin yapılması için bir yer aramaya koyuldular. Büyük, temiz, tepelerden oluşan bir yerde karar kıldılar. Burası aynı zamanda akarsuları bulunan güzel bir yerdi. Kahramanlar “kralımız Şeddâd’ın şehir yapılması için seçilmesini ve arzu ve emrettiği yer burasıdır” dediler. Şehrin temellerini el-Cizeu’l-Yemânî denilen alaca renkli bir çeşit göz boncuğundan attılar. Yapılması için tam 300 yıl çalıştılar. Şeddâd 900 yaşında idi. Şehri yapıp bitirince Şeddâd’a gelip durumu arzettiler. Şeddâd: “Gidin, onun üzerine bir kale yapın; kalenin etrafına 1000 köşk yapın; her köşkte vezirlerimden birinin bulunduğunu gösteren 1000 ‘alem’ bulunsun” dedi. Bunları da yaptılar. Kral Şeddâd, sayıları bin tane olan vezirlerine yapımı tamamlanmış bulunan “İrem Zâtü’l-Imâd”e taşınma hazırlığı yapmaları için emir verdi. Melik ve yakınlarının hazırlığı tam on sene sürdü. Hazırlıklar bitince yola düştüler. Şehre bir gün ve bir gecelik mesâfe kalınca semâdan bir sayha ile hepsi helâk oldu. Tek bir kişi bile kurtulmadı. 2759
2759] Zâdu’l-Mesîr, 9/112 vd.; M. Tenzîl, 4/219; et-Tabressî, 5/486-487; el-Keşşâf, Zemahşerî,
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu şehrin yeri durmadan değişir ve bir yerden diğer bir yere intikal eder durur. Bazen Yemen’dedir, bazen Şam’da; bazen Irak’tadır, bazen başka bir yerde. Bu rivâyetlerin hepsi katıksız yalandır. Yunan mitolojisindeki sahte tanrılar gibi, hemen her eski toplumda birçok efsâneler anlatılır. Yukarıdaki rivâyetler de bu efsânelerden ibârettir, gerçekle ilgileri yoktur.
Yukarıda genel hatları iktibas edilen rivâyetlerde Şeddâd’ın kavminin (Âd kavmi) boyları hakkında verilen rakamlarda, 300, 400, 500 zirâ olması, aklın mantığın kabul edeceği bir şey değildir. Bunlardan 70 rakamına dikkatimizi çeken Ahkâmu’l-Kur’an sahibi İbnü’l-Arabî, açıkça bunun bâtıl olduğunu söyler. Sebep olarak da Âdem’in (a.s.) boyunun sahih hadislerde 60 zirâ olarak zikredildiğini,2760 kendinden sonra gelecek nesillerin ise zamanla kısala kısala daha küçük miktarlara müncer olacağının ifâde edildiğini gösterir. 2761
Not: Arşın da denilen zirâ, takrîben 68 santimetre tutarında uzunluk ölçüsüdür. Adım, yani yürüyüşte bir normal bacaklar arası açıklığı belirtir.
Yukarıda bir kısmı aktarılan bu tür rivâyetler İbn Kesir’in de dediği gibi, yahûdilerin uydurmasıdır.2762 Bu tür İsrâiliyât cinsinden rivâyetlerin yayılmasında, din ve peygamber düşmanı zındıkların ve onların oyununa, tuzağına düşen gâfil ve câhil, her duyduğu rivâyeti kutsal metin gibi düşünmeden alıp doğru kabul edenlerin de büyük rolü vardır.
Tabii, bu rivâyetlerin başında; “bir varmış, bir yokmuş...” diye giriş cümlesi olsa, masal kahramanı da hayalî bir kişilik olsa, hoşça vakit geçirmeye sebep olacak ve kurgu ve anlatı açısından güzel kabul edilecek faydalı bir masal olarak değerlendirilebilir. Ama olayı mâsumâne ve zararsız bir hikâye olmaktan çıkaran yön, bunların din adına, bazen bir peygamberi büyüteceğim diyerek küçülten, onu efsânevî kişilik olarak yansıtan, örnekliği, ibretliği, tevhidî mesajı yok eden rivâyet kültürü, peygamberliğe ve tevhide en büyük darbe vurmanın yollarından, halkın bu önderleri ibret ve örnek kabul edemediğinin temel sebeplerindendir. Bir-iki örneği yukarıda aktarılan İsrâiliyatın dini ve tevhidi ne kadar gölgelediği, Hz. Hûd ve Âd kavmiyle ilgili tefsir ve peygamberler tarihi gibi ciddi kitaplara, ilmî eserlere geçmesi, üzerinde düşünülmesi ve sağlıklı değerlendirmeler yapılması gereken hususlardandır.
Şeytan, insanın merakını gıdıklayarak, gereksiz şeyleri, dünyasına da âhiretine de lâzım olmayacak detayları lüzumsuz konuları önemsettirir. Maalesef ilim adına bu gereksiz merakın kurbanı olan bazı eski müfessir ve peygamberler tarihi yazarlarımız, Kur’an’da geçen bir kelimeden yola çıkarak, merakları tatmin etmek uğruna ipe sapa gelmez nice hurâfeleri eserlerine hakikat diye geçirmişler, bunların kuyuya attığı taşları çıkarmak binlerce akıllı âlimlerin mesâisini işgal olmuş.
Müslümanlar, Kur’an’la bağlarını kaybettiklerinden, peygamber kıssalarını ve eski kavimlerin Kur’an’da anlatılan ibretlik durumlarını, ibret alıp ders 4/748: M. Büldân, 1/213; İbn Haldun, Mukaddime, s. 34-35; İbn Kesir, 7/285-286
2760] Buhârî, Enbiyâ, bab 1; Ahmed bin Hanbel, II/315, 323
2761] Ahkâmu’l-Kur’an, IV/1918; İsrâiliyât cinsinden bu uydurma rivâyetlerin hangi tefsirlerde geçtiğiyle ilgili olarak bk. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s. 99-108; 216-222
2762] İbn Kesir, Tefsir
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 659 -
çıkarmak ve peygamberleri örnek almak için değil; gereksiz ve uydurma ayrıntılara boğulmuş şekilde masal ve roman ihtiyaçlarına cevap bulmak için yönelmişler. Ayrıntıların tartışıldığı ve rivâyet adına her mirasa konulduğu; dolayısıyla hakla bâtılın, ilimle hurâfenin karıştığı salata olmamalı tefsir ve peygamber kıssaları. Kur’an, peygamber kıssalarında, akıl sahipleri için çok ibret vardır,2763 buyurur. Başka bir âyette peygamber kıssalarının, kalpleri tatmin ve teskin etmek için hak ve gerçeğin bilgisi olarak ve mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı2764 olarak anlatıldığı vurgulanır.
Bütün bunlar değerlendirilmeli, tevhid mesajının, nübüvvet hikmet ve ibretinin, eski müşrik kavimlerin başından geçenlerin ders, öğüt ve uyarısının efsâne ve masal ögelerince gölgelenmesine müsâade edilmemeli, tefsirlerimize kadar hem de bolca giren rivâyetler, kutsal bir metin gibi görülmemeli, Kur’an ve sahih sünnetle sağlaması yapılmadan doğru kabul edilmemelidir.
Maddî Üstünlük ve Lüks Yaşam Üzerine
Kur'ân-ı Kerim'de Mekkî sûrelerde anlatılan Âd kavmi; Hz. Nuh'un milletinden sonra gelmiş bir kavimdir. 2765
Muhtemelen Arabistan yarımadasının güneyinde yaşamış olan Ad kavminin kıssası, câhiliye araplarına ibret olarak anlatılır. Kendileri gibi Arap bir toplum olan Âd kavminin başına gelenler Allah tarafından hatırlatılarak aynı sona uğramamaları için Hz. Muhammed'e (s.a.s.) ve ona indirilen Kur'an'a iman etmeleri istenir.
Arabistan'ın eski ve şöhretli bir kavmi olan Âd'ın başından geçenler, câhiliye Araplannca efsânevî olarak biliniyordu. Kur'an'm inişi ile beraber Hûd peygamber ve Âd kavmi hakkındaki doğrular vahyedilerek, insanların bu kıssadan öğüt almaları gerektiği belirtilir. "Âd kavminin başından geçende de (ibret vardır)."2766 Kur'an'da anlatılan Âd kavminin sosyal ve ekonomik yapısı incelendiğinde Allah'ın Âd kavmine büyük nimetler ihsan ettiği görülmektedir. Nuh kavminden sonraki en güçlü kavimdir Âd "Düşünün ki Allah, sizi, Nuh kavminden sonra halifeler yaptı ve yaratılışça size, onlardan ziyade boy ve güç verdi."2767; "Bildiğiniz şeyleri veren, size davarlar, oğullar, bağlar, pınarlar ihsan eden Allah'tan sakının." 2768
Allah'ın büyük bir nimet bahşettiği Âd kavmi, bolluk içinde yaşayan, toprak ve hayvancılığa dayanan bir tarım toplumuydu. Aynı zamanda ticaret yoluyla da zenginlemişler ve bu zenginliği tepeler üzerine binalar kurarak değerlendirmeye başlamışlardı. "Siz her tepeye bina diker, eğlenir misiniz? Ve ebedî kalacakmışsınız gibi, muhkem binalar mı ediniyorsunuz?"2769 Bu muhteşem zenginliğe sahip Âd kavminin, İrem adındaki kentlerinin, numune bir kent olduğunu Allah, şöyle belirtiyor: “O direkli İrem'e. Ki, o, beldeler içinde, misli yaratılmamıştı.” 2770
2763] 12/Yûsuf, 111
2764] 11/Hûd, 120
2765] 7/A’râf, 69
2766] 51/Zâriyât, 41
2767] 7/A’râf, 69
2768] 26/Şuarâ, 132-134
2769] 26/Şuarâ, 128-129
2770] 89/Fecr, 7-8
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ın nimeti sayesinde büyük bir medeniyetin sahibi olan Âd kavmi; kendilerine bahşedilen bu nimetin kadrini bilip, O’na itaat etmediler. Aksine büyüklük taslayıp, kibirlenip böbürlenerek yaşayan bir kavim oldular.
Kendilerinden önce yaşayanlara rasûl olarak gelen Nuh'un (a.s.) getirdiği İlâhî mesaj onun ölümünden sonra terkedilmiş unutulmuştu. Dolayısıyla Âd kavmi, Allah'ı, O'nun istediği biçimde tanıyamıyorlardı. Putlarının emri sandıklan; aslında zenginler ve yönetenler tarafından, onların çıkarları doğrultusunda, putlar adına uydurulan bir dine -hayat tarzına- göre yaşıyorlardı.
Onlara göre, Allah'ın verdiği bu nimetler, Allah tarafından değil; kendi zekâ ve çalışmalarının, elde ettikleri teknolojilerinin ürünüydü. Zaman içinde zulüm iyice azmıştı. Edindikleri mal ve mülk onları şımartmış, yoksulu ezen, haklının yerine kuvvetli olanın egemen olduğu bir düzenin insanları olmuşlardı. "Âd kavmi yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış 'Bizden daha kuvvetli kim vardır?' demişti." 2771
İşte bu esnâda, Nuh'tan (a.s.) beri hiç bir uyarıcıya muhâtap olmayan Âd kavmine Hûd (a.s.) elçi olarak gönderilir. "Ad kavmine kardeşleri Hûd'u gönderdik: 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısınız?' dedi." 2772
Aralarında yaşayan, kavmin bireylerinden biri olan Hûd'u, Allah "kardeşleri" olarak niteler. Bir diğer âyet-i kerimede şöyle belirtilir: "Sizi uyarmak için, aranızdan bir adam vâsıtasıyla, size Rabbinizden ihtar geldiğine hayret mi ediyorsunuz?"2773 Böylece aralarından bir adam rasûl seçilmiş, Allah'ın imtihanı başlamıştı. Bu sınav aynı zamanda kendilerinden sonra yaşayanlara, hatta kıyâmete kadar yaşayacak tüm insanlara öğüt ve ibret olacaktı.
Hûd'un (a.s.) kavmi putlara tapan, yani onların emrettiğini zannettikleri bir yaşam tarzına inanan insanlardı. Aslında akılsız olan ve kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecek bir nesne olan bu putlar aracılığıyla; kavmin "ileri gelenleri" kendi işlerine gelenleri halka putların emriymiş gibi yansıtıyorlardı. Böylece halkı çıkarları doğrultusunda yönetiyorlardı. "İşte bu, Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr eden, peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Âd kavmidir." 2774
Âd kavminin inkârcıları Hûd’a (a.s.) şöyle sesleniyorlardı: "Sen, bize yalnız Allah'a ibâdet edelim de atalarımızın taptıkları putları bırakalım diye mi geldin?"2775 Hûd (a.s.) ise onlara şöyle cevap veriyordu: "Allah'ın hiç bir delil indirmediği putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?"2776; "Artık Allah'tan korkun da, bana itaat edin." 2777
Hz. Hûd'un bu uyanlarına rağmen inkârcılar ona çeşitli iftiralarda bulunurlar. "Kavminin inkârcı ileri gelenleri, 'biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz' dediler."2778; "Herhalde ilâhlarımızdan bazısı, seni fena çarpmış olacak.”2779;
2771] 41/Fussılet, 15
2772] 7/A’râf, 65
2773] 7/A’râf, 65
2774] 11/Hûd, 59
2775] 7/A’râf, 70
2776] 7/A’râf, 71
2777] 26/Şuarâ, 126
2778] 7/A’râf, 66
2779] 11/Hûd, 54
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 661 -
"Bu bize getirdiğin eskilerin âdetinden başka bir şey değildir."2780; "Eğer Rabbimiz böyle bir şey dileseydi, melekler indirirdi. Doğrusu seninle beraber gönderileni inkâr ederiz’ demişlerdi." 2781
Hz. Hûd'a en çok karşı koyan ve iftiralarda bulunanlar, kavmin ileri gelenleriydi. Kavmin insanlarının Hûd'a meyletmemeleri için ellerinden geleni esirgemiyorlardı. Kavmin insanlarının Hûd'a inanmaları halinde çıkarları en çok tehlikeye düşecek olanlar "ileri gelenler"di. Bütün karşı gelmelere rağmen Hûd, Allah'ın mesajını onlara iletmeye devam ediyordu. “Onlara, önlerinden artlarından, her yandan 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin.”2782 diyordu. "Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yaratana aittir. Akletmez misiniz?" 2783; "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki, size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; suçlular olarak yüz çevirmeyin." 2784
Hûd (a.s.) yıllarca çırpındı, durdu. Kavmine Allah'ın mesajını iletmeye çalıştı. Ama nafile... Kavmi imana yanaşmıyordu. Onları Allah'ın azâbıyla da tehdit etti. "Doğrusu size büyük bir günün azâbından korkuyorum."2785 Kavminin artık basîreti bağlanmıştı. Azab ile korkutmaları bile onları uyandırmıyordu. Hz. Hûd'un bu çağrısına şöyle diyorlardı: "Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce farketmez." 2786; "Biz azab olunacaklar da değiliz." 2787; "Eğer doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir." 2788
Hz. Hûd'un bütün uyarılarına rağmen kavmi inkârda direniyordu. Âd kavmi öyle bir teknolojiye sahipti ki, bu teknoloji ile yaptıkları tepeler üzerindeki kâşâneler, villalar, devâsâ binaların hiç bir güç tarafından yok edilemeyeceği kanaatine sahip olmuşlardı. Bağlar, bahçeler, en güzel yiyecek ve içecekleri sağlıyordu onlara... Hiç kimseye muhtaç değillerdi. Diledikleri gibi yer, içer, yaşarlardı. Kimse onlara karışamazdı...
İşte, onların edindikleri mal-mülk ve servetlerin körelttiği basîretleri; kâinatın tek hâkimi olan Allah'ın isteklerini inkâra götürmüştü. Sonlarını göremiyorlardı. Oysa peygamberleri onlar için çırpmıyor, var gücü ile Allah'ın vahyini kavmine iletmeye çalışıyordu. "İşte ben Allah'ı şâhid tutuyorum. Siz de şâhid olun ki, ben, sizin Allah'ı bırakıp O'na şirk koştuğunuz şeylerden uzağım. Artık bana (isterseniz) toptan tuzak kurun. Sonra bir an bile mühlet vermeyin." 2789; "Siz yüz çevirirseniz, ben size gönderilmiş olduğum vazifemi tebliğ ettim. Hem Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi getirir de, siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz…” 2790
Kavmi ile Hûd (a.s.) arasında mesâfe iyice açılmıştı. Kavminden ona inananlar çok azınlıktaydı. İnkârcılar bunu gördükçe daha da azıyorlardı. Artık rasûlü
2780] 26/Şuarâ, 137
2781] 41/Fussılet, 14
2782] 41/Fussılet, 14
2783] 11/Hûd, 52
2784] 11/Hûd, 52
2785] 46/Ahkaf, 21
2786] 26/Şuarâ, 136
2787] 26/Şuarâ, 138
2788] 7/A’râf, 70
2789] 11/Hûd, 54-55
2790] 11/Hûd, 57
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
memleketten sürmekle tehdit etmeye başlamışlardı. Hûd (a.s.) ise Rabbine sığınır. Kavminin ısrarlı karşı koyuşları karşısında yapacağı tek hareket bu kalmıştı. "Ben hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a dayanmışım. Yerde debelenen hiç bir canlı yoktur ki, alnından O tutmuş olmasın. Şüphesiz ki benim Rabbim doğru yol üzerindedir."2791; "Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler ancak Allah’a tevekkül edip güvensinler.” 2792
Artık iş Allah'a kalmıştı. Hûd (a.s.) yapacağını yapmış, kavmini uyarmıştı. Allah nezdinde bir kavmin helâki için tüm alâmetler belirmiş, son yaklaşmıştı. "O azâbın, yayılarak vâdilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde; 'Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır.' dediler. Hûd: 'Hayır o acele beklediğiniz şeydir, can yakıcı azab veren bir rüzgârdır. Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." 2793
Artık azâbın emâreleri de görünmüştü. Hz. Hûd ve ona tâbi olanlar, Âd kavminin yerleşim yeri Ahkaftan ayrıldılar. Böylece Allah inananları kurtarmıştı. "Buyruğumuz gelince, Hûd'u ve beraberindeki inananları, rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azabdan kurtardık." 2794
Hûd kıssası anlatılırken, Âd kavminin helâk edilişi, dikkat çekecek biçimde ayrıntılarıyla üzerinde durularak çok çeşitli perspektiflerle anlatılmaktadır: "Böylece onu yalanladılar. Biz de onları helâk ettik."2795; "Rezillik azâbını onlara dünya hayatında taddırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azâbı ise daha çok alçaltıcıdır ve onlar yardım da görmezler."2796; "Gerçekten Biz, üzerlerine uğursuzluğu dâim bir günde, uğultulu bir rüzgâr gönderdik."2797; "İnsanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi atıyordu."2798; "Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgârı, yedi gece sekiz gün estirdi. Halkın kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yıkıldıklarını görürsün."2799; "Onlardan arda kalmış bir şey görüyor musun?” 2800
Böylece âlemlerin rabbi olan Allah'a karşı gelmekte direnen bir kavmin nasıl bir fecî sona ulaştığı; kıssayı okuyup dinleyenlere ibret olması açısından çok dehşetli olarak tasvir edilir: "Bak! Nasıl oldu azâbım ve tehditlerim?”2801 Âd kavmine verilen bu cezâ, bu dünya hayatındakidir. Âhiretteki ise, orada verilecektir. Bu hususta Allah şöyle diyor: "Âhiret azâbı ise daha alçaltıcıdır..." 2802
Hûd (a.s.) ve Dâvetinden Almamız Gereken Ders ve Mesajlar
1. "Kardeşiniz olan": "Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik.”2803
2791] 11/Hûd, 56
2792] 14/İbrâhim, 12
2793] 46/Ahkaf, 24-25
2794] 11/Hûd, 58
2795] 26/Şuarâ, 139
2796] 41/Fussılet, 16
2797] 54/Kamer, 19
2798] 54/Zâriyât, 20
2799] 69/Haakka, 7
2800] 69/Haakka, 8
2801] 54/Zâriyât, 21
2802] 41/Fussılet, 16; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 38, Mayıs 94
2803] 7/Arâf, 65
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 663 -
Tebliğin muhâtap üzerinde etkisi, dâvetçide bazı sıfatların bulunmasını gerektirir. Bunlardan biri de mübelliğin, muhâtap tarafından tanıdık, bilindik bir geçmişe sahip olmasıdır. Gönderilen peygamberlerden haber veren âyetlerde, nebîlerin, o kavmin içinden seçilmiş olduğuna vurgu vardır. Öncelikle kana dayalı yakınlıkları ifade için kullanılan "kardeş" kelimesi bu özelliği İfade eder. Günlük pratiklerimizde yapılan eleştirinin yabancı bir kimlik tarafından değil, içten, bizden birileri tarafından yapılması kabulünü kolaylaştırır. "Kol kırılsa da yen içinde kalır/kalmalıdır." "Başkası", "öteki" sıfatına sahip fertlerin dışarıdan yaptıkları uyarılar, çoğu kez ukelâlıkla eşdeğer algılanır, normal insan cinsinden olan, bizim aramızda yetişmiş ve bizden birilerinin dâveti ise bir nebze daha avantajlıdır. O, bizim kötülüğümüz için ve yıkıcı bir eleştiri mantığıyla yöneltmez bakış açısını.
Toplumun içinden çıkan kimselerin, onların kültürünü, örf ve âdetlerini, eğilimlerini, zevklerini, dilini ve psikolojisini iyi bilen kimselerin o toplumu geliştirme, iyiye doğru değiştirme ve dönüştürme şansı, yabancı kimselere göre çok fazladır. İthal liderler, ithal çözüm çabaları çoğunlukla başarılı olamaz. İnsanlar, yabancı kimselere genellikle kuşku ile bakarlar, onlara yaklaşmaktan çekinirler. Cemaatler de çözümlerini içlerinde üretmeli, liderlerini aralarından çıkarmalıdır ki başarılı olsunlar. Davulun sesi uzaktan hoş gelse de, yakınındaki kimseler gürültüden rahatsız olurlar. Aksini gerektirecek çok önemli zarûruretler olmadıkça; ithal çareler yerine yerel çözümlere mürâcaat etmeli, sorunu içinde yaşayanların çözmesi beklenmelidir. Bu, dünyaya kapalı olma anlamına gelmez. Yardımlaşma, hikmet arayışları, evrensel zenginliklerden yararlanma arayış ve bunlardan istifade ayrı şeydir, tümüyle ithal çözümler, ithal kurtarıcılar, ithal mehdiler beklemek ayrı şeydir. Kurân-ı Kerim, Allah’ın insanları şûbelere, kabilelere ayırmasını “birbirleriyle tanışma” sebebine bağlar.2804 Bu tür tanışıklık, halkın çok önem verdiği hemşehrilik, ya da aynı semtin çocuğu olma, tebliğ ve hayra çağırma yönünde kullanılabilecek bir avantajdır.
“Kardeş” ifadesinde bir sıcaklık var. İçlerinden çıkan dâvetçi, hal diliyle şöyle demiş oluyor: “Evet, seni düşünen, seven, iyiliğini arzulayan kardeşin olarak ben, bu inancının seni sürüklediği yerden endişe ediyorum. Amacım seni sömürmek, yeni bir inanç adına sırtına binmek değil. Sadece hepimizin ortak boyun eğeceği bir İlâh’ı sana tanıtmak. Bunu da sadece seni sevdiğim ve kardeşim olduğunu hissettiğimden yapıyorum.” Câhiliye içindeki muhâtabın kardeş sıcaklığı içinde algılanması ve ona o psikolojik kanaldan mesajın aktarılması iletişim ve etki açısından bir avantajdır.
Sayılan tüm bu avantajlarının yanında, dâvetçinin içimizden biri olmasının getirdiği dezavantajlar da yok değildir. Düşüncesiz halk yığınları şöyle de düşünebilirler: “O, daha düne kadar kendi aramızda görüp bildiğimiz, Zeyd’in (filanın) oğlu değil midir? Nereden çıkarıyor bu iddiâları? O kim oluyor da, şimdi bizi atalarımızın yolundan çevirmeye yelteniyor?”
2. Kınayanın Kınamasından Çekinmemek: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni bir yalancı sayıyoruz." 2805
2804] 49/Hucurât, 13
2805] 7/Arâf, 66
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İddia sahibi olmak, toplumun örfü, geneli ve normal tanımı ötesinde bir gerçeğe iman etmek... Hele bu farklı olanı rüzgârın tam ters yönden estiği bir vasatta yapıyorsanız, âyetlerde sayılan kâfirlerin olumsuz tepkilerine bu itham, yakıştırma ve suçlamalarına; bunların çağdaş açılım ve benzerlerine hazır olmak zorundasınız. Siz, yalancısınız, dış mihrakların âletisiniz, hâinsiniz, mecnunsunuz, hayalperestsiniz, rüya âleminde geziniyor, insanlara boş şeyler vaad ediyorsunuz, evrensel kabullere ters kürek çekmektesiniz, aileleri parçalamakta, bölücülük yapmaktasınız… Bu vb. suçlamaları göğüslemeye hazır olmadan kesinlikle insanlara tebliğe koyulmayın. Tüm bu yergilere, ancak hakkıyla iman eden ve gerçekten haklı olmanın huzur ve tatminini duyan bir yürek karşı koyabilir. O yüzden tebliğ, ancak kâmil iman sahiplerinin yapabileceği bir eylemdir. "Allah’a dâvet eden (Emr-i bİ'l-ma’rûf ve nehy-i ani'l-münker yapan), sâlih amel yapan ve ben de müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?"2806 ifâdesi, kâmil bir mü’min duruşunu resmetmektedir. Bu konuda körler ülkesinde gözleri sağlıklı bir insanın çevreyi, körlere anlatması örneği verilebilir. Bu ülkenin kör sâkinleri, kendi algılamadıkları bir dünyadan bahseden bu kişinin gözlerini kör ederek gerçekleri algılamasını önlemişlerdir.
3.Câhilin Cür’eti: "...Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir." 2807
Allah'ı hakkıyla takdir edememek küfrün özelliklerindendir. Şeytan ve kendi kötü zanları, hevâları onları bu hususta karanlıklara götürmüştür. Ya Allah’ın rahmetine aldanarak yaptıkları her türlü taşkınlığı küçük ve bağışlanır görmüşler, ya da İlâhî tehditlerin vukuunu imkânsız saymışlardır. Her hâlükârda bu alandaki Câhillikleri bilgisiz cür’etlerini arttırmıştır. Yanlış bir hedefe ve ilimsiz bir zemine oturduğundan dolayı bu tavra cesaret değil, cür’et demekteyiz.
4. Rasûller Ne İster?: "Ey kavmim! Ben (tebliğime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir..." 2808
Peygamber kıssalarında en çok rastlanana cümlelerden biri de yukarıda alıntıladığımız bölümdür. Onların çağrıları, kavimleri tarafından çoğu kez doğru algılanmamış ve neyi istedikleri yolunda pek çok güncel spekülasyona sebep olmuştur. Şahıslarıyla ilgili yergi sıfatları bir yana, niyetleri de dünya merkezli iktidar hesaplan olarak nitelenmiştir. Gerek zatları gerekse niyetleri hakkındaki bu tanımlama ve yakıştırmalar, açık bir iftirâ olduğu halde, toplumun ileri gelenleri tarafından özenle seçilmiş ve halk arasına yayılmışlardı. Bu ithamlar, düşünülmeksizin gelişigüzel sarf edilmiş sözler değildi. "Ölçtü biçti, kahrolası ne biçim ölçtü biçti. Sonra yine canı çıkası ne biçim ölçtü biçti, nasıl ölçüp biçtiyse! Sonra baktı. Sonra yüzünü ekşitti ve surat astı. Sonra arkasını döndü ve büyüklendi. Ve ‘bu muhakkak büyüleyici bir sihirdir!’ dedi."2809; "O ve kardeşi ancak seni yurdundan çıkarmak için gelmiş iki büyücüden başkası değildir."2810; "Eğer biz sahip çıkmazsak bizi atalarımızın yolundan çevirmek için gelen ve yeryüzünde ululuk sizin olsun diye mi bize geldin?" 2811
2806] 41/Fussılet, 33
2807] 7/A’râf, 70
2808] 11/Hûd, 51
2809] 74/Müddessir, 18-24
2810] 20/Tâhâ, 63
2811] 10/Yûnus, 78
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 665 -
Peki, ama Rasûllerin “Allah 'a kulluk/iman edin ve bana itaat edin!” çağrısının anlamı bu söylediklerimizle çelişmiyor mu? Bu talepleri apaçık bir iktidar talebi, yani dünyevî bir rant değil mi?
Rasûller kendi adlarına, kendileri için bir iktidar talebinde bulunmamışlardır. Kendilerinin de diz çöküp, “kulluk”tan öte bir pozisyona tâlip olmadıkları bir İlâhî nizam için itaat talep etmişlerdir. Bu ise dâvetleri için istenen bir ecr (karşılık) olarak tanımlanamaz. Olsa olsa “Haydi Yaratıcı önünde topluca secde edelim ve O’nun sınırlarım çiğnemeyelim!” çağrısı olur. Onlar şahıslarının değil Rabbin irâdesi olan vahyin iktidarına çağırmışlardır. Ancak, soyut, zaman ve mekân ötesi bir Varlıkla ilişkide belli sembollerle olay sâbitlenmek zorundadır. O’na yapılan ibâdetlerde bir kıbleye yönelmemiz, duâ esnâsında ellerimizi göğe kaldırmamız gibi yönelimler bu zorunluluğun birer nişânesidir. O’na ve kitabına itaat de, sözde kalmamalı ve farklı yönlere eğilip bükülmemelidir. Bunun için kendi cinsimizden bir rasûle itaat, Yaratıcı kudretin irâdesine itaatin ete kemiğe bürünmüş şeklidir.
5. Kulluk Berekettir: "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize göğü (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın..." 2812
Âyetlerde bu vaat pek çok defa tekrarlanır. Kul olan evrenin, boyun eğdiği
Yaratıcı'ya, irâdeli kul olan insanın da itaat etmesi bereketi getirmektedir. “Kim Allah’tan korkarsa (ittika ederse), Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül edip güvenirse O, kendisine yeter…”2813; “Allah güven (ve) huzur için olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.”2814; “O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı iman etseler ve (Allah’ın azâbından) korunsalardı (ittika etselerdi), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk kapılarını) açardık; fakat yalanladılar, Biz de kazanmakta oldukları kötülükler yüzünden onları yakalayıverdik.” 2815
Bazen de kulların tüm itaatlerine rağmen geçici süreyle mallardan, canlardan eksiltme ve korku ile ümmet imtihan olunabilir.2816 Bu durum, yukarıdaki âyetlerle tezat oluşturmaz. Çünkü "Şu günler ki, Biz onları insanlar arasında dönüp dolaştırırız."2817 âyeti olayların ve şartların mevsimler ve bulutlar gibi coğrafyalar üzerinde dolaşıp durduğunu belirtir.
6. "Ben Sizden Berîyim": "(Hûd) dedi ki: Ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan berîyim/uzağım!" 2818
Uzlaşma ve ortak payda bulma teklifleri, dâvâ adamları ve hareketlerin önündeki en kritik dönemeçlerdendir. Bu tür karışımlarda, uzlaşma ve tâvizlerde câhiliye ve şirkin kaybedeceği bir şey yoktur. Kayıp tevhid cephesinindir. Bu
2812] 11/Hûd, 52
2813] 65/Talâk, 2-3
2814] 16/Nahl, 112
2815] 7/A’râf, 96
2816] 2/Bakara, 155
2817] 3/Âl-i İmrân, 140
2818] 11/Hûd, 54
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlarda sağlam bir duruşa ihtiyaç vardır. Ve en net bir söylemle "Ben sizden uzağım, farklıyım; ben mü’minlerdenim" gibi farklılıkların altı çizilmelidir. Durduğumuz sâbit noktadan insanları tevhide çağırmamız anlamlıdır. Yoksa câhiliyeyle ilişkisinde, olumsuz değişime açık, ayakları sürekli ileri-geri yer değiştiren ve sâbit doğruları üzerinde direnemeyen bacaklar bu yükü taşıyamaz. Sözün eğilip büküldüğü, netliğin hareket açısından zorlukların kaynağı olarak algılandığı bir değerlendirme zemininde Rabbimizden niyâzımız "ayaklarımızı sâbit kılması, üzerimize sabır yağdırması, kâfirlere karşı yardım etmesi ve canımızı ancak mü’min sıfatı üzere alması"2819 olmalıdır.
7. Meydan Okuma: "...Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da bana mühlet vermeyin!" 2820
"Elinizden ne geliyorsa yapın!" Ne müthiş bir irâde ve ayak direme. Sırtını biriktirdiklerine ya da oğullarına değil; Rabbine dayamış bir tevhid erinin ağzına yakışan bir ifâde. Sağlam bir gönlün iktidarı altındaki bir ağızdan dökülen... Gücünü ve güven duygusunu araç-gereçlerden ve kalabalıklardan alan bir ağızda ise sırıtan bir terkip. Bu tür bir iman ve tevekkül, tartının diğer ucundaki milyonlarca sürüklenen irâdeyi, tek başına alıp götürür ancak. Ve bu irâdedir kişinin amelini öncüler sıfatıyla, binlerce kat fazlasıyla bereketli yazdıran.
8. Vahye İtaat; Ya da... : "İşte Âd (kavmi); Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler, O’nun peygamberine âsî oldular ve inatçı her zorbanın emrine uydular." 2821
Vahye itaatin ötesi, inatçı ve zorba gibi sıfatlara sahip iktidarlara itaatten başka bir yere çıkarmaz insanoğlunu. Ey kul, nedir senin derdin? Rab (Efendi) olarak Allah'tan daha iyisini mi arıyorsun? Sırf bu arayıştaki ukelâlığın bile burnunun sürtülmesi için yeter sebep. Bu lüksün seni çıkaracağı tek yer merhametli, halim, kerem sahibi bir Rab’den/Efendiden; inatçı, zorba bir yaratılmışa kölelik. Kişinin kendisini nasıl bahası dışında birine nisbet etmesi lânetlenmiş bir fiilse, bundan daha büyüğü; ferdin kendine Yaradanı dışında bir Rab/Efendi aramasıdır.
Merhamet sahibi ve adâletli Allah’a teslim olmayan kimseler, mutlaka teslim olup kulluk yapacakları bir otorite bulurlar. Bu otorite de, başka problemleri yanında en azından inatçı ve zorbadır. Bu rab taslakları, kendi hevâlarından çıkardıkları kanun ve hükümlerle kendisine boyun eğen Âdîleri kendilerine uymaya, kayıtsız-şartsız itaate zorlarlar. Allah’a yönelmeyen, sadece O’nun otoritesine boyun eğmeyen inançsız kimse de, böylesine acınacak duruma düşer, şahsiyetini, izzet ve onurunu kaybeder, kendisi gibi, hatta kendisinden daha seviyesiz birilerine kul olur. Bu da âd kavminin yaptığı bir özellik olması yönüyle her dönemde görülen bir âdîliktir.
9. İtiraz Sahiplerinin Sıfatları: "Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler; ‘bu’ dediler, ‘yalnızca sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer içtiğinizden içer." 2822
Âhirete ulaşma konusundaki flu/bulanık görüntü, kişinin tuğyânında etkin
2819] 2/Bakara, 250; 7/A’râf, 126
2820] 11/Hûd, 55
2821] 11/Hûd, 59
2822] 23/Mü’minûn, 33
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 667 -
bir faktördür. Bu, kâfirlerin inkârında etkin olduğu gibi, biz müslümanların günaha düşmelerinde de etkisi büyük olan bir durumdur. Dünya hayatı, ardından asırlarca sürecek kabir âlemi, sonrasında baas, mîzan, sırat ve ebedî âlem. Tüm bunların gerçekleşmesini binlerce yıl ötesi olarak algılamak ve uzak görmek bilinçteki resimde buğulanma oluşturuyor. Rasûlün anlatımı esnâsında "Cehennemin sıcaklığını hissediyorum!" diyen sahâbînin âhireti hissediş ve duyuşu... Savaş esnâsında "Cennetin kokusu burnuma geliyor" diyen ve attığı adım yere düştüğünde ebedî hayatı tadacağını duyumsayan bir kişinin âhiret bilincinin parlaklığı... En az, elindeki peşin dünya hayatı kadar peşin ve yakın hissedilen bir âhiret inancı, yani âhirete yakînî, gözle görür gibi iman bizleri günahlardan dizginleyebilir. Yoksa, buğulu bir anlatım ve algılanış düzlemindeki âhiretin bir cezbe oluşturması ve sâlih amelleri doğurması da, fiilleri kontrol etmesi de asla mümkün değildir. Kendi katlarından ulaştıkları bir diğer iddia da şu âyette geçmektedir: "Biz azâba uğratılacak da değiliz!"2823 Eğer âhiret, sizin anlattığınız gibi gerçekse, bu dünyada bizi güzel rızıklarla rızıklandıran varlık orada da bundan daha iyisiyle bizleri karşılar...
Refah içinde bulunmak da, müstağnî tavırların temelinde bulunan bir unsurdur. "Hayır! Muhakkak ki insan, kendini yeterli gördüğünden dolayı azar, taşkınlık yapar."2824 ifâdesi bu durumu anlatır. Yine Rasûllerin tebliğleri öncesinde kavimlerin zorluklarla imtihan edilmeleri, “umulur ki bu durum, kibirlerini kırar ve vahye itaat için müsâit bir rûha bürünürler” hikmetine mebnîdir.
10. Yönetimin Kutsallaşma Meyli Karşısında İslâmî Tavır: “Gerçekten tıpkı
kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan uğrarsınız.’ (dediler).” 2825
“O, bizim gibidir. Ve bu bir eksikliktir. Zira itaat edilecek bir otorite, olağanüstülüklerle donanmış, kutsal bir nitelik arzetmelidir!” Kâfirler peygamberlere bu tür beklentilerle karşı çıktıkları halde, itaat ettikleri otoritelerde gerçekten bunu aramakta mıdırlar, yani bu beklentilerinde samimi midirler? Onların itaat ettiği şu anki liderlerinde bu olağanüstü, kutsal ve beşer üstü özellikler var mıdır? Bu soru, kendilerine sorulduğunda bunun cevabı da şöyle olacaktır: “Hayır, onlar da bizim gibi insanlar, ama onları üstün kılan fazlalıkları var. Onlar mal, evlat ve soyca üstünler. Yani önlerinde eğilmeyen boyunları zorla kıracak maddî güçleri, imkânları var…” Özetle câhiliye insanının zihninde iki şey önünde boyun eğme ve itaat etme kavramı mevcuttur: Ya zorla boyun eğdiren maddî güç ya da karşı konulamaz, olağandışı vasıflarla donatılmış bir varlık. Kendileri gibi olan, hem de mal ve evlâtça zenginleştirilmemiş bulunan bir kişiye itaat etmek câhilî mantığın algılayabileceği bir şey değildir.
11. Şeytanın Vesveseleri Aşılabilecek Boyuttadır: "...Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar."2826
Şeytanın sâlih kullar üzerinde bir yaptırımı olmadığı Kur’an’da ısrarla vurgulanır. Şeytanın kullandığı tüm yöntemleri aşmak için, müslüman kulların elinde yeterli psikolojik, biyolojik ve ilmî veri/güç mevcuttur. Şeytana olan esâret, insanların yetersizliğinden değil; onunla mücâdele etmediklerinden
2823] 26/Şuarâ, 138
2824] 96/Alâk, 6-7
2825] 23/Mü’minûn, 34
2826] 29/Ankebût, 38
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaynaklanmaktadır.
12. İlâhî Azaptan Siyasî Mücâdeleye Örnekler: "Nihâyet onu vâdilere doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce; ‘Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur’ dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan rüzgârdır." 2827
Kâfirler anlayış ve hissediş açısından basîretsiz varlıklardır. Basîret ve ferâset, bu anlamda yalnızca mü’minlerin sıfatıdır. Kendilerine yaklaşan helâk bulutunu zorlu bir kuraklık ânından sonra, rahmet bulutu olarak algılamışlar ve bir araya gelip onu topluca ve sevinçle karşılamışlardır. İlâhî azap için resmedilen bu tarz ameller için, belli örnek sıfatlar mevcuttur. Azap bazen gizli, bazen açık olarak gelmektedir. Kâfirler ummadıkları yönden azâba yaklaştırılmaktadırlar. Azap son âna kadar onlarca hissedilmemektedir. Bir anda olup bitmekte ve sonuç almaktadır. Tek bir sadmeyle noktalanmaktadır. Tedrîcen ve yavaş yavaş artan bir şekilde değildir. Çok büyük bir şiddete sahiptir, ki bu onun uygulama zamanının, mekânının sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Zamana yayılmış ve mekân açısından odaklanmamış bir tarzda olsa, bu denli yıkım şiddeti olmayabilirdi.
13. Helâkin Sebebi: "...Zira onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bulundukları yerlerde kötülüğü çoğalttılar. O sebepten dolayı Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı." 2828
Hz. Hûd Kıssasının Mesajları
Hûd (a.s.) kıssasının vahye muhâtap olan tüm insanlara verdiği mesajları şöyle sıralayabiliriz:
Bu dünya hayatında insanların elde ettikleri bütün nimetler Allah'ın onlara bahşettiği şeylerdir.
Allah'ın onlara verdiği bu nimetleri, yine Allah'ın istediği biçimde harcamak gerekir.
Allah'ın ihsan ettiği mal-mülk ve serveti, Allah'ın lutfundan ve sınav olarak verdiği değil de, sırf kendi akıl ve becerileri neticesi elde ettiklerini zannedenler, daha sonra onları diledikleri gibi harcama yetkisinde kendilerini görürler ki, bu tavır onları inkâr zincirine ulaştırmış olur.
Hele bu inkârcı servet sahipleri âhireti yalanladıklarından; diledikleri gibi harcadıkları servetlerini kazanırken yaptıkları zulümlerin ve Allah'ın verdiği servetlerden yoksullara vermediklerinin hesabını, kimseye vermeyecekleri düşüncesinde olurlar ki, onları azdıran, inkâr ettiren âmillerden biri de bu olur. Hûd kavminin inkârcılarının düşünceleri de bu idi. Âhireti red…
İşte bu gibi mesajların verildiği Âd kavminin kıssası; Kur'an'ın indiği câhiliye toplumunun aynı bazdaki düşüncelerinin yanlışlığını beyan etmiş olur. Âd kıssasından ders almayanların sonu, dehşetli sahnelerle anlatılan Âd kavminin sonu gibi olacağı mesajı verilmiş olmaktadır.
Çağımız toplumlarında da Âd kavminin kıssasında anlatılan inkâr psikolojisi
2827] 46/Ahkaf, 24
2828] 89/Fecr, 11-13; Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, Basılmamış Çalışma, s. 16-20; karşılaştırın: Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y. (İlgili Âyetlerin Tefsiri)
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 669 -
yaşanmaktadır. Bu insanların sahip oldukları villa, yazlık gibi binalarda diledikleri gibi kayıtsızca özgür yaşama isteği, bu uğurda kazandıkları ve kazanacakları paraların, nasıl ve nereden geldiğinin önemsizliğine itmiştir. Zulümle de olsa, bu uğurda kazandıklarını kendileri için helâl(!) addetmektedirler. Lüks binalarda diledikleri gibi harcayacakları servetlerden, fakir ve yoksulun ihtiyacı için de harcanması veya onların da bu servette haklarının olduğu, onların hiç umurunda değildir.
Helâk sahnesinin çok dehşetli olarak tasvir edilmesi inkârcıları düşündürmek için en ibretli mesaj değil midir? 2829
Âd Kavmi ve Onların İzindeki Günümüzün Âdîleri
Âd kavmi, Arabistan kabilelerinin en eskilerinden birisi idi. Peygamberimiz’in gönderilişi ve öncesindeki câhiliyye dönemlerinde bu kavmin kıssası bilinmekte ve anlatılmakta idi. Onların güç, kuvvet ve zenginlikleri, İrem bağlarının güzel meyveleri ve ihtişamı hakkındaki hikâyeler çok meşhur olmuş ve sonunda bu kavmin helâk edilişleri de ibret alınacak bir örnek olarak anlatılıyordu. Onların bu şöhretleri Âd kelimesinden yeni kelimeler türetilmesine yol açtı. Meselâ, her eski şeye “âdî”, arkeolojik kalıntılara da “âdiyât” diye isim verilir oldu. Hiçbir izleyeni ve sahibi kalmamış ve bu yüzden çoraklaşmış arâziye de “âdî el-arz” denilmektedir. 2830
Âdî; Aslında Âd kavmine âit demektir. Âd kavminin özelliğinden dolayı “âdî”; bayağı, aşağı, alçak ve kıymetsiz anlamında kullanılır. Âdet haline gelmiş olan anlamına da gelir. Âdiyât da, kıymetsiz şeyler, insanlarca alışılmış olan basit olaylar için kullanılır. (Kur’ân-ı Kerim’in 100. sûresinin adı olan ve ilk âyetin ilk kelimesinde kullanılan âdiyât kelimesi ise, Âd’dan değil; “adiv” kelimesinden türemiştir, -deve ve at gibi- hızlı koşanlar anlamına gelir.) Âdîlik: Aşağılık, saygısızlık, değersizlik, önemsizlik, düşüklük anlamına gelir. Âd kavminin yalancı ve sahte cenneti olan İrem’in fecî âkıbetini değerlendirmeyip, İrem’i gözlerinde büyütüp ona arzu duymalarının neticesi, Müslüman olduğunu iddiâ eden nice şâir onu abartılı şekilde övmüş, mutluluk verici ev ve bahçeleri ifâde eden bir mazmun olarak kullanmışlar. Yine günümüzde de devam ettiği gibi, nice Müslüman, kızına İrem adı koyarak ona olan özlem ve arzusunu dillendirmiştir. Fecî bir helâkle Allah’ın kamçısına muhâtap olan İrem’i kızlarına ad vererek onların sonlarından ibret almak yerine, onların hayatını örnek alınacak bir yaşam olarak görmeye devam etmekteler.
Âd kavminin yöneticisi Şeddad, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur.2831 Bu lider Hz. Hûd’un (a.s.) tebliğine muhâtap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular."2832 hükmü beyan buyurulmuştur.
2829] C. Duman, a.g.m.
2830] Nuri Tok, Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, s. 97-98
2831] 26/Şuarâ, 130; 11/Hûd, 59
2832] 11/Hûd, 59-60
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âd kavminin Allah’a şirk koşma problemiyle birlikte önemli bir özelliği de, kendilerine liderlik yapan her zorbanın emrine uymalarıdır.2833 Rabbin âyetlerini inkâr ve O’nun peygamberlerine isyan eden Âd kavminin zorba/zâlim yöneticilerine ittibâ etmeleri, bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutulmalarına sebep olarak gösterilmektedir.2834 İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykellere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme ve zorbalığa dayanırlar. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlim olarak vasıflandırılır.2835 Şirk de en büyük zulümdür.2836 Ve Hûd sûresinde zâlimlere meyletmenin neticesi açıklanır: “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” 2837
"Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." 2838
Bu âyetlerden rahatlıkla anlaşılmaktadır ki, yakaladıklarına karşı zorbalık yapan Âd kavmi, anıtlar, anıtkabirler, yüksek binâlar, sanat eserleri konusunda birbirleriyle yarışıyordu. Günümüz insanları da âdîlikte onları taklit ediyor ve dünya zevklerine karşı aşırı tutkular besliyor. Dünyevîleşen, materyalist insan, her şeye pragmatik yaklaşıyor ve âhireti hatırına getirmiyor. Hayallerini dâvânın hedefleri değil; lüks ve ihtişam süslüyor, rüyâlarını rahat ve yalancı zevkler dolduruyor. Âd kavminin tüm olumsuz özellikleri günümüz toplumunda eksiksiz mevcut.
Âd Kavminin Helâk Edilişi: “Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım’ diye uyarmıştı. Dediler ki: ‘Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi Câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.’
2833] 11/Hûd, 59
2834] 11/Hûd, 60
2835] 5/Mâide, 45
2836] 31/Lokman, 13
2837] 11/Hûd, 113
2838] 26/Şuarâ, 123-140
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 671 -
Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız. Andolsun, Biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp kuşattı.” 2839
Âd kavmi, “sarsar”, yani soğuk ve dondurucu, “âtiye”, yani şiddetli esen ve “akîm”, yani kasıp kavuran bir rüzgârla yok edildiler. Ayrıca, buna ek olarak kendilerini “sayha”, yani korkunç bir çığlık2840 yakalayıvermişti.
Bugün de Batıdan esen ve rahmet/bereket getireceği zannedilen rüzgâra gönüllerini açmış zâlim yöneticiler ve onlara uyan insanlar bu rüzgârla ülkenin üstünde dolaşan helâk yüklü bulutları, önceden tahmin etmeleri beklenemez. Ama Hûd (a.s) gibi tevhid önderlerinin izcileri, kendilerine çok iş düştüğünü bilmek ve değil gülmeye; ağlamaya bile vakitlerinin olmadığını değerlendirmek zorundadırlar. Hakkıyla iman edip sâlih ameller yapmalı, Hakkı ve sabrı hem kendileri yaşamalı ve hem de çevrelerine tavsiye etmelidir. Bunun dışında hüsrandan kurtuluşun olmadığını her toplantılarının sonunda birbirlerine hatırlatmalıdırlar.
Son söz olarak demek istiyoruz ki, şirk ve zorbalara uymak Âd kavmine âit özelliktir, yani âdîliktir, alçaklıktır, mel’unluktur. Tarihte olduğu gibi günümüzde de insanın önünde iki yol var: ya Âd kavminin yolu, yani Âdîlik, ya da Hz. Hûd’un (ve tüm peygamberlerin) yolu olan tevhid ve Rabbe itaat/kulluk…
Hakk’a hakkıyla kulluk yapıp dünyada huzur ve âhirette cenneti hak edenlere selâm olsun!
Hz. Hûd'un Kıssasından Çıkarımlar
Şimdi de Hz. Salih'in hikâyesine geçmeden önce bu sûrede anlatılan biçimi ile Hz. Hûd ile soydaşlarının hikâyesinden çıkarmamız gereken dersler üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Çünkü İslâm çağrısının, tarihin süreci boyunca izlediği çizginin bu şekilde Kur'an'da anlatılmasının sebebi, bu inanç sistemine ilişkin stratejinin çağlar üstü kilometre taşlarını, yol işaretlerini belirlemektir. Bu kilometre taşları İslâm çağrısının sadece geçmiş yüzyıllarının değil, kıyâmet gününe kadarki gelecek yıllarının da yol göstericileridir. Yine bu stratejik kilometre taşları, Kur'ân-ı Kerim'in ilk muhâtapları olup onun ışığında o günlerin câhiliyesinin karşısına dikilmiş olan ilk müslümanların kılavuzları değildir sadece; tersine bu işaret taşları, kıyâmet gününe kadar câhiliyeye karşı mücâdele verecek olan her müslüman cemaatin stratejisini belirleyeceklerdir. İşte Kur'ân-ı Kerim'i, İslâm çağrısının ölümsüz kitabı yapan, ona bütün zamanların stratejik rehberi fonksiyonunu kazandıran özellik de budur.
Kur'an-ı Kerim'in bu yoldaki vurgulamalarına yukarıda kısaca değinmiştik.
2839] 46/Ahkaf, 21-26
2840] 23/Mü’minûn, 41
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şimdi bu vurgulamaların hemen hemen hepsine bir kez daha gözatmak istiyoruz. Çünkü bu vurgulamaları sûrenin hızlı akışı içinde âyetlerin kısaca açıklanması çerçevesine bağlı kalarak gündeme getirebilmiştik. Oysa bu vurgulamalar, yine de özetleme çerçevesini aşmamakla birlikte, daha uzun bir irdelemeyi gerektirecek önemdedirler. Bu irdelemenin kapsamına aldığımız "vurgulama"ları şöyle sıralayabiliriz:
1- İlk önce bütün peygamberlerin dile getirdikleri, bütün peygamberlik misyonlarının baş maddesini oluşturan tek ve ölümsüz çağrıya deyinmek istiyoruz. İbâdeti ve kulluğu birlikte Yüce Allah'a sunma çağrısı. Kur'ân-ı Kerim, bu çağrıyı bize her peygamberin dilinden şöyle aktarıyor; "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk (ibâdet) ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."
Biz tek Allah'a "ibâdet etmeyi, sürekli biçimde dünya ve âhiretle ilgili bütün konularda tek Allah'a kapsamlı biçimde boyun eğmek" şeklinde açıkladık. Çünkü "ibâdet" kelimesi sözlük anlamı ile bu demektir. Çünkü "ibâdet"; kökünden türemiş bir fiil olan "abede": "Boyun eğdi, baş eğdi, eğildi" anlamlarına gelir. Yine aynı kökten türemiş bir kelimenin oluşturduğu "Tarîkun muabbedün" tamlaması "düzleştirilmiş, yürünmeye elverişli duruma getirilmiş yol" demektir. Yine bu kökten türemiş "Abbedehû" ifâdesi "ona boyun eğdirdi, onu emri altına aldı" anlamına gelir.
Zâten Kur'ân-ı Kerim'in Mekke'deki ilk muhâtapları olan ve "ibâdet" etme emrini alan Araplar bu kelimenin içeriğini bildiğimiz "kulluk amaçlı hareketler" ile sınırlı görmüyorlardı. Hatta Kur'an, Mekke'de onlara ilk seslendiği günlerde henüz bu "kulluk içerikli hareketler" farz kılınmamıştı bile. O günün Arapları bu kelimeyi ilk duyduklarında onun "Yüce Allah'ın bütün emirlerine uyarak O'nun dışındakilerin boyunlardaki her türlü itaat halkalarını söküp atmak" demek olduğunu biliyorlar, bu kelimeden bu anlamı çıkarıyorlardı.
Öte yandan Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de "ibâdet" kelimesini "kulluk amaçlı hareketler" anlamında değil de "bağlılık, uyum" anlamında yorumlamıştır. Bu açıklamayı şu münâsebetle yaptı. Bir defasında sahâbîlerden Adiyy b. Hatem'e yahûdiler ile hıristiyanlardan, onların hahamlarını ve râhiplerini rab edinmelerinden sözederken, konuşmasının bir yerinde şöyle buyurdu; "Evet. Bu hahamlar ile râhipler, yahûdiler ile hıristiyanlara helâl şeyleri haram ve haram şeyleri de helâl ilân etmişler, onlar da din adamlarının bu yasalarına uymuşlardır. Bu da onlara ibâdet etmeleri demektir."
"İbâdet" kelimesinin "kulluk amaçlı hareketler" için kullanılması, bu hareketlerin çeşitli alanlardaki Allah'a boyun eğme biçimleri olarak sayılmalarından ileri gelir. Fakat bu biçimler "ibâdet" kavramının tüm içeriğini kapsamazlar; hatta kavramın asıl içeriği değil, bu içeriğin bağımlı tezâhürleridirler. Zaman içinde gerek "din" ve gerekse "ibâdet" kavramları kafalarda çarpıtmaya uğrayınca insanları İslâm’dan çıkararak câhiliyenin bataklığına düşüren "Allah'tan başkasına ibâdet etme" eyleminin sadece ibâdet içerikli davranışları Allah'tan başkasına, meselâ putlara ve heykellere sunmakla gerçekleşebileceğini düşünmeye başlamışlardır. Bu bakış açısına göre insan bu somut sapıklık türünden kaçındıkça, câhiliyeden ve müşriklikten uzak kalmış ve "müslüman" olmuş olur. Bu yüzden ona kâfir denemez. Böyle bir adam, İslâm toplumunun müslümanlara tanıdığı bütün haklardan yararlanır. Yani can, ırz, mal dokunulmazlığı gibi İslâm
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 673 -
hukukunun getirdiği bütün dokunulmazlıkların koruyucu şemsiyesi altındadır.
Bu görüş asılsız bir saplantıdır; insanın İslâm’a girişini ve ondan çıkışını belirleyen "ibâdet" kavramının özüne yönelik bir sınırlandırma, bir daraltma, hatta bir değiştirme ve başkalaştırma girişimidir. Bu kavram, her konuda Yüce Allah'a eksiksiz biçimde boyun eğmek ve yine her konuda Yüce Allah'tan başkasına boyun eğmeyi kesinlikle reddetmek demektir. "İbâdet" kelimesinin sözlükteki anlamı bu olduğu gibi, Peygamber Efendimiz "Yahûdiler ile hıristiyanlar, Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve râhiplerini ilâh edindiler" 2841 âyetini açıklarken, bu kavramı böyle yorumlamıştır. Herhangi bir terimi doğrudan doğruya Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıktan sonra, o konuda artık hiç kimseye söz düşmez.
Bu gerçeği bu tefsir kitabında birçok kez vurguladığımız gibi bu dinin mâhiyeti ve stratejisi konusunda Yüce Allah'ın bizi yazmaya muvaffak kıldığı her eserimizde üstüne basa basa belirtmeye çalıştık. Şimdi ise bu sûrede anlatılan biçimi ile Hûd hikâyesinde bu meselenin özünü belirleyen bir vurgu buluyorum. Bu vurgu, aynı zamanda Hz. Hûd ile soydaşları arasındaki savaşın, Hz. Hûd'un getirdiği İslâm ile soydaşlarının içinde debelendikleri câhiliye arasındaki çatışmanın da eksenini belirliyor; bu belirlemelerin sonucu olarak Hz. Hûd'un "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur" derken, ne kasdettiği de ortaya çıkıyor.
Hz. Hûd, bu sözleri söylerken, "Ey soydaşlarım, sakın ibâdet amaçlı davranışlarınızı Allah'tan başkasına sunmayınız" demek istemiyordu. Oysa "ibâdet" kavramını kafalarında sınırlandırarak onu sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ın dar çerçevesine hapsedenler böyle demek istediğini sanırlar. Aslında Hz. Hûd'un maksadı, tümü ile yaşama tarzında tek Allah'a boyun eğmek ve buna karşılık yine tümü ile yaşama tarzında zorbalardan birine itaat etmeyi, boyun eğmeyi reddetmektir. Hûd'un soydaşlarının, helâk edilmelerini, dünyada ve âhirette lânete uğramalarını haketmelerini gerektiren kötülükleri sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ı yüce Allah'tan başkasına sunmak değildi. Bu kötülükleri, çok sayıdaki müşriklik türlerinden sadece biri idi. O çok sayıdaki müşriklik türleri ki, Hz. Hûd, onları bunların tümünden arındırarak tek Allah'a kul olmaya, sadece tek Allah'a boyun eğmeye inandırmak üzere gelmişti. Onların sözünü ettiğimiz ağır cezayı haketmelerine yol açan kötülükleri, sözlerin en doğrusunu söyleyen, tüm âlemlerin Rabbinin "İşte o Âdoğulları, onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular" âyetinde belirttiği gibi, Rablerinin âyetlerini yalanlamaları, peygamberlerine karşı gelmeleri ve zorba kullarının buyruklarına boyun eğmeleridir.
Onların "Rablerinin âyetlerini yalanlamaları" peygamberlere karşı gelmelerinde ve zorbaların direktiflerine boyun eğmelerinde açığa çıkar, somutlaşır. Bunlar aynı eylemdir, birden çok eylemler değildirler. Yani insanlar ne zaman peygamberinin kendilerine duyurdukları İlâhî yasalarda, Allah'tan başkasına boyun eğmemeyi ve zorbalara boyun eğmeye yanaşmamayı hükme bağlayan yasalarda somutlaşan Allah'ın emirlerine karşı gelirlerse Rablerinin âyetlerini yalanlamış ve peygamberlere başkaldırmış ve böylece İslâm’dan çıkıp müşrik olmuş
2841] 9/Tevbe, 31
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olurlar. Daha önce açıkça gördük ki, yeryüzünde hayat İslâm ile birlikte başlamıştır. Hz. Âdem cennetten yere inip dünya halifeliğini üstlendiğinde kafasında ve gönlünde İslâm vardı. Hz. Nuh da gemiden inip yeryüzünü şenletecek yeni insan kuşağının çekirdeği olurken, bağlısı olduğu hayat sistemi yine İslâm’dı. İnsanlar zaman geçtikçe her defasında İslâmdan çıkıp câhiliye bataklığına saplanagelmişlerdir. Yine her defasında yeniden ortaya çıkan İslâm çağrısı, insanları câhiliye bataklığından çıkarıp İslâm’ın aydınlığına kavuşturmayı amaçlamıştır. Bu zigzaglı süreç günümüze kadar akışını sürdürmüştür.
Gerçek şu ki, eğer "ibâdet" teriminin gerçek anlamı sadece "kulluk amaçlı davranışlar"dan ibâret olsaydı, bu sınırlı amaç, bunca peygamberden ve peygamberlik misyonundan oluşmuş onurlu iman kafilesine değmezdi; peygamberlerin harcadıkları bunca yoğun çabaya değmezdi; tarih boyunca insanları İslâm’a çağıran önderlerin ve mü'minlerin mâruz kaldıkları bunca işkencelere ve acılara değmezdi. Bütün bu ağır faturalara değen tek yüce amaç, insanları tümü ile kula kulluktan kurtarıp her konuda ve hayatın her alanında tek Allah'a boyun eğme bilincine erdirmektir; hem dünya ve hem de âhiret hayatının sistemini Yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine bağlamaktır.
İlâhın birliği; Rabbin birliği; yönlendirici merciin birliği; yasa kaynağının birliği; hayat sisteminin birliği; insanların kapsamlı biçimde benimseyecekleri egemen merciin birliği; otoritenin birliği. İşte bunca peygamberlerin gönderilişine, uğrunda bunca zahmetli çabaların harcanmasına, tarih boyunca gerçekleşmesi için bunca işkenceye ve acıya katlanılmasına değen tek yüce amaç budur. Bütün bunlar, Yüce Allah böyle bir sonuca -hâşâ- muhtaçtır diye yapılmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir canlıya ve hiçbir şeye ihtiyacı yok. Bütün bu çabaların gerisinde yatan sebep şudur: İnsan hayatının dirlikli, düzenli, tutarlı, üst düzeyli ve "insana yaraşır" bir hayat tarzı olabilmesi için sosyal hayatı, her yanı ve yönü ile kesin etkisi altında tutan böylesine yaygın bir "birlik" sisteminin var olması şarttır.
2- Üzerinde durmak istediğimiz ikinci gerçek, başka bir deyimle ikinci "vurgulama" Hz. Hûd'un "Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, o size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın. Suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz" âyetinde bize aktarılan sözlerinin açığa vurduğu gerçektir. Bu gerçek, bizim Peygamberimizin, "Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, âyetleri muhkem cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan" Kur'an'ın içeriğini Mekkeli müşriklere tanıtırken, açıkladığı ve bu sûrenin baş tarafında okumuş olduğumuz gerçeğin aynısıdır. Bu gerçeği açıklayan âyet şuydu:
“Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza ‘büyük gün’ün azâbından korkarım.” 2842
Bu gerçeğin özü kısaca şudur: İnanç kaynaklı değerler ile insan hayatının pratik değerleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Şu gördüğümüz evrenin yapısı ve genel-geçer yasaları, bu dinin içerdiği gerçekle, hakla bağlantılıdır. Bu gerçeğin aydınlığa kavuşturulması ve yerine sağlamca oturtulması gerekir. Özellikle sadece dünya hayatının dış görüntüsüne ilişkin bilgi ile yetinenler, bu sıkı ilişkiyi
2842] 11/Hûd, 3
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 675 -
görmelerini, hiç değilse sezmelerini sağlayacak derecede arınmamış, şeffaflaşmamış kimseler bu aydınlatmaya fazlası ile muhtaçtırlar. Bu gerçeği onların vicdanlarına sindirip yerleştirmek son derece kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Bu dinin insanlığa sunduğu gerçek (hak kavramı}, Yüce Allah'ın ilâhlığında ifâdesini bulan gerçek (hak) kavramı ile ve yanı sıra şu evrenin yapısında ve değişmez yasalarında somutlaşan, gökler ile yerin yaratılışlarının dayanağını oluşturan gerçek (hak) kavramı özdeştir; bu "gerçek"ler birbirinden farklı ve birbirleri ile ilgisiz kavramlar değildirler. Kur'ân-ı Kerim, sık sık Yüce Allah'ın ilâhlığında ifâdesini bulan gerçek ile göklerin ve yerin yaratılışlarına dayanak olan gerçek arasındaki, bu iki gerçekle tek Allah'a boyun eğme gerçeği arasındaki, bu üç gerçekle Yüce Allah'ın kıyâmet günü hesaplaşması sırasındaki özellikli ve ortaksız egemenliğine ilişkin gerçek arasındaki, bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve âhirette iyiliklere ve kötülüklere karşılık biçme gerçeği arasındaki sıkı bağlılığı vurgular. 2843
Gerek bu âyetlerde ve gerekse bu anlamdaki başka âyetlerde görüyoruz ki, Yüce Allah'ın gerçek (hak) oluşu ile O'nun şu evreni gerçeklik (hak) ilkesine dayalı olarak yaratması, yasaları ve özgür dileği ile onu çekip-çevirmesi arasında, bu iki gerçek ile gerçeğe (hakka) dayalı olarak gerçekleşen evrensel olgular arasında, bu üç gerçek ile şu Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak indirilişi arasında ve bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve âhirette insanlar arasında gerçeğe dayalı olarak hüküm verilmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunların hepsi bütünleşmiş bir tek gerçektir. Bu bütünden Yüce Allah'ın dileği uyarınca gerçekleşen takdiri kaynaklanır. Allah bu takdiri gereğince insanların sınav alanı olan dünyada işledikleri iyiliklere ve kötülüklere karşılık olarak iyiliğe ve kötülüğe ilişkin evrensel güçleri dilediği kullarının üzerine salar. İşte tevbe etme, günahlardan af dileme ile mutlu hayat ve bol yağmur alma arasındaki ilişki bundan kaynaklanır. Bütün bunlar tek bir kaynağa bağlıdırlar. Bu kaynak, Yüce Allah'ın zâtında, takdirinde, tasarısında, yönlendirmesinde, yönetiminde, hesâbında, ödüllendirmesinde ve cezâlandırmasında ifâdesini bulan "gerçek (hak)" kaynağıdır.
Bu sıkı ilişkiden açıkça anlaşılıyor ki, inanç kaynaklı değerler, insanın hayatındaki pratik değerlerden kopuk değildirler. Her ikisi de bu hayatı etkilerler. Bu etki ya Yüce Allah'ın mâhiyetini bilmediğimiz takdîrî yolu ile gerçekleşir ki, bu takdir insan bilgisinin ve emeğinin ötesinde sebepler âlemi ile bağlantılı olarak işler. Ya da bu etki insanın da görüp belirleyebileceği pratik ve algılanabilir sonuçlar yolu ile gerçekleşir. Bunlar imanın olup olmadığına bağlı olarak insanların hayatlarında meydana gelen somut ve duyu organları ile algılanabilir sonuçlardır.
Daha önce bu pratik ve elle tutulur sonuçlara işaret ederken şöyle demiştik: Hani sistemin bir toplumda egemen olmasının anlamı şudur: O toplumda her çalışan insan, emeğinin âdil karşılığını alır. Herkes kalbindeki imandan kaynaklanan iç huzurun, iç istikrarın ve iç güvenliğinin yanı sıra toplumsal güvenliğin ve toplumsal huzurun mutluluğunda yaşar. Bütün bunların doğal sonucu olarak insanlar âhiretteki son ödüllerine kavuşmadan önce daha dünyadayken mutlu yaşamanın hazzını tadarlar.
2843] Bu vurgulamaya örnek oluşturan âyetler için bk. 21/Enbiyâ, 16-25; 22/Hacc, 5-7, 54-67
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Başka bir yerde de şöyle demiştik: Bir toplumda tek Allah'a boyun eğmenin doğal sonucu şudur: Uydurma ilâhların etrafında çalınan davul-zurnalarda, tüketilen nefeslerde, atılan nutuklarda, çekilen tesbihlerde, okunan marşlarda ve düzenlenen cafcaflı törenlerde harcanan enerjiler ve emekler heder olmaktan korunur. Bütün gösterişli törenler uydurma ilâhlara, putlara gerçek ilâhlığın bazı niteliklerini yansıtarak insanların onlara boyun eğmelerini sağlamaktır. Bunun normal sonucu olarak İlâhî sistemin egemen olduğu toplumda bu tasarruf edilmiş enerjiler ve emekler yapıcılık alanında, kalkınma yolunda, yeryüzü halifeliğinin yükümlülüklerini yerine getirme uğrunda kullanılır. Bundan, insanlar adına hayırlı ve verimli sonuçlar elde edilir. Üstelik kulların keyfî sultasına fırsat vermeyen Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği altında insanlar onurlu, eşit ve özgür olmanın da tadını çıkarırlar.
Bu söylediklerimiz, gerçek anlamı ile sosyal hayata yansıyacak olan imanın meyvelerinin, kazanımlarının sadece birkaç örneğidir.
3- Şimdi de Hz. Hûd'un, soydaşlarına karşı takındığı o son tavrı ele alacağız. Bilindiği gibi o, son aşamada soydaşları ile bütün ilişkilerini kesmiş, aradaki bütün köprüleri atmıştı. Bu kararını açık açık yüzlerine karşı haykırmaktan çekinmemişti. Bu açıklamayı son derece kesin bir dille, tam bir meydan okuma edâsı ile savunduğu gerçeğin üstünlüğünden zerrece kuşku duymayan bir rahatlıkla, gerçekliğini vicdanının dolaysız algısı ile kavradığı Rabbine güvenerek yapmıştı. 2844
Her dönemde ve her yerde insanları Allah'ın dinine çağıran kahramanların, bu göz kamaştırıcı sahnenin önünde uzun uzun durup düşünmeye ihtiyaçları vardır. Düşünelim ki, Hz. Hûd bir tek adamdır. Çevresindeki mü'minlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Karşısında yeryüzünün o dönemdeki en şımarık, en zengin ve maddî uygarlık alanında en gelişmiş toplumu var. Nitekim Yüce Allah, başka bir sûrede Hz. Hûd'un soydaşlarına nasıl karşı koyduğunu bize anlatırken, bu dediklerimizi vurgulamaktadır. 2845
Bu adamlar şımarık zorbalardır. Yakaladıkları insanlara karşı acımasızdırlar. Ellerindeki nimetler onları baştan çıkarmış. Hep dünyada kalacaklar, hiç ölmeyecek hayali ile koca koca köşkler yapmışlar! İşte Hz. Hûd, bunlara karşı dikiliyor. Mü'mine yaraşır bir yiğitlikle, üstünlük duygusu ile güvenle ve korkusuzca. Soydaşları olmalarına rağmen onlarla arasındaki ilişkileri tümü ile kesiyor, aradaki bütün ipleri gözünü kırpmadan koparıveriyor. Dahası onlara meydan okuyor. Kendisine karşı akıllarına gelebilecek her tuzağı kurmalarını, bu yolda ona hiçbir mühlet tanımamalarını, ellerinden gelen kötülüğü arkalarına koymamalarını, yapacaklarından pervâsı olmadığını yüzlerine karşı haykırıyor!
Hz. Hûd, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı takınmadan önce kendilerine elinden geldiğince nasihat etmiş, her fırsatta onlara sevecenlikle yaklaşmış, son derece tatlı bir dille kendilerini Allah'a çağırmıştı. Fakat sonunda açıkça anladı ki, adamlar Yüce Allah'a başkaldırma konusunda, onun tehditlerini alaya alma konusunda, ona karşı küstahça davranma konusunda kesinlikle kararlı ve ısrarlıdırlar.
2844] 11/Hûd, 54-57
2845] 26/Şuarâ, 123-138
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 677 -
Hz. Hûd, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı ortaya koyabildi. Çünkü Allah gerçeğini vicdanında buluyordu. Kesinlikle inanıyordu ki, karşısındaki sözden anlamaz, şımarık, küstah, ellerindeki nimetlere güvenip baştan çıkmış zorbalar "yeryüzünde hareket eden birer canlı"dan başka bir şey değildirler. Hiç kuşkusu yok ki, "yeryüzünde hareket eden tüm canlıların perçemleri onun Rabbinin avucu içinde idi." Öyleyse "yeryüzünde hareket eden bu canlı yığının" nesini umursayacaktı ki!?
Bu şımarıkları eski insan kuşaklarının yerine geçiren; onlara ellerindeki nimetleri, zenginliği, maddî gücü, evlâtları, köşkler yapma ve maden çıkarıp işleme yeteneklerini veren onun Rabbi idi. O, bu ayrıcalıkları onlara iş olsun diye değil, sınama amacı ile vermişti. Buna göre eğer dilerse onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirebilirdi. Bu durumda onlar ona ne bir zarar verebilirler ve ne de hükmünü engelleyebilirlerdi. Öyleyse onların nesinden korkacaktı? İstediğinde ve istediği şekilde veren de, verdiklerini geri alan da onun Rabbi değil miydi?
İnsanları Allah'a çağıran dâvâ adamları, Rablerin yüce gerçeğini vicdanlarında bu canlılıkta bulabilmelidirler. Ancak o zaman, böyle bir imanın kazandıracağı üstünlük duygusu sâyesinde çevrelerini sarmış olan azgın câhiliye cephesi karşısında durabilirler. Câhiliye cephesinin maddî gücü, endüstriyel gücü, insan kaynaklı bilimsel ve teknolojik gücü, uzmanlaşmış, deneyimli ve kurumlaşmış propaganda ve istihbarat gücü karşısında ayakta durabilirler. Bu korkusuz tavrı ortaya koyabilmeleri için kuşkusuzca bilmelidirler ki, "yeryüzündeki tüm canlıların perçemleri Rablerinin avucu içindedir" ve insanlar, bütün insanlar "yeryüzünde hareket eden canlılar"dan başka bir şey değildirler!
Bu dâvâ adamları, günün birinde mutlaka içinde yaşadıkları toplumla, ırkdaşları, milletleri ile bütün bağlarını kesinlikle koparmalıdırlar. O zaman aynı soyun, aynı ırkın, aynı milletin fertleri iki kampa, iki karşıt "ümmet"e ayrılacaktır. Bir tarafta tek Allah'ın egemenliğini benimseyen, bunun dışındaki her türlü egemenliği reddedenlerin oluşturduğu ümmet yerini alırken, karşı tarafta Yüce Allah'ı bir yana bırakarak düzmece ilâhlara tapanların, Allah'a karşı savaş açanların ümmeti saf tutacaktır. Bu kesin ayrılık, bu kararlı saflaşma gerçekleştiği zaman Yüce Allah'ın dostlarına vaad ettiği zafer kesinlikle gerçekleşir, Allah'ın düşmanları şu ya da bu şekilde yok edilir. Bu yok etme, daha önce akla gelebilecek bir yolla meydana gelebileceği gibi, hiç kimsenin aklının ucundan geçmeyen bir biçimde de olabilir.
Yüce Allah'a çağrı sürecinin ilk insandan günümüze kadarki tarihi boyunca görülen şudur: Yüce Allah'ın dostları, O'nun düşmanlarından kendi insiyatifleri ile ayrılmadıkça, mü'minler bu ayrılmayı inanç farklılığı esasına oturtarak tek Allah'ı tercih etmedikçe Allah, dostlarını düşmanlarından ayırmaz. Mü'minler bu kararlı tercihi yaptıkları zaman "Allah'ın taraftarları (Hizbullah)" olurlar, artık O'ndan başka hiç kimseye dayanmayan ve O'ndan başka hiç kimseden yardım görmeyecek olan bir mücâhidler ordusu oluşturmuş olurlar. 2846
2846] Fî Zılâli’l Kur’an, Hûd Sûresi, 59-60. âyetlerin tefsiri
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
A- Hûd’un (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50, 53, 58, 60, 89; 26/Şuarâ, 124.
B- Hûd Kavminin adı olan Âd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 24 Yerde): 7/A’râf, 65, 74, 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 50, 59, 60, 60; 14/İbrâhim, 9; 22/Hacc, 42; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 123; 29/Ankebût, 38; 38/Sâd, 12; 40/Mü’min, 31; 41/Fussılet, 13, 15; 46/Ahkaf, 21; 50/Kaf, 13; 51/Zâriyât, 41; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 18; 69/Hakka, 4, 6; 89/Fecr, 6.
C- Ahkaf Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: 46/Ahkaf, 21.
D- İrem Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: 89/Fecr, 7.
D- Hûd (a.s.) ve Kavmini Konu Edinen Âyet-i Kerimeler
a- Hûd (a.s.)’un Kavmiyle Tevhid Mücâdelesini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 50-60; 23/Mü’minûn, 31-41; 26/Şuarâ, 123-140; 46/Ahkaf, 21-23; 54/Kamer, 18-21.
b- Hûd (a.s.), Âd (İrem) Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50; 23/Mü’minûn, 32; 26/Şuarâ, 125; 46/Ahkaf, 21.
c- Âd Kavmi, Nuh Kavminden Sonradır: 23/Mü’minûn, 31.
d- Birinci ve İkinci Âd Kavimleri: 53/Necm, 50.
e- Âd Kavminin Oturduğu Yer: 46/Ahkaf, 21.
f- Âd Kavminin Kötülüğü: 26/Şuarâ, 128-130; 41/Fussılet, 15; 69/Hakka, 4, 9.
g- Hûd (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 50-57; 23/Mü’minûn, 32-38; 26/Şuarâ, 123-138; 46/Ahkaf, 21-23.
h- Hûd (a.s.)’un, Kavmine Karşı Allah’a Duâsı: 23/Mü’minûn, 39-40.
i- Âd Kavminin Yok Oluşu: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 57-60; 23/Mü’minûn, 39-41; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 139-140; 29/Ankebût, 38; 41/Fussılet, 15-16; 46/Ahkaf, 24-26; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 41-42; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 18-22; 69/Hakka, 6-8; 89/Fecr, 6-8, 11-13.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd Semûd Medyen, S. Süleyman Nedvî, Terc. Abdullah Davudoğlu, İnkılâb Y.
2. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y. 121-122
3. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 97-101
4. Kavimlerin Helâkı, Hârun Yahya, Vural Y. s. 56-70
5. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
6. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
7. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Hûd md. M. Sait Şimşek, c. 3, s. 9-10; Âd md. c. 1, s. 25-27; İrem md. Halid Erboğa, c. 3, s. 172; Hûd Sûresi md. M. Sait Şimşek, c. 3, s. 10-12
8. TDV İslâm Ansiklopedisi, Âd md. Celâl Kırca, c. 1, s. 333-334; Hûd md. Ö. Faruk Harman, c. 18, s. 279-281; İrem md. Ö. Faruk Harman, c. 22, s. 443
9. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. Hûd md. c. 8, s. 427-439; Âd md. c. 1, s. 82-104; İrem md. c. 10, 157-160
10. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
11. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
12. Rabbenî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.
13. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
14. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
15. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
16. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
17. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.
18. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.
19. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
20. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
21. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
22. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 679 -
23. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
24. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
25. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
26. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
27. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
28. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
29. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
30. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
31. Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
32. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
33. Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.
34. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
35. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
36. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
37. Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.
38. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
39. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
40. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
41. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
42. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y.
43. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 539-545
44. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 80
45. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 99-108, 216-222
46. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 35-38
47. Âd Kavmi ve Hz. Hûd, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 38, Mayıs 94

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:20

HİLÂFET - HALİFELİK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HİLÂFET - HALİFELİK


- 601 -
Kavram no 78
Nimet 9
Görevlerimiz 11
Bk. İmam; Hüküm-Hâkimiyet; İslâm
HİLÂFET - HALİFELİK
• Halife Kelimesinin Anlamı ve Mâhiyeti
• Kur'an'da Halife Kavramı
• Halife’nin Anlam Sahası
• “Yeryüzü” Halifeliği
• “Allah’ın Halifesi” Olur mu?
• Genel Hilâfet/Umumî İstihlâf
• Özel Hilâfet/Hususî İstihlâf
• Devlet ve Toplulukların İstihlâfı/Halife Kılınması
• Bireylerin İstihlâfı/Halife Kılınması
• Halifelik Makamı ve Halifenin Yükümlülükleri
• “Halife”liğin Siyasi Boyutu; İslâm Devlet Başkanı Olarak Halife
• Halifenin Görevleri
• Râşid Halifeler
• Halifeliğin Kaldırılması
• Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü Hızlandırmak İçin HİLÂFET
"Hatırla ki Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,' dedi. Onlar 'Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim' dedi." 2528
Halife Kelimesinin Anlamı ve Mâhiyeti
Halife kelimesi, h-l-f (halefe) kökünden türemiştir. Halefe, geride kaldı, sonradan geldi anlamındadır. Halife, selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil), istihlâf edilen, birinin yerine bırakılan demektir. Aynı zamanda bu kelimenin kapsamı içinde vekâlet ve yöneticilik de vardır. Hilâfet, halife olmak, halifelik, reislik, başkanlık, birinin yerine geçmek, onun adına iş yapmak ve onu temsil etmek anlamına gelir. Istılahta ise; "Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra, Ona halef olarak mü'minlere emîr olmak" şeklinde tarif edilmiştir. Bey'at sonucu mü'minler adına tasarruf yetkisine sahip olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir. 2529
Halife’nin çoğulu halâif ve hulefâ’dır. İstihlâf ise, birini halife (temsilci/ardçı) kılmak anlamındadır. H-l-f (halefe) kökünden türeyen kelimeler Kur'an'da çokça
2528] 2/Bakara, 30
2529] Râgıp el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 105-106
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(127 yerde) geçer. Ama konumuzla direkt ilgili olarak halife kelimesi Kur'an'da 2 yerde,2530 halife'nin çoğulu halâif 4 yerde,2531 Hulefâ kelimesi de 3 yerde2532 geçer. İstihlâf kelimesi ise Kur'an'da 4 âyette2533 zikredilir. Yine konuyla dolaylı ilgili half kelimesinin de 2 âyette2534 geçtiği görülmektedir.
Kur'an'da Halife Kavramı
"Hatırla ki Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar: 'Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim' dedi." 2535
"Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi deneyip sınamak için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan, merhamet edendir." 2536
"İnsanları yeryüzünde halîfe (hâkim) kılan O'dur. İnkâr edenin inkârı kendi aleyhinedir. İnkârcıların inkârı, Rableri katında yalnızca kendilerine gazabı arttırır. İnkârcıların inkârı, hüsrandan başkasını artırmaz." 2537
"Darda kalanın duasına, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki sıkıntıyı gideren ve insanları yeryüzünün halifeleri yapan Allah, kendisine eş koşulan bütün varlıklardan üstün ve yücedir." 2538
"Onu (Nuh'u) yalancı saydılar. Ama biz, onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları halifeler kıldık / ötekilerinin yerine geçirdik. Âyetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarıları dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!" 2539
"Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik; zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız. Sonra da, nasıl davranacağınızı görmeniz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık (onların yerine sizi getirdik)." 2540
"(Hûd, kavmine dedi ki:) 'Size Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi halifeler kılıp Nuh kavmi yerine getirdiğini ve yaratılışça onlardan daha üstün kıldığını hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın." 2541
"(Hz. Hûd, kavmine şu uyarıda bulundu:) 'Ben, ancak benim de sizin de Rabbimiz olan Allah'a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim, elbette
2530] 2/Bakara, 30 ve 38/Sâd, 26
2531] 6/En'âm, 165; 10/Yûnus, 14, 73; 35/Fâtır, 39
2532] 7/A'râf, 69, 74; 27/Neml, 62
2533] 6/En'âm, 133; 7/A'râf, 129; 11/Hûd, 57; 24/Nûr, 55
2534] 7/A'râf, 169; 19/Meryem, 59
2535] 2/Bakara, 30
2536] 6/En'âm, 165
2537] 35/Fâtır, 39
2538] 27/Neml, 62
2539] 10/Yûnus, 73
2540] 10/Yûnus, 13-14
2541] 7/A'râf, 68-69
HİLÂFET - HALİFELİK
- 603 -
doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ben size bana emanet edilen mesajı bildirdim. Rabbim sizden başka bir kavmi istihlâf eder, yerinize getirir. Ona hiçbir şey de yapamazsınız. Doğrusu Rabbim her şeyi koruyandır." 2542
Âd kavminden sonra gelen Hz. Salih, Semûd kavmine Allah'ı tanıma ve O'na kulluk etme çağrısını yaptıktan sonra, şunları söyledi: "Allah'ın sizi Âd kavmine halifeler yaptığını, onların yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın. Allah'ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." 2543
"Firavun kavminin ileri gelenleri, "Mûsâ'yı ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni tanrılarınla başbaşa bıraksınlar diye mi koyveriyorsun, dediler. Firavun, onlara şu cevabı verdi: 'Onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz, onları ezecek üstünlükteyiz.' Hz. Mûsâ ise kavmine şöyle seslendi: 'Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü, şüphesiz Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonuç, Yüce Allah'tan korkup günahtan sakınanlarındır.' Kavmi ona şu karşılığı verdi: 'Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik.' Hz. Mûsâ şunları söyledi: 'Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi istihlâf etmesi, onların yerine geçirmesi umulur. O zaman nasıl davranacağınıza da bakar."2544 Yüce Allah, Firavun ve yandaşlarına sıkıntılar verdi; onları sınadı, sonunda yok etti. "Hor görülen o kavmi (yahudileri), bereketli kıldığı yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldı. Allah'ın İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık böylece yerine geldi. Firavun ve kavminin yaptığı ve yükselttikleri yıkıldı." 2545
"Onların peşinden öyle bir half (nesil) geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler." 2546
"Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, 'nasıl olsa bağışlanacağız' diyerek Kitab'a vâris olan birtakım kötü half (nesil) geldi. Onlara,ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap'ta Allah hakkında haktan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap'takini okumamışlar mıydı? Ahiret yurdu Allah'tan korkup günahtan sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu?" 2547
"Rabbin zengindir, rahmet sahibidir. Dilerse, sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi, sizleri yok eder, dilediğini istihlâf eder, sizin yerinize getirir. Size vadedilen, mutlaka yerine gelecektir. Siz O'nu âciz bırakamazsınız. De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Doğrusu ben de yapacağım. Sonucun kimin için hayırlı olduğunu göreceksiniz. Zulmedenler iflâh olmaz, kurtulamazlar." 2548
"Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzünde istihlâf edeceğine (halifeler yapacağına), onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar.
2542] 11/Hûd, 56-57
2543] 7/A'râf, 74
2544] 7/A'râf, 127-129
2545] 7/A'râf, 130-137
2546] 19/Meryem, 59
2547] 7/A'râf, 169
2548] 6/En'âm, 133-134
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât veren, Peygamber'e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir." 2549
"Ey Dâvud! Şüphesiz seni, yeryüzünde halife (hükümran, iktidar sahibi) kıldık. Öyleyse, insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma. Yoksa seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu, Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır." 2550
Halife’nin Anlam Sahası
Allah, yeryüzünü îmar etmek, insanları Allah'ın kanunlarına göre yönetmek üzere yarattığı Âdem ve neslini halife olarak yaratacağını belirtiyor. "Yeryüzünde bir halife yaratacağım"2551 ifadesinden Hz. Âdem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını öğreniyoruz. Hz. Âdem yeryüzünde halife olarak yaratıldı. Papazların dediği "Hz. Âdem cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi biz cennetteydik" sözünün yanlış olduğunu haber veriyor.
Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini bildirmekle, insanı yeryüzünün hâkimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri yapacağını belirtmiştir. Âyetteki "halife" kelimesinde hâkimiyet anlamı vardır. Yeryüzünde halife olmak, yeryüzünün hâkimi ve yöneticisi olmak demektir. "Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet."2552 Âyetten de anlaşıldığı gibi burada "halife", hüküm veren; yöneten anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle insanlar arasında hak ve adaletle hükmetmesi Hz. Dâvud'dan istenmektedir. "Yani ey Dâvud, seni hükümdar yaptık ki iyiliği emredesin ve kötülükten sakındırasın. Böylece senden önceki peygamber ve sâlih önderlere halef olasın" "Sonra da, sizin nasıl davranacağınızı görmek için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık."2553 "Yani onların yerine artık siz hükmedeceksiniz." Halife kelimesiyle, nesil nesil birbirini takip edecek ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir. Yine Hz. Nuh ve kavmi için de şöyle buyrulur: "Onları (yeryüzünde) halifeler kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk." 2554
Bu âyetlerde "halife" kelimesi, sözlük anlamı olan; başkasının yürüttüğü bir işi, ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak devralınan iş, hâkimiyetle ilgili bir iştir. Nitekim Hz. Âdem için "halife" kelimesinin kullanıldığı âyetten hemen önceki âyette: "Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı."2555 buyurulmaktadır. Demek ki Hz. Âdem'in halife kılındığı şey, yeryüzünün hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili bir iştir. 2556
“Yeryüzü” Halifeliği
Kur’an’da ya yalın veya “arzda halife” terkibi halinde geçen halife kelimesini bu bütünlükte değerlendirdiğimizde, insanlar yeryüzünde ömür süren, orayı
2549] 24/Nur, 55-57
2550] 38/Sâd, 26
2551] 2/Bakara, 30
2552] 38/Sâd, 26
2553] 10/Yûnus, 14
2554] 10/Yûnus, 73
2555] 2/Bakara, 29
2556] İbn Teymiyye, Mecmuatu Fetâvâ, 35/42-46
HİLÂFET - HALİFELİK
- 605 -
imar ve ıslah eden, orada iskân eden yeryüzü halifeleri anlamında kullanıldığı anlaşılır; onlar birbiri ardından gelen nesillerdir.2557 Bu anlamda, beşeriyetin yeryüzündeki kaderini ve Allah'a vereceği hesabı anlatan Bakara sûresi 30. âyetteki halife insan, yeryüzünün halifesi olacak, orada iskân edecek, kan dökecek, ama Rabbinden isimler öğrenecek ve yaptıklarının hesabını verecek bir nesildir. 2558
Arz üzerindeki bütün güçler, bütün tabiat yasaları insana boyun eğmiş ve insan, bunları kendi yararına kullanmak kabiliyetinde yaratılmıştır. Yeryüzündeki diğer yaratıklar insana boyun eğdirilmiştir. İnsan, dünya üzerindeki canlıların hiçbirinin yapamayacağı işleri yapmaktadır; bu özellikleri, insanın halife olarak yaratılmasından dolayıdır.
“O ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı.”2559; “Onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık, nasıl davranacağınıza bakalım diye.”2560 Âyetlerde “yeryüzünün halifeleri” ve “yeryüzünde halifeler” ifadeleri geçmekte ve insanın halife kılınarak bir imtihana tâbi tutulduğu belirtilmektedir. İmtihansa elbette irâde sahibi olmayı gerektirmektedir. İrade, seçme özgürlüğü demek olduğundan insanın istediği şekilde hareket edebileceği ortaya çıkar. İrade sahibi bir varlığın iyilik yapabileceği gibi, kötülük de yapabileceği kolayca anlaşılır. Şu halde, irade sahibi olma “halife” kelimesinin kapsamı içindedir ve melekler insanın fesat çıkarıp kan dökeceğini buradan anlamış olabilirler. Öte yandan, halife’nin irade sahibi olması, belli bir hâkimiyet gücünü elinde bulundurması demektir.
“Allah’ın Halifesi” Olur mu?
Allah'ın bir halifesi olamaz. Nitekim Hz. Ebu Bekir'e "Ey Allah'ın halifesi!" denildiğinde, "Ben Allah'ın halifesi değilim; ben ancak Rasûlullah (s.a.s)'ın halifesiyim ve bu bana yeter"2561 demiştir. İbn Teymiyye’ye göre, tanım gereği; ölen, orada hazır bulunmayan, ya da işinde âciz olan biri için halife söz konusudur. Allah hakkında ise bu tür durumlar mümkün değildir. Allah’ın ne bir benzeri, ne de dengi mümkündür. Âlemlerden müstağni olan Allah’ın halifeye/vekile ihtiyacı yoktur. İbn Teymiyye, vahdet-i vücutçuların insanı ulûhiyet makamına yükseltmek istediklerini, bu yüzden İbn Arabi’nin “insanın Allah’ın halifesi” olduğunu iddia ettiğini söyler. Vahdet-i vücutçular, insanın birtakım mertebelerle Allah’la bütünleşebileceğini iddia ederken, “Allah’ın halifesi” gibi görünüşte Kur’anî bir dayanak ileri sürerler. 2562
Aynı şekilde hilâfet makamına geçtiğinde Hz. Ömer'e de, "Allah'ın halifesi" şeklinde hitap edilmesi kendisine teklif edilmiş, kendisi bunu reddetmiştir. "Allah'ın halifesi" şeklinde bir ifadeye ne bir âyet ve ne de sahih herhangi bir hadiste rastlıyoruz. Âyetteki "halife" kelimesiyle nesil nesil birbirini takip edecek ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir. Bu görüş, aynı zamanda İbn Kesir (H. 99), Taberi (H. 200), Maturidi gibi nice âlimlerin kabul ettiği bir yorumdur. Bu görüş, "halife" kelimesinin kelime anlamına da aykırı değildir. Çünkü "halife" kelimesi, hem ism-i fâil ve hem de
2557] 43/Zuhruf, 60; 19/Meryem, 59
2558] Bk. 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 6/En’âm, 135
2559] 6/En’âm, 165
2560] 10/Yûnus, 14
2561] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/10-11
2562] M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, s. 168-169
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ism-i mef'ûl olarak alınabilir. İsm-i fâil olarak alındığında, başkasının yerine geçen; ism-i mef'ûl olarak alındığında da başkası ona halef olan anlamındadır. Halife'nin, hâkim olan ve yöneten şeklindeki tefsirine gelince, yukarıdaki bütün anlamlarla birlikte zikredilmesi gereken bir görüştür. Hz. Âdem'in devraldığı iş, yönetme işidir. 2563
Oysa Allah’ın temsil edilebilir bir varlık olarak algılanması, Hz. İsa’yı enkarne olmuş (et giymiş -Allah’ın oğlu-) biçimi olarak gören Hıristiyanlara ait bir düşünce idi. İslâm’ı istismar ederek, İslâm’ın öngörmediği usullerle işbaşına geçen zâlim yöneticiler, İslâm’ı kullanarak dini siyasete âlet etmek için “Allah’ın halifesi”, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” vasıflarını kendileri için uygun bir ünvan olarak gördüler. Kötülük ve adâletsizliklerini örtbas etmek için kendilerine tanrısal bir statü vermeleri, müstekbirlerin geleneksel tavrı olsa gerek. Bunlar, ilâhî tayinle iktidar oldukları iddiasını sürekli tekrarlamışlardır. Firavunlar, zaman zaman kendilerini tanrının oğlu (Ra tanrısının, güneşin oğlu), hatta zaman zaman da tanrının kendisi olarak sunarlar. Japon imparatorlarına yirminci asra kadar hâlâ “güneşin oğlu” deniliyordu. İnsan, tarih boyunca, ilâhî adalete aykırı olarak, hak etmediği vasıflara sahip çıkmaktadır. Bu olumsuz tavrı gösterenler arasında, vahye muhatap olmuş ama onun kadrini kıymetini bilememiş ve tahrif etmiş yahudi ve hıristiyanlar, ümmî Kureyşliler de vardı.
Yahudi ve hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.”2564 sözü ile Allah tarafından seçilmiş ırk görüşünü savunurlar. Fil olayının sonucunu kendi üstünlüklerine yoran Kureyşliler de, kendilerinin Mescid-i Haram’a daha lâyık olduklarını ileri sürerek2565 hak etmedikleri bir imtiyazla2566 bütün kabilelerin Kureyş’e ta’zimini sağlamaya çalışmışlardır. Görüldüğü gibi zulüm iktidarları kendi meşruiyetlerini garanti altına almak için insan fıtratında vazgeçilmez bir olgu olarak yer alan Allah'a inanma eğilimini kullanarak Allah adına hareket ettikleri iddiasıyla, mazlumları etki ve yetki altına almaya çalışmışlardır. Câhilî zihniyet, kendi iddialarına göre risâletten önce Allah’ın yakınlarıdır.2567 Risâletten sonra Emeviler döneminde ise Allah’ın halifesidir. İslâm düşüncesinin değişime uğradığı tarihin daha geç dönemlerinde ise “zıllullah”tır; yani Allah’ın gölgesi. Artık sultanın yaptığı zulümden vazgeçmesi isteniyorsa o zaman yapılacak tek şey vardır: Oturup dua etmek! Çünkü her haliyle yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan sultana isyan en büyük günahtır(!)
Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in kabul etmediği Allah’ın halifeliği sıfatına zulümlerine meşrûluk vermek için zâlim yöneticiler can simidi gibi sarılıyorlar. Rasûlullah için Kur’an ısrarla “kul” vasfını verdiği, Allah’ın halifesi gibi ifadeler O’nun için bile söylenmediği halde, Emevilerden itibaren sözde halifeler için, Rasûlullah’ın halifesi, mü’minlerin emîri, müslümanların halifesi gibi sıfatlar yeterli gelmiyor, cılız kabul ediliyordu. Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri ilan edilen bu müstağni liderler, Allah’ın kulluğuna değil; vekilliğine soyunuyor. Ortaya koydukları siyasete/pratiğe göre de dini yorumlayıp zulümlerine kılıf geçiriyorlar. Böylece dokunulmazlıkları olan küçük yeryüzü ilahlıkları, rahatlıkla sömürü düzenlerini
2563] M. Sait Şimşek, a. g. e., s. 177
2564] 5/Mâide, 18
2565] 8/Enfâl, 34
2566] 9/Tevbe, 19
2567] 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 19
HİLÂFET - HALİFELİK
- 607 -
devam ettirecek; ama asla eleştirilemeyeceklerdir. Çünkü sultaları Allah’ın takdiridir(!) Cebr ve İrcâ akidesi imdatlarına yetişir. 2568
İlk dönem İslâm tarihinde halife’nin kavramsal olarak yerleşmediğini ve öncü sahabenin bu kelimenin Allah'a nisbet edilmesine kesinlikle karşı çıktığını görüyoruz. İlk dönem İslâm öncüleri, Rasül’ün ve Kur’an’ın yönetim için kavramlaştırdığı “emr” kelimesini kullanmışlar, kendilerini “emîr” olarak görmüşlerdir. Kur’an, yöneticilere “Ülü’l-Emr” ve “Veliyyü’l-Emr”2569 terkibini tercih eder.
Kur’an, halife kelimesini açık bir şekilde arza izafeten kullanıyor; Allah'a izâfeten hiçbir yerde kullanmıyor. Bakara sûresi 30. âyetten sonraki âyetlerdeki, meleklerin yorumlarında ve reel hayatta gördüğümüz gibi, (yaratıcısını överek tesbih edeceğine) yeryüzünde fesat/kargaşa çıkaran, kan döken biri Allah’ın temsilcisi olabilir mi? Bir temsilci, temsil ettiğinin dışına çıktığı zaman temsilci olmaktan çıkacağına göre, belli bir irâdî alanda istemlerini gerçekleştirme, tercihte bulunma yeteneğine sahip insan gerçeği, “Halifetullah” ile nasıl uzlaştırılacaktır? 2570
Adı sanı anılmadan nice çağlar gelip geçtikten sonra yeryüzü için yaratılan ve yeryüzünün hâkim ve yöneticisi konumuna getirilen insan, nasıl hareket edeceği konusunda denenmektedir. Oysa Allah’ın temsilcisi olarak görülen birinin özgür bir iradesi olmasından bahsedemeyiz. Böyle bir statüye sahip birinin yapıp ettiklerinden dolayı sorgulanması da söz konusu olamaz. Çünkü yapıp ettikleri Allah adına, Allah’ı temsilendir. Hâlbuki insan için izzet ve üstün bir şeref aranıyorsa, bu, Allah'a kulluk ve takvâdır. 2571
"Halifetü’l-Arz" (Yeryüzünün efendisi, yöneticisi) insanın kendisi için Allah’ın takdir ettiği bir konumu, bu ifadeyle anlatılıyor. Yasak meyveyi yiyen insan, kendi farkına varmış, böylece içgüdüye bağlı istekten; itaat ve isyana kabiliyetli, irâde/istem hürriyetine kavuşmuştur. Böylece “yeryüzünün halifesi” payesini almaya hak kazanmıştır.
Bazı âyetlerde halife kelimesi, başkasının yürüttüğü bir işi ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak, devralınan hâkimiyetle/egemenlikle ilgili bir iştir. “Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”2572 Demek ki insanın halife kılındığı şey, yeryüzünün hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili bir iştir. “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevesine /keyfe uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır.”2573 Yani ey Dâvud, seni hükümran kıldık ki adaleti yerine getirerek, iyiliği emredip kötülükten sakındırarak, senden önceki peygamber ve sâlih önderlere halef olasın. Bu hilâfet, siyasi erkle kayıtlı değildir; eşyanın tümünün âdil kullanımını öngörür. “Sonra onların ardından sizi yeryüzünde halifeler yaptık ki nasıl davranacağınızı görelim.” 2574
2568] Fevzi Zülaloğlu, Allah’ın Halifeleri miyiz? Haksöz, Aralık 92, s. 16-17
2569] 4/Nisâ, 83
2570] Bak. 10/Yûnus, 14
2571] Bak. 3/Âl-i İmran, 79
2572] 2/Bakara 29
2573] 38/Sâd, 26
2574] 10/Yûnus, 14
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsana, kâinatta Allah’ın biçtiği konum yerine; hak edilmeyen bir statüye kaydırarak yer aramak, eşyada var olan dengeyi tersine çevirmek demektir. İnsan, ancak insana temsilci/halife olur. Ontolojik denge açısından eşitliğe sahip olmayan insanla Allah arasında müşterek bir vekâlet sistemi yoktur. O halde Allah’ın vekil/halife edinmesinden söz etmek mümkün değildir. 2575
Genel Hilâfet/Umumî İstihlâf
Kur’an’da halife ve istihlâf kelimeleri, biri genel, diğeri özel olmak üzere iki anlamda kullanılır. Bütün insanların yeryüzünün halifesi olması, yeryüzündeki her şeyin emir ve istifadelerine sunulması, mülkiyetin kendisine emanet edilmiş olması, yeryüzünü yönetip ıslah ederek ona sahip çıkması demektir.
Bakara sûresi 30. âyetteki “yeryüzünde var edilen halife”nin, kimin halefi/ardçısı, ve kimin temsilcisi olduğu konusu çok tartışılmıştır. Bu konuda meleklerin, cinlerin veya Allah’ın temsilcisi olduğu iddia edilmiştir. Ayrıca insan nesillerinin birbirinin yerine geçtiği, insanın yeryüzünde hâkim ve yöneten olduğu görüşleri ileri sürülmüştür. Hiçbir âyette, halife kelimesi Allah’a izafe edilmemiştir; yani “Allah’ın halifesi” tabiri Kur’an’da geçmez. Yalın halde veya "arz" kelimesiyle tamlama yapılarak kullanılmıştır. Konumuzla ilgili âyetin2576 hemen öncesindeki âyette Allah, yeryüzünde olanların hepsini insan için yarattığını belirtir.2577 Şu halde insanın istihlâfı, yeryüzüne hâkimiyet ve orasını yönetmekle ilgilidir. Böylece insana, sınırsız değil ama geniş bir egemenlik alanı verilmiştir.
Özel Hilâfet/Hususî İstihlâf
a- Devlet ve Toplulukların İstihlâfı/Halife Kılınması:
Bu istihlâf, Allah'ın bir ümmete, başkalarından sonra hâkimiyet ve istiklâl vermesi, birçok toplumları onun idaresi altında birleştirmesidir. Devlet ve toplulukların istihlâfı bağlamında, Hz. Nuh'un ve kavminin durumu şöyle belirtilir: "Onu yalancı saydılar. Ama biz, onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları halifeler kıldık/ötekilerinin yerine geçirdik. Âyetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarıları dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!" 2578
Hz. Hûd, peygamber olarak gönderildiği Âd kavmini şöyle uyarıyordu: "Size Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi halifeler kılıp Nuh kavmi yerine getirdiğini ve yaratılışça onlardan daha üstün kıldığını hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın."2579 Hz. Hûd, ayrıca onlara şu uyarıda bulundu: "Ben, ancak benim de sizin de Rabbimiz olan Allah'a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim, elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ben size bana emanet edilen mesajı bildirdim. Rabbim sizden başka bir kavmi istihlâf eder, yerinize getirebilir. Ona hiçbir şey de yapamazsınız. Doğrusu Rabbim her şeyi koruyandır." 2580
2575] Fevzi Zülaloğlu, a.g. y., s. 20-21
2576] 2/Bakara, 30. ayet
2577] Bak. 2/Bakara, 29
2578] 10/Yûnus, 73; ayrıca bak. 7/A'râf, 59-64
2579] 7/A'râf, 69; ayrıca bak. 7/A'râf, 65-72
2580] 11/Hûd, 56-57; ayrıca bak. 11/Hûd, 58-61
HİLÂFET - HALİFELİK
- 609 -
Âd kavminden sonra gelen Semûd kavmine Hz. Salih, Allah'ı tanıma ve O'na kulluk etme çağrısını yaptıktan sonra, şunları söyledi: "Allah'ın sizi Âd kavmine halifeler yaptığını, onların yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın. Allah'ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın."2581 Ama onlar, bu uyarıları dinlemedikleri için feci sonları geldi çattı.2582
Sihirbazlar Hz. Mûsâ'nın mucizesini görüp Allah'a inandıktan sonra, "Firavun kavminin ileri gelenleri, "Mûsâ'yı ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni tanrılarınla başbaşa bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun, dediler. Firavun, onlara şu cevabı verdi: 'Onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz, onları ezecek üstünlükteyiz.' Hz. Mûsâ ise kavmine şöyle seslendi: 'Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü, şüphesiz Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonuç, Allah'tan korkup günahtan sakınanlarındır.' Kavmi ona şu karşılığı verdi: 'Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik.' Hz. Mûsâ şunları söyledi: 'Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi istihlâf etmesi, onların yerine geçirmesi umulur. O zaman nasıl davranacağınıza da bakar." 2583 Yüce Allah, Firavun ve yandaşlarına sıkıntılar verdi; onları sınadı, sonunda yok etti. "Hor görülen o kavmi (yahudileri), bereketli kıldığı yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldı. Allah'ın İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık böylece yerine geldi. Firavun ve kavminin yaptığı ve yükselttikleri yıkıldı." 2584
Hz. Peygamber'e ve kavmine de, Allah'ın uyarılarını dinlemeleri konusunda, benzer hatırlatmalar yapılır: "Rabbin müstağnî ve rahmet sahibidir. Dilerse, sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi, sizleri yok eder, dilediğini istihlâf eder, sizin yerinize getirir. Size vadedilen, mutlaka yerine gelecektir. Siz O'nu âciz bırakamazsınız. De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Doğrusu ben de yapacağım. Sonucun kimin için hayırlı olduğunu göreceksiniz. Zulmedenler iflâh olmaz, kurtulamazlar." 2585
Allah'a ve peygamberine itaat çağrısı ve peygamberin yalnızca tebliğ/bildirim görevi olduğu, herkesin kendine yüklenenden sorumlu olacağı anlatıldıktan sonra, şunlar belirtilir: "Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât veren, Peygamber'e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir." 2586
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah'a ibâdet ve hiçbir şeyi O'na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber'e itaat; inkârcıların yoldan çıkışları, cehenneme varışları.
2581] 7/A'râf, 74
2582] 7/A'râf, 75-79
2583] 7/A'râf, 127-129
2584] 7/A'râf, 130-137
2585] 6/En'âm, 133-134
2586] 24/Nur, 55-57
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- Bireylerin İstihlâfı/Halife Kılınması:
Bu tür istihlâf, devlet başkanları için söz konusudur. Bireylerin istihlâfı bağlamında Hz. Dâvud örnek verilir: "Ey Dâvud! Şüphesiz seni, yeryüzünde halife (hükümran, iktidar sahibi) kıldık. Öyleyse, insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma. Yoksa seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu, Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır."2587 Bu âyet, iktidar sahiplerinin kendi arzu ve heveslerine, istek ve tutkularına göre değil; adalet esaslarına göre yönetmelerini açıkça vurguluyor. Bilindiği üzere Hz. Dâvud, dinî ve siyasî otoriteleri birleştiren, hem bir peygamber, hem de İbranilerin başında bir hükümdardı. 2588
Bireylerin istihlâfı için, ayrıca imam2589 ve melik2590 kelimeleri de kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de halife kavramı, yalnızca Hz. Dâvud için siyasi bir içerikle kullanılmıştır. Devlet ve toplulukların istihlâfı ise, ancak siyasi iktidar ve nesil değişikliği çevresinde siyasi-sosyal bir anlam kazanır. İslâm siyasi tarih ve edebiyatında halife kelimesi, bu kavramlarla bağlantılı olarak terimleşmiştir. 2591
Halifelik Makamı ve Halifenin Yükümlülükleri
Bakara, 30. âyette belirtilen meleklerin, halifenin yaratılış hikmetini öğrenmek amacıyla sordukları soru "halife" kelimesini biraz açmaktadır. Onların sorusundan halifenin üç önemli özelliği belli olmuştu. Bunlardan birisi, meleklerin merak sorusunun yorumuyla anlaşılabilecek bir özelliktir. Onlar, "Halifenin yaratılmasından maksat kulluksa, biz en güzel şekilde yapıyoruz; öyleyse başka bir halifenin yaratılmasının hikmeti nedir? Öyle anlaşılıyor ki, yaratılacak halife de tıpkı melekler gibi Allah'ı tesbih edecek, yani O'na ibâdette bulunacak ve yönetim hakkı olacak. İkinci özelliği yeryüzünde yaşayacak olması. Bunu âyetin başında bizzat Rabbimiz söylüyor. Üçüncü özelliği ise, yer için yaratılacak halifenin orada fesat çıkaracak ve kan dökecek olmasıdır.
Melekler, halifenin yaratılış hikmetini anlamak için, "yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?"2592 diye sorarlar. Allah, halife insanı bu olumsuz özelliklerle nitelemelerinden dolayı onları yalanlamadı. "Hayır, siz yanılıyorsunuz, benim halifem böyle bir şey yapmayacak" demedi. Buna karşı "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi.
Bütün bunlar, yeryüzü halifesinin Hz. Âdem ve onun soyundan gelecek bütün insanlar olduğunu gösterir. Şurası kesindir ki Hz. Âdem yeryüzüne indikten sonra ne fesat çıkardı ve ne de kan döktü. Bu kötü fiilleri ilk olarak kendi oğullarından birisi yaptı. Onun soyundan gelen niceleri tarih boyunca sayısız fesat çıkardılar, haksız yere başkalarının kanını akıttılar. Öyleyse kast edilen Hz. Âdem ve onun soyundan gelenlerdir. Kur'an'ın ifadesinden anlaşıldığına göre Allah, bütün Âdemoğullarını yeryüzüne halife olarak gönderdi. Şu âyet, bu açıdan oldukça dikkat çekicidir: "Sonra, nasıl yapıp davranacaksınız diye sizleri gözlemek
2587] 38/Sâd, 26
2588] Bak. 2/Bakara, 246-250
2589] 2/Bakara, 124
2590] 5/Mâide, 20
2591] Kur'an'da Siyasi Kavramlar, V. Akyüz, s. 130 ve devamı
2592] 2/Bakara, 30
HİLÂFET - HALİFELİK
- 611 -
için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler yaptık."2593 Kendilerine verilen nimetin değerini bilmeyen ve nimet verene şükretmeyen, elçilere karşı çıkan nice topluluklar cezalandırıldı, helâk edildi. Onların yerine Rablerini tanıyan, şükretmesini bilen yeni kuşaklar halife olarak gönderildiler. Onlar, Allah'ın hükmüyle hükmederler, yüklendikleri emaneti hakkıyla taşırlar.
Hz. Âdem'in şahsında halife olarak yaratılıp dünyaya gönderilen insan, bu özelliğini ancak halifeliğin gereğini yaparsa koruyabilir. Halifeliğin gereği de şüphesiz ki dağların, yerin ve göklerin taşımaktan korktuğu "emânet"i taşımaktır. Halifeliğin değeri bununla ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda başta bütün peygamberler halifedir. Onlar en kutsal yük olan emaneti taşıma, Allah'ın hükümlerini uygulama ve ümmetlerine anlatma yönüyle kendilerinden önceki peygamberlerin halefleridirler. Peygamberleri dinleyen, ilâhî davete kulak verip, Allah'ın koyduğu ölçülere göre yaşayan bütün sâlih insanlar da, bu mübarek yükü taşımada kuşaktan kuşağa birbirlerinin yerine halife olmuşlardır. Yine Allah'ın adıyla yaşayan, Allah'ın indirdikleriyle hükmeden, gücünü ve otoritesini Allah'ın adı yüce olsun diye kullanan bütün otorite sahipleri de bu halifelik sıfatına lâyıktır.
Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah'ın hükmüne uymayıp, O'nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır. 2594
İnsan, yeryüzünün hâkimi, yöneticisidir; ama bu farazî ve sembolik bir liderlik ve hâkimiyettir; Allah’a itaat etse de, karşı çıksa da böyledir. Çünkü Allah’ın meşîetinin/ dilemesinin dışına çıkamaz. Ama itaat ederse kendisi ve kendi saadeti için itaat etmiş olur; irâde ve kaynaklandığı ‘benlik’ emanetini yerinde kullanmış olur. İşte bu emaneti yerinde kullandığında fesat çıkaran değil; selâmeti, sulhü gerçekleştiren bir halife olur. Şu halde, insan yeryüzünün halifesidir ve bu halifelik yeryüzünde hükmetmektir. Bu şekilde, insan toplulukları, nesiller birbirlerinin yerini alırlar, yani birbirlerine halef olurlar; bir topluluk emanete ihanet ettiğinde Allah onun yerine başka birini getirir, yani ona başka bir topluluğu halef kılar ve onları yeryüzünün halifeleri yapar. Şu halde, halifeyi yalnızca birinin yerine geçen anlamında kullanmak, kavramın muhtevasını büyük ölçüde daraltmak olur. 2595
Kur’ân-ı Kerim’de konu ile ilgili âyetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken
2593] 10/Yûnus, 14
2594] H. K. Ece, Hz. Adem, Denge Y., s. 49-50
2595] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 522
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
Zürriyetlerini temsilen halife kılınan ilk insan Hz. Âdem ve eşi için bile birtakım sınırlamalar söz konusudur.2596 Bu hududa uymak, insanın yeryüzü halifeliğinde, bu yüce makamda kalabilmesinin temel şartıdır.2597 Bu ölçülerin dışına taşanlar ise, ateş azabına düşmekle tehdit edilir. Diğer bir deyişle; insanlardan istenen, halifelik gereklerini yerine getirmeleridir. Bu ise, Allah’ın belirlemiş olduğu sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur. Bu anlamda bütün insanlar, Allah’ın yeryüzünde halife tayin ettiği kimselerdir. Tüm insanların bu şekilde görevlendirilmiş olmalarına “umûmî hilâfet” diyoruz. Hz. Âdem’in soyundan gelen herkes bunun kapsamı içerisindedir. İnsan, halifeliğinin sonucu olarak yüklenmiş olduğu “emanet”in gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de “husûsi hilâfet” adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler, 2598 O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tağutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Dâvud’a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi2599 emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını2600 bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. 2601
2596] Bak. 2/Bakara, 35
2597] Bak. 2/Bakara 38
2598] 24/Nur, 55
2599] 38/Sâd, 260
2600] 2/Bakara, 214
2601] Bak. 4/Nisâ, 58; Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 2, s. 424
HİLÂFET - HALİFELİK
- 613 -
“Halife”liğin Siyasi Boyutu; İslâm Devlet Başkanı Olarak Halife
Siyasi anlamda "halife": Bey'at sonucu mü'minler adına tasarruf (yönetme) yetkisine sahip olan ve Allah'ın indirdiği ahkâmın adalet ve istişare ile tatbikini sağlayan kimse demektir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmaz olan temel esaslar: Bey’atla başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir.
Halifenin Görevleri
Allah’ın hükümlerini tatbik etmek,
Namazları, özellikle Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak,
Zekât ve diğer vergileri toplamak,
Kadıları (hâkimleri) ve valileri tayin etmek,
İslâm devletinde yaşayan fertlerin malını, canını, dinini, ahlâkını, neslini korumak,
İslâm devletinin sınırların korumak, cihadı tanzim etmek,
Orduları hazırlamak, seferberlik emri vermek, komutan tayin etmek ve gerekirse
komutanlık yapmak,
İslâm devleti içinde zulme uğrayanlara veya ihtiyaç sahibi olanlara yardım etmek,
İslâm devletinde yaşayan fertler arasındaki ihtilafları çözmek ve fitneleri engellemek.
Hz. Peygamber, hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanı sıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk İslâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problemle karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Peygamberimiz, kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebu Bekir (r.a.) halife seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
son bulmuştur. Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim. İyi davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni. Doğruluk emanet, yalan ihânettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Sizden kimse cihadı terk etmesin; çünkü onu terk eden bir kavmi, muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah'a ve Rasûlüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”
Hilâfet kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve görev anlayışını dile getirirken; bir yandan da, “hilâfet”in hangi temellere dayandığını ve varlık gayesini açıklamaktadır.
Râşid Halifeler
Rasül-i Ekrem’den sonra, müslümanların devlet ve hükümet reisine “Rasûlullah’a halef olan” anlamında “halife” denmiştir. Bu halifelerin ilk dördü hemen her yönüyle örnek halifelerdir. Bunlara hulefâ-i râşidîn/râşid halifeler denir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra gelen ilk dört halifenin hilâfet süreleri, Saâdet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu, bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslâm hukukunun kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygamber'e zaman itibariyle en yakın olmak, O'nun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında nass bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun nedeni ise, onların hem veliyyü'l-emr olarak mü'minlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları; hem de İslâm'ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili verilecek örnekler pek çoktur. Meselâ, Hz. Ebu Bekir'in zekât vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a.)'in Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali’nin (r.a.) Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında olduğu gibi, sonra bunlardan çıkarılan sonuç ve hükümlerle ilgileri bakımından oldukça önemlidir.
Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşılıyordu ve bunların İslâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebu Bekir'den sonra gelen diğer üç halife de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili durumlar İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise İslâm'ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları arasındadır. Hulefâ-i Râşidîn’den sonra Muaviye’nin hilâfete geçmesiyle birlikte, hilâfetin tarihinde saltanatın egemenliği de başlamış olur. Artık, 4 halifeden sonra kâmil anlamda halifelik değil; eksik halifelik veya ismi halifelik olan saltanat başlamış oldu. Emevîlerden toplam 14 halife/sultan işbaşına geçti. Emevilerden sonra Abbasilerin uzun saltanat dönemleri
HİLÂFET - HALİFELİK
- 615 -
başlar. Abbasilerden de toplam 37 halife/sultan hüküm sürmüştür. Abbasilerden sonra, 1924’teki ilgâsına kadar hilâfet Osmanlılarda kaldı. 29 halife/padişahın idaresindeki Osmanlılardaki hilâfet de ondan öncekilerden pek farklı değildi. Hilâfet kurumu, 23 Mart 1924’de T.B.M.M.’nin 431 nolu kanunuyla tam 1293 yıl devam ettikten sonra şimdilik tarihe terkedilmiştir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır; bu kurumun halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atla başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir.
Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan (müslüman) emir sahiplerine (ülü'l-emre) de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf konusunu Allah'a ve Rasûlüne havâle edin. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice bakımından daha güzeldir. Sana indirilene de Senden evvel indirilmiş olan (kitap)lara da iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki; onu inkâr etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâğutun huzurunda muhakeme edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapkınlıkla büsbütün saptırmak ister."2602 Mü'minlerin kime, hangi şartlarda ve nasıl itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah olunmuştur. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.), "Kim ülü'l-emre itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a, fiili (ameli) hususunda lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Kim de boynunda (ülü'l-emre) beyatı olmayarak ölürse, câhiliyye ölümü ile ölür."2603 buyurduğu rivâyet edilmiştir. İslâmî eserlerde "halife", "imam", "ülü'l-emr" kavramları hep aynı mâhiyeti beyan için kullanılmıştır.
Hanefi fıkıh bilginlerinden İbn Hümam, mü'minlerin kendi içlerinden halife/imam seçmelerinin sebebi, İslâm'ın hükümlerini edâ etmek içindir demektedir.2604 İmam Nesefî de bu konuda şunları söyler: "Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan halifeyi/imamı seçilmiş görmeden bir günün geçmesi câiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halifedir. İmametin/hilâfetin hak olduğunu kabul etmeyen kimse dinden çıkar. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur.2605 Tarihî kaynaklarda, Rasül-i Ekrem’in (s.a.s.) vefatından sonra sahabenin Rasülüllah'ı defnetmeden önce halife seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır.
Kâfirlerin, tâğutî güçlerin; Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve
2602] 4/Nisâ, 59-60
2603] Müslim, 2/1478, hadis no: 1851; ayrıca Buhârî, Ahkâm, 8/105
2604] İbn Hümam, Kitabü'l-Müsâyere, s. 265
2605] Nesefî, Bahrü'l-Kelâm fi Akaidi'l-Ehli'l-İslâm
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü'minler üzerinde velâyet hakkının bulunmayacağı hususu kat'idir. Dolayısıyla mü'minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilasına uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayn olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsi; "Cihaddan maksat; müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalıdır" der. İstilâ altında iken dahi mü'minlerin müstevlilerin liderine itaat etmeyip kendi içlerinden bir halife/imam seçmeleri vâciptir. 2606
Halifeliğin Kaldırılması
İslâm; insanlara tevhid esaslı bir dünya görüşü sunduğu gibi, tevhid esasına dayanan bir yaşam ve yönetim biçimi de sunar. İslâm’da yönetim biçimi, devlet düzeninde hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allah’a ait olması ve İlâhî hükümlerin esas alınmasına dayanır.
İslâm devletinin başında, Müslüman ahalinin bey’at ettiği âlim ve âdil bir halife bulunur. Halife; İslâm devletinin ve Müslümanların birliğinin sembolü ve imamıdır. (Bu gün dünyanın bütün devletlerinde devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı bulunmaktadır). Ancak, İslâm devleti, halifeden ve hilâfet makamından ibaret değildir. Halifenin, İslâm hukukunda belirlenmiş yetki ve görevleri vardır. İslâm ahkâmının devlet eliyle tatbikinden ve tatbikinin takibinden sorumludur. Kanunların üstünde bir yetkisi olmadığı gibi, kendisi de İslâmî kanunlara bağlıdır ve İslâm’ın kendisine verdiği yetkinin dışına çıkamaz. Bütün bunlar İslâm hukukunda belirlenmiş ve bilinen hususlardır. Nitekim halifenin İslam literatüründeki anlamı; Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını tatbik etmekle mükellef olmak, bu işle vazifeli olmak demektir. Dolayısıyla İslâm hukukçuları bu kavramı, genellikle Rasûlullah’ın (s.a.s.) devlet başkanlığı makamına geçme ve toplumu İslâmî kurallara göre sevk ve idare etmede O’na halef olma anlamında kullanmışlardır.
Müslümanların, devletsiz ve başsız olamayacağı hakikatinden dolayı, Rasulullah (s.a.s.) daha defnedilmeden Hz. Ebubekir (r.a.) halife seçilmiş ve Müslümanların bey’atını aldıktan sonra vazifeye başlamıştır. Hz. Ali’ye (r.a.) kadar ehliyet ve bey’at üzere devam eden hilâfet, Muaviye tarafından hile ve zor karışımı taktiklerle ele geçirildi ve saltanata dönüştürüldü. Kılıç zoruyla kabileler ve kavimler arasında el değiştirdi, onu elinde bulunduran hanedan içinde babadan oğula intikal etti. Yavuz Sultan Selim, 16. yüzyılın başında Mısır seferinden sonra Halifeliği Osmanlılara taşıdı ve o tarihten 1924 yılına kadar da Osmanlılarda kaldı.
Hilâfetin iki temel özelliği vardır; ehliyet ve bey’at. Halife olacak kişide bu iki temel özellik aranır, halifeliğe ehil olmalı ve Müslüman teba tarafından bey’at verilmelidir. Ancak Muaviye ile birlikte bu iki temel özellik ortadan kaldırıldı, zor kullanımıyla birlikte saltanat ve hanedanlığa dönüştürüldü. Osmanlılarda halifeliğin aynı hanedan içinde babadan oğula geçmesi, deli olanların bile halife olması ve kardeşin kardeşi öldürüp halifeliğini ilan etmesi, hilâfetin aslından ne kadar uzaklaştığını, daha doğrusu saptırıldığını göstermektedir.
Mustafa Kemal; hilâfeti tümden lağvedip batı standartlı laik cumhuriyet
2606] Kelimeler Kavramlar, s. 181-182
HİLÂFET - HALİFELİK
- 617 -
rejimini oluşturmak istiyordu. Hilâfetin gelmiş olduğu nokta ve halifelik makamında oturanların yanlış icraatlarından değil, aksine İslâm’a, İslâmî yönetime ve müesseselerine karşı olduğundan ve batıya aşırı derecede hayranlık duyduğundan dolayı bu düşünceye sahipti.
Bunu doğrulayan belgeler çoktur. Örneğin; 1907 yılında daha 26 yaşında bir subay iken Bulgar asıllı Türkolog Manolov’a; “Bir gün gelecek hayal sandığınız bütün bu devrimleri başaracağım” demiş ve konuşmasında saltanat ve halifeliğin kaldırılacağını, kıyafetten yazı harflerine kadar siyasi ve sosyal alanda değişikliklerin yapılıp tamamen Batıya yöneleceklerini ifade etmiştir.
Aynı şekilde, 1919 yılında Erzurum’da iken yakın arkadaşları arasındaki konuşmasında; Türkiye’nin yönetim şeklinin Cumhuriyet olacağını söylemişti.
Mustafa Kemal bir yandan bu düşüncelere sahipken, öte yandan ortamın buna hazır olmadığının hesabını yapıp Müslüman halkın İslâmî duyarlılığını dikkate alarak son derece sinsi ve kurnazca hareket ediyor, her vesileyle halifeye bağlılık ve sadakatini ilan ediyor, gittiği yerlerde minberlere çıkıp bir vâizden daha ateşli bir şekilde İslâmî nutuklar atıyordu. O yıllardaki bütün gezilerine katılan ve o zaman Vakit gazetesinde muhabir-yazar olarak çalışan Naşit Hakkı Uluğ, Mustafa Kemal’in bu tutumu hakkında şu tespitlerde bulunuyor: “Mustafa Kemal, Saltanatın kaldırılmasından sonra dahi, Cumhuriyet kurma kararını ve Halifeliğin kaldırılması konusu üzerinde fikirlerini tekrarlamayı sakıncalı buluyor ve devlet şeklini, ağzına “Cumhuriyet” sözünü almaksızın, “Ulusal Egemenlik” formülü içinde her an Cumhuriyete doğru yürüyen bir yöne sevk ediyordu. Onun bu gidişatının hedefini sezen muhafazakârlar (Meclis içindeki şeriat ve hilafet isteklileri) zaman zaman Mustafa Kemal’i konuşturmak istiyorlardı. Mustafa Kemal ise bu sorulara zamanın icabına göre cevaplar vererek karşısındakileri idare ediyordu.”
Konuyla ilgili önemli bir olay şöyledir: Sultan Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılmasının ardından 18 Kasım 1922 günü meclis başkanı Rauf Orbay’ın teklifleri sonucu TBMM’de halife seçimi için müzakereler başlamıştı. Bu müzakerelerde bir halifenin seçilmesi ve ona biat edilmesi gerektiği vurgulanmıştı. İşte bu arada Mustafa Kemal yine kurnazca bir manevra yapmış ve “Arkadaşlar! Mevzubahis olan meseleyi çok münakaşa etmek, çok tahlil etmek mümkündür. Fakat zannediyorum ki münakaşat ve tahlilatta (tartışma ve değerlendirmelerde) ne kadar ileri gidersek meseleyi halletmekte o kadar münakaşat ve teahhürata (tartışma ve gecikmelere) uğrarız. Benden önce kürsüyü terk eden Yusuf Ziya Bey, halife olacak zatın vazife ve salahiyetlerinin ne olacağından bahis buyurdular. Zannediyorum ki ondan önce bir halife intihap etmek (seçmek) daha mühimdir. Sonra seçeceğimiz halifeye hilafetini tebliğ edeceğiz… Binaenaleyh bu gün söylenen şeylerin hepsini halletmemiz mümkün değildir” diyerek sözde bir halifelik seçimi yapmak ve halifeye hiçbir yetki ve vazife verdirtmemeye çalışmıştı. Bu konuşmayla; “Biat” ve “Halifenin Yetkileri” meselesini gündemden çıkarmış, dikkati daha çok halifelik makamına çevirerek: “Fakat Türkiye’nin vazifesi Makam-ı Hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir dava-yı mahsustur (özel bir davadır)….” demiş ve hem meclis yoluyla kendi fikirlerini gerçekleştirmenin önünde oluşacak bir engeli ustaca savmış, hem de Hilafeti savunma pozisyonuna girip meclis havasına hâkim olmuştu. Neticede bir seçim yapılmış, oylamaya katılan 162 üyeden
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
148’i Abdülmecid’e oy vermişti. 19 Kasım 1922 tarihinde Mustafa Kemal, TBMM riyaseti başlığıyla ve “Halife-i Müslimin” hitabıyla Abdülmecid’e bir telgraf çekip biatlarını iletmişti.
Evet! Peygamber’den (s.a.s.) sonra Hz. Ebubekir (r.a.) ile başlayan Halifelik, Muaviye ile birlikte saltanata tebdil edilmiş, ancak İslâm ahkâmını esas alan sistem ve müesseseler ortadan kaldırılmamıştır. Halifelik makamına oturan kişi ile devlet idaresindeki zevat, eğer isterse İslâm’ı hakkıyla tatbik edebilir, İslâm adâletini toplum içinde tesis edebilirdi. Buna herhangi bir mâni, devlet düzeni içinde yasal bir engel yoktu. Nitekim Ömer b. Abdülaziz halife olduğunda (ki Muaviye’den çok sonra idi) İslâm ahkâm ve adâletini tatbik etmiş, onun zamanında zekâtlar (dağıtılacak yerler bulunmadığı için) çoğu kere devlet hazinesinde kalmış ve İslâm âlimlerinin çoğu onu hülafa-i raşidin’den (Raşit Halifelerden) kabul etmişlerdir.
Sıkıntı; Muaviye ile başlatılan saltanat geleneği ve buna paralel olarak devlet düzenine sokulan bid’atler neticesinde, ehil olmayan insanların başa geçmesi sonucu İslâm ahkâm ve adâletinin hakkıyla uygulanmaması idi. Osmanlı padişahları her ne kadar İslâm Halifesi unvanına sahip olsalar da, bu geleneği sürdürmüşlerdir.
Ancak, Mustafa Kemal bunlara değil, İslâm’ın öngördüğü devlet düzenine tümden karşı çıkmış, İlâhî kanunların hâkimiyetini reddetmiş, beşerî kanunların hâkimiyetini istemiştir. Bu nedenle Batı standartlı laik Cumhuriyet fikrini benimsemiştir. Yaptığı devrimlerin tümü bu doğrultuda olmuş ve bu fikrin gerçekleştirilmesi için yapılmıştır. Eğer iddia edildiği gibi İslâm ahkâmına ve İslâm devlet düzenine karşı değil de Osmanlı padişahlarının yanlış ve gayri İslâmî uygulamalarına karşı olmuş olsaydı, yeni kurulan meclisi bu yönde yapılandırırdı ve İslâm ahkâmını esas alırdı, ayrıca İslâmî müesseseleri ve İslâm’ın toplumdaki sosyal düzenini, gerçekleştirdiği devrimlerle birer birer ortadan kaldırmaz ve İslâm’ı yasaklı hale getirmezdi.
Hâlbuki Ankara’da meclisi kurup uygun ortam oluşturduktan sonra halifeliği kaldırdığı gibi, İslâmî bütün müesseseleri, İslam’ın sosyal hayattaki kural ve kaideleri, Kur’an ve İslâm kültür külliyatının kendisiyle yazılmış olduğu Arap alfabesini ve hatta Müslümanların İslâmî gelenekten kaynaklanan kılık ve kıyafetlerini bile yasakladı.
Şimdi konumuz olan Halifeliğin kaldırılmasına dönelim:
Mustafa Kemal; kurtuluş savaşını yürütmek üzere geçici olarak kurulduğunu söylediği Ankara’daki TBMM’yi kurduktan ve yasama, yürütme, yargı yetkilerini bu meclise verdirdikten sona, fikirlerini hayata geçirmek için en önemli zemin ve basamağı zaten oluşturmuştu. Yetkilerin kendisinde toplandığı meclis içinde süratli bir şekilde ortam oluşturdu ve ikna edebildiği insanları etrafına toplayarak etkinlik kurmaya çalıştı. Çoğunluğu âlim, molla ve şeyhlerden oluşan ilk meclisi, muhalif gördüğü bu kişilerden hızla temizledi. Ancak fikirlerini adım adım, ürkütmeden, İslâm’a ve hilafete de toz kondurmadan meclise onaylattırarak hayata geçirdi. Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanından sonra artık meclis onun istediği noktaya gelmiş, etkinliği artmış ve arzu ettiği ortam oluşmuştu. Artık Laik Cumhuriyetin önündeki en büyük engel olan hilafet müessesesini
HİLÂFET - HALİFELİK
- 619 -
kaldırmanın zamanı gelmişti. Çünkü bu kaldırıldıktan sonra yeni cumhuriyet için Avrupa’dan alınacak yeni hukuk sistemi getirilecek ve İslâm hukuku tamamen terk edilecekti.
Bu amaçla Mustafa Kemal; kendisiyle birlikte hareket eden üyeler vasıtasıyla meclisi harekete geçirdi. Hilâfet kaldırılacaktı. Hâlbuki bundan bir buçuk yıl önce saltanat kaldırılırken, İslâm ve Hilâfet etrafındaki endişeleri bertaraf etmek için: “Makam-ı Hilâfet bizim için en âlî makamdır (en yüksek makamdır) ve Türk’ün başında ebediyyen bir Halife-i İslâm bulunacaktır” demişti.
Hilâfetin kaldırılacağı fısıltıları duyulunca gazetelere de manşet olmuş ve toplum içinde gündem oluşturup yoğun bir tartışma atmosferi içine girilmişti. Bu, bilinçli yapılmıştı. Başta meclis olmak üzere toplum da buna alıştırılıyordu. Neticede meclis içinde yeteri kadar üye ikna olmuş ve hilâfet makamı tartışılır hale sokulmuştu.
Ve Meclis, Hilâfeti gündemine alarak toplandı. Meclis içinde etkili olan bazı üyeler Hilâfetin kaldırılması üzerine hararetli konuşmalar yaptılar. Özellikle İslâm Hukuk Profesörü ve İlâhiyat Fakültesi Dekanı olan Seyyid Bey’in, Mustafa Kemal’in istediği istikamette uzun bir konuşma yapıp Hilâfetin şer’î değil, dünyevî olduğunu vurgulaması ve kaldırılmasını ısrarla istemesi mecliste etkili oldu. Netice itibariyle oylama yapıldı ve iki oy hâricinde meclis üyeleri tarafından hilâfetin kaldırılması kabul edildi. Tarih 03 Mart 1924.
İslâm ve Müslümanlar açısından hayatı karartan kara bir gün olan bu tarihte, kapkara bir devrim gerçekleşiyordu. Böylece İslâm devlet düzeninin temel taşlarından biri olan ve İslâm ümmetinin birliğini sembolize eden hilâfet makamı kaldırılmış oldu. Ümmet anlayışı reddedildi, ulus anlayışı tercih edildi.
Hilâfetin kaldırılmasının İslâm ümmeti üzerinde olumsuz büyük tesirleri olmuştur. Her ne kadar Osmanlı devletinde hilâfet sembolik bir makam haline getirilmiş ve halifeler görevlerini ifa etmiyor idiyseler de. Bu kara devrimle İslâm ümmetine ve İslâm âlemine çok büyük bir darbe indirilmiş ve telâfisi imkânsız büyük zararlar vermiştir. Ümmet bilinci kırılmış, İslâm âleminin birliği yönündeki duygular kararmıştır. İslâm âleminde ümmet anlayışının kalkması ve ulus anlayışının yerleşmesinde ve günümüzde İslâm âleminin ulus devletler şeklinde parçalanıp dağılmasında, bu kara devrimin etkisi inkâr edilemez boyuttadır. 2607
Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü Hızlandırmak İçin HİLÂFET
İslâm'ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. "Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur" diyen kimse, İslâm'ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasûlullah'ın âhirete irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.
2607] M. Ali Nur
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.
Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.
Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız! Hem de dinleri “üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/halifesiz ümmet, başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı2608 ki, onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın.2609 Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın.2610 Müslümanlara “böl, parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar. Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor, “Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni Osmanlılar”a nazîre olarak.
Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni dünya düzen(sizliğ)i” projesini uygulamak için, Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”, “lâ’sı olmayan,
2608] 3/Âl-i İmrân, 104
2609] 3/Âl-i İmrân, 110
2610] 21/Enbiyâ, 92
HİLÂFET - HALİFELİK
- 621 -
her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın dini imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah'ın katında tek gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması.
Halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulus-devlet anlayışından ümmetçiliğe geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek. İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam, 1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti... Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru düşünün...
Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkede değil; tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya çalışmakla yükümlüdür.2611 Müslümanların tüm yeryüzünde halife olduğu2612 ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/ibâdet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği2613 Kur’an’ın mesajıdır.
"Hilâfet" derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir.
2611] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
2612] 2/Bakara, 30
2613] 24/Nûr, 55
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip, şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı, içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, çeyrek asır önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi?
Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz'un Mısır'a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun çıkartarak "dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği"ni, böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, "yavuz hırsız" kimdir, orası meçhul.
Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.2614 Allah’ın takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır (28/Kasas, 5). İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.2615 Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...
Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir"leş"miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran,
2614] 6/En’âm, 165
2615] 24/Nûr, 55
HİLÂFET - HALİFELİK
- 623 -
kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.
"Hilâfet" demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi tuzaklardan kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun, aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar, başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.
"İmkânsız", ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. "İmkânsız" kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini kuşanarak Allah'a daha yaklaşıp O'nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa "biraz zaman alabilecek şey" anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip Hakk'a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın sağladığı imkânlarla Allah'a yaklaşıp O'nun yardımına muhâtap olan kimse için İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri "zor" ve hele "imkânsız" gelmeyecektir.
En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç İsa ve Mehdi'ler çıkmasaydı, cihad zannedilen terör olayları yapılmasaydı, "ihlâs" gibi güzel kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâdetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey, bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır.2616 Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir.2617 İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.2618 Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâ-infak konusunda görevini yapanlara
2616] 94/İnşirâh, 5
2617] 65/Talâk, 4
2618] 87/A'lâ, 6-9
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kolaylığın ihsân edilmesidir.2619 Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir. 2620
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü'min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm'dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler, tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan, aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken, öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki mü'minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü ile birlikte Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem, resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm’ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.
Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife) çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder gibi, gemiyi en son terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet2621 olmakla birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan 2622 İbrâhim gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne
2619] 92/Leyl, 5-7
2620] 92/Leyl, 8-10
2621] 16/Nahl, 120
2622] 2/Bakara, 124
HİLÂFET - HALİFELİK
- 625 -
geçip yürüyecek, arkasından ümmet yürüyecektir.
"Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât verin, Peygamber'e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir." 2623
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah'a ibâdet ve hiçbir şeyi O'na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber'e itaat.
Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah'ın hükmüne uymayıp, O'nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.
Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili âyetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet” adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler,2624 O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın
2623] 24/Nur, 55-57
2624] 24/Nur, 55
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükümleri ile) hükmetmeyi2625 emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını2626 bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. 2627
Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.
“Sahi, aslan nerede düşmüştü ve nereden kalkacaktı?” Özellikle, olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere soruyor ve pratik cevap istiyorum.
“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”
2625] 38/Sâd, 260
2626] 2/Bakara, 214
2627] Bk. 4/Nisâ, 58
HİLÂFET - HALİFELİK
- 627 -
Halife - Hilâfet Konusuyla İlgili Âyetler
a- Halîfe Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 2/Bakara, 30; 38/Sâd, 26.
b- Halîfe Kelimesinin Çoğulu Halâif ve Hulefâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 69, 74; 10/Yûnus, 14, 73; 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39.
c- Halife Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Diğer Âyet-i Kerimeler (+Toplam Yerde) 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129, 169, 169; 9/Tevbe, 118, 120; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59, 64; 24/Nûr, 55, 55; 34/Sebe’, 39; 57/Hadîd, 7.
d- Halife Kavramıyla İlgili Konular: 2/Bakara, 30; 6/En'âm, 133, 165; 7/A'râf, 69, 74, 129, 169; 10/Yûnus, 14, 73; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59; 24/Nûr, 55; 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 112-117
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 259-260
3. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 62
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 117-118
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 255-260; 272-275
6. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 244, 373
7. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 164-166
8. Min Vahyi'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 151-166
9. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sabuni, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 81-84
10. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 75-97
11. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 539-540, c. 15, s. 299-300
12. İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2. s. 422-438
13. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y. c. 1, s. 122-123
14. Hz. Adem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 36-50, 56-65
15. Hz. Adem (İlk İnsan) Mustafa Erdem, T. Diyanet Vakfı Y. s. 127-130
16. Terimler Sözlüğü (Kitabü't-Târifât), Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 101
17. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 130-135
18. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 519-523
19. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 180-184
20. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 219-220
21. Kur'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 75-76
22. Kur'an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 167-177
23. İslâm'da İmamet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
24. İslâm’da Mülk ve Hilâfet, Şahin Uçar, İz Y.
25. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
26. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
27. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
28. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
29. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü't-Tahrir Y.
30. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Alem Y. / Araştırma Y.
31. Hilâfetin İlgasının Arkaplânı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
32. Hilâfet-i İslâmiyye ve T. B. M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
33. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
34. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
35. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
36. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
37. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlânı ve Lütfi Fikri Dâvâsı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y
38. Halifeliğin Kaldırılması ve Lâiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:18

HİKMET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HİKMET


- 575 -
Kavram no 77
Nimet 9
Bk. İlim; Akıl
HİKMET
• Hikmet; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Hikmet Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Hikmet Kavramı
• Hikmetin Önemi
• Hikmetle Çağrı; Dâvetçinin Özelliği
• Hikmetin Gerçek Sahibi; Hakîm Olan Allah
• Hikmet; Sırlar Hazinesi
• Dünya, Çeşitli Hikmetlerin Sergilendiği Bir Hikmet Fuarıdır
• Kaybettiğimiz İçin Kaybolduğumuz Öz Malımız; Hikmet
“Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, hüküm ve hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sensin." 2405
Hikmet; Anlam ve Mâhiyeti
‘Hikmet’ kelimesinin kökü ‘hükm’dür. ‘Hükm’ masdarı ve ondan türeyen kelimeler isim ve fiil olarak Kur’an’da tam 210 yerde geçer. ‘Hükm’ ve onun türevleri, çok geniş bir anlam sahasına sahiptirler. Her biri kullanıldığı yere göre farklı mânâlar taşır.
Hükm, sözlükte, ıslah maksadıyla bir şeye engel olmak, iyiliğin elde edilmesine çalışmak, idare etmek ve tahakküm etmektir. ‘Hükm’ aynı zamanda, ilim, derin kavrayış, âdil yargı, karar vermek gibi mânâlara da gelir. Aynı kökten gelen ‘hâkim’, kötülüğe engel olan, hüküm sahibi, hükmünü yürüten, hükmü verip uygulayan mânâsına gelir. ‘Hakem’, sözlük anlamı olarak, taraf tutma arzusunu bir tarafa atan; kavram olarak, hükmü elinde tutan, hükmünü yürüten, ya da hüküm verme makamında olan demektir. ‘Hakîm’ sözlükte, bilgin, hikmet sahibi, işlerini en güzel bir biçimde ve sağlam yapan demektir. Türkçe’ye “bilge” diye çevrilebilir.
Aynı kökten, ‘hükkâm, muhkem, tahkim, ihkâm, mahkeme, hâkimiyet, hükümet’ gibi kavramlar da türemiştir. Hepsi farklı anlamlara gelse bile, hepsinde de işi sağlam yapma, zarara engel olma, hikmetle, faydaya ve maksada uygun şekilde yapma, tutarlı olma, yerinde iş yapma, yetki altına alma, hükmünü yürütme anlamları ortaktır.
‘Hikmet’ de ‘hükm’ kökünden gelen bir kelimedir ve aynı kökten gelen kelimeler içerisinde en zengin anlam sahasına sahiptir. ‘Hikmet’ sözlükte, kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek, gerçeği yakalama noktasında ilim ve
2405] 2/Bakara, 129
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akılla hareket etmedir. Hikmet, Allah (c.c.) açısından, eşyanın bilinmesi, tutarlı ve anlamlı bir şekilde icad edilmesi; kul açısından ise, varlıkların bilinmesi ve hayırlı iş yapılmasıdır.
Hikmet ile hükm kelimeleri Kur’an’da bazen aynı anlamda kullanılmaktadır. Meselâ, Yusuf’a (a.s.) daha genç iken ‘hükm’, yani hikmet verilmiştir.2406 Kimilerine göre ‘hükm’, hikmetten daha kapsamlıdır. ‘Hikmet’ sözde ve işte en iyiyi yakalamak veya olması gerekeni idrâk etmektir. Doğru bir karar, isâbetli bir sonuç, tutarlı ve sağlam bir hareket tarzı, bir şeyin faydalı hale getirilmesi hikmettir. Bir şeyi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün tehlikeleri savmayı göze alarak yapmak demektir.
Hikmet, hem ilimdir, hem de isâbetli, tutarlı iş yapmadır. Buradan hareketle bazıları ona ahlâkî bir anlam yükleyerek, hikmetin bilgi ve eylem olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ahlâkın meşrû temeli doğru ve kesin bilgidir. Bu bilgiye sahip olan kişi de hikmete sahip kimsedir. Yeterli ve doğru bir araştırma ve tefekkür, kişiyi doğru bir hükme varmaya, dolaysıyla hikmete göre iş yapmaya götürür. “Muhkem (sağlam) bilgi, muhkem (sağlam) amele götürür.”
Hikmet, hüküm, hükûmet ve ihkâm mânâlarıyla ilgili olduğundan; hikmette bir işi sağlam yapmak, iyiliği, düzen ve sistemi getirmek anlamı vardır. Bozukluğun kaldırılıp iyiliğin sağlandığı, düzenin korunduğu her şeyde bir hikmet vardır. Bundan dolayı hikmet denince mutlaka bir sebep ve sonuç hatıra gelir. Yani hikmet, sonucun sebebe bağlanması, iki şey arasında bir ilginin kurulması, sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin bilinmesi demektir. Bir işi başka bir işe bağlamağa, yani bir yargıya varmaya hüküm dendiği gibi; doğru olan herhangi bir yargıya da hikmet denilir. Demek ki bilgiye dayanan amel, yararlı bir sonuç veren bilgi hikmettir. İslâm bilginleri hikmeti tanımlarken mutlaka "eylemle birlikte bulunan ilim", yani amele/eyleme dönüşecek bilgi düşüncesinde ısrar etmişlerdir. İnsanın teorik bilgileri öğrenip gücü oranında üstün işler yapma yeteneği kazanması hikmettir. Yani hikmet, nazarî/teorik bilgileri öğrendikten sonra, onların gereğine uygun davranıp teori ile pratiği birleştirmek ve böylece üstün gayeye ulaşmaktır. Hikmet, yapılan işin, ilmin gereğine uymasıdır.
Hikmet, derin ve yararlı bilgidir. Bu bilgi, ancak düşüncenin ürünü olacağından Allah Teâlâ; "Ancak sağduyu sahipleri düşünüp ibret alır." 2407 buyurmuştur. Kur'an'ın kasdettiği hikmet, bir yığın felsefe teorileri değildir.
Hikmet, mantıklı düşünmek ve gerçekleri araştırmak ve hakka tâbi olmaktır. Kâinatın birtakım yasalarını keşfetmek ve bunları insanlığın yararına kullanmak hikmettendir. Hikmet, bir şeyi lâyık olduğu yerine koymaktır. Hikmet, Allah'ın kitabından anlaşılan şeydir. Cürcânî, Ta'rîfât'ında hikmet için şu mânâları verir: Hikmet, kendisinde eşyanın hakikatinden bahsedilen bir ilim; aklın aşırılıklardan uzak, itidal/denge halindeki bilme gücü; ilim, icad ve fiiller; helâl ve haramın bilinmesi; hakka uygun söz; akla uygun ve gereksiz doldurmalardan arınmış söz; amelle beraber ilim. 2408
Nâkib Attas da hikmeti şöyle tanımlar: Hikmet, kendisinde ilim olan kişinin
2406] 12/Yûsuf, 22
2407] 2/Bakara, 269
2408] Cürcânî, Ta'rîfât, hikmet maddesi
HİKMET
- 577 -
bu bilgiyi, adâleti ortaya çıkaran bir tarzda tatbik etmesini sağlayan Allah vergisi bir ilimdir. 2409
Ahlâkın esasını hikmet, şecaat, iffet ve adâlete bağlayan Gazâli, hikmet için şunları söylüyor: Hikmet, bir hal ve keyfiyettir ki, kendi tercihimizle yaptığımız işlerimizde doğruyu yanlıştan onunla ayırt ederiz. İlim kuvvetinin güzelliği, iyiliği, sözlerde doğruyu ve yalanı, inançlarda hak ile bâtılı, işlerde güzel ile çirkini kolaylıkla ayırt edebilecek bir hal almasıdır. İlim sâyesinde bu kuvvetlerin elde edilmesinden meydana gelen güzel neticeye de hikmet denir. Gazâlî, tefekkür kuvvetinin gerektiği şekilde terbiye ve ıslah edilmesiyle hikmetin meydana geleceğini söyler. 2410
Kur’an’da yirmi yerde geçen ‘hikmet’ kavramını tefsirciler, çok çeşitli mânâda tefsir etmişlerdir. Bu tefsirlerin her biri farklı gibi görünse de ‘hikmet’in ifade ettiği ‘sözde ve amelde tam ve eksiksiz olma, faydalı ve isâbetli olma’ anlamı etrafında çevrelenmektedir.
Muhammed Esed, hikmeti şöyle tanımlar: Derin bilgi ve vukufa dayanan ince-derin bir gerçeği dile getiren söz anlamına gelen hikmet kavramı, "önledi", yahut "kişiyi ya da bir nesneyi istenmeyen tarzda olmaktan ya da davranmaktan alıkoydu" anlamına gelen "hakeme" fiilinden türemiştir. Bunun içindir ki, hikmet kelimesinin birinci anlamı "kişiyi kötülükten yahut câhilce davranmaktan alıkoyan şey"dir. Olumlu anlamıyla hikmet, "çok derin ve üstün olana ilişkin vukuf, anlayış ve kavrayış" demektir. Hikmet kavramı, sağduyu, doğruyla eğriyi birbirinden ayırma yeteneği anlamına da gelir ki, bu da, ahlâkî değerler konusunda Allah'ın tayin ettiği mutlak bir ölçünün varlığını gerekli kılar. 2411
Elmalılı Hamdi Yazır, ‘hikmet’ kelimesine verilen anlamlardan yirmi üç tanesini sıralamaktadır. Bunların en önemlileri şunlardır:
Söz ve fiilde doğruyu tutturma, isâbet,
Bir şeyin özünü kavrayan sağlam ilim ve bununla amel etmek,
İlim ve o ilmin amacını kavramak,
Varlıkların özündeki mânâları, eşyanın hakikatini anlamak,
Allah’ın emirlerini anlamak, Allah'ın emrindeki akıl,
İcad etmek (Allah’ın varlıkları icad etmesi, yaratması hikmettir),
Varlık düzeninde her şeyi yerli yerine koymak,
Doğru ve güzel işlere yönelmek, fiilleri güzel şeylere yöneltmek,
Siyasette, Yaratıcıya uymak, Hâkim olunan kimselere iyi muâmele, icraatı zulümden, ikramı cimrilikten, ilmi bilgisizlikten, hoşgörüyü bunaklıktan ayırmak,
Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak,
Allah’ın emirlerini düşünüp onlara uymak,
2409] Nakîb Attas, Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, s. 174
2410] İmam Gazâlî, İhyâ-i Ulûmi'd Din, c. 3, s. 126-127
2411] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, İşaret Y. c. 2, s. 567-568
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'a tâat, fıkıh, din ve amel,
Kendisiyle vesvese ile makam fark edilen bir nur,
Doğruya isâbet eden hızlı cevap, hazır cevaplılık,
Din ve dünya salâhı, sâlih amel,
Bunların hepsidir. 2412
Hikmet kelimesinin bunların yanında şu mânâlarına da dikkat çekilmiştir: Kur’an, peygamberlik, ilim, anlayış, öğüt, gerçeklik, duyular üstü idrâk, iç tatmin, derin derin düşünme, doğruyu en iyi şekilde bulmak ve sunmak, din, dinin inceliklerini kavrama, güzeli kötü olana tercih edebilme yeteneği, kavrayış, aklı gereği gibi işletme, varlığın sırlarını yakalamak.
Görüldüğü gibi ‘hikmet’te geniş bir anlam zenginliği vardır. Hikmet kelimesinin ‘derin anlayış sahibi olma, dinin inceliklerini bilme’ anlamı yönünden ‘fıkh’ kelimesiyle, her şeyi yerli yerine koyma anlamı yönünden ‘adâlet’ kavramıyla, anlamak ve bilmek manası yönüyle ‘ilm’ kavramıyla yakın ilgisi bulunmaktadır.
Hikmetin bu kadar zengin anlamını üç maddelik bir tefsirde toplamak mümkündür. Hikmet; a) Faydalı amele götüren bilgi, b) Bilgiye dayalı olarak ortaya konulan faydalı amel, c) İlim ve amelde sağlamlık demektir.
Hikmet, yalnız başına ne ilim’dir, ne de felsefe. Hikmet, bunların da ötesinde, kişinin her şeyi yerli yerinde yapması, sözde ve amelde isâbetli olması, ya da bilgi ve anlayış sahibi olmasıdır. Hikmet, bir açıdan da faydalı olanı işaret etmektedir. Öyle sağlam bir bilgiyle, maksada uygun olarak yerine getirilen bir amel, elbette faydalı olacaktır.
Hikmet; Yitik Mal: Hikmet, yerli yerinde yapılan iş, söylenilen söz, hakka uyan bilgi ve davranış, faydalı ve tutarlı bir şey ise; bu, nerede üretilirse üretilsin, nereden gelirse gelsin, kabul edilir, alınır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Yalnız iki kişiye hased (gıpta) edilebilir: Bir adam ki Allah kendisine hikmet vermiştir, o adam bu hikmet gereğince hareket ediyor ve bunu başkalarına da öğretiyor ve bir adam ki Allah kendisine mal vermiştir, o da malı Hak yolunda infâka/harcamaya koyulmuştur." 2413
Kimileri de “Hikmetin başı Allah korkusudur”2414 hadisinden hareketle hikmeti, Allah korkusu olarak almışlardır. Kur’an’ın övdüğü bilgi, şüphesiz ki kişiyi Rabbine götüren, ona doğruyu gösteren ve isâbetli hareket etmesini sağlayan bilgidir. Ruhsuz, köksüz, kuru maddecilikle oyalanan, insanı Rabbinden uzaklaştıran bilgi neye yarar?! Öyle bilgide ne hikmet vardır; ne de kalbi tatmin eden bir özellik. İşte bilgi ve hikmeti değerli kılan, onlara sahip olan insanın Rabbinin makamından kula yaraşacak şekilde korkmasıdır.
Hüküm ve Hikmet Sahibi Allah: Hükm kökünden gelen, hüküm sahibi anlamında ‘el-Hâkim’ Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Hâkim, hüküm sahibi, hükmünü yürüten, isâbetli ve yerinde iş yapan demektir. Allah’ın yaratmasında,
2412] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 205-215
2413] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 47, hadis no: 267, -815-; Buhârî, İlim 15
2414] Tirmizî; Feyzu'l-Kadir, 3/ 574; İbn Merduyeh, İbn Kesir, 1/242
HİKMET
- 579 -
yarattığı şeylerde hiç bir eksiklik yoktur, her şey yerli yerindedir. Allah (c.c.) yarattıklarına hâkimdir, hepsi O’nun hükmü altındadır. O her şeye hâkim olma sıfatıyla evrende ve insan hayatında muazzam bir denge kurmuştur. Şeytanın adımlarını izleyenler veya kendi hevâsına tâbi olanlar bu dengeyi bozarlar. Kendi nefsinin aşırı isteklerine ‘hâkim’ olanlar ise dengeyi korurlar, Rablerinden gelen ‘hakîm’ kitabı (Kur’an’ı) dinleyip sürekli hikmetli iş yapmaya çalışırlar.
Allah’ın güzel isimlerinden biri de yine ‘hükm’ kökünden gelen ‘el-Hakîm’dir. Hakîm, hikmet sahibi demektir. Her yaptığı hikmet olan, hikmetle yapan, yerli yerinde, en güzel, en faydalı, tutarlı bir şekilde yapan demektir.
Hikmet Olan Bir Kitap; Kur’an: Kur’an, ‘hakîm’ bir kitaptır.2415 Her işi hikmetli olan Hakîm olan Allah’ın hikmet sergileyen, her şeyi hikmet olan kitabıdır Kur’an. Kur’an’ın bütün âyetleri sağlamlaştırılmış bir şekilde hikmeti öğretirler. Kur’an, Allah’ın Hakîm sıfatını, Alîm (her şeyi bilen), Habîr (her şeyden haberdar olan), Azîz (güçlü ve yüce) gibi az çok bilmekle ilgili sıfatlarla beraber kullanır. Bu da ‘hikmet’in bilgi, mârifet ve bunlara bağlı olarak hayır üretmek, hayırlı olanı yapmak olan anlamlarına işarettir. 2416
Peygamberler, kendilerine bildirilen vahy’i öğrettikleri gibi; insanlara, vahyin sunduğu mantık ve imkânlarla yeni ve hayırlı değerler üreten hikmeti de öğretirler. “Öyle ki içinizde kendinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek rasûl gönderdik.”2417 Rasüller, hikmetle konuşan, hikmetle iş yapan, hikmetle nasihat eden, inananları hikmetle tezkiye eden (arındıran) kimselerdir. Onlar, hikmetin canlı örneği, yürüyen kitaplardır.
Hikmetin en yücesi, doruğa ulaşmış şekli, Allah’tan gelen âyetlerdir. Kendilerine ilimden nasip verilmemiş olanlar bu hikmeti anlamadıkları gibi, hikmetle iş de yapamazlar.2418 Kur’an, bünyesindeki vahye “hikmet” derken; ona çağrının, İslâm’a dâvetin de hikmetle yapılmasını emreder. 2419
Peygamberin tebliğ ettiği hikmet kaynağı vahye inanmış ve onu kendisine rehber edinmiş kimseler hikmetten pay alırlar, hikmetle iş yapmanın, hikmetli düşünmenin yollarını bulurlar. Kur’an şöyle diyor: “Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz hikmet verilene sonsuz ve bereketli bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.” 2420
Kur’ân-ı Kerim’de Hikmet Kavramı
“Hikmet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 20 yerde geçer. Bunlardan 10'u “Kitab” kelimesiyle beraber kullanılır. “Allah’ın hüküm ve hikmet sahibi olduğunu ifade eden “hakîm” kelimesi, 97 yerde zikredilir. Hikmet kelimesinin türediği kök olan “hukm” ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de 210 yerde geçer.
Hikmetin Kur’andaki Anlamları: Hikmetin Kur’an’da beş anlamda kullanıldığı
2415] 36/Yâsin, 2; 31/Lokman, 2
2416] 2/Bakara, 129, 220; 3/Âl-i İmrân, 18; 4/Nisâ, 26; 6/En’âm, 18 v.d.
2417] 2/Bakara, 151, ayrıca bkz. 2/Bakara, 129, 231; 3/Âl-i İmrân, 164; 62/Cum’a, 2
2418] 54/Kamer, 5
2419] 16/Nahl, 125
2420] 2/Bakara, 269; Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 274-278
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görülmektedir:
1- Kur’an’ın öğütleri, nasihatleri anlamında. “….Ve Allah’ın size öğüt olsun diye indirdiği Kitabı ve hikmeti anın…” 2421
2- İnce anlayış, dinde derin kavrayış, aklî delil ve ilim anlamında. “Andolsun ki Biz Lokman’a hikmet verdik.” 2422
3- Peygamberlik (nübüvvet kurumu ve nebîlerin pratiği) mânâsında. “Gerçek şu ki Biz İbrâhim soyuna Kitap ve hikmet verdik.” 2423
4- İnce sırlarıyla Kur’an (vahiy) anlamında. “Rabbinin yoluna hikmetle dâvet et…” 2424
5- Kitabın emir ve yasakları mânâsında. Emir ve yasaklarla ilgili zikredilen âyetler, İsrâ sûresinin 22-38. âyetleridir. Bu âyetler, güzel ahlâka dair emredilen hususlardır. Şirkten uzaklaşıp, Allah'ı birlemek her hikmetin başıdır. İnsan, tevhidi yitirince hiçbir şey fayda vermez.
Kur'an'ın hikmet olarak tanımladığı bu emir ve yasaklar şunlardır:
1. "Allah ile beraber başka bir tanrı edinme!" 2425
2-3. "Rabbin, 'kendisinden başkasına kulluk etmeyin' diye hükmetti.";2426 Allah'a ibâdeti emretme ve başkasına ibâdeti yasaklama gibi iki mükellefiyeti ihtivâ etmektedir.
4. "Ana babaya ihsân/iyi muâmele edin." Daha sonra Cenâb-ı Hak, ihsânın (iyi muâmelenin) ne olduğunu açıklamak için şu beş şeyi zikretmiştir:
5. "Onlara 'öf' (bile) deme." 2427
6. "Onları azarlama" 2428
7. "Onlara güzel söz söyle." 2429
8. "Onlara acıyarak merhametle tevâzu kanadını indir." 2430
9. "Ey Rabbim... kendilerine merhamet et' de." 2431
10. "Hısıma/akrabaya hakkını ver." 2432
11. "Yoksula hakkını ver." 2433
2421] 2/Bakara, 231; 4/Nisâ, 54, 113; 2/Bakara, 231; 3/Âl-i İmrân, 164
2422] 31/Lokman, 12; ayrıca bkz. 19/Meryem, 12
2423] 4/Nisâ, 54, ayrıca bkz. 2/Bakara, 251; 3/Âl-i İmrân, 48
2424] 16/Nahl, 125; ayrıca bkz. 2/Bakara, 269; 54/Kamer, 4-5; 17/İsrâ, 39
2425] 17/İsrâ, 22
2426] 17/İsrâ, 23
2427] 17/İsrâ, 23
2428] 17/İsrâ, 23
2429] 17/İsrâ, 23
2430] 17/İsrâ, 24
2431] 17/İsrâ, 24
2432] 17/İsrâ, 26
2433] 17/İsrâ, 26
HİKMET
- 581 -
12. "Yolda kalmışa hakkını ver." 2434
13. "Malını saçıp savurma." 2435
14. "Şâyet Rabbinden umduğun rahmeti arayarak onlardan sarf-ı nazar edersen, (onlara imkânsızlık dolayısıyla yardım edemiyorsan) kendilerine yumuşak söz söyle." 2436
15. "Elini, boynuna bağlı olarak asma, onu büsbütün de saçıp savurma, yoksa pişman bir vaziyette oturup kalırsın." 2437
16. "Evlatlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin." 2438
17. "Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz bir hayâsızlıktır, kötü bir yoldur." 2439
18. "Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın." 2440
19. "Kim mazlum olarak öldürülürse, Biz onun velîsine bir yetki veririz." 2441
20. "O da öldürmede israf etmesin (aşırı gitmesin)."
21. "Ahdi yerine getirin; sözlerinizde durun." 2442
22. "Ölçtüğünüz vakit ölçüyü tam yapın." 2443
23. "Doğru terazi ile tartın." 2444
24. "Senin için, hakkında bir bilgi olmayan şeyin ardına düşme." 2445
25. "Yeryüzünde kibirlenip böbürlenerek yürüme." 2446
Allah Teâlâ, bütün bunları, bu âyetlerde peşi peşine zikretmiş ve "Allah ile beraber başka bir ilâh/tanrı edinme. Sonra kınanmış ve kendi başına (yardımsız) bırakılmış olursun" 2447 buyurarak başlamış, yine "Allah ile beraber başka bir ilâh/tanrı edinme ki, sonra yerilmiş ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın." 2448 ifadesi ile sona erdirmiştir.
Bu âyetlerde zikredilen hükümler, bütün dinlerde/milletlerde gözetilmesi gereken, iptali kabul etmeyen emir ve yasaklardır. Bundan dolayı, muhkem ve hikmettir. Hikmet, bizzat sahip olduğu güzellikten ötürü kendisiyle amel etmek ve hayrı bilmekten ibarettir. Allah mükellefiyetlere tevhidi emretmekle başladı ve aynı şekilde bitirdi. Tüm bu sayılanlardan hemen sonra, "İşte bunlar, Rabbinin
2434] 17/İsrâ, 26
2435] 17/İsrâ, 26
2436] 17/İsrâ, 28
2437] 17/İsrâ, 29
2438] 17/İsrâ, 31
2439] 17/İsrâ, 23
2440] 17/İsrâ, 33
2441] 17/İsrâ, 33
2442] 17/İsrâ, 34
2443] 17/İsrâ, 35
2444] 17/İsrâ, 35
2445] 17/İsrâ, 36
2446] 17/İsrâ, 37
2447] 17/İsrâ, 22
2448] 17/İsrâ, 39
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sana vahyettiği hikmetlerdir."2449 denilmektedir. Bu hikmet vasıflarının belirtildiği bu âyetlerin başında ve sonunda şirkten nehyetmenin; tevhid'in bütün hikmetlerin başı olduğunu hatırlatmaktadır.
Yine, kendisine hikmet verilen2450 Lokman (a.s.), kendi oğluna hikmetli öğütler vermiştir. Kur'an bu hikmetli emir ve tavsiyeleri Lokman'ın ağzından şöyle sıralar: “Andolsun Biz Lokman’a, ‘Allah’a şükret’ diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah müstağnîdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan zengindir, her türlü övgüye lâyıktır. Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Yavrucuğum! Allah’a şirk/ortak koşma! Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür’ demişti. Biz insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye ettik... Önce Bana, sonra da ana babana şükret diye tavsiyede bulunduk. (Lokman, öğütlerine devamla şöyle demişti:) ‘Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yer(in derinliklerin)de bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, çok lütufkârdır, her şeyden haberdardır. Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten nehy et; başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeğe değer işlerdendir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde kibirlenip böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünen kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) merkeplerin sesidir.” 2451
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de, Kitab ve hikmeti çoğu kez beraber zikretmiştir.2452 Bazı yerlerde tek başına hikmeti zikretmiştir.2453 Beraber zikredilen âyetlerde vahiyden ayrı bir bilgi, bilinç, güç veya anlayış olduğu ortaya çıkmaktadır. Veya Kitab'dan peygamberin ve mü'minin elde ettiği veri, anlayış veya güç de olabilir. Tek başına zikredilen âyetlerde ise, bir çeşit Kitab'ın bilgisini de içine alabilecek bir ruh, bir aydınlanma, furkan veya hayırdır.
“Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, hüküm ve hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sensin." 2454
“Öyle ki içinizde kendinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek rasûl gönderdik.” 2455
“….Ve Allah’ın size öğüt olsun diye indirdiği Kitabı ve hikmeti anın…” 2456
“Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvud Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi. Dilediği ilimlerden ona öğretti...” 2457
“Kime dilerse, hikmeti ona verir; şüphesiz hikmet verilene sonsuz ve bereketli bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.” 2458
2449] 17/İsrâ, 39
2450] 31/Lokman, 12
2451] 31/Lokman, 12-19
2452] Meselâ, bkz. 2/Bakara, 129, 151; 3/Âl-i İmrân, 48; 4/Nisâ, 113; 5/Mâide, 110
2453] Bk. 2/Bakara, 269; 31/Lokman, 12; 38/Sâd, 20
2454] 2/Bakara, 129
2455] 2/Bakara, 151
2456] 2/Bakara, 231
2457] 2/Bakara, 251
2458] 2/Bakara, 269
HİKMET
- 583 -
“Allah ona (İsa’ya) Kitabı/yazmayı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.” 2459
“Hani Allah; peygamberlerden ‘Size Kitap ve hikmet verdikten sonra yanımdakileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış ve ‘kabul ettiniz mi?’ dediğinde, ‘kabul ettik’ cevabını vermiştiler. Bunun üzerine Allah, ‘O halde şâhit olun; Ben de sizinle birlikte şâhitlik edenlerdenim’ buyurmuştu.” 2460
“İçlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere bir lütufta bulunmuştur.” 2461
“Gerçek şu ki Biz İbrâhim soyuna Kitap ve hikmet verdik.” 2462
“Allah’ın sana lütfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar, yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur.” 2463
“Allah İsa’ya şöyle diyecek: ‘Sana kitabı/okuyup yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim...” 2464
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et…” 2465
“... İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilâh edinme; sonra kınanmış ve (Allah’ın rahmetinden) uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.” 2466
“Andolsun ki Biz Lokman’a, Allah’a şükretsin diye hikmet verdik...” 2467
“(Ey ehl-i beyt,) Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın.” 2468
“Onun (Dâvud’un) hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve açık, güzel konuşma vermiştik.” 2469
“İsa açık delillerle gelince, şöyle dedi: ‘Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” 2470
“Andolsun, onlara, kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir. Bunlar, gâyesine ulaşan birer hikmettir. Fakat peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor.” 2471
“Göklerde ve yerde olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, azîz, hakîm olan Allah’ı tesbih eder. Çünkü ümmîler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O’dur. Hâlbuki onlar, önceden
2459] 3/Âl-i İmrân, 48
2460] 3/Âl-i İmrân, 81
2461] 3/Âl-i İmrân, 164
2462] 4/Nisâ, 54
2463] 4/Nisâ,113
2464] 5/Mâide, 110
2465] 16/Nahl, 125
2466] 17/İsrâ, 39
2467] 31/Lokman, 12
2468] 33/Ahzâb, 34
2469] 38/Sâd, 20
2470] 43/Zuhruf, 63
2471] 54/Kamer, 5
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
apaçık bir dalâlet/sapıklık içindeydiler.” 2472
Hadis-i Şeriflerde Hikmet Kavramı
"Hikmet, mü'minin yitik malıdır; nerede bulursa onu alır." 2473
"Hikmetin başı Allah korkusudur." 2474
"Yalnız iki kişiye hased (gıpta) edilebilir: Bir adam ki Allah kendisine hikmet vermiştir, o adam bu hikmet gereğince hareket ediyor ve bunu başkalarına da öğretiyor ve bir adam ki Allah kendisine mal vermiştir, o da malı Hak yolunda infâka/harcamaya koyulmuştur." 2475
"Şüphesiz bazı şiirler vardır ki hikmettir." 2476
“Kardeşini kendisiyle hidâyete/doğru yola ilettiğin hikmet kelimesinden daha güzel hediye yoktur." 2477
İbn Abbâs (r. anhümâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) beni göğsüne bastırdı ve: "Allah'ım, (bunu dinde fakîh kıl,) buna hikmeti ve Kitabın te'vilini öğret!" dedi." 2478
İbn Abbâs (r. anhümâ) anlatıyor: "Rasûlullah bana hikmet verilmesi (iki defa hikmet verilmesi) hususunda duâda bulundu." 2479
İbn Abbâs: "Hikmet, nübüvvet dışındaki isâbettir." 2480
"Ben hikmet eviyim, Ali de onun kapısıdır." 2481
"İman Yemen'lidir; hikmet Yemen'lidir." 2482
"Hikmetin konuşulup yayıldığı meclis, ne güzel meclistir." 2483
"Bir ilim meclisine oturup hikmetli söz dinledikten sonra, bu meclisten bahsederken işittiği şeylerin sadece kötü kısımlarını anlatan bir kimsenin misali, bir sürü sahibi çobana gelip: 'Ey çoban, süründen bana bir koyun kes!' deyince, çobandan: 'Git, en iyisinin kulağından tut al!' iznine rağmen, gidip sürünün köpeğinin kulağından tutan adamın misalidir." 2484
Hikmet kavramının çok değişik ve zengin anlamları olması, Kur’an’da da farklı mânâlarda kullanılması, hikmetin kapsamı konusunda yeter bilgi vermektedir.
2472] 62/Cum’a, 1-2
2473] İbn Mâce, Zühd 15; Tirmizî, İlim 19
2474] Tirmizî; Feyzu'l-Kadir, 3/ 574; Beyhakî; Deylemî; Keşfu’l Hafâ, 1/421; İbn Merduyeh; İbn Kesir, 1/242
2475] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 47, hadis no: 267, -815-; Buhârî, İlim 15, Ahkâm 3, Zekât 5, İ'tisâm 13, Tevhid 45, Temennî 5; İbn Mâce, Zühd 23
2476] Buhârî, Edeb 90; Tirmizî, Edeb 69; İbn Mâce, Edeb 41
2477] Dârimî, Mukaddime 32
2478] Buhârî, Fezâilu'l-Ashâb 24, İlim 17, Vudû 10, İ'tisâm 1; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 138, hadis no: 2477; İbn Mâce, Mukaddime 11; Ahmed bin Hanbel, 1/269
2479] Tirmizî, Menâkıb 42, hadis no: 3823, 3824
2480] Buhârî, Fezâilu's-Sahâbe 24
2481] Tirmizî, Menâkıb 20
2482] Tirmizî, Menâkıb 42, hadis no: 3823, 3824
2483] Dârimî, Mukaddime 28
2484] İbn Mâce, Zühd 15; Ahmed bin Hanbel, 2/252
HİKMET
- 585 -
Anlaşılan o ki, hikmeti Kur’an ve hadisle/sünnetle sınırlamak Kur’an’ın tavır ve beyanına ters düşer. İlgili âyetlerde görüldüğü gibi, Kur’an birçok yerde peygamberlere verilen kitapla hikmeti (meselâ Tevrat, İncil ve Kur’an’la hikmeti), ayrı ayrı anmaktadır. Bu demektir ki “hikmet, bir nebînin aldığı vahiylerle sınırlı değildir.” O, tüm keşfedici fark etme gücünün ortak adıdır. 2485
Öte yandan, peygamber, kitap yanında hikmet de öğretiyor. Ve Hz. Peygamber: “Hikmet, mü’minin kaybolmuş malıdır; onu nerede bulursa alır.”2486 diyor. Hikmetle ilgili hadis-i şerifler açıkça gösteriyor ki hikmet; Kur’an, hadis ve sünnet dışında da bulunabilir. Âyetler ve özellikle hadisler, bu nimetten peygamberlerden başka insanların da nasipleneceğini kabul ve ilan etmektedir. İbn Abbas’ın Buhârî’de yer alan hikmet tanımı, bu noktada önemlidir. Kendisine hikmet verilmesi için Allah rasûlünün özel duâsına sahip olan bu zat diyor ki: “Hikmet, nübüvvet/peygamberlik dışındaki isâbetli fark edişlerin adıdır.” 2487
Hikmetin Önemi
Kur'ân-ı Kerim, ilim ve hikmete çok değer vermiştir. İlimden söz eden âyet sayısı 750'ye varır. Fakat Kur'an'ın övdüğü ilim, boş nazariyeler/teoriler değil; insanın iç ve dış dünyasını aydınlatan Allah'ın Kitapları olan Kur'an, evren ve insanı tanıtan faydalı ilimdir. Bilgili olan güçlü olur. İşte insanlığın yararına dönüşecek, eyleme çıkacak ilim, imanla beraber olursa Kur'an dilinde hikmet adını alır. Kur'an'ın hikmet dediği ilim; ruhsuz, mâneviyatsız bilgi değil; Yaratanından yola çıkarak yarattıklarını incelemeğe iten ve inceledikçe insanın, Yaratanına karşı sevgi ve saygısını kamçılayan bilgidir. Bu bilgi, insanı maddeye kulluğa değil; maddenin yaratıcısı Allah'a saygıya, imansızlığa değil; imana, nankörlüğe değil; Allah'a şükretmeğe götürür. Bundan dolayı Rasûlullah (s.a.s.): "Hikmetin başı Allah korkusudur." 2488 buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, Lokman sûresinde hikmeti şükürle beraber anmıştır.2489 Çünkü ilim, Allah'ın insana en büyük lütfudur. Onu kendisine lütfeden Allah'a şükretmek gerekir. İnsan, öğrendiği bilgi ile yaptığı icatlarla gurura düşerse, şeytanın yoluna girmiş olur. O bilgi de hikmet olmaktan çıkar.
Hikmetin ilimle, tefekkürle, fıkıhla (dinde anlayışlı, derin kavrayışlı olmakla) yakın ilgisi vardır. Hikmet; hikmet kaynağı hakîm Kur’an’ı okumak ve üzerinde düşünmektir. Hikmet, ma’rifetullah’tır. Allah’ın kendi nurundan kalbe koyduğu bir ışıktır. Hikmet, şer’î hükümler, naklî ve aklî delillerdir. Hikmet, Hz. Lokman’a verilendir. Çünkü Kur’an’da şöyle buyrulur: “Andolsun ki Biz Lokman’a, Allah’a şükretsin diye hikmet verdik...”2490 Lokman (a.s.) hakîm ve sâlih bir zâttır. Ona verildiği bildirilen hikmet de dindarlık, sözde, fikirde ve amelde isâbet, akıl, anlayış, ilim ve ameldir. Hz. Lokman’ın hikmetli öğütleri meşhurdur. “Hakîm lakabıyla anılmasına sebep olan bu öğütlerden bazıları Kur’an lisanıyla şunlardır: “Yavrucuğum! Allah’a şirk/ortak koşma! Şüphesiz şirk en büyük bir zulümdür. Yaptığın
2485] bk. 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 110
2486] İbn Mâce, Zühd 15; Tirmizî, İlim 19
2487] Buhârî, Fezâil
2488] Tirmizî; Feyzu'l-Kadir, 3/ 574; Beyhakî; Deylemî; Keşfu’l Hafâ, 1/421; İbn Merduyeh; İbn Kesir, 1/242
2489] 31/Lokman, 12
2490] 31/Lokman, 12
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iş/amel (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi kadar küçük olsa da Allah onu bulup çıkarır ve karşılığını verir. Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ve bu yolda başına gelenlere sabret. Yeryüzünde kibirle yürüme!”2491 Bu âyetlerden anlaşılıyor ki hikmet; bilgiyi iyi kullanmak, selîm aklın ve ilmin gereğini yapmak, kısaca şer’î sınırlar içinde düşünmek ve yaşamaktır.
Hikmetle Çağrı; Dâvetçinin Özelliği
İnandığı dini, diğer insanlara da sevdirmekle yükümlü olan her müslüman, bu dâvet işini en iyi bir şekilde ancak hikmetle yapabilir. İnsanları cehâlet bataklığından kurtarmak görevi ile gönderilen Allah Rasûlü’ne ve Onun şahsında bütün dâvâ eri müslümanlara, tâkip etmesi gereken usûl olarak şu tavsiye ediliyor: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et…”2492 İnsanları İslâm’a dâvet ederken hikmetle, yani hakkı açıklayan, şüpheleri gideren delillerle, sağlam hüccetlerle çağırmamız emrediliyor. Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba dâvetle, taassupla hareket etmenin faydası olmaz; hatta zararı olabilir. Ancak, hikmet, tatlı dil, güzel üslûp gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir.
Özellikle kültürlü, anlayışlı ve okumuş insanları hikmetle çağırmak, halk tabakasını da güzel öğütlerle, tatlı nasihatlerle Rabbe dâvet etmek gerekmektedir. Herkese anlayış kabiliyetine göre söz söylemek, anlayacağı dilden, seviyesine ve uzmanlığına göre konuşmak, neticeye ulaşmak bakımından gerekli bulunmaktadır. Allah Rasûlü’nün, “insanlara akılları derecesinde hitap edin!” emri de zaten bunu ifade ediyor. Yalnız şu var ki, elbette her insana ve topluma anlatılacak İslâm, aynı din olacaktır. Din, toplumlara ve anlayışlara göre şekil almayacaktır.
Hakka dâvet eden tebliğci, hikmetle2493 ve basîretle2494 insanları Hak yoluna çağıracak, bu konuda ilmî deliller sunacaktır ki, "Helâk olan açık bir delille/kanıtla helâk olsun, yaşayan da kanıtla yaşasın."2495 Bu hikmet dolu dâvet, İslâm'ın yolunun hikmet, basîret ve güzel öğüt2496 olduğunu, İslâm'da zorlamanın yeri bulunmadığını,2497 İslâm'ın insanlara -sonucuna katlanmak şartıyla- tam anlamıyla inanç ve vicdan özgürlüğü tanıdığını göstermektedir.
Mevdûdi, Nahl sûresi, 125. âyeti tefsir ederken şunları söyler: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır.” Bu emir, İslâm’ın tebliği ile ilgilenenler için çok önemlidir. Onlar şu iki şeyi göz önünde bulundurmalıdırlar: “Hikmet” ve “güzel öğüt”. Hikmet; kişinin tebliği sırasında dikkatli ve basîretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitap edilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarının göz önünde bulundurulmasını ve Mesaj’ın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. Bundan başka aynı metot, herkese veya her gruba uygulanmamalı; aksine önce muhâtabın hastalığı teşhis edilmeli, ona göre zihin ve kalbi uyarılarak tedâvi edilmelidir.
“Güzel öğüt” iki noktayı vurgular:
2491] 31/Lokman, 13-18
2492] 16/Nahl, 125
2493] 16/Nahl, 125
2494] 12/Yûsuf, 108
2495] 8/Enfâl, 42
2496] 16/Nahl, 125
2497] 2/Bakara, 256
HİKMET
- 587 -
1) Kişi, muhâtabını sadece mantıkî iknâ metotlarıyla değil; aynı zamanda duygularını da cezbederek de inandırmaya çalışmalıdır. Aynı şekilde kişi sadece sapıklık ve kötülüklerin yasak olduğu konusu üzerinde durmamalı, aynı zamanda insan doğasında var olan kötülük aleyhtarı tutumu, karşısındaki insanda da uyandırmaya çalışmalıdır. Bu kötülüklerin sonuçlarıyla da muhâtabını uyarmalıdır. Bunun yanı sıra kişi, karşısındakine hidâyetin ve iyi amellerin mükemmel ve doğru olduğunu mantıken kabul ettirmeye çalışmakla kalmayıp aynı zamanda onu sevdirmeye de çalışmalıdır.
2) Öğüt, karşıdakinin mutluluğu ve refahını düşündüğünü gösterir bir tarzda olmalıdır. Öğüt verenin karşısındakini küçük gördüğünü veya kendi üstünlüğü ile övündüğünü gösterecek hiçbir davranışı olmamalıdır. Aksine, karşıdaki kimse, öğüt verenin kendisini düzeltmeye ve mutluluğa ulaştırmaya çabaladığını hissetmelidir.
Âyetin devamındaki “...Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.”2498 emri, kişinin tatlı bir dile sahip olması, soylu bir davranış göstermesi, aklî ve cezbedici fikirler öne sürmesi ve polemik, tartışma ve karşıtlıklar içine düşmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Başkalarıyla en güzel şekilde mücâdele eden kimse, suçlamalara, çarpık fikir ve iğneli sözlere yönelme; karşısındakini mat etmek ve tartışmada kendi üstünlüğünün alkışlanması için onunla alay da etmez. Çünkü bu tür davranışlar, inatçılık ve dik başlılığa neden olur. Bunun tam tersine, öğüt veren kişi, karşısındakini alçak gönüllü ve basit bir şekilde iknâ etmeye çalışır ve muhâtabının çarpık fikir ve kısır döngülere girdiğini gördüğü zaman onun daha çok sapıtmaması için tartışmayı bırakır.” 2499
Hikmet, Bol Hayırdır: Hakîm Kur’an, hikmeti “hayr-ı kesîr (bol hayır)” olarak niteliyor. Kitap’ta anılan, peygamberlere verilen bu mânevî zenginlik, öyle bir şeydir ki, ona sahip olan “bol hayır”ı elde etmiş oluyor. “Allah, kime dilerse, hikmeti ona verir; şüphesiz hikmet verilene sonsuz ve bereketli bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.”2500 Hikmet ile olayların sebep ve sonuçları keşfedildiğinden, eşyanın yerli yerine oturtulması, idrâk ve basîretle anlaşılması mümkün olduğundan hikmet sahibine büyük hayır verilmiş oluyor. Kendisine hikmet bahşedilmiş olan kimseye “itidal/denge” verilmiştir ki, onun sâyesinde insan, haddi tecâvüz edip azgınlık yapmaz. Sebep ve sonuçları bilme duyarlılığı verilmiştir ki bununla meseleleri ölçüp değerlendirir ve yanılmaz. 2501
Bu bakımdan insan için elzem olan, sırf mâlûmat değil; bilgilerden ders alıp faydalı sonuçlar çıkarma yeteneğine, yani hikmete sahip olmaktır. Çünkü bilginin hâfızı ve hamalı olmak insanı kurtarmaz; ama bu hayırlı neticelere ulaştıran fikir, yani hikmet insanı kurtarabilir. Bilginin hâfızı ve taşıyıcısı olan kişinin belki bir gün çeşitli etkenlerle ayağı kayar da, yönünü ve hedefini şaşırabilir. Fakat hikmet nimetine nâil olan kişi, aydınlık yolunda emin adımlarla ilerler.
Kur’an’ın kasdettiği hikmet, bir yığın işe yaramaz felsefî nazariyeler değildir. Asırlarca insanların kafasını boş yere uğraştırıp durmuş olan bu tür teorilerden kaçınmayı, Peygamberimiz (s.a.s.): “Yararlı ilim isteyin; yararsız bilgiden Allah’a
2498] 16/Nahl, 125
2499] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 3, s. 71
2500] 2/Bakara, 269
2501] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 2/94
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sığının!”2502 buyurarak tavsiye etmiştir. O halde felsefe, kesinlikle hikmet karşılığı olamaz. Çünkü hikmet, ilmin de en yararlısı demektir. İnsan, hikmet sahibi olmakla, Allah’ın beğendiği ve râzı olduğu bir üstün kıymetle bezenmiş olur. Hikmet, mü’minin yitik malı olduğundan, nerede bulunursa alınması tavsiye edilirken,2503 unutulmamalıdır ki, "Hikmetin başı Allah korkusudur."2504 O yüzden, ilim gibi hikmeti de kendi alanlarında ve kafalarındaki bâtılların propagandasına âlet edip dolayısıyla hakikati tahrif edenlerin bu demagojilerini sezmek ve fark etmek lâzımdır.
O Ekrem Rasûl, "Şüphesiz bazı şiirler vardır ki hikmettir."2505 buyurarak, her türlü söz ve kelâmın, dolayısıyla edebî yazı türlerinin de “hikmetli olanını” beğenmiş ve takdir etmiştir. Demek ki, sözlü veya yazılı her nevî kelâm, hikmeti taşıdığı, yani hakka uygunluğu derecesinde kıymetlidir ve müslümanın makbulü olabilir. Çünkü Rasûlullah’ın beğendiği odur.
İslâm’da hikmet vardır, fakat sırf akla dayanan, vahiyden bağımsız bir felsefe yoktur. Dinle bağımlı olmayan bir felsefî sistem geliştirenler, haddizâtında ortaya “din gibi bir şey” koymuş oluyorlar. Böylece hakiki Din’i reddetmiş bulunuyorlar. Hakîm insan, fikir ve görüş sahibi olan, ibret verici söz ve halleri bulunan insandır. Hakîm ve filozof arasında, birincinin vahiy doğrultusunda olması; ikincinin de soyut akıl kanunlarından ibaret kalması gibi muazzam bir fark vardır.
Birçok âlim ve mütefekkir gibi, hikmet sahibi insanın dûçar olabileceği en büyük talihsizliklerden biri, hiç şüphesiz “anlayışsız bir toplum içinde” bulunmasıdır. Bir cevher mesâbesindeki fikir ve hikmetlerini alıp takdir edecek ve ondan faydalanacak insanlardan mahrum bir ortamda bulunması; ilim, fikir ve hikmet sahibi için en acı durumlardan biridir. İmam Gazâli, ilim ve hikmeti, onu takdirden ve anlamaktan âciz olan ve kıymetini bilmeyenlere anlatmayı, bir kelbin boynuna inci gerdanlık takmaya benzetir. Hikmetin ehil olmayanlara verilmemesi gerektiğine dair uyarılara, eski ahlâk kitaplarında ve Kitab-ı Mukaddes’te de rastlanır. Meselâ, İbn Kuteybe, Hz. İsa’nın şu sözünü nakleder: “Domuzların boynuna inci takmayın; çünkü onun kıymetini bilmezler. Hikmeti aramayana vermeyin; zira hikmet inciden de değerli olup bunu istemeyenler domuzdan daha kötüdür.” 2506
Bir başka hakîm de, “anlayışsız kişiye öğüt vermek, çorak toprağa tohum atmaya benzer” demektedir. Çünkü yine bir hakîm insanın deyişiyle: “çarpık ayakkabı nasıl çarpık ayağa uyarsa, şeytanın efsun ve efsânesi de çarpık olan gönüllere uyar.” Böyle olunca, ilim ve hikmeti de, iman ve İslâm ile çarpıklıktan kurtulmuş gönüller ancak kabul eder.
Hikmet Taşıyan Kalpler: Her kıymetli şey gibi, hikmetin de tecellî etmesi ve kendini göstermesi için, iyi bitkilerin münbit/verimli arazide yetişmesi gibi, o mânâya uygun ve elverişli kalpler, kafalar lâzımdır. Her şeyden önce, Gazâli’nin dediği gibi, “Şeytanın oyuncağı ve şeytan mezbelesi/çöplüğü olan gönüllerde
2502] İbn Mâce; Beyhakî, Şuabu'l-İman; Feyzu'l-Kadîr, 4/108
2503] İbn Mâce, Zühd 15; Tirmizî, İlim 19
2504] Tirmizî; Feyzu'l-Kadir, 3/574; Keşfu’l Hafâ, 1/421
2505] Buhârî, Edeb 90; Tirmizî, Edeb 69; İbn Mâce, Edeb 41
2506] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, c. 2, s. 124; karşılaştırın: Kitab-ı Mukaddes, Matta 7/6
HİKMET
- 589 -
hikmet cevherine rastlanmaz.”2507 Çünkü Cenâb-ı Hak, “Biz şeytanları, imansız olan kimselere dost yaptık.”2508 buyuruyor. Dolayısıyla, şeytanın dostlarının kalplerinde iman bulunmadığı için, hikmete rastlanmaması da pek tabiîdir.
Hikmetin tahakkuku için ilk şart imandır. Ayrıca kalbin; ilim, hikmet ve tefekkür gibi kuvvetleri vardır. Bunlar, yüreği besleyen kan dolu damarlar gibi; esas kalbi/gönlü, insanın mânâ merkezini besleyen ana maddelerdir. Besleyici damarları dumûra uğrayan kalp nasıl faâliyetten durursa, ilim ve hikmetle beslenmeyen gönül de ya ölüdür, ya da ölüme gitmektedir. Mânâ âlemimize can veren, rûhî hayatımızı diri tutan, her şeyimizi anlamlı kılan, öncelikle imandır; sonra da ona bağlı ilim, hikmet ve tefekkür gibi cevherlerdir. Bunlardan mahrum olan insanın hayatında, tavırlarında ve sözlerinde bir “mânâ” kırıntısına, yani hikmet parçacıklarına rastlamak pek mümkün olmaz.
Sözü hikmet olmayan adamın konuşması, çoğunlukla lağv/boş sözdür. Peygamber Efendimiz: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin, ya da sussun”2509 buyurarak, hayırlı/anlamlı bir sözü olmayan kimselere, hiç değilse sükût ederek “lağv”a dalmaktan ve sonunda pişmanlık doğuracak durumlara düşmekten kurtulmanın yolunu göstermiştir. Hem o zaman, o sükût da hikmet olur. Çünkü hiç olmazsa, dışarıdan bakan, onda bir kemâl hali görür.
İnsanda hikmetin varlığına ve gelişmesine engel olan, pratikte bazı sebepler vardır. Meselâ, “çok besili” olmak, böylece semirip gelişmek, eğlenceye dalmak, çok gülmek; insanda bu tür mâneviyatın doğmasına engel en önemli sebeplerden kabul edilmiştir. Lokman Hakîm’in: “Oğlum, mide iyice dolunca fikir uyur, hikmet ölür ve âzâlar durur” şeklindeki sözü de bu hakikati ifade ediyor.
“El-Hakîm”, Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir. Buyrukları ve bütün işleri hikmetli demektir. Bu noktada kula gereken ise, “Kur’an’ın ahlâkı ile ahlâklanın” tavsiyesi gereğince, “hikmet sahibi” olmaya çalışmaktır. Hikmet ki, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden ve vasıflarından biridir, bu özellikten insanda da bulunması en büyük nasiplerden biridir.
Kula gereken ikinci husus ise, Allah’ın her emrinde ve her işinde, hatta bütün mahlûkatında bir hikmet olduğunu görerek, bu tefekkürü ve ilmi bir ibâdet haline getirmektir. Nazargâh-ı İlâhî olan kalpler, böylece bir mânâ ve hikmet yurdu haline getirilebilir. 2510
Hikmet, sözde ve eylemde tam ve eksiksiz isâbettir. Bir konuya ilişkin öne sürülen görüş veya söz, kapsamında olan gerçeğe tam bir uygunluk gösteriyorsa, bu söz hikmetli söz olur. Ancak, bu sözün eylem (amel) ile de doğrulanması gerekir. Çünkü teorik ile pratik birebir uygunluk sağlamadıkça hikmetin elde edilmesi veya ortaya çıkması mümkün olmaz. Bu yüzden hikmet, ahlâkla da doğrudan ilişkilidir. Buna dayanan İslâm bilginleri, “hikmetin öncesinde gerçeklik bilgisi, sonucunda da hayırlı amel vardır” diye bu bütünlüğe dikkat çekmişlerdir. Ahlâkın meşrû temeli, doğru ve kesin bilgi olduğuna göre, bilgi ve eyleme birlikte sahip olmayana hikmet sahibi (hakîm) denemez.
2507] İhyâ, 4/177
2508] 7/A’râf, 27
2509] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s Sâlihîn, II/120
2510] Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 205-213
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Felsefe kavramının karşılığı olarak hikmet kelimesinin kullanıldığı görülür. Bu kullanım, doğru değildir. İslâm düşüncesinde hikmet ve hikmet sahibi (hakîm) terimleri, Batı’daki karşılığı olan felsefe ve filozof terimlerinden hem kaynak, hem muhtevâ ve hem de amaç bakımlarından farklıdır. Gerek Kur’an’da, gerek Hz. Peygamber’in hadislerinde ve gerekse İslâm düşünce geleneğinde hikmet ve hikmet sahibi olmak, hayatın hemen bütün alanlarıyla ilişkili bir anlama kavuşturularak yüceltilmiştir. Çünkü Allah hikmet sahibidir; insanlara gönderdiği bilgiler de başlı başına birer hikmettir ve her müslümanın hikmeti kavraması ve bizzat hikmet sahibi olması, varoluşunun da bir gereğidir. Onun için hikmetin kaynağı veya temeli/başı “Allah korkusu” şeklinde tanımlandığı gibi, kendisine hikmet verilen kimseye çok hayırlar/iyilikler verildiği de belirtilmiştir. 2511
Hikmet, müslümanın kaybolmuş malı denilirken, onun elde edilmesi de önemle teşvik edilerek vurgulanmış ve ayrıca ahlâkî kişiliğin oluşmasında hikmet sahibi olmak, yani İlâhî ahlâkı örnek almak öğütlenmiştir. Kısacası, insanın maddî-mânevî kişiliğinin gelişiminde eşya ve dünyayla kurması gereken ilişki ve bunu sağlayan bilginin kazanılması, hikmetin kapsamı içinde bulunmaktadır. 2512
Hikmet, evrenin sırlarını çözmek, ibâdetlerin sırlarını kavramak, eşyanın hakikatini anlamak, baktığı yerde Allah’ın âyetlerini, tecellîlerini, cilvelerini görmek, bütün bu cilvelerden geçip, âyetleri aşıp Allah’a ulaşmak, bunun yolunu keşfetmek, bu yolda dosdoğru yürümek, kâinat kitabıyla Kur’an kitabının ve bunların özü olan insan kitabının aynı kaynaktan geldiğini temelde aynı olduğunu kavrayıp “yürüyen kitap” olmaktır.
Rasûllere hem kitap, hem de hikmet verilmiştir; yani, onlar “hikmet”le “yürüyen, konuşan, yiyip içen, uyuyan, savaşan, namaz kılıp zekât veren... kitap” olmuşlardır. Rasûllerin dışında Lokman gibi bazı kullara da hikmet verilmiş ve onlar da bu hikmetle, Rasûllerin getirdiği kitabın yine “cisimleşmiş şekli” haline gelmişlerdir. Ve, “kendisine hikmet verilene bol hayır verilmiştir.” 2513
Rasûlullah (s.a.s.), insanlara Kitabı öğrettiği gibi, hikmeti de öğretir; ama herkes aynı ölçüde hikmeti alamaz, kabı ölçüsünde doldurup alır. Kitap, hikmet ve bunların tabiî sonucu olan mülk, İbrâhim âilesine verilmiştir ve onlar kanalıyla diğer insanlara ulaşmıştır. Allah’ın yoluna yine güzel öğüt ve hikmetle çağırmak; yani, bu yolun niteliklerini kavramak, bu yolda dümdüz yürümek ve bu yolu bütün güzellikleriyle anlatabilecek halde olmak gerekir. 2514
Hikmet, hakkı hak bilip ona uymak, bâtılı bâtıl bilip ondan sakınmaktır. “Hikmetin evveli, varlık âlemini tefekkür, ortası din ve itaat, sonu ebedî saâdettir.” Yani, kâinat sayfalarını, arz ve semâ yapraklarını ibretle tefekkür eden insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebepler âleminden o sebepleri yaratana zihnen ve fikren intikal eder. İşte bu noktada karşısına din çıkar, Yaratan'a karşı olan vazifesini öğrenir ve tatbik eder. Bu üstün tefekkür ve tatbikat (amel), onu ebedî saâdete ulaştırır.
2511] 2/Bakara, 69
2512] Ali Bulaç, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, c. 2, s. 167-168
2513] 2/Bakara, 269
2514] 16/Nahl, 125; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y. s. 170-171
HİKMET
- 591 -
Hikmetin Gerçek Sahibi; Hakîm Olan Allah
Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “Hakîm”, hüküm ve hikmet sahibi demektir. Kelimenin kökünde bulunan temel mânâdan hareketle, “hakîm”i şöyle tanımlamak mümkündür: “Hakîm; kendisini gerçek dışı bilgilerden ve nefsânî arzulardan alıkoyan, düşünce ve istikametine ve davranış selâmetine sahip bulunan kimsedir.” Kelime, Allah’a nisbet edilince, “bütün sözleri ve fiilleri adâlete, ilme ve teennîye/hilme uygun olan” anlamını kazanır. “Bütün nesneleri en üstün ilimle bilen” ve “bütün varlıkları âhenkli, sağlam ve sanatkârâne yaratıp sürdüren” şeklinde ifade edilir.
Hakîm kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 97 yerde geçmektedir. Bunlardan beşi Kur’an’a nisbet edilmekte ve “lehinize ve aleyhinize hükmeden”, yahut “hiçbir çelişkisi ve tutarsızlığı bulunmayan” mânâsına gelmektedir. Bir âyette de Kur’an’ın indirildiği “mübârek bir gece”de tesbit edilen her işin (emr) sıfatı durumundadır. Doksan bir âyetteki “Hakîm” ismiyle on yerde geçen “hikmet” kelimesi, Allah’a izâfe edilmektedir. Kur’an’da Allah’ın ismi olarak yer alan “hakîm” kelimesi, hiçbir âyette tek başına geçmez. Birçok âyette “yenilmeyen yegâne gâlip” mânâsındaki azîz ismiyle, yine birçok âyette “hakkıyla bilen” anlamındaki alîm ve buna yakın mânâlar içeren habîr ve vâsi’ ile birlikte kullanılır. Ayrıca, “izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce” anlamındaki aliy, “övülmeye lâyık” demek olan hamîd ve “kullarını tevbeye sevkeden ve tevbelerini kabul eden” anlamındaki tevvâb ile birlikte kullanılmıştır.
Kelâm âlimleriyle esmâu'l-hüsnâ şârihleri, “Hakîm”in, “ilimde ve fiilde kemâl” şeklinde ifade edilebilecek temel anlamından hareket etmiş, bazıları ilimdeki hikmete, bazıları da fiildeki hikmete ağırlık vermiştir.
Yüce Allah, gerçek ve mutlak anlamda yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. “Kulları üzerine her türlü tasarrufa sahiptir. O, her şeyi yerli yerinde yapan yegâne hüküm ve hikmet sahibidir ve her şeyden, kullarının gizli hallerinden haberdar olandır.”2515 Allah’ın bütün fiilleri bir hikmete, güzel bir sebebe bağlı olarak tecellî etmekte, insanın âciz kavrayışı bunu, tümüyle idrâk edememektedir. Her şeyi bilen Allah’ın emir ve yasakları, hep bir hikmete bağlıdır.
El-Hakîm ismimin, Kur’an’da daha çok el-Alîm vasfıyla birlikte kullanılması, insan zihnine hemen şunu hatırlatmaktadır: Allah, kayıt tanımayan sınırsız bilgisi sâyesinde insan için neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu bilir. O halde insanlara neyi emrediyorsa onların yararına, onları nelerden sakındırıyorsa, o şeyler onların zararınadır. Allah’ın emir ve yasakları, bir hikmete dayalı olduğu gibi, bütün yaptıkları aynı zamanda muhkemdir, sağlamdır. El-Hakîm’i, Gazâli şöyle târif etmiştir: “En iyi tarafı, en üstün bir ilimle bilen.”
Allah’ın her yaptığında hikmet vardır, ama O, hikmetinden sual olunmaz. “Allah, yaptığından suâl olunmaz, sorumlu tutulmaz; onlar ise yaptıklarından sual olunacak, sorguya çekileceklerdir.”2516 Bu âyet, hikmetin yokluğuna değil; hikmet, gâye veya illet denilen şeylerin O’nun özgürlüğünü kısıtlamadığına işaret eder. Burada O’nun izzet ve otoritesine vurgu yapılmaktadır.
2515] 6/En’âm, 18
2516] 21/Enbiyâ, 23
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hudûs ve imkân gibi delillerin yanı sıra, İslâm âlimleri kâinattaki düzen ve uyumu, eşya ve olaylardaki âhengi, dolayısıyla yaratılıştaki hikmeti de Allah’ın varlığını ispat eden deliller olarak ele almışlar, bunların kendiliğinden meydana gelmeyip sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi bir Yaratıcıya delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Hikmet; Sırlar Hazinesi
Hikmet için çeşitli târifler getirilmiş, hikmete farklı mânâlar verilmiş. "İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak", "eşyanın hakikatinden bahseden ilim", "eşyada gizli İlâhî sırlar ve gâyeler", "amelle beraber ilim", "faydalı ve sâlih amel", "insandaki akıl kuvvesinin istikamet üzere ve aşırılıklardan uzak olma mertebesi" gibi... Bu anlamlar içerisinde en yaygını "sır, gâye, fayda" mânâsı. "Bu işin hikmeti nedir?" denildiği zaman, "bundan maksat ne, bilemediğimiz ne gibi sırlar taşıyor?" mânâsı akla gelir. O halde, bir iş yapılacak ve ondan bir fayda hâsıl olacaktır ki hikmet tahakkuk etsin. Bu düşünce bizi hikmetin, "amelle beraber ilim" târifine götürür. İslâm âlimleri, yalnız başına ilmi, hikmet kabul etmezler. İlimle amel edilmesini, bu ilmin fiiliyat sahasına konulmasını ve faydalı neticeler vermesini şart koşarlar.
Hikmetin "nübüvvet" mânâsı da var. Peygamberlik müessesesi İlâhîdir. O Allah elçileri, kâinat kitabını hem okumuş, hem okutmuşlar ve insanlardan, Allah'ın emriyle, birtakım vazifeler istemişlerdir. Bütün eşyanın hikmetle yaratıldığını, her birinin birçok görevi olduğunu insanlık âlemine iyice bellettikten sonra, bütün yaratıkların kendisine hizmet ettiği insanın büyük bir vazifesi olması gerektiğini, aksi halde bütün bu hikmetli eşyanın gâyesizliğe, başıboşluğa ve hiçliğe hizmet etmiş olacağını kalplere iyice yerleştirmişlerdir. Onun için gerçek hikmet, felsefede değil; nübüvvettedir. Çünkü peygamberlik mektebinde ilimle amel, birlikte okutulur. Ve bu okulda eşyanın hikmeti, doğrudan doğruya, o eşyanın yaratıcısından öğrenilir. Felsefede olduğu gibi; tahmine, faraziyeye, şahsî ve indî görüşlere gerek kalmaz.
Hakîm, Cenâb-ı Hakk'ın bir ismi. Eşyayı bütün sebep ve neticeleriyle ve çok yönlü vazifeleriyle O takdir etmiş, O yaratmıştır. "Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı hamd ve tesbih etmesin. Ancak, siz onların tesbihlerini fıkhedemezsiniz/anlayamazsınız."2517 Canlı cansız yaratıkların zikir ve tesbihlerini anlayamadığımız gibi, hâdiselerin içyüzünü de anlayamıyoruz. Hastalık, musîbet ve mağlûbiyet gibi olayların ince hikmetlerini kavramak, çoğu zaman aklımızın tâkat sınırını aşar.
Biz, hikmet denilince, daha çok, bir yaratığın kendi varlığına ve hayatına bakan yüzü üzerinde dururuz. Elmaya faydalı, dikene faydasız deriz. Birincideki hikmeti rahatlıkla okuruz, yahut okuduk zannederiz, ama ikincinin yanına yaklaşamayız. Sağlık meyve, hastalık diken gibi gelir bize. Nefsimizin hoşuna giden her olay, mânevî bir meyve, hoşlanmadıkları ise birer diken. Ama bilemiyoruz, belki de biz o hoşlanmadığımız hâdiselerden daha çok fayda görmekteyiz. Sıhhatli insanın gaflet içinde yaşaması, hastanın ise durmadan Allah'ı zikretmesi ve O'ndan şifâ istemesi, bunun en güzel misali değil mi?
Kur'ân-ı Kerim'de kâfirlere, zâlimlere, nankörlere verilen dünyevî nimetlerin
2517] 17/İsrâ, 44
HİKMET
- 593 -
gerçekte onların azâbını artırdığı haber verilir. Ne müthiş bir ibret ve hikmet tablosu! Aynı nimet, birini şükre götürüyor, diğerini küfre. Birisinin cennetteki derecesini arttırıyor, diğerinin cehennemdeki azâbını. Demek ki, o nimetin yaratılış hikmeti içinde cennet de saklı, cehennem de. Zannettiğimiz gibi, sadece bedenimize gıda ve enerji olmakla kalmıyor. Eşyayı mâhiyetiyle, hakikatiyle ve bütün görev ve gâyeleriyle bilen ancak Allah'tır. O halde mutlak hikmet sahibi hakîm O.
İmam Gazâli, şöyle der: "Kulun hikmetinin Allah'ın hikmetine nisbeti, onun Allah'ı tanımasının, Allah'ın kendi zâtını tanımasına oranı gibidir." Burada tefekkürün önemi çok daha iyi anlaşılıyor. Her varlığı, Allah'ın bir eseri bilerek ondaki güzellikleri, faydaları, sanat inceliklerini düşünen insan, İlâhî mârifette dereceler kat eder. Bu tefekkür, onu Rabbine yaklaştırır. Zira bu iş nefsî değildir; dünyevî ve şeytanî de değildir. Rızâya uygundur; uhrevîdir, rahmânîdir. Burada hikmetin bir diğer târifiyle karşılaşıyoruz: "Hikmet, ahlâk-ı İlâhiye ile ahlâklanmaktır." Nedir İlâhî ahlâk? En kısa ifadesiyle, Kur'an ahlâkı. Allah'ın râzı olduğu ahlâk.
Allah, hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır, faydasız hiçbir icraatı yoktur. Ve insan, yaptığı işlerde mâlâyâni dediğimiz, ömür tüketmekten öte bir işe yaramayan faydasız işleri terk ettiği ölçüde bu sırra mazhar olur. Şu mahlûkat âlemindeki ince sırlar, sonsuz hikmetler, ancak Allah'ın mâlûmu. İnsan ise bu hikmetlerden kendi çapında bir şeyler yakalamaya çalıştığı ölçüde bu sırra erer. Allah, kendisini tesbih eden bütün mahlûkatını, özellikle bu görevi en güzel şekilde yerine getiren mü'min kullarını sever. Kendisine şirk koşan, nimetlerini küfranla karşılayan insanlardan da râzı olmaz. İnsan O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun buğz ettiklerine buğz etmekle bu sırdan nasiplenir.
İnsanın hikmet ehli olması, Rabbinin râzı olduğu bir kul olmasına bağlı. O'nu râzı etmedikten sonra, O'nun yarattığı varlıkları incelemek ve bunların insanlara faydalarını araştırıp ortaya çıkarmak, hikmet ehli olmak için kâfi değil... Kur'an'daki sırları anlayan, fakat hayatına tatbik etmeyen bir insan düşünelim. Bu insan âlimdir, daha doğrusu bilgindir; ama hakîm (hikmet sahibi) değildir. Kâinat kitabını Allah nâmına ve Allah'ın ismiyle okumayan ve ondan bu yönüyle faydalanmayan kimselerin hâli de berikilerden farklı değil...
Ve Gazâli'den farklı bir hikmet târifi: "Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir." Allah, ezelî ve ebedî ilmiyle kendi zâtını, sıfatlarını, fiillerini bilmekte. Bu mânâya göre, mahlûkat olmasa da Allah hakîmdir; hem de sonsuz Hakîm. İşte, mârifetullah yolunda yürüyen, Allah'ı tanıma vâdisinde ilerleyen insanlar, hikmetin bu mânâsından feyiz alırlar, nasiplenirler. Ve "İlâhî ahlâkla ahlâklanma" şerefinin, en ileri mertebelerine ererler. Bu mânâ, başta peygamberlerde, sonra peygamber vârisi olma şerefine ermiş büyük zâtlarda, yani sâlih amel işleyen müttakî ve mücâhid âlimlerde, sonra derecelerine göre bütün mü'minlerde hükmünü icrâ eder. Herkes imanı, ihlâsı, ilmi, tefekkürü ölçüsünde bu büyük lütuftan nasiplenir.
Hikmet, her sahada olduğu gibi, tebliğde de en büyük esas... Hikmetsiz yapılan, yani zaman ve zeminini bulmayan; şefkat esasına oturmayan; ilimden medet almayan ve en önemlisi, anlatılanları en ileri seviyesiyle yaşama şartından mahrum bir tebliğ netice vermez. Kur'ân-ı Kerim'in, "İnsanları Rabbinin
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et."2518 fermânı, İslâm'ın tebliğiyle vazifeli kimselerin hikmet üzere bulunmaları gerektiğini emreder. Bu mânânın kemâli, Allah Rasûlü Efendimizde, sonra ashâb-ı kirâmında ve Peygamber vârisi olma şerefine mazhar olanlardadır. 2519
Dünya, Çeşitli Hikmetlerin Sergilendiği Bir Hikmet Fuarıdır
"Dünya, dâru'l-hikmet olduğundan, dünyada eşyanın var olması, tedricî ve zaman ile olması hikmet-i Rabbâniyenin gereğidir." Gökler ve yer, altı devrede, safha safha yaratılmış. Ve sonunda şu gördüğümüz hârikalar hârikası kâinat çıkmış ortaya. Onun yaratılışındaki bu hikmet tecellisi, ondaki olaylarda da kendini göstermiş. Gece birden kaplamamış yeryüzünü; gündüz de âniden gelmemiş. Geceden seher vaktine geçilmiş ve onu güneşin doğuşu tâkip etmiş. Daha sonra güneşin yine yavaş yavaş yükselmesiyle öğle vaktine erişilmiş, onu da o bereketli ikindi vakti tâkip etmiş ve sonunda gurup. Gündüz âniden gelse, gece birden bastırsaydı, ne seherden söz edebilirdik, ne öğleden, ne ikindiden.
Bu hikmetli yaratılış, bitkiler âleminde de hüküm sürmüştür. Çekirdekte İlâhî bir sanat ve hikmet gizli. Koca ağacın bütün programı o küçücük âlemde kader kalemiyle çizilmiştir. Ondaki, genetik şifre, ilim adamlarını hayretler içinde bırakan mükemmellikte ve yine onları çaresiz kılacak kadar derin sırlarla dolu.
Çekirdeğin açılması, apayrı bir hârika. Fettâh isminin tecellîsi. Yerin çekimine rağmen yukarıya doğru başlayan hikmetli ve intizamlı yürüyüş. Derken fidan devresine eriş. Boy atma ve kalınlaşma devreleri ve sonunda çiçek açıp meyve verme... Her meyvenin de büyümesi, kemâle ermesi ve o yumuşak meyveden sert çekirdeklerin süzülmesi, yine birden bire değil; safhalar halinde gerçekleşmekte. Her safhası ilim ve hikmetle yürütülen bu akıl almaz faâliyetler, yeryüzünü değişik tablolarla doldurur ve fikir ehlini bu İlâhî sanatlara hayran bırakır.
Dünyada hikmet, âhirette ise kudret hâkim. Dünya, kudret âlemi olsaydı, şu muhteşem kâinat altı gün, yani altı devre yerine bir anda yaratılacaktı. Ondaki ağaçlar da bir anda bitecek ve son şekliyle boy göstereceklerdi. O zaman yukarıda bir ikisini saydığımız İlâhî sanat eserleri de vücut bulmayacaktı. Çekirdekler âlemi, yoklukta kalacak; açılmaları, büyümeleri, fidan olmaları gerçekleşmeyecekti. Çekirdekler olmayınca, haliyle yumurtalar ve nutfeler âlemi de yokluktan kurtulamayacaklar, bu evrene gelip taşıdıkları Rabbânî sanatları sergilemekten mahrum kalacaklardı. Fidanlar olmayınca, bebekler de, kuzular da, buzağılar da olmayacaktı. Binlerce sanat, bire inecek, yüzlerce güzellik ortadan kaybolacaktı.
Terbiye ve tedbir fiillerinin tecellîleri görülmeyecek, sadece ibdâ ve icat fiillerinin ürünleri âlemde boy gösterecekti. İlâhî hikmet, buna müsaade etmedi ve kâinatı bir anda yaratmak yerine; altı devrede inşâ etmeyi takdir buyurdu. Meselenin insana bakan bir yönünü kısaca hatırlayalım: Kâinat bir anda yaratılsaydı insan da bir anda yaratılacak ve kemâl yaşı kırk olduğuna göre, dünyamız kırk yaşında ilkokul öğrencileriyle dolacaktı.
Âhirette hikmet yerine, kudret hâkim olacak. Otuz gün çalışan bir memurun, maaşını bir anda alması gibi, dünya imtihanını kazanan mü'minlere de
2518] 16/Nahl, 125
2519] Alâaddin Başar, Nur'dan Kelimeler, c. 1, s. 153- 157
HİKMET
- 595 -
dereceleri ve ödülleri bir anda verilecek ve cennetten kâmil bir insan olarak istifade edecekler. Zaman çekilecek aradan. Bekleme diye bir şey olmayacak; her arzu edilen ânında yaratılacak. Bedenler lâtifleşecek, nûrânileşecek. Bir anda birkaç mekânda bulunmak, ayrı sohbetlere iştirak etmek, farklı nimetleri tatmak mümkün olacak. Devre devre yaratılan âlemde, safha safha halkedilen insan, zaman nehrinde yavaş yavaş akan yaratıklardaki hadsiz hikmet tecellîlerini seyretmesine mükâfat olarak orada, kudret tecellîlerini ebediyyen seyir ve o tecellîlerden aralıksız istifâde edecektir. 2520
Kaybettiğimiz İçin Kaybolduğumuz Öz Malımız; Hikmet
Hikmet, evrende var olan eşyaların (nesnelerin) işleyiş kanunlarını/sünnetullahı bilme, eşyayı tanıma, vahyi anlama ve buna uygun davranış biçimleri sergileyebilme yetisidir. Hikmeti ancak hakikati arayanlar bulabilir; hikmete ulaşmada akıl, önemli bir role sahiptir. Hikmete ulaşmak, büyük bir çaba ve uzun bir zaman sürecini gerektirir. Zira bu uzun süreç insanın teorik olarak bilgi donanımını güçlendirirken; diğer yandan, hayatı, evreni, insanları ve bunlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kanunları tanımasını, vahiyle olgular arasında sağlıklı irtibatlar kurmasını ve olgunlaşmasını sağlayacaktır. Bu süreçten geçen, fikrî ve fiilî olgunlaşma sürecini dolduran, doğaya, insan psikolojisine, toplumsal hayata hükmeden kanunların bilgisine ulaşan insan, artık hikmete yaklaşmış, hayatı değiştirme ve dönüştürme kıvamına ulaşmış, önce kendi nefsinde devrimi başarmış ve bu devrimi toplumsal platformda gerçekleştirmeye aday hale gelmiştir. Daha kısa ve öz bir tanımla hikmet, Kur’an’ı anlama ve yaşama çabasıdır. 2521
"Hikmet, mü'minin yitik malıdır; nerede bulursa onu alır."2522 Rasûlullah’ın büyük anlamlar taşıyan bu sözü söylediği çağın üzerinden 14 asır geçti ve mü’minler, yitiklerinin acısını derinden hissediyorlar. Bir dönem, Allah’ın kitabına ve hikmete sımsıkı yapışmak sûretiyle dünyada izzet ve şeref sahibi olmasını bilen müslümanlar, şimdilerde ıstıraplı bir silkiniş ve arayış dönemini yaşıyorlar.
Ama bir şeyler eksik bu arayış neslinde; çok değilse de yine de okuyorlar, az şey bilmiyorlar, fakat bildiklerini tarih yapmaktan yoksunlar. Ashâbın doya doya, kana kana içtiği kaynaktan günümüzün müslümanı da içtiği halde, su kimini diriltirken, kiminde âtıl kalan, depolanan bir metâ pozisyonunda. Eksik olan, müslümanların Kur’an’ı kısmen bildikleri kadar, hayatı bilmemeleri olabilir. Kur’an, hayattan kopuk öğrenilip değerlendirilirse hikmet yolları açılamaz. Elleri, dilleri, gönülleri hikmetten kopuk çağdaş müslümanların. “Allah’a dâvet eden ve sâlih amel işleyip ‘ben müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?”2523 âyetini tablolaştıran ashâbın yaşadığı cehennemî ortamın daha hafif bir benzeriyle karşılaştığı halde, “ben müslümanlardanım!” diyebilme cesâretini kendinde bulamıyor günümüz müslümanları.
İşte bu halleriyle müslümanlar, Allah’ın nimet verdiği kullarından olmayı hak edemiyorlar ve düşmanlarının uyanıklığı ve çeşitli hileleri karşısında sürekli yenilgiye uğruyorlar. Bu, elbette müslümanların sahiplenme iddiasında bulundukları
2520] Alâaddin Başar, a.g.e. c. 2, s. 154- 156
2521] Ali Rıza Gökçe, Hikmet Kavramı Üzerine, Haksöz, Ekim 92, s. 18
2522] İbn Mâce, Zühd 15; Tirmizî, İlim 19
2523] 41/Fussılet, 33
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dinlerinden kaynaklanmıyor; aksine, müslümanların İslâmsızlığından doğuyor. Kitab’ı ve Sünnet’i anlamamalarından oluyor. Âyetlerin hakkını vererek okumamalarından dolayıdır bunlar. Yaşadıkları ortamı, içinde yaşadıkları toplum ve düzeni, küreselleşen ve gittikçe küçülen dünyayı tanımamalarından kaynaklanıyor.
Hâl ilmini, hayatı bilmemelerinden ortaya çıkıyor. Çevreyi tanımak, evreni tanımak, yaratılmışların tevhidini ve teslimiyetini görmek için gereken iyi bir gözlemci olmak gerçeğine erişemedikleridir buna sebep. Yeryüzünde Allah’ın değişmez kanunlarını, sünnetullahı, hayata hâkim olan sebep sonuç kurallarını bilmemelerinden ya da umursamadıklarından oluşuyor. Ve ilmin “kendini bilmek” demek olduğunu, İslâm’ın önce kendimiz için, yaşamak için olduğunu unutuyor müslümanlar. Bütün bu ve sayabileceğimiz benzeri sebepleri tek maddede özetleyebiliriz: Müslümanlar bugün hikmet sahibi değiller. Çoktan kaybetmişler öz mallarını. Ve aramıyorlar yitiklerini. Hikmet, bugün müslümanlarda önemsenmiyor, kıymeti bilinmiyor. Hâlbuki Allah Teâlâ, dünyada başarıyı hikmete sahip olma veya olmamaya göre takdir etmiştir.
Hikmet, sebep-sonuç ilişkisinin doğru bir biçimde kurulması ve bunun tezâhürleridir. Dünya hayatında başarının sırrı, hikmete sahip olmaktır. Hikmet, hayatın bilgisi veya eşyayı tanımak ve eşyanın özünde gizli olan sebep-sonuç ilişkisine vâkıf olmak demektir. 2524
Ashâbın ilmi hazmedip günlük hayatla irtibatlandırmak için on âyet belleyip hayata geçirmesi, sonra tekrar bir on âyete geçmesi, yani sırf entellektül birikim veya salt ezberlemek için Kur'an'a yönelmemeleri, günümüzde de uygulanmalıdır ki, hikmet dolu kitap, okuyup canlı Kur'an olmak isteyenlere hikmet saçsın. Yoksa hazmedilmeyen güzel gıdaların sancısına sebep olabilecek, ilim yük olmaktan çıkamayacak ve hikmete dönüşemeyecektir.
Hikmetin alt yapısını oluşturan unsurlar şunlardır: Basîret/bilinçli kestiriş, sağduyu, sezgi, kalbin İlâhî nur sâyesinde eşyanın hakikatini görmesi, adâlet, hüküm, fıkıh/tefekkuh (derin kavrayış), fehm; anlayış, furkan; hakla bâtılı, iyiyle kötüyü ayırt edebilme yeteneği, ma'rifet (Allah'ı hakkıyla tanıma), hayır, tedebbür (geleceği sonucu değerlendirme, doğru düşünce, şuur, takvâ, firâset (ileri görüşlülük, bir şeyi delille ispatlama, sezgi gücüyle ulaşılan bilgi, zekâ kıvraklığı, derin anlayış gücü, kalbin Hakkın nûruyla görmesi) gibi değerlerdir. İman, şuur, ilim, ihlâs, takvâ ve sâlih amel olmadan Allah vergisi olan ve belirli liyakat ve sebeplere yapışma sonucu verilecek olan hikmet gerçekleşmez. Hikmeti elde etme yolları; okuma, dinleme ve gezi ile gözlemle elde edilecek hayırlı, faydalı ilimdir.
Hikmete zıt olan özellikler de şöyle sıralanabilir: Zulüm, cehâlet, gaflet, zan, lağv (boş, lüzumsuz, çirkin, faydasız söz ve iş, günah ve yalan), ifrat, ğulüv (aşırılık), bağy (kibir, zulüm, haddi aşmak, aşırı gitmek, haksızlık), israf (haddi aşmak, ölçüsüz yapmak haddi tecâvüz), tebzîr (saçıp savurmak, ölçüsüz harcayıp dağıtmak, yersiz veya harama sarfedilen şey), buhl (cimrilik), fahşâ (ölçünün ötesinde, kötü ve tiksindirici her şey, aşırılık, ayıp davranışlar).
Hikmet, Allah'ın üç kitabını (Kur'an, kâinat ve insan), beraber ve bir bütünlük/tevhid içerisinde okuyup anlayabilme; bu tefekkür ve derin kavrayış neticesinde gereken eylemlerde bulunabilmedir. Bu kavrayıp ve aksiyon, hayattan,
2524] Mehmed Kürşad Atalar, Düşüncede Devrim, s. 29-32
HİKMET
- 597 -
çevreden, çağdan kopuk değil; onların güzellikleriyle uyumlu, yanlışlarını da ıslah anlayışıyla olmalıdır. Yoksa, hikmet; bir anda parlayıp sönen bir kıvılcım olur; olgunlaştırıp pişiren faydalı ateş haline gelemez.
“Kime dilerse, hikmeti ona verir; şüphesiz hikmet verilene sonsuz ve bereketli/bol bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.”2525 Kâfirde, müşrikte hikmet olur mu? Hikmetin "elde edilen" olmaktan ziyade, liyakat kesbedenlere "verilen" ve hikmet elinde olan kimsenin bol hayır sahibi olduğu değerlendirilince, kâfirlerde bulunan hikmet kırıntıları, bulunduğu konum ve ilişkide olduğu bozuk inanç ve fesatla yok hükmündedir; benzetme uygunsa puzılın diğer parçalarından ayrı bir-iki parçasının kendi başlarına bir işe yaramaması gibi bir durumdur. O hikmet kırıntısı, gerçek sahibinin, ehlinin eline geçince orada puzılın diğer parçaları içinde (iman ve amel-i sâlih, tefekkür ve hayır) bir yer bulacak, diğer parçalarla bütünlük teşkil edecek ve kaybettiği parçayı bulan mü'minin elinde ancak hikmet olacaktır. Hadisteki ifadeden yola çıkarak, hikmet mü'minin malıdır. Kâfirin inancı ve dünya görüşü hikmete gerçek sahiplik yapmaya engeldir. Yani, çalınan, nasılsa bulunan hikmet, kâfirin elinde iken hikmet özelliği taşımayacak, gerçek sahibi olan mü'minin elinde hikmet özelliği kazanacaktır. Bütün âlimler, hikmeti sâlih amelsiz, sadece bilgi ve kültürden ibaret saymamışlardır. Sâlih amel de, iman olmadan ortaya çıkmayacağına göre, kâfirler gerçek anlamda hikmet sahibi olamazlar. Bilginin kendisi değil; fakat onu uygulama ve söyleme kabiliyeti, insanı hakîm (hikmet sahibi) yapar.
"Hikmet sahibi olduğu için2526 Lokman Hakîm denilen Hz. Lokman, oğluna şöyle demişti: ‘Ey oğlum, âlimler meclisinde oturmanı tavsiye ederim. Hikmet sahiplerinin sözlerini dinle. Şüphesiz Allah, ölü kalpleri hikmet nuruyla diriltir; tıpkı ölü toprağı yağmur taneleriyle dirilttiği gibi." 2527
"Hikmetli bir kelime öğrenmek, bütün varlığı ile dünyadan hayırlıdır." (Hadis rivâyeti)
"Hikmet, şerefli adamın şerefini arttırır, köleleri de krallar seviyesine yükseltir." (Hadis rivâyeti)
"En güzel hediye, hikmetli bir sözü iyice anlayıp din kardeşine anlatmaktır. Bu, aynı zamanda bir senelik nâfile ibâdete de mukabildir." (Hadis rivâyeti)
"Hikmeti nerede bulursan al, çünkü hikmet mü'minin kaybolmuş malıdır, onu bulunca da sağlam bir şekilde kaydet, sonra bir diğer hikmeti ara."
"Âlim ve hakîm olan kimse vakarlı bir sessizlikle insanları kendisine çağırır; âlim fakat zihni karışık ve iletişim kabiliyeti olmayan kimse de boş lakırdı ile insanları kendisinden uzaklaştırır." (Lokman Hakîm)
"Gençliğinde Allah'a hakkıyla ibâdet edene, ihtiyarlığında Allah hikmet verir." (Hasan el-Basrî)
"Hikmetten anlayana mânâlı bir söz kâfidir. Mânen sağır olanlar zaten hakkı duymazlar." (Hz. Osman)
2525] 2/Bakara, 269
2526] 31/Lokman, 12
2527] Hadis rivâyeti: Taberâni; el-Âlûsi, 3/41
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Hikmet dört şeyden fışkırır: 1- Günaha karşı pişmanlık, 2- Ölüme hazırlanmak, 3- Midenin tamamen doldurulmaması, 4- Dünyaya kapılmayan zâhidlerle sohbet."
"Dünyaya meyleden, dünyevî geleceğin tasasını yüklenen, kardeşine haset eden ve insanlara karşı üstünlük sevdâsına düşen kişinin kalbine hikmet girmez."
"Kimin söylemiş olduğuna bakma; söyleyen ne söylemiş ona bak."
"Haddinden fazla şiddet, gâyedeki hikmeti yok eder."
Hikmet, Kur’an’ı anlama ve yaşama eylemidir. El-Hakîm olan Allah’ın hakîm kitabı’nın ilkelerini çelişkisiz ve tâvizsiz bir şekilde hayata geçirme, iç dünyamızda ve sosyal alanda hâkim kılabilme düşüncesi, güç ve yeteneği demek olan hikmeti arayan ve bulanlara selâm olsun!
HİKMET
- 599 -
Hikmet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Kur’an’da “Hikmet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (20 yerde): 2/Bakara, 129, 151, 231, 251, 269, 269; 3/Âl-i İmrân, 48, 81, 164; 4/Nisâ, 54, 113; 5/Mâide, 110; 16/Nahl, 125; 17/İsrâ, 39; 31/Lokman, 12; 33/Ahzâb, 34; 38/Sâd, 20; 43/Zuhruf, 63; 54/Kamer, 5; 62/Cum’a, 2.
B- Hikmetin Kur’andaki Anlamları:
a. Kur’an’ın öğütleri, nasihatleri: 2/Bakara, 231; 4/Nisâ, 54, 113; 2/Bakara, 231; 3/Âl-i İmrân, 164.
b. İnce anlayış, dinde derin kavrayış, aklî delil ve ilim: 31/Lokman, 12; ayrıca bkz. 19/Meryem, 12.
c. Peygamberlik (nübüvvet kurumu ve nebîlerin pratiği): 4/Nisâ, 54, ayrıca bkz. 2/Bakara, 251; 3/Âl İmrân, 48.
d. İnce sırlarıyla Kur’an (vahiy): 16/Nahl, 125; ayrıca bkz. 2/Bakara, 269; 54/Kamer, 4-5; 17/İsrâ, 39.
e- Kitabın emir ve yasakları: 17/İsrâ, 22-38.
Hikmet Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, İlim 10, 15, 17; Edeb 77, 90; Fezâilu's-Sahâbe 24; Ahkâm 3; İ'tisâm 1, 13; Zekât 5; Vüdû 10.
Müslim, İman 88, 89, 90; İmâret 175; Salâtu'l-Müsâfirîn 47, hadis no: 267; Fezâilu's-Sahâbe138, no: 2477.
Tirmizî, İlim 19; Edeb 69; Menâkıb 20, 42, hadis no: 3823, 3824; Deavât 82.
İbn Mâce, Zühd 15; Edeb 41; Duâ 3, 10; Mukaddime 11.
Ebû Dâvud, Sünnet 6.
Muvattâ, İlim 1.
Dârimî, Mukaddime 27, 28, 32, 34.
Ahmed bin Hanbel, 1/269.
Feyzu'l-Kadir, 3/ 574.
Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 580.
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 203-218; Eser Y. c. 2, s. 913-929
2. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 94-95
3. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 2, s. 185
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 529
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 1051-1054
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 5500-501
7. Mefâtihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 5, s. 516-520
8. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 346-347
9. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 468-470
10. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 2, s. 567-568
11. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. s. 196-197
12. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 172, 315
13. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 31
14. Kur’an’da Hikmet Kavramı, Bilal Tan, Pınar Y.
15. İslâmî Harekette Hikmet, Muhammed Fadlallah, Ekin Y.
16. Hikmetler Kitabı, Atâullah İskender, çev. O. Parlak-C. Çiftçi, Kitabevi Y.
17. Hikmet Arayışları, Hüseyin Hatemi, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
18. Hikemiyat, Tefekkür ve Hikmet, Salih Mirzabeyoğlu, İbda Y.
19. Hikmet Pırıltıları, Mehmet Kırkıncı, Zafer Y.
20.Hikmet Deryasından Damlalar, Bıçakçızâde Ahmet Hakkı, Çev. Bayram Demir,
Demir Kitabevi Y.
21. Hikmetler ve İbretler Âlemi, Mehmet Kardeş-Mustafa Varlı, Esma Y.
22. İslâm'da Emir ve Yasakların Hikmetleri, Süleyman Uludağ, T. Diyanet Vakfı Y.
23. İslâm'da Hikmetler ve İlginç Meseleler, Bosna Hersek'li Şeyh Ali Dede, çev. A. F. Arslantürk, Şahsi Y.
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
24. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan, İhtar Y.
25. Hikmetleriyle Namaz Abdest ve Gusül Rehberi, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
26. Varlıkların Yaratılış Hikmetleri, İmam Gazali, Ocak Y.
27. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 364-372
28. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (İlhan Kutluer) c. 17, s. 503-519; (Bekir Topaloğlu), c. 15, s. 181
29. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Yahya Alkın) Şamil Y. c. 2, s. 422; (M. Sait Şimşek), c. 2, s. 298
30. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, (Ali Bulaç) c. 2, s. 165-168
31. Sîret Ansiklopedisi, Haz. Afzalur Rahman, İnkılâb Y. c. 4, s. 493-494
32. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 423-431
33. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 274-278
34. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 30-34
35. Âyetler ve Yetenekler, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 108-114
36. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 164-171
37. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 153-157; c. 2, s. 154-156
38. Nur'dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 68-72
39. Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâli, Şûle Y. s. 134-138
40. Düşüncede Devrim, Mehmet Kürşad Atalar, Anlam Y. s. 29-43
41. Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y. s. 205-213
42. Kur’an’da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y. s. 161-164
43. Kur'an'da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 174-178
44. Kur'ân-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 149-150
45. İslâm'ın Derunî Tezâhürleri, Osman Yahya, terc. Sabri Hizmetli
46. Mevlâna ve Goethe'de Hikmet ve Felsefe, İsmail Yakıt, Dilara Y.
47. İslâm Hukukunda Hikmet, İllet ve İctimai Vakıa, Ali Bakkal, (Doktora tezi), At. Üniv. Sos. Bl. Ens, 86.
48. İlâhî Fiillerde Hikmet, Emrullah Yüksel, Erz. At. Üniv. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 8, 1988
49. Hikmet Kavramı Üzerine, Ali Rıza Gökçe, Haksöz, sayı: 19, Ekim 1992
50. İslâm Dünyasında Hikmeti Yeniden Diriltmek, Ali Bulaç, Bilgi ve Hikmet Dergisi, Kış 1/1993
51. Nübüvvetin Hikmet ve Felsefe Üzerindeki Etkisi, Ali Bulaç, İslâmî Araştırmalar Derg. sayı 4, Nisan 87

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:16

HİDÂYET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HİDÂYET


- 551 -
Kavram no no 76
İman 13
Nimet 8
Bk. Kur’an; Takvâ
HİDÂYET
Kur'an'ı hayata geçirmek;
İşte dosdoğru yol, hidâyet.
Kur'an dışı hayat sürmek;
Gazâbı hak etmek ve dalâlet.
• Hidâyet; Anlamı ve Mâhiyeti
• Kur’an’da Hidâyet
• Hidâyet, Yön Bulmak; İman Yönü Bulduran Kuvvet
• Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam
• Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait
• Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir
• Hidâyette Kulun Rolü
• Hidâyet Türleri
• Cihad ve Tebliğ; Başkasının Hidâyeti İçin Çalışmak
• Hidâyet İçin Gerekli Şartlar, Hidâyete Lâyık Olmak
• Hidâyet Konusunda Sünettullah (Allah'ın Değişmeyen Kanunu)
"Bize hidâyet ver, bizi dosdoğru yola ulaştır.”2261
Hidâyet; Anlamı ve Mâhiyeti
Hidâyet, doğru yolu bulma, açıklama, ilham etme, muvaffak kılma anlamlarına gelmektedir. Terim olarak hidâyet; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm'ın aydınlık yoluna girmektir. Hidâyet, lütuf ile olan rehberlik demektir. Allah Teâlâ'nın, lütuf ve keremiyle, kuluna sonu hayır ve mutluluk olacak isteklerinin yollarını göstermesi veya yola götürüp muradına erdirmesidir. Sadece yolunu ve sebeplerini göstermeye irşâd; neticeye erişinceye kadar yola götürmeye de tevfîk denir. Hidâyette istenen, hayra ulaştırmaktır. Meselâ, hırsıza yol göstermeye hidâyet denmez. Hidâyeti buldurmaya "ihtidâ" veya "hüdâ" denmektedir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de “el-Hâdî”, yani hidâyet veren, hidâyete erdirendir.
Sırât-ı Müstakîme, Dosdoğru Yola
Kur'ân-ı Kerim'de 32 âyette geçen bu tamlama, yol anlamındaki sırât'la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur'an'ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırât'tır. Sırât, lügatte cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir. "Es-sırât":
2261] 1/Fâtiha, 6
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Allah'ın yolu" demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.
Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan, her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihetlere yönelten zattır. Bundan fazla olarak, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılar, istediğini dosdoğru yola hidâyet eder. Ayrıca bütün diğer yaratıkları faydalarına olan yöne sevk eder, rızık arama yollarını, zararlardan sakınmalarını ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidâyete bazı örnekler verir: Yeni doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive çıkar çıkmaz daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını vb. gibi her canlı için en uygun şartı ilham eder. Hidâyetin zıddı dalâlettir. Dalâlet; sapmak, şaşmak, karanlıkta kalmak, bocalamak ve kaosa yenik düşmek anlamlarına gelir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmaktır. "İhdinâ" kelimesinin Türkçeye çevrildiğinde en uygun tabir: "bize hidâyet et" ifadesidir. Merhum Elmalılı'nın açıklamasına göre: "İhdinâ" kelimesini "göster" diye tercüme etsek, götürmek kalır. "Götür" deyince, letâfet kalır ve hiç biri tam anlamı ifade etmez. En uygunu Türkçeye de yerleşmiş olduğu şekliyle "bize hidâyet et" ifadesidir. Yani hidâyet, tek kelimeyle tam olarak tercüme edilemez.
Çölün ortasında yolunu şaşırıp kaybeden bir kimseyle, bir rehber yardımıyla gideceği yeri, yönü rahatça tayin edip bulan kimse bir değildir. Bu bakımdan hidâyetin tam karşısına da şaşırmışlık, sapmışlık anlamına gelen "dalâlet" kavramının yerleştirildiği görülür. Çünkü her şey kendi zıddına nispetle daha gerçek mânâ ifade eder. O halde, insanı hayat çölünde ya da yolunda doğru istikamete götürecek, sapmalardan koruyacak yön tayin edici kılavuz nedir? Elbette ki Allah'ın hidâyeti (yol göstermesi)dir. "De ki: Hidâyet/doğru yola kılavuzluk; ancak Allah'ın hidâyetidir."2262 Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidâyete iletirdi." 2263
Hidâyet, bir yolu göstermek ve o yolda sebatı sağlamada yardımcı olmaktır. Yalnız göstermek, dinin anladığı mânada hidâyeti ifade etmez. Gösterilen yolda sebata yardım etmek de vahyin hidâyetinin bir parçasıdır. O yüzden daha çok hidâyete ermiş insanların okuduğu Fâtiha sûresi 5. âyetindeki "ihdinâ" kelimesine, bazı müfessirler; "bize verdiğin hidâyette sebatımızı nasib et" anlamı vermişlerdir.
"İhdinâ" derken hidâyetin yalnız ve yalnız Allah'a ait olduğunu bildiğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Allah (c.c.), Rasûlüne: "Sen sevdiklerine hidâyet veremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir"2264 buyurarak hidâyeti Rasûlü'nün bile veremeyeceğini bildirir.
Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler.
2262] 6/En'âm, 71
2263] 16/Nahl, 9
2264] 28/Kasas, 56
HİDÂYET
- 553 -
"Muhakkak sen Sırat-ı Mustakıym'e yol göstermektesin."2265 Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz.
Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nuruna davet eder, yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah'a aittir. Doktorlar da nur vermiyor, sadece gözü perdelenenlerin nurunu açıyor. Hidâyet gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz. Böylesi hidâyete ermiş gibi görünür ama gönülden inkâr eder. Yine kişinin kafatası açılarak içinden iman sökülemez, o bir gönül işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur.
Bizim tebliğimiz bir kişinin hidâyetine sebep olursa bu bizim için yeryüzü dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu bize biraz ters gibi gelebilir. Ama yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı insanın haksız yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz.
Dinimizin insana verdiği değer bu!..
Kur’ân-ı Kerîm'de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken2266 öldürülenin mü’min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Hâlbuki uygar sayılan Avrupalının, Amerikalı'nın gözünde bir varil petrol, Hıristiyan olmayan milyarlarca insanlardan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı kulüpte, aynı pakt'ta olmamak için "Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil" diyoruz. 2267
Kur’an’da Hidâyet
Hidâyet, Kur'an'ın en önemli kavramlarından birisi olmakla beraber, aynı zamanda zıddı olan dalâletle birlikte Kur'an'da en çok zikredilen kelimelerdendir. Hidâyet kelimesinin kökü olan “Hedy” kelimesi ve türevleri Kur'an'da 317 yerde geçer. Hidâyetin zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü “d-l-l” ve türevleri ise toplam 191 yerde kullanılır. Hâdî, hidâyet eden, hidâyet yaratan, istediğini hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur'an'a göre mutlak Hâdî, Allah'tır. Mutlak Hâdî olan Allah'ın insanlara olan hidâyetinin ise dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:
1- Hidâyetin bütün mahlûkata şâmil olması. Bu, Allah'ın onlara akıl, zekâ ve zarûri bazı bilgiler ihsan etmesidir. 20/Tâhâ, 50 ve 87/A'lâ, 3 âyetlerinde bu tür hidâyetten bahsedilir.
2- Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidâyet. "Onları, buyruğumuz ile insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler yaptık."2268 âyetinde olduğu gibi.
3- Bu hidâyeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik hidâyeti, onları bu hidâyete muvaffak kılması. "Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah hidâyetlerini artırır."2269 "Allah, iman edenlere hidâyet etti."2270 âyetlerinde olduğu gibi.
4- Âhirette cennete hidâyet edip iletmesi. "Hamd Allah'a olsun ki, bizi buna hidâyet etti."2271 âyetinde olduğu gibi.
2265] 42/Şûra, 52
2266] [43] Maide 32
2267] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76
2268] 21/Enbiyâ, 73
2269] 47/Muhammed, 17
2270] 2/Bakara, 213
2271] 7/A'râf, 43
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsan, bir başkasını, bu dört hidâyet çeşidinden sadece dâvet ve yolu tanıtmak sûretiyle hidâyete sevkedebilir. Hz. Peygamber'e hitaben: "Muhakkak ki sen, dosdoğru yola hidâyet edersin."2272 "Her millet için hidâyet eden (yani, dâvet eden) vardır."2273 gibi âyetlerde kasdolunan hidâyet, bu nevidendir. Gerekli istidatları, tevfik ve âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür hidâyet çeşitlerine ise: "Sen istediğini hidâyete erdiremezsin"2274 (Hitap özellikle Hz. Peygamber'edir) gibi âyetler işaret eder. Allah'ın; zâlimler, kâfirler, fâsıklar hakkında menettiğini bildirdiği her âyette, üçüncü nevi, yani "hidâyeti kabul edenlere mahsus olan tevfik hidâyeti" söz konusudur. Cennete koymak ve âhirette mükâfat vermekten ibâret olan dördüncü kısma giren hidâyet ise şu gibi âyetlerdedir: "İman ettikten, Peygamber'in hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğa, Allah nasıl hidâyet eder?"2275; "Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez."2276; "Onların hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğine hidâyet eder." 2277
Hâdî, câhiliyye devrinde, yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip varacakları yerlere götüren kimseye denilmektedir. Kur'an, sâlih amelle hidâyet arasında yakın bir münasebet olduğunu açıklar. Tevbe-iman-sâlih amel üçlüsünün neticesinde hidâyete ulaşılmaktadır.2278 Başka bir ifadeyle hidâyet, tevbe-iman-sâlih amelin doğal neticesidir. Hidâyete ermenin, iman ve sâlih amellerle olacağını şu âyette de görmekteyiz: "İman edenler ve sâlih ameller işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir."2279 Başka bir âyette de hidâyet ve ıslah arasında bir ilginin varlığı görülmekte olup şöyle buyrulmaktadır: "Onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir ve durumlarını düzeltir."2280 Âyette doğru yola eriştirilen ve durumları düzeltilenler, sûrenin baş tarafında ifade edildiği gibi, iman eden ve sâlih amel işleyenlerdir. 2281
Hidâyet, Yön Bulmak; İman, Yönü Bulduran Kuvvet
İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur'an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır. Kur'an'da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.
Hidâyetin neticesi iman; dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın kalbi, hem imana, hem de küfre doğru eğilmeye elverişlidir. Kalbin imanla küfürden birini tercih etmesi için mutlaka çekici bir sebep icabeder. Hidâyeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Yani gönüllere imanı sevdiren sebepleri Allah yarattığı gibi, küfür tarafını tutturan sebepleri yaratan da O'dur. Kullarından istediğine hidâyet;
2272] 42/Şûrâ, 52
2273] 13/Ra'd, 7
2274] 28/Kasas, 56
2275] 3/Al-i İmran, 86
2276] 2/Bakara, 258
2277] 2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199-200
2278] 20/Tâhâ, 82
2279] 10/Yûnus, 9
2280] 47/Muhammed, 5
2281] Ömer Dumlu, Kur'ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi, D.İ.B. Y., s. 63-64
HİDÂYET
- 555 -
istediğine dalâlet verir. Allah'tan başka insanları hidâyet ve bahtiyarlığa eriştirecek yahut dalâlet ve hüsrâna düşürecek hakiki bir fâil yoktur. Allah'ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın saptırdığını kimse doğru yola getiremez.
Yalnız, burada şu noktayı iyi bilmek lâzımdır ki, Allah Teâlâ'nın bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa, kul irâdesini, yeteneklerini dalâlete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk etmez. Yani, halk tabiriyle "belâ isteyen belâsını; Mevlâ isteyen Mevlâ'sını bulur." Nitekim insanlarda hidâyet ve iman asıldır. Dalâlet ve küfür sonradan ârız olmuştur. Cüz'î iradenin sû-i isti'mâlinden doğmuştur. Dalâlet ve küfür fıtrata muhâlefettir. Hastalıktır.2282 Sağırlıktır, dilsizlik ve körlüktür.2283 Küfür ve dalâlet, zarara asla uğramayacak bir ticareti/kazancı2284 istememek ve müflis tüccar olmaktır. "Onlar hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de hidâyete erememiş, doğru yola girememişlerdir." 2285
Kaalû Belâ denilen bezm-i elestte, yani hilkat sabahında, ruhlar meclisinde Allah, hepimizden ahd ve misak aldı. O'nun huzurunda doğru yola gideceğimize hep bir ağızdan söz verdik. Gerçi biz bu mâcerayı hatırlayamıyoruz, ama onu Allah, kitabında bildirmiş, bu sûretle kat'i olarak mâlum olmuştur. Hatırlayamamak, inkâr vesilesi olamaz. Biz üç günlük kısa hayatımızda bile, nice mühim ve hayatî olayları unutup duruyoruz. İşte ezelî iman, Allah'ın bir hidâyeti ve bu mâceranın tatlı bir hâtırası ve insanlarda her türlü fazilet ve ahlâk sermayesidir. Dünyaya çıkma zamanı gelince her ruh için cismânî ve rûhânî kuvvetlerle mücehhez bir ceset bağışlaması, dünyaya kitaplar indirmesi, peygamberler göndermesi, dünyada gördüğü, işittiği, fikren mülâhaza ettiği her hâdisede bir hikmet dersi göstererek ezelî iman nurunu kuvvetlendirip parlaklığını arttırması, hep Allah Teâlâ'nın kat kat hidâyetleridir ki, kul, hidâyet istedikçe ve hidâyete uydukça Allah'ın hidâyeti de daima artar durur. "...Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." 2286
Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam
Fâtiha sûresinde “ihdinâ" (bize hidâyet et)”2287 diye duâ ediliyor. Dalâlette bulunanların hidâyet istemesi, hidâyetin meydana gelmesini istemek; hidâyette bulunanların hidâyet istemesi de sebat ve hidâyet mertebesinde yükselmeyi istemek anlamındadır. Bizi hidâyet üzere sâbit kıl, hidâyetten ayırma demektir. Şu âyette buna benzer duâ ifadesi vardır: "Ey Rabbimiz, bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi saptırma."2288 Nice âlim ve âbid vardır ki, onun kalbine küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hak'tan sapmış, ayağı kaymış ve dosdoğru yoldan, müstakim dinden dönmüştür. Müslümanca bir hayat önemlidir ama müslümanca ölmek
2282] 2/Bakara, 10
2283] 2/Bakara, 18
2284] 35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10-11
2285] 2/Bakara, 16
2286] 49/Hucurât, 7; Ali Osman Tatlısu, Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, Yağmur Y., s. 247-248
2287] 1/Fâtiha, 6
2288] 3/Al-i İmran, 8
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok daha önemlidir. "Başka türlü değil, sadece müslüman olarak ölün"2289 Biz, her an hidâyette kalabilmek, doğru yoldan sapmamak için Allah'ın yardımına muhtacız. Zaten sûredeki tüm cümleler istimrârı (devamlılığı) ifade etmektedir. Hamdler, sürekli O'na; ibâdetler, tâatler ve duâlar da kesintisiz O'nadır.
Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, araç, akl-ı selim, Peygamber ve Kitap’tır. Müstakim yolda kalabilmemiz, kesintisiz olarak bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı bulunmak, Peygamber’e bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda kalmak için de önemlidir. Öte yandan müslüman daha ileriye, en ileriye tâliptir. Zarardan kurtulmak için, mü'minin iki günü birbirine denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidâyet yolunda mesafe katetmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde yer almaya gayret etmelidir. İşte bu duâmızla biz, Rabbimiz'den hidâyetimizin artırılmasını da istiyoruz. 2290
Bu âyetten hemen önce "Ancak Senden yardım isteriz." denilmişti. İşte, bu duânın nasıl yapılacağını göstermek için duâya başlanıyor: "Hidâyet eyle bizi doğru yola..." Bu talep ve duâ, istiânenin öneminin ve genişliğinin tatbik sahasını gösteriyor. Duâ ve isteğe ne sûretle başlayacağımızı, Allah'tan ne istememiz gerektiğini, bizim için en büyük ve en değerli şeyin ne olması gerektiğini öğretmek için böyle duâ etmemiz telkin edilmiş oluyor.
"İhdinâ" (Bizi hidâyete erdir) ifadesi, ne istediğimizi anlatmaya yetebilirdi. Ama bununla yetinilmedi. Nereye hidâyet edilmesi, hangi yola Allah'ın bizi iletmesini istediğimiz de "es-sırâta'l-müstakîm" ifadelerinde açıklanmış oldu: "Dosdoğru yola. Öyle yol ki..."
“Niçin "bana hidâyet et" değil de; "bize hidâyet et" diye çoğul edatı kullanıldı?” denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Duâ, daha genel olduğu zaman, kabul edilmeye daha yakın olur. “Müslümanlar arasında duâsı kabul olunacak mutlaka birisi vardır. Allah, birisinin duâsını kabul edince, diğerlerinin duâsını geri çevirmez” denilmiştir. Peygamber Efendimiz, "Allah'a, kendisiyle isyan etmediğiniz dillerle duâ edin." buyurdu. Sahâbe: "Yâ Rasûlallah, hangimizin öyle dili vardır?" deyince de, O: "Birbirinize duâ edersiniz. Çünkü sen onun lisanı ile o da senin lisanınla Allah'a isyan etmemiştir." buyurmuştur. Kul, sanki şöyle der: "Senin Rasûlünün ‘cemaat, birlik rahmet; ayrılık ise azabtır.’2291 buyuruyor. Sana hamdetmek isteyince de, bütün hamdleri dile getirerek "el-hamdü lillâh" dedim. İbâdeti dile getirdiğimde, bütün herkesin ibâdetini dile getirerek "iyyâke na'büdü (ancak Sana ibâdet ederiz)" dedim. Yardım talebinde bulununca da, herkesin yardım talebini söyleyerek "ve iyyâke nesteıyn (ancak Senden yardım isteriz)" dedim. Şüphesiz hidâyeti istediğimde, onu herkes için isteyerek "ihdinâ (bize hidâyet ver)" dedim." Ayrıca, çoğul zamiri kullanılan bu ifade tarzında, müslümanların cemaat halinde olmaları gerektiğine işaret vardır. Onlar toplu halde bir şeye karar verirlerse, bu doğru ve Allah katında değeri olan bir hüküm olur. Toplu haldeki bu müslümanlara Allah, yeryüzünü vâris kılıp, onları da yeryüzünde halifeler kılmıştır. 2292
"İhdinâ" derken, hidâyetin yalnız ve yalnız Allah'a ait olduğunu bildiğimizi de
2289] 2/Bakara, 132
2290] Bak. 35/Fâtır, 32
2291] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/278
2292] 35/Fâtır, 39; 21/Enbiyâ, 105
HİDÂYET
- 557 -
itiraf etmiş oluyoruz. Allah, Rasûlüne: "Sen sevdiklerine hidâyet veremezsin. Ancak Allah, dilediğine hidâyet verir."2293 buyurarak hidâyeti Rasûlünün bile veremeyeceğini bildirir. Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler. "Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme yol göstermektesin."2294 Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz.
Peygamberler ve onların tebligâtı hidâyettir. 2295 Peygamberlerde örnekleşen hidâyeti elde etmenin bir niyet ve gayret ürünü olduğu da Kur'an tarafından beyan ediliyor. 2296
Peygamberlerce gösterilen hidâyete varışı engelleyen negativitelerin başında zulüm gelir. Kur'an birçok âyetinde “Allah zâlimlere hidâyet nasip etmez” diyor.2297 Engellerden biri de nankörlüktür.2298 Fısk (bozuk, rezil yaşayış) da hidâyete ulaşmayı engeller.2299 Kur’an; yalancılık ve israfın da hidâyete varmayı engellediğini beyan ediyor. 2300
Kur’an, hidâyetle tebliğ (gerçeği duyurup göstermek) ilişkisi üzerinde ısrarla durmaktadır. Ve Kur’an'ın bu konuda açık beyanı şudur: Tebliğ bir cebrî (baskıya dayalı) hidâyet yolu değildir. O halde hiç kimse: "Şu benim gösterdiğim en doğrusudur ve bu yüzden sizi bunu kabule zorlayacağım" diyemez. Bu öylesine açık bir gerçektir ki, Son Peygamber'e bile: "Sana düşen sadece tebliğdir."2301; "Sen istediğini hidâyete erdiremezsin." 2302; "Sen insanları, imana girinceye dek zorlayacak mısın?" 2303 denilebilmiştir.
Allah, hidâyetini istediği kişiyi, İslâm'a ve huzura ısıtır, gönlünü bu işe çevirir. 2304
Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait
Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nûruna dâvet eder, yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah'a aittir. Doktorlar nur vermiyor, veremiyor; sadece gözü perdelenenlerin nurunun açılmasına vesile oluyor. Hidâyet gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz. Böylesi, hidâyete ermiş gibi görünür, ama gönülden inkâr eder. Yine, kişinin kafatası veya kalbi açılarak içinden iman sökülemez. İman, hidâyet bir gönül işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur. Bizim tebliğimiz, bir kişinin hidâyetine sebep olursa, bu bizim için yeryüzü dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu, bize biraz ters gelebilir. Ama yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı, insanın haksız
2293] 28/Kasas, 56
2294] 42/Şûrâ, 52
2295] 21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; Âl-i İmrân, 41, 138; 5/Mâide, 44, 46; 6/En’âm, 91, 154; 7/A'râf, 154; 10/Yûnus 57, vs.
2296] 29/Ankebût, 69
2297] bk. 3/Âl-i İmrân, 86; 5/Mâide, 51; 6/En’âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas, 50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7; 62/Cumua, 5)
2298] bk. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3
2299] bk. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkûn, 6
2300] bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28
2301] Âl-i İmrân, 20
2302] 28/Kasas, 56
2303] 10/Yûnus, 99
2304] 6/En’âm, 125; Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 182
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz. Dinimizin insana verdiği değer bu!... "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, ihyâ ederse (hidâyetine vesile olursa) bütün insanları kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur."2305 Kur'ân-ı Kerim'de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken2306 öldürülenin mü'min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Medenî zannedilen Avrupalının, Amerikalının gözünde ise, bir varil petrol, hıristiyan olmayan milyarlarca insandan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı zihniyet ve aynı paktta olmamak için "gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil" diyoruz. 2307
"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra hidâyet edendir."2308 "Ne zaman Benden bir "hüdâ" gelir de, kim Benim "hüdâ"ma uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir."2309 Yeryüzündeki hayatında insanın önüne iki yol açılmış bulunuyor. Bu yollardan birisi, Allah'a giden yol, diğeri ise, Allah'ın yolu dışındaki sayısız yollar. Allah, yarattığı kullarına karşı son derece merhametli olduğu için, insanlara sürekli olarak "hüdâ"sını göndermiştir. Nitekim “hidâyet” kelimesinin bir anlamı "hediye"dir. Allah'ın insanlara yol göstermesi, onlara hüdâsını göndermesi, bütünüyle O'nun hediyesidir. İnsana düşen, Allah'ın hediyesini kabul etmektir. Bu hediyeyi Allah, her insana doğrudan doğruya değil de, aralarından seçtiği elçileri vasıtasıyla gönderir. İblis, dünya hayatının geçimliliğini insan için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda, yalnızca tutkuları peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın doğru yolu bulması için Allah, elçilerini gönderir ve onlarla beraber Kitap indirir.
Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir
İnsanın, saptığı yollardan ayrılıp, Allah'ın yoluna girebilmesi için, öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani bu yola girmek için çabalaması gerekir. Bu çabalama Allah uğrunda cihaddır. Böyle bir çabanın içinde olan, yani, ya kendi kendilerine, ya da elçilerinin çağrısıyla böyle bir çabanın içine giren insanlara, elçiler getirdikleri Kitab'ın âyetlerini okurlar. Ne ilginçtir ki, elçilere ilk inananlar, şirkin kirlerine bulaşmamış ve şirkin yarattığı ortamdan son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır. Yani, Kur'an'ın deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör olmamış, bunun sonucunda kalpleri hepten kararmamış, yani, ölmemiş insanlardır bunlar. İnsanı öldüren, kalbi karartan günahlardır. Şirkin her türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde hayaller ve kuruntular üzerinde bir 'bilgi' oluşturan ve bunu gerçek bilgi sanan insanların iman etmesi kolay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını süsler, onlara vaad eder, içlerine kuruntular eker. "Elbette Senin kullarından belirlenmiş bir pay alacağım' dedi; 'onları mutlaka saptıracağım, boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim.' (İblis) Onlara vaad eder, ümit verir."2310 İşte, şeytanın vaadine, verdiği ümitlere ve emirlerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar 'ölmüş' insanlardır. Bunlar, fâsıktırlar, fâcirdirler... Elçilerin getirdiklerine inanmazlar; onları yalanlarlar, iman edenleri de vazgeçirmeye
2305] 5/Mâide, 32
2306] 5/Mâide, 32
2307] M. Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76
2308] 20/Tâhâ, 50
2309] 2/Bakara, 38
2310] 4/Nisâ, 118-120
HİDÂYET
- 559 -
çalışırlar. Onların bu durumuna, Kur'ân-ı Kerim'de "çok uzak bir dalâl" denir.
İblisin temelde insanlar üzerinde bir hükmü yoktur. O sadece vaad eder; kuruntular ve ümitler verir. Ona uyanlar, aslında tutkularına, arzularına, hevâlarına uyanlardır. Böyleleri, kurdukları dünyalarını sürdürebilmek için birtakım putlar icat ederler. Bu putlar, bazı şekiller olabildiği gibi, özellikle günümüzde çok yaygın olduğu biçimiyle, aldatıcı birtakım "bilgi"ler, eğlenceler, şarkılar, sporcular, bilim, teknik, sosyal bilgiler, ilerleme, eğitim, medeniyet, kültür, çağdaşlık gibi kelimeler de olabilir. Bunlar, Allah'la ilişki koparılarak değerlendirildiğinde; Allah'ın yolundan sapmış, tutkularına köle olmuş insanların, başkalarını da saptırmak için icat ettikleri putlara dönüşür. 2311
Öte yandan, şirkin yol açtığı ortamdan memnun olmayan ve çıkış yolu arayan insanlar dalâl içinde olmalarına rağmen, elçilerin okuduğu âyetlerle, kalplerindeki kirleri gidermeye girişirler, tezkiyeye başlarlar. Bu şekilde arınmaya koyularak hüdâya tabi olmak isteyenlerin bu çabasına "ihtidâ" denilir. (İhtidâ etmediği halde, böyle görünen dönmeler vardır. Sabataycılar da denilen bu dönmeler -avdetîler- 2. Meşrûtiyet döneminde ve T.C.’de etkin faâliyetlerde bulunmuşlar, Osmanlı'nın ve müslümanların başını çok ağrıtmışlardır. Özellikle Selanik, dönmeleriyle meşhur idi. Hâlâ Hâriciye'de ve basında dönmelerin ciddi etkinlikleri vardır.) İhtidânın başlangıcı elçilere ve Allah'tan getirdiklerine inanmak ve okudukları âyetlerle kalplerini arıtma uğraşısı içine girmektir. "Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ettilerse, şüphe yok, ihtidâ etmişlerdir."2312 "Eğer müslüman olup teslim olmuşlarsa, şüphe yok, ihtidâ etmişlerdir."2313 Beri taraftan, elçilerin çağrılarına kulak vermeyip uzak bir dalâl içinde olanların peşinden gidenlerin, kendilerini dalâlete sürükleyenlere karşı tavırları şöyle anlatılır: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, "keşke" derler, Allah'a itaat etseydik, Rasûl'e itaat etseydik! Rabbimiz, doğrusu biz efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, onlar yolu saptırdılar." 2314
Kalplerini arıtanlar; Allah'a yapışır, Rasûllerin öğretilerine kulak verir ve bu öğretiler üzerinde gitmeye, hayatlarını sürdürmeye çalışırlarsa, Allah da onların hidâyetini artırır, onları sırât-ı müstakîmde sâbitleştirir. "Allah, İhtidâ edenlerin hidâyetlerini artırdı ve onlara takvâlarını verdi."2315 İhtidâlarında sâbit olup, imanlarından dönmeyenler ve sâlih amellerde bulunanların sonunda kalpleri de hidâyete erer. Kalp hidâyete erince, insan bütünüyle hüdâya ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidâyet bulmuş demektir. "Kim Allah'a iman ederse, Allah kalbini hidâyete erdirir."2316 Allah'ın hidâyete erdirdiği insanlar, yine İblis'in iğvâlarına kapılıp dalâlete düşebilirler. Dalâlet, doğru yoldan her türlü sapmayı içine alır; İster bilerek, ister bilmeyerek, ister unutarak, ister kasten olsun. Sırât-ı müstakîmde olmamak veya sırât-ı müstakîmi bilmemek de dalâlettir.
Kur'an, hidâyetin Allah'ın elinde olduğunu, Allah'ın hidâyet vermediğine kimsenin hidâyet veremeyeceğini, eğer Allah dileseydi herkesin hidâyet
2311] Bak. 14/İbrahim, 35-36; 25/Furkan, 17-18
2312] 2/Bakara, 137
2313] 3/Âl-i İmran, 20
2314] 33/Ahzab, 66-67) (Ayrıca bak. 7/A'raf, 38-39
2315] 47/Muhammed, 17
2316] 64/Teğâbün, 11
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzere olacağını söylemektedir.2317 Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi, Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur. "De ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim ihtidâ eder, doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de dalâlet içinde olursa, saparsa; kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim."2318 "Allah kimi saptırırsa, artık onu hidâyete, doğru yola sevk edecek hiçbir kimse bulunmaz." 2319
Hidâyet, öncelikle Allah'tandır ve tek hidâyet edici O'dur. Fakat Rasûller Allah'ın hidâyetiyle hidâyet edici, yani insanları Allah'ın yoluna yönelticidirler. Bu yönelişi tam bir hidâyet üzerinde oluşa çevirmek yine Allah'ın elindedir. Peygamber ne kadar isterse istesin, insanlara hidâyet veremez. Allah'ın izniyle insanlar hidâyete erer veya sapıklıkta devam eder. Aynı şekilde İblis de insanlara vesvese vererek, emrederek, kuruntular ve ümitler içinde yürüterek onları dalâlete çağırır. Ama yine, insanı sapıklığa iten Allah'tır; yani, nihai belirleyici O'dur. İnsansa iradesini kullanarak sapar; yani Allah, İblisin vaadlerine kanarak, tutkularına esir olan insanları, kendileri istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır. İnsanları doğruya yönelten, yani hidâyete götüren imamlar olarak Rasûller göndermesi, temelde yine Allah'ın hidâyet etmesi olduğu gibi, İblisle de saptırması, yine Allah'ın saptırmasıdır; yani, Allah insanın gerek hidâyete ermesi, gerekse sapması için gerekli her türlü şartı yaratır; sonra, hidâyete ermeğe çabalayan insanları hidâyete ulaştırır; sapıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine bırakır:
"Onları (elçileri) emrimizle hidâyete götüren imamlar kıldık." 2320
"Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme ihtidâ ettirirsin."2321 Buna karşılık;
"Muhakkak sen, sevdiğine hidâyet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet eder." 2322
"Sen, görmüyorlarsa, körlere hidâyet mi vereceksin?" 2323
"Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, seni Allah'ın yolundan saptırırlar." 2324
Dalâlet, "an" harf-i cerriyle kullanıldığında "yitmek, yok olup gitmek" anlamlarına gelir. Kâfirlerin dünya hayatındaki amelleri, küfürleri, iftiraları, hepsi âhirette kendilerinden sıyrılıp gidecektir. Böylece onların hiçbir değerlerinin olmadığı anlaşılacak ve kendilerine hiçbir bakıma yarar getirmeyecek, tam tersine zarar verecektir. Dünya hayatında Allah'a koştukları eşler de, aynı şekilde kendilerinden kaybolup gidecektir: "Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti." 2325
Kur'an'ı başından başlayarak okuyan kimsenin, Yüce Allah'tan ilk isteği hidâyettir. Bu isteğe cevap da, ardından verilmektedir: Hidâyeti isteyene "işte
2317] Örnek olarak bak. 6/En'am, 149; 16/Nahl, 9, 93; 7/A'râf, 30; 13/Ra'd, 31; 4/Nisâ, 88; 28/Kasas, 56; 42/Şûrâ, 52; 18/Kehf, 17; 39/Zümer, 37; 2/Bakara, 142, 213, 272; 10/Yûnus, 25; 14/İbrahim, 4...
2318] 10/Yûnus, 108
2319] 13/Ra'd, 33
2320] 21/Enbiyâ, 73
2321] 42/Şûrâ, 52
2322] 28/Kasas, 56
2323] 10/Yûnus, 43
2324] 6/En'âm, 116
2325] 6/En'âm, 24; 10/Yûnus, 30; A. Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 141-142
HİDÂYET
- 561 -
Kur'an!"2326 denilmektedir. Dosdoğru yol, hidâyet Kur'an yoludur.
Hidâyette Kulun Rolü
Kur'an'ın tamamını dikkatlice okumayanlar yüzeysel bir bakış açısıyla kaderci bir anlayışa kapılır ve hidâyetin, kişinin hiçbir etkisi olmadan, tamamen Allah tarafından takdir edildiğini zannederler. Kuşkusuz Allah'a inanan her mü'min Allah'ın iradesinin her türlü iradenin üstünde olduğuna; Allah'ın dilemesinin önünde hiçbir engel bulunamayacağına kesin olarak inanır. İnsan da diğer yaratıklar da Allah'a muhtaçtırlar. Yaratıkların, kendilerinden kaynaklanan hiçbir şeyi yoktur. Organları da, fiilleri de, yararlandığı şeylerin hepsi de Allah tarafından yaratılmıştır. Hidâyeti de veren O'dur. Ancak, hidâyeti dileyen bir kimseye Allah engel olur ve onu sapıklıkta kalmaya zorlar mı? Ya da hidâyeti bulmak istemeyeni Allah zorla hidâyete sürükler mi? Daha açık bir ifade ile Yüce Allah, kulları arasında ayırım yaparak kimilerini kayırır ve kimilerini cezâlandırmak için başka şeylere yönelir mi?
Allah'ın dilemesinin önünde hiçbir engel olamayacağına kesin olarak inanan mü'min, durup dururken Allah'ın, kulları arasında bir ayırım yapmadığına; O'nun âdil olduğuna da kesin olarak inanır. "Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zâlim değildir."2327 “Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullara asla zulmetmez.” 2328
Aslında Allah, hidâyeti, bir bakıma yaratılışla iç içe ve her bir canlıya kendisine özgü bir tarzda vermiştir. "O, her şeyi ölçüyle yapıp, yol göstermiştir."2329 Böylece her canlının kendine has yolda ilerlemesiyle, kâinatın sistemi bozulmadan devam etmektedir. İnsana gelince, o diğer canlılardan daha farklı bir konumdadır. Çünkü Allah, ona bir değil; iki yol göstermiş ve onu irâde hürriyeti içerisinde imtihan etmek istemiştir: "Biz ona eğri ve doğru iki yol göstermedik mi?" 2330
Böyle geniş bir serbestliğe sahip olan insan soyunun, doğru yolu çeşitli sebeplerle bulanık görmesi ya da yolunu şaşırması tehlikesine karşı -ki bu, insanlık tarihi boyunca sürekli vuku bulmuştur.- Allah sürekli elçiler göndererek kendi doğru yolunu, yönünü insanlığa göstermiştir. İnsanlar ise elçilerle gelen bu yol pusulasına karşı olan tavırlarına göre; ya doğru yolda, ya da yanlış/eğri yolda hayatlarını tüketmektedirler. Bu durum, yeryüzü sisteminin Allah tarafından alabora edilip ortadan kaldırılacağı ve yerine bu dünyadaki yol tercihinin cevabını oluşturan yeni bir düzen oturtulacağı Kıyâmet saatine kadar da devam edecektir. Çünkü Allah insanları bu konuda serbest bırakmıştır. Aksi takdirde insanın diğer varlıklarla farkı kalmazdı. "Bize düşen, yalnızca yol göstermektir." 2331
Kur'an'ın insanlara verdiği en büyük ders tevhiddir. Tevhid, yâni Allah'ın birliği... Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne mülkünde ne icraatında ortağı bulunmaması. Kur'an'ın bu dersini dinleyenler, putları bırakmış Allah'a dönmüş, teslisi (üç ilâh safsatasını) atıp tevhide ermişlerdir.
2326] 2/Bakara, 2
2327] 41/Fussılet, 46
2328] 3/Âl-i İmran, 82
2329] 87/A'lâ, 3
2330] 90/Beled, 10
2331] 92/Leyl, 2; Kur'an Okulu 2, Hanif Y. s. 92
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fâtiha'nın ilk âyetinde "Allah'ın bütün âlemlerin Rabbi" olduğu haber verilir. Sema ve arz birer âlem olduğu gibi, dünya ve âhiret, gece ve gündüz, canlılar ve cansızlar da ayrı birer âlem... Keza, her bir insan, hayvan ve bitki de birer küçük âlem. Bütün bu âlemlerin başlangıçlarını, ilk tohumlarını yaratan ve onları rahmet ve hikmetiyle, irâde ve kudretiyle safha safha terakki ettirerek son ve mükemmel şekline erdiren Allah'tır. Bütün bu âlemler O'nun mülkü olduğu gibi, onlarda cereyan eden her türlü hâdiseyi, ister hayır, ister şer olsun, yaratan da O'dur.
Zeminin yüzünde gece ve gündüzü O yarattığı gibi, gözlerde, uykuyu ve uyanıklığı ve nihâyet insan kalbinde dalâlet ve hidâyeti yaratan da O'dur. Zira, O'ndan başka yaratıcı yoktur.
Basar, yâni gözün görmesi gibi, basiret de Allah'ın büyük bir ihsanı. Birincisi ile insanın maddî gözü açılıyor ve insan dağlarla, ovalarla, yıldızlarla münasebet kuruyor. Diğeri ile de insanın kalp gözü açılıyor. Maddî olmayan o göz ile maddeden münezzeh olan Allah'ın varlığı görülüyor ve O'na iman ediliyor. Ve kalp kâinatı çok gerilerde bırakacak bir vüs'ate, bir genişliğe kavuşuyor.
İşte, gözde görmeyi yaratmak Allah'a mahsus olduğu gibi, kalpte imanı ve hidâyeti yaratmak da yine O'na mahsus. O halde Allah'ın dilediğine hidâyet vereceğine dair âyetleri okurken, öncelikle meselenin tevhid yönünü dikkate alacak, her hayır gibi hidâyetin de O'nun elinde olduğuna iman edeceğiz.
"Doğrusu, lütuf muhakkak Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir." 2332 Âyetin sonunda Vâsi' ve Alîm isimlerinin zikredilmesi ne kadar mânâlıdır. Evet, Allah Vâsi'... Yâni O'nun rahmeti, ilmi, inâyeti insan idrâkinin kavrayamayacağı kadar geniş ve her şeyi kaplamış... Ve O, her şeyi hakkıyla bilen mutlak Alîm. Öyle ise lütfu, ihsanı, keremi ve hidâyeti kime vereceğini O bilir. Bu veriş rastgele değil, bir ilim ve hikmet iledir. Bu hakikati ders veren bir diğer âyet: "Doğrusu sen sevdiğine hidâyet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidâyet verir. Ve hidâyete erecekleri en iyi O bilir." 2333
Evet, bizim başka varlıklar hakkındaki bilgimiz çok sınırlı... Canlı ve cansız her şey bütün faaliyetlerini Allah'ın ilim ve murakabesi altında sürdürüyor.
Şu uçan kuşu seyredelim. Kim bilir yuvasından nasıl bir his ile ayrılmıştı... Şimdi havada süzülürken nasıl bir zevk ve huzur duyuyor? Uçuşan diğer kuşları hangi gözle seyrediyor? Yerdeki binaları, insanları, arabaları nasıl değerlendiriyor? Acaba karnı ne derece tok yahut aç? Akşam yaklaşınca, yuvasına doğru yol alırken hangi hislerle dolu olacak? Yuva yaptığı çatıyı gördüğünde içinden neler geçecek? O günkü mesaisini bitirmiş, diğer kuşlarla havada son birkaç tur daha atarken o küçük ve temiz kalbi nasıl bir hazla dolacak? Bunlar ve benzeri nice haller o kuşun ruhunu sarmış durumda. O, kendi iç âleminin bütün incelikleri ile ancak ve ancak Yaratıcısı’nın, Rabbinin nazarı, himayesi, rahmeti ve murakabesi altında...
Bir ceylan, bir kelebek, bir karınca bu kuştan farklı mı? Her biri kendi âleminde ayrı bir ömür sürmekte... Bedeni, kâinatla irtibat kurarken, ruhu ve
2332] 3/Âl-i İmrân, 73
2333] 28/Kasas, 56
HİDÂYET
- 563 -
hissiyatı, bilemeyeceğimiz bir keyfiyetle, Allah'a teveccüh ve tevekkül etmekte...
Bir de şu taksi şoförünü düşünelim. Kim bilir nereye gidiyor? Hangi derdin sahibi? Hangi hedef için yanıp tutuşuyor? İleride neler almayı plânlıyor? Yoksa sürdüğü arabanın taksitlerinin çilesini mi çekmekte? Beden sıhhati nasıl? Ruh huzuru ne âlemde? Düşkünlere karşı kalbi katı mı, yumuşak mı? Rabbine teveccühü ne derece? Nefsine ne ölçüde güveniyor? İnsan durmadan düşündüğüne göre, geçmiş günlerde neler düşündü ve şu anda ne düşünüyor?
İşte meçhûlümüz olan böyle sayısız meseleler onun hususî dünyasını meydana getirir. Biz o dünyanın Câhiliyiz, Allah ise Mâliki ve Âlimi.
İşte kullarını böyle her halleri ile bilen Allah, hidâyete erecekleri de en iyi Kendisinin bileceğini yukarıdaki âyetle haber veriyor.
Hidâyet ve dalâletle ilgili âyet-i kerimeler bir yönüyle de mü'minin ruh terbiyesi ile ilgili... Bilindiği gibi mü'minin ruhu havf ve recâ (korku ile ümit) sınırları arasında terakkisini sürdürür. Bu sınırları tecavüz ettiğinde zarara düşer yahut mahvolur. Havf, Allah'tan korkma, O'nun azabından kendini kesin şekilde emin bilmeme hâli... Recâ ise, Allah'ın rahmetinden daima ümitvar olma, günahlarının O'nun affını hiçbir zaman aşamayacağını düşünerek yeise, ümitsizliğe düşmeme durumu.
Kur'ân-ı Kerim, "Allah'ın dilediğini dalâlete götürebileceğini" beyan etmekle mü'mine, yaptığı iyi amellerle övünmemesini ve onlara güvenmemesini öğüt verir. Diğer taraftan, kötü halleri ve günahları için de yeise düşmemesini, "Allah'ın dilediğini hidâyete/doğru yola sevk edebileceğini" hatırlatır.
Konunun bir de kader yönü var. Ona da kısaca temas edelim: Bir âyet meali: “Bir de müşrikler (Allah'a eş koşanlar) dediler ki: Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık. Ve O’nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Buna karşı peygamberin vazifesi ancak açık bir tebliğ değil mi?” 2334
"Her şeyin kader ile takdir edildiği" bir hakikat. Ama bu takdir edilenlerden birisi de insana cüz'î irâde verilmesi ve onun emir ve yasakları işlemekte serbest bırakılması... Bu da bir takdir... Buna göre, insan ister ibâdet etsin, ister isyan yolunu tutsun, her İki halde de kader dairesi içinde... Bu incelik, çoğu zaman gözden kaçıyor yahut yeterince anlaşılmıyor.
Cenâb-ı Hak, taşların cansız, bitkilerin yarı canlı olmalarını dilemiş; hayvanlar âlemini ise his dünyasına kavuşturmuş. Bunların hepsi kader dairesinde... İnsana gelince, onu mahrukatı içinde en güzel şekilde yaratmış... Ona akıl, kalp, vicdan gibi nice ihsanlarda bulunmuş ve onu bir imtihana tâbi tutmuş... Kendisine birtakım emirlerde bulunmuş ve önüne bir takım yasaklar koymuş. İnsanı bu emir ve yasaklara uyup uymamakta serbest bırakmış. Dilemiş ki, bu hürriyet içinde, gaflete dalmayan ve Rabbini unutmayan kullarına, meleklerden daha üstün dereceler versin ve onları ebedî saâdetlendirsin. Nefis ve şeytana tâbi olarak Rabbini unutanları ise azabına uğratsın. İşte bu da bir takdirdir. Bu takdire karışmak kula yaraşmaz.
2334] 16/Nahl, 35
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Allah dikseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi" sorusunu başka sorular da takip eder. Meselâ, "Allah dileseydi bütün cansızları yarıcanlı yapabilirdi" yahut "Allah dileseydi bütün ağaçlara görme, işitme verebilirdi" veya "Allah dileseydi bütün hayvanları akıllı yaratabilirdi" gibi... Elbette, Allah, dileseydi bütün bunları yapabilirdi. Ama dilememiş... İnsan nevini, hepsi itaat üzere olan meleklerden ayrı bir mahiyette yaratmayı dilemiş ve öyle yaratmış. Müşriklerin iddiasının zikredildiği aynı sûrede şu âyet-i kerime de yer alıyor: "Allah dileseydi elbette hepinizi binek ümmet yapardı. Fakat O dilediğine dalâlet, dilediğine hidâyet verir ve muhakkak surette hepiniz bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız."2335 Bu âyet-i kerimede birçok ders bir arada veriliyor: Allah, insanları melekler gibi bir tek ümmet olarak yaratmayı dilememiş. Allah'ın irâdesi mutlak... Ve insan bütün yaptıklarından sorumlu...
İnsan Allah'ın takdir sahasında ileri geri konuşarak haddini tecavüz edeceğine, kendi irâdesine bırakılan işleri, istikamet üzere yapmaya çalışmalı... Zira, o ancak bunlardan sorumlu...
“Şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Dilediğini de hidâyete eriştirir. (Ey Rasûlüm) Artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah onların yaptıklarını şüphesiz bilir.”2336 Hidâyete erecekleri de dalâlete düşecekleri de en iyi Allah bilir... "Hâdî", Cenâb-ı Hakk'ın bir ismi. "Hidâyeti yaratan, doğru yolu gösteren ve insanı o yolda muvaffak kılan" mânâsına geliyor...
Taşlara göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyet yaratmıyor. "Kalpleri Allah 'ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte bunlar apaçık dalâlettedirler (sapıklıktadırlar)." 2337
Kulun kendi cüz'î irâdesini hayra yahut şerre yöneltmesi ile kalbinde hidâyet yahut dalâlet yaratılıyor. Bu hakikati, hiçbir vesveseye fırsat vermeyecek kadar açıkça ders veren bir âyet-i kerime: "Muhakkak ki, Allah, bir kavme verdiğini, onlar nefislerindekini bozmadıkça, değiştirmez."2338 Bir başka âyet: "Onlar öyle kimselerdir ki, hidâyet karşılığında dalâleti (sapıklığı) satın almışlardır. Ticaretleri kendilerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır."2339 Bu âyet-i kerimeden kulun, dalâlete kendi irâdesiyle müşteri olduğunu açıkça anlıyoruz.
Hidâyet ve dalâletle ilgili âyetlerin her birinde bu hakikati görebiliriz. Bunlardan bir kısmını zikredelim:
“Allah zâlimler topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 2340
“Allah kâfirler topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 2341
“Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 2342
Bu üç âyet-i kerimeden kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğreniyoruz.
2335] 16/Nahl, 93
2336] 35/Fâtır, 8
2337] 39/Zümer, 22
2338] 13/Ra'd, 11
2339] 2/Bakara, 16
2340] 2/Bakara, 258
2341] 2/Bakara, 264
2342] 9/Tevbe, 24
HİDÂYET
- 565 -
Hepsi de insanın kendi irâdesiyle ilgili: Zulüm, inkâr ve fısk.
Bir diğer âyet-i kerime : “... İnkâr edenler ise, ‘Allah bu misâlle neyi murad etti?’ derler. O, bu misâlle birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğru yola getirir. Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır ki, onlar Allah 'a olan ahitlerini kabulden sonra bozarlar; Allah'ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.”2343 Bu âyet-i kerimelerden de, dalâlete düşen fâsıkların üç sıfatını öğrenmiş bulunuyoruz.
Hidâyete gelince o, Allah'ın büyük bir İhsanı olmakla beraber, buna mazhar olmak da bazı şartlara bağlı. Bu şartların birincisi:
“Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve müttakîlere, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara doğru yolu gösteren (hidâyet kaynağı) bir kitaptır.”2344 âyet-i kerimesiyle "ittika" yâni "Allah'a karşı gelmekten sakınma" olarak beyan ediliyor.
“De ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de hidâyet buyuruyor.”2345 âyetinde de hidâyet için kulun Hakk'a gönül vermesi, cüz'î irâdesini hayra sarfetmesi şart koşuluyor.
Hidâyet ve dalâlete dair bütün âyetler Allah'ın Rahmân ve Rahîm olduğu, Kur'ân-ı Kerim'in muttakîlere hidâyet olmak üzere inzal edildiği ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) âlemlere rahmet olarak gönderildiği göz önüne alınarak mütalâa edildiğinde, meselenin hiç de itiraza veya istismara elverişli olmadığı açıkça görülecektir. 2346
Hidâyet Türleri
İnsanda üç çeşit hidâyet vardır. Bunlardan birincisi içgüdüdür. Hayatının ilk safhasında sadece içgüdüler ona kılavuzluk eder. İkinci safhada beş duyu devreye girer. Ancak içgüdü hidâyeti de devam eder ve içgüdü yanıldığında duyuların hidâyeti onları düzeltir. Üçüncü hidâyet ise, muhakeme, yani akıl hidâyetidir. Akıl, içgüdülerle duyuların yanılgılarını düzeltir ve onlara hakemlik yapar. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran, bu hidâyete sahip olmasıdır. Acaba akıl hidâyeti yanıldığında hangi hidâyet insana kılavuzluk eder? Akıl da yanılabilir. Çünkü akıl, insana kılavuzluk ederken ilk iki hidâyetin topladıkları malzemeyi kullanır. Bu sebeple eksik malzeme her zaman için sözkonusu olabilir ve akıl hidâyeti yanılabilir. Ayrıca insan; sevgi, kin ve nefret gibi duyulara da sahiptir ve aklın muhakemesine bunlar olumsuz etkilerde bulunabilirler. İşte bu sırada, yanılmaz ve mutlak doğru olan hidâyet gündeme gelir ki o da "vahiy"dir. Fâtiha sûresinde, kulun Allah'tan istediği hidâyet, işte budur. 2347
Kur'an'ın bizden istediği, peygamberlerin kişiliğinde örnekleşen hidâyeti izlememizdir. Peygamberler ve onların tebliğatı hidâyettir.2348 Peygamberlerde örnekleşen hidâyeti elde etmenin bir niyet ve gayret ürünü olduğu da Kur'an
2343] 2/Bakara, 26-27
2344] 2/Bakara, 2
2345] 13/Ra'd, 27
2346] Alaaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 118-125
2347] Sait Şimşek, Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Beyan Y., s. 56 vd.
2348] 21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmran, 41, 138; 5/Mâide, 44, 46; 6/En'âm, 91, 154; 7/A'râf, 154; 10/Yûnus, 57...
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarafından beyan ediliyor. 2349
Cihad ve Tebliğ; Başkasının Hidâyeti İçin Çalışmak
Hidâyeti bulup o yolda yürüyen insanın, başkalarına bu hidâyeti ulaştırmak istememesi, elinde bulunan imkân ve fırsatları değerlendirmemesi, bir insanlık suçudur, büyük bir cinâyettir. Komşumuzun evi yanarken, yangını söndürme gücümüz olduğu halde seyirci kalmak ne ise; hatta ondan da daha kötüdür, cehenneme aday inanç ve yaşayışlara tepkisiz ve pasif bir seyirci kalmak. Hidâyete dâvet etmediğimiz yakınlarımız ve ilişkide olduğumuz insanlar, yarın yakamıza yapışıp bizden dâvâcı olabilirler endişesi ile başkalarına mesajı ulaştırmaya çalışmak zorundayız. 2350
İslâm'ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar, Kur'an'da şöyle uyarılır: "İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara Kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder. Hem de bütün lânet edebilenler lânetler. Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesnâ. İşte onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edenim." 2351
Hidâyet İçin Gerekli Şartlar, Hidâyete Lâyık Olmak
Kimlerin doğru yolu bulduğu, kimlerin de yolu kaybedip şaşıranlar olduğu sorusu, bizim için önemli olmalıdır. Cevabını âyetlerden bulalım: "Allah, insanların bir bölümünü doğru yoluna eriştirdi. Fakat bir kısmı da şaşırmışlığı/sapkınlığı hak etti. Çünkü bunlar, saptırıcıları Allah'tan başka veli edinmişler ve kendilerini doğru yolu bulmuş sanmışlardı."2352 Bu âyette dikkati çeken nazik bir nokta var; o da, insanların bulundukları yolun doğru ya da eğriliği hakkında yanılabilecekleridir. Bu konuda yegâne ölçünün Allah tarafından belirlendiği, dolayısıyla ancak Allah'a; yani O'nun indirdiklerine uymakla bu problemi çözebilecekleri gerçeğidir. Buna da, tahmin etmekle değil; görüp duyduklarını, bildiklerini tahkik ederek, doğruyu, güzeli arayıp tâbi olmakla ulaşılabileceğini Rabbimiz bildiriyor: "Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar, işte onlar Allah'ın kendisine yol gösterdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir."2353 Bir de bunun karşıtına bakalım: "Onlar sadece zanna ve nefislerinin arzusuna, canlarının istediğine uyarlar; oysa, andolsun ki onlara Rablerinden hidâyet edici, yol gösterici gelmiştir."2354 "Hevâ ve hevesini ilâh edinen, bir ilim üzerine (bilgisi olduğu halde) Allah'ın dalâlette, şaşkınlıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Artık onu Allah'tan başka kim yola getirebilir? Siz, yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?" 2355
Allah'ın hidâyet verdiği kimseler de şunlardır: "Allah, kendi rızâsını gözetenleri onunla (Kur'an'la) kurtuluş yollarına ulaştırır. Onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve yol gösterir."2356 "Bunlar, namaz kılan, zekât veren ve âhirete de tam olarak iman eden
2349] 29/Ankebût, 69
2350] bak. 33/Ahzâb, 67
2351] 2/Bakara, 159-160
2352] 7/A'râf, 30
2353] 39/Zümer, 18
2354] 53/Necm, 23
2355] 45/Câsiye, 23
2356] 5/Mâide, 16
HİDÂYET
- 567 -
mü'minlere yol gösterici kılavuz ve müjdedir."2357 "İman edenleri ve sâlih amel işleyenleri, imanlarına karşılık Rableri doğru yola eriştirir."2358 "Güven, iman edip imanlarına zulüm katmayanlarındır. İşte onlar, hidâyete eren, doğru yolu bulanlardır."2359 Dikkat edilecek olursa, Allah'ın hidâyeti insana içten bir güç olarak verilmesine karşılık ilk adım insan tarafından atılmalıdır. Bu tercihe göre Allah, insanı fert ve toplum olarak denemekte, sonuçta ona yol göstermekte, ya da şaşkınlık içinde bırakmaktadır. Burada hidâyet üzerinde ve sapıklık içinde; daha doğrusu hidâyete lâyık olup olmama hakkındaki bilgilerimizi özetleyecek olursak, sapıklık nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Allah'ın bazı kimselere hidâyeti nasip etmemesinin sebeplerinin başında zulüm gelir. Kur'an, birçok âyetinde "Allah zâlimlere hidâyet nasip etmez." diyor.2360 Saptırıcıları veli/dost edindiği halde, kendini doğru yolda sanmak;2361 hevâ ve hevesine uymak, zevklerine göre yaşamak;2362 Allah'ı zikirden, anmak, hatırlamak ve düşünmekten yüzçevirmek;2363 dünya hayatından başka bir beklentisi olmamak;2364 babalarını, atalarını üzerinde bulduğu dini ve din anlayışını körü körüne sürdürmek;2365 zâlimlerden ve nankörlerden olmak;2366 iman edip peygamberlerin hak olduğuna şâhit olduktan ve kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr etmek.2367 Hidâyetin önündeki engellerden biri de nankörlüktür. 2368
Fısk (fâsıklık, yani bozuk, rezil yaşayış) da hidâyete erişmeyi engeller.2369 Kur'an, yalancılık ve israfın da hidâyete ulaşmayı engellediğini beyan ediyor.2370 Şeytana tâbi olmak,2371 Peygamber’in yolundan ayrılıp başka yollara uymak,2372 Allah'tan korkup çekineceğine başka varlıklardan korkup çekinmek,2373 bütün bunlar hidâyetin engellerindendir.
Bunlara mukabil hidâyete ermek için gerekli şartlar da şunlardır: Sözü dinleyip en güzeline, en doğrusuna uymak,2374 Allah'ın rızâsını gözetmek,2375 Allah'tan gelenleri bir ücret istemeden insanlara duyurmak,2376 işlediği hata ve günahlardan dönmek, tevbe etmek,2377 Kur'an okumak, Allah'ın âyetlerine
2357] 27/Neml, 2
2358] 10/Yûnus, 9
2359] 6/En'âm, 82
2360] Bak. 3/Âl-i İmran, 86; 5/Mâide 51; 6/En'âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas, 50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7; 62/Cum'a, 5
2361] 7/A'râf, 30
2362] 45/Câsiye, 23
2363] 59/Haşr, 19
2364] 2/Bakara, 200
2365] 2/Bakara, 170
2366] 3/Âl-i İmran, 86
2367] 3/Âl-i İmran, 86
2368] Bak. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3
2369] bak. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 6
2370] bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28
2371] 22/Hacc, 4
2372] 4/Nisâ, 115
2373] 2/Bakara, 150
2374] 39/Zümer, 18
2375] 92/Leyl, 19-20
2376] 36/Yâsin, 21
2377] 20/Tâhâ, 82; 122
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uymak,2378 iman edip imanına zulüm katmamak,2379 sâlih amel işlemek, namaz kılmak, zekât vermek,2380 hidâyete yönelmiş olmak,2381 Allah'tan başkasından korkmamak,2382 yalnızca Allah'a teslim olmak,2383 düşünmek, ibret almak. 2384
Dünyaya geldikten sonra kendi güzel arzularıyla ezelî imanlarında sâbit kalabilmek ve onu kuvvetlendirip nûrunu arttırmak bir kul için dünyada, âhirette verilen nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisidir. Çünkü iman her hayrın köküdür. İman olan kalpte her hayır bulunur. Dünya ve âhiretin mutluluğu da ancak imanla meydana gelir. Bu kimseler, hakkı tanır, hakka saygı gösterir. Hak söze boyun eğer. Haksızlığa ve zulme tahammül etmez. Elinde kuvvet de olsa, teşvik de görse hakkı çiğnemez. Hak ile yaşar, hak ile ölür. Hak'tan geldiği gibi, şaşmadan, sapmadan yine Hakk'a gider. İşte Allah'a karşı sözlerinin eri olan hakperest yiğitler bunlardır.
Bir kısım insanlar da dünyaya gözlerini açar açmaz etrafında azgınları görür. Çevresini Allah ile ilgisi olmayanlar bürür. Onların Allah'a karşı küfran ve isyan hareketlerine bu da alışır. Kendi kötü arzusuyla fıtrî imanını terk ediverir. Kazanmak için geldiği dünyada sermayesini de kaybeder. Hak yolundan sapar. Hayatı, dünya yaşayışından ibâret zanneder. Bütün kuvvetiyle dünyaya tapar, derken bir gün cehennemi boylar. İşte Hak'tan dönen, dalâlet yolunu tutan, Allah'a vermiş olduğu sözünden cayan, nefsine uyan azgınların sonu da budur.
Bilinmelidir ki, dünyada insanları iyiliğe çağıran hidâyet mürşitleri bulunduğu gibi, kötülükleri süsleyerek iyiliktir diye yutturmaya çalışan şeytanlar da vardır. Aramızda şeytan tabiatlı nice insanlar vardır ki, insanı yoldan çıkarabilirler. Buna karşı melek tabiatlı insanlar da vardır. Bunlar da insanın yolunu Allah'a ve rızâsına çevirirler. Bunlarla tanışıp beraber olabilmek Allah'ın büyük lütfu ve hidâyetidir. 2385
"Taşlara, göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyeti yaratmıyor." "Hidâyet, kalp gözünün açılmasıdır."
Hidâyet Konusunda Sünettullah (Allah'ın Değişmeyen Kanunu)
"Sen onların dinlerine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. ‘Asıl doğru yol (hüdâ), Allah'ın yoludur’ de."2386 Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i (s.a.s.) kendisiyle gönderdiği yol (İslâm) evrensel, sağlam ve dosdoğru olan dindir. Yol demeye elverişli gerçek yol (hidâyet) de odur. Onun ötesinde gerçek doğru yol (hüdâ) yoktur. "Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme
2378] 2/Bakara, 150; 4/Nisâ, 174-175
2379] 6/En'âm, 82
2380] 27/Neml, 2
2381] 47/Muhammed, 17; 42/Şûrâ, 13
2382] 2/Bakara, 150
2383] 3/Âl-i İmran, 20
2384] 20/Tâhâ, 128; 10/Yûnus, 43-44; 12/Yusuf, 111, 6/En'âm, 140
2385] A. Osman Tatlısu, a.g.e. s. 250
2386] 2/Bakara, 120
HİDÂYET
- 569 -
sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!"2387 Uyulması gereken hak yol, İslâm'dır. Ondan ötesi, terk edilmesi ve varsa sökülüp atılması gereken yoldur. Kim ondan ötesine tutunursa zarar eder. Allah o kimseyi terk ettiği gibi, yardımını da ondan çeker ve o kişi zâlimlerden olur. "...Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur." 2388; "Sana gelen ilimlerden sonra onların keyiflerine uyarsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun."2389 Rasûlullah'a "ilim" diye gelen, Allah'ın yolu ve İslâmî emirlerden "şeriat" kıldıklarıdır. Farz-ı muhal, yahûdi ve hıristiyanların heveslerine uysan, o takdirde zâlimlerden olursun. Hitap Rasûlullah'a, maksat ümmetinedir. Bu âyette, bâtıllarında ısrarcı olan hevâ ve heveslerine tâbi olan bâtıl ehline korkutma ve tehdit vardır. Mü'minler bilmeliler ki, sağlıklı bir gerekçeyle de olsa, insanların hevâlarına uymak, insanları bâtıl tehlikelere düşüren ve Hak yolu terk ettiren büyük bir zulümdür.
"Kimler Benim hidâyetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."2390 Bu âyetin tefsirinde İbn Kesir şöyle der: "Yani kendisiyle kitapların indirildiği, peygamberlerin gönderildiği şeye yönelenlere, âhiret hallerinden karşılaşacaklarında korku; dünya işlerinden kaçırdıklarına da üzüntü yoktur." Allah'ın hidâyetiyle yol bulanlar, ne gelecekten korkarlar, ne de kaçırdıklarına üzülürler. Çünkü hidâyete tâbi olmak, onlara hayırları kazanma yollarını kolaylaştırır, dünya ve âhiret saâdetini vaad eder. İstikameti bu olana, her karşılaşacağı ve her rastladığı yahut kaybettiği kolaylaşır. Çünkü o bilir ki Allah, onun takipçisidir.
"...Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz ve sıkıntıya düşmez. Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim, sıkıntılı bir hayat vardır."2391 Hidâyetine/Kur'an’a tâbi olanlar hakkında Allah'ın âdeti, dünyada rahat bir yaşantıyla (bereketli, bol bir geçim) faydalandırmasıdır. "Erkek veya kadın, mü'min olarak kim sâlih/iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel, hoş bir hayatla yaşatırız. Ve mükâfatlarını elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz."2392 Allah'ın hidâyetine uyanın durumu, sâlih amel işlemekle beraber mü'minliktir. Yoksa Allah'ın hidâyetine tâbi olmuş sayılmaz. Onun yaşadığı "tertemiz, güzel hayat" ise, herhangi bir sıkıntının olmadığı bir hayattır. Çünkü bu, İbn Kesir'in de tefsirinde dediği gibi, hangi yönden olursa olsun, bütün rahatlık şekillerini kapsar. Kaldı ki, sıkıntı, Kur'an'a uyan kimsenin kendisiyle faydalandığı temiz yaşantıya aykırıdır. Öyle ise, "sapma"nın giderilmesi gibi, "sıkıntı" da ondan bu dünyada giderilmiştir. Zira Allah'ın hidâyetine uyan kimse, O'nun rızâsını gözetir. Allah'ın kendisi için taksimine de, azımsamadan kanaat eder. Çünkü o Allah'ın kendisine bahşettiği din nimeti sâyesinde bahtiyardır, mutludur, rahat ve geniş bir yaşantı içindedir. Allah'ın, onu İslâm'la nimetlendirmesinden sonra, onun, dünyaya ve dünyanın geçici metâına/faydasına değil de, Allah'ın yanında olana yönelmesi, eline geçince terk etmeksizin ve kaybedince üzülmeksizin bu hususta hırslı olmaması, kesinlikle onun rahat bir yaşantı ve temiz bir hayat içinde olması demektir.
2387] 4/Nisâ, 115
2388] 2/Bakara, 120
2389] 2/Bakara, 145
2390] 2/Bakara, 38
2391] 20/Tâhâ, 123-124
2392] 16/Nahl, 97
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ın hidâyetinden yüz çevirenler hakkındaki âdetullah geçim sıkıntısıdır, sıkıntılı bir hayattır. "Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır."2393 Allah'ın zikrinden maksat, O'nun Kur'an'ı ve dini İslâm'dır. Yüz çevirmekten maksat ise Kur'an ve İslâm'ı terk etmek, ona uymamak ve hidâyeti başkasından ummaktır. Allah'ın hidâyetinden yüz çeviren için, dünyada geçim sıkıntısı vardır. Çünkü âyette geçen "dank" kelimesi darlık ve şiddet demektir. Bu da dünyaya ve dünya metâının artmasına şiddetli arzu ve ihtiras, azalmasından korku şeklindedir. Öyle ki, iç huzuru, gönül ferahlığı diye bir şey yoktur. Aksine, hidâyetten, doğru yoldan saptığı için, görünüşte nimet içinde olsa da, dilediğini yiyip dilediğini giyse ve dilediği yerde otursa da göğsü dar ve sıkıntılıdır. Çünkü Allah'ın hidâyeti, kalbini imar etmedikçe saâdeti de rahat bir geçimi de fark edemez. Bu, dünyadaki durum.
Âhiretteki duruma gelince, cezâ konusundaki sünnetullah, Allah'ın âyetlerine ve hidâyetine gözlerini yumduğu için kıyâmet günü kör olarak haşredilecektir. "Kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır. Kıyâmet günü, onu kör olarak haşrederiz."2394 Allah'ın hidâyetinden, âyetlerinden gözünü yuman, onu unutmuş ve terk etmiş demektir. Dünyada Allah'ın âyetlerini görmezlikten geldiği gibi, yaptığına uygun olarak âhirette körlük hali içinde terk edilecektir. Çünkü cezâ, yapılanın cinsinden olur.
Hidâyetinden (Kur'an’dan) yüz çevirene, Allah, şeytanı kendisinden ayrılmayan, kötü amelini süsleyen, hak yolundan alıkoyan ve ona doğru yolda, hidâyet üzere olduğunu telkin eden arkadaş kılar. "Kim Rahmân'ın zikrini görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı saldırırız; artık o, onun arkadaşı olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar." 2395
"O cennet ehlinin kalplerinde olan haset ve kini çıkarırız. Oturdukları yerlerin altlarından ırmaklar akar. Şöyle derler: 'Allah'a hamd olsun ki, bizi hidâyeti ile buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık."2396 Görülüyor ki, hidâyete, doğru yola gitmek için, Allah'ın bize müdâhale etmesi gerekiyor. "Hidâyeti, duâ ve niyazla Allah'tan isteyin. Çünkü hidâyet edici O'dur."2397 İbrahim (a.s.): "Rabbim bana hidâyet etmemiş olsaydı, muhakkak sapıklar topluluğundan olacaktım."2398 der.
Peygamberimiz'in getirdiği Kur'an'ın bizzat kendisi hidâyet olduğu içindir ki, onun tebliğcisi de rehber oluyor. "Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola hidâyet eder, rehberlik eder."2399 Peygamberimiz de rehberlik görevinin kendisine Allah tarafından verildiğini ifade etmiştir: "Allah, beni, âlemlere rahmet ve rehber olarak gönderdi." "Allah'ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı suyu kabul eder de çayır ve bol ot yetiştirir. Bir kısmı da kurak olur. Suyu tutar da Allah onunla halkı faydalandırır. Ondan içerler, sulanırlar, ekin ekerler. Bu yağmur, başka bir çeşit toprağa da isâbet eder ki, düz ve kaypaktır.
2393] 20/Tâhâ, 124
2394] 20/Tâhâ, 124
2395] 43/Zuhruf, 36-37; A. Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), İhtar Y., s. 44 vd.
2396] 7/A'râf, 43
2397] 14/İbrahim, 21
2398] 6/En'âm, 77
2399] 17/İsrâ, 9
HİDÂYET
- 571 -
Ne suyu tutar, ne de çayır bitirir. Allah'ın dinini anlayıp da, Allah'ın benimle gönderdiğinden faydalanan ve bunu bilip başkasına bildiren kimseye karşı başını kaldırmayan ve Allah'ın benimle gönderdiği hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir." 2400
"Vallahi, senin hidâyetinle (hidâyete vesile olmanla) bir tek kişiye hidâyet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır." 2401
Sahâbeler, Peygamberimiz'e müracaat ederek: "Ey Allah'ın Rasûlü, Tâiflilerin okları bizi yaralayıp parçaladı. Aleyhlerine Allah'a bir bedduada bulunuverseniz!" dediler. Rasûlullah (s.a.s.): "Allah'ım Tâiflilere hidâyet ver!"2402 buyurdular.
Arayıp yönelmek bizden; yolu gösterip istikametimizde yardım Rabbimizdendir. "Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah, şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir."2403 "İhdinâ's-sırata'l müstakim: Bizi dosdoğru yola ilet" 2404
Allah Teâlâ, irâde-i cüz'iyyesini hidâyete, hak yola dönmek için kullanan ve iyi hal gösteren kullarına hidâyeti, aydınlık yolu gösterir. Bir kimse, hidâyeti Yüce Allah'tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, sâlih amel işlemelidir.
2400] Buhârî, Kitabu'l-İlm 20; Müslim, Fedâil 15
2401] Buhâri, Ashâbu'n-Nebî 9; Müslim, Fedâilu'l-Ashâb 34; Ebû Dâvud, İlim 10
2402] Tirmizî, Menâkıb, hadis no: 3937
2403] 29/Ankebut, 69
2404] 1/Fâtiha, 6
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hidâyetle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Hidâyet Kelimesinin Kökü H-d-y ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 317 Yerde)
B- Hidâyet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Hidâyet, Allah'tan korkanlar içindir: Bakara, 150.
Hidâyeti Allah Verir: Bakara, 213, 272; A'raf, 30, 43; Nahl, 9; Sebe', 50; Müddessir, 55-56; İnsan, 29-30; Tekvir, 29.
Allah, Kafirlere ve Münafıklara Hidâyet Vermez: Bakara,264; Zümer,3; Münafıkun,6
Allah'ın Muradı Hidâyettir: Nisa, 26; Yunus, 25; Hadid, 9.
Allah, Dilediğine Hidâyet Verir: En'am, 39; Yunus, 25; Ra'd, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Hacc, 16; Nur, 35, 46; Kasas, 56; Fatır, 8, 22; Şura, 13; İnsan, 30.
Allah, Hidâyet Ettiği Kimsenin Göğsünü İslâm İle Açar: En'am, 125; A'raf, 179.
Allah Dileseydi Bütün İnsanlar İman Ederdi: Yunus, 99-100; Ra'd, 31, Nahl, 9; Secde, 13.
Allah'ın Hidâyet Ettiği Kimseyi Saptıracak Yoktur: Zümer, 37.
İnsana Doğru Yol Gösterilmiştir: İnsan, 3; A'la, 3; Leyl, 12-14.
İnsana Hayır ve Şer Diye İki Yol Gösterilmiştir: Beled, 10; Şems, 8.
Hidâyette Olanlar: Bakara, 5; Necm, 30, 32.
Hidâyete Ulaşmanın Yolu: Bakara, 186.
Hidâyeti Kabul Edenler, Kendileri İçin Eder: Yunus, 108; İsra, 15; Meryem, 76; Neml, 92; Zümer, 41.
Allah'ın Hidâyet Verdiği Kimseler Doğru Yoldadır: İsra, 97; Kehf, 17.
Allah'ın Hidâyetine Tabi Olanlar: Taha, 123; Kasas, 85; Muhammed, 17; Müddessir, 55; İnsan, 29; Tekvir, 27-28.
Hidâyet Yolu, Allah Yoludur: Şura, 53.
Hidâyet İçin Dua: Fatiha, 5-7; Bakara, 128-129; Al-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf, 101.
C- Dalâlet (Sapıklık)
Allah Dilediğini Saptırır: En'am, 39; Ra'd, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Fatır, 8.
Allah'ın Saptırdığı Kimseyi Hiç Kimse Doğru Yola Getiremez: Nisa, 88, 143; Maide, 41, Ra'd, 33; Nahl, 37; İsra, 97; Kehf, 17; Hacc, 18; Nur, 40; Rum, 29; Zümer, 19, 23, 36; Casiye, 23; Zariyat, 9.
Allah, Dalâlette (Sapıklıkta) Bırakmak İstediği Kimsenin Göğsünü Yukarı Çıkıyormuş Gibi Daraltır: En'am, 125.
Dalâlette Olanları Allah Bilir: Necm, 30.
Peygamberin ve Mü'minlerin Yolundan Ayrılanlar: Nisa, 115; Kasas, 85.
Şeytanı Dost Edinenleri, Allah Dalâlette Bırakır: A'raf, 30.
Allah'ın Saptırdığı Kimseler, En Büyük Zararda Olanlardır: A'raf, 178, 186.
Dalâleti (Sapıklığı) Seçen, Kendi Aleyhine Seçmiştir: Yunus, 108; İsra, 15; Neml, 92; Sebe', 50; Zümer, 41.
i- Dalâletten Korunmak İçin Dua: Fatiha, 5-7.
Hidâyetle İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Müslim, İlim 16, Mesacid 256.
Ebu Davud, İlim 10
Müsned, Ahmed b. Hanbel, I: 88, 227, III: 451, IV: 367, 399, V: 145, 177, 252
Muvatta, İmam Malik, Kur'an 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbn Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 108-113
2. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 354-358
3. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y c. 1, s. 118-121
4. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 74-76
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 45
6. Tefhimü'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 42
7. Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 194-199
HİDÂYET
- 573 -
8. Fatiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 239-297
9. Sorularla Fatiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 183-188
10. Kur'an'da Hidâyet, Abdullah Cevadi Amuli, İnsan Y.
11. İslâm Hidâyeti, İbn Teymiye, (terc. Celal Yıldırım), Dedekorkut Y.
12. Kur'an ve Hayat, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 33-86
13. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17 s. 473-477
14. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 2 s. 420-421
15. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 139-145
16. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s. 91-95
17. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 135-144
18. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 2 s. 26-29
19. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 31-35
20. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 189
21. Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 87-88, 47
22. Kur'an'da Allah ve İnsan, İzutsu, 135-
23. Kur'an-ı Kerim'de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 63-64
24. Kütüb-i Sitte Terc. Ve Şerhi, İbrahhim Canan, Akçağ Y. c. 11 s. 502; c.13 s. 105
25. İlahi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 44-53
26. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 158-163
27. İnanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 41-45
28. Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 56-58
29. Kur'an Okulu II, Hanif Y. s. 92-94
30. Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y. s. 38-83
31. İslâm Akaidi, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 273-280
32. Kur'an'da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 199-201; 321-322
33. Esma'ül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.247-250125-127
34. Âyet ve Hadislerde Esma-i Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 244-246
35. Esmaü'l-Hüsna Şerhi, M. Necati Bursalı, Erhan Y. s. 312-316
36. Onun Güzel İsimleri M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 130
37. Esmaü'l-Hüsna Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y. s. 130- 131
38. Esma-i Hüsna'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 189-190
39. Hidâyet, Şule Yüksel Şenler, Timaş Y.
40. Hidâyet (Akaid, Fıkıh, Ahlâk, Siyer), Ahmed Öztürk, Şahsi Basım
41. Hidâyete Erenler, Heyet, Feyz Y.
42. İslâm Hidâyeti, Şeyhulİslâm İbn Teymiyye, Dede Korkut Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:14

HİCRET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HİCRET


- 489 -
Kavram no 75
Görevlerimiz 10
Bk. Cihad
HİCRET
• Hicret; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de Hicret Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Hicret Kavramı
• Hayat; İman, Sabır, Hicret ve Cihaddır
• Habeşistan Hicreti
• Hicret Çeşitleri
• Cihada Hazırlık Olan Hicretin Kendisi de Cihaddır
• Hicretin Hükmü
• Hicretle İlgili Genel Tesbitler
• Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terket!” Dayatması
• Hicret Edenler (Muhâcirler) ve Ecirleri
• Ensâr; Muhâcirleri Kendilerine Tercih Eden Yardımcılar
• Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik
• Hicrî Takvim
• Tabiatta Gözlenen Hicret
• Hicret Berâettir
• Vuslat İçin Ayrılmanın Destanı: Hicret
"İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir." 1979
Hicret; Anlam ve Mâhiyeti
‘Hicret’ sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir.1980 Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir.1981 ‘Hicret’ terim olarak Peygamberimizin ve Mekkeli müslümanların milâdî 622 yılında, peygamberliğin on üçüncü yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir.
İslâm tarihinde ve Peygamberimizin hayatında kuşkusuz en önemli olay Hicret’tir. Çünkü bu olay İslâmî tebliğde bir dönüm noktasıdır, Hak dinin var olmasına açılan kapıdır, dirilişi ve güçlü bir bina olarak ortaya çıkışıdır.
‘Hicret’, imanın, Allah’a ve Rasûlüne bağlılığın, Allah yolunda fedâkârlık yapmanın, dünyalıklardan vazgeçmenin, yalnızca Allah rızasını seçmenin bir göstergesi; küfre ve onların azgın temsilcilerinin hükmüne boyun eğmemenin, iman
1979] 2/Bakara, 218
1980] 73/Müzzemmil 10; 4/Nisâ, 34
1981] 29/Ankebût, 26
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğruna her zorluğu göze almanın destansı ifade edilişidir.
Peygamberimizle birlikte bu destanı yazan güzel insanlara Kur’an ‘muhâcir’ diyor ve onları kelimelerin en tatlısı ile övüyor: “Öne geçen Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”1982; “Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” 1983
Hicretin Sebebi: Mekke şehir devletinin ve onun zâlim yöneticilerinin zulmünden ve baskısından dolayı Müslümanlar daha önce iki defa da Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onlar, Mekke’de âdi suç işleyen, başkalarının malına veya ırzına tecâvüz eden, başkasının canına kast eden kimseler değillerdi. Onların böyle bir suçu yoktu. Kimse onlara kötü, şirret, zararlı, soyguncu, haydut diyemezdi. Tam aksine onların, Hz. Peygamberin dâvetine uyup müslüman olduktan sonra ahlâkları düzeliyor, kötü huyları gidiyor, önceden yaptıkları fenalıklardan iz kalmıyordu.
Onlar Mekke toplumunun huzurunu bozan âdi suçlular değillerdi ama daha büyük bir suçları vardı: Onlar, ‘Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r Rasûlüllah -Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur, Hz. Muhammed O’nun elçisidir-’ diyorlardı. Bu söz hem onu söyleyen için hem de Mekke devletinin oligarşik yönetimi için son derece önemliydi. Bu sözü söyleyen mü’minler, eski inançlarını, ahlâklarını, hayata bakışlarını, anlayışlarını, daha doğrusu atalarının ve bilhassa Mekkelilerin sömürü aracı olan dinlerini terk ediyorlardı.
Eğer bu, sıradan bir söz olsaydı Mekke yöneticileri seslerini çıkarmazlardı. Hem niçin çıkaracaklardı ki? Eninde sonunda sözlerden bir söz değil miydi? İnsanlar onu söylese ne olur, söylemese ne olurdu? Fakat gerçek öyle değildi… Bu sözü söyleyen değişiyor, başka insan oluyor, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) uyuyordu, O’nun söylediklerini hayatına uyguluyordu. Mekke oligarşisinin çizdiği sınırın dışına çıkıyor, dahası kontrol dışı kalıyordu. Böylece sorun oluyordu.
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirip tebliğ ettiği vahyi kabul eden mü’minler, günün birinde Mekkelilerin baskısına dayanamayıp bir iman yolculuğuna çıkmak zorunda kalmışlardı. İmanın hayatlaşmasına imkân tanıyan bir başka beldeye gitmeye mecbur olmuşlardı.
Bu yolculuk (hicret) sıradan bir göç değildi. Bu bir ekonomik nedene dayanan yer değiştirme, daha rahat yaşam elde etmeye yöneliş, ya da başka diyarların altınlarını veya başka zenginliklerinin çekici dâveti değildi. Bu hicret aydınlığa, kurtuluşa, İslâm’ın nûruna, İslâmî tebliği en uzak yerlere kadar götürebilme imkânına, Allah’a hakkıyla kulluk yapma fırsatına uzanan bir yolculuktu.
İslâm tarihinin açılma, dal budak salma günüdür Hicret. İslâm, hicretle toplumsal planda uygulanma imkânı buldu. Hicretle devletleşti, kendi hâkimiyetini kurdu, ayrı bir güç ve taraf olarak ortaya çıktı ve Medine’den diğer insanlara rahatlıkla ulaşabilme yolları açıldı. Bir başka deyişle diğer beldelerin insanları
1982] 9/Tevbe, 100
1983] 2/Bakara, 218; ayrıca Bk. 3/Âl-i İmrân, 195; 8/Enfâl, 72, 74, 75; 9/Tevbe, 20 vd
HİCRET
- 491 -
hicretten sonra İslâm nimetiyle ve onun nûruyla tanışma imkânına kavuştular.
Bu muazzam olayı hazırlayan sebepler oldukça önemlidir. İmanda samimi olmanın, inanılan şeyin doğru olduğuna güvenmenin eşsiz örneğidir Mekke hayatı. Mekke ileri gelenleri Peygamberimize birkaç kişinin uymasına önceleri pek aldırmadılar. Ama müslümanların sayısı arttıkça onların tepkisi de arttı. Buna bağlı olarak hakaret, alay, sıkıştırma, baskı, fiilî işkence ve nihâyet korkunç ambargo yöntemleri de fazlalaştı. Bütün baskı, işkence ve yıldırma metodlarına rağmen insanlar Peygamberimizi dinliyor ve O’nun getirdiği vahye inanıyorlardı. Hem her türlü tehlikeyi göze alarak. Mekkelilerin üç yıl boyunca uyguladıkları ambargo, mü’minleri iktisadî ve sosyal açıdan perişan etse de bu gibi olaylar onların imanını ve sayılarını artırıyordu.
Birinci ve İkinci Akabe biatlarından sonra Mekkeli müslümanlar teker teker, bazen açıktan bazen gizlice Medine’ye hicret ettiler. En sonunda da Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ebû Bekr’le birlikte Medine’ye göç etti. O’nun hicretiyle Medineliler hayatlarının en büyük bayramını yaşadılar. O’nun gelişinin sevincini ‘Vedâ Tepesinden üzerimize ay doğdu” diye başlayan kasîdelerle ölümsüzleştirdiler.
Hicretin Sonucu: O’nun hicretiyle eski adı Yesrib olan şehir “Medînetü’n-Nebî = Peygamber şehri” unvânını aldı. Hicret, yalnızca baskı, işkence ve zorluktan kurtulmak üzere göç etme, ya da zulümden bir kaçış değildir. Peygamberimizin Hicretini bu şekilde yorumlamak onu anlamamak ve onun sonuçlarını görmemek olur. Hicret, sonuçları yönünden üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır.
Müslümanlar Mekke’de iken, oradaki site devletinin vatandaşları idiler. Hukuk yönünden mevcut otoriteye bağlı kabul ediliyorlardı. Putperest olan otorite sahipleri ise, ataları adına uydurdukları din ve sistemle insanlara hükmediyorlar, saltanatlarını sürdürüyorlardı. Peygamberimizin dâveti ise, onların izni ve kontrolü dışında bir gelişmeydi. Üstelik O’nun dâvet ettiği Din, onların atalarının dinini ve o dine ait hayat anlayışını, kurulu düzeni reddediyordu. Peygambere ve O’na inananlar Mekkelilerin kontrolünden çıkıyorlardı.
Şirkin büyük zulüm olduğu ve müşriklerin de zâlimlerin en büyüğü olduğundan, müslümanlar dinlerini rahatlıkla yaşayamıyorlar, İslâmî tebliği başkalarına rahatlıkla ulaştıramıyorlardı. İslâm’ın hükümlerini sosyal alanda uygulamak ve müslümanca yaşamak mümkün değildi. Çünkü düzenin başındakiler putperestti ve onlara her konuda karışıp müdâhale ediyorlardı. Mekkeli yetkililere göre müslümanlar kendilerinin bir parçasıydı, dolayısıyla onlardan izinsiz başka dine inanıp, başka hayat şekli seçemezlerdi.
Hicretle mü’minler barınacak bir yurt buldular. Orada kendi hâkimiyetlerini ve hukukî varlıklarını kurdular. Mekkeliler karşısında bir taraf oldular. Toplumsal bir güç haline geldikten sonra düşmanlarıyla, daha doğrusu kendilerine saldıranlarla savaşma iznine kavuştular. Hicret öncesi varlıkları fiilî bir varlık iken, Hicret sonrası hukukî bir varlık oldu. Hicretin altıncı yılında Mekkeliler, daha önceden yok etmeye çalıştıkları müslümanlarla Hudeybiye anlaşmasını yaptılar, onları hukukî bir taraf/varlık olarak tanıdılar. Bu diplomatik zafere Kur’an ‘en büyük fetih’ demektedir. Bu zaferin yolu Hicret’le açılmıştı. Müslümanlar Hicretle Mekke’yi terk etmeselerdi ne böyle hukukî bir güce ve statüye kavuşabilirlerdi,
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ne de Mekkeliler onlara baskı yapmaktan vazgeçerlerdi.
Medine’de kendi toplum düzenini ve bir anlamda devletini kuran Peygamberimiz, bir taraftan gelen vahy ile mü’minleri yetiştirir ve ıslah ederken, bir taraftan da İslâmî hükümleri uyguluyor, Medine’nin dışındaki insanlara İslâm’ı ulaştırmak üzere tebliğe devam ediyordu. Hatta Hudeybiye’de sağlanılan barış ortamından yararlanılarak etraftaki devlet başkanları İslâm’a dâvet edilebilmişti.
Hicretle toplumsal bir güce ve siyasal bir yapıya kavuşan müslümanlar, dinlerini rahatça yaşama imkânına kavuştular. İslâm Medine’de dirildi, güçlendi, genişledi ve zaman içerisinde bütün dünyaya ulaşma fırsatını buldu. Bu bakımdan hicret, yalnızca zulüm ve baskıdan kurtulmak değil, bir mevzî değiştirme, bir siyasi manevra, bir strateji ve var olma yolculuğudur.
Mekke’den Medine’ye Hicret Mekke’nin fethiyle bitmiştir. Ama hicretin esprisi, onun taşıdığı mânâ, onun gerekliliği ve faydaları kıyâmete kadar devam edecektir. Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.
Bir ülkenin vatan olarak değeri orada İslâm’ın gereklerini yapabilmekle, kutsal değerleri yaşatabilmekle ortaya çıkar. İslâmın yaşanmasına izin verilmeyen, kutsal değerlerin ayaklar altına alındığı yerler kuru toprak parçası olmaktan öteye geçemezler. Müslümanlar, tarih boyunca sahip oldukları toprakları korumaya çalışmak durumundadırlar. Bu ülkelerin gayri müslimlerin kontrolüne girmemesi için dikkatli olmaları gerektiği gibi, kendi aralarından çıkmış mürted ve bağîlerin de ellerine geçmemesi için çaba sarfetmeliler. Eğer buna güçleri yetmezse, Allah’a daha iyi kulluk yapabilecekleri bir yere hicret edebilirler. Belki böylesine bir hicret yeniden dirilişe, toparlanmaya ve müslümanların işgale uğrayan topraklarını yeniden fethetmeye zemin hazırlayabilir. Zaten hicret olayında bu şuur vardır. 1984
İnsanın şeytandan ve her türlü kötü duygu ve düşüncelerden, arınıp Allah'a hicreti, ana yurdu maddî anlamda mutlaka terketmeyi gerektirmez. Böylece hicret kavramı, daha geniş bir dinî ve ahlâkî anlam kazanır. Böyle bir hicret, kesintisiz sürer. Şeytandan Allah'a hicret etmeyen bir kişi, gerçek mü'min olamaz: "Allah yolunda hicret eden, çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden Allah'a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a aittir. Allah, bağışlar ve merhamet eder."1985 Hz. İbrâhim, kavmine Allah'a iman çağrısı yaptığında ona inanmamışlar ve tehditte bulunmuşlardı. Ancak Hz. Lût, O'na inanmıştı. Kavminin bu tutumu karşısında Hz. İbrâhim, onlara şöyle dedi: "Doğrusu ben Rabbime (Rabbimin dilediği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîz/güçlü ve hakîmdir/bilgedir."1986 Bu âyette hicret sözcüğü, açıkça hem maddî, hem de mânevî anlamda kullanılmıştır. 1987
1984] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 267-270
1985] 4/Nisâ, 100
1986] 29/Ankebût, 26
1987] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, 2/809 -21
HİCRET
- 493 -
"... Allah yolunda hicret etmedikçe münâfıklardan dost edinmeyin..." 1988 âyetindeki hicret kelimesi iki şekilde yorumlanmıştır. 1- Zâhirî anlam, küfür diyarından iman diyarına göç ediş, 2- Şehvetlerin, kötü ahlâkın ve günahların terki ve reddi.
Kutsal değerlerin tehlikeye düştüğü sırada, sırf bedensel gâyelerle toprağa bağlılığı sürdürmek Kur'an'ın tâlimatına aykırıdır. Vatan, ancak insanî/İslâmî değerlerle birlikte kutsaldır. Diğer bir deyişle, bu değerlerden koparılmış kuru bir toprak parçası saygın belde anlamında vatan değildir. Toprağın kutsal belde olmaktan çıkışı halinde Kur'an, "Allah'ın geniş yeryüzünün" herhangi bir yerini Allah erleri için barınmaya daha müsait görmektedir. Bunun aksini savunarak süflî veya fânî birtakım çıkarlar için belirli bir toprak üzerinde ısrar edenler, Kur'an tarafından kınanmaktadırlar. Böyle bir ısrar, yani hicretten kaçış, kötülüklerde ısrara benzer.
Mü'min her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için sefer halindedir. Bu bazen beldeden beldeye doğru mekân değişikliği, bazen iç âlemin bir menzilinden öteki menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da yolcu. Önemli olan bu yolculuğu hayırlı bir kulvarda (sırât-ı müstakîmde) ve hep hayra doğru sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik değil; aynı zamanda psikolojik imkân değişikliğidir. İç âlemde yapılacak hicretlere engel hale gelen topraklarda yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir. İnsanın gönül seyrini, iç hicretini engelleyen zulmün varlığından kaynaklanan hicret zarûretini, tarih boyunca hiçbir maddî doygunluk saf dışı bırakamamış ve insanoğlu, ilk günden beri zulüm ve zâlimin mevcut olduğu yerden kaçmış, yani hicret etmiştir.
Hicret, son çare olsa da, onu ümitsizlik halinde başvurulan bir hareket olarak görmek doğru olmaz. Çünkü hicrette aynı zamanda kuvvetli bir ümit, vaziyetin başka bir yerde daha iyi olacağına duyulan bir temenni ve beklenti vardır. Özellikle toplu halde yapıldığında, savaşta planlı geri çekilmeye benzemektedir. Ancak, hepsinden önemlisi, hicret, bir kişinin itikadı uğrunda malını-mülkünü fedâ etmesini ve sevdikleriyle yakınlarını terk etmesini ifade eder. Pek çok peygamber, imanları uğrunda hicret etmek zorunda kalmıştır. Hicretin hakikî ruh ve biçiminin temsilcisi olarak Kur’an’da Hz. İbrâhim zikredilmektedir. 1989
Kur'ân-ı Kerim'de Hicret Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “hicret” kelimesi geçmez. Ama hicret kelimesinin türediği kök olan “hecr” kökünden gelen çeşitli türevler, -ki bunların tümü hicret/göç, ayrılmak, terk etmek anlamındadır- Kur'ân-ı Kerim’de toplam 31 yerde geçer. Allah yolunda hicret edenlere, hem dünyada güzel bir yer, hem de âhirette ecir vardır.1990 Hicret eden, sonra öldürülen veya ölenlere Allah güzel rızık verecek, hoşnut olacakları bir yere yerleştirecektir.1991 Zulüm ve kötülük diyarından başka bir diyara hicret, ya gönüllü olur veya zorla yaptırılır. Allah, hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, kendi yolunda ezâya uğratılanların, savaşan ve
1988] 4/Nisâ, 89
1989] 19/Meryem, 47-49; 60/Mümtehıne, 4
1990] 16/Nahl, 41
1991] 22/Hacc, 58-59
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öldürülenlerin günahlarını elbette örtecektir.1992 Öz diyarını zorla terk, yurttan sürülmek veya çıkarılmakla gerçekleşir. Bu durumda, zulme uğrayanların kendilerini savunma hakları da doğar. 1993
Kur'an'ın hicretle kasdettiği göç, sadece bedensel olmayıp, kalbi Allah dışındaki şeylerden ayırıp Allah'a yönelmek anlamında da kullanılmaktadır. Kur'an buna Allah'a hicret veya Allah yolunda hicret demektedir. 1994
Müslüman bir toplumun bir beldede hayatta kalma ve İslâmî olarak gelişme mücâdelesinde son alternatif hicrettir. Belli bir ortamda İslâm’ın gelişmesi ya da hayatta kalması ihtimali ortadan kalktığında ve bu yolda gösterilecek çabaların sonuçsuz kalacağı anlaşıldığında, bir kişi ya da grup o ortamı terk etmeye karar verebilir. Bir kişi, şâyet düzenli olarak teşekkül etmiş bir topluluğun üyesiyse ve topluluk hicret etmeye karar vermişse, o kişinin de toplulukla birlikte hicret etmesi gerekir. Kendi elinde olmayan şartlar dolayısıyla bunu yapamaması ayrı bir konudur.1995 Böylece hicret, bir iman imtihanı haline gelir. 1996
Hicret eden, hakiki bir mü’min olduğunu ispatlar.1997 Allah’ın rahmetine mazhar olur,1998 günahları affolunur 1999 ve hem bu dünyada, hem de âhirette büyük mükâfât kazanır. 2000
Hicret, Allah’ın mükâfât vaad edip övdüğü bir fiil olduğu gibi, hukukî haklar da getiren bir eylemdir. Başka bir müslüman topluluğun yanına hicret edenler, o topluluktan ekonomik yardım almaya hak kazanırlar.2001 Hicret etmeyenler İslâmî devlettekilerden velâyet haklarını talep edemez. 2002
Hicret kavramı, Kur’an’ın Arap kültürüne hâkim fikirlerin anlamlarını nasıl dönüştürdüğüne güzel bir örnektir. İslâm öncesi şiirlerde sıkça bir kişinin yurdundan başka bir yere giderek onurunu koruma arzusu işlenirdi. Kur’an, bu şahsî onur anlamı yerine, bir dizi dînî ilke üzerinde kurulmuş bir topluluğun onuru anlamını ikame ederek ve kişisel bir duygunun yüceltilmesini bir imana ve ona bağlı cemaate bağlanmaya dönüştürerek hicretin mâhiyet ve gâyesini kökten değiştirmektedir.
Mü’min, yaşadığı ülkesinde yeterli şekilde inanç ve ibâdet hürriyetinden mahrum ise, inancına göre yaşayabileceği özgürlük ülkelerine hicret etmelidir. İmkân bulanların zulüm ülkesinden özgürlük ülkesine hicret etmeleri farzdır. İmkânları varken bunu yapmayanlar Allah katında sorumlu düşerler: “Ey iman eden kullarım! Şüphesiz Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız Bana kulluk edin (Eğer bir ülkede Bana kulluk etmeniz mümkün
1992] 3/Âl-i İmrân, 195
1993] Bk. 3/Âl-i İmrân, 195; 17/İsrâ, 76-77; 59/Haşr, 8
1994] Bk. 29/Ankebût, 26
1995] 4/Nisâ, 98
1996] 4/Nisâ, 88-89; 8/Enfâl, 74; Mustansır Mir, Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 86
1997] 8/Enfâl, 74-75
1998] 2/Bakara, 218
1999] 3/Âl-i İmrân, 195
2000] 9/Tevbe, 20; 16/Nahl, 41; 22/Hacc, 58; 4/Nisâ, 100
2001] 59/Haşr, 8
2002] 4/Nisâ, 89
HİCRET
- 495 -
değilse, Bana rahatça kulluk edeceğiniz başka bir yere hicret edin).”2003 Bu âyette Yüce Allah, mü’min kullarına yeryüzünün geniş olduğunu, özgürce yaşayabilecekleri bir yere gidip Kendisine kulluk etmelerini öğütlemektedir.
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir.”2004 Bu âyette hicret imkânı bulunan kimsenin, zayıflığını bahane ederek müşrikler arasında ezgin yaşamaya râzı olması kınanmaktadır. Bu âyette kast edilen hicret, din ve vicdan özgürlüğü uğruna göç etmektir. Hicret etme imkânına sahip iken putperestler arasında oturup onların baskılarına, hakaretlerine râzı olmak, hatta savaş çıkınca onların ordularına asker olup müslümanlara karşı savaşmak, onların düşüncelerini benimsemek demektir. Kişi sevdiğiyle beraber olduğuna göre, müslümanların düşmanlarını isteyerek destekleyenlerin yeri de elbette cehennem olacaktır. Tefsirlerin açıklamasına göre bir yerde dinin gereklerini yapamayan kişinin, imkân bulduğu takdirde başka yere, müslümanların arasına hicret etmesi farzdır. Ancak, hicret etme imkânı bulamayan güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklar mâzur/özürlü sayılırlar.
Mekke’de müslüman olanlardan bir kısmının oradan ayrılmayıp müşriklerle beraber kaldıkları, hatta Bedir Savaşında onların safında müslümanlara karşı savaştıkları rivâyet edilir. Herhalde böyle kimselerin sayısı çok azdı. Çünkü müslümanların, Mekke’de kalsalar bile müşriklerle beraber müslümanlara karşı savaştıklarına dair yeterli delil yoktur. Gerçi Peygamber’in (s.a.s.) amcası Abbâs, müşriklerin safında Bedir Savaşına katılmıştı, ama o zaman henüz müslüman değildi. Hayber’in Fethinden önce müslüman olmuş, fakat müslümanlığını gizlemiş, ancak Mekke’nin Fethi gününde açıklamıştır. 2005
"İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir." 2006
“Rableri, onların duâlarını kabul etti (Dedi ki:) ‘Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfât, Allah tarafındandır. Allah, mükâfâtın en güzeli kendi nezdinde olandır.” 2007
“(Münâfıklar) Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini velî/dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.” 2008
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın
2003] 29/Ankebût, 56
2004] 4/Nisâ, 97
2005] S. Ateş, Kur’an Ans. 8/330-331
2006] 2/Bakara, 218s
2007] 3/Âl-i İmrân, 195
2008] 4/Nisâ, 89
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnâdır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Allah yolunda hicret eden kimse, gidecek çok yer ve bolluk/genişlik bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfâtı Allah’a âittir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” 2009
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (mücâhidleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar size onların velâyetinden/dostluğundan hiçbir şey yoktur.(Bununla beraber) Eğer onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme/anlaşma bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.” 2010
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. sonradan iman eden ve cihad edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabâlar) birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundurlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” 2011
“İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler derece/rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. Rableri, onlara kendinden bir rahmet ve rızâ ile onlar için içinde ebedî tükenmez bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfât vardır.” 2012
“Eğer siz ona (Muhammed’e) yardım etmezseniz, (iyi bilin ki) iki kişiden biri olduğu halde (Rasûlullah ve Ebûbekir) kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman Allah ona yardım etmişti. Hani onlar mağarada (Sevr mağarasında) idiler, (Ebûbekir korkunca Rasûlullah) o zaman arkadaşına, ‘üzülme, Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu (melekler) ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın kelimesi/sözü ise (zaten) yücedir. Çünkü Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.” 2013
“(İslâm dinine girme husûsunda) Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” 2014
“Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamber’i ve güçlük zamanında ona uyan muhâcirlerle ensârı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.” 2015
2009] 4/Nisâ, 97-100
2010] 8/Enfâl, 72
2011] 8/Enfâl, 74-75
2012] 9/Tevbe, 20-22
2013] 9/Tevbe, 40
2014] 9/Tevbe, 100
2015] 9/Tevbe, 117
HİCRET
- 497 -
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfâtı elbette daha büyüktür. (Onlar,) Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” 2016
“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerin (yardımcısıdır). Çünkü Rabbin, onların bu amellerinden sonra, elbette çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” 2017
“Onlar, seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar getirecekler. O takdirde, senin ardından kendileri de fazla kalamazlar. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki sünnet/kanun (da budur). Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.” 2018
“Ve şöyle niyâz et: ‘Rabbim! Gireceğim yere sıdk ile/dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana, tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” 2019
“Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir...” 2020
“Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen yahut ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah’ın bizzat kendisi, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Allah onları, kesinlikle memnun kalacakları bir yere girdirecektir. Allah, kesinlikle tam bilgilidir, halîmdir.” 2021
“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler, bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” 2022
“Peygamber dedi ki: ‘Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur’an’ı mehcûr/terkedilmiş (bir şey yerinde) tuttular.” 2023
“Bunun üzerine Lût O’na iman etti ve (İbrâhim): ‘Doğrusu ben Rabbim (in emrettiği yer)e hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir’ dedi.” 2024
“Ey iman eden kullarım! Şüphesiz Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız Bana kulluk edin (Eğer bir ülkede Bana kulluk etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça kulluk edeceğiniz başka bir yere hicret edin).” 2025
“(Rasûlüm! Şu sözümü) Söyle: ‘Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara hasene/iyilik vardır. Allah’ın yarattığı yeryüzü geniştir (Kâfirler arasında Allah’a karşı hakkıyla ibâdet ve itaatini yapamayan kimse, inancını yaşayacağı yere hicret edebilir). Yalnız sabredenlere, mükâfâtları hesapsız ödenecektir.” 2026
2016] 16/Nahl, 41-42
2017] 16/Nahl, 110
2018] 17/İsrâ, 76-77
2019] 17/İsrâ, 80
2020] 22/Hacc, 40
2021] 22/Hacc, 58-59
2022] 24/Nûr, 22
2023] 25/Furkan, 30
2024] 29/Ankebût, 26
2025] 29/Ankebût, 56
2026] 39/Zümer, 10
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah’ın verdiği bu ganîmet malları, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rızâ dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhâcirlerindir. İşte sâdık/doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zarûret içinde bulunanlar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Bunların arkasından gelenler şöyle derler: ‘Rabbimiz! Bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” 2027
“Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların mü’min kadınlar olduklarını öğrenirseniz, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarf ettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin. Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 2028
“Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret/katlan ve onları güzel bir şekilde terk et (ve’hcür).” 2029
“Kötü şeyleri terk et (fe’hcür).” 2030
Tefsirlerden Alıntılar
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir.”2031: Zararlı olan geri kalanlardan önemli bir kısmın durumuna bakalım. O kimseler ki, kendilerine zulmederlerken melekler dünyada canlarını alacak veya ahirette kendilerini yakalayıp mahşere süreceklerdir, kuşkusuz melekler onlara siz ne durumda idiniz, dininizle ilgili ne iş yapıyordunuz? diye azarlayıp soracaklar. Onlar da, "biz bu yeryüzünde, şu bulunduğumuz yerde zayıf sayılmış kimseler idik" diyecekler, yani başkalarının ezici gücü ve mağlubiyet altında âcizlik ve güçsüzlüğümüzden dolayı bir şey yapamıyorduk, zayıf sayılıyorduk diye özür beyan edecekler. Melekler de bunlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi? -Mesela, Medine'ye Habeşistan'a göç edip kendilerini kurtaranlar gibi- yeryüzünde başka bir tarafa göç etseydiniz ya!" diyecekler ve mâzeretlerini kabul etmeyeceklerdir. İşte böyle bulundukları yerde görevlerini yerine getirmelerine engel olan bir zulüm ve hâkimiyet altından çıkmak ve az çok uygun bir tarafa gidebilmek gücünü olsun taşıdıkları ve dolayısıyla tam anlamıyla âciz ve zayıflardan olmadıkları halde, kendilerini tamamen âciz sayıp yerlerinden kımıldamayanlar, bu şekilde yapabilecekleri görevlerini terk etmiş, küfür ve zulme yardımcı olmuş olacaklarından bunların varacakları yer cehennemdir. Ve bu gidiş ne fena bir gidiştir veya o cehennem ne fena yerdir.
Bu âyet Mekke'de müslüman olmuş ve hicret farz kılındığı sırada hicret
2027] 59/Haşr, 8-10
2028] 60/Mümtehıne, 10
2029] 73/Müzzemmil, 10
2030] 74/Müddessir, 5
2031] 4/Nisâ, 97
HİCRET
- 499 -
etmemiş olan bazı kişiler hakkında inmiştir. Demek ki, hicret vâcip iken kâfirlerin suyunca gidip oturmak doğrudan doğruya küfür değil ise de, her halde bir günah ve nefse bir zulümdür. Tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet bir yerde dinini yaşama imkânı bulamayan bir adamın oradan göç etmesi gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.s..s.) bir hadisinde sahih olarak şöyle gelmiştir: "Her kim dini uğruna bir yerden kaçarsa, gittiği bir karış yer de olsa cennete girmeye hak kazanır. Babası İbrahim'in ve peygamberi Muhammed'in yoldaşı olur." Rivâyet olunduğuna göre, bu âyet inince Rasûlullah (s.a.s..s.) bu âyeti Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb bin Damre (r.a.) de oğullarına: "Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah'a yemin olsun, bu gece Mekke'de yatmam." demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine'ye gitmek üzere taşıdılar. Çok yaşlı bir zat idi, yolda vefat etti.
Demek oluyor ki, gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
"Kendi nefislerine zulmedenler" İslâm'ı kabul eden, fakat geçerli bir nedenleri olmadığı halde henüz İslâm'a girmemiş kabileler arasında yaşayan kimselerdir. Onlar, "İslâm diyarı" varolduğu halde ve oraya hicret edip tam bir müslüman olarak yaşamaları mümkün olduğu halde, yarı İslâmî bir durumda yaşayarak kendi kendilerine zulmediyorlardı. Onların "biz yeryüzünde zayıflardan idik" diye öne sürdükleri özrün kabul edilmemesinin nedeni işte budur.
(Melekler de:) "Onda hicret etmeniz için Allah'ın arzı geniş değil miydi?"derler. "Niçin Allah'a isyankâr kimseler tarafından baskı altında tutulan ve Allah'ın kanunlarına uygun olarak yaşamanın mümkün olmadığı bir yerde yaşamaya devam ettiniz? Neden hiçbir engel olmadığı halde Allah'ın kanunlarına uyabileceğiniz bir yere hicret etmediniz?"
"Allah yolunda hicret etmek" iki durum dışında bir zorunluluktur: Kişi orada İslâm'ı yaymak, peygamberin ve takipçilerin görevlerinin ilk dönemlerinde yaptıkları gibi küfür üzerine kurulu hayat sistemini İslâmî bir sisteme çevirmek için kalabilir. Veya kişi oradan çıkıp gitmeye bir yol bulamaz da nefret ve hoşnutsuzluk içinde orada kalır. Bu iki durum hâriç "küfür diyarı"nda yaşamak sürekli günah içinde yaşamak demektir. "Hicret edecek bir İslâm Diyarı bulamadık" diye öne sürülen özür de kabul edilmeyecek ve şöyle denilecektir. "Eğer 'İslâm Diyarı' diye bir bölge bulunmadı ise, küfrün kanunlarına boyun eğmekten kurtulmak için ağaç yaprakları ve keçi sütü ile beslenebileceğiniz bir dağ veya orman da yok muydu?"
Bu bağlamda, "Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur" hadisi hakkındaki yanlış anlama da ortadan kaldırılmalıdır. Bu, hicretle ilgili sürekli bir emir değil, Mekke'nin fethinden sonra Arabistan'da değişen duruma uygun düşen geçici bir emirdi. Arabistan'ın büyük bölümü "küfür diyarı" olduğu sürece müslümanlar, o dönemde tek "İslâm diyarı" olan Medine'ye hicret etmeye çağrılmışlardı. Fakat Arabistan'ın hemen her tarafı İslâm kontrolüne girince, Hz. Peygamber (s.a.s.) hicretin zorunlu olduğu birinci emri ortadan kaldırmıştır: "Mekke'nin fethinden sonra artık (zorunlu olarak Medine'ye) hicret etmek yoktur." Bu hadis hiçbir zaman Kıyamet'e dek gelecek olan tüm müslümanlara
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her zaman için hicreti yasaklayan bir emir değildir.
“Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnâdır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Allah yolunda hicret eden kimse, gidecek çok yer ve bolluk/genişlik bulur.” 2032: Ancak bir çare bulamayacak, hicretin gerektirdiği sebeplere güç yetiremeyecek ve kendi kendine veya bir vasıta ile yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar hâriç. Zira bu gibi çaresizleri Allah'ın affetmesi kuvvetle umulur. Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi düşünülebileceğinden mutlak olarak affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından, büyükler de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme husûsunda mâzeretli olduklarından dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya lâyıktırlar. "Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır."
“Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfâtı Allah’a âittir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.2033: Ve her kim, yolunu bilip de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok gidecek, sığınacak veya düşmanların zıddına hareket edecek yer ve genişlik bulur. Dolayısıyla yaşadıkları yerde bir tür rahat ve bolluk bulunanlar, oradan ayrılınca mutlaka sıkıntılara ve darlıklara düşeceğini zannedip de korkmamalıdırlar. Bir de, her kim Allah'a ve Rasûlüne hicret etmek üzere evinden çıkar da sonra amacına ulaşamadan ölüm kendisine yetişirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Yani amelini tamamlamış gibi, ulaşacağına ulaşmış olarak ecir elde eder. Dolayısıyla bu konuda, "yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi elimdekini de kaybetmeyeceğim; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah için hareket eden, kaderde öyle yazıldığı için yarı yolda da kalsa yine tam sevap alacağını bilmelidir. "Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Cündüb b. Damre Medine'ye gelirken yolda "Ten'im" denilen yerde öleceğini hissederek sağ elini sol eline koymuş, "Allah'ım, şu senin, şu da Rasûlünün. Rasûlün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum." demiş ve ruhunu teslim etmişti. Bu haber Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashâbına ulaştığı zaman, "Medine'de vefat etseydi sevabı eksiksiz olurdu." demişler, bu âyet de bunun üzerine inmiştir. İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğunu da açıklamışlardır. 2034
Hadis-i Şeriflerde Hicret Kavramı
"(Allah'a) Şirk/ortak koşan bir müşrik müslüman olduktan sonra, kâfirlerden ayrılıp müslümanlar arasına katılmadıkça Allah, onun hiçbir amelini kabul etmez." 2035
"Ben, müşriklerle beraber yaşayan müslümanlardan berîyim/uzağım. Müslümanlarla müşriklerin ateşleri birbirini görmesin." 2036
“Müşriklerle beraber oturmayın, onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya
2032] 4/Nisâ, 98-99s
2033] 4/Nisâ, 100
2034] Elmalılı, c. 3, s. 62-63
2035] İbn Mâce, Hudûd 2, hadis no: 2536; Nesâî, Zekât 73, hadis 2558
2036] Nesâî, Kasâme 25, hadis no: 4753;Tirmizî, Siyer 41, 42, hds. 1654; Ebû Dâvud, Cihad 105, hds. 2645
HİCRET
- 501 -
onlara karışırsa onlar gibidir.” 2037
"Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır." 2038
"Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş." 2039
Ashâbdan biri sordu: 'İslâm'ın alâmetleri nelerdir?' Rasûlullah buyurdu: "Azîz ve Celîl olan Allah rızâsı için müslüman oldum, küfrü, isyanı bıraktım demen, namazı kılman, zekâtı vermen, müslümanların malı, can ve ırzlarının birbirlerine haram olduğunu, müslümanların birbirlerine yardım eden kardeşler olduklarını kabul etmen ve Aziz ve Celîl olan Allah'ın, müşrikler arasında iken İslâm'ı kabul ettiği halde onları bırakıp müslümanların içine dâhil olmayan kimsenin hiçbir amelini kabul etmeyeceğini bilmendir." 2040
"Düşmanla çarpışıldığı sürece hicret devam eder." 2041
Abdullah bin Vâğıt es-Sâdî’den (r.a.): "Bir heyetle Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna geldik. Her birimiz ihtiyacını arz ediyordu. Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna en son ben çıktım ve: 'Ya Rasûlallah, geride adamlarımı bıraktım. Onlara, "hicret kesildi" diyorlar, dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Kâfirlerle savaş devam ettikçe hicret kesilmez" buyurdu." 2042
“Tevbe sona ermedikçe hicret sona ermez; güneş batıdan doğuncaya kadar da tevbe son bulmaz.” 2043
"Ameller/eylemler, niyetlere göre değerlendirilir. Kim Allah ve Rasûlü için hicret ederse o, Allah ve Rasûlü için hicret sevabını alır. Kim de elde etmek istediği dünya malı, ya da evleneceği kadın için hicret ederse onun hicretinin karşılığı da hicret ettiği şeydir." 2044
"Ortalık kargaşa içindeyken ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir." 2045
"Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette kaldığı kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın nehy ettiği şeyleri terk edendir." 2046
“Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terk eden kimsedir.” 2047
Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.) sordu: “Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?” Allah’ın elçisi buyurdu ki: “... Allah’ın yasakladığı/haram kıldığı şeyleri terk etmendir.” 2048
2037] Tirmizî, Siyer 42
2038] Ebû Davûd, Cihad
2039] İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II/14
2040] Nesâî, Zekât 73, hadis no: 2558; İbn Mâce, Hudûd 2, hds. 2536
2041] Ahmed bin Hanbel, V/270
2042] Nesâî, Bey'at 15, hadis no: 4156
2043] Dârimî, Siyer 70
2044] Buhârî, Vahy 1; Müslim, İmâret 33
2045] Müslim, Fiten 130; Tirmizî, Fiten 31; İbn Mâce, Fiten 14
2046] Buhârî, Rikak 71; Müslim, İman 4, 64-66; Ebû Dâvud, Cihad 2, hadis no: 2481, Cihad 4, Vitr 11; Tirmizî, İman 2762-2763; Nesâî, İman, hds no: 4963; İbn Mâce, Fiten, hds. 2934; Dârimî, Rikak, hds. 2715
2047] Buhârî, İman 4, Rikak 26; Ebû Dâvud, Cihad 2
2048] Nesâî, Biat 12, hadis no: 4148; Ebû Dâvud, Vitr 12, hds. 1449, Dârimî, Salât 135, hads 1431
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Fitne zamanında ibâdet, bana hicret etmek gibidir..." 2049
"İslâm, şüphesiz garip olarak başladı ve (günün birinde) garip hale dönecektir. Ne mutlu gariplere!" "Garipler kimlerdir?" diye soruldu. Rasûlullah (s.a.s.): Kabilelerinden (İslâmiyet için) uzaklaşanlardır." 2050
“Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensârdan bir fert olmak isterdim.” 2051
“Allah’ım! Ashâbımın hicretini kararlı kıl; onları topukları üzerinde tekrar geriye döndürme.” 2052
"Yâ Rasûlallah, insanların hangisi daha fazîletlidir?" diye soruldu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), "Canıyla, malıyla Allah yolunda cihad eden mü'mindir." Buyurdu. Sahâbîler: "Sonra kimdir?" dediler. Rasûlullah (s.a.s.): "Vâdîlerden bir vâdî içinde (yalnızlığa çekilen) bir mü'mindir ki, o, Allah'tan korkar da insanları kendi şerrinden rahat bırakır" buyurdu. 2053
Abdullah bin Amr (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.): 'Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) da: "Allah'ın yasakladığı (haram kıldığı) şeyleri terk etmendir" buyurdu. Ve devamla: "Hicret, iki kısımdır: Şehirlilerin hicreti ve çölde yaşayanların hicreti. Çölde yaşayanın hicreti, vazifeye çağrıldığında gelmesi, emrolunduğu şeyi yapmasıdır. Şehirlilerinki ise, çölde yaşayanınkinden daha ağırdır. Ecir ve sevâbı da daha çoktur." 2054
Ya'lâ (r.a.) şöyle demiştir: "Mekke'nin fethi günü babamı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna getirerek: 'Yâ Rasûlallah, babamın hicret etmesi husunda bey'atını kabul buyur' dedim. Rasûlulah da: "Hicret kesildi, cihad etmesi hususunda bey'atını kabul ediyorum" buyurdu." 2055
Mucâşî İbn Mesûd (r.a.) şöyle dedi: "Mekke'nin fethinden sonra ben, kardeşim (Mucâlid) ile Rasûlullah’a (s.a.s.) geldim ve: 'Ya Rasûlallah, kendisiyle hicret etmek üzere bey'at etmen için sana kardeşimi getirdim' dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Hicret etmiş olanlar, ondaki fazîletle gitmişlerdir" buyurdu. 'Şimdi sen onunla ne üzere bey'at edeceksin?' diye sordum. "Ben onunla, İslâm, iman ve cihad üzere bey'at edeceğim" buyurdu. 2056
"Fetihten (Mekke'nin fethinden) sonra (Medine'ye) hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır. Allah yolunda savaşa çağrıldığınız zaman koşunuz." 2057
Hadis-i şerifte bitmiş olduğu beyan edilen "hicret", Mekke'den Medine'ye yapılan hicrettir. Hicret, hangi mekân ve hangi zamanda olursa olsun, şartları
2049] Müslim, Fiten 26, hadis no: 2650; Tirmizî, Fiten 28, hds. 2297; İbn Mâce, Fiten, 14, hds. 3985
2050] İbn Mâce, Fiten 15, hadis no: 3988s
2051] Ahmed bin Hanbel, II/315; Müslim, Zekât 139
2052] Müslim, Vasıyye 5
2053] Buhârî, Cihad ve's-Siyer 5; Müslim, İmâre 34, hadis no: 122-123
2054] Nesâî, Bey'at, hadis no: 4148, Zekât hds. 2516; Ebû Dâvud, Vitr, 1449; Dârimî, Salât, hds. 1431
2055] Nesâî, Bey'at, 15, hadis no: 4151
2056] Buhârî, Meğâzî, 311-312; Müslim, İmâre, 83-84
2057] Buhârî, Cihad ve's-Siyer 2; Müslim, İmâre 85-86; Ebû Dâvud, Cihad 2, hadis no: 2480; Tirmizî, Siyer 32, 33 hds no: 1638; Nesâî, Bey'at 15, hds no: 4153, Cihad 9, hds 2773; Dârimî, Siyer 49, hds 2515, Siyer 69
HİCRET
- 503 -
oluştuğunda gündeme gelen bir ibâdet ve şartlar çerçevesinde işlenen bir eylemdir. Hadis, Mekke'den hicreti kaldırmış ise de müslümanlara baskı yapılan her küfür diyarından İslâm yurduna hicret, farz olarak sürmektedir.
Hayat; İman, Sabır, Hicret ve Cihaddır
“Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfât, Allah tarafındandır. Allah, mükâfâtın en güzeli kendi nezdinde olandır.” 2058
Tarihte vuku bulan gerçek hicretler, peygamberler ve onların yetiştirdiği insanlar eliyle ortaya konulmuştur. Bu hicretler, gerçek muhâcirler olan peygamberlerin önderliklerine göre tasnif edilmelidir:
Peygambersiz ümmet hicretleri (Hz. İsa’dan sonra yaşanan, mü’minlerin Kudüs’ten kovulması ve bunların dünyanın çeşitli yerlerine dağılmaları ve asr-ı saâdetteki Habeşistan’a yapılan hicretler).
2- Ümmetsiz Peygamber hicretleri: İlk çağ peygamberlerinin hicretleri (Hz. Mûsâ’ya kadar ve asr-ı saâdetteki Peygamberimiz’in Tâif’e hicret girişimi).
3- Peygamber kontrolünde hicret (Hz. Mûsâ ve O’na iman eden kavminin Mısır’dan çıkış olayı ve asr-ı saâdette vuku bulan dünyanın gördüğü en muhteşem göç: Medine’ye hicret).
Müslümanların hayatı, sürekli bir “seyahat”ten ibârettir; nitekim Kur’ân-ı Kerim’de seyahat edenler övülmektedir.2059 Bu seyahat, bir yandan “kâinat”ın küçültülmüş şekli, yoğun bir özeti olan bedeninden içine, kalbine doğru; bir yanda da, kâinatta “âyet”lerden âyetlerin işaret ettiğine doğru, yani eserden fiile, fiilden isme, isimden sıfata, sıfattan şuûna, oradan da Zâtâ doğru bir seyahattir. Bu, bir açıdan birbirini tamamlaması gereken her iki seyahatin neticesinde “Arş’ı üzerinde” Allah’a ulaşılır. Çünkü kalp de Allah’ın arşıdır. Kendinde, kâinattaki her varlığın bir özeti bulunan insan, bütün bu yanlarını aşarak, asıl varlığını oluşturan rûhuna doğru yürürken, bu ruhu örten, kalbin işitme ve görme duyularının üzerine konmuş ağırlıkları gidererek, merkezine ulaşmaya çalışır. Bu ise, kalbi çevreleyen, ruhu perdeleyen her türlü karartı ve ağırlıkları silmek, bunların sebebi olan haramları işlememek ve Allah’ın emirlerini yerine getirmekle mümkün olabilir. İşte, hicretin temel mânâ ve muhtevâsı burada, yani ruhu perdeleyecek her türlü davranışlardan kaçmakta, uzak durmakta yatar: “Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar! Rabbini tekbir et; elbiseni temizle ve her türlü ağırlık ve günahtan hicret et!” 2060
İşte, insan bu seyahatinde, nefsinden olduğu kadar çevresinden de büyük engellerle karşılaşır. Çünkü insan bir yandan kendi içinde ruhuna doğru, bir yandan da kâinatta seyahat ederken, karşısına çıkan cin ve insan şeytanlarıyla, bunların kendindeki işbirlikçisi nefsi, onu sürekli önlemeye çalışır. Dolayısıyla insan, içe ve dışa doğru seyahatinde kendini “temizlediği” gibi, çevresini de her türlü kirden, ağırlıktan, günahtan, zulümden temizleyerek hedefe gidebilir. Bu
2058] 3/Âl-i İmrân, 195
2059] 9/Tevbe, 122
2060] 74/Müddessir, 1-5
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
durumda, kirlilerin, günahkârların ve zâlimlerin karşısına çıkmasından tabiî bir şey yoktur. Onları aşmanın, engellerini yok etmenin en önemli vâsıtalarından biri, belki de bu araçların hepsinin adıdır hicret. Önce bu engel koyuculardan kalben kesinkes uzaklaşmak, (eğer savaş şartları oluşmamışsa) onlara iyi davranarak zulümlerine eritici bir sabırla karşı koymak, hikmet ve en güzel tebliğle mücâdele etmek gerekir. İşte, bu sabrın, mücâdelenin, hem nefse, hem de dıştaki engellere karşı koymanın, ruha doğru seyahat etme cehd ve gayretinin adı da cihaddır.
Müslümanın hayatı, kesintisiz bir hicret ve sürekli bir cihaddan ibârettir. Bu cihadın bir merhalesinde o hale gelinir ki, artık Allah’ın Yolu’ndan alıkoyucular hikmet ve güzel öğütle tebliğden etkilenmez ve bu Yol’dan alıkoyma ve yolcularının önüne büyük engeller koyma işinden vazgeçmez olurlar. Hatta müslümanlar ölmek ve daha da kötüsü Allah’ın Yolunda yürüyememek, öyle ki bu Yol’u bırakmak durumuyla karşı karşıya gelebilirler. İşte, bu noktada ya cihadın silahlı şekline başvurmak, ya da imanı kurtarmak için fert fert veya topluca hicret edilir. O kadar ki, bu hicret ve ardından, kendisinden hicret edilen yerdeki ins şeytanlarına karşı silahlı cihad etmek imanın tam mânâsıyla denendiği ve mü’minin belâ kabında piştiği vazgeçilmez bir görev halini alır: “Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir.” 2061
Hicret, hiçbir zaman kaçış değildir. O, mutlaka zulme ve eziyete uğradıktan sonra veya ferdî planda imanı korumak, ya da Din’i anlatmak veya toplu halde kendisinden hicret edilen yere muzaffer bir şekilde dönüp, orada Tevhid’i gerçekleştirmek için yapılır; bu gâyeyle hicret edenleri Allah, yeryüzünde yerleştirip, kendilerine imkân vermeyi vaad etmiştir. “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfâtı elbette daha büyüktür.” 2062
Eziyete ve zulme uğradıktan sonra toplu olarak hicret etme emri geldiği halde hicret etmeyenleri, hicrete güçleri yettiği halde hâlâ müşriklerin velâyeti altında bulunanları, hicretlerinden sonra Allah’ın güzelce yerleştirdiği mü’minlerin korumaları üzerlerine mecburî olmadığı gibi, aralarında anlaşma olan kavme karşı yardım istediklerinde yardım etmek zorunda da değillerdir: “İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (mücâhidleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar size onların velâyetinden/dostluğundan hiçbir şey yoktur.(Bununla beraber) Eğer onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme/anlaşma bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”2063; “Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini velî/dost edinmeyin.” 2064
İşkence ve zulümden sonra gerçekleştirilen hicret bir mânada silahlı cihadın kapısı olmaktadır. Artık müşriklere ve insanları Allah’ın Yolu’ndan alıkoymaya
2061] 4/Nisâ, 97
2062] 16/Nahl, 41
2063] 8/Enfâl, 72
2064] 4/Nisâ, 89
HİCRET
- 505 -
çalışanlara karşı bir “hükümet” halini alan muhâcirlerle, onlara yurt veren ve barındıran yardımcıların el ele verip, “sağlam bir yapı” halinde savaşmaları, üzerlerine borç olur. İmanların en tesirli tarzda denendiği zamandır artık bu zaman; işkencelerden kurtulup da hicretle dindaşlarının bulunduğu yurda yerleşenler eğer rahata dalar, içe doğru hicret ve cihadı bırakırlarsa, düşman karşısında da malları ve canlarıyla cihad edemez, savaş veremezler. Bu bakımdan, silahlı cihad ve bir yerden bir yere hicret, belli zamanlarda ve gerektiği şartlarda yerine getirilmesi gerekli son derece önemli iki vazife iken, nefse karşı cihad ve içe doğru hicret, bu görevi de yerine getirebilmenin gereği ve mü’minin kesintisiz devam ettirmesi gereken birinci derecedeki vazifesidir. Yoksa, hicret bir kaçış, cihad da ganîmet ve yağma için verilen bir savaş halini alabilir ve bu durum da, insan için sadece kayıp ve hüsran demek olur. “Muhâcir, Allah’ın nehy ettiklerinden hicret edendir.” 2065
Bir müslümanın temel hedefi Allah Teâlâ'ya ihlâsla ibâdet edebilmektir. Ruhlar âleminde gerçekleşen misaka ve o misakın tabii sonucu olan emânete, hakkı ile riâyet edebildiği müddetçe bir mü’min, yeryüzünün neresinde olursa olsun yaşayabilir. Elbette hangi halde bulunursa bulunsun, insanları, Allah Teâlâ'nın dinine dâvet etmeye devam edecektir. Herhangi bir devlet, müslümanların ibâdet etmelerine karışmaz ve tebliğ hususundaki gayretlerini sınırlamazsa mesele yoktur. Ancak bütün bunları kanunla yasaklar ve ibâdet ettikleri için müslümanlara zulmederse, durum ne olacaktır? Bu suale cevap verebilmek için hicret kavramını açıklamak durumundayız. Hecr veya hecrân/hicrân; insanın başkasından (bedenen, kalben veya dille) ayrılması demektir. Hicret; ayrılma, terk etme ve göç etme mânâlarına gelir. Seyyid Şerif Cürcanî hicreti şöyle tanımlar: "Küfür ahkâmının tatbik edildiği beldeden, darul-İslâm'a intikâl etmeye hicret denilir."2066 Râğıb el-İsfahanî, Müfredât isimli eserinde şu noktalar üzerinde durur: "Hecr veya hicran; insanın başkasından ayrılmasıdır. Bu bedenle, kalple veya dille olabilir. Allah Teâlâ: "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; onlara öğüt verin (vazgeçmezlerse), kendilerini yataklarında yalnız bırakın (ve’hcurûhunne)"2067 buyurmuştur. Burada kullanılan “ve’hcurûhunne” ifadesi, onlara yaklaşmamaktan kinâyedir. Furkan sûresindeki "Peygamber dedi ki: ‘Ey Rabbim! Kavmim hakikat şu Kur'ân'ı mehcûr bir şey edindiler/terkettiler." 2068 mealindeki âyette, kalp ile hecr veya hem kalp, hem lisan ile hecr sözkonusudur. "Onlardan güzel bir şekilde ayrıl."2069 mealindeki âyette, üç türlü hecr (ayrılma) muhtemeldir. Bununla beraber; müşriklere iyi davranmakla birlikte mümkün olursa her üç şekilde de (beden, kalp ve dil) ayrılmanın (hecr etmenin) yollarını aramaya Peygamber ve O’na tâbi olanlar dâvet edilmektedir. "Uzun bir müddet benden ayrıl (ve’hcurni), git!"2070 mealindeki âyette de böyledir. "Azâb(a götürecek şeyleri) terket (fe’hcur)!"2071 Burada da bütün şekilleriyle ayrı kalmaya teşvik vardır. Muhâceret, başkasıyla ilişkiyi kesip, onu terk etmektir.
2065] Buhârî, I-11; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 497-501
2066] Cürcânî, et-Ta'rifat, İstanbul ty, Kaynak Yay., sh. 256
2067] 4/Nisâ, 34
2068] 25/Furkan, 30
2069] 73/Müzzemmil, 10
2070] 19/Meryem, 47
2071] 74/Müddessir, 5
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Denildi ki; “şehvetlerden, kötü huylardan ve günahlardan uzaklaşmak, olanları terk ve reddetmek de, hicretin gereğidir.”2072 Hz. Âdem (a.s) ile başlayan tevhid mücadelesi; tâgûtî güçlerin zulmü sebebiyle, hicret eden muttakî insanların ıstırabını gündeme getirmiştir. Kâfirler ve müstekbirler daima zorbalığa başvurmuşlardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; Hz. Şuayb’ın (a.s.) kıssası beyan edilirken, kavminin önde gelen (mele’) müstekbirlerinin teklifi haber verilmiştir: "Onun (Şuayb'ın) kavminden iman etmeyi kibirlerine yediremeyen kodamanlar (devlet adamları) şöyle dedi: ‘Ey Şuayb, seni ve beraberindeki iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız, ya da mutlaka bizim dinimize (küfre ve şirke) döneceksiniz! O (Şuayb): ‘Ya istemesek de mi?’ dedi."2073 Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kıssasında da kâfirlerin ne derece zorba olduğu açıklanmaktadır. Nitekim Fir'avun, Hz. Mûsâ’ya (a.s.) hitâben: "Yemin ederim ki; eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak zindana atılanlardan ederim”2074 tehdidinde bulunmuştur. Esasen bütün tâgûtî iktidarlarda, Fir'avun kompleksini tespit etmek mümkündür. Tarih boyunca, birçok peygamber ve muttakî mü'min, sadece ve sadece Allah Teâlâ'ya ibâdet edebilmek için hicret etmişlerdir. Şimdi bu konu üzerinde kısaca duralım:
1- Hz. İbrahim'in Hicreti: Heykelperest bir kavme, İslâm'ı tebliğ etmeye gayret eden Hz. İbrahim (a.s.) birçok işkenceye uğramıştır. Sabırla ve metânetle yürüttüğü nübüvvet görevinin sonucu, hicretle noktalanmıştır. Şimdi hicret etmeden önceki son durumu Kur'ân-ı Kerîm'den öğrenelim: "... Bundan dolayı kavminin cevabı: ‘Öldürün onu yahut yakın onu!’ demelerinden başka (bir şey) olmadı. Allah da onu (İbrahim'i) ateşten kurtardı. Şüphe yok ki bunda iman edecek zümreler için herhalde ibretler vardır. De ki: ‘Siz dünya hayatında birbirinizle (müşriklik hususunda) dost olduğunuz için Allah'ı bırakıp ancak heykellere tutundunuz. (Fakat) bilâhare kıyamet gününde kiminiz kiminize küfür, kiminiz kiminize lânet edecektir. Barınacağınız yer ise ateştir. Sizin (o vakit) hiçbir yardımcınız da yoktur.’ Bunun üzerine kendisine Lût iman etti. (İbrahim) dedi ki: ‘Hakikat ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphe yok ki mutlak ve gâlib, tam hüküm ve hikmet sahibi O'dur."2075 Böylece Kur'ân-ı Kerîm; Hz. İbrahim’in (a.s.) dini yaymak gayesiyle, kavminden uzaklaşmaya karar verdiğini bildirmektedir.
2- Ashâb-ı Kehfin Hicreti: Kâfir ve zâlim bir yönetime itaat etmekten hayâ ederek, bir mağaraya hicret eden Ashâb-ı Kehf nasıl unutulabilir? Allah Teâlâ onlardan râzı olmuş ve Kur'ân-ı Kerîm'de "genç yiğitler" olarak taltif etmiştir. Kıyâmete kadar hayırla anılacaklardır. Şimdi kısaca onların kıssasını nakledelim: "(Şimdi) Sana onların kıssalarını (hakiki bir şekilde) anlatalım: Hakikat onlar Rablerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık!. Ve (kâfir hükümdarın karşısına dikilip) de: ‘Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına Allah demeyiz. (Eğer dersek) o zaman andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz O'ndan (Allah Teâlâ’dan) başkasını ilâhlar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir burhan getirselerdi ya! Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zâlim (daha kâfir) kimdir?' dedikleri zaman onların kalplerini (sabır ve sebat ile tamamen hakka) bağlamıştık. (Onlar birbirlerine şöyle demişlerdi) Mademki biz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldık (hicret ettik), o halde mağaraya çekilelim ki, Rabbimiz
2072] Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an, İst.,1986, Kahraman Y., s. 782
2073] 7/A'raf sûresi: 29
2074] 26/Şuarâ, 29
2075] 29/Ankebût, 24-26
HİCRET
- 507 -
bize rahmetinden genişlik versin, işimizde de fayda hazırlasın." 2076 Böylece ashâb-ı kehf; tâgûtî bir iktidarın yönetimi altında yaşayıp, imanlarını gizlemekten haya etmişler ve mağarada İslâm'ı yaşamaya çalışmışlardır. Kâfirlerden ve zâlimlerden uzaklaşan (hicret eden) ashâb-ı kehf'in, İslâm'ı yaşama hususunda gösterdiği gayreti takdir etmemek mümkün müdür? Güçlerini (ve sayılarını) bahane ederek tâgûtî yönetimlere boyun eğen, cihadı ve hicreti unutan insanların ise, ashâb-ı kehfi hatırlaması kolay değildir.
Tâğûtî iktidarların baskısı ve çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, mutlaka hicret etmek mecburiyetindedir. Ayrıca müslümanların; kâfirlerin ordularına katılmaya ve küfrün güçlenmesi için savaşmaya mecbur edildikleri durumlarda, mutlaka hicret etmeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, müslüman oldukları ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibâdeti terk edenler uyarılmışlardır. "Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: ‘Ne işte idiniz? (İslâm için ne yapıyordunuz?)' Onlar: ‘Biz yeryüzünde (İslâm'ın emirlerini tatbikten) âcizlerdik' derler. Melekler de: ‘Peki!.. Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret edeydiniz ya!' derler. İşte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesnadır. Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah'ın affedeceğini umabilirler?"2077 Mekke'de, müslüman oldukları halde (hicret etmeye imkânları da varken) "imanlarını gizleyen ve İslâm'ın emirlerini edâ edemeyen" kimseler hakkında inen bu âyet, hicretin önemini bildirmektedir.
Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım: "Hicret ibâdetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânada bir dârû'l-İslâm'ın bulunması şarttır" diyerek kendilerini ma'zur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği gibi sahâbe-i kiram'ın ilk hicret ettiği ülke Habeşistan'dır. İmam-ı Serahsi "Mekke'yi" şu şekilde tarif etmektedir: "O dönemde Mekke; şirk ahkâmının tatbik edildiği bir dâru'ş şirk idi."2078 Mâlum olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği dönemde, yeryüzünde dâru'l-İslâm vasfına hâiz bir belde yoktur. Dolayısıyla "hicret ibâdetini edâ edebilmek için, kâmil mânada bir dâru'l-İslâm'ın bulunması şarttır" iddiası tutarlı değildir. Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî ye göre, hicret iki çeşittir. Birincisi: İşkence ve korku diyarından, güven diyarına hicret! Tıpkı Habeşistan'a ve Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in hicretinden önce Mekke'den Medine'ye yapılan hicret gibi! İkincisi: Küfür diyarından İslâm diyarına hicret. Bunun misali ise şudur: Peygamber efendimizin (s.a.s.) Medine'ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret... Ancak Mekke fethedildikten sonra Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.): "Fetihden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır."2079 hükmü gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır. Fukahâ, hadiste geçen fetihden maksadın, Mekke'nin fethi olduğunda müttefiktir.
Abdullah İbn-i Ömer (r.a.) şöyle der: “Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe, hicret devam edecektir. Zira Resûl-i Ekrem
2076] 18/Kehf sûresi: 13-16
2077] 4/Nisâ, 97-99
2078] İmam Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, ty., c. XIV, sh. 57
2079] Buhârî, Cihad ve's-Siyer 2; Müslim, İmâre 85-86; Ebû Dâvud, Cihad 2, hadis no: 2480; Tirmizî, Siyer 32, 33 hds no: 1638; Nesâî, Bey'at 15, hds no: 4153, Cihad 9, hds 2773; Dârimî, Siyer 49, hds 2515, Siyer 69
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(s.a.s.) “Düşmanla cihad devam ettiği müddetçe, hicret devam edecektir.”2080 buyurmuştur.” Bu hadise göre; hicretin farz olduğu küfür diyarı, (müslümanlarla) savaşın devam ettiği beldedir. Küfür diyarındaki müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini açığa vuramaz ve (küfrün orduları safında) savaşa götürülür" diyerek, hicretin hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir. Savaş söz konusu olmadığı ve İslâmî hükümleri edâ edebildiği müddetçe, hicret ibâdeti farz olmaz. Mükellefin durumuna göre müstehap veya mubah olabilir. Sonuç olarak: Kelime-i Şehâdeti ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allah Teâlâ'nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in sünnetinde yer alan her hükmün "mutlak hakikat" olduğunu tasdik etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terk etmek farzdır. Tâgûtî iktidarların hâkim, müslümanların mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da İslâmî cemaatin içerisinde ibâdetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir hâli gündeme getirmek mümkün değildir. 2081
Adım Adım Hicret: Rasûlullah Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz onların bu Câhilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hac mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler. "Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.
Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamber'in geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle aralan açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız" diyorlardı.
Akabe'de müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hacc için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize söz verip bey'at ettiler.
Peygamberliğin on üçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hacc için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar. Hz. Peygamber (s.a.s.), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor, onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceğiniz sözü
2080] Ahmed bin Hanbel, V/270
2081] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 175-180
HİCRET
- 509 -
yerine getirebilecek ve kendisini muhâliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakın. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."
Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbimıza bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de, esirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sâdıkız".
Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibâdet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var?" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdu. Medineliler "bu kârlı alış veriştir" deyip Allah Rasûlüne bey'at ettiler.
Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra peygamberimiz müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahâbe ile birlikte hicret etti."
Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diğer müslümanlar hicret ettiler. Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz ona "acele etme, belki Allah sana bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.
Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında toplandılar. Çeşitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.
Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâfoğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.
Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin evinde kalması emredildi.
Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin evini kuşattılar. Allah Rasûlü Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmiştir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.
Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hıra mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.
Müşrikler Hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ebu Bekir bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebu Bekir'in çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.
Kureyşliler, Peygamberimizi bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vaad ettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya başladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti. Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü yalnız bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.
Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.
Kureyş'in vaad ettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamıştı, sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarlığını yapmış oldu.
Peygamberimizin Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin
HİCRET
- 511 -
ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla "ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın geldiğini onlara haber verdi.
Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamberimiz burada bir müddet kaldı ve Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Rasûlulah'a yetişti. Süheyb bin Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam etti.
Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivâyet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccaroğulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.
Neccaroğulları Peygamberimizi Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah Rasûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu. “Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur” diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin evine misafir oldu.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu. Bütün mü'minler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler “Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!” diyerek bağırıyorlardı.2082 Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda “Rasûlullah geldi! Allahu ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi!” diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı. 2083
Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı. 2084
Berâ' bin Âzib: "Peygamber (s.a.s.) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim demiştir.
Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der. 2085 Rasûlullah Medine'ye varınca mü'minlerin her biri kendi evinde ağırlamak istediler ve bu konuda yarışırcasına hareket ettiler. Rasûlullah'ı misafir edebilmek için devesinin önüne geçiyorlardı. Efendimiz onlara "Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona emir buyurulmuştur" diyordu. 2086
2082] Müslim, VIII/237
2083] Ebû Davud, II/579
2084] Semhûdî, Vefâü'l-Vefâ, I/187, Halebî, İnsânü'l-Uyûn, II/58
2085] İbn Sâ'd, Tabakat, I/233-234
2086] Semhûdî, Vefâü'l-Vefâ, I/183
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tarihte Hicret
Hz. İbrahim’in (a.s.) Hicreti:
Hz. İbrahim, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, bir bir işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip almamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.
Hz. İbrahim kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını anlarınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir. 2087
Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur: "Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karış yer de olsa Cennet'te İbrahim ve Muhammed (s.a.s.) onun arkadaşı olur."
Ashâb-ı Kehf'in Hicreti:
Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm, Ashâb-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler"2088 olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onların hidâyetlerini artırmıştı". Ashâb-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulman ve Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.
"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'tan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?’ dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık. (Birbirlerine şöyle demişlerdi:) ‘Mademki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın."2089 Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.
Habeşistan'a Hicret: İslâm'ın ilk yıllarında, sahâbîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız
2087] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II/1437
2088] 18/Kehf, 13
2089] 18/Kehf, 14, 16
HİCRET
- 513 -
zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz, sayıları yüzü bulan sahâbîye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi.
Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama. en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkânlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için bir izin verilmiş oluyordu... 2090
Habeşistan Hicreti
Müslümanların Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm'ın öngördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında (miladî 614), ikincisi de altınca yılın (615) başlarında olmak üzere iki defa hicret ettiler. Bu hicretler birinci Habeşistan hicreti ve ikinci Habeşistan hicreti olarak adlandırılır.
Kur'an'da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mü’min için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek Allah'ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mü’min kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mü’mindir. Bu nedenle Mekke'de, mü’minler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren âyetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir âyette, "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak, sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir"2091 buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir. "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; âhiret mükâfatı ise daha büyüktür"2092 âyeti ise mü’minleri hicrete açıkça teşvik eder.
Kur'an, bir yandan mü’minleri hicrete hazırlarken, diğer yandan da hıristiyanlık ve Hz. İsa hakkında gerekli bilgilerle donatıyordu. Habeşistan hicretinin hemen öncesinde gelen Meryem sûresi, mü’minleri bu konuda yeterince bilgilendirdi. Ayrıca, mü’minlere hıristiyanlarla nasıl mücadele etmeleri gerektiği öğretildi: "İçlerinden zulmedenleri hâriç, kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki; "Bize indirilene de, size indirilene de inandık. İlâhımız ve İlâhınız birdir, biz de O'na teslim olanlarız."2093 Bu hazırlama ve bilgilendirmeden sonra, mü’minlerin
2090] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 413-415
2091] 39/Zümer, 10
2092] 16/Nahl, 41
2093] 29/Ankebût, 46
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hicreti bilfiil gerçekleştirmeleri yönünde açık işaretler taşıyan şu âyetler geldi: "Ey inanan kullarım, benim arzım geniştir, bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İnanıp iyi işler yapanları cennette, altlarından ırmaklar akan yüksek odalara yerleştiririz; orada ebedî olarak kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabredenler ve Rablerine tevekkül ederler. Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz; onları da, sizi de Allah besler. O işitendir, bilendir."2094 Ankebût sûresi, çoğu müfessire göre Habeşistan hicretinden çok sonra, Medine'ye hicretten hemen önce inmiştir. Ancak merhum Mevdûdî, yaptığı tahkikle sûrenin Habeşistan hicretinden önce indiği sonucuna varır. Ona göre önceki müfessirleri sûrenin hicretle ilgili âyetleri yanıltmış, yanlış değerlendirmelerine neden olmuştur. Daha önce merhum Derveze de aynı sonuca ulaşmış olmalı ki, Türkçe'ye "Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı" adıyla çevrilen eserinde andığımız âyetlerin Habeşistan hicretinin gerçekleştirilmesine işaret eden bir anlam taşıdıklarını belirtir. 2095
Andığımız son âyetler indiği sırada artık hicret zamanı gelmişti. Çünkü müşriklerin zulümleri, baskı ve işkenceleri dayanılmaz bir hadde ulaşmıştı. Hz. Peygamber, mü’minlerin Habeşistan'a hicret etmelerini buyurdu. Rivâyetler, hicret yurdu olarak Habeşistan'ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza göstermeyen, adil bir insan olmasına bağlar. Buna ilâve olarak sıkı ticaret ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının ilâhî kaynaklı bir inanca (Hıristiyanlık) sahip olmasının ve son olarak İslâm'ın orada yayılma imkânının bulunmasının da seçimi etkilediği söylenebilir.
Hz. Peygamber'in tavsiyesi üzerine bir grup mü’min Mekke'den ayrılarak Habeşistan'a göçtü. Nübüvvetin beşinci yılının (miladî 614) Receb ayında gerçekleşen ilk bu hicrete en çok kabul gören rivâyete göre on biri erkek, dördü kadın olmak üzere toplam onbeş kişi katıldı. Bunlar arasında Hz. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahâbîler de bulunuyordu. Bu ilk muhâcirler Habeşistan'da son derece iyi karşılandılar. Kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibâdet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı. Fakat iki ay sonra, müşriklerin müslüman oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle Habeşistan'dan ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına gelince gerçeği öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, her biri bir kabîle reisinden emân alarak Mekke'ye girdiler.
Habeşistan'dan dönen mü’minlerin büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı. Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha şiddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habeşistan'ın mü’minler için güvenli bir yer olduğunu göstermişti. Bu nedenle Hz. Peygamber mü’minlere ikinci kez hicret izini verdi. Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında, Ca'fer b. Ebî Tâlib'in önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadın olmak üzere toplam 101 ya da 103 müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci hicrette de yer aldı. İkinci hicret, Mekke'de tam bir matem havası estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katılmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya da amcası gitmişti.
2094] 29/Ankebût, 56-60
2095] II, 233
HİCRET
- 515 -
İkinci Habeşistan hicreti müşrik liderleri büyük bir telaşa düşürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habeşistan'ın İslâmlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz. Peygamber'e güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yı Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce Necâşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler, daha sonra onların da yardımlarıyla. Necâşî'nin müslümanları Mekke'ye iade etmesini sağlayacaklardı. Fakat sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi elçiler yakın çevresinin desteğini sağladılar, ama gerçekten adil bir insan olan Necâşi'yi bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler.
Elçiler Necâşî ile görüşerek muhâcir müslümanların birtakım beyinsiz gençler olduklarını, kendi dinlerini terk ettiklerini fakat hıristiyan da olmayarak yeni bir din icad ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden bir karar veremeyeceğini belirterek müslümanları yanına çağırttı; elçilerin taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu. Ca'fer b. Ebî Tâlib böyle bir talebe hakları olmadığını göstermek amacıyla elçilerden; kendilerinin köleleri, borçluları ya da kısas etmek istedikleri katiller olup olmadıklarının sorulmasını istedi. Amr'ın sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine, ne hakla iade talebinde bulunulduğunu öğrenmek istedi. Amr'ın daha önceki sözlerini tekrarlaması ve Necâşî'nin İslâm hakkında bilgi istemesi üzerine Hz. Ca'fer ünlü konuşmasını yaptı.
Ca'fer bin Ebî Tâlib, İslâm öncesi durumları ile Hz. Peygamber ve İslâm hakkında kısaca bilgi verdiği bu konuşmasında şunları söyledi: "Ey Hükümdar, biz, Câhil bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölü eti yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabamızla ilgilenmez, ilgimizi keserdik. Komşularımıza iyi davranmaz, kötülük yapardık. İçimizden güçlü olanlar zayıf olanları yer, ezerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, doğru sözlülüğünü, eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik. O peygamber, bizim ve babalarımızın Allah'tan başka tapına geldiğimiz taştan vesâireden yapılmış putları bırakarak Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na ibâdet etmeye bizi davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan, kan dökmekten vazgeçmeyi bize emretti. Bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten men ve nehyetti. Kendisine hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibâdet etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazı, zekâtı, orucu de emretti. Biz ona inandık ve kendisini tasdik edip doğruladık. Onun Allah tarafından getirdiklerine göre kendisine tabi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibâdet ettik. Onun bize haram kıldığı şeyi haram, helâl kıldığı şeyi helâl bildik. Fakat kavmimiz üzerimize yürüyüp bizi yüce Allah'a ibâdetten vazgeçirerek putlara taptırmak, dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe işleye geldiğimiz kötülükleri tekrar işletmek için türlü işkencelere uğrattılar. Onlar bize galebe çalıp zulüm ve tazyikleri altında ezmeye başladıkları, dinimizle aramıza girdikleri zaman, senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene can attık. Ey Hükümdar, bir, senin yanında hiçbir zulme ve
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haksızlığa uğramayacağımızı umuyoruz." 2096
Konuşmayı dikkatle dinleyen Necâşî, yanlarında Kur'an'dan bir bölüm bulunup bulunmadığım sordu. Bunun üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan Meryem Sûresinin ilk otuzbeş âyetini okudu. Rivâyetlere göre, âyetleri gözyaşları içinde dinleyen Necâşî, bunların Hz. Musa ve İsa'nın getirdikleriyle aynı kaynaktan geldiğini tasdik ederek, elçilere mü’minleri teslim etmeyeceğini bildirdi. Amr'ın, müslümanların Hz. İsa hakkında çok kötü sözler kullandıklarını söyleyerek Necâşî'nin kararını değiştirme çabası da Ca'fer'in, "O, Allah'ın kulu, rasûlü, ruhu ve O'nun, dünyadan ve erden geçerek Allah'a bağlanmış bir bâkire olan Meryem'e ilka ettiği kelimesidir" şeklindeki cevabıyla yalnızca Necâşî'nin bu konudaki gerçeği kavramasına yaradı.
Habeşistan muhâcirleri uzun yıllar hayatlarını burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre içinde başta Necâşî olmak üzere birçok kişinin müslüman olmasına vesile oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Başta Ca'fer b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında Medine'ye gelerek müslümanlara katıldı.
Habeşistan hicretine katılan muhâcirlerin isimleri hangi Muhâcir'in ne zaman döndüğü tafsilatlı olarak siyer kitaplarında zikredilmiştir. 2097
Hicret Çeşitleri
Hecr veya hecrân/hicrân; insanın başkasından (bedenen, kalben veya dille) ayrılması demektir. Hicret; ayrılma, terk etme ve göç etme mânâlarına gelir. Seyyid Şerif Cürcanî hicreti şöyle tanımlar: "Küfür ahkâmının tatbik edildiği beldeden, darul-İslâm'a intikâl etmeye hicret denilir."2098 Râğıb el-İsfahanî, Müfredât isimli eserinde şu noktalar üzerinde durur: "Hecr veya hicran; insanın başkasından ayrılmasıdır. Bu bedenle, kalple veya dille olabilir. Şehvetlerden, kötü huylardan ve günahlardan uzaklaşmak, olanları terk ve reddetmek de, hicretin gereğidir. 2099
Allah’a Hicret: İnsanın şeytandan ve her türlü kötü duygu ve düşüncelerden, arınıp Allah'a hicreti, kesintisiz sürer. Şeytandan Allah'a hicret etmeyen bir kişi, gerçek mü'min olamaz: "Allah yolunda hicret eden, çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden Allah'a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a aittir. Allah, bağışlar ve merhamet eder."2100 Kavminin iman etmeyip kendisine tehditler savurması karşısında Hz. İbrâhim, onlara şöyle dedi: "Doğrusu ben Rabbime (Rabbimin dilediği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîz/güçlü ve hakîmdir/bilgedir, hikmet sahibidir."2101 Bu âyette hicret sözcüğü, açıkça hem maddî, hem de mânevî anlamda kullanılmıştır. 2102
2096] M. Asım Köksal, İslâm Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225
2097] bk. İbn Hişâm Sire, I, 344-362; İbn Sa'd Tabakat, I, 203 vd.; Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 250-252
2098] Cürcânî, et-Ta'rifat, İstanbul ty, Kaynak Yay., sh. 256
2099] Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an, İst.,1986, Kahraman Y., s. 782
2100] 4/Nisâ, 100
2101] 29/Ankebût, 26
2102] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, 2/809 -21
HİCRET
- 517 -
Yaklaşmamak, yalnız bırakmak: "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; onlara öğüt verin (vazgeçmezlerse), kendilerini yataklarında yalnız bırakın (ve’hcurûhunne)" 2103
Kalp ile hecr/hicret veya hem kalp, hem lisan ile ayrılmak: "Peygamber dedi ki: ‘Ey Rabbim! Kavmim hakikat şu Kur'ân'ı mehcûr bir şey edindiler/terkettiler." 2104
Bedenle, kalple ve dille yapılan hicret: "Vehcürhüm hecran cemîlâ (Onlardan güzel bir şekilde ayrıl)."2105; "Uzun bir müddet benden ayrıl (ve’hcurni), git!"2106 mealindeki âyette de böyledir. "Azâb(a götürecek şeyleri) terket (fe’hcur)!"2107 Burada da bütün şekilleriyle ayrı kalmaya teşvik vardır. Muhâceret, başkasıyla ilişkiyi kesip, onu terk etmektir.
Müşrikleri terk edip onlardan hicret: “Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret/katlan ve onları güzel bir şekilde terk et (ve’hcür).”2108; "Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzelce ayrıl."2109 Bu ilâhî sözdeki "hecr-i cemîl" terkibi, "insanın kalben ve fikren kötülerden, kötülüklerden uzak durması, iyi ahlâkla donanıp kötülüklere karşı güzel ve etkili bir muhâlefet ortaya koyması" anlamına gelmektedir. 2110
Kötülükleri ve haramları terk etmek:“Kötü şeyleri terk et (fe’hcür).”2111; "Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette kaldığı kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın nehyettiği şeyleri terk edendir."2112; “Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terkeden kimsedir.”2113 Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.) sordu: “Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?” Allah’ın elçisi buyurdu ki: “... Allah’ın yasakladığı/haram kıldığı şeyleri terk etmendir.”2114 Abdullah bin Amr (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.): 'Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) da: "Allah'ın yasakladığı (haram kıldığı) şeyleri terk etmendir" buyurdu. Ve devamla: "Hicret, iki kısımdır: Şehirlilerin hicreti ve çölde yaşayanların hicreti. Çölde yaşayanın hicreti, vazifeye çağrıldığında gelmesi, emrolunduğu şeyi yapmasıdır. Şehirlilerinki ise, çölde yaşayanınkinden daha ağırdır. Ecir ve sevâbı da daha çoktur." 2115
Fitne zamanında ibâdet, hicret gibidir: "Ortalık kargaşa içindeyken ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir." 2116
Olumsuz Hicret: Bir de olumsuz hicretler vardı; Peygamberimizin ümmetinden bazılarına şikâyetçi olacağını ifade eden âyette olduğu gibi: “Peygamber dedi
2103] 4/Nisâ, 34
2104] 25/Furkan, 30
2105] 73/Müzzemmil, 10
2106] 19/Meryem, 47
2107] 74/Müddessir, 5
2108] 73/Müzzemmil, 10
2109] 73/Müzzemmil, 10s
2110] bk. Zemahşerî, Keşşâf, IV/177
2111] 74/Müddessir, 5
2112] Buhârî, Rikak 71; Müslim, İman , 4, 64-66; Ebû Dâvud, Cihad 2, hadis no: 2481, Cihad 4, Vitr 11; Tirmizî, İman 2762-2763; Nesâî, İman, hds no: 4963; İbn Mâce, Fiten, hds. 2934; Dârimî, Rikak, hds. 2715
2113] Buhârî, İman 4, Rikak 26; Ebû Dâvud, Cihad 2
2114] Nesâî, Biat 12, hadis no: 4148; Ebû Dâcvud, Vitr 12, hds. 1449, Dârimî, Salât 135, hads 1431
2115] Nesâî, Bey'at, hadis no: 4148, Zekât hds. 2516; Ebû Dâvud, Vitr, 1449; Dârimî, Salât, hds. 1431
2116] Müslim, Fiten 130; Tirmizî, Fiten 31; İbn Mâce, Fiten 14
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki: ‘Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur’an’ı mehcûr (hicret edilip terk edilen bir şey yerinde) tuttular.”2117 Bu âyette geçen hicret (mehcûr) kelimesi, terkedilmiş, dinlenilmeyen veya hakkında saçma sapan şeyler söylenen demektir. Kur’an’dan, Allah’tan uzaklaşmak, önceliği başka şeylere vermek, hayatın merkezine başka şeyleri yerleştirmek, tersine bir hicrettir. Hicrandır, sürgündür olumsuz hicretler. Peygamber tâbiriyle "…Kim elde etmek istediği dünya malı, ya da evleneceği kadın için hicret ederse onun hicretinin karşılığı da hicret ettiği şey olur." 2118
Doğudan/doğrudan Batıya/bâtıla yapılan hicret; “hicret”i ters çevirip yanlış bir “tercih”tir. “Allah ve Rasûlünün koyduğu hükme karşı mü’min bir kadın ve erkeğin o işi kendi isteklerine göre seçme/tercih hakkı yoktur…” 2119
Temel tevhidî sâbiteleri terk edip olumsuz anlamda değişim ve dönüşüm yaşayanlar, muhâcir değil; olsa olsa tükürdüğünü yalayan döneklerdir. “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye lâyık ancak O’dur. Allah, dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir mahlûk getirir.”2120; “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisine seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.” 2121
Kur’an’da hicret, şu anlamlarda da kullanılır: Kur’an’dan, hakdan ayrılıp uzaklaşmak;2122 terk etmek, irtibatını kesmek, uzaklaşmak;2123 terk etmek, ayrılmak, kötülükle mukabele etmemek;2124 ayrılmak, yaklaşmamak, yalnız bırakmak. 2125
İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğu da değerlendirilir.
Gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
Ahlâkî anlamda hicret devam etmektedir. Çünkü müslümanlar, her zaman günah ortamından ve şeytanın egemenlik alanından İslâm'ın hâkimiyet alanına göç etmekle yükümlüdürler. Bunun için kötülük yurdundan iyilik yurduna hicret, kıyâmete kadar geçerlidir.
Hicret gerekli, imkânlar da yeterli iken kötülük yurdunda oturmak, hem büyük bir günah, hem de nefse zulümdür. Çünkü mâzeretsiz olarak hicreti terk
2117] 25/Furkan, 30
2118] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâret 33
2119] 33/Ahzâb, 36
2120] 35/Fâtır, 15-16
2121] 5/Mâide, 54
2122] 23/Mü’minûn, 67
2123] 19/Meryem, 46
2124] 73/Müzzemmil, 10
2125] 4/Nisâ, 34
HİCRET
- 519 -
edenlerin varacağı yer, cehennem olacaktır. 2126
Allah yolunda hicret edenler, dünyada güzel mekân ve bol imkânlara kavuşur, âhirette de en yüksek onur pâyesini ve Allah'ın rızâsını kazanırlar. 2127
Hicretin Sonuçları
Hicret ve cihad, Allah’ın rahmetine ulaştırır: "İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir."2128 Dolayısıyla, hicret ve cihad konusunda görevlerini yapmayanların Allah’ın rahmetini umma hakları yoktur.
Hicret ve cihad, kötülükleri örter ve cennet gibi en güzel mükâfatlara ulaştırır: “Rableri, onların duâlarını kabul etti (Dedi ki:) ‘Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfât, Allah tarafındandır. Allah, mükâfâtın en güzeli kendi nezdinde olandır.” 2129
Gerektiği halde hicret yapmayanlarla mü’minler dost olamaz: “(Münâfıklar) Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini velî/dost edinmeyin…”2130 âyetindeki hicret kelimesi iki şekilde yorumlanmıştır. 1- Zâhirî anlam, küfür diyarından iman diyarına göç ediş, 2- Şehvetlerin, kötü ahlâkın ve günahların terki ve reddi.
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (mücâhidleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar size onların velâyetinden/dostluğundan hiçbir şey yoktur.(Bununla beraber) Eğer onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme/anlaşma bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.” 2131
Allah’ın geniş arzında hicret etmekten kaçınan kendilerine yazık eden müstaz’af kimselerin cezâsı cehennemdir: “Kendilerine yazık eden (nefislerine zulmeden) kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnâdır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Allah yolunda hicret eden kimse, gidecek çok yer ve bolluk/genişlik bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfâtı Allah’a âittir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” 2132
2126] Bk. 4/Nisâ, 97
2127] Bk.. 4/Nisâ, 100; 22/Hacc, 58; 9/Tevbe, 20, 100 vd.
2128] 2/Bakara, 218
2129] 3/Âl-i İmrân, 195
2130] 4/Nisâ, 89s
2131] 8/Enfâl, 72
2132] 4/Nisâ, 97-100
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerçek mü’minler, imanlarını hicret ve cihadla isbat edenlerdir: “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. sonradan iman eden ve cihad edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabâlar) birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundurlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” 2133
Allah katında derece/rütbe yönüyle üstün olan kimseler; iman, hicret ve cihad edenlerdir: “İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler derece/rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. Rableri, onlara kendinden bir rahmet ve rızâ ile onlar için içinde ebedî tükenmez bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfât vardır.” 2134
“Eğer siz ona (Muhammed’e) yardım etmezseniz, (iyi bilin ki) iki kişiden biri olduğu halde (Rasûlullah ve Ebûbekir) kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman Allah ona yardım etmişti. Hani onlar mağarada (Sevr mağarasında) idiler, (Ebûbekir korkunca Rasûlullah) o zaman arkadaşına, ‘üzülme, Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu (melekler) ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın kelimesi/sözü ise (zaten) yücedir. Çünkü Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.” 2135
Allah’ın rızâsı hicret eden ve muhâcirlere yardım eden öncülere ve onlara uyanlaradır: “(İslâm dinine girme husûsunda) Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” 2136
“Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamber’i ve güçlük zamanında ona uyan muhâcirlerle ensârı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.” 2137
“Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensârdan bir fert olmak isterdim.” 2138
"İslâm, şüphesiz garip olarak başladı ve (günün birinde) garip hale dönecektir. Ne mutlu gariplere!" "Garipler kimlerdir?" diye soruldu. Rasûlullah (s.a.s.): Kabilelerinden (İslâmiyet için) uzaklaşanlardır." 2139
Hicret, âhiretle birlikte dünyada da güzellik kapılarının açılmasına sebeptir: “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfâtı elbette daha büyüktür. (Onlar,) Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” 2140
“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek
2133] 8/Enfâl, 74-75
2134] 9/Tevbe, 20-22
2135] 9/Tevbe, 40
2136] 9/Tevbe, 100
2137] 9/Tevbe, 117
2138] Ahmed bin Hanbel, II/315; Müslim, Zekât 139
2139] İbn Mâce, Fiten 15, hadis no: 3988
2140] 16/Nahl, 41-42
HİCRET
- 521 -
cihad edenlerin (yardımcısıdır). Çünkü Rabbin, onların bu amellerinden sonra, elbette çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” 2141
Mü’minler, geniş yeryüzünde Allah’a kulluk etmek için mutlaka uygun bir yer bulabilir: “Ey iman eden kullarım! Şüphesiz Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız Bana kulluk edin (Eğer bir ülkede Bana kulluk etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça kulluk edeceğiniz başka bir yere hicret edin).” 2142
Bir mü’min, kâfir topluluktan ayrılıp Müslümanlarla birlikte yaşamalıdır: "(Allah'a) Şirk/ortak koşan bir müşrik müslüman olduktan sonra, kâfirlerden ayrılıp müslümanlar arasına katılmadıkça Allah, onun hiçbir amelini kabul etmez." 2143
"Ben, müşriklerle beraber yaşayan müslümanlardan berîyim/uzağım. Müslümanlarla müşriklerin ateşleri birbirini görmesin." 2144
“Müşriklerle beraber oturmayın, onların içine girip onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya onların içine karışırsa onlar gibidir.” 2145
Ashâbdan biri sordu: 'İslâm'ın alâmetleri nelerdir?' Rasûlullah buyurdu: "Azîz ve Celîl olan Allah rızâsı için müslüman oldum, küfrü, isyanı bıraktım demen, namazı kılman, zekâtı vermen, müslümanların malı, can ve ırzlarının birbirlerine haram olduğunu, müslümanların birbirlerine yardım eden kardeşler olduklarını kabul etmen ve Aziz ve Celîl olan Allah'ın, müşrikler arasında iken İslâm'ı kabul ettiği halde onları bırakıp müslümanların içine gelmeyen kimsenin hiçbir amelini kabul etmeyeceğini bilmendir." 2146
Hicret, belli şahıslara, belli bir mekâna ve belirli bir yere âit değil; şartların oluştuğu bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda geçerlidir.
“Tevbe sona ermedikçe hicret sona ermez; güneş batıdan doğuncaya kadar da tevbe son bulmaz.” 2147
"Kâfirlerle savaş devam ettikçe, düşmanla çarpışıldığı sürece hicret devam eder." 2148
"Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır." 2149
"Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş." 2150
Hicret, hangi mekân ve hangi zamanda olursa olsun, şartları oluştuğunda gündeme gelen bir ibâdet ve şartlar çerçevesinde işlenen bir eylemdir. Hadis-i şerifte 2151 Mekke'den Medine’ye hicretin kaldırmış olduğu belirtilmişse de,
2141] 16/Nahl, 110
2142] 29/Ankebût, 56 ve yine bk. 39/Zümer, 10; 4//Nisâ, 97-100.
2143] İbn Mâce, Hudûd 2, hadis no: 2536; Nesâî, Zekât 73, hadis 2558
2144] Nesâî, Kasâme 25, hadis no: 4753;Tirmizî, Siyer 41, 42, hds. 1654; Ebû Dâvud, Cihad 105, hds. 2645
2145] Tirmizî, Siyer 42
2146] Nesâî, Zekât 73, hadis no: 2558; İbn Mâce, Hudûd 2, hds. 2536
2147] Dârimî, Siyer 70
2148] Nesâî, Bey'at 15, hadis no: 4156; Ahmed bin Hanbel, V/270
2149] Ebû Davûd, Cihad
2150] İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II/14
2151] Buhârî, Cihad ve's-Siyer 2; Müslim, İmâre 85-86
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanlara baskı yapılan her küfür diyarından İslâm yurduna hicret, farz olarak sürmektedir.
Hicret, sadece bir memleket terki değildir, Hicrette niyet, temel öneme sahiptir. Hicret, Allah yolunda ve Allah için olursa ancak değeri olur.
"Ameller/eylemler, niyetlere göre değerlendirilir. Kim Allah ve Rasûlü için hicret ederse o, Allah ve Rasûlü için hicret sevabını alır. Kim de elde etmek istediği dünya malı, ya da evleneceği kadın için hicret ederse onun hicretinin karşılığı da hicret ettiği şeydir." 2152
Silâhlı cihad ve bir yerden bir yere hicret, belli zamanlarda ve gerektiği şartlarda yerine getirilmesi gerekli son derece önemli iki görev iken, nefsin hevâsına karşı cihad ve içe doğru hicret, bu görevi de yerine getirebilmenin gereği ve mü’minin kesintisiz devam ettirmesi gereken birinci derecedeki vazifesidir.
Hicretin Hükmü
Kur'ân'ın birçok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder. Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gâyet açık bir şekilde işaret etmektedir: "Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna." 2153
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a.) şunu nakletmektedir: "Peygamber (s.a.s.) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. Yine İbn Abbas (r.a.)'ın rivâyet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu." 2154
Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamıyla yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir", fakat gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.
Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu âyetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir.2155 Bu hüküm kıyâmete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini
2152] Buhârî, Vahy 1; Müslim, İmâret 33
2153] 4/Nisâ, 97, 98
2154] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542
2155] İbn Kesîr Tefsîr, I, 542
HİCRET
- 523 -
yerine getirebileceği Darü'l-İslâm'a hicret etmekten alıkoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vâciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan âyet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir.2156 Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vâcip olacağı konusunda icmâ' vardır. 2157
Kişi "ben hicret edeceğim, ama gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim?..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir.”2158 Bu bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.
Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazen de küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmî ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalp atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.
İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin fethinden sonra da hicret, genel anlamda ve farklı durumlarda gündeme gelebilir; hicret tarihin belirli dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyâmete kadar geçerlidir.
Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (r.a.) babasını getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs (r.a.), Peygamber’e (s.a.s.) "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir: “Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur." Hadîsin râvilerinden olan Yezid b.
2156] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29
2157] eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 29
2158] 4/Nisâ, 100
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır. 2159
Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir: "Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir.2160; "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır." 2161
Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-İslâm'a hicret etmenin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s.) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir."2162 der.
Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.
Peygamber Efendimiz, bazen büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: "... Onları İslâm'a dâvet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında da muhâcirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacak, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır." 2163
Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili birtakım düzenlemelere girişmek zorundadır. Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Meselâ: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savaşçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düşmanları tarafından işgal edilecekti.2164 Bu ba2159]
İbn Mace, Keffâret
2160] eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 27
2161] Ebû Davûd, Cihad
2162] eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 29
2163] İbn Kesîr, Tefsîr, III, 329
2164] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 277, 278
HİCRET
- 525 -
kımdan Peygamber Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır. 2165
Hicretle İlgili Genel Tesbitler
Hicretle ilgili âyetlerin ışığında şu genel tesbitler yapılabilir:
1. Enfâl sûresinin 72. âyetiyle farz kılınan hicret, müşriklerin elinde bulunan Mekke'den Medine'ye hicrettir.
2. Mekke fethedilip İslâm yurdu olduktan sonra, Mekke'den Medine'ye göç anlamındaki hicret kalkmıştır. Peygamberimiz: "Fetihten sonra hicret yoktur; ancak cihad ve niyet vardır."2166 buyurarak değinilen gerçeği açıklamıştır.
3. Tarihsel anlamda hicret son bulmuş olmakla birlikte, ahlâkî anlamda hicret devam etmektedir. Çünkü müslümanlar, her zaman günah ortamından ve şeytanın egemenlik alanından İslâm'ın hâkimiyet alanına göç etmekle yükümlüdürler. Bunun için kötülük yurdundan iyilik yurduna hicret, kıyâmete kadar geçerlidir.
4. Hicret gerekli, imkânlar da yeterli iken kötülük yurdunda oturmak, hem büyük bir günah, hem de nefse zulümdür. Çünkü mâzeretsiz olarak hicreti terk edenlerin varacağı yer, cehennem olacaktır. 2167
5. Allah yolunda hicret edenler, dünyada güzel mekân ve bol imkânlara kavuşur, âhirette de en yüksek onur pâyesini ve Allah'ın rızâsını kazanırlar. 2168
6. Gerçekten âciz olup hicret etmeye güç yetiremeyenler bağışlanır, hicrete teşebbüs edip de yolda ölenler ise, Allah tarafından ödüllendirilir. 2169
7. Hicret, insanın dindeki samimiyetinin ve sadâkatinin göstergesidir.2170 Bunun için, iman ile inkâr arasında bocalayıp şeytanın egemenlik alanını terk edememiş olanlar, Kur'an tarafından iman dostluğuna ehil görülmemişlerdir. 2171
8. Hicret, bir takvim başı olmaktan öte, bir inanç ve dâvâ göçüdür. İslâm'ın kendine özgü dünyasına ulaşmak için atılmış kararlı bir adımdır. Diğer bir ifadeyle hicret, insanın Allah'a götüren yolu, iman bilinciyle kat etmesidir. 2172
9. Hicret, hedefine ulaşan onurlu hareketin en önemli adımı ve atılımıdır. İslâm'ı yaşamak ve yaşatmak için dâhildeki bütün çarelere başvurduktan sonra mücâdeleyi dışarıda devam ettirmek amacıyla oturulan yeri terk etmektir. O, İslâm'ı boğmaya azmetmiş zulüm ve baskıya rağmen dini aslî şekliyle yaşama gayretidir. 2173
2165] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 416-417
2166] Buhârî, Cihad ve's-Siyer 2; Müslim, İmâre 85-86; Ebû Dâvud, Cihad 2, hadis no: 2480; Tirmizî, Siyer 32, 33 hds no: 1638; Nesâî, Bey'at 15, hds no: 4153, Cihad 9, hds 2773; Dârimî, Siyer 49, hds 2515, Siyer 69
2167] Bk. 4/Nisâ, 97
2168] Bk.. 4/Nisâ, 100; 22/Hacc, 58; 9/Tevbe, 20, 100 vd.
2169] Bk. 4/Nisâ, 98-100
2170] bk. 8/Enfâl, 74
2171] Bk. 4/Nisâ, 89; 33/Ahzâb, 50; 60/Mümtehıne, 10 vd
2172] Bk. 29/Ankebût, 26
2173] Bk.16/Nahl, 110
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
10. "Muhâcirler" kavramı, Peygamber’in (s.a.s.) teklifi üzerine, özgürlük içinde ve İslâm'ın gereklerine uygun biçimde yaşayabilmek için Medine'ye hicret etmiş olan Mekke'li müslümanları; "Ensâr" kavramı ise, zulmün ve kötülüğün egemen olduğu yerden göçenlere yardım edip dine ve müslümanlara sahip çıkan Medine'li mü'minleri ifade eder. Ancak Kur'an ve Sünnet, bu kavramlara tarihî çağrışımlarını aşan daha genel ve kuşatıcı bir anlam yüklemiştir. Nitekim Peygamberimiz, gerçek muhâciri; "Allah'ın yasakladığı şeyleri terk eden kimse" 2174 diye tanımlamıştır.
Kur'an'ın iniş itibarıyla h-c-r kökünün ilk geçtiği âyetlerden, insanın Allah tarafından fikren, kalben ve fiilen hicrete hazırlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Yüce Allah, Elçisine ve onun şahsında bütün insanlara şöyle buyurmaktadır: "Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzelce ayrıl."2175 Bu ilâhî sözdeki "hecr-i cemîl" terkibi, "insanın kalben ve fikren kötülerden, kötülüklerden uzak durması, iyi ahlâkla donanıp kötülüklere karşı güzel ve etkili bir muhâlefet ortaya koyması" anlamına gelmektedir.2176 Görüldüğü gibi kutlu yolculuğun ilk adımını, Kur'an'ın dinamizminden güç alabilen iman sahipleri atabilmektedir. Bunun ilk ve en güzel örneğini ise, Peygamber’in (s.a.s.) kendisi ve onu izleyen sahâbe nesli ortaya koymuştur.
Hicret, zulüm sistemlerinin her türlü baskısına rağmen inancına şirk karıştırmayan tevhid mensuplarının şanlı eylemidir. Kur'an, insanın bilinç ve ruh dünyasına sunduğu hicret kavramıyla, şirke bağlı değerlerin ve sistemlerin çağlar süren saltanatını yıkmış, onun yerine yeni bir adâlet anlayışı ve kardeşlik idealini getirmiştir. Kur'an, İslâm'ın sunduğu kardeşlik idealini gerçekleştirmek için çalışanları, gerçek mü'min tanımının içine yerleştirir ve onlar için tam bir bağışlanma ve bol bir rızık olduğu müjdesini verir. 2177
Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terket!” Dayatması
Irkçıların bir sloganı var: “Ya sev, ya terket!” diye. Ya her şeyiyle, düzeni, fesadı, ahlâksızlığı, zulmü, müslümanların başörtüsüne bile çoğu alanda izin vermeyen anlayışıyla seveceksiniz, ya da defolup gideceksiniz... Bu tehdit dolu mesaj, ne olduğu tartışılan “vatan” kavramını, toprak ve ülkeyi; içinde yaşayan insandan, hem de kendi vatandaşından daha üstün görmenin (putlaştırmanın) uzantısı bir dayatma değil de nedir? “Ya sev, ya terket!” Bu sloganla Hz. Peygamber’in, içinde Allah’ın evi, en mukaddes yer bulunan Kâbe’nin bulunduğu, kendi ülkesi Mekke’den hicretini, hatta on yıl sonra Mekke’yi fethettikten sonra bile, tekrar eski vatanını değil de Medine’yi tercihini nasıl izah edeceğiz? Mekke’de doğan veya doyan bir kimse, Mekke’de inandığı gibi yaşatmayan yöneticileri ve onların düzeninin hâkim olduğu ülkeyi ne kadar sevebilir? Artık o, mü’min vasfını kazanır kazanmaz, Medine’nin doğal vatandaşı, gönülden Medine’li değil midir? Dârulhap veya dârulküfürde doğan kimsenin gerçek vatanı, dârulislâm değil midir?
“Ya sev, ya terket!” Öyle mi? Ne tümüyle ve her şeyden çok seveceğim, ne de
2174] Buhâri, Tecrid Terc. I/29
2175] 73/Müzzemmil, 10
2176] Bk. Zemahşerî, Keşşâf, IV/177
2177] Bk. 8/Enfâl, 74; Fahrettin Yıldız, Kur'an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, s. 221-223
HİCRET
- 527 -
kolay kolay terk edeceğim! Kim, kime neyi zorla sevdirmeye kalkıyor; kim kimi, hangi hakla nereden ve niçin kovuyor? Mekke’den Rasûlullah’ı ve mü’minleri kimler kovuyordu? Bu tür sloganı kimler söylüyordu dersiniz? Şimdi üzerinde yaşanılan ülke, Mekke’ye/Dârulharbe benzemiyor da Medine’ye mi benziyor yoksa? Bu ölçüler içinde bu slogan doğaldır, ama tek şartla; bunu inancını yaşamak isteyen müslümanlara karşı söyleyenlerin, tarih boyu peygamberlere ve mü’minlere hangi inançtaki insanların bu sözü söylediğini değerlendirmeleri gerekiyor: “Kavminden ileri gelen müstekbirler/büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) Dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ etmiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” 2178
Onlar bilmiyorlar ki, insan bir yeri sadece sevmediği için terk etmez. Seven insanlar da sevdiklerini isbat etmek için, ya da daha büyük sevgi (Allah sevgisi) için sevdiklerini terk etmek zorunda kalabilirler. Hele bir toprak sevgisi, Allah sevgisi ile çatışıyor ve birinden birini tercih etmek gerekiyorsa... Yoksa, şehidlik kavramını bile anlayamayız; öyle ya şehâdet, vatanı terk etmek değil midir? O zaman Allah’a tercih olunan bu sevgi bir puta dönüşür. Seven sevdiği için fedâkârlığı, o uğurda gerekli mücâdeleyi göze alandır. Sevdiğinin (vatanın) üzerine çöreklenen ve oradaki İslâm dışı da olsa yönetimi, zulmü de onaylayıp seven, Allah için sevgi beslenilmemesi gereken hususlara da gönlünü açan kimse, sevdiğini iddiâ ettiğini ya öldürmek için delicesine seviyor, ya da orayı putlaştırıyor demektir. Bir mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. “Vatan sevgisi imandandır” diye meşhur olan söz, kesinlikle sahih hadis metinlerinde yoktur. Ama insanın doğup büyüdüğü yeri belirli ölçüler içinde sevmesi, fıtrî/doğal bir özelliktir. Fakat sevgide ölçülü, âdil olmak ve Allah’a isyan edenlere ve O’nun yasakladıkları şeylere muhabbet duymamak şartıyla. “Vatan sevgisi”, cennet sevgisi demektir. Müslümanın esas vatanı, ana vatanı, baba ocağı orasıdır. Babamız Âdem ve anamız Havvâ, ilk olarak orayı vatan edinmişlerdi ve esas gideceğimiz yer, hazırlandığımız ve yatırımlarımızı yaptığımız mekân orasıdır. Dünyanın hiçbir yeri bizim gerçek vatanımız olamaz, burada misafiriz, yolcuyuz. Kaldı ki hiçbirimiz doğacağımız yeri kendimiz seçmedik. Her insan için doğduğu yer kutsal sayılınca, her insana göre kutsal olan da değişecek, aralarındaki üstünlük de göreceli olacaktır. Ölçü, insanın kendisi olursa, İlâhî ölçüleri kendi sübjektif ölçülerine göre tahrif eder.
Bir insan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi
2178] 7/A’râf, 88-89
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için klasik ve meşhur değerlendirmeye göre "dârulislâm", müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dârulharp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede dinî inanç, dinini koruma ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse, gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa, bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve Sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsâit olan bir vatanda, Hak Dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlüllah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir."2179 Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasülullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Hicret Edenler (Muhâcirler) ve Ecirleri
Allah (c.c.) için yapılan her hareket, tavır ve söz'ün karşılıksız kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, bin bir zorluk altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler vermektedir: "Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler."2180; "Muhâcir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah râzı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan râzı olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar."2181; "(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, âhiretteki ecir(leri) ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı." 2182
Peygamberimiz, ensâra yaptığı bir konuşmada; “Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensârdan bir fert olmak isterdim.”2183 diyerek muhâcirliğin şerefinin yerini hiçbir şeyin tutamayacağını belirtmiştir. Bütün müslümanlar da hicrete
2179] 4/Nisâ, 97
2180] 2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20
2181] 9/Tevbe, 100
2182] 16/Nahl, 41
2183] Ahmed bin Hanbel, II/315; Müslim, Zekât 139
HİCRET
- 529 -
ve muhâcirlere ayrı bir değer atfetmişlerdir. Sahâbeyi tabakalara ayıran İslâm âlimleri, ilk sırayı daima muhâcirlere vermişlerdir.
Amr bin el-Âs (r.a.), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?"
Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibâdetten geri kalanların mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş olmaktan" kurtaramayacaktır. Bu konuda Allah Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir: "Ey iman etmiş kullarım, muhakkak, Benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız Bana ibâdet edin.”2184 Bu âyetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında nazil olduğu bildirilmektedir. Bu âyet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş."2185 Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibâdet ettikleri yerdir."
İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibâdet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibâdetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır." 2186
Bir yerden başka bir yere göç etmek anlamındaki "hicret" kelimesinin ism-i faili olan muhâcir kelimesinin çoğulu muhâcirûn'dur. Istılahta İslâm devletini kurup tebliğin yeni bir veche kazanmasını sağlamak için Rasûlullah (s.a.s.) ile Mekke'den Medine'ye göç eden sahâbiler topluluğuna "muhâcirûn" denilmektedir.
Mekkeli müşrikler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) dâvetini etkisiz bırakmak, insanları
2184] 29/Ankebût, 56
2185] İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14
2186] Elmalılı, Hak Dinî Kur'ân Dili, V/3790; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 418
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ona tabi olmaktan yüz çevirmek için çeşitli yollar denediler. Fakat onların, İslâm'ın sesini boğmak için gösterdikleri yoğun çabalara rağmen müslümanların sayısı gün geçtikçe süratle artıyordu. Bu durum, müşriklerin iman edenlere karşı hırçınlaşarak sert tutum takınmalarına sebep oluyordu. Müşriklerin işkenceleri her geçen gün sistematik bir artış gösteriyordu. Mekke'de hayat müslümanlar için tahammül edilmez bir haI almıştı. Hangi kabileden olursa olsun müslüman olan herkes müşriklerin saldırısına uğruyordu.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), artık bunalan müslümanlara bir ferahlık olsun diye Mekke'den ayrılmalarını söyledi. Ashâb; "Nereye gidebiliriz ki, ya Rasûlullah?" diyerek, çaresizliklerini bildirdiler. Çünkü onlar, kendilerinin emniyette olabilecekleri bir yer bilmiyorlardı. Rasûlullah onlara, Habeşistan'ı, işaret ederek; "İşte oraya gidin" dedi. 2187
Ancak Habeşistan'a hicret, mevcut problemin çözümünü sağlamıyordu. Bu, müslümanlar için belirli bir süreye kadar ferahlık sağlamak gayesine yönelikti. Habeşistan'daki muhâcirler, burada hüküm sürmekte olan Necaşî'den iyi bir kabul görmüşlerdi. Tarihi istılahta "muhâcir" terimi, Hicretin sekizinci yılında Mekke'nin fethine kadar Medine'ye göç eden müslümanlar için kullanılmakta ise de; Habeşistan'a hicret edenleri, Rasûlullah’ın (s.a.s.); "Sizin için iki defa hicret vardır. Bunlardan biri Habeşistan'a, diğeri de Medine ye olan hicretinizdir" 2188 hadisi çerçevesinde, "Muhâcirler" olarak nitelemek yanlış değildir. Zaten Habeşistan'a hicret edenlerin tamamı, Medine'ye hicret emredildikten sonra buraya göç ederek ikinci defa hicret etmişlerdi. Habeşistan muhâcirlerinin sayısı yüz otuz kişi kadardır. 2189
Muhâcirler mallarını, yakınlarını, yaşadıkları toprakları, Allah için terk ederken, gittikleri yabancı ülkede yabancılıklarından dolayı çektikleri zorluklar, mahrumiyetler yanında, müşriklerin onları yok etmek için gösterdiği faaliyetler de son bulmuyordu. Nitekim müşrikler, Habeşistan'a giden muhâcirleri Mekke'den çıktıktan sonra Kızıldeniz sahillerine kadar izlemişler; ancak, gemilerle denize açıldıklarından dolayı onlara yetişememişlerdi. Onları geri getirmek, en azından oradaki rahatlarını yok etmek için müşrikler, Necaşî nezdinde diplomatik faaliyetlere giriştiler. Fakat onların bütün çabaları boşa gitti.
Necaşî'yi ikna edip, müslümanları onun ülkesinden çıkartmaya muvaffak olamamaları, Mekkeli müşrikleri öfkeden kudurtmuştu. Bundan dolayıdır ki, Mekke'de kalan müslümanlar ve Rasûlullah'ın ailesi olan Haşimoğullarının boykot edilmesi kararını vererek, baskılarını en uç noktaya götürdüler. Artık Mekke'de inananların hiç bir şeyi güvencede değildi. Daha sonra Rasûlullah’ı (s.a.s.) her durumda müdâfa eden amcası Ebû Tâlib vefat edince Haşimoğullarının başına geçen Ebu Leheb, Rasûlullah’ı (s.a.s.) toplum dışı ilan ederek Mekke'de yaşamasını büsbütün güçleştirmişti.
Gelişen bu olaylar Rasûlullah’ı (s.a.s.), dâvetini insanlara daha rahat ulaştırabileceği bir sığınak aramaya yöneltti. Rasûlullah ilk önce Taif'e gitmiş ancak, olumlu bir sonuç alamamıştı. Bu maksatla o, bu sefer Câhilî geleneklere
2187] Ibn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kubrâ, Beyrut, t.y., I, 203
2188] Buhârî, İ'tisam, 16
2189] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul 1981, I, 119
HİCRET
- 531 -
göre haccetmek için Mekke'ye gelen yabancılara İslâm'ı tebliğ ediyor ve onlardan kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Ancak herkes tarafından reddedilen Rasûlullah’ı (s.a.s.) sonunda Akabe mevkiinde on altıncı heyet olarak başvurduğu altı kişilik grup dinlemiş ve davetini kabul ederek iman etmişlerdi. Bunlar, Medine'de sürekli savaş halinde olan iki düşman kabileden biri, olan Hazrec'e mensuptular. Bu kişiler Medine'ye döndüklerinde hemen İslâmî tebliğe başlamışlar ve kısa zamanda çok kişinin ihtida etmesini sağlamışlardı. Daha sonra yapılan Akabe bey'atlarının peşinden Rasûlullah'a Medine'ye gitmesi emredildi.2190 Rasûlullah (s.a.s.) ilk önce, Mekke'de bulunan bütün müslümanlara Medine'ye gitmeleri için izin verdi. Müslümanlar, küçük kafileler halinde Mekke'den yola çıkmaya başladılar. Kısa zamanda, Mekke'de, yakınları tarafından hapsedilenlerden Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı.
Hicret eden bu muhâcirler, yanlarında götürebildikleri dışında menkul, gayri menkul bütün mal varlıklarını terk edip gidiyorlardı. Müşrikler, Muhâcirlerin terk ettikleri bu mallara hemen el koydular. Müslümanların mal kaybı gerçekten çok büyüktü. Ancak onların gözü ne mal görüyordu, ne de dünyaya ait herhangi bir çıkarın peşinde idiler. Onlar, Allah yolunda her şeylerini feda etmeye hazırdılar ve kendilerinden istendiğinden de bunu yerine getirmek için bir an bile tereddüt göstermiyorlardı.
Ashabdan Suheyb er-Rûmî, Mekke'ye dışardan gelip yerleşmiş bir kimse idi. Hicret için yola çıktığında, Mekkeli müşrikler onu engellemiş ve ona şöyle demişlerdi: "Sen bizim aramıza bir dilenci gibi geldin, bizim mallarımızla zengin oldun. Şimdi bu mallarla çıkıp gideceksin öylemi! Bu asla olmaz." Suheyb onlara; "Bütün mallarımı size bıraksam da mı izin vermezsiniz?" dediğinde onlar, buna ses çıkarmamışlardı. Daha sonra nâzil olan; "İşte o topluluk içinden çıkan biri ki Allah'ın rızasını kazanmak üzere kendi kendisini satın almıştır..." 2191 mealindeki âyetin bahsettiği kişinin o olduğu söylenmektedir.
İslâm'la ilk müşerref olan; onu Medine'ye taşıyıp, burayı bir karargâh yaparak, yeryüzüne İslâm’ı hâkim kılmakla görevlendirilen muhâcirler topluluğu bu niteliklere sahip insanlardan oluşmuştu. Rasûlullah’ın (s.a.s.), Ebû Bekir’le (r.a.) birlikte, tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmasıyla İslâm tebliğinde yeni bir dönem başladı.
Rasûlullah (s.a.s.), Medine'ye gelişinden hemen sonra, toplumun teşkilatlandırılması işine girişti. Bunun yanında, her şeylerini terk edip buraya gelen Muhâcirler gerçekten büyük sıkıntı ve yokluklar içerisinde idiler. Gerçi Ensar, kendilerine iltica eden bu insanların bir eksiklik çekmemeleri için ellerinden gelini yapıyorlardı.
Rasûlullah (s.a.s.), Muhâcirlerin hayatlarını kolaylaştırmak ve Medine halkı ile tam bir kaynaşma sağlayarak, bütünleştirmek için hicretin ilk yılında, her bir muhâciri bir ensara kardeş yaptı. Kaynaklarda "muâhât" olarak zikredilen bu olaydan sonra Ensar, sahib oldukları şeylerin yarısını kardeşi ilan edilen muhâcir'e veriyordu. Ve her biri birbirinin gerçek vârisi idi. Bu durum Bedir savaşından
2190] Buhârî, Menâkıbul-Ensâr, 45
2191] 2/Bakara, 207
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonra sona ermiştir.2192 Ensar, bunu yaparken o kadar içten yapıyordu ki, Allah Teâlâ onların bu eşsiz fedakârlıklarını Kur'ân-ı Kerimde; "Daha önceden Medine yi yurt edinip imanı kalplerine yerleştiren, hicret edip kendilerine gelen mü'minleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinden hiç bir çekememezlik duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden korunmuş kimseler. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" 2193 âyetiyle övmektedir.
Ancak, kendilerine kucak açan ve her şeylerini paylaşmaya gönülden rıza gösteren bu fedakâr insanlara yük olmak, Muhâcirlere ağır geliyordu. Bunun içindir ki, bunlardan bazıları kendilerine karşılıksız verilen şeyleri almamışlar, diğerleri de kardeşleriyle birlikte çalışmışlar ve kazançlarını kendilerine yapılan iyilikleri karşılama düşüncesiyle kardeşleri olan Ensara iade etmek istemişlerdir.
Muhâcirlerden bir kısmı ticaretle uğraşmayı tercih etmiştir. Abdurrahman İbn Avf (r.a) bunlardan biridir. Kendisine kardeş ilan edilen Sa'd b. Rabî, Abdurrahman'a şöyle demişti: "İşte mallarım, onların yarısını sana veriyorum. İki eşim var, birini seç, hemen boşayayım. Sen onu nikâhla". Abdurrahman İbn Avf ona şöyle karşılık vermişti: "Allah mallarını bereketli kılsın. Aile halkına da afiyet versin. Sen bana, Medine pazarını tanıt benim için yeterlidir" "İbn Avf, ticarete başlayarak kısa zamanda zengin olmuştu" 2194.
Dimyâtî'nin tertip etmiş olduğu Muhâcirûn listesine göre, Mekke'den Rasûlullah ile birlikte Medine'ye hicret edenlerin sayısı, iki yüz yirmi altıdır. 2195
Vahiy ile ilk muhatap olup, her türlü zorluğu göze alarak ona iman eden ve bu yüzden akıl almaz işkencelere maruz kalan ve sonra da yurtlarından çıkarılan Muhâcirler, Allah tarafından layık oldukları şekilde övülmüşlerdir. Zira onlar, hiç bir dünyevî maksadları olmadığı halde, sırf Allah Teâlâ'ya serbestçe ibâdet edebilmek için her şeylerini terketmişlerdi. Bu, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile alâkalı olarak zikredilen bir olayda, bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a), Habeşistan'a gitmek için yola çıktığı zaman, Berkul-Ğımâd denilen yerde bölgenin ileri gelenlerinden biri olan İbn ed-Dağine ile karşılaşmıştı. O, Ebu Bekir'i görünce hayretle; "Böyle nereye gidiyorsun ya Ebu Bekir" diye sormuştu. Ebu Bekir; "Kavmim (sırf Allah'tan başka ilâh yoktur dediğim ve O'na ibâdet ettiğim için) beni yurdumdan çıkardı" demişti. 2196
Allah Teâlâ, kendisi için hicret eden Muhâcirlerin, günahları dahi olsa onların bağışlanacağını ve sorgulanmayacaklarını bildirmektedir: "Hicret edenler memleketlerinden çıkanlar, benim yolumda eziyete uğrayanlar, öldürülenler ve ölenlerin günahlarını mutlaka örteceğim" 2197; "Ey Muhammed! Şüphesiz ki Rabbin mihnete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra cihad eden ve işkencelere sabredenleri affeder." 2198
Diğer bir âyet-i kerîmede onlar hakkında; "Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah güzel bir rızıkla rızıklandırır. Şüphesiz rızık
2192] Buhârî, Ferâiz, 16; İbn Sa'd, a.g.e., I, 238
2193] 59/Haşr, 9
2194] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 3
2195] Albert Dietrich, Abdulmün'im b. Hallâf ed-Dimyatî'nin bir muhacirun listesi, çev. F. Işıltan, İ.Ü.Ed. Fak. Şarkiyât mecmuası, İstanbul 1959, III, 133-155
2196] Buhârî, Menakıbu'l-Ensâr, 45
2197] 3/Âl-i İmran, 145
2198] 16/Nahl, 110
HİCRET
- 533 -
verenlerin en hayırlısı sadece Allah'tır." 2199
Allah Teâlâ, bütün mal varlıklarını terk edip, büyük bir fedakârlıkla Rasûlüne uyan muhâcirler için, ganimetlerden fazla bir pay ayırdığı gibi onların, gerçek anlamda davalarında samimi kimseler olduklarını bildirmektedir; "Bu ganimet mallarında, bilhassa yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış, Allah'ın lütuf ve rızasını isteyen, Allah ve Rasûlüne yardım eden fakir Muhâcirlerin hakkı vardır. İşte samimi olanlar onlardır." 2200
Ayrıca, zulme uğrayıp, sırf Allah rızası için yurtlarını terk eden Muhâcirler, âhirette çok büyük mükâfatlarla mükâfatlandırılacakları gibi, aynı zamanda bu dünya hayatında da yaptıkları fedakârlıkların karşılığını fazlasıyla göreceklerdir: "Zulme uğradıktan sonra, Allah'ın rızası için hicret eden mü'minleri, dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz. Âhiretin mükâfatı ise daha büyüktür. Bir bilseler..."2201 Bazı âyetlerde Muhâcirlerin, iyilikleri ve imanları övülürken, Ensar ve Allah yolunda cihad edenler de onlarla birlikte zikredilmektedir: "İman edenler, hicret edenler, muhâcirleri barındırıp yardımda bulunanlar, işte onlar gerçek mü'minlerdir." 2202
Hicret eden Muhâcirler ve onları barındıran Ensar topluluğundan bahseden âyetlerde genellikle, Mekke'nin fethine kadar Medine'ye hicret etmiş müslümanlar ve onlara hiç bir fedakârlıktan kaçınmadan yardım eden Medineliler söz konusu edilmektedir. Ancak, bu kavramların işaret ettiği gruplar kıyamete kadar var olacaktır. Çünkü cihad, yeryüzünde kâfirler var oldukça sürecek, zulüm var oldukça da, dinlerini yaşamak ve kendilerine bir üs edinmek için yurtlarını, her şeylerini bırakarak terk eden muhâcirler her zaman mevcut olacaktır. Dolayısıyla, ilk Muhâcirlerle kıyas yapmak mümkün olmamakla birlikte, sırf; "Allah'tan başka Rab yoktur" dediği için yurdundan çıkarılanlar da bu âyetlerde övülen muhâcirler topluluğundandırlar.
Hicret, muhâcirler için bir kaçış değildir. Hicret yurdu, muhâcirlerin diğer kardeşleriyle birlikte toparlanıp, planlı bir şekilde, kâfirler tarafından çıkartıldıkları toprakları tekrar Allah'ın dininin hâkim olduğu topraklarlara çevirmek için üslendiği bir kârargahtır. Bu, ilk Muhâcirler için böyle olduğu gibi, bugün ve gelecekte de böyle olacaktır. 2203
Muhâcirlere Mâlî Ödeme Yükümlülüğü: Kur'an, hicret edenleri koruma ve destekleme yükümlülüğü getirir. Onlara kucak açıp yardım ve destek sağlayanlar ensâr adını alır. Muhâcirlerle ve onlara kucak açıp yardım edenler, yani ensâr birbirinin dostu, müttefikidir, birbirlerine destek olurlar. Bunlar gerçek mü'min kimselerdir; bol mağfiret ve cömertçe rızık onlar içindir.2204 Her devirdeki hicret edenlere yardım eden her çağdaki ensârın psikolojik durumu ve imanî fedâkârlığı övgüyle Kur'an'da zikredilir 2205. Cimrilik, açgözlülük ve ihtiras, hem bu dünyada ve hem de âhirette mutluluğu elde etmenin önündeki en önemli engellerdir. Ensâr, işte bu engelleri aşabilen kişilerdir.
2199] 22/Hacc, 58
2200] 59/Haşr, 8
2201] 16/Nahl, 41
2202] 8/Enfâl, 74
2203] Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 237-239
2204] 8/Enfâl, 74
2205] 59/Haşr, 9
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İman ettiği halde hicret etmeyenleri, göç edecekleri vakte kadar koruma yükümlüğü yoktur. Ancak, dinî inanç ve tercihlerinden ötürü zulüm ve baskı altında olurlar ve bundan kurtulmak için yardım isterlerse, ittifak ya da içişlerine karışmazlık antlaşması yapılmış olanlar dışındakilere karşı, onlara yardım eli uzatılır. Antlaşma bulunan topluluklara karşı, İslâm devletinin ya da cemaatinin, gayrimüslim yönetimlerin müslüman uyrukları lehinde silahlı yahut kuvvete başvurarak müdâhalesi, mevcut antlaşmanın öngördüğü yükümlülükleri ihlâli olacağından, kuvvete dayalı bir çözüme izin yoktur. Bu tür sorunların çözümü, ya iki taraf arasında yapılabilecek antlaşmalarla, ya da baskı altındaki müslümanların İslâm diyarına hicret etmesi yoluyla sağlanabilir. 2206
Muhâcirlere, sevgi ve korumanın yanında, malî ödemeler de yapmak gerekir: "İçinizde imkân ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermemek için yemin etmesinler; affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah, bağışlayan ve merhametli olandır."2207 Bu âyetin, kızı Hz. Âişe hakkında ortaya atılan söylentilere katıldığı için, o güne kadar destekleyip yardımda bulunduğu muhâcirlerden olan yakını Mistah'a bir daha yardımda bulunmayacağına dair yemin eden Hz. Ebû Bekir'le ilgili olduğu belirtilir. Âyetin inişi üzerine Hz. Ebû Bekir, Mistah'a yeniden ödeme yapmaya başladı, bundan asla vazgeçmeyeceğini belirtti. Ancak âyette kullanılan üslûp, mesajın zamanla ve kişiyle kayıtlı olmadığını gösterir. Bu bakımdan, âyetteki öğreti, tarihî şartları aşkındır.
Bu gönüllü ödemeler yanında, devletin de elde ettiği ganîmetlerden, muhâcir yoksullara ödeme yapma zorunluluğu vardır: "Allah'ın verdiği bu ganîmet malları; özellikle yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lutuf ve rızâ dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhâcir fakirlerindir. İşte sâdık/doğru olanlar bunlardır." 2208
Ensâr; Muhâcirleri Kendilerine Tercih Eden Yardımcılar
“Ensâr”: Mekke'den Medine'ye hicret ettikleri zaman (M. 622) Peygamber efendimiz (s.a.s.) ve muhâcirlere kucak açıp tüm imkânlarıyla yardım eden Medineli müslümanlara denilir. Lügat itibarıyla ensâr, yardımcılar demektir. Hz. Peygamber'e sağladıkları yardım dolayısıyla kendilerine ensâru'n-nebî (Peygamber'in yardımcıları) da denilir. Medineli müslümanlar için kullanılan bu tabir, aslında onların durumunu belirten bir vasıf iken sonradan bu kavmin, bu zümrenin adı haline gelip ıstılahlaşmış, bu sebeple de kelimenin tekili olan nâsir (çok yardım eden) aynı mânâ için kullanılmamıştır. Ensârdan tek bir şahsı ifade etmek üzere ensârı; ensâra mensup kişiler için de bunun çoğulu olarak ensârivvûn tabirleri kullanılır.
Ensâr kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de Medineli müslümanlara delâlet etmek üzere iki yerde geçmekte2209 ve kendilerinden övgüyle bahsedilmektedir: "İlk iman eden muhâcirler ve ensâr ile iyilik yaparak onlara tabi olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'tan razı oldular. Allah, onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.
2206] Bk. 8/Enfâl, 72
2207] 24/Nûr, 22
2208] 59/Haşr, 8; Vecdi Akyüz, Kur'an'da Siyasî Kavramlar, s.223-224
2209] 9/Tevbe, 100, 117
HİCRET
- 535 -
Onlar, orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur." 2210
Sahih hadis mecmuâlarında "Fadâilü's-Sahâbe", "Menâkibü'l-Ensâr" gibi baslıklar altında ensâr'ın faziletine dair birçok sahih hadis toplanmıştır. Ensâr, Evs ve Hazrec olmak üzere Medineli iki kardeş kabileden oluşur. Bunlardan Hazrec kabîlesinden altı kişilik bir heyet aralarında yıllar boyunca süren ve son defasında kaybettikleri muhârebe ve düşmanlık dolayısıyla, Evs'e karşı Kureyşlilerin desteğini sağlamak maksadıyla Hz. Peygamber'in nübüvvetinin 11. senesinde Mekke'ye gelmiş, burada Peygamber Efendimizle karşılaşarak O'nun tebliğ ve irşadları neticesinde İslâm'ı kabul etmiştir. Aralarındaki düşmanlığın bu hak din sayesinde ortadan kalkıp eskisi gibi tekrar kardeş haline gelecekleri ümidi ile Medine'ye dönüşlerinde İslâm'ı Evs kabilesine de tebliğ eden Hazreçliler, kendilerine katılan Evs'lilerle birlikte nübüvvetin 12. ve 13. senelerinde Mekke'ye temsilciler gönderip Hz. Peygamber'le görüşmüşler, I. ve II. Akabe Bey'atleri'nde bulunmuşlardır. II. Akabe Bey'ati'nde, kendi memleketlerine hicret ettikleri takdirde Mekkeli müslümanlar ve Hz. Peygamber'i ve kendi canlarını, çoluk çocuklarını, mallarını korudukları gibi koruyup onlara yardım edeceklerine dair and içen Medineli müslümanlar, böylece hicrete ve İslâm tarihinde yeni bir dönemin açılmasına, İslâm Devleti'nin teşekkül etmesine vesile olmuşlardır.
Hz. Peygamber'in ve müslümanların Medine'ye hicret etmesi üzerine canlarını ve mallarını İslâm'a adayıp Mekkeli müslümanlara gönülden kucak açan ve tüm imkânlarıyla yardım eden Evs'liler ve Hazrec'liler, bu gayretlerinin karşılığı olarak ensâr veya ensâru'n-nebî ismine lâyık görüldüler. Gerçekten onların İslâm'a ve müslümanlara yardımı her türlü takdirin, hatta tahminin üstünde idi: Dinleri uğruna mal ve mülklerini, ev ve barklarını, yurtlarını terkedip Medine'ye gelen muhâcirûn'a evlerini açmışlar, rızıklarına onları da ortak etmişlerdi. Hicretin ilk senesinde Peygamber Efendimiz, muhâcirûndan bir şahsı ensârdan bir kişiyle birer birer kardeş ilân ettiği zaman ensâr, muhâcirûnu Medine'deki evlerine, bağ ve bahçelerine, işlerine ortak etmişler, kan bağının da üstünde eşsiz bir kardeşlik ve dayanışma örneği göstermişlerdi: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zarûret içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkarlığından korunabilmîş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." 2211
Hz. Peygamber hicretten önce Mekke'de müslümanlar arasında "kardeşlik" tesis etmeye başlamış; iman birliği ve eşitlik üzerine kurulu bu kardeşlik, Medine'de muhâcirler ile ensâr arasında ilk İslâm toplumunun çekirdeğini oluşturmuştur. Akabe Bey'atlarıyla temeli atılan bu toplumun kurulmasında ensârın büyük bir rolü vardır. Mekke'den evlerini, eşyalarını bırakıp gelen muhâcirlere kucak açarak, onları iskân ettiren, yiyeceklerini paylaşan, ensardır. Medine'de I. yılda teşkil edilen ilk İslâm anayasasının 1. ve 2. maddelerinde; "Kureyşli ve Yesribli mü'minlerle bunlara tâbi olanlar, onlara, sonradan katılanlar ve onlarla birlikte cihad edenler... İşte bunlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet (toplum) teşkil ederler." ve 15. maddesinde "...Mü'minler diğer insanlardan ayrı olarak
2210] 9/Tevbe, 100
2211] 59/Haşr, 9
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birbirlerinin kardeşi durumundadırlar." Denilmiştir. 2212
Enes b. Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah onun evinde Kureyş ile Ensâr'dan doksan kişi arasında muâhât (kardeşlik) tesis etmiştir.2213 Meselâ Ebû Bekir, Hârice b. Zeyd ile; Ömer b. Hattab, Utba b. Mâlik ile; Ebû Ubeyde b. Cerrah, Sa'd b. Muâz ile ve Osman b. Affân da, Evs b. Sâbit ile kardeşlik kurmuşlardı. Dikkat edilirse kardeşlikler arasında benzerlikler bulunduğu görülür. Mizaç, his, yapı itibarıyla birbirine benzeyenler kardeş olmuşlardı. Her türlü işte bu kardeşlik geçerliydi. Kardeş olanlar birbirlerinin velileriydiler. Hattâ birçok hanımı olan ensâr, bazı hanımlarını boşayıp bekâr muhâcirlerle evlendirmek istediler. Bütün Medine hurmalıklarına muhâcirler ortak edilmişti.
Üseyd b. Hudayr'dân rivâyet olunduğuna göre, ensârdan birisi Rasûlullah'tan kendisini zekât âmili veya bir beldeye vali tayin etmesini istemiş, Rasûlullah ise şöyle buyurmuştur: "Ey ensâr cemâati, benden sonra yakında siz, (böyle dünya işlerinde) başkalarının size tercih edildiği zamana kavuşacaksınız. Bununla beraber yine siz sabrediniz. Nihâyet, (kıyâmet günü) kevser havuzunda bana mülâki olacaksınız." 2214
Allahu Teâlâ'nın; "Onlardan (muhâcirlerden) evvel (Medine 'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler (ensar) kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara (muhâcirlere) verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyl, hased, hiddet) bulmazlar Kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muradlarına erenler onlardır."2215 Bu âyetin nüzûl sebebi hakkında Buhârî’de Ebû Hureyre'den şu rivâyet vardır: "Rasûlullah'a açlıktan zayıf düşmüş birisi gelerek yardım istedi. Rasûlullah 'Şu açı kim yemeğine ortak eder yahut konuklar?' dedi. Ensârdan birisi kalkarak o kişiyi evine götürdü. Hâlbuki evinde çocukların yiyeceğinden başka bir şeyi yoktu. Yine de aç kalmış sahâbîyi doyurdu ve karısıyla kendisi aç sabahladılar. Rasûlullah ona; 'Bu gece Allah sana güldü; karı-koca sizin güzel hareketinize hayret etti' buyurdu ve 'Ensar, kendilerinin fakr u ihtiyacı olsa bile misafir ve muhâcirleri nefislerine tercih ederler... ' âyetini okudu." 2216
Enes b. Mâlik rivâyet ediyor: "Rasûlullah; 'Ensar benim cemâatimdir, sırdaşımdır, eminlerimdir."2217 ve İbn Abbâs'tan rivâyetle; Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ey muhâcirler, sizden her kim bir iş başına geçerse ensar'ın iyilerinin hasenâtını alsın, kötülerinin seyyiâtını affetsin."2218 Hz. Peygamber'i Medine'de misafir eden, evini, yiyeceğini, paylaşan, Ensardan Ebû Eyyub Hâlid b. Zeyd el-Ensâri’dir (r.a.) (ö. 52). Onun rivâyetinden: Rasûlullah, "Ey Ensâr topluluğu, Allahu Teâlâ sizleri temizlik konusunda övmüştür. Sizler nasıl temizlik yaparsınız?" diye sormuş; onlar da, "Biz su ile tahâretleniriz" demişler; Rasûlullah, "İşte temizlik budur. Size buna devam etmenizi tavsiye ederim '' buyurmuştur.2219 Rasûlullah'ın bahsettiği âyette Allah, "Orada temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever"2220 buyurur. Yine Ebû
2212] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 147; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I/131
2213] Tecrid-i Sarih, VI I, 73, 1035
2214] S. Buhâri, Tecrîd, X, 14-15 1526
2215] 59/Haşr, 9
2216] Tecrid, X, 16-17, Hadis No: 1527
2217] Tecrid, X, 19, 1528
2218] Tecrid, X, 20
2219] İbn Mâce, Tahâre, 28, Hâkim, Müstedrek, I, 155; Ahmed bin Hanbel, VI/6
2220] 9/Tevbe, 108
HİCRET
- 537 -
Eyyub Rasûlullah'ın "Lâ ilâhe illâllah " diyen hiçbir kimsenin cehenneme girmeyeceğini haber verdiğini söyler.
Ensâr, Evs'iyle Hazrec'iyle İslâm'a yardımda bunun da üstüne çıkarak dinleri uğruna canlarını ortaya koydular. Bedir gazvesi öncesinde düşmanla çarpışma konusunda Peygamber efendimiz (s.a.s.) ashâbıyla durum müzâkeresi yaparken ensârın hissiyatına tercüman olan Sa'd b. Muâz "Allah'a yemin olsun ki ey Allah'ın Rasûlü, bize şu denizi göstersen ve sen kendin dalsan biz de seninle beraber dalar, asla tereddüt göstermeyiz, bizden tek bir fert dahi bundan geri kalmaz..." diyordu 2221. Uhud harbinde müslümanların müşrikler tarafından arkadan vurulduğu hengâmede, Rasûlullah'ın etrafında pervane olarak O'nu korumaya çalışanların birçoğu ensârdan idi.
Ensârın Rasûlullah'a olan sevgisi ve bağlılığı o derece büyüktü ki Peygamber efendimiz Mekke'yi fethettiği zaman ensâr, Hz. Peygamberin eski yurdunda, kendi kavmi arasında kalmayı isteyebileceğini düşünerek O'ndan ayrılmanın üzüntü ve sıkıntısını kendi aralarında dile getirmişler; bundan haberdar olan Rasûl-i Ekrem, yaptığı bir konuşma ile ensârın endişelerini gidermiş, onların gönüllerine hem beraberce Medine'ye dönüş haberiyle, hem de taltifkâr sözleriyle su serpmişti. Huneyn ganimetlerinin dağıtımı sırasında Peygamber efendimizin, beytü'l-mâl hissesinden bazı Kureyş ileri gelenlerine ve diğer kabile reislerine kalplerini İslâm'a ısındırmak için bol ihsanlarda bulunurken kendilerine, ganimet hissesinden başka bir şey verilmemesi sebebiyle bazı ensâr gençleri, bu ihsanlardan kendilerine de verilmesi arzusu ile sızlanmışlarsa da, Hz. Peygamber'in yaptığı bir konuşma, işin mâhiyetini ortaya koymuş ve tüm ensâr mensuplarının gözyaşı içinde Rasûlullah'tan özür dilemelerini sağlamıştı.
Hz. Peygamber'in vefâtından sonra, İslâm'a yardımları sebebiyle Allah'ın ve Rasûlü'nün övgüsüne mazhar olmalarını ölçü alarak, ensârın büyük kabilesi Hazrec, aralarından reisleri Sa'd b. Ubâde'yi halifeliğe adây göstermişti. Ancâk müzâkereler sonundâ Hazreçliler de Hz. Ebû Bekir'in halifeliğe daha uygun olduğunu kabul ettiler ve gönül rızası ile ona bey'atta bulundular. Bu müzâkereler sırasında orada bulunan muhâcirûn şöyle demişti: "Şâyet emir (başkan) bizden olursa vezirler (bakanlar) da ensârdan olacaktır. Biz, ensâr hazır olmadıkça ve onlarla istişâre etmedikçe hiçbir karar almayacağız."2222 Gerçekten ensâr, daha sonraki dönemlerde hilâfet makamına gelmemişse de devlet kademelerinde önemli görevler almış ve devlet idaresini yönlendirme vazifesini icrâ etmiştir.
Önde gelen ensâr büyükleri arasında burada Es'âd b. Zürâre, Sa'd b. Muâz, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Ubâde, Ebû Eyyub el-Ensârı, Kâ'b b. Mâlik, Enes b. Mâlik isimlerini sayabiliriz. Ensârın içinde münâfıklar da vardı. Bedir gazvesinde 86 Muhâcir, 61 Evsli, 170 Hazreçli hazır bulunmuştur.2223 Bedir zaferinden sonra İslâmî hareket daha da güçlenmiş, müslümanların görevleri artmıştı. Daha sonra görüldü ki Hazrec kabilesinden Abdullah b. Ubeyy, eğer Rasûlullah gelmemiş olsaydı Medineliler tarafından seçilecekti. Bu şahıs, müslüman görünüyor fakat kalben inanmıyordu. Ona "münâfıkların reisi" deniyordu. Nihâyet hicrî 6. yılda Benû Mustâlik gazvesinde, Abdullâh b. Ubeyy'in bozgunculuğu ortaya çıktı.
2221] İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I-II, 615
2222] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev: Salih Tuğ, İstanbul 1980, II, 1178
2223] İbn Kayyım, Zadu'l-Meâd, Cihad bölümü
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu seferde bir tartışma bahanesiyle Muhâcirlerle ensâr arasında kavga çıkmıştı. İbn Ubeyy, ensârı kışkırtarak, "Bu muhâcirleri Mekke'den getirdiniz, mülkünüze ortak ettiniz, şimdi size rakip olup üzerinize egemen oluyorlar. Medine'ye varınca bunları şehirden atalım" dedi. Allah Teâlâ bunu şöyle zikreder: "Onlar öyle kimselerdir ki, 'Allah'ın Peygamber'i nezdinde bulunan kimseleri beslemeyin, tâ ki dağılıp gitsinler!' diyorlardı. Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, fakat o münâfıklar anlamazlar. Onlar, 'Eğer Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan(ımız) oradan en hakir(ve zayıf) olanı muhakkak çıkaracaktır' diyorlardı. Hâlbuki şeref ve kuvvet ve de gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir, fakat münâfıklar (bunu) bilmezler."2224 Abdullah b. Ubeyy, "Rasûlullah'a bir secde etmediğimiz kaldı" diye büyüklenerek özür dilemedi. Bir süre sonra hastalanıp öldü. Buhâri ile Müslim'de, Câbir'in rivâyetinde, bir sefer sırasında iki kişinin kavgaya tutuştuklarını, ikisinin de muhâcir ve ensarı yardıma çağırdıklarını, ırkçılık (kabilecilik) yaptıklarını gören Rasûlullah'ın; "Nedir bu câhiliyet dâvâsı? Vazgeçin!” dediği nakledilir. Hz. Ömer'in, İbn Ubeyy'in hemen boynunu vurmak istemesine de Rasûlullah, "Peygamber ashâbını öldürtüyor dedirtmem" diye engellediği kaynaklarda kaydedilir.
En son vefat eden sahâbe Ensârdan Enes bin Mâlik’tir (h. 92 veya 94). Üç bin altı yüz civarında hadis rivâyet etmiştir. 2225
Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik
“Muâhât”, Muhâcir ve Ensârın birbirlerine kardeş olarak ilan edildiklerini ifade eden bir siyer ve İslâm tarihi kavramıdır. Nübüvvetin on üçüncü yılında Evs ve Hazreçli müslümanların daveti üzerine mal ve mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye gelen muhâcirler her şeyden mahrum idiler. Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak ve onları Ensâr ile kaynaştırmak için aralarında manevî kardeşlik tesis edildi: Bu kardeşlik "hak, eşitlik ve miras" konusunda karşılıklı yardımlaşmaya ve sevgiye dayalı idi.2226 Bu muâhâtın, Enes b. Malik'in evinde Bedir harbinden önce 90 veya 100 kişi arasında yapıldığı rivâyet edilir. 2227
Hazreti Peygamber'in "ikişer ikişer kardeşleşiniz" emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda birçok şeye sahip oldular. Kardeşleşme emri karşısında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali ile kardeşleşmiş: Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr; Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik; Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh; Muâz b. Cebel; Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer sahâbiler de Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu. 2228
Bu kardeşliğin tesisinden sonra Ensârın, Muhâcirlere karşı gösterdiği fevkalade alâka ve ev sahipliği Hz. Muhammed (s.a.s.), tarafından övülmüştür.2229 Hicretten sonra Medineli Ensar ve Muhâcirler arasında bir kardeşlik kurulduğu gibi, Hicret öncesi müşriklerin eza ve cefâlarına karşı koymak ve müslümanların daha
2224] 63/Münafıkun, 7-8
2225] Ahmed Önkal, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 109-111
2226] Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 204, 205; İbn Sa'd et-Tabakât, I/238; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd II/63
2227] İbn Sa'd, et-Tabakât, I/238
2228] İbn Hişâm, II/161, Buhârî, Menâkıbül-Ensâr, 3
2229] Müslim, Fedailü's-Sahabe, 171,188-198; İbn Mace, Mukaddime,11
HİCRET
- 539 -
güçlü olmalarını sağlamak, Hicret esnasında da yardımcı olmak bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.), Muhâcirler arasında da bir kardeşlik tesis etmiştir. Rasûlüllah yine Hz. Ali ile; Hz. Hamza, Zeyd b. Haris ile; Hz. Ebu Bekir, Ömer ile; Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf ile ve diğer Muhâcirlerde birbirleriyle kardeş ilan edilmişlerdir.
Hz. Peygamber'in talimatı üzerine meydana gelen Ensâr ve Muhâcirler arasındaki hak, eşitlik ve miras konularındaki muâhât, miras hükmü dışında devam etmiş, ancak miras hükmü bir müddet sonra Enfâl Sûresi ile kaldırılmıştır.2230 Bu hükmün kaldırılmasına rağmen muâhât İslâm kardeşliği olarak Ensar ve muhâcirler arasında en güzel örneğini vermiştir.
Ensâr ve Muhâcirler arasında yapılan kardeşlikle Ensar, Muhâcir kardeşlerinin özellikle maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere arazilerinin ikiye bölünmesini, hattâ eşlerinden birisini boşayarak muhâcir kardeşine nikâhlamak üzere vermeyi teklif ettikleri bir vakıadır. Nitekim Abdurrahman b. Avf'ın, Ensâr kardeşi malının yarısını ve hanımlarından birini ona vermek istediği zaman Abdurrahman b. Avf Ensar kardeşine yük olmamak için bunlan kabul etmeyerek kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiş, kısa sürede yaptığı ticaret ile büyük bir servet sahibi olmuştur. 2231
Hz. Peygamber'in tesis ettiği bu kardeşlik, Ensar ve Muhâcirlerin zamanı bile eşit kullanmalarını temin etmiş, bir gün Rasûlullah'ı kardeşlerden biri dinlerken, bir başka gün diğer kardeşi Rasûlullah'ı dinleyerek olup bitenlerden birbirlerini haberdar etmişlerdir. 2232 Bu kardeşlik tesisi ile Medine'de kurulması planlanan sosyal ve siyâsî birlik önce Ensâr ve Muhâcirler arasında sağlanmış, sonra da verdiği iyi örneklerle Medine'deki diğer toplulukların aynı çatı altında toplanmasına imkân hazırlanmıştır. 2233
Hicrî Takvim
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mekke'den Medine'ye hicretini tarih başlangıcı olarak alan takvime hicrî takvim denir. Hicrî kamerî takvime, İslâm takvimi de denir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne göre düzenlendiği için kamerî (ay/hilâl) veya hicrî adı verilmiştir. Ay yani kamerî takvimi ilk olarak Bâbillilerin kullandığı bilinmektedir.
Mekke'li müşrikler İslâm'dan önce Kusay b. Kilâb'a verdikleri önemden dolayı onun ölümünü tarih başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Ancak Fil olayından sonra tarih başlangıcı olarak bu olay kabul edilmeye başlanmıştır.2234 Taberî'de geçen, Peygamberimiz’in (s.a.s.) Medine'ye hicretiyle tarih kullandığı şeklindeki bilgilerin ne derece sıhhatli olduğu bilinmemekle beraber, bunun kesinlik kazandığı dönem Hz. Ömer (r.a.) döneminde kabul edilen hicrî takvimle başlamıştır. 2235
Medine'de İslâm devletinin kurulmasından Hz. Ömer (r.a.) devrine kadar müslümanlar bazı önemli olayları tarih başlangıcı kabul edip buna göre zamanlarını
2230] 8/Enfâl 72-75
2231] Buhârî, Nikâh, 68, Menâkıü'l-Ensâr, 3
2232] Buhârî, İlim, 27
2233] M.Ali Kapar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 220
2234] Tarihu'l-Yakubî, II/17
2235] Taberî, Tarihu'l Umem ve'l Mûlük, II/253. Buhârî, et-Târihu'l-Kebîr, I/10
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tayin etmekteydiler. Meselâ; Fil olayı, ficâr savaşı, zelzele yılı, veda haccı yılı ve bazı önemli zatların ölümü gibi olaylar tarih başlangıcı olarak kabul edilmekteydi. Ancak bu, zaman zaman karışık bir durum arzediyordu. Hz. Ömer (r.a.) bu karışıklığı gidermek amacıyla konuyu diğer sahabelerle istişare etti. Bu sırada meydana gelen olay bunun gerekliliğini bir kat daha arttırdı. Yemen Valisi Ya'lâ b. Ümeyye Hz. Ömer’e (r.a.) gün, ay ve yılı belli olmayan bir mektup gönderir. Aynı şekilde yılı belli olmayan vadesi Şaban ayı, diye kaydedilen bir senet Basra Valisi Ebû Musa el-Eş’arî'ye getirilir. Söz konusu senette geçen şaban kelimesinin, bu yıla mı, geçen yıla mı, yoksa gelecek yıla mı ait olduğu meselesi kesin olarak anlaşılmayınca bu tarih ve senet ihtilâfa sebep oldu ve konunun önemini ortaya çıkardı. Sahâbiler meseleyi görüşerek tarih başlangıcı konusunda İran, Yunan vb. gibi ülkelerin takvimlerini benimseme tekliflerini ileri sürdüler. Ancak bu teklifler kabul görmeyince Hz. Ali (r.a.) takvimin hicretin başlangıç olması gerektiğini ileri sürdü. Onun bu görüşü derhal benimsendi. Hz. Peygamber (s.a.s.), Rabiülevvel ayında hicret etmişti. Ancak kamerî yıl muharrem ayı ile başladığından tarih iki ay sekiz gün geri alınıp Hicrî takvimin başlangıcı 23 Temmuz 622 olarak tespit edildi.
Milâdî ve Rûmî tarihler gibi on iki ay esasına dayanan hicrî yıl muharrem ayı ile başlar ve zilhicce ile sona erer. Hicrî (kamerî) aylar şunlardır: Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemâzielevvel, cemâzielâhir, recep, şaban, ramazan, şevvâl, zilkade,
Yazışmalar ve iktisâdî sahalarda rahatlıkla kullanılan bu takvime karşılık milâdî takvimde, ziraata ait vergilerin toplanmasında yardımcı olmuştur. İslâm takvimi, müslümanlara mâl olmuş bir takvimdir ve hatta okuma-yazması olmayan bir kimsenin bile kullanabileceği bir vasıtadır. Bu takvimin hesaplarını yapmak, ramazanın ne zaman başlayacağım bilmek, ne zaman namaz kılınacağını belirlemek için ince astronomi bilgilerine gerek yoktur. Ayın 29. günü güneşin battığı taraftaki gök ufkuna dikkatle bakılır, şâyet yeni ayın o incecik hafi batı ufku üzerinde görünmüşse, ay doğmuş ve takvime göre ertesi ayın ilk günü başlamış olur: Hilâlin bu görüntüsü 5-6 dakika sürer ve sonra kaybolur. Şâyet bir görüntü tesbit edilememişse ay otuz gün sürecektir bu kesindir, yani ertesi akşam ufukta kesinlikle hilâl görülür. Şâyet 29. günü göğün bulutlu olması söz konusu ise o ayın 30 gün süren bir ay olduğu kabul edilir.2236 Ayrıca hilâlin hareketleri de kesin olarak belli değildir. Bazen ay bütün hareketlerini 29 günde, bazen 30 günde tamamlar.
Hicrî takvim hicreti esas alır. Günümüzde kullanılan milâdî takvim ise Hz. İsa'nın doğumunu 'tarih başlangıcı olarak esas almaktadır.
Hicrî yahut kamerî yılı, milâdî yıla çevirmek için şöyle bir formül kullanılmaktadır: Hicrî yıl sayısını 33'e bölüp çıkan sayıya 622 eklenir ve milâdî yıl bulunur. Milâdi yıl = (hicrî yıl x 32/33) + 622 formülü ile bulunur. Mesela: 1000 yılının % 3'ü 30 eder, geriye 970 kalır. Bu sayıya 622 eklenince karşılığı olarak milâdî 1592 yılı bulunur. Milâdî yılın hicrî yıl karşılığını bulmak için de şu formül kullanılır: Hicri yıl = (milâdî yıl-622) x 33/32, meselâ; (1453-622) x 33/32 = 857
Hicrî ve rûmî takvim uzun müddet müslümanlarca kullanılmış 26 Aralık 1925
2236] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev, S. Tuğ, II, 857
HİCRET
- 541 -
tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır. Hz. Ömer (r.a.)'ın tesis ettiği hicrî takvim batılılaşma sürecinin bir devamı olan inkılâpların, İslâm hukukunu yürürlükten kaldırması sonucu, bu hukukun bir parçası olan hicrî takvim de kaldırılarak müslümanların İslâm dünyası ile olan bağları koparıldı. "Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları kendinize dost (ve hâkim) edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost ve danışılacak makam edinirse, o da ondandır. Şüphesiz Allah o zâlimler gürûhunu başarıya ulaştırmaz.” 2237
İnkilâpların yıktığı, devrimlerin devirdiği İslâmî güzellikleri yeniden ihyâ etmek ve hakiki inkılâbı gerçekleştirmek için değerlerimize sahip çıkmalıyız. Meselâ, özel yazışmalarımızda hicrî takvim kullanmalı, 1 Muharrem’i hicrî yılbaşı olarak değerlendirmeli, günün tarihini, kendi doğum günümüzü ve yaşımızı hicrî takvimine göre bilip tâkip edebilmeliyiz.
Tabiatta Gözlenen Hicret
Tabiata dikkatle bakıldığında görülür ki, yeni yaratılışların veya yeni oluşumların önemli safhalarından biri hicreti andıran bir safhadır. Meselâ; botanikte hicret, hemen her bitkide çok sık rastlanan bir merhaledir. Bitkilerde görülen ve hicreti andıran bu safha, tohumların yaratılıp olgunlaşmalarından hemen sonra yaşanır. Her tohum kendi türünün küçücük ve mükemmel bir programıdır. İşte bu program tamamlandıktan hemen sonra derhal yetiştiği yerden, tohum yuvasından uzaklara fırlatılır. Hemen her bitkinin kendi tohumlarını uzaklara atma, yayılma metodları vardır. Kimi mancınıkla fırlatır gibi tohumlarını uzaklara saçar, kimi başka canlıların tüylerine küçücük kancalarıyla tutunarak uzaklara taşınır, kimi tüy gibi rüzgâra kapılarak, kimi de çok değişik ve çok ilginç başka yollarla bu safhayı yaşarlar.
Bitki yetiştirmede hicreti andıran bir usûlün daha bulunduğunu biliyoruz. Bu usûlde genellikle tohumlar öncelikle sık olarak toprağa ekilirler. Bunlar yeşerip herhangi bir fidan olduktan sonra bu fidanlar yerlerinden sökülerek yeniden dikilmek üzere başka yerlere taşınıp son derece verimli sonuçlar alınmış olur. Birçok bitki ve ağaç türünde bu göçürme, göç ettirme, bizim tâbirimizle hicret metodu, çok sık başvurulan bir yoldur. Ağaç yetiştirmenin vazgeçilmez kurallarından birisi; belirli bir süreden sonra fidanların hicret ettirilmesi metodudur. Fidanlıklar ve orman alanları, ağaç yetiştirmede bu çok önemli safhaların alanlarıdır.
Tabiatta başvurulan işte bu tür bir yetiştirme safhası; Hak Dinde peygamberlerin ve ilk mü’minlerin kendi dinlerini sosyal planda yaşamak ve yeni dünyalarını kurmak için yaptıkları hicretleri andıran bir safhadır. Zaten hicret sözüyle kast edilen, peygamberlerin peygamberlik faâliyetleri sebebiyle yaptıkları göç hareketleridir. Bu hicretle göç eden ne sadece peygamber, ne de sadece ümmettir. Aslında hicret eden, o toplumda kuruluş halindeki Din’dir. Bu hicret, peygamber kontrolü olduğu zaman, en sağlıklı ve ideal sonuçlara ulaşmaktadır. Eğer bir ümmet, hicreti peygambersiz olarak yaşamak zorunda kalmışsa, ulaşılan sonuçlar çok daha farklı olabilmektedir. Ayrıca hicreti yaşayan ümmetin sayısı ve keyfiyeti de ulaşılan sonuçta etkili bir unsur olmaktadır.
2237] 5/Mâide, 51; Naci Yengin, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 428-429
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İlâhî takdir, denizlerde kıpır kıpır dalgalanan suyu güneşle buharlaştırır, hicretle kanatlandırır ve göklere yükseltir. Böylece dağ gibi dalgalara mukabil, gökyüzünde öbek öbek bulutlar yaratır. Sonra bu bulutları da yeni bir hicrete tâbi tutar; dağlar gibi bulutlar gökyüzünde gök gürültüleri ve şimşekler saçarak sonsuz bir karmaşa gibi gözüken, son derece muntazam hicretlerini yaparlar. Böylece İlâhî takdir, bulutlardaki zerrecikleri çok değişik iklimlerde dolaştırarak yoğunlaştırır. Rahmet damlalarına dönüştürür. Sonra da bu rahmet damlaları kendi hicretlerine çıkarlar. Gökyüzünden çisil çisil, sağanak sağanak, lapa lapa yeryüzüne hicret ederler. Allah, rahmet yüklü bu hicretlerle, ölmüş, kurumuş yeryüzüne yeniden hayat verir. Rahmetinin bu hicretiyle dağları, ovaları, vâdileri canlandırır. Bitkilere, hayvanlara ve insanlara inâyetiyle tecellî eder.
İlâhî rahmetin bu hicreti, dağların, vâdilerin, kıraçların canlanmasıyla da bitmez; bir kısım damlacıklar, ağaçlardan, bitkilerden süzülür, derelerden sel olur akar, ırmaklarda toplanır, coşar, büyük nehirlere, okyanuslara ulaşılır ve denizler fethedilir. Denizlere alüvyon, deniz canlılarına mineraller, madensel tuzlar ve oksijen taşır. Böylece peş peşe süren zincirleme hicretlerle, karalar ve denizler hayat bulur, nefes alır, kurtulur.
İslâm’da hicret, şu anlatıma tıpa tıp benzerlikler taşıyan çok tabiî, çok fıtrî, İlâhî inâyet yüklü safhalarla dolu çok mübârek bir harekettir. Mekke’den küçük gruplar halinde veya teker teker âdeta buharlaşarak kanatlanan sahâbeler, birer rahmet damlası gibi Medine’ye inmişler, Medine onlarla canlanmış, hayat bulmuş, yeniden doğmuştur. Kısa zamanda her biri bir rahmet damlası sahâbelere yakın çevredeki köyler, kasabalar, vahalar Medine ile birlikte yeniden dirilmiş, canlanıvermiştir. İşte bu rahmet damlaları dereler, ırmaklar doldurarak öncelikle buharlaşıp çıktıkları Mekke’yi fethetmişler, peşinden karalar ve denizler fethedilmiş, İlâhî rahmet âdeta bütün yeryüzünü yeniden kucaklamıştır. 2238
Hicret Berâettir
Kavuşabilmekle terk edebilmek doğru orantılıdır. Kavuşabilenler, terk edebilenlerdir. Terk etmeyi göze alamayanlar kavuşmanın hazzına eremeyeceklerdir.
Âdem, cenneti terk etmeden irâdeye kavuşamayacaktı. Geçici cenneti terk etmişse de, irâde onu ebedî cennete kavuşturdu. Cennet sıla, dünya gurbetti. Ancak o, sılayı gurbette ve gurbetle bir daha yitirmemecesine yeniden kazandı. Özelde Âdem, genelde insan müebbed muhâcerete hüküm giymişti. Üflenen rûhun lâhut âleminden nâsut âlemine hicretinin, canın sudan toprağa hicretinin, spermanın rahme hicretinin, ceninin rahimden dünyaya hicretinin ve insanın dünyadan âhirete hicretinin anlamı buydu.
Nuh, evrensel hicretin muhâciriydi. Tûfan, aynı zamanda bir hicretti; küfrün karanlığından imanın aydınlığına, müşrik toplumun zindanından mü'min toplumun özgür ufuklarına hicret... Şirkten tevhide, küfürden imana, isyandan İslâm'a/teslimiyete hicret.
İbrâhim, çift boyutlu hicretin Kur'anî örneklerinden biriydi. Akleden kalbin, nasıl eserden müessire, soyuttan somuta, fizikten metafiziğe, kabuktan öze, maddeden ruha, inkârdan imana, cehâletten ilme, zandan yakîne hicret
2238] Mahmut Topuz, İlâhî Dinlerde Hicret, s. XIII-XIV, 125-126
HİCRET
- 543 -
edebileceğinin en çarpıcı örneğini sergilemişti. Hz. İbrâhim'in derinliğine gerçekleştirdiği bu hicret, oracıkta ürününü vermiş ve Lût, "Ben de Rabbime hicret ediyorum" 2239 demişti. Bu hicret, yürekte kalmayıp eyleme dönüşmüş, Allah'a kurbanı Allah'a kurbiyete, atıldığı ateşi de şirkten berâete ve cennete dönüştürmüştü.
Rasûlullah, hicretin iki boyutunu kendi hicretinde birleştirdi. O, hicretin izzet, devlet ve berâet demeye geldiğini isbatladı. O, terk etmeden kavuşulamayacağını yaşayarak gösterdi. Mekke-Medine hattı, bir semboldü. Bu sembol, insanın ve insanlığın uzun yürüyüşünde aşkın ve aşkın olanın değerine dikkat çekiyordu. Verilene dikkat çekilerek elde edilenin değeri vurgulanıyordu.
Bu sembolde, Mekke içkini ve burayı, Medine aşkını ve öteyi sembolize ediyordu. Fetih ise öteyi kazanana buranın da açılacağını, hediye edileceğini ifâde ediyordu. Mekke-Medine hattı, sadece Medine'ye kavuşmak değil; Mekke'nin bedelini de ödemek anlamına geliyordu. Dahası, Hıra günlerinde yürekte gerçekleşenin, hayata dönüşmesiydi hicret.
O halde bunun anlamı, içlerinde bir özge hicreti yaşayamayan ve gerçekleştiremeyenler, yer değiştirebilirler ama asla hicret edemezler demekti. Peygamber'in, "Bu dünyada bir garip yolcu gibi ol!" uyarısı, müebbet muhâceretin itirafıydı. Bu anlamda hicret, dünyevîleşmenin önündeki en büyük engeldi. Çünkü muhâcir misâfirdi.
Özbenliğin, çağın, tarihin, çevrenin modern zindanından tahliye bekleyen modern bireyin berâeti, ancak derûnunda yapacağı derinliğine bir hicretle mümkün olabilecektir. 2240
Vuslat İçin Ayrılmanın Destanı: Hicret
Hicret, kişi veya kişilerin bulundukları yerden bedenle, dil veya kalp ile göç ederek ayrılmasıdır, bir şanlı destandır hicret, sevda için güzel çile, zafer için de bir bedel.
Hicret, sadece bir takvim başlangıcı değil; bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açılmasıdır. Hicretle birlikte câhiliyye, yerini mutluluk çağına bırakmıştır. Kur’anî tarih yorumuna göre insanlık tarihinde her biri hicretle başlayan üç çağ vardır. Hz. Âdem’in Cennetten hicreti/firakı ile başlayıp Hz. Mûsâ ve mü’minlerin Mısır’dan hicretine kadar süren kurûn-ı ûlâ/İlk çağ, bu olayla birlikte başlayan kurûn-ı vustâ/Orta çağ ve Hz. Peygamberimiz’in hicretiyle başlayıp kıyâmete/yaratıkların zorunlu hicretine kadar sürecek kurûn-ı uhrâ/Son çağ.
Hayat, iman, sabır, hicret ve cihaddır. Bunlar olmadan hayat, yaşamak değil; olsa olsa ömür tüketmek ve tükenmektir.
Bireyden cemaate, cemaatten devlete adım atmak, Hak dâvâya uygun ortamlar aramak, meş’aleyi uzaklara taşımak, muhteşem dönüş için hazırlanmaktır hicret.
Hicret, nebevî bir harekettir, peygamberlerin ortak kaderidir; Onların izinden gidenlerin de değişik biçimleriyle hayatlarının en az bir diliminde ortaya çıkan bir tavırdır.
2239] 29/Ankebût, 26
2240] Mustafa İslâmoğlu, Şafak Yazıları, s. 31-32
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hicretin kendisi ve uygulanış şekli, baştan sona “tedbir” demektir; Allah’ın bilmediğimiz kapılarını açması için bildiğimiz kapıları usûlüne göre çalma, çözüm ve çıkış yolu için fiilî duâdır.
Hicret, savaş alanından kaçmak, mücâdeleyi bırakmak değil; daha güçlü bir şekilde dönmek için strateji değişikliğiyle, siyasî manevrayla kamp yeri arayıp orada güç toplamaktır.
Yurt dışında aranan destektir. Daha hızlı sıçrayabilmek için gerileme ve gerilmedir. Cephe değişikliğidir, merkezi dışarıdan sarıp kuşatmak, merkezi fetih için çevreden eyleme geçmektir hicret.
Hicret, baskıları durdurma gücünün olmadığı yerde, baskıların kendini durdurmasına izin vermemektir. Zulme boyun eğmeme, zilleti kabul etmeme bilincidir.
Hicret; yolunu bulanların, daha doğrusu yoldan çıkanların yolsuzluklarıyla Hak yolu tıkadığı durumlarda çıkış yolu bulma girişimidir.
Hicret, taşlaşmış kalpleri ve yerleri terk edip su çıkacak vâdiler keşfedip faâliyeti verimli topraklarda yoğunlaştırmaktır. Fidan halindeki dâvâyı verimsiz topraktan çıkarıp elverişli bir toprağa götürüp dikmektir hicret.
Hicret, doğduğumuz veya doyduğumuz yerin Allah için terk edilemeyecek değerde olmadığını ilan etmek, Allah'ı her şeye tercih etmektir.
Hicret, memleketinde müslümanca yaşayamayan bir mü’min için, Allah’ın geniş arzında mutlaka müslümanca ve insanca yaşanacak bir yer olduğunun bilincine varmaktır.
Hicret; kavmiyetçilik, ırkçılık, şehircilik anlayışına vurulan darbenin adıdır. Ülke vatandaşlığından ümmet bilincine yükselmektir. Kendi memleketinin bâtıl yönetimine karşı mücâdele hazırlığıdır.
Müslümanların zulüm düzeninin bir parçası olarak yaşamayı reddedişleri ve küfrün karşısına bağımsız bir güç olarak çıkma tavrıdır hicret. İnsanî ve İslâmî haklarını gasbeden tâğutlardan berî olmak, onları protesto etmektir. Sadece zulümden kurtulmak değil; aynı zamanda zulme karşı çıkma ve son verme eylemidir.
Hicret, daha yüksek ideal ve hedeflere ulaşmak için sevdiklerini gözünü kırpmadan geride bırakarak çıkılan yolculuğun adıdır, İlâhî yardımın paratoneri, zaferin müjdesidir.
Altyapısını iman ve sabrın oluşturduğu hicretin bir sonraki aşaması cihaddır. İmansız sabır, sabırsız hicret, hicretsiz cihad/kıtâl, cihadsız zafer ve kurtuluş olmaz! Hicret; sosyal, siyasal ve askerî alanlarda cihad için düğmeye basmak, eyleme geçmektir.
Bozuk çevreden güzel çevreye geçmek, çevrenin çocuklarını ve kendini mahvetmesine izin vermemektir; çevreyi düzeltemiyorsak çevrenin bizi bozmasına müsâade etmemektir.
Hicret, câhiliyye ile onun kural, kurum ve bağlılarıyla ilişkileri koparıp atmak, bağımsız ve özgür olarak İslâm’a teslim olup O’nun hâkimiyeti için çalışmaktır.
HİCRET
- 545 -
Esâretten kurtulma gayretidir, görünen ve görünmeyen zincirleri kırmak, zindandan özgürlüğe çıkmak, mahkûmiyetten hâkimiyete adım atmaktır.
Mü’min kimse, hür olarak insanca ve dâvâsı uğruna yaşayabilmek için gerekli her bedeli ödemeye hazırdır; dünyada izzet ve devletin, âhirette de cennetin bedeli hicrettir.
Tevhid mücâdelesinde bulunan insanların şu veya bu şekilde geçmek zorunda olduğu bir kapıdır/köprüdür/süreçtir hicret.
Bedeni, dili ve kalbi ile insanın kendisine Allah’ı unutturan çevresindeki her şeyden ayrılarak bütün varlığı ile Allah’a ilticâsıdır.
Hicret, Allah’a yönelmektir, O’na yaklaşmak, O’na sığınmaktır. Madde ve menfaat için, dünyevî eğitim için; iş, aş ve eş için hicretleri çok gördük. Ama günümüzde Allah için hicret edenleri nasıl göreceğiz?
Küfürden imana, haramlardan helâllere, günahlardan sevaplara, isyandan itaate, kötülükten iyiliğe, rezîletten fazîlete göz arkada kalmadan yapılan kutlu bir yolculuktur.
Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır, evde kılınan namaza karşılık, câmiye hicret edilerek cemaatle kılınan namazın yirmi yedi derece sevabı, hicret rûhunda saklıdır.
Yeryüzü yerinde saymıyor, her an dönüyor, hareket/hicret ediyor. Gökteki tüm yıldızlar, galaksiler, güneşler de yörüngeleri etrafında her an hicret halindeler. İnsandaki kan, vücut organları arasında hicret etmeseydi, ne olurdu? Öyleyse, hayat hicrettir, hicretsiz hayat olmaz.
Yerdeki sular buharlaşarak göklere hicret eder, bulutlar hicret içinde onları taşır, rahmet kanatları yeniden işlenip şekillenen bereket damlalarını hicret ettirerek taşıyıp uygun yerlere gönderir/hicret ettirir.
Bitki tohumları hicret ederek canlanır, yeni mekânlarda yeni bir hayata başlar; bazı hayvanların yaşaması için her mevsim vatan değiştirip hicret etmeleri hayatî bir zarûrettir.
Hemen tüm hayvan ve insanların nimetlere ulaşması için hicret etmeleri şarttır. İnsan, önce anne karnına, sonra yeryüzüne, daha sonra ebedî âleme hicret eden bir muhâcirdir. Hicret bir fıtrat kanunudur.
Allah’tan gelen ruh O’na hicret edecektir. Dünya otelinde misafir olan insan adlı yolcunun son durağı, bu muhâcirin son hicret yurdu Cennet olmalıdır, çünkü orası onun ana vatanı, baba ocağıdır. Muhâcir insan orada yaratıldı, orası için yaratıldı, onu hak etmek için yaşamalıdır.
Allah için gerektiğinde evi, iş yerini, mahalleyi, şehri veya ülkeyi değiştirebilmektir. Gerekiyorsa işi, eşi, aşı, malı-mülkü, okulu, diplomayı, makamı, rahatı, vatanı... terk edebilmektir.
Fânî olan şeyleri terk etmedikçe Bâkî olana, ebedî olana kavuşmanın imkânsız olduğunu kavramaktır.
Hicret denilince, kardeş kavramları, “muhâcir” ve “ensâr”ı, “kardeşliği” ve
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“fedâkârlığı” hatırlamamak ne mümkün! Hicret rûhunu kaybedince onları da kaybettik ve kaybolduk.
Ey hicret! Sen müslümanların takvim başısın. Müslüman olduğunu iddiâ ettikleri halde, hıristiyanlara göre ve onlar gibi "yılbaşı"nı kutlayanlar seni yeterince tanımıyor ve değerlendirmiyorsa, onları da mesajınla dirilt! Yalvarıyoruz ey güzel hicret! Ne olur bizden hicret etme! 2241
1071 Malazgirt zaferiyle, ikinci bir Medine olan Anadolu’ya dâvet edilen Peygamberimiz, mânevî varlığı ile bu topraklara hicret etti. Sekiz buçuk asır, cihandeğer bir misafir olarak Anadolu topraklarında ağırlandı. Gönüller O’na açıldı, yönetimler O’na bağlandı ve Şanlı Peygamberimiz bütün kurumlarımıza önder oldu. Hicrî takvim, işte bu 8,5 asırlık her an şuurlarda yaşayan hicret devri yüceliklerini tesbit eden ölçüydü.
Bizler, Hz. Peygamber’in hicretine sahip çıkarak yaşadığımız dönemin şartlarının gerektirdiği muhâcirler ve ensârlardan olmak mecbûriyetindeyiz. Hz. Peygamber’in hicretine sahip çıkmak Hz. Peygamber ve ilk mü’minler gibi kâfirlerle, küfür sistemleri ve yaşayışlarıyla kaynaşmamak/uzlaşmamaktır. İslâm’dan kaynaklanmayan ilkeler ve kurumlara karşı soğuk savaş açmaktır. Hz. Peygamber’in hicretine sahip çıkmak, İslâmî inanç ve düsturlara göre yaşayabilmemiz için ilk muhâcir mü’minler gibi gerektiğinde mallardan ve canlardan geçmektir. Medineli ilk mü’minler olan ensâr gibi samimi müslümanları güçlendirmek, onlar için gerekli fedâkârlığı yapmaktır. Hicrete sahip çıkmak, İslâm düzenine tâlip olmak ve ensâr gibi Peygamberimizi yurdumuza dâvet etmek, O’nu canımız pahasına korumak için söz verip sözümüzün eri olduğumuzu ispatlamaktır. Her bir mü’min, sevgili Peygamberimizi bir toplum önderi olarak hayatî kurumlarımızın başına geçirmek için, ensâr gibi dâvet etmelidir. Tam bir iman ve şuurla bu çağrı yapılmadıkça Peygamberimizle aramızda güçlü bir râbıta kurmak mümkün değildir.
İslâm’ı yaşayacağımıza, yaşanması için örnek olacağımıza, Kur’an ve Sünnet nizamının dışında hiçbir rejimi rûhen benimsemeyeceğimize söz vererek Yüce Peygamberimizi mânevî şahsiyetiyle evimize, işimize, sokağımıza, okulumuza, mahkememize, yurdumuza dâvet etmeliyiz. Çok iyi bilmeliyiz ki, bütün dünya ülkeleri gibi, âciz önderlerin, bâtıl felsefelerin, materyalist rejimlerin karanlığında mustarip olan ve krizlerle çalkalanan ülkemize Allah’ın peygamberi, mânen hicret etmedikçe; eğitim, medya gibi sosyal kurumların başına geçirilmedikçe, biz mü’minler için her iki dünyadaki gelecek, pek acıklı olacaktır. 2242
Hakla bâtılın/bâtılların savaşı sürdükçe -ki kıyâmete kadar sürecektir- hicret edilebilecek İslâm yurdu oldukça hicret devam edecektir. Hicret; maddî anlamda, İslâm Dininin hayat düsturlarına göre yaşama hürriyeti bulunmayan küfür yurdundan Kur’an ve Sünnet yönetiminin hâkim olduğu İslâm yurduna göç etmektir. Mânevî anlamda ise, Allah’ın ve Peygamberinin yasakladıklarını terk etmektir. En fazîletli hicret, Allah’ın haram kıldıklarını terk etmek, helâllara yönelmek, diğer insanları da başta şirk ve zulüm olmak üzere tüm haramlardan, fitne ve fesattan uzaklaştırmaya çalışmaktır. Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.)
2241] Ahmed Kalkan, Vuslat Dergisi, sayı 15, Eylül 2002
2242] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 1, s. 339-340
HİCRET
- 547 -
sordu: “Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?” Allah’ın elçisi buyurdu ki: “... Allah’ın yasakladığı/haram kıldığı şeyleri terk etmendir.”2243 Allah için hicret eden gerçek muhâcirler işte bu tür gönül ve amellerle isyanı terk edenlerdir. En büyük muhâcir Rasûlullah’ın lisânından muhâcirin tanımı da bu şekildedir: “Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette olduğu kimsedir. Muhâcir de, Allah’ın nehyettiği şeyleri terk edendir.” 2244
Bütün bâtıl ideolojileri, tâğutî düzenleri, câhiliyye âdet ve anlayışlarını, İslâm dışı tüm dünya görüşlerinden ayrılan, onları terk eden, tâğuttan kaçınan kimsedir muhâcir ve bu eylemlerdir hicret. Rasûlullah (s.a.s.) da İslâm’ın ibâdet ilkelerini yerine getiren kimsenin Allah yolunda hicret etmiş gibi olacağını, fizikî (ülke değişikliği) anlamında göç etmemiş de olsa Allah’ın onu bağışlayacağını haber vermiştir.2245 İmanlara ve İslâmî yaşayışa çok yönlü saldırıların gözlendiği modern câhiliyyenin hortlatıldığı günümüz ortamında mü’minlerin imanlarını koruyup gereği gibi ibâdetlere sarılmaları hicrettir. Büyük Muhâcir, bu konuda şöyle buyuruyor: “Fitne zamanında ibâdet, bana hicret etmek gibidir.” 2246
“Kötü şeyleri terk et (fe’hcür; kötülüklerden hicret et).”2247 Belli bir mekânla ve belli bir zaman dilimiyle sınırlı değildir hicret. Hakla bâtılın/bâtılların savaşı sürdükçe -ki kıyâmete kadar sürecektir- hicret edilebilecek İslâm yurdu oldukça hicret devam edecektir. Hicret; maddî anlamda, İslâm Dininin hayat düsturlarına göre yaşama hürriyeti bulunmayan küfür yurdundan Kur’an ve Sünnet yönetiminin hâkim olduğu İslâm yurduna göç etmektir. Mânevî anlamda ise, Allah’ın ve Peygamberinin yasakladıklarını terk etmektir. En fazîletli hicret, Allah’ın haram kıldıklarını terk etmek, helâllara yönelmek, diğer insanları da başta şirk ve zulüm olmak üzere tüm haramlardan, fitne ve fesattan uzaklaştırmaya çalışmaktır. Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.) sordu: “Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?” Allah’ın elçisi buyurdu ki: “... Allah’ın yasakladığı/haram kıldığı şeyleri terk etmendir (haramlardan helâlara yapacağın hicrettir).”2248 Allah için hicret eden gerçek muhâcirler işte bu tür gönül ve amellerle isyanı terk edenlerdir. En büyük muhâcir Rasûlullah’ın lisânından muhâcirin tanımı da bu şekildedir: “Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette olduğu kimsedir. Muhâcir de, Allah’ın nehyettiği şeyleri terk edendir.” 2249
İnsanın dünyaya gelişi de, ölümü de bir hicrettir. Cennete yaratılan insan dünyaya hicret etmiş, esas hicreti de Cenneti hak eden bir hayattan sonra O’na döndürülerek yapacaktır.
"Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor." 2250 Dokuz ay konuk olduğu annesinin karnından hicret edip dünyaya gelen bebek, çocukluğa, gençlik ve ihtiyarlığa doğru hicretini yapacak, misafiri olduğu dünyadan, sonunda anne karnı gibi daracık ve karan2243]
Nesâî, Biat 12, hadis no: 4148; Ebû Dâvud, Vitr 12, hds. 1449, Dârimî, Salât 135, hads 1431
2244] Buhârî, Rikak 71; Müslim, İman 14, hadis no: 6466; Ebû Dâvud, Cihad 2, hds: 2481
2245] Tirmizî, Sıfatu’l-Cenneh 4, hadis no: 2650
2246] Müslim, Fiten 26, hadis no: 130; Tirmizî, Fiten 28, hd.: 2297
2247] 74/Müddessir, 5
2248] Nesâî, Biat 12, hadis no: 4148; Ebû Dâvud, Vitr 12, hds. 1449, Dârimî, Salât 135, hads 1431
2249] Buhârî, Rikak 71; Müslim, İman 14, hadis no: 6466; Ebû Dâvud, Cihad 2, hds: 2481
2250] 39/Zümer, 6
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lık kabre göçecek. Orada da hicret bitmeyecek, âhiret denilen son(suz) hayatla hicreti tamamlayacaktır. Topraktan Yaratan’a doğru hicrettir aslında tüm dünya hayatı. Cennette yaratılan insan yine cennete dönecek. Daha doğrusu, insan O’ndan geldi, O’na dönecektir; hicret bu şekilde sona erecektir.
İnsan her an hicreti yaşamaktadır, farkında olmasa da. Kalbi/gönlü, hayali, düşünceleri, psikolojisi her an hicreti yaşamaktadır. Aynen bazı hücrelerinin ölüp bazılarının yaratılmasındaki hicret gibi; kanının devamlı hicreti gibi. Bu yazıyı okurken kaç organımız hicreti yaşıyor, düşündük mü?
Yaratanın yarattığı kanundur, sünnetullahtır hicret. O yüzden sadece insan değildir hep hicreti yaşayan. Bulutların oradan oraya hicreti olmasaydı yağmur yağmaz, yağmur bulutlardan yere hicret etmeseydi rahmetsiz kalırdı tüm varlıklar, hicret edecek yer de bulamazdı. “De ki: ‘Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?”2251 Bir adı da yağmur olan rahmet hicrettir, hicretin rahmet olduğu gibi.
Hareketsiz/hicretsiz su bile kokuşacak, sinek yuvası ve pislik adası olacaktır.
Güneş, ay ve yıldızlar, aynen yerküremiz gibi her an hicret etmekte, belirli yörünge üzerinde hep muhâcir olarak gezmektedir. 2252
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı yokluk âleminden varlık âlemine hicret etmekte, doğup vücuda gelmekte, bir nicesi de hayatı terk ederek bilinmeyen âleme doğru hicretini sürdürmektedir. Bunlar, her gün gözlerimizle gördüğümüz, yüce Allah'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından, devamlı hicret kanununun işleyişinden başka bir şey değildir. "Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor." 2253
Arı, kovanında hapis hayatı yaşarsa, çiçek çiçek hicret etmese nasıl bal yapacaktır? Demek ki bal (gibi tatlı gelen şeyler) için hicret şarttır. Leylekler kış gelince hac yolculuğuna çıkıp hicret etmese hayatlarını nasıl devam ettirecekler? Kuşlar yuvalarından hicret etmese, kendilerinin ve yavrularının karınları nasıl doyar?
Hicret Batıdan Doğuya, dalâlet ehlini taklitten sırât-ı müstakîme yolculuktur.
Sıçramak için geril(e)mek gerekir. Aynen bunun gibidir hicret; kaçmak, geriye dönmek değil; mevzî/strateji değişikliğidir.
Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. Hicret, haramlardan helâlarla, zulümden adâlete, isyandan tâate, atâletten faâliyete yönelmektir.
Kelime-i Tevhid, her çeşit bâtıl tanrı anlayışından Allah’a şirk/ortak koşulan her inanç ve düşünceden Allah’a hicrettir. Tâğutları, sahte tanrıları “lâ” kılıcıyla kesip “illâ” ile Allah’a yönelip hicret etmektir. Şirk pisliğinden tevhidin güzelliğine, küfrün karanlıklarından imanın nûruna, haramların zararlarından helâl nimetlerin faydalarına hicrettir.
Tüm ibâdetler de hicret fonksiyonuna sahiptir. Namaz hicrettir, hem de göklere/yücelere miractır, yukarılara yolculuktur, kaldıraçtır. Zekât, cimrilikten
2251] 67/Mülk, 30
2252] 36/Yâsin, 38-40
2253] 16/Nahl, 8
HİCRET
- 549 -
cömertliğe, sahiplik iddiâsından emânetçilik bilincine hicrettir. Hac, doğduğu veya doyduğu yerden ayrılmak, vahyin indiği yerlere beden ve gönülle hicret değil midir? Oruç, hayvanlarla ortak olan yemeyi içmeyi terk edip, yiyip içmeyen meleklere benzeyip melekleşmeye hicrettir.
Tefrikadan vahdete, bireysellikten cemâate, ilgisizlikten kardeşliğe göç etmektir hicret. Tâğutların çürük ipinden kopması mümkün olmayan Allah’ın gökten uzattığı ipine (Kur’an’a) sarılmaktır hicret.
İbrâhim (a.s.) gibi “Yuh olsun size de, Allah’ı bırakıp taptığınız şeylere de. Siz aklınızı hiç kullanmaz mısınız?”2254 deyip, İbrâhimî hicreti yaşamaktır: “… (İbrâhim): ‘Doğrusu ben Rabbim (in emrettiği yer)e hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir’ dedi.” 2255
Gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bir de olumsuz hicretler vardı; Peygamberimizin ümmetinden bazılarına şikâyetçi olacağını ifade eden âyette olduğu gibi: “Peygamber dedi ki: ‘Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur’an’ı mehcûr (hicret edilip terk edilen bir şey yerinde) tuttular.”2256 Kur’an’dan, Allah’tan uzaklaşmak, önceliği başka şeylere vermek, hayatın merkezine başka şeyleri yerleştirmek, tersine bir hicrettir.
Hicrandır, sürgündür olumsuz hicretler. Peygamber tâbiriyle "…Kim elde etmek istediği dünya malı, ya da evleneceği kadın için hicret ederse onun hicretinin karşılığı da hicret ettiği şey olur." 2257
Temel tevhidî sâbiteleri terk edip olumsuz anlamda değişim ve dönüşüm yaşayanlar, muhâcir değil; olsa olsa tükürdüğünü yalayan döneklerdir. “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye lâyık ancak O’dur. Allah, dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir mahlûk getirir.”2258; “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisine seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.” 2259
Ve… Mekke’den Medine’ye hicret olmasaydı? Düşünmek bile istemez insan…
Hayat, baştan sona yüzlerce, binlerce ayrılıkla doludur. Mü’min de kâfir de nice ayrılıklar tadar. Niçin sen Allah için her sevdiğinden seve seve hicreti/ayrılmayı zor görüyorsun? Bilmez misin Kur’an’da belirtilen şu sünnetullahı: “Sevdiklerinizden infak etmeden, onlardan ayrılmadan iyiliğe/cennete kavuşamazsınız.” 2260
2254] 21/Enbiyâ, 67
2255] 29/Ankebût, 26
2256] 25/Furkan, 30
2257] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâret 33
2258] 35/Fâtır, 15-16
2259] 5/Mâide, 54
2260] 3/Âl-i İmrân, 92
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hicret Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Kur’an’da Hicret Kelimesi ve Türevlerin Geçtiği Âyetler (Toplam 31 yerde): 2/Bakara, 218; 3/Âl-i İmrân, 195; 4/Nisâ, 34, 89, 97, 100, 100; 8/Enfâl, 72, 72, 72, 74, 75; 9/Tevbe, 20, 100, 117; 16/Nahl, 41, 110; 19/Meryem, 46; 22/Hacc, 58; 23/Mü'minûn, 67; 24/Nûr, 22; 25/Furkan, 30; 29/Ankebût, 26; 33/Ahzâb, 6, 50; 59/Haşr, 8, 9; 60/Mümtehıne, 10; 73/Müzzemmil, 10, 10; 74/Müddessir, 5.
Allah Yolunda Hicret
Allah Yolunda Hicret Etmek: 2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 100; 8/Enfâl, 72; 29/Ankebût, 56, 59; 39/Zümer, 10.
Hicret Edenlerin Üstünlüğü: 9/Tevbe, 20-22; 29/Ankebût, 56-60.
Hicret Edenlerin Mükâfâtı: 3/Âl-i İmrân, 195; 8/Enfâl, 72-75; 9/Tevbe, 20-22; 16/Nahl, 41, 110; 22/Hacc, 58-59; 39/Zümer, 10.
Hicret Edenlere Allah’ın Yardımı: 8/Enfâl, 26; 29/Ankebût, 60.
Hicret Sırasında Ölenler: 4/Nisâ, 100.
Hicret Etmeyip Düşman İçinde Kalanlar: 4/Nisâ, 75, 97-99.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İsmail L. Çakan, Büşra Y.
Tebliğ, Terbiye ve Siyasi Taktik Açılardan Hicret, İbrahim Canan, Yeni Asya Y.
1400. Yılında Hicret, Ali Nar, Gonca Y.
İlâhî Dinlerde Hicret, Mahmut Topuz, Çağlayan Y.
Kur’an’a Hicret, Adil Akkoyunlu, Çıra Y.
Hicret -Peygamberimi Öğreniyorum-, Salih Suruç, Nesil Basım Yayın
Hicret Günleri, Meral Maruf, Akabe Y.
Hicret (Şiir), Akif İnan, Sanat-İhtisas Y.
Bosna’dan Şemdinli’ye İnsanlığın Göçü, Kemal Öztürk, Birleşik Y.
Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 321-344
T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 458-466
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Hicret md: c. 2, s. 413-418; Habeşistan’a Hicret md: Ahmed Özalp, c. 2, s. 250-252; Hicrî Takvim md: Naci Yengin, c. 2, s. 428-429
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Rasim Özdenören), Risale Y. c. 2, s. 161-164
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 267-270
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 497-502; Kırkambar Y. s. 481-485
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. s. 175-180
Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 218-227
Kur'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 85-86
Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 91-94
Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s.s. 397-411
Şafak Yazıları, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 31-33
Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 91-94
İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 336-341
Kur'an'ın Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, Fahreddin Yıldız, İşaret Y. s. 219-223
Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 614-636
İslâm Dergisi, Hicret Dosyası, sayı 2, Ekim 1983
Vuslat Dergisi, Hicret Dosyası, sayı 16, Eylül 2002

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)


- 435 -
Kavram no 73
Ahlâkî Kavramlar 13
Haramlar 11
Bk. Haram-Helâl; İsyan-İtaat; Hüküm-Hâkimiyet
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
• Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs: Hızır; Kimliği ve Şahsiyeti
• Tasavvuf ve Halk İnançlarında Hızır
• Kur’ân-ı Kerim’de Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs (Hızır)
• Hadis-i Şeriflerde Hızır
• Mûsâ-Hızır Kıssasından Alınacak Ders ve İbretler
• Hıdrellez
• Âb-ı Hayat
• Hızır ve Bâtıl İnançlar, Hurâfeler
“Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım" demişti. (60)
İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delikten kayıp denizi boyladı. (61)
Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki gence: "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük" dedi. (62)
O da: "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi. (63)
Mûsâ: "İstediğimiz zaten buydu" dedi. Hemen geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. (64)
Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular. (65)
Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" dedi. (66)
O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi. (67-68)
Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte baş kaldırmayacağım" dedi. (69)
O da: "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" dedi. (70)
Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın" dedi. (71)
Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (72)
Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma" dedi. (73)
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. (74)
O: "Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (75)
Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın" dedi. (76)
Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler, Mûsâ'nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" dedi. (77)
O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatacağım" (78)
"Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." (79)
"Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. (80)
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik." (81)
"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur." (82) 1781
Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs: Hızır; Kimliği ve Şahsiyeti
Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde kıssası anlatılan kişinin Hızır olduğu müfessir ve âlimlerinin ekserisine göre kabul edilir. Hızır: Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi ve Allah’ın rahmetine muhâtap bir şahsiyettir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Hızır’ın (a.s.) isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kıssadan "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..."1782 diye sözü edilen şahsın Hızır (a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir. 1783
Bu rivâyetlere göre bir gün Hz. Mûsâ İsrâil oğulları arasında vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Musâ: "Hayır, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından sâlih bir kul olan el-Hadır (Hızır)'ın kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır'ı bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı. İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, yolculukta yemek üzere azık olarak yanlarına aldıkları balıklarını unutmuşlardı ve balık bir
1781] 18/Kehf, 60-82
1782] 18/Kehf, 65
1783] bk. Buhârî, İlm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 437 -
delikten kayıp denizi boylamıştı. Hz. Mûsâ oradan bir süre uzaklaştıktan sonra yemek için delikanlıdan balığı çıkarmasını istediği zaman balığın denize dalıp kaybolduğunu farkettiler. Hz. Mûsâ'nın Hızır'ı bulmasının alâmeti, bu balığın kaybolması olduğundan derhal oraya geri döndüler ve orada Hızır’ı (a.s.) buldular. Bundan sonra Hz. Mûsâ'nın Hızır ile Kehf Sûresi 66-82. âyetlerinde anlatılan yolculuğu başladı.
Hz. Mûsâ'nın yolculuğunda azık olarak taşıdığı balığın Mecme'u'l-Bahreyn'de denize dalıp kaybolması, bazı rivâyetlerde ve çeşitli İslâm milletlerinin folklorunda, bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-ı hayat olduğu, ölüleri bile canlandıran, içenleri ölümsüzleştiren bir hayat iksiri olduğu şeklinde izah olunmuş, burada balığın canlanıp denize dalması meselesinde bir peygamberin hayatının ve Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin söz konusu olduğu unutulmuştur. Buna bağlı olarak, Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yaşayan birisi olarak Hızır’a (a.s.) da ölümsüzlük isnâd edilmiş ve kendisine beşer üstü güçler ve yetkiler verilmiştir.
Hızır aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Mûsâ (a.s.) ile olan yolculuğunu Kur'ân-ı Kerîm kısaca şöyle anlatır: Hızır (a.s.), yolculukta karşılaşacakları olaylara Mûsâ peygamberin sabredemeyeceğini kendisine hatırlatmış ve O'ndan sabır için söz almıştır.1784 Önce deniz sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmişlerdi. Hızır (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmıştır. Mûsâ (a.s.) sabredemeyip şöyle demiştir: "Gemiyi, yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın."1785 Yolculuğun sonunda, ilk bakışta görünmeyen ve perde arkası bilgi niteliğindeki sebebi Hızır (a.s.) şöyle belirtir: "O, deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuğa devam ederse, ileride her sağlam gemiye el koyan bir kral (deniz korsanları) vardır."1786 Yolculuk sırasında, diğer çocuklarla oynamakta olan bir çocuğu öldürdü. Mûsâ (a.s.): "Kısas olmadan, masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu çok kötü bir iş yaptım, dedi."1787 Küçük çocuğun bu erken yaşta vefat ettirilme sebebi Hızır (a.s.) tarafından şöyle açıklandı: "Öldürdüğüm erkek çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi. İleride onları isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki, Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin."1788 Burada Cenâbı Hak'kın, anne-babanın hayırlı kimseler olması sebebiyle, ileride kendilerini üzecek, büyük sıkıntılara sokacak bir çocuğu erken yaşta vefat ettirip, onun yerine daha hayırlı bir evlâdın verilmesinin, gerçekte o aile için " hayır" olduğuna işaret ediliyor.
Yolculuğun üçüncü merhalesi Kur'an'da şöyle anlatılır: "Mûsâ ve sâlih kul yollarına devam ettiler. Sonunda bir köye varıp, halkından yiyecek istediler. Halk ise onları misafir etmek istemedi. Mûsâ ve sâlih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Sâlih kul hemen onu doğrultuverdi. Bunun üzerine Mûsâ: "İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın, dedi. Sâlih kul şöyle dedi: İşte bu seninle benim aramızın ayrılması demektir. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana anlatacağım."1789 Evi, ücretsiz tamir etmesini
1784] 18/Kehf, 66-70
1785] 18/Kehf, 71
1786] 18/Kehf, 79
1787] 18/Kehf, 74
1788] 18/Kehf, 80, 81
1789] 18/Kehf, 77, 78
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sâlih kul (hızır) şöyle açıklar: "Bu ev, Şehirde iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında kendilerine ait bir hazine vardı. Bunların babaları sâlih bir kimseydi. Rabbin, onların rüştlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin çıkarmalarını istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden değil, Allâh'ın emriyle yaptım. İşte, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur." 1790
Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları bir takım olayların, bazen büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazen şer olarak görülen olayların arkasından büyük hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde şöyle buyurulur: "Hoşumuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşumuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz." 1791; "... Eğer karılarınızdan hoşlanmıyorsanız; olabilir ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah, sizin için çok hayır takdir etmiştir." 1792 Rasûlullah (s.a.s.), Hızır’ın (a.s.) ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı şöyle nakleder: "Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır (a.s.) bunu Hz. Mûsâ'ya göstererek şöyle dedi: Allah'ın ilmi yanında, benim ve senin ilmin, şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir." 1793
Hz. Mûsâ döneminde yaşayan, kendisine ilâhî bilgi ve hikmet öğretilen kişi olan Hızır kelimesi, Arapça kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapça menşeli olduğu kabul edilen bir kelimedir; Türkçe'de Hızır ve Hıdır biçiminde kullanılmaktadır. Hadır "yeşil, yeşilliği çok olan yer" mânasındaki ahdar ile eş anlamlıdır. Bu mânadan hareketle nâdir kelimesinin özel isimden ziyade lakap ve sıfat olarak kabul edildiği söylenebilir. Nitekim bazı kaynaklarda Hızır'a bu ismin, kuru yerde oturduğunda altından otların yeşerip dalgalanması,1794 cennet pınarından içtiği için bastığı her yerin yeşile bürünmesi1795 sebebiyle verildiği kaydedilmektedir. Bazı şarkiyatçılar tarafından Hızır kültünün arkasında birtakım ilkel dinlerde rastlanan bitki tanrısının bulunduğu iddia edilmişse de1796 aslında İslâm'daki Hızır telakkisinin bu inançla hiçbir ilgisi yoktur. Hızır isminin menşei hakkında, yukarıdaki iddialara ilâve olarak Ahd-i Atîk'te yer alan "adı Filiz olan adam"1797 inancının etkili olduğu da ileri sürülmüştür.1798 Şarkiyatçıların bir kısmına göre Hızır kelimesi Arapça asıllı olmayıp Gılgamış destanında yer alan Gılgamış'ın atası Hasistra veya Hasisatra'nın Arapçalaşmış şeklidir.1799 Friedlaender'e göre ise Hızır ismi İskender efsanesine benzeyen Glaukos (yeşil) masalı ile alâkalı olup bu efsane Arapça'ya uyarlanırken "hadır" şeklinde tercüme edilmiştir. 1800
1790] 18/Kehf, 82
1791] 2/Bakara, 216
1792] 4/Nîsâ, 19
1793] Buhârî, İlm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru Sûre 18/2; Müslim, Fezâil, 180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi için bk. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, V,172-185; Hamdi Döndüren, Ahmet Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 407-408
1794] Buhârî, Enbiyâ' 29
1795] Makdisî, III, 78
1796] Hasluck, I, 324
1797] Zekarya, 6/12
1798] İA, V/l, s. 461
1799] Ahmet Yaşar Ocak, s. öl
1800] ERE, VII, 694
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 439 -
Bazı İslâmî kaynaklarda Hızır'ın asıl adı ve soyu hakkında bilgi verildiği görülmektedir. Sıhhatleri tartışmalı olan rivâyetlere göre Hızır, Hz. Âdem'in çocuklarından Kabil'in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh'un oğlu Sâm'ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut Hz. İshak'ın torunlarından Hazrûn b. Amâyîl'dir. Bunun yanında onun Hz. Harun'un soyundan geldiği, isminin Hadır b. Âmiya veya Hadır b. Fir'avn olduğu yahut Kur'an'da adı geçen İlyâs veya El-yesa'ın Hızır'ın kendisi olduğu öne sürülür.1801 Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum, babasının Fars olduğu kaydedilir.1802 İbn Kesir, İslâmî kaynaklarda Hızır'ın gerçek adı olarak gösterilen Belyâ b. Melkân'ın aslında Kitâb-ı Mukaddes'teki İlya'dan bozma olduğunu belirtmiş,1803 bu görüşe dayanan A. J. VVensinck ve A. Yaşar Ocak gibi araştırmacılar, Hızır'ın asıl adının İlya'nın Arapçalaşmış şekli olan Belyâ olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere hadis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyâs tasvirlerine göre İlya ile İlyâs aynı. Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ayrıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade eden Hıdrellez telakkisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya çıkar.
Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçmemekle birlikte müfessirler tarafından Hızır'a ait olduğu kabul edilen Kehf süresindeki kıssa özetle şöyledir: Hz. Mûsâ genç adamına iki denizin birleştiği yere ulaşmaya karar verdiğini söyler, bunun üzerine beraberce yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutulmuş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet sonra Mûsâ genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatırlayarak daha önce bunu Mûsâ'ya bildirmeyi unuttuğu için üzüntüsünü dile getirir. Bunun üzerine Mûsâ aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından "rahmet ve ilim" verilmiş olan sâlih bir kul ile karşılaşırlar. Mûsâ, sahip olduğu ilimden kendisine de Öğretmesi İçin onunla arkadaş olmak istediğini söyler; Kur'an'ın adını bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf olamayacağı olaylar sebebiyle bu beraberliğe sabredemeyeceğini belirtirse de Mûsâ'nın ısrarı üzerine, meydana gelen olaylar hakkında açıklama yapmadıkça kendisine soru sormaması şartıyla teklifi kabul eder. Mûsâ'nın bu şarta uyacağına dair söz vermesi üzerine yolculuğa başlarlar. Bu zat önce bindikleri gemiyi deler. Arkasından bir çocuğu öldürür, daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini misafir etmediği halde orada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Mûsâ arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da, "Ben sana benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?" diye uyanda bulunur. Mûsâ özür dileyip yolculuğa devam etmelerini ister. Sâlih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Mûsâ'nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler; bu arada söz konusu hadiselerle ilgili olarak davranışlarının sebeplerini de anlatır ve bunları Allah'ın emriyle yaptığını söyler.1804 Bu kıssadaki üç kişiden sadece Mûsâ'nın adı zikredilirken diğer iki kişiden biri "genç adam" (fetâ), diğeri de İlâhî rahmet ve ilme mazhar olmuş "Allah'ın kulu" diye anılır.
Hızır konusu başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Tirmizî, İbn Mâce ve
1801] Ebû Hatim es-Sicistânî, s. 3; Makdisî, III, 77; İbn Kesîr, 1, 295; Diyarbekrî, 1, 106
1802] İbn Kesîr, 1, 299; Diyarbekrî, I, 106-107
1803] el-Bidâye, 299
1804] 18/Kehf, 60-82
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ahmed b. Hanbel'in hadis kitaplarının çeşitli bölümlerinde geçmekte, bunlarda Kehf sûresindeki bilgiler tekrar edildiği gibi başka bilgiler de verilmektedir. Sûrede yer alan kıssanın tefsiri mâhiyetindeki rivâyetlerin birinde kaydedildiğine göre Saîd b. Cübeyr İbn Abbas'a, Nevf el-Bikâlî'nin Hızır kıssasında sözü edilen Mûsâ'nın İsrâiloğulları'na gönderilen Mûsâ b. İmrân olmayıp başka bir Mûsâ olduğunu iddia ettiğini söylemiş, İbn Abbas da, "Allah'ın düşmanı yalan söylüyor" diyerek Übey b. Kâ'b yoluyla Hz. Peygamber'den gelen Mûsâ merkezli uzunca rivâyeti nakletmiştir.1805 Aynı konuyla İlgili ikinci rivâyette kaydedildiğine göre İbn Abbas'ın bir sorusu üzerine Übey b. Kâ'b, buradaki Mûsâ'nın İsrâiloğulları'na gönderilen Mûsâ olduğunu ifade eden hadisi nakletmiştir.1806 Her iki rivâyette de belirtildiği üzere Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları'na hitap ederken kendisine insanların en bilgilisinin kim olduğunun sorulması üzerine "benim" diye cevap verip mutlak ilmin nezd-i İlâhîde olduğunu hatırlatmadığı için Allah tarafından kınanmış ve kendisinden daha bilgili Hadır adında birinin bulunduğu söylenmiştir. Ebû Hüreyre'nin naklettiği başka bir hadiste Hızır'a bu adın verilmesinin sebebi, "Kuru yerde oturduğunda altında otlar yeşerip dalgalanır"1807 şeklinde açıklanmıştır. Bu rivâyet Ahd-i Atik’teki, "İşte adı Filiz olan adam ve o durduğu yerden filizlenecek"1808 ifadesini hatırlatmaktadır. Übey b. Kâ'b'dan rivâyet edilen, râvilerinden birinin zayıf sayıldığı bir hadiste Hızır'ın Firavunlar döneminde Mısır'da yaşayan İsrâiloğullan'ndan bir genç olduğu, bir rahipten hak dini öğrenip benimsediği, fakat bunu gizli tuttuğu, nihâyet boşadığı bir hanımın bu sırrı ifşa etmesi üzerine kaçıp bir adaya sığındığı bildirilir. 1809
Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan Hızır'la ilgili haberlerin, ana hatlarıyla Kur'ân-ı Kerîm'deki çerçeveyi korumakla birlikte yer yer orada bulunmayan veya müphem olan bazı ayrıntılar içerdiği de görülmektedir. Nitekim Kur'an'da Hz. Mûsâ'nın Hızır'ın varlığından nasıl haberdar olduğu beyan edilmezken hadislerde bunun Mûsâ"ya yöneltilen bir soru üzerine Allah tarafından kendisine bildirildiği ifade edilmektedir. Ayrıca yine hadislerde Kur'an'da adı geçen Mûsâ'nın, yahudilerin iddia ettiği gibi Mûsâ b. Mîşâ değil Mûsâ b. İmrân, yanındaki gencin Yûşa' b. Nûn, İlâhî ilim ve rahmete mazhar kılınan sâlih kişinin de Hızır olduğu açıklanmakta ve Hızır İsrâiloğullarının eşrafından biri olarak tanıtılmaktadır. Bu haberler içinde. Hadis rivâyetlerinde Kur'an'daki bilgilere aykırı bir husus mevcut olmadığı gibi Hızır'ı tarihte yaşamış sâlih bir kişi konumundan çıkarıp onun varlığını günümüze kadar devam ettiren olağan üstü bir şahsiyet olduğuna dair bilgiler de bulunmamaktadır. Buhârî'nin Abdullah b. Abbas'ın görüşü olarak yer verdiği bir rivâyette 1810 buluşma yerindeki kayanın dibinde "hayat" denilen bir su kaynağı bulunduğu, damlalarının dokunduğu her şeyin canlandığı, söz konusu balığa da bu sudan birkaç damlanın isabet ettiği ifade edilmekte, Tirmizî'de ise1811 bazı insanların böyle iddia ettiği belirtilmektedir.
Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve tasavvuf kitaplarında Hızır'ın
1805] Müsned, V, 117-119; Buhârî, "İlim" 44; "Enbiyâ" 27; "Tefsir" 18/3; Müslim, "Fezâ'il" 170-173; Tirmizî, "Tefsir" 19/1
1806] Müsned, V, 116-1 17. 122; Buhârî, "İlim" 16, 19; "Enbiyâ" 27; "Tevhîd" 31, Müslim, "Fezâ'il" 174
1807] Buhârî, "Enbiyâ" 27; Tirmizî, "Tefsîr" 19/1
1808] Zekarya, 6/12
1809] İbn Mâce. "Fiten" 23
1810] "Tefsîr" 18/4
1811] "Tefsir", 19/1
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 441 -
mitolojik bir kişiliğe büründürülerek tarihte uzun süre yaşayanlardan olduğu, kıyamete kadar da yaşamaya devam edeceği şeklinde bilgiler yer atmaktadır. Bazı hadisçilerle tarihçilerin kaydettiği rivâyetlere göre Hızır'ın Deccâl'i yalanlaması için ömrünün uzatıldığı,1812 Deccâl'in karşısına çıkacak kişinin Hızır olacağı,1813 Hz. Peygamber döneminde hayatta olduğu ve Peygamber'in elçisi olarak Enes"in kendisiyle görüştüğü,1814 Resûlullah vefat ettiği zaman gelip Ehl-i beyt'e tâziyette bulunduğu,1815 Ömer b. Abdülazîz ile İbrahim b. Edhem, Bişr el-Hâ-fî, Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî ve Muhyiddin İbnül-Arabî gibi mutasavvıflfl ar tarafından görüldüğü, Hızır'ın denizlerde, İlyâs'ın karada yaşadığı, sık sık bir araya geldikleri,1816 Cebrail, Mîkâil ve İsrafil ile her yıl arefe günü Arafat'ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir kısmı, Hızır'ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Âdem'in bir vasiyetine ve duâsına,1817 bir kısmı da onun âb-ı hayâttan içmesine1818 bağlamaktadır. Hızır'ın uzun ömürlü olduğunu söyleyenler ise onun Hz. Mûsâ zamanında, Hz. Muhammed'in nübüvvetinden önce veya ölümünden sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler.
Başta Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, Muhammed Abdürraûf el-Münâvî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûtî olmak üzere birçok hadis ve tefsir âlimi Hızır'ın hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler İb-nü'l-Cevzî, Ali el-Kârî, Muhammed Derviş el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hızır'ın hayatına dair nakledilmiş rivâyetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifade etmiştir.1819 Hızır'ın hayatta olmadığını ileri sürenler onun öldüğüne dair Kur'an'a, sünnete ve akla dayanan çeşitli deliller zikretmişlerdir. Kur'an'ın. Muhammed'den önce birçok peygamberin gelip geçtiğini ve hiçbirine ebedî hayat verilmediğini,1820 her nefsin ölümü tadacağını1821 bildiren âyetleri ve Hz. Peygamber'in vefatına yakın günlerde söylediği. "Yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan hiç kimse kalmaz"1822 sözünü delil getirmektedirler. İbn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkik ulemânın icmâının bulunduğunu söyleyerek onun yaşadığına ilişkin haberlerin doğru olmadığını değişik aklî delillerle ispat etmeye çalışmaktadır.1823 Son devir âlimlerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî ve Kâmil Miras gibi müellifler de Hızır'ın her insan gibi öldüğü kanaatindedirler.
Hızır'ın henüz hayatta olduğunu, fakat zamanı gelince öleceğini kabul eden az sayıda âlim bu durumun Kur'an ve Sünnet'e ters düşmediğini ileri sürerse de görüşlerinin yukarıda kaydedilen âyetlerle bağdaştırılması çok zor görünmektedir. Hızır'ın hayatta oluşunun hikmetini anlamak ve ona atfedilen fonksiyonları açıklamak da kolay değildir. Çünkü Allah çeşitli âyetlerde kâinatı kendisinin
1812] İbn Hacer, el-İsâbe, 1, 431
1813] Nevevî, XVIII, 72
1814] Beyhakî, V. 423
1815] İbn Kesîr, I, 141
1816] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 432
1817] a.g.e., I, 431
1818] Taberî, Târih, I, 220
1819] el-Menârü'l-Münîf, s. 67
1820] 3/Âl-i İmrân, 144; 21/Enbiyâ, 34
1821] 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35; 29/Ankebût, 57
1822] Buhârî, "İlim" 41; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-Sahâbe" 219
1823] el-Menârü'l-Münîf, s. 73-76
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratıp yönettiğini beyan etmekte, ayrıca yönetimini kendisinin koyduğu kanunlara bağladığını haber vermektedir.1824 İnsanların dünya ve âhiret mutluluğunu elde edebilmeleri için Allah'ın emirlerine ve bütün kanunlarına uymaları gerekir.
İslâm âlimleri Hızır'ın peygamber, velî veya melek olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî olduğunu söyleyenler Allah tarafından kendisine rahmet ve İlim verilmiş olmasını,1825 kıssada anlatılan işleri kendiliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını,1826 vahiy ile yönlendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dolayısıyla Mûsâ'dan üstün bir konumda tanıtılmasını delil gösterirler. Hızır'ın velî olduğunu kabul edenler ise ona verilen bilginin doğrudan Allah'tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler. İbn Teymiyye, Hızır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hızır'ın Mûsâ'nın şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Mûsâ tarafından onaylanmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca Hızır'ın nebî kabul edilmesi durumunda Mûsâ'nın ümmetinden olmadığını, dolayısıyla onun şeriatına uymakla yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir.1827 Hızır'ın melek olduğu iddiası 1828 pek taraftar bulmamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.
Hızır telakkisi Nusayrîler başta olmak üzere aşırı Şîîler (Gâliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında önemli bir yere sahiptir. Kur'an ve sahih hadis kitaplarında anlatılan hususlara zamanla birçok hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun sonucunda birbiriyle ve İslâm inancıyla çelişkili yorumların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yeni unsurların genişleyen İslâm coğrafyasında yerli kültürlerden kaynaklandığı, meselâ Yahudilik'teki Elijah ve Hıristiyanlık'taki Saint George (Circîs) İnançlarının halk kültürünün oluşmasında etkili olduğu söylenebilir.
Bazı şarkiyatçıların Hızır kıssasına kaynak teşkil ettiğini ileri sürdükleri destan ve efsaneler şunlardır:
a) Gılgamış Destanı. İlk örneği milâttan önce IV. binlere ait Sümer metinlerine kadar çıkan Gılgamış destanının Akkad. Babilonya. Hitit ve Hurrî dillerinde varyantları vardır. Destandan anlaşıldığına göre Mezopotamya'da güçlü bir kral olan Gılgamış ilâhî menşeli Engidu ile arkadaş olur. Arkadaşının ölümü üzerine onu yeniden hayata döndürmeye çalışan Gılgamış, insanı ebedî hayata kavuşturan bir ot bulunduğunu öğrenir. Bu otun yerini bilen tek kişi, "nehirlerin birleştiği yer"de oturan ve ebedî hayat süren Utnapiştim adlı kişidir. Gılgamış uzun ve maceralı biryolculuktan sonra onu bulur ve otun yerini öğrenir; ancak otu bulursa da bir yılan otu kapar ve kaybolur. A. J. Wensinck. Gılgamış destanındaki Utnapiştim ile Hızır arasında bir ilişki kurar. Utnapiştim, Sumerler'in hikmet tanrısı Ea'nın muahhar bir tipidir. O sonsuz hayatın sırrını bilir, sularda yaşar ve ihtiyacı olan herkese yardım eder. 1829
1824] Meselâ bk. Fâtır 35/39-45
1825] 18/Kehf, 65
1826] 18/Kehf, 82
1827] Risâle fi’l-Ilmi'l-Bâtın ve'z-Zâhir, s. 250
1828] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 429
1829] ERE, XII. 356; ER, V, 107
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 443 -
b) İskender Efsanesi. Milâdî 300 yıllarında yazıya geçirilen bu efsaneye göre İskender insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme olduğunu öğrenir, bunu bulmak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı Andreas vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider ve orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister, fakat balık suya değer değmez canlanır ve suyun içine atlayıp kaybolur. Bu suyun aradıkları hayat çeşmesi olduğunu anlayan aşçı ondan içer. Aşçının durumu anlatması üzerine İskender çeşmeyi arar, bulamayınca da öfkelenerek Andreas'ı denize atar. Aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayata kavuşur. Israel Friedlaender bu hikâyedeki aşçı Andreas'ı Hızır'a benzetir. İskender efsanesinin İslâmî kaynaklardaki mevcut metinlerinde İskender-i Zülkarneyn'in yanında bulunan kişi Hızır'dır.
c) Yahudi Efsanesi. Başlangıcı eskiye gitse de XI. yüzyılda yazıya geçirilen bu hikâyenin kahramanı aslında Ahd-i Atîk'te bir peygamber olarak gösterilen İlya'dır. Tevratta bulunmayan hikâyeye göre İlya, haham Yeşua ben Levi ile bir müddet arkadaşlık eder. Yolculukları esnasında İlya bazı tuhaf işler yapar, Yeşua'nin bunlara canı sıkılır. Olup bitenlerin mahiyetini anlamayan Yeşua İlya'dan sebeplerini sorar; İlya da bunları ilâhî takdirle yaptığını söyler ve sebeplerini anlatır.
Bu üç efsanenin yanında Grek mitolojisindeki Glaukos (İlyada) hikâyesi de Hızır kıssasıyla irtibatlandırılmaktadır. Bu hikâyeye göre Glaukos, mitolojik kahraman Sispus'un kurduğu Ephyra'nın (Korint) kralıdır. Bir rivâyete göre ölümsüzlük pınarından içmiş ve ölümsüz olmuştur. Friedlaender, efsane Arapça'ya uyarlanırken "yeşil" anlamına gelen Glaukos kelimesinin "Hadır" olarak tercüme edildiğini söyler. Şarkiyatçılara göre kıssadaki Mûsâ kısmen Gıigamış'ı ve İskender'i, kısmen de Yeşua ben Levi'yi: Hızır ise Utnapiştim'i, Andreas'ı veya İlya'yı temsil etmektedir. Kur'an'daki kıssa ile aralarında bazı benzerlikler bulunan bu üç efsaneden Kur'an'da yer alan kıssaya en az benzeyen Gılgamış destanıdır. Utnapiştim'in şahsiyeti İslâmî kaynaklardaki Hızır'ı andırabilir, ancak ne âyetlerde ne de sahih hadislerde Hızır'ın ebedî hayata mazhar olduğuna dair en küçük bir ima bile yoktur; yani halk inançlarındaki Hızır'la Kur'an'daki kıssada anılan "sâlih kul" arasında bir münasebet mevcut değildir.
Literatür: Hızır hakkında bilgi veren kaynakların başında Kur'an tefsirleri ve hadis şerhleri gelmektedir. Rivâyeti esas alan müfessirlerden bazıları sadece sahih hadisleri nakletmekle yetinirken bazıları da İsrâiliyat olarak nitelendirilebilecek haberleri ve mahallî telakkileri de zikretmiştir. Bu tür tefsirlerin başında Taberî’nin Câmi'u'l-beyân'ı gelmektedir. Taberî, ilgili rivâyetleri ve telakkileri sıralarken Hızır'ın halen yaşamakta olduğuna dair herhangi bir nakil veya beyanda bulunmaz.1830 Âyetleri rivâyet ve dirâyet yoluyla tefsir etmeyi amaçlayan Şevkânî ise birçok hadis ve habere yer verdikten sonra bunlardan isabetsiz veya zayıf gördüklerini eleştirmektedir.1831 Dirâyet tefsirlerinde konuyla ilgili rivâyetlere tenkitçi bir bakışla yaklaşıldığı ve İsrâiliyat türü haberlerin ayıklandığı görülür. Meselâ Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb'da geniş yer verdiği Hızır hakkındaki rivâyetleri sıralamakla yetinmeyip aynı zamanda bunları tenkit etmiştir.1832
1830] Câmiu'l-beyân, XV, 276-288; XVI, 2-7
1831] Fethu'l-kadîr, 111, 297-306
1832] bk. XI, 142-162
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şehâbeddin el-Âlûsî de Rûhu'l-Me'ânî'de1833 bütün rivâyetleri zikrettikten sonra bunları ayıklayıp, aralarında tercihler yapmaktadır. Hızır konusundaki çeşitli görüşleri Hak Dini Kur'an Dili'nde1834 kaydeden Elmalılı Muhammed Hamdi, sûfıyye telakkisinin muhaddislerce sahih görülmeyen bazı haberlere dayandığını belirtmekte, zâhirî hayat açısından bakıldığında Hızır'ın yaşamadığını söyleyenlere ait görüşün daha güçlü olduğunda şüphe bulunmadığını ifade etmektedir. İşârî tefsir metoduna göre yazılmış Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Rahmetün mine'r-rahmân ve İsmail Hakkı Bursevî'nin Rûhu'l-Beyân adlı eserlerinde kıssadaki olay ve kişiler zâhirî mânalarının yanında sembollerle de yorumlanmaktadır. Meselâ balığın canlanması, müridin kalbinin tasavvufî yolda hareketlenmesi şeklinde yorumlanmış, bu kıssa ile tasavvuftaki "makam-ı Hızır"a, onun erkân ve adabına işaret edildiği ileri sürülmüştür. Bu eserlerde hadis âlimlerinin zayıf, hatta mevzu kabul ettiği rivâyetlere de yer verilmiştir. 1835
Hadis şârihlerinden Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî ve Bedreddin el-Aynî Hızır konusuna genişçe yer veren müelliflerin başında gelir.1836 İbn Hacer, hem Sahîh-i Buhârî şerhinde 1837 hem el-İsâbe'de Hızır'dan bahseder ve bilhassa ikinci eserde konuyu müstakil başlıklar altında ele alır.1838 Kendisi Hızır'ın yaşamadığı görüşüne temâyül gösterdiğini söylemekteyse de Hızır'ın hayatta olduğuna dair nakillerin de bir yekûn teşkil ettiğini ve onun öldüğünü kabul edenlerin ileri sürdükleri delillerin te'vile müsait olduğunu belirtmektedir.1839 Yine bir Buhârî şârihi olan Bedreddin el-Aynî de aynı mahiyette açıklamalar yapar.1840 Hızır'la ilgili rivâyetler zayıf ve mevzu hadisleri konu edinen hadis literatüründe de önemli bir yer tutmaktadır. Bunlara Örnek olarak İbnü'l-Cevzî'nin el-Mevzûât'ı,1841 İbn Kayyım el-Cevziyye'nin el-Menârü'l-Münîf'i,1842 Süyûtî'nin el-Le'âli'l-Masnû’'u1843 ve Ali el-Kaarî'nin Mevzû'ât'ı 1844 zikredilebilir.
Hızır konusu tarihe ve edebiyata dair eserlerde de önemli bir yer işgal eder. Taberî'nin Târihu'1-Ümem ve'1-Mülûk'ü,1845 Sa'lebî’nin 'Arâ'isü'l-Mecâlis'i,1846 İbn Kesîr'in el-Bidâye ve'n-Nihâye'si1847 ve Diyarbekrî'nin Târîhu'l-hamîs'i1848 bu tür eserlerdendir. Destan, Hızırnâme, menâkıbnâme, hikâye, masal ve efsane türü eserlerde de Hızır teması geniş yer tutar. 1849
Hızır'la ilgili bazı müstakil eserler de kaleme alınmış olup bunların bir
1833] XV, 310-342; XVI, 2-24
1834] IV, 3256-3261
1835] Muhyiddin İbnü'l-Arabî, III, 18-30; İsmail Hakkı Bursevî, V, 262-289
1836] Nevevî. XV, 135-147
1837] Fethu'1-bâri, XIII, 181-186; XVIII. 6-24
1838] İsâbe, 1, 429-452
1839] ez-Zehrü'n-nadır, s. 82-83
1840] Umdetü'l-Kaarî, XIII, 34-38; XV, 288-298
1841] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât, cilt 1, s. 195-200
1842] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru'l Münîf, s. 67-76
1843] Süyûtî, a.g.e. c.1, s. 164
1844] s. 112
1845] I, 220-226
1846] s. 217-231
1847] I, 295-299
1848] 1. 106-107
1849] A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s. 38-42
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 445 -
kısmının yalnız adı bilinmektedir.
Mevcudiyeti tesbit edilebilenlerin belli başlıları şunlardır:
Dâvûd-i Kayseri, Tahkiku Mâ'i'l-Hayât ve Keşfü Esrâri'z-Zulümât (Hızır'ın şeriat getirmemiş bir nebî olduğu ve cismanî bedenle bu dünyada yaşamadığı belirtilen eserin bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi'nde mevcuttur, nr. 2687/2; bk. DİA, ıx, 35);
İbn Hacer el-Askalânî, ez-Zehrü'n-Nadır fî Nebei'l-Hadır (el-İsâbe'de yer alan Hızır'la ilgili bölümün Mecdî es-Seyyid İbrahim tarafından neşredilmiş şeklidir -Kahire, ts.-;
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, el-Mîzânü'l-Hadıriyye (Kahire 1989);
Ali el-Kârî, Makale fî beyânı hâli'l-Hadır (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ktp., 1. Kısım, nr. 5389);
Nûh b. Mustafa er-Rûmî, el-Kavlü'd-dâl 'alâ Hayâti'l-Hadır ve Vücûdi'l-Abdâl (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1446; Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 571, 1147);
Köprülüzâde Nûman Paşa, el-'Adl fî Beyânı Hâli'1-Hadr (Köprülü Ktp., 111. Kısım, nr. 148);
Ahmed b. Muhammed el-Guneymî, el-Kavlü'1-Makbûl fî Enne'l-Hadır Aleyhi's-Selâm Leyse bi'n-Nebî (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1446);
Ebû Saîd el-Hâdimî, Keşfü'l-Hadir an Hâli'l-Hadır (İzâhu'l-Meknûn, II, 359;
Risale fi Hakkı'l-Hızır -taşbaskı-, baskı yeri yok, ts.);
Muhammed Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır Beyne'1-Vâki1 Ve't-Tehvîl (Dımaşk 1984);
A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü (Ankara 1985).
İsimleri kaynaklarda yer alan bu konuya dair belli başlı eserler de şunlardır: Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, Ucâletü'l-muntazır fî şerhi hâli'l-Hadır (Keşfü'z-zunûn, II, 1125; Kâtib Çelebi, eserde Hızır'ın yaşamadığı tezinin savunulduğunu belirtmektedir);
Şemseddin Muhammed b. Ahmed el-Bisâtî, Kıssatü'l-Hadır (a.g.e., II, 1 327);
İbnü'l-Ehdel, el-Kavlü'1-Muntasır ale'd-Detâvî el-Fâriğa bi-Hayâti Ebi'l-Abbâs el-Hadır (İzâhu't-Meknûn, II, 255);
İbn İmâmü'l-Kâmiliyye, Risale fi'1-Hadır Aleyhi's-selâm ve Hayâtih (Keşfü'z-zunûn, I, 862);
İbnü'l-Haydıri, er-Ravzü'n-Nadır fî Hâli'l-Hadır ve bu esere yapılan itirazlara cevap olmak üzere yazılan el-İftirâz li-Def’il-İtirâz (a.g.e., I, 921);
Süyûtî, el-Vechü'n-Nadır fî Tercihi Nübüvveti'l-Hadır (a.g.e., II, 2001);
Mer'î b. Yûsuf, er-Ravzü'n-Nadır fi'l-Kelâm 'ale'l-Hadır (Îzâhu'l-meknûn, 1. 591);
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Abdülahad Nuri, Risâletü'l-Evliyâ ve Hayâtü'l-Hadır ve İlyâs (a.g.e.. I, 560);
Ebü'l-Avn es-Seffârînî, el-Cevâbü'1-Muharrer fi'l-Keşfi can Hâli'l-Hadır ve'l-İskender (a.g.e.. I, 372);
Muhammed Arif b. Ahmed b. Saîd el-Müneyyir ed-Dımaşkî, Hâze'1-atır fî Seyyidinâ İlyâs ve'l-Hadır (a.g.e., II, 42). 1850
Tasavvuf ve Halk İnançlarında Hızır
Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan Hızır kıssası başlangıcından beri en çok tasavvuf çevrelerini ilgilendirmiştir. Bunun sebebi, kıssanın âdeta tasavvufun iki ana ilkesi olan irşadı ve ilm-i ledünnü temsil etmiş olmasıdır. Zira kıssada Allah'ın, kendisine Hz. Mûsâ'nın bilemediği bir ilim (ilm-i ledün) verdiği kul (Hızır) Hz. Mûsâ'ya kılavuzluk (irşad) etmektedir. Kıssa bundan dolayı daha IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf çevrelerinde özel bir ilgiye mazhar olmuş ve buna tasavvufun ruhuna uygun bir yorum getirilmiştir. Bu yorumda Hızır mürşidi, Hz. Mûsâ müridi temsil etmektedir. Hızır'ın abdalların reisi olarak en yüksek mürşid mevkiine oturtulması tasavvufun gelişiminde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, birçok sûfi Hızır tarafından irşad edildiğini ve onunla görüşüp sohbet ettiğini söylemiştir.
Mutasavvıflar genellikle Hızır'ın velî olduğunu kabul etmişler, onu melek veya peygamber olarak tanıtan rivâyetleri mûteber saymamışlardır. Hızır'ın hayatta bulunduğunu söyleyen mutasavvıflar pek çok sûfî ve velînin, hatta sıradan kişilerin onu gördüklerine, kendisinden öğüt ve duâ aldıklarına, bazı durumlarda Hızır'ın onlara yol gösterdiğine, yardımcı olduğuna, ism-i a'zamı öğrettiğine dair birçok menkıbe rivâyet ederler. Bunların en meşhuru İbrahim b. Edhem'in sahrada Hızır'ı gördüğünü, onun uyarısıyla zühd yoluna girdiğini ve kendisinden ism-i a'zamı öğrendiğini anlatan menkıbedir.1851 Aynı şekilde İbrahim el-Havvâs da Hızır'ı Sînâ çölünde görmüş ve kendisinden bilgi almıştır.1852 Yine Bâyezîd-i Bistâmî'nin Hızır'la birlikte yürüdüğü, Bişr el-Hâfî, Feth el-Mevsılî ve Ma'rûf-i Kerhî'nin Hızır'ı gördükleri. Hâkim et-Tirmizî'ye Hızır'ın yol gösterdiği anlatılır. Hızır'ı görme ve ondan öğüt alma olayına sonraki mutasavvıflarda daha sık rastlanır. Serrâc, ledün ilminin kaynağı olarak gördüğü Hızır'ın Hz. Ali ile görüştüğünü kaydeder.1853 Kuşeyrî çeşitli vesilelerle Hızır konusuna temas ederek onun bir velî olduğunu belirtir.1854 Hücvîrî ise ondan Hızır peygamber diye söz eder.1855 Gazzâlî de Hızır'la ilgili menkıbeler nakletmiştir. 1856
Muhtemelen ilk defa İbnü'l-Arabî, Hızır'la bir kere görüştüğünü ve ondan hırka giydiğini ifade ederek Hızır'la tasavvuf kültüründe önemli bir yere sahip bulunan hırka konusunu irtibatlandırmış oldu. Bâdisî ve İbnü'z-Zeyyât et-Tâdelî gibi Kuzey Afrikalı tasavvufî tabakat yazarları velîleri anlatmaya Hızır'la başlamışlardır. Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'nin doğacağını Hızır'ın önceden haber
1850] İlyas Çelebi, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 406-409
1851] Sülemî, s. 31, 34
1852] Ebû Nuaym, IX, 187; İbn Hacer, 1, 446
1853] el-Lüm’a, s. 179
1854] er-Risâle, s. 475
1855] Keşfü’l-Mahcüb, s. 257
1856] İhyâ, IV, 245, 257, 345
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 447 -
verdiği,1857 aynı sûfînin zikr-i hafiyi Hızır'dan öğrendiği ve Hâcegân silsilesinin "hâce" unvanıyla anılan Hızır'la başladığı kabul edilir. Hızır inancı Yesevîlik'te ve dolayısıyla Türkistan tasavvufunda da önemlidir. İnanışa göre Ahmed Yesevî'nin babası Şeyh İbrahim 10.000 müridiyle birlikte Hızır'a arkadaş olmuştu. Yine Şeyh İbrahim'in, halifesi olan Şeyh Mûsâ'nın kızıyla evlenmesine de Hızır delâlet etmişti. Bizzat Ahmed Yesevî Hızır'la görüşür ve irşadlarından faydalanırdı. Hatta tarikatında önemli bir yer tutan "zikr-i erre"yi ona Hızır telkin etmişti. Yesevîlik'teki tarikat asası da Hızır'dan kalmadır. Süleyman Ata hikemî Şiirler söyleme yeteneğini Hızır'ın duâsı sayesinde kazanmış,1858 Aziz Mahmud Hüdâyî Celvetiyye'deki Hızır kıyamı (nısfı kıyam) zikrini Hızır'dan almıştı.
Bektaşîlik'te on iki posttan biri olan mihmandarlık postunun sahibinin Hızır olduğuna inanılır.1859 Hızır bazen Hz. Ali'nin adı olarak da kullanılır. "Mihman Ali'dir" sözünde bu noktaya işaret vardır. Ahzâb kitaplarında kaydedilen bazı önemli hizb ve virdlerin de Hızır tarafından öğretildiği kabul edilir. Bu örneklerde olduğu gibi mutasavvıflar tasavvuf ve tarikatlarda büyük önem verilen hırka, zikir ve tarikat esasları gibi hususları kendilerine Hızır'ın telkin ettiğine inanmışlardır. Tasavvufa Hızır aracılığıyla giren zümreye Hızıriyye denir. Kuzey Afrikalı sûfî Abdülazîz ed-Debbâğ'a da (ö. 1132/1720) Hızıriyye adıyla bir tarikat nisbet edilmiştir. 1860
Hızır inancı zamanla mehdî inancıyla da irtibatlandırılmış. İbnü'l-Arabî, kıyamet yaklaşıp mehdî zuhur edince Hızır'ın ona şahitlik edeceğini ileri sürmüştür.1861 Yine İbnü'l-Arabî ve onun takipçileri bazen Hızır'la İlyâs'ı sembolik bir şekilde yorumlayıp. "Hızır bast, İlyâs kabz haline işaret eder" demişlerdir. Hızır'a bastın izafe edilmesi onun bünyesindeki kuvvetlerin madde âlemine yayılmış olmasından, İlyâs'a kabzın nisbet edilmesi de onun kuvvetlerinin manevî âleme yükselip orada büzülmüş olmasındandır (Kâşânî, 5, 160). Öte yandan 18/Kehf sûresi, 60. âyetteki "iki denizin birleştiği yer" ifadesinde söz konusu olan iki denizle zâhir ve bâtın ilimlerinin kastedildiğini, Hz. Mûsâ'nın zâhir ilmini (şeriat), Hızır'ın ise bâtın ilmini (ilm-i ledün) temsil ettiğini ileri sürenler olmuştur. 1862
İbnü'l-Arabinin Abdürrezzâk el-Kâşânî, Dâvûd-i Kayseri, Sadreddin Konevî gibi bazı takipçileri, Hızır'ı kıyamete kadar yaşayacak bir şahıs olarak kabul eden inancın kesin olmadığını, Hızır'ı gördüğünü söyleyen kişinin gerçekte karşısında canlanan kendine ait bir vasfı gördüğünü düşünmüşlerdir. Buna göre aslında o kişinin gördüğü şey kendi ruhunun bir tezahürü veya Rûhulkudüs'tür.1863 Ölümsüzlük hüviyeti verilen Hızır gerçek ve bağımsız bir varlık olmayıp onu gören kişinin halidir. Bu sebeple onu görme ve onunla temas etme manevî âlemde cereyan eder. Hızır'ın ruhanî ve semavî bir varlık (melek) olduğuna inananların görüşü de bu yorumu desteklemektedir. Hızır'la ilgili hikâyelerin uydurma olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, Şîîlik'teki mehdî anlayışı ile Hızır arasındaki
1857] Reşehât Tercümesi, s. 29
1858] Köprülü, s. 32, 37, 74, 89
1859] Ahmed Rıfat, s. 281; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 168
1860] Nebhânî, II. 73; Harîrîzâde, I, vr 332h
1861] Bursevî, III, 498
1862] Demîrî, I, 245
1863] Kâşânî. s. 160; İsmail Hakkı Bursevî, ili, 499; Kâtib Çelebi, Mizânü't-hak, s. 198
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
benzerliğe dikkat çekmiştir. 1864
Mutasavvıflar ve tarikat ehli, bir müridin şeyhi huzurunda uyması gereken temel kuralların Mûsâ-Hızır kıssasında mevcut olduğuna inanmıştır. Bunların en önemlisi şeyhin huzurunda susmak, kalben bile olsa itirazdan sakınmak, onun ledün ilmini bildiğini kabul etmek, şeriata aykırı gibi görünen bazı sözleri ve davranışları karşısında bile şeyhi hakkında şüpheye düşmemek ve ona kayıtsız şartsız teslim olmaktır. 1865
Hızır'ın Hz. Mûsâ ile olan arkadaşlığı tasavvufta birçok meselenin merkezini oluşturmuş, bu kıssanın çevresi menkıbe, mesel ve fikirlerle örülmüştür. Bütün bunlar, zamanla tasavvuf zümrelerini de aşarak geniş ölçüde müslüman halk tarafından benimsenmiştir. Bu tür menkıbe ve inançlara göre Allah'a kulluk etmek, nefsin isteklerine boyun eğmemek ve ilâhî rahmete mazhar olmak onun başlıca özellikleridir. Birkaç defa evlenmiş, birçok çocuğu olmuştur. Fakat daha sonra evlenmemeyi tercih ettiğinden şu anda bekârdır. Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. bazen de yoksul, üstü başı dağınık, elbisesi kirli: kendisi hasta, zayıf. âciz, hatta zaman zaman nefret edilecek kadar çirkin biri gibi görünür ve insanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım İsteyebilir. "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil" sözü bu inancın eseridir. Bu durumda ona yardım edenlere duâ edince bunların mallan ve servetleri bereketlenir, sağlıklı bir hayat yaşarlar; onu aşağılayıp bedduâsını alanlar ise perişan olurlar. Hızır ism-i a'zamı ve çeşitli duâları bilmekte olup bu duâları ondan öğrenebilenler her istediklerine nâil olurlar. Hızır âb-ı hayâtı bulmuş, bu sudan içmiş ve ölümsüzlüğün sırrına ermiştir. Darda kalan İnsanların imdadına yetişerek onları sıkıntıdan kurtarır. "Hızır gibi imdada yetişmek", "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez" gibi deyimler bu inançla ilgilidir. Hızır'ın hastalara şifa verdiğine de inanılır. Ayrıca kimya ilmine vâkıftır ve defineler hakkında bilgisi vardır.
Kaynaklarda Hızır'ın denizde, İlyâs'ın karada bunalan kişilerin imdadına yetiştiği ileri sürülürse de vuku bulduğu söylenen olaylarda karada darda kalanların imdadına da hep Hızır'ın yetiştiği görülür. İlyâs'tan pek söz edilmez. Hızır'a "Hıdrellez" denilen mayıs ayının altıncı gününde rastlanacağına inanılır. Hızır ile İlyâs her sene bir defa bu günde buluşurlar. Bu gün halk Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde ona rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne inanılan bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir. Bütün İslâm âleminde olduğu gibi Anadolu'da da hıdırlık ve Hızır adını alan pek çok cami, tekke, ziyaret yeri, türbe, mezarlık, dağ, mesire yeri, akarsu ve köy vardır. Hızır'ın uğradığına inanılan bazı şehir, kale ve cami kapılarına "Hızır kapısı" denilir.1866 "Makam" adı verilen bu kutsal yerlerin Hızır veya Hızır-İlyâs'la ilgili, başta Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssanın cereyan ettiğine inanılan yerler olmak üzere kültü meydana getiren çeşitli inanç unsurlarıyla alâkalı bulunduğu görülür. Meselâ Hızır'ın İçtiği âb-ı hayâtı temsil eden su kaynakları yahut göller, muhtelif kişilere göründüğü, onlarla konuştuğu mekânlar veya İlyâs'la buluştuğu mevkiler bu makamları teşkil eder. Buralar saygı ile ve çeşitli usullerle,
1864] Mecmü'u Fetâvâ, XXVl, 103
1865] İsmail Hakkı Bursevî, III, 502; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 82-98
1866] Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 125; M, V/l, s. 463-469; Dihhudâ, XII. 607
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 449 -
kurbanlar kesilerek, duâlar okunarak ziyaret edilen, dileklerde bulunulan yerlerdir. Bu hususta yapılan incelemeler, bu yerlerin birçoğunun İslâm fetihlerinden Önce, müslüman halk inançlarında da Circîs (Cercîs, Curcîs) peygamber diye geçen Saint George'un (Aziz Georgios, Hagios Georgios, Aya Yorgi) makamları olarak takdis edildiğini göstermektedir. 1867
Hızır'ın müslüman halk inançlarındaki fonksiyonlarının ve bu portresinin, Hıristiyanlığın ve özellikle Doğu Hıristiyanlığının vazgeçilmez büyüklerinden Aziz Georgios ile olan benzerliği, eskiden beri hem Müslümanların,1868 hem de müslüman ülkelere seyahat eden Batılılar'ın dikkatini çekmiştir. Bilhassa Batılı seyyahlar ve gözlemcilerin Hızır-İlyâs menkıbelerini dinledikten sonra bunun kendi Saint George'larından başka biri olmadığını ileri sürmeleri, bu iki şahsiyet arasında bazı bölgelerde1869 bir özdeşleştirmenin meydana geldiğini göstermektedir. Bunun, adı geçen bölgelerin fethinden sonra buralara yerleşen müslüman halk ile gayri müslim ahali arasında kendiliğinden oluşan bir kültür alış verişi sonucu gerçekleştiği söylenebilir. 1870
Edebiyatta Hızır
Hızır efsanevî kişiliğiyle folklor, tasavvuf, halk inanç ve telakkilerinde geniş yer tutar. Bu durum en geniş çerçevesiyle klasik Kültüre de yansımıştır. Tasavvuf ve tekke edebiyatında Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır'ı mürşid-i kâmil olarak yorumlamışlardır, Ahmed Yesevî bir hikmetinde Hızır'la görüştüğünü, onun kendisine yardım edip elinden tuttuğunu, otuz bir yaşında iken kendisine mey (ilâhî aşk) içirdiğini ve vücudundan Azâzîl'i kovduğunu söyler. Yûnus Emre. Hızır'ın İlyâs ile birlikte âb-ı hayât içerek ölümsüzlüğe eriştiğini belirtir ve Hızır'ın sakalık yapacağından söz eder. Onun sunacağı şey ise âb-ı hayât yani ilâhî aşktır. Bu sâkîlik motifine başka şairlerde de rastlanır. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî'yi "ikinci Hızır, zamanın Hızır'ı, görüş Hızır'ı, gerçek Hızır" gibi ifadelerle tanımlar. Sultan Veled de İbtidânâme'sinde babası Mevlânâ’yı Hz. Mûsâ'ya, Şems-i Tebrizî'yi de Hızır'a benzetir. Hatiboğlu Bahrü'l-hakaik adlı eserinde Hızır'ın ledün ilminde mâhir ve üstat olduğunu, velîlere kerâmet öğrettiğini, üçler, yediler ve kırkların onun İlmiyle velî olduğunu anlatır. Şah İsmail Hatâî de, "Cebrail Mûsâ'ya Hızr'a var dedi / Mürşid-i kâmile varmadan olmaz" diyerek aynı görüşü benimser. Niyâzî-i Mısrî bu hususu, "Ravza-i hadrâyı bilmez Hızr'a yoldaş olmayan" sözleriyle ifade etmiştir. Hızır'ın makamı olan "ravza-i hadrâ", şeriat ve hakikat ilminin birleştiği yer olan "mecmaü'l-bahreyn"dir. Niyâzî-i Mısrî'ye göre hakikate ulaşmak isteyen kişi Hz. Mûsâ gibi Hızır'a gemisini deldirmeli, eski duvarı yıkılmaktan kurtarmalı ve çocuğu öldürmelidir.
Divan Şiirinde, kavuşamadığı sevgiliyle Hızır'ın yüce kişiliği arasında ilgi kuran şairlerin onu genellikle zulmet ve âb-ı hayât münasebetiyle anarak istiare, telmih ve tevriyelere konu ettikleri görülür. Hızır'ın Şebçerâğ ile zulümâta gidişi. İlyâs ve İskender'le birlikte âb-ı hayâtı araması, bir çeşme başında yemek için çıkardığı pişmiş balığın canlanması üzerine bu çeşmenin âb-ı hayât olduğunu
1867] Ocak, TTK Belleten, LV/214 (1991), s. 661-674
1868] Meselâ bk. Makrîzî, I, 152
1869] Meselâ Suriye, Irak, Mısır ve Anadolu'da
1870] Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ans., c. 17, s. 409-411
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlaması, İlyâs ile birlikte bu sudan içerek ölümsüzlüğe kavuşması gibi motifler sık sık rastlanan telmih konularındandır. Hızır'ın insanlara yardım etmesi, denizde darda kalanların imdadına yetişmesi, yeşil elbisesini ve makamını kimsenin görmemesi, boğulanları karaya çıkarıp cenaze namazlarını kılması, İsâ peygamber gibi ebedî hayata kavuşmuş olması gibi inanç ve telakkiler şairin hasretini çektiği, fakat bir türlü iltifatını göremediği sevgiliyi hatırlatan özellikleridir. Bundan dolayı divan edebiyatında övülen kişi (memdûh) ve sevgili çok defa Hızır'a benzetilmiş, hatta bazen ondan üstün gösterilmiştir. Lutfu, yüzü (Hızır-likâ), dirâyeti ve ayağının bereketiyle (Hızır-kadem) Hızır'ı hatırlatan memdûh, gam ve melal denizindeki âşığın imdadına yeşil sarıklı Hızır gibi yetişir.
Divan edebiyatında Hızır sevgili etrafında söz konusu edilirken kelime "yeşillik, tazelik; siyaha yakın mavimsi renk" anlamından hareketle çok geniş hayalî unsurlarla bezenerek kullanılmıştır. Ayva tüyleri bu sebeple renk bakımından Hızır'a benzetilmiş, kelime tevriyeli kullanılarak Hızır kıssasıyla ilgili hususlara işaret edilmiştir. Dudağın üstündeki taze ayva tüyleri, Hızır eliyle çeşmesâr üstüne yazılmış mısra veya Kevser sûresi olarak düşünülür. Dudak âb-ı hayât olunca etrafındaki ayva tüyleri Hızır, ayva tüylerinin dudak etrafında belirmesi de Hızır'ın âb-ı hayât üstüne gelmesi şeklinde tasavvur edilir. Sevgilinin al yanağı üstündeki ayva tüyleri, Hızır'ın yolunun bir gül bahçesine uğraması şeklinde yorumlanır. Gözyaşı denizinde boğulmak üzere olan âşık bazen "Hızr-hat" diye adlandırılan sevgiliyi imdadına çağırır.
Sevgilinin kendisi, dudakları veya yanakları âb-ı hayât, âşık ise onu arayan Hızır'dır. Âşığın gönlü de seyahat etmiş olan Hızır gibi düşünülür. Gönül Hızır'ı, ten zulmetinde âb-ı hayâtı bularak "Nefsini bilen rabbini bilir" sırrına erer. Sevgilinin yüzü suya, üzerindeki saçları su üstüne seccadesini salıp gezen Hızır'a benzetilir. Âşık sevgilinin dudaklarının Hızır'ı ile yoldaş olarak mecmaü'l-bahreyni dolaştığını, fena tozundan, havadis dalgalarından aman bulduğunu söyler.
Kendini "mâna ve söz Hızır'ı" olarak niteleyen şair, âb-ı hayâta benzeyen eserleriyle Hızır gibi ölümsüz olacağına inanır. Nitekim Hızır'ın yürüdüğü yerlerde yeşil otlar bittiği gibi kalemin de arkasında harfler ve yazılar serpilir. Mürekkebe batırılarak ıslanan kalem, zulümâta gidip gelerek âb-ı hayâtı bulan ve onu içen Hızır gibidir. Sancak ve tuğlar da Hızır gibi yeşillere bürünüp erenlerin himmetiyle askerlere rehberlik eder. Allah, gam denizine batanları kurtarmak için her yerde Hızır gibi yeşillikler, bağlar, bahçeler yaratmıştır. Gonca, yeşilliği ve gizliliği yönünden elinde âb-ı hayât kadehi tutan Hızır'a benzetilir. Sevgilinin boyunu ve vahdeti temsil eden servi de yeşilliği, yüksekliği ve uzunluğu bakımından Hızır gibi uzun ömürlü olarak tasavvur edilir, ayağının bastığı yerlerin yeşil olması dolayısıyla da Hızr-ı sânî olarak düşünülür.
Hızır İskendernâme, Battalnâme, Dânişmendnâme, Dede Korkut Kitabı, Saltuknâme, Manas Destanı, Alpamış Destanı, Köroğlu Destanı, Derdi-yok ile Zülfüsiyah, Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Tâhir ile Zühre gibi eserlerden başlayarak hemen bütün halk hikâyeleri, masal, efsane, menkıbe ve Şiirlerde söz konusu edilmiştir. Bu eserlerde genellikle boz atlı, yeşil elbiseli (bazan beyaz), yüzü açık veya nikablı, yeşil mızrak veya kamçılı, istediği kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yardım eden, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bollukve bereket bağışlayan, müslüman askerlere yardım
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 451 -
için savaşlara katılan bir şahıs olarak tanıtılır. Hızır halk Şiirinde âşıklara, hikâye kahramanlarına aşk badesi sunmakta veya tükürüğünden ağzına sürünce âşık deyiş söylemeye başlamaktadır. Ninnilerde Hızır'ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi gibi temenniler yer alır. Bilmecelerde de Hızır'ın kılıç salması, bir değnekle dağları oynatması anlatılır. Bu inanışlara bağlı olarak halk dilinde "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez"; "Her vaktini hazır (her geceyi Kadir), her geleni Hızır bil"; "Hızır gibi yetişmek. Hızır uğramak, Hızır'ın eli değmek" gibi atasözü ve deyimler ortaya çıkmıştır.
Türk edebiyatında Hızır'ın Hz. Mûsâ ile görüşmesini ele alan müstakil eserler yazılmıştır. Nev’î’nin Terceme-i Kıssa-i Hızır ve Mûsâ'sı, Şemseddin Sivâsî'nin Kıssa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Ahîzâde'nin Kıssa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Niyâzî-i Mısrî'nin Risâle-i Hızriyye-i Kadîme ve Risâle-i Hızriyye-i Cedide adlı risaleleri bunlara örnek verilebilir. Niyâzî-i Mısrî bu konuyu ayrıca Mevâ'idü'l-irfân adlı eserinde de ele almıştır. XV. yüzyıl şairlerinden Eğridirli Muhyiddin Çelebi, Hızır'ın kendisini nasıl terbiye ve irşad ettiğini anlatan Hızırnâme adlı bir eser kaleme almıştır. Süleyman Nahîfî de Hızır'ın kendisini sık sık ziyaret ettiğini ve birçok tasavvufî meseleyi ona sorarak öğrendiğini belirterek Hızır'ın cevaplarından oluşan Risâle-i Mü-kâleme-i Hızır aleyhisselâm adlı bir eser meydana getirmiştir. Hızriyye veya Risâle-i Tasavvuf adlarıyla da anılan eser Nahîfî'nin diğer eserleriyle birlikte basılmıştır (İstanbul 1864).
Edebiyatın yenileşme döneminde klasik özelliklerini kaybeden Hızır sadece deyimlerdeki varlığı ile edebî eserlerde yer almıştır. Bunun dışında Sezai Karakoç'un Hızırla Kırk Saat (İstanbul 1967) adlı Şiir kitabı, Hızır'ın dinî ve efsanevî özelliklerini alegorik olarak ve yeni bir anlayışla yansıtan, bazı bölümlerinde Hızır'ın konuşturulduğu dikkate değer bir eserdir. 1871
Kur’ân-ı Kerim’de Kendisine İlim ve Hikmet Verilen Şahıs (Hızır)
Hızır kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde anlatılan kıssada Hz. Mûsâ ile mâcerâları anlatılan kıssada geçen ve 65. âyette isim yerine “Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan biri” diye özellikleri anlatılan kişinin Hızır olduğu konusunda müfessirlerin çoğu birleşir. Çünkü bu olayın anlatıldığı hadis-i şerifte Peygamberimiz bu şahsın Hızır olduğunu ifâde eder.
“Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım" demişti. (60)
İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delikten kayıp denizi boyladı. (61)
Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki gence: "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük" dedi. (62)
O da: "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi. (63)
1871] Cemal Kurnaz, a.g.e., c. 17, s. 411-412
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mûsâ: "İstediğimiz zaten buydu" dedi. Hemen geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. (64)
Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular. (65)
Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" dedi. (66)
O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi. (67-68)
Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte baş kaldırmayacağım" dedi. (69)
O da: "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" dedi. (70)
Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın" dedi. (71)
Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (72)
Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma" dedi. (73)
Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. (74)
O: "Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (75)
Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın" dedi. (76)
Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler, Mûsâ'nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" dedi. (77)
O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatacağım" (78)
"Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." (79)
"Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. (80)
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik." (81)
"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım.
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 453 -
İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur." (82) 1872
Hadis-i Şeriflerde Hızır
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Hızır’ın Hızır diye isimlenmesi şuradan gelir: O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine (veya otsuz kuru araziye) oturmuştu. Orası, altında derhal yeşerdi.” 1873
Saîd ibn Cübeyr'in şöyle dediği rivâyet edilir: "İbn Abbâs'a:
- Nevf el-Bekkâlî, Hızır'ın arkadaşı Mûsâ'nın, İsrail oğullarının adamı Hz. Mûsâ olmadığını sanıyor, dedim. İbn Abbâs şöyle dedi:
- Allah'ın düşmanı yalan söylemiş (Bekkâl oğullarından bu zât, Hızır'ın arkadaşı Mûsâ'nın, Yâ'kub oğlu, Yûsuf oğlu, Ifrâhim oğlu Mîşâ oğlu Mûsâ olduğunu sanırmış.1874 Kasımî'ye göre Nevfel-Bekkâlî, Ka'b el-Ahbâr'ın karısının veya onun kardeşi oğlu karısının oğlu olup doğru söyleyen bir tâbiîdir.1875 Bana Übeyy ibn Kâ'b, Peyğamber’in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu anlattı:
"Bir gün Mûsâ, İsrail oğulları arasında bir konuşma yaptı, öyle güzel konuştu ki herkesin gözlerinden yaşlar aktı. Kendisine: 'İnsanların en bilgilisi kimdir?' diye soruldu. 'Benim' dedi. Bu konudaki bilgiyi Allah'a havale etmeyip 'Benim" dediği için Allah onu azarladı. Kendisine: 'İki denizin birleştiği yerde bir kulum vardır, o senden bilgilidir' diye vahyetti. Mûsâ: 'Yâ Rab, ben onu nasıl bulurum?' dedi. Yüce Allah: 'Yanma bir balık alırsın, balığı bir zenbile koyarsın, nerede balığı yitirirsen işte o, oradadır' dedi. Mûsâ zenbil içinde bir balık aldı. Yanında uşağı Yûşa' ibn Nûn olduğu halde yürüdü.
"Bir kayaya vardılar. Başlarını koyup kayanın gölgesinde uyudular. Balık hareket ederek zenbilden çıktı, denize düştü, denizde hayli mesafe aldı. Allah suyun balığa doğru akmasını durdurdu. Su balığın üzerinde bir kemer gibi oldu (balık altından geçiverdi). (Bir rivâyete göre de kayanın dibinde hayât gözesi denen, değdiği her şeyi canlandıran bir su vardı. İşte o su balığa değince balık canlandı, zenbilden sıyrılıp denize girdi.)
"Mûsâ uyandığı zaman uşağı, ona balığın durumunu söylemeyi unuttu Günün kalan kısmında ve geceleyin yürüdüler. Ertesi gün Mûsâ, uşağına:
— Azığımızı getir, bu yolculuğumuzda hayli yorulduk, dedi.
Allah'ın buyurduğu yere varıncaya kadar yorulmamıştı. Orayı geçtikten sonra yorgunluk duymağa başladı. Uşağı ona:
— Gördün mü, dedi, kayanın altında bulunduğumuz zaman balığın durumunu sana söylemeyi unuttum. Bunu sana söylemeyi unutturan şeytandır. Balık tuhaf bir şekilde denizde yol aldı. Mûsâ:
— İşte aradığımız oydu, dedi.
Ayaklarının izini sürerek geriye döndüler. Kayaya vardıklarında elbisesine bürünmüş bir adam gOrdüler. Mûsâ ona selâm verdi. Hızır:
— Senin ülkende selâm nereden? dedi. Mûsâ:
1872] 18/Kehf, 60-82
1873] Buhârî, Enbiyâ 27; Tirmizî, Tefsir Sûretu’l-Kehf, h. no: 3150
1874] et-Tâc: 4/167
1875] Mehâsınu't-Te'vîl, 11/4090
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
— Ben Mûsâ'yım, dedi. Hızır:
— İsrail oğullarının Mûsâsı mı, dedi. Mûsâ:
— Evet, sana öğretilen bilgiden bana yol gösterecek bir şeyler öğretmen için sana geldim, dedi. Hızır:
— Sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın ey Mûsâ. Ben Allah'ın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye göre hareket ederim. Sen de Allah'ın sana öğrettiği, benim bilmediğim bir bilgiye göre hareket edersin, dedi. Mûsâ:
— İnşâallâh, beni sabırlı bulursun, senin buyruğuna karşı gelmem, dedi. Hızır:
— Öyle ise, bana uyarsan, ben sana anlatıncaya kadar benden hiçbir şey sormayacaksın, dedi.
— Deniz kıyısında yürümeğe başladılar. Bir gemi geçti. Kendilerini bindirmelerini istediler. Hızır'ı tanıyan gemiciler, onları ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. Gemiye biner binmez Hızır, hemen geminin ön tahtalarından birini söktü. Mûsâ:
— Bu adamlar bizi gemilerine ücretsiz bindirdiler. Sen de içindekileri boğmak için gemiyi deldin, kötü bir iş yaptın, dedi. Hızır:
— Ben sana benimle beraber bulunmaya dayanamazsın dememiş miydim? dedi. Mûsâ:
— Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama, işimde güçlük çıkarma; dedi.
Peygamber (s.a.s.): "Birinci itiraz, Mûsâ'nın unutmasından dolayı olmuştu" dedi.
Bir serçe geldi, geminin yanına kondu, denizden iki damla su aldı. Hızır Mûsâ'ya:
— Benim ve senin ilmimiz, Allah'ın bilgisinden, ancak şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şey eksiltir, dedi.
Sonra gemiden çıktılar. Kıyıda yürürlerken Hızır, çocuklarla beraber oynamakta olan bir çocuk gördü. Eliyle başını tutup kopararak onu öldürdü. Mûsâ:
— Birini öldürmemiş, temiz bir cana mı kıydın? Kötü bir iş yaptın! dedi. Hızır:
— Ben sana, sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın dememiş miydim? dedi. Mûsâ:
— Eğer bir daha senden bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etmemekte haklısın, dedi.
Yürüdüler, bir kente vardılar.1876 Halkından yemek istediler. Halk bunlara yemek vermedi. Orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır duvarı eliyle düzeltti. Mûsâ:
— Bu kent halkından yemek istedin, bize yemek vermediler, bizi konuklamadılar. Sen isteseydin şu yaptığın işe karşılık bir ücret alırdın, dedi. Hızır:
— İşte seninle benim ayrılmamızın zamanı geldi. Şimdi senin dayanamadığın şeylerin içyüzünü sana anlatayım, dedi.
Allah'ın Elçisi (s.a.s.): "Keşke Mûsâ sabretseydi de Allah, ikisi hakkında bize daha çok şey anlatsaydı" dedi. Saîd ibn Cübeyr, İbn Abbâs'ın bu hadisten sonra: "O gemi
1876] Bu kent Antakya'dır -et-Tâc-
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 455 -
denizde çalışan yoksulların idi. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı. Çocuğa gelince: Onun anası babası mü'min insanlar idi. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk, istedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli birini versin..." âyetlerini okuduğunu söylemiştir. 1877
Hızır Konusunda Uydurma Hadis Rivâyetleri
Hızır ve İlyas’ın hayatını beyan eden hadis rivâyetlerinin tümünün uydurma olduğu, nice mevzûât kitaplarında belirtilir. Meselâ, Aliyyu’l-Kari, Mevzûâtu’l-Kubrâ, s. 443; Ali Hindî, Tezkiratü’l-Mevzûât, s. 108; s. 29; Mevsılî, el-Muğnî, vr. 2a, Kâvukcî, el-Lü’lüü’l-Mersû’, s. 38; Sadık Cihan, Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Etüt Y., Samsun 1997; M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler Menşei Tanıma Yolları Tenkidi, İFAV Y., s. 174. İbn Kayyim el Cevziyye de, Hızır’dan ve onun hayatta olduğundan bahseden bütün hadislerin mevzû/uydurma olduğunu söyler.1878 Ali el-Karî, Hızır’dan ve hayatından bahseden hadislerin hepsinin yalan olduğunu, hayatına dair rivâyetlerin hiçbirinin sahih olmadığını belirtir.1879 Suyûtî, hadislerde (Hızır’la ilgili) yukarıdaki gibi hadis rivâyetlerinin uydurma olduğunu kabul etmekle birlikte, hadislerde genelleme yapılmasına katılmamıştır.
M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadîsler adlı kitabında Hızır ve İlyas’ın hayatlarından bahseden hadislerin mevzu olduğunu söyler.1880 İbn Hazm’ın açıklamasına göre; Yahudiler, İlyas ve Fenhas İbnu’l-Âzâr’ın bugüne kadar hayatta olduklarını ileri sürüyorlardı. Bugün, Hızır ve İlyas’ın hâlen yaşadığı inancı da bunun kalıntılarından başka bir şey değildir. 1881
“Hızır ve İlyas her sene Mina mevsiminde buluşurlar.” Bu rivâyet uydurmadır. Hadis âlimlerinden İmam Buhârî, Sâğânî, Aclûnî, Aliyyu’l-Kari, Deyba’, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Hacer, Sehâvî, Suyûtî, Tarablusî, Zerkeşî, Abdulfettah Ebu Ğudde bu rivâyetin uydurma olduğunda hemfikirdirler.
Hızır konusunda İsrâiliyyât olduğu kabul edilen birçok rivâyet vardır. Nitekim İbn Hacer de Hızır’ın aynu’l-hayattan (âb-ı hayat/ölümsüzlük suyu) içip ölümsüzlüğe kavuşması rivâyetlerinin Vehb İbn Münebbih ve onun gibi İsrâiliyyâtı nakledenlerden çıktığını kaydetmektedir. 1882
Hızır konusundaki hadislerle ilgili olarak İbn Kayyim el-Cevziyye “el-Menâru’l-Münîf fi’s-Sahîh ve’d-Daîf” adlı eserinde şunları söyler:
“Hızır ve hayatına dair olan hadislerin hepsi de yalandır. Onun yaşadığına dair sahih tek hadis daha yoktur. İşte bazıları:
"Rasûlullah (s.a.s.) Mescidde idi. Arkasından bir ses duydu. Ashab bakmaya
1877] Buhârî, İlim 44, Bed'u'1-halk 11, Enbiyâ 27, Tefsîr Sûre: 18; Müslim, Fedâil 170, 172; Tirmizî, Tefsîr Sûre: 18; Ahmed İbn Hanbel, Müsned 5/117-119
1878] el-Menâru’l-Münîf, s. 69
1879] Aliyyu’l-Karî, Esrâru’l-Merfûa, 422
1880] Kandemir, Mevzû Hadîsler, 170
1881] Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV Yayınları, Ankara 1984, s. 33
1882] Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV Yayınları, Ankara 1984, s. 33
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gittiler. Bir de ne görsünler, Hızır değil mi?!” 1883
“İlyas ile Hızır kardeştirler; babaları İran diyarından, anneleri ise Bizans diyarındandır.” 1884
“Hızır ve İlyas her yıl buluşur.” 1885
"Arafatta Cebrail, Mikâil ve Hızır birleşir." 1886 diye başlayan uzun bir uydurmadır.
İbrâhim el-Harbî, Hızır’ın ömrü ve hâlâ hayatta olup olmadığından sorulunca "İşini gâibe havâle eden yarısını alamaz. Bunu (Hızır’ın hâlâ yaşadığını) insanların arasına atan şeytandır." derdi.
Buhârî de (kendisine): "Hızır ve İlyas’ın hâlâ diri mi olduklarından" sorulunca şöyle dedi: "Bu nasıl olur? Hâlbuki Efendimiz (s.a.s.): "Bu gün yeryüzünde hayatta olanlardan yüz yılın başına kadar yaşayan hiç bir kimse kalmayacaktır." buyurmuştur. 1887
Bu hususta bunlardan başka pek çok imam soruya tutuldu da şöyle dediler: "Senden önce de hiç bir beşere ebediyyet vermedik. Sen ölürsen onlar ebediyen kalacak mı?" 1888
Bu hususta kendine soru yöneltilen Şeyhü'l-İslâm (İbn Teymiyye) şöyle cevap verdi:
- Eğer Hızır yaşamış olsaydı, Peygamber’e (s.a.s.) gelip onun önünde cihada katılması ve ondan öğrenim görmesi gerekirdi. Bedir harbi günü Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Allahım! Eğer şu topluluğu -kâfirlerin gâlib gelmesine müsâde ederek- helâk edersen, yeryüzünde artık sana ibâdet edecek kimse kalmaz."1889 buyurmuştu. O topluluk tam üç yüz on üç kişi idi. İsimleri, babaları ve kabilelerinin adları belli idi. O zaman Hızır nerede idi?
Ebu'l Ferec Abdürrahmân b. el-Cevzî der ki: Hızır'ın dünyada bâki olmadığına dört tane delil vardır: 1- Kur'an, 2- Sünnet, 3- Âlimlerin, araştırıcı ve inceleyicilerinin icmâsı, 4- Ma'kul.
Kur'ana gelince; Allah'ın şu kavlidir: "Senden önce de hiç bir beşere ebediyyet vermedik." 1890 Eğer Hızır hayata devam etse idi "ebedîleşmiş" olacaktı. İbnü'l Cevzî'nin bu adı geçen eserinden İbn Kesir El-Bidâye ve’n-Nihâye 1/334'te gâyet tafsilatıyla nakleder. Onun 3/Âl-i İmrân 81. âyeti ile istidlâlini, İbn Mes'ud’un görüşünü ve İbnü'l Cevzî'nin "Eğer Hızır Peygamberse veya velî ise bu (Âl-i İmrân) âyetinin siyâkına girer. Eğer Efendimiz zamanında sağ olsaydı, Onun eşrâf-ı
1883] İbnü'l Cevzî, Ucâletü'l Muntazır
1884] bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/283-284
1885] İbn Adiy, 2/740; Ukaylî, Zuafâ 1/225; Mevzûât, 1/195,196; İthaf, 5/69, 112; Beğavî, Sünne 81-443; Zehebî, Mîzan 1845; Tezkere 108; İbni Adiy bunu Hasen b. Rizzînin uydurduğunu söyler. Zehebî bunu İbn Huzeyme ve bir grup âlimin İbn Zebdâ'dan naklettiğini ilâve eder.
1886] Beğavi es-Sünne 443; Tenzih l/234; Mevzûât 1/196
1887] Buhârî, Mevâkît 20, 40, İlim 41; Müslim, Fazâil 217; Ebû Dâvûd, Melâhim 18, h. no: 4384; Tirmizî, Fiten 64, h. no: 2251; Müsned, 2/88, 121; Zâdü'l Mesîr, 5/168; Abdürrezzak, 20534; Hakim, 2/37; Beyhakî, 1/453, 9/7; Beyhakî, Delâil 6/500; Beğavî 2/193
1888] 21/Enbiyâ, 34
1889] Müslim, 1383, 1384; Müsned, 1/32, 30
1890] 21/Enbiyâ, 34
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 457 -
ahvâli, Efendimizin huzurunda, ona indirilene inanmış olarak düşmanlarına karşı ona yardım etmesi olurdu. Çünkü velî ise Hz. Ebû Bekir ondan daha hayırlıdır. Peygamberse Mûsâ (a.s.) ondan efdaldir. Müsned’de Câbir (r.a.)'ın nakline göre Efendimiz (s.a.s.): "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki Mûsâ (a.s.) hayatta olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı” buyurdu. İşte dinden zarûrî olarak anlaşılan budur." dediğini aktarır. İbnü'l Cevzî bu âyete göre bütün peygamberler diriltilmiş olsa Efendimize tâbi olması gerektiğini, binâen aleyh Mirac dönüşü Efendimizin onlara imam olduğunu bildirip; bu anlaşılınca Hızır sağ olsa Muhammed ümmetine dâhil olurdu. İşte İsa (a.s.) âhir zamanda gelecek ve bu ümmetten olarak bu şeriatla hükmedecek. Hem ma'lum ki Hızır hususunda kalbi rahatlatacak sahih veya hasen dereceli "Hızır’ın Efendimizle buluşup cihada katıldığına dair hiç bir haber yok."
Sünnete gelince: Efendimiz şöyle buyurdu: "Şu gecenizi görüyor musunuz? Bu geceden sonra gelecek yüz yılın başında bu gün hayatta olanlardan hiç kimse yeryüzünde bulunmayacaktır."1891 Bu, sıhhatinde1892 ittifak bulunan bir hadistir.
Müslim'in Sahih'inde geçtiğine göre, Câbir (r.a.), Efendimizin vefatından az önce: "Bu gün canlı olanlardan hiç bir kimse üzerine yüz sene -o hayatta iken- gelmeyecektir." 1893 buyurdu.
Muhakkak âlimlerin icmâına gelince: Bundan sonra (İbnü'l Cevzî) Buhârî ve Ali b. Mûsâ er-Rızânın "Hızır ölmüştür" dediklerini ve Buhârî’nin Hızır'ın hayatından sorulunca Peygamberimiz "Şu gecenizi görüyor musunuz? Çünkü bu geceden sonra gelecek yüz yılın başına bugün yaşayanlardan hiç kimse yeryüzünde olmayacaktır." buyururken "bu nasıl olabilir" dediğini anlatır. İbnü'l Cevzî der ki:
Hızır öldü diye hükmeden âlimlerin bazıları şunlardır: İbrâhim b. İshak el-Harabî, Ebu’l- Hüseyin b. el-Münâdî. Bu ikisi dinde imam mertebesinde idiler ve İbnü’l Münadî "Hızır sağdır" diyenlerin görüşünü çok çirkin bulurdu.
Kadı Ebû Ya’lâ da Hızır’ın öldüğünü İmam Ahmed'in talebelerinden nakledip ilim ehli birinin de "O sağ olsa Efendimize gelmesi vâcib olurdu" diye ihticacını anlatır. İbnü'l Cevzi devamla der ki: Bize imam Ahmed; Şüreyh b. Nu'man, Hüşeym, Mücâhid, Şa'bi, Câbir (r.a.) isnâdıyla Nebî’nin (s.a.s.) "Nefsim elinde olan Allah'a and olsun ki Mûsâ sağ olsaydı bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmazdı" 1894 diye buyurduğunu nakleder. Peki, Nebi (s.a.s.) ile beraber cum'a ve cemaat namazını birlikte kılmayıp onunla beraber cihad etmeyen biri nasıl sağ olabilir?
Görmüyor musun?! İsa (a.s.) yeryüzüne indiğinde bu ümmetin imamının arkasında kılıp, Peygamberimizin peygamberliğinde bir tahriş olmaması için öne geçmeyecek. Ebu’l-Ferec der ki: Hızır’ın varlığını isbat edip de, bu isbâtının içindeki bulunan şeriattan uzaklaşmayı unutanın anlayışı ne kıttır!
Ma'kul olan delile gelince, bunun dokuz yönü vardır:
1. Onun sağ olduğunu isbat eden onun Âdem’in (a.s.) sulbünden gelme evlâdı olduğunu söyler ki, bu iki yönden bozuk bir görüştür:
1891] Buhârî, Mevâkît 40; Müslim, Fazâil 217; Ebû Dâvûd, 4384; Tirmizî, 2251; Müsned, 2/88, 121
1892] Buhârî ve Müslim tarafından
1893] Müslim, Fazâilu’s-Sahâbe 220; Müsned, 3/284, 305, 314; Hakim, 4/499
1894] Müsned, 3/387, 338; Beyhakî, 2/11; Abdürrezzak, 10152, 19209; İbn Ebi Âsım, Sünne 1/27
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- O takdirde ömrü tarihçi Yuhannâ'nın kitabında belirttiğine göre Hızır, altı bin yaşında eder. Böyle bir ömür insan için söz konusu olamaz.
b- Eğer Âdem'in sulbünden gelme evlâdı olsaydı veya -iddia ettikleri gibi- çocuğunun çocuğundan olma dördüncü insan ve Zülkarneyn'in veziri olsaydı, onların vücut yapıları bizim yaratılışımız gibi değil, aksine boyu ve eni çok fazla olurdu. Sahihayn'da da Ebu Hüreyre (r.a.), Efendimizin; "Allah Âdem’i altmış zira' boyunda yaratmıştı. Ondan sonra insanlar hep noksanlaşmakta devam ede geldiler."1895 buyurduğunu nakleder. Hızır’ı gördüğünü söyleyen hiç bir kimse onu bu irilikte ve insanların en kıdemlisi olarak görmüş değildir.
2. Hızır Nuh'tan önce var ise gemiye Nuh (a.s.) ile binmesi gerekirdi. Böyle bir şeyi nakleden kimse yoktur.
3. Âlimler ittifak etmişlerdir ki, Nuh (a.s.) gemiden indiğinde beraberindekiler ölmüş, sonra nesilleri ölmüş, sadece Nuh’un (a.s.) nesli kalmıştır. Bunun delîli Allah’ın: “Biz, işte onun zürriyyetini bâki kıldık”1896 âyeti olup bu da "Hızır'ın Nuh’tan (a.s.) önce sağ olduğu" görüşünü yok eder.
4. Hem bu doğru olup insanoğlundan biri doğduğu günden bu dünya'nın sonuna kadar sağ olsa, doğumu da Nuh'tan Önce olsaydı, elbette bu en büyük âyet ve şaşacak bir şey olur, bu haber Kur'an’da çok yerde geçerdi. Çünkü en büyük Rubûbiyyet âyetlerinden olurdu. Allah (c.c.) Kur'an'da (Nuh aleyhisselâm’ı) 950 yıl yaşattığını haber verip onu bir (mûcize) âyet sayar. Ya hayatın sonuna kadar ömür verdiği ne olur? Bunun için ilim ehli birisi "bu fikri (Hızır’ın hâlâ hayatta olduğu görüşünü) insanlar arasına ancak şeytan atmıştır" demiştir.
5. Hızır’ın hayatıyla ilgili görüş, Allah üzerine ilimsizce yüklenmiş bir görüş olup bu da Kur'an'ın nassıyla haramdır.
İkinci mukaddime gâyet açıktır. Birinci ise: Eğer onun hayatı sâbit ise ona ya Kur'an delâlet ederdi, ya sünnet veya icmâ-ı ümmet delâlet ederdi. İşte Allah'ın Kitab'ı, onun neresinde Hızır'ın sağ olduğu? İşte Rasûlullah'ın sünneti, onun neresinde böyle bir delâlet var? İşte Ümmet'in âlimleri, onlar Hızır'ın sağ olduğuna icmâ ettiler mi?
6. Hızır’ın sağ olduğunu savunanların tek tutanakları, anlatılan hikâyelerdir. Adamın biri Hızır'ı gördüğünü söyler. Allah için, ne şaşacak iş(!) Hızır'ın belli bir alâmeti var da gören onu tanıyor mu? Bunların çoğu gördükleri şahsın "ben Hızır’ım" demesine aldanıyor. Ma'lumdur ki böyle bir sözü ortaya atanın sözünü Allah'tan bir delil olmadan tasdik câiz olamaz. Peki, Hızır'ı gördüğünü söyleyen adama kendinin Hızır olduğunu söyleyenin yalancı değil de doğru biri olduğu nereden ma'lum oluyor?
7. Hem Hızır Allah'ın Kelîm'i İmran oğlu Mûsâ’dan (a.s.) ayrılıp onunla arkadaşlığa devam etmedi, ona (âyette geçişine göre): "İşte bu, benimle senin arandaki ayrılıktır"1897 dedi. Nasıl olur da Mûsâ (a.s.) gibi bir Peygamber'den ayrılıp gitmeyi kendi nefsine râzı görür de sonra câhil ve şeriat dışı giden, Cum'a’ya ve cemaata
1895] Buhârî, Enbiyâ 1, 4/160, 8/62; Müslim, Cennet bab 11/28; Müsned, 2/315, 333, 535; Ebû Avâne, 1/158; Abdürrezzak, Mûsânnef (yetmiş zira ile) 19435
1896] 37/Sâffât, 37
1897] 18/Kehf, 78
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 459 -
gelmeyen, ilim meclislerine ayak basmayıp şeriatten hiçbir şey bilmeyen bu dervişlerle birleşmeye nasıl râzı olur? Bunların her biri "Hızır dedi ki", "bana Hızır geldi", "Hızır tavsiye etti ki" diye atar dururlar.
Hayret doğrusu, demek Hızır Allah'ın Kelîm'inden ayrılacak, sonra da abdest almasını bilmeyen, namaz nasıl kılınır anlamayan câhillerin sohbeti peşinde dolaşacak ha...
8. Hem Muhammed ümmeti "ben Hızır’ım" diyen kimse hakkında, o kimse "Ben Allah Rasûlünü şöyle şöyle söylerken işittim" demiş olması farzedildiğinde, dinde onun sözüne iltifat edilmez ve kendisi ile ihticac edilmez. Tâ ki Rasûlullah'a gelmediği ve ona biat etmediği ya da bu câhil kendisi ona gönderilmediğini söyleyene kadar. Bunda küfürden bir şeyler vardır.
9. Eğer Hızır sağ olsaydı, elbette kâfirlere karşı cihadı, Allah yolunda alâkası ve ordu safında bir saat yer alması; Cum'aya, cemaata gelmesi ve ilim öğrenmesi kendisi için vahşi hayvanlar arasında ıssız yerlerde ve tenha çöllerde dolaşmasından daha hayırlı olurdu. Böyle yapması ise en fazla ayıplanmasına ve ta'nedilmesine sebep olmaz mı? 1898
Mûsâ-Hızır Kıssasından Alınacak Ders ve İbretler
1) Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Kişi kendi bilgisiyle böbürlenmemeli, daha bilgili kişilerin ve hepsinin de üstünde Allah'ın daha bilgili bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Çünkü her ilim sahibinin üstünde ondan daha fazla ve farklı bir bilen vardır.
2) Olaylarda Allah'ın hikmetleri vardır. İnsanın kötü gördüğü birçok şey aslında iyidir. Ancak içyüzünü bilmediği için insan onu şer sanır. Bu bakımdan başa gelen olayları Allah'ın hikmetine havale edip sabretmeli ve sonunda onun hayırlı olacağını düşünmelidir. Bu bakımdan içyüzünü bilmediğimiz bir olayla karşılaştığımızda, duygusallıktan uzak kalıp, onun iç yüzünü öğreninceye kadar kesin bir hüküm vermemek en isabetli yoldur. Bu gibi hususlarda duygumuzla değil, aklımız ve imanımızla çözüm aramalıyız.
Meselâ karşımıza çıkan bir kazanın hayırlı olabileceğini, bizim için sonucun daha iyi olabileceğini düşünmemiz, İlâhi takdire teslimiyetin ifadesidir. Allah, hiçbir zaman haksızlık yapmaz. O'nun her yaptığında mutlak hayır vardır. Hz. Hızır'ın sağlam gemiyi delip kusurlu yapması, zâhiren masum olan bir çocuğu öldürmesi, kendilerini konuk edinmeyen bir kasabada yıkılmak üzere olan duvarı doğrultması, bunun açık örneklerinden bazılarıdır.
3) İlim öğrenmek için gerektiğinde başka yerlere gitmeli ve yol zahmetine, tahsîlin meşakkatine katlanmalıdır.
4) Yola giderken yanına bir arkadaş almak, arkadaşla yola gitmek uygundur.
5) İnsanın bilmediği bir şeyi hemen inkâr etmemesi, düşünüp içyüzünü öğrenmesi gerekir.
6) Verilen söze, kabul edilen şarta uymak gerekir.
1898] İbn Kayyim el-Cevziyye, Elmenâr'ül Münîf fi’s-Sahîh ve’d-Daîf, Tahkik Terceme ve Ta’lik Muzaffer Can, Cantaş Y., İst. 1992, s. 69-76
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
7) Hatadan ötürü özür dilemelidir.
8) Çocuklarını Allah'ın rahmet ve gözetimine ısmarlamak, onların geleceğini düşünmek lâzımdır. Nitekim geriye kalan çocuklarını düşünerek onlar için duvarın altında para saklamış olan kişi, sâlih bir insan olarak nitelendirilmiştir.
9) Peygamberlerin ilmi genellikle vehbî, başka bir deyişle ledünnîdir. Allah'tan alıp öylece bilgi sahibi olurlar. Ama her peygamberin özelliğine, içinde bulunduğu şartlara, hitap ettiği kavim ve toplumun kültür seviyesine göre kendisine bu ilimden verilir. Bütün peygamberler tevhid inancı esasında birleşirler, ama diğer fer'î ilimlerde farklı derecelerde olabilirler. Sebebine gelince: Allah'ın ilminin sonsuz ve sınırsız olduğunu bildirmek ve her bilenden daha çok bir bilenin bulunabileceğini hatırlamak ve ilim sahiplerinin bilgilerinin farklı olduğuna dikkat çekmek söz konusudur. Nitekim ledünnî ilme sahip olan Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bildiklerinin çoğunu Hz. Hızır’ın (a.s.) bilmediği gibi, Hızır’ın (a.s.) bildiklerinin birçoğunu da Hz. Mûsâ (a.s.) bilmiyordu. Nitekim Buhârî'nin tesbitine göre Hz. Hızır’ın (a.s.): "Ey Mûsâ, ben Allah'ın bana öğrettiği bir bilgi üzereyim, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın sana öğrettiği bir bilgi üzeresin, onu da ben bilmem." dediği rivâyet edilmektedir.
10) Bilmediğimiz konuları öğrenebilmek için bazı zorluklara katlanmasını bilmeliyiz. Nimet külfetsiz olmaz. Nitekim Mûsâ (a.s.), Hızır’ın (a.s.) ilminden yararlanmak için uzun ve yorucu bir yolculuk yapma ihtiyacını duymuş ve katlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın muradı da böyle olmasından yana idi. Zira dileseydi Hızır’ı (a.s.), Mûsâ’nın (a.s.) yanına sevkederdi. Nitekim Ashab-ı Kiramdan bazı zatlar, İslâm ülkelerine dağılan arkadaşlarının Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bizzat duydukları hadisleri onların ağzından duymak için develerine binip haftalarca yolculuk yapmışlardır.
11) Bilgisinden yararlanmak istediğimiz kişiye uymasını, saygı gösterilmesinin gereğini, lüzumsuz soru sormaktan kaçınmasını bilmeliyiz. Çünkü ilim çok şereflidir, azizdir ve kıymetlidir. İlim adamına saygı göstermek, peygamberlerin sünnetidir. Mûsâ (a.s.)'nın bir bakıma Hz. Hızır (a.s.)a uyup bilgisinden yararlanmaya çalışması bize bu sünneti hatırlatır.
12) Bilmediğimiz bir konuyu öğrenmekte çok sabırlı ve dikkatli olmamız gerekmektedir. Çünkü ilim ancak; zevk, heves, ilgi ve sabırla elde edilebilir.
13) Hocası rütbe itibariyle kendisinden aşağı da olsa, öğrencinin hocasına saygı göstermesi, ona itiraz etmemesi gerekir. Nitekim Mûsâ (a.s.) kendisinden aşağı derecede olan Hızır'a tâbi olmuş, ona saygı göstermişti
14) Âlimin bildiği ile yetinmeyip daha fazla şeyler öğrenmeye çalışması icap eder. Nitekim Hz. Mûsâ öyle yapmıştır. Âlimin ilmini artırması ve sefer için yanında yiyecek götürmesi de câizdir. Bu tevekküle engel değildir.
15) Unutmak gibi sevilmeyen şeyler mecâzî olarak şeytana nisbet edilebilir.
16) Bir kimse, ileride yapacağı bir işi söylerken önce “inşâallah” demelidir.
17) Tâbî olunup uyulan kişi, kendisine tâbi olana şart koşabilir.
18) Şart koşulan, söz verilen şey yapılmalıdır.
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 461 -
19) Kişi unuttuğu şeyden dolayı kınanmamalıdır. Genelde tekrar üç defa yapılır.
20) Gerektiğinde yabancı bir kimseden yiyecek istemekde sakınca yoktur.
21) Hata yapılınca mutlaka özür dilemek gerekir.
22) İcâre (ücretle çalışmak veya bir şeyi kiraya vermek) câizdir.
23) Hilâfı anlaşılıncaya kadar zâhirle hükmetmek câiz olduğu gibi, bizim için şarttır.
24) Hikmeti anlaşılsın anlaşılmasın şeriatin getirdiği her şeyi kabul ve teslim vâciptir.
25) Bir malın, büyük bir bölümünü kurtarmak için cüz'î bir bölümü telef edilebilir. Nitekim Hızır, gemiyi kurtarmak için bir bölümünü yaralamıştı.
26) Büyük bir fesattan korunmak için (başka seçenek yoksa) daha küçük bir zarar işlenebilir. Nitekim Hızır, ebeveyni kurtarmak için azgın çocuğu öldürmüştü.
27) Bir binayı ve eşyayı korumak, bakımını yapmak, onarmak gerekir; yıkılıncaya kadar ihmal edilmesi doğru değildir.
28) Fakir, geçimine yetmeyen araba, gemi gibi bir şey veya bazı âlet ve araçlara sahip olmakla fakir olmaktan çıkmaz.
29) İki zarar karşı karşıya gelince, büyüğünden kurtulmak için küçüğü irtikâb etmek gerekir. Yani, ehven-i şerreyn (iki şerden en ehveni) tercih olunur. Nitekim Hızır (a.s.), gemiyi kurtarmak için bir bölümünü yaralamıştır.
30) Hızır’ın (a.s.): "Ben bunu kendiliğimden yapmadım" demesi peygamberliğine bir delildir. Zaten hadis-i şerifler de Hızır’ın (a.s.) peygamberliğine kail olanlara delildir.
31) İyilik yapmayana iyilikte bulunmak, onun için hayırlı olanını düşünmek mü’mine yakışan bir haslettir. Kendilerini konuk etmeyen ve yiyecek bir şey de vermeyen kasaba halkına ait yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır’ın (a.s.) elini dokundurup doğrultması bize bu gerçeği öğretmektedir.
32) Hızır (a.s.), düzelttiği duvara karşılık ücret almamıştı. Mürüvvet sahibi insan da yaptığı her iyilikten hemen karşılık beklememeli, iyiliği Allah rızası için yapmaya çalışmalıdır.
33) Yanımızdaki hizmetçi, kapıcı ve odacılara "bey, efendi, arkadaş" gibi sözlerle hitap etmeli, onları üzecek, kıracak isim ve sıfatları kullanmaktan kaçınmalıyız. Nitekim, Mûsâ’ya (a.s.) refakat edip hizmetinde bulunan Yûşa İbn Nûn için Kur'ân-ı Kerim'de "fetâ/genç" tâbiri kullanılmıştır.
34) Bir peygamber bir mûcize gösterirse, onu kendi reyiyle göstermez. Rabbinin emir ve vahyi ile gösterir. Hızır’ın (a.s.) açıklamada bulunması, bunun güzel bir örneği sayılır.
35) Hz. Mûsâ ile Hızır (a.s.) kıssası İsrailoğullarının Tih sahrasında bulundukları yıllara rastlar. Hz. Hızır ile mülâkatından sonra Hz. Mûsâ yine oraya dönmüştür.
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bununla beraber bu olayın Mısır'dan çıkmazdan önce olduğunu söyleyenler de vardır. 1899
Hıdrellez
Hıd(ı)rellez; Daha çok Batı Türk dünyasında kutlanan bir halk bayramıdır. Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibâret olan hıdrellez, kökü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyâs kavramları etrafında dinî bir muhtevaya bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu bayram, merkezini özellikle Anadolu ve Balkanlar'ın, Kırım, Irak ve Suriye'nin teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün kullanılmakta olan Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs (eski Jülyen takvimine göre 23 Nisan) günü kutlanmaktadır.
Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri denizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yılda bir defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte, ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada İlyâs’ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hızır motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu bayramda icra edilen bütün merasimler Hızır'la ilgilidir. Bunun temel sebebi. İslâm öncesi devirlerde yukarıda zikredilen üç büyük kültürün hâkim olduğu alanda bu yaz bayramı vesilesiyle kültleri kutlanan insanüstü varlıkların daha ziyade Hızır'ın şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla özdeşleşmesidir.
Osmanlı Devleti'nde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıç tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski takvimde yıl İkiye ayrılmış olup 23 Nisan'dan (6 Mayıs) 26 Ekim'e (8 Kasım) kadar süren 186 gün "Hızır günleri" adıyla yaz mevsimini, 23 Nisan'a kadar devam eden 179 gün de "Kasım günleri" adıyla kış mevsimini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın sona erip yazın başladığı gün olarak kutlanmaktadır.
Hızır ve İlyâs'a tahsis edilen bu gün, İslâm dünyasının her tarafında kutlanmadığı gibi kutlandığı yerlerde de adı, tarihi ve yapılan merasimler aynı değildir. Her şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile İlyâs hakkında çok zengin bir inançlar ve efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir defa görüştüğü inancı mevcut olduğu halde bu gün belirlenmiş değildir; hatta Türk dünyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak olan şudur ki. İslâm dünyasının önemli bir kısmında ve bu arada Türkler arasında her zaman hıdrellez adı altında olmasa da Hızır ile İlyâs'ın birleştiği günün hâtırası çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde kutlanmaktadır. Nitekim XVI. yüzyılda İstanbul'a yerleşen Yesevî tarikatına mensup Türkistanlı müellif Hâzinî, bu tarikatla ilgili çok önemli bir kaynak olan Cevâhirü'1-ebrâr min emvâci'l-bihâr adlı eserinde (s. 196), başta Buhara ve Semerkant olmak üzere bütün Mâverâ ün nehir'de Hızır-İiyâs adına şenlikler yapıldığını kaydeder. Ayrıca Türkiye'deki Alevîler ve İran'daki Kızılbaş Karakoyunlu Türkmenleri (Çihiltenler) arasında şubat ayı ortalarında "Hızır Nebî Bayramı" adıyla hıdrellezden ayrı ve oruçla geçirilen bir bayramın kutlandığı bilinmektedir. Nevruz'dan altı hafta öncesine rastlayan bu bayram, eski on iki hayvanlı Türk takvimindeki yılbaşına tekabül etmekteydi.
1899] Ahmed Davudoğlu, sahih-i müslim tere, c. 9, s. 6149 (202); Mehmet Talu, Milli gazete fıkıh köşesi, 13-14-15 Mayıs 1999, s. 15; Ramazan Hûb, Hızır (a.s.), Kırk Kandil Y., s. 369-373
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 463 -
Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak ve Suriye Türkleri'ne mahsus bir halk şenliği olan hıdrellezin buralarda özellikle 6 Mayıs'ta kutlanması iklim ve tabiat şartlarıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine geçişi belirlemekte olup hicrî takvim sistemiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece güneşin Ülker burcuna girdiği bir zaman parçasıdır. Bu tarihten 7-8 Kasım'a kadar bu burcu güneşin batışından sonra görmek mümkün değildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker burcu güneş battıktan kısa bir süre sonra görülebilmektedir. Bu sûretle astronomik gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mevsime bölünmüştür. 8 Kasım bütün özellikleriyle kışın başlangıç tarihini, 6 Mayıs'a rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihini oluşturmaktadır. Pek çok arşiv belgesi, Osmanlılar döneminde devlet nezdinde bile işlerin yılın bu iki mevsimine, yani "rûz-i Hızır'dan (Hızır-İIyâs'tan) rûz-i Kasım'a" veya "rûz-i Kasım'dan rûz-i Hızır'a" kadar olan iki döneme göre planlandığını göstermektedir.
Öte yandan 6 Mayıs, Türkler'in Anadolu'ya yahut daha genel bir ifadeyle Ortadoğu'ya geldikten sonra tanıdıkları bir tarihtir. Zira Doğu Htristiyanlığfnın Aziz Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios, Saint George) ya da Yeşil Yorgi kültü bu tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı'nda çok önemli bir yeri olan bu kült zaman içinde Hızır-İlyâs kültü ile birleşerek özdeşleşmiş ve bu sûretle 6 Mayıs tarihi Ortadoğu ve Balkanlar'da hıristiyan-müslüman kültür etkileşimi sonucunda hem Aziz Yorgi hem de Hızır-İlyâs kültünün iç içe girmesinin bir sonucu olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Müslümanlarca Hızır ve hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya İslâm'la da Hıristiyanlık'la da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve Balkanlar'da hem müslümanların hem de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz bayramının kökü İslâm ve Hıristiyanlık öncesi İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Mezopotamya ve bütün Doğu Akdeniz çevresindeki ülkelerde bazı tanrılar adına bahar veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinlerin yapıldığı bilinmektedir. Milâttan önce III. bin yılın sonlarında, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fırat ve Dicle nehirlerinin hayat verici gücünü simgeleyen Tammuz (Dumuzi) İlâhı adına bahar mevsimi başlangıcında Mezopotamya'daki Ur şehrinde görkemli âyinler yapıldığını gösteren tabletler bulunmaktadır. Tammuz, tabiatın ölüşü (sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar, yaz) birlikte ölen ve yeniden dirilen bir tanrı kabul edilmiştir. Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz kültü, İbrânîler kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunanistan'a ve Anadolu'ya geçmiş, burada da aynı tanrı Adonis adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi'nde bulunan Boğazköy tabletleri, benzer âyinlerin Hititler zamanında Anadolu'da yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı Telipinus için icra edildiğini göstermektedir. Ayrıca eski İran'da yine yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı için bahar mevsiminde özel âyinler yapıldığı, Nevruz'un da bunlardan doğduğu bilinmektedir. Avesta'da dişi varlıklar olarak kabul edilen Haurvatât suların, Ameretât ise bitkilerin koruyucusu kabul ediliyordu.
Tabiatın âdeta yeniden dirilmesi demek olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağlarda dünyanın her tarafındaki insanların hayatında önemli bir olaydı. Bu olayın birtakım tabiatüstü güçlerle temsil edilmesi ve bunların şerefine âyinler düzenlenmesi evrensel bir olay olmalıdır. Nitekim eski Orta Asya'daki Türk
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
boylarında da benzer âyinlerin yapıldığı bilinmektedir. Bu âyinler Yâkutlar'da nisan, Tunguzlar'da mayıs, diğer bazı boylarda mart ayında icra ediliyor ve büyük merasimlerle kutlanıyordu. Kısacası, hıdrellez bayramının kökünde bütün bu kültürlerdeki bahar ve yaz bayramları geleneklerinin uzun asırlar süren katkılarını kabul etmek doğru olacaktır. Bu katkıların en sonuncusu da Hızır ve İlyâs'ın şahsiyeti etrafında gelişen İslâmî halk kültürüdür.
Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım uygulamalar, bu halk bayramının putperest köklerini çok daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İslâm âlimleri bu durumun farkına vararak bu konuda yasaklayıcı fetvâlar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti'nde de hıdrellez kutlamalarının dinî açıdan sakıncalı olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüzyılda Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebussuûd Efendi, böyle bir günün kutsallığına inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin, yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söylemektedir.1900 Mouradgea d'Ohsson da hıdrellez merasimlerinin Osmanlılar döneminde çok yaygın biçimde kutlandığını belirterek bunun vazgeçilmez bir gelenek halini aldığını ifade etmiştir.
Türkiye'de "hıdırellez", Kırım ve Dobruca'da "hıdırlez", Makedonya'da "edirlez" (ederlez), Kosova bölgesinde "hıdırles" (hedirles, hadırles) gibi değişik biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri, çeşitli ülke ve yörelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir. Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı gibi genellikle bolluk ve bereketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının öne çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazen içinde türbe de yer alan mesire yerlerinde kutlanan merasimlerdir.
5 Mayıs günü temizlik yapıp yiyecek ve içecek hazırlama gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün merasimleri, âdet ve gelenekleri dört grupta toplamak mümkündür.
1. Şifa ve sağlık talebine yönelik olanlar.
2. Uğura, bereket ve bolluk talebine yönelik olanlar.
3. Mal mülk, mevki ve servet talebine yönelik olanlar.
4. Kısmet ve talih açmaya yönelik olanlar. Meselâ hıdrellez günü kır çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin hastalıklara şifa vereceği, hıdrellez gecesi bütün sulara nur yağacağından o gece suya girmenin her türlü hastalığa karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci gruba örnek gösterilebilir. Genellikle hıdrellez gecesi Hızır'ın yeryüzünde dolaştığı ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancı çok yaygın olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağzının açık bırakılması, dileklerin bir kâğıda yazılarak gül ağaçlarının dibine konulması vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara örnek sayılabilir. Bunlara benzer pek çok örneğe her yerde rastlamak mümkündür.
Hıdrellez merasimleri Hızır ile İlyâs’ın buluşmasına atfen hemen daima toplu olarak gerçekleştirildiği için bazı kasaba ve şehirlerin yakınında yeşillik bir mekândan oluşan ve "hıdırlık" denen, insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği bir mesire yeri bulunur. Bu yerlerde icra edilen merasimler, eski devirlerde aynı zamanda evlenme yaşına gelmiş genç kız ve erkeklerin birbirlerini görüp
1900] Düzdağ, s. 117
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 465 -
beğenmelerine de imkân vermekteydi.
Hıdrellez inanış ve âdetleri folklorda olduğu gibi edebiyata da köklü biçimde yansımış ve Gılgamış destanından bu yana mitoslar halinde yazılı ve sözlü edebiyat geleneğinde yer almıştır. Anadolu'nun pek çok yerinde hıdırlık denilen mesirelerin bulunması ve hıdrellez başta olmak üzere bahar eğlencelerinin buralarda düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez temasının canlı tutulmasına sebep olmuştur.
Dede Korkut’tan itibaren Ebû Müslim, Battal Gazi, Dânişmend Gazi, Sarı Saltuk, Köroğlu gibi kahramanların hayatı etrafında teşekkül eden destanî romanlarda gerek Hızır ve İlyâs'ın kişilikleri, gerek hıdrellez günü, gerekse hıdırlıklarda devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler ekseninde yer yer hıdrellezin de zikredildiği görülür. Klasik Türk şairleri "evvel bahar"ı (ilkbaharı) andıkları zaman genellikle hıdrellez günlerini kasdetmekte ve baharı konu edinen Şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya bu günleri anlatmaktadırlar.
Bazı mesnevilerde de hıdrellez ve hıdırlık bir çevre ögesi olarak anılır. Meselâ Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa'nın Hurşîdnâme'sinde Hurşid, uğruna ölen âşığının mezarına türbe yaptırır ve adını Hıdrellez koyup burada sık sık Ferahşâd ile buluşur. Halk Şiiri geleneğinde "badeli âşık"ların Hızır elinden dolu (bâde) içmeleri (klasik Şiirde de ağzına Hızır'ın tükürdüğü kişinin güzel Şiir söyleyeceği rivâyeti) ve zaman zaman hıdırlık mevkiinde saz çalıp Şiir söylemeleri gelenektendir. Hıdrellez ile alâkalı zengin folklor malzemesinin bulunduğu en önemli eser Evliyâ Çelebi'nin Seyahatnâme'sidir. 1901
Hıdrellez şenlikleri yapılırken özellikle dilek tutan genç kızlar tarafından söylenen aşk ve hasret dolu mâniler anonim halk edebiyatının önemli bir bölümünü oluşturur. Bu tür mânilere bütün Türk dünyasında rastlamak mümkündür. Bunun yanında halk Şiiri geleneğine uyularak bazı saz şairlerince hıdrellezi konu alan Şiirler de söylenmiştir. Divan edebiyatında da hıdrellez çeşitli özellikleriyle birçok beyitte yer almıştır. Osman Şems Efendi'nin bir hıdrellez günü İstanbul'dan Bursa'ya gitmek için vapura binerken söylediği. "Devran bizi yârân-ı kadîmden ayırdı / Oldukları gün Hızır ile İlyâs mülâkî" beyti bunun bir örneğidir. Modern Türk Şiirinde de hıdrellezden ilham alan manzumeler tertiplenmiştir: Arif Nihat Asya'nın "Hıdırellezde Kızlar" adlı Şiiri bunlardan biridir. 1902
Günümüzde kullanılan mânasıyla hıdrellez; insanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan, düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen "bahar bayramı" inancıdır ki tam bir bid'at olarak ortaya çıkmıştır.
İlyas (a.s.) İsrailoğulları peygamberlerinden olup Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Elia" diye zikrolunan peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir.
1901] bk. II, 232-233; III, 90 vd.
1902] Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., c. 17, s. 313-315
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. İlyas (a.s.) ya da "İlyasîn" şeklinde ismi zikredilen,1903 peygamberliği bildirilen "Hiç şüphe yok ki İlyas gönderilen peygamberlerdendir",1904 şeklinde hitab edilen İlyas (a.s.) İsrailoğullarına Allah'ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba'l" adında dört cepheli put'a tapıyorlardı. Hz. İlyas'ın bütün gayretlerine rağmen İsrailoğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş, Hz. İlyas'ın Peygamberliğini yalanlayarak1905 onu ülkeleri olan Ba'lbak'ten çıkarmışlardı. Fakat Allah'ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve İlyas’ı (a.s.) geri çağırmışlardı. Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine İlyas (a.s.) oradan uzaklaşmıştır.
Sahihliği tartışılan rivâyete göre İlyas (a.s.)'ın İsrailoğullarından ayrılması Hızır (a.s.) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşmaya "Hızır - İlyas" denirken sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir.
Halk İnançlarında Hıdrellez:
Halkın kabul ettiği Hızır anlayışında darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını görmek mümkündür. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır; öküzü arabaya koşmama... vb. gibi İslâm'la çelişen ve din ile ilgisi olmayan birçok inançlara rastlanmaktadır. Aynı şekilde Hıristiyan inancına göre Saint Georges yortusu da Türkiye’deki halk gelenekleriyle paralellik arzeder ve Hıdrellezle aynı günde kutlanmaktadır. Görüldüğü üzere İslâm'ın Tevhid bilincinden uzak, sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntılarını uzantılarını yansıtan günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de göstermektedir ki İslâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslâm'ın gerçek kimliğine karşı çıkma düşüncesinin neticelerini gözler önüne sermektedir.
Şu anda geçerli ve yürürlükte bulunan Hıristiyan kültürüne paralel olarak İslâm dünyasının seküler (secular) rejimlerle yönetilmesi ve bu kültürlerinde İslâm öncesi mitolojik özelliklerden oluşan geleneksel "Ulusal İslâm" anlayışıyla paralellik arzetmesi, müslümanların tevhidî bilinçlerinden uzak olmalarının bir neticesidir. Şüphesiz ki Allah'ın vaadiyle İslâm dünyası kendini değiştirmedikçe Allah da müslümanların durumunu düzeltmeyecektir. Allah şöyle buyuruyor; "Kim İslâm'dan başka bir din (hayat nizamı) ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır. Kendilerine apaçık deliller gelmiş, O Peygamber'in şüphesiz bir hak olduğuna da şâhitlik etmişlerken imanlarının arkasından küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir (muvaffak eder)? Allah zâlimler gürûhunu hidâyete erdirmez. Muhakkak Allah'ın Meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerlerinedir. İşte onların cezaları." 1906
Âb-ı Hayat
Âb-ı hayat: İçeni ölümsüzlüğe kavuşturduğuna inanılan efsanevî su demektir. Tasavvuf Anlayışında âb-ı hayat: İslâm-Türk kaynaklarında ve edebî mahsullerinde aynü'l-hayât, nehrü'l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat
1903] 37/Sâffât, 130
1904] 37/Sâffât, 123
1905] 37/Sâffât, 124
1906] 3/Âl-i İmrân, 85-87; Naci Yengin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 399-400
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 467 -
çeşmesi, bengi su, dirilik suyu, bazen de Hızır ve İskender'e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan bu efsanevî su, aslında bütün dünya mitolojilerinde mevcut bir kavramdır. İnsanın yeryüzünde görünmesinden itibaren hemen her toplumda hayatın kısalığı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mahsuller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri mücadeleleri anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi gerçekten şaheser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen farkedilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağlayan suyun (âb-ı hayât) varlığına olan inanan doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı önemin rolü çok büyüktür. Onun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kendini göstermiş ve ölümsüzlük kazandıran âb-ı hayât efsanesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.
Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası anlatılırken (bk. 18/Kehf, 60-82), dolaylı olarak temas edilmiştir. Âyet metinlerinde anlatılanlar özetlenecek olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: İsrâiloğullan'nın peygamberi Hz. Mûsâ bir gün genç arkadaşıyla birlikte, kendisiyle buluşması emredilen şahsiyetle görüşmek üzere yola çıkar. Buluşma mevkii "iki denizin birleştiği yer" (mecmau'l-bahreyn)dir. Hz. Mûsâ burasını tanıyabilmek için yanına azık olarak aldığı balıktan faydalanacaktır. Çünkü balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işarettir. Ancak Hz. Mûsâ'nın genç arkadaşı, deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutmuştur. Yolda yemek için konakladıklarında ise durumu kendisine anlatır, Bunun üzerine Hz. Mûsâ tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından "rahmet" ve "gizli ilim" verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve el-Müstedrek'te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de ve Buhârî dışındaki hadis kaynaklarında Hz. Mûsâ ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhârî’de mevcut değişik bir rivâyette bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre. "Hızır'la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak (ayn) vardı ki buna "hayat kaynağı' (aynü'l-hayât, âb-ı hayât) deniyordu. O suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı."1907 Âb-ı hayât kavramına İslâm ilahiyatı literatüründe rastlanılan ilk yer burası olmalıdır. Ancak, Buhârî bu hadisi öteki rivâyetlerin ardından, isnad zincirini vermeksizin ve şüpheli bir rivâyet tarzında zikrederek söz konusu rivâyete güvenmediğini ortaya koymak istemiştir. Bununla birlikte bu hadis Hızır meselesinde çok önemli yeri olan mitolojik âb-ı hayât kavramının o devir Arap toplumunda gâyet iyi bilindiğini belgelemiş olmaktadır.
Balığın canlanması konusunda Kur’ân-ı Kerîm'de bilgi olmadığı için Buhârîdeki rivâyet önem kazanmış, diğer hadislerde de bu konuda açıklama bulunmadığından balığın âb-ı hayâttan sıçrayan sularla canlandığı yolundaki izah tarzı hemen bütün kaynaklarda birinci derecede itibar görmüştür. Bunun bir sebebi de herhalde halk arasında âb-ı hayât ile ilgili inançların çok yayılmış bulunması olsa gerektir. Nitekim bu kavram Hızır'dan bahseden bütün klasik kaynaklarda yer bulmuş ve pek çok folklor malzemesi ile giderek zenginleştirilmiştir.
1907] Buhârî, 'Tefsir, Süretü'l-Kehf, 4
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası, Kitâb-ı Mukaddes'teki benzer rivâyetler dolayısıyla Kurân-ı Kerîm'deki peygamber kıssalarıyla ilgilenen ve bunların kaynaklarını tesbit etmeye çalışan müsteşriklerin daha ilk planda dikkatlerini çekmiştir. Wensinck’e göre bu kıssa "suyun içindeki ebedî ot" imajının yer aldığı Gılgamış destanı ile İskender ve yahudi efsanelerinin sağladığı malzemelerin oluşturduğu bir hikâyedir. 1. Friendlaender bu kıssanın İskender hikâyesi ve yahudi efsanesinin isim değişikliği sûretiyle adaptasyonundan ibaret olduğunu söyler. Bütün müsteşriklerin birleştikleri, ama en çok Friendlaender'in üstünde durduğu İskender hikâyesi birçok araştırma ve metin neşrinin konusu olmuştur. Onun bütün versiyonlarını en iyi inceleyen ve tahlilini yapan Friendlaender, İskender efsanesini kıssanın kaynağı olarak kabul etmek gerektiği sonucuna varmıştır. L. Massignon da ağırlığı İskender hikâyesine verir ve Kur'ân-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssasını (bk. 18/Kehf, 83-98) buna delil gösterir. Gerek Friendlaender, gerekse Wensinck ve Massignon'a kıssanın İskender efsanesiyle alâkasını takviye eden ipuçlarını müfessir, muhaddis ve tarihçilerin bu efsaneden yaptıkları aktarmalarla Kur'ân-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssasının sağladığı görülmektedir. Ancak Kuranda bu kıssanın Hızır kıssasıyla bağlantısını ima eden her hangi bir işaret yoktur. Üstelik Zülkarneyn kıssası tamamen bağımsız bir kıssadır.
Büyük İskender'in adı etrafında teşekkül eden İskender efsanesi, yazıldığı yerlerde pek çok mahallî unsuru da alarak zenginleşmiştir. Milâttan önce teşekküle başlayan bu Grekçe efsane, milâttan sonra 300 yıllan civarında tamamlanmıştır. İskender efsanesi Süryânice'ye de aktarılmış, Süryânice metinde İskender'e "iki boynuzlu" lakabı da eklenmiştir. Arapça'daki Zülkarneyn'in bunun tercümesi olduğu öne sürülmektedir. Bu efsanenin Grekçe ve Süryânice metinlerinin muhtevası şöyle özetlenebilir: İskender, insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme (âbı hayât) olduğunu âlimlerden öğrenir. Bunu aramak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider, orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya değer değmez canlanır ve içine atlayıp kaybolur. Aşçı bu suyun âb-ı hayât olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender'e anlatır. İskender aşçının tarif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve kızarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak denize attırır. Burada aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayatına devam eder.
Ortadoğu'da gerek gayri müslimler, gerekse onlar aracılığıyla müslümanlar arasında benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesi, Ortaçağ İslâm dünyasında son derece yaygınlık kazanmıştır. IX. yüzyıldan itibaren müfessirler böyle bir şifahî ve yazılı malzemeyi ellerinin altında hazır bulmuşlar ve Kur'ân-ı Kerîmdeki Zülkarneyn kıssasını açıklarken geniş ölçüde kullanmışlardır. Bu efsanenin İslâmî kaynaklarda mevcut metinleri şöyle özetlenebilir: Nuh Peygamber'in torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedî hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran âb-ı hayâttan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivâyete göre Allah bunu Sâm'ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa' ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayât, "karanlıklar ülkesi"ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler, bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar.
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 469 -
Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de insanüstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn'le karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz, kaderine râzı olur. Bir müddet sonra ölür.
Gılgamış destanındaki "su içinde otun sağladığı ebedî hayat" kavramı ve bunun Gılgamış tarafından aranması, İskender efsanesine kaynaklık etmiş olabilir. Çünkü m.ö. 3000-2000 yıllarına kadar inen Mezopotamya destanının, İskender efsanesinin teşekkülü sırasında, İskender'in ebedî hayat veren suyu araması epizodu olarak kullanılması, coğrafî mevki ve kültürel çevre olarak imkânsız değildir. Müsteşriklerin hiçbiri bu noktayı dikkate almamışlardır. İskender efsanesindeki aşçının, canlanıp suya atlayan tuzlu balığı ile Hz. Mûsâ' nın canlanıp denize atlayan balığı arasında bir benzerlik görülmekteyse de gerçekte Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadislerin naklettiği olayların bu efsane ile benzerliği yoktur. Çünkü bu olaylarda ebedî hayat bahşeden âb-ı hayâtı aramaya giden birileri söz konusu değildir. Bununla birlikte müsteşriklerin ileri sürdükleri tezler müfessir, muhaddis ve tarihçilerin kıssayı açıklarken verdikleri malumat için tam anlamıyla geçerlidir. Müsteşriklerin gözden kaçırdıkları en önemli nokta budur, yani onlar meselenin tahlilini yaparken Kur'ân-ı Kerîm’in metni ile müfessirlerin metinlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Efsane bu haliyle diğer İslâmî edebiyatlarda olduğu gibi Türk edebiyatında da İskendernâme denilen bir edebî türün oluşmasına yol açmıştır.
Müslümanlığı kabul ettikten sonra Arap, Fars ve Türk milletlerinin dinî ve din dışı edebiyatlarında Hızır, Hızır-İlyas, âb-ı hayât gibi kavramlar ve bunlarla ilgili giderek zenginleşen mitolojik mahsuller sık sık işlenip yeni örnekler ortaya konulmuştur. Pek çok Arap edip ve şairi ile Attar, Fahreddîn-i Irâkî ve Hafız gibi İranlı mutasavvıf şairlerin bu konuları işlediği yahut mazmun olarak kullandığı görülür. Tasavvufta âb-ı hayât, Allah'ın "el-Hayy" isminin hakikatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, âb-ı hayâtı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın "hay" sıfatıyla hayatta olduğu gibi, diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı Hakk'ın hayatıdır. Âb-ı hayât, çeşitli İslâm milletlerinin halk edebiyatı mahsullerine bir motif olarak girmiş ve yüzyıllardan beri kullanılagelmiştir. İslâmî Türk edebiyatı da bu genel eğilime kayıtsız kalmamış, Orta Asya, Çağatay ve Azerî edebiyat sahaları kadar Anadolu Türk edebiyatı da bu konularda zengin bir varlık ortaya koymuştur. Ab-ı hayât kavramının Hızır ve Hızır-İlyas'a bağlı olarak ilk işlenmeye başladığı edebî mahsuller, konunun dinî bir mahiyet arzetmesinden dolayı, dinî-tasavvufî edebiyat sahasında görülmüştür. Bu kavramların gerek kendi hakiki anlamlarında ve tasavvufî yönde, gerekse birtakım semboller olarak kullanıldığı edebî eserlerin başında tasavvufî divanlar gelir. Türk edebiyatı bu türün çok zengin örneklerine sahiptir. Bunların en güzellerinden biri Mevlânâ'ya aittir. O, Dîvân-ı Kebir’de bu kavramları hem gerçek anlamlarıyla, hem tasavvufî remiz olarak, hem de edebî mazmun olarak kullanmıştır. Meselâ "Hızır Tanrı keremiyle âb-ı hayâta kavuştu"1908 mısraı, işaret olunan gerçek anlamı yansıtmaktadır. "Sen ya baştan başa cansın yahut zamanın Hızır'ı, yahut âb-ı hayât; onun için halktan gizlenmedesin"; "Sana nasıl Hızır
1908] II, 62
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demeyeyim ki âb-ı hayât içtin, sen âb-ı hayâtsın; suvar, kandır bizi"1909 mısraları ise şeyhi Şems-i Tebrîzî’yi kasteden mânalardır. Yunus Emre. "Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler / Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi" mısralarıyla tasavvuf ehlinin görüşlerini paylaşmıştır. Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıf şairler âb-ı hayât kavramını tasavvufî mazmun olarak kullanmışlardır. Âb-ı hayât, Bektaşî Kızılbaş nefeslerinde de geniş şekilde yer almıştır.
Âb-ı hayât kavramı din dışı edebiyatta İskendernâmeler'de, divan ve halk edebiyatında kullanılmıştır. İskender'in yahut Zülkarneyn'in âb-ı hayâtı aramak için yaptığı yolculukları, bu yolculuklarda karşılaştığı tehlike ve tuhaf olayları, yaptığı savaşları anlatan efsanelerin daha erken devirlerde İslâm dünyasında yazılması, başta Araplar, İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintliler, Malayalı-lar ve Cavalılar'a varıncaya kadar muhtelif milletlerde İskendernâmeler'in yazılmasına yol açmıştır. Türk edebiyatında özellikle Ahmedî’nin (ö. 1413) İskendernâme'si, kendinden sonra gelen bazı manzum ve mensur Türkçe İskendernâmeler'e numûne olmuş ve türün en güzel örneklerinden birini teşkil etmiştir.
Âb-ı hayât, divan edebiyatında Hızır mazmunu kadar çok kullanılmıştır.1910 Türk halk edebiyatında da Hızır'ın âşıklık geleneğindeki temel yeri dolayısıyla hemen her âşık Hızır, Hızır-İlyas dolayısıyla da âb-ı hayâttan bahseder. Divan Şiirinde âb-ı hayât gibi mazmun ve kavramlar kısmen bunlar etrafındaki inançları da hatırlatmakla beraber, asıl edebî bir mazmun olarak genellikle sevgili ve onun çeşitli vasıflarını sembolize etmek için kullanılmışlar; âşık edebiyatında ise halk inançlarını yansıtır biçimde ele alınmışlardır. 1911
Edebiyatta Âb-ı Hayat Deyimi
Halk ve divan edebiyatında âb-ı hayâtla ilgili zengin motifler teşekkül etmiştir. İçenin ebedî hayata kavuşması, ölümden kurtulması, öldürülse bile tekrar dirilmesi, ihtiyarsa gençleşmesi, hastaysa iyileşmesi gibi genel telakkilerin dışında âb-ı hayât, vahdet sırrına ermektir. Bu itibarla iman veya İslâm, âb-ı hayât ve kevsere benzetilir. Mü’min ise bunu içen kimsedir. Aynı zamanda Kurân-ı Kerîm de âb-ı hayâttır. Zira onun gelmesiyle nice ölmüş gibi olan canlar dirilmiş, nice inkâr ve şirk hastaları şifa bulmuştur. Kâbe vahdeti, Hakkın birliğini, İslâm ve imanı temsil ettiği için âb-ı hayât olarak tasavvur edilir. Siyah örtüsü "karanlıklar'a (zulümât) benzetilerek âb-ı hayâtla bir başka ilgi kurulur. Hz. Peygamber bir âb-ı hayât çeşmesidir. Ölü gönüller onun sözleriyle şifa ve ebedî hayat bulurlar. Şefaati de mü’minler için âb-ı hayâttır. Methedilen kişinin, padişahın, sevgilinin, velîlerin, kâmil insanın, âlim ve âriflerin söz ve nasihatleri de âb-ı hayât gibidir. Bazen şairler de ilâhî feyiz ve İlhamla yazdıklarına işaret etmek için sözlerini âb-ı hayât olarak takdim ederler.
Edebiyatçılara göre; aşksız insan ölü gibidir. Bu itibarla aşk âb-ı hayâttır. Sevgili, sevgilinin vuslatı, hatta ayak bastığı yer, eşiği, ayağının tozu, toprağı âşığın hayat kaynağıdır. Ağız veya dudaklar mecazen âb-ı hayâttır. Ağzın hareketi can ve hayat nişanıdır. İrşad, iman ve feyiz vermek de sözle olabilmektedir; onların
1909] I, 92
1910] Bazı örnekler için bk. A. Yaşar Ocak, Hızır-İlyas Kültü, s. 175 vd.
1911] Ahmet Yaşar Ocak, TDV İslâm Ans., c. 1, s. 1-3
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 471 -
da kaynağı ağızdır. Sevgilinin dudakları âşığına hayat verir, can bağışlar. Onun için busesi bir can çeşmesidir. Âşık sevgilinin busesi ile ölümü temenni eder. Çünkü o yine dudaklar sebebiyle yeniden hayata kavuşacaktır. Dudaklar ölüme derman olduğu gibi özellikle aşk derdine, hastalığa şifa ve ilâçtır. Hükümdarın dudağı. Ölüm mahkûmunu affederek ona hayat bağışladığı için âb-ı hayâttır. Siyah saçlar "karanlıklar ülkesine benzetilir. Vahdeti temsil eden dudak bu yönden de iman ile ilgilidir. Sevgilinin gözleri de hayat pınarıdır.
Şarap da (aşk şarabı, ilâhî aşk şarabı) âb-ı hayâta benzetilir. Bu şekilde şarapta bulunan kırmızılık (= ateş: aşk, hararet, iştiyak) ile sıvı oluş (= su: sükûn, teskin, vuslat) arasındaki tezada işaret edilir. Gönül, kalp, ruh, insana maddî ve manevî hayatiyet sağladığı İçin âb-ı hayât; vücut bunların kafesi, örtüsü ve koruyucusu olduğu için, karanlıklar ülkesidir. Tenine, nefsine veya mâsivâya mahkûm olan kişi, İskender gibi ten karanlığında yolunu kaybeder; gönlü hayat pınarına ulaşamaz.
Edebiyatımızda yer yer edep, terbiye, lütuf, ihsan, adalet, ilim, irfan, eser bırakma gibi hususlarla hayat kaynağı, ölümsüzlük arasında çeşitli İlgiler kurulmuştur. Bilgi ve söz yazı ile. yazı da mürekkeple ebedîleşir. Yazı vasıtası kalemdir. Bu bakımdan mürekkep kalemi, yazıyı, bilgiyi ve düşünceyi ölümsüzleştiren bir hayat ırmağıdır. Mürekkebe gidip gelerek ıslanan kalem âb-ı hayâta kavuşan, onu içen Hızır misalidir. Mürekkep ise siyah rengiyle karanlıklar diyarını temsil eder. Mürekkebin bulunduğu yer olan divit (hokka) yine karanlıklar diyarıdır. Ayrıca kalem, ebedî feyiz çeşmesinin lülesi ve musluğudur.
Gökyüzü, gece siyahlığı dolayısıyla karanlıklar ülkesidir. Ay, özellikle dolunayın şekli, parlaklığı ve rengi bakımından siyah-beyaz tezadı içinde pınara, âb-ı hayâta benzetilir. Güneş bütün canlılar için su gibi daimî bir feyiz ve hayat kaynağıdır. Geceleyin kaybolan güneş zulmette gizlenen âb-ı hayât, gündüz gökyüzü ise içinde âb-ı hayât bulunan altın bir kadehtir. Bahar mevsimi, bahar rüzgârları ve yağmurlar tohumların, bitkilerin yeşermesine, dirilmesine sebep ve yardımcı olduklarından ölüyü dirilten âb-ı hayât misalidirler. Çeşme, havuz, sebil vb. dolayısıyla yazılan kasidelerde ilgili suyun âb-ı hayâta benzetilmesi, her zaman için karşılaşılabilecek hususlardandır.
Âb-ı hayâtın yanı sıra Hızır, İskender ve zulmet konulan, yine çok defa onunla ilgili motifler halinde ele alınmıştır. Meselâ Hz. Ali ve Mevlânâ gibi belli isimler veya herhangi bir velî, pîr, mürşid-i kâmil Hızır'a benzetilir. Onların irşadı, rehberliği ve himmetleri Hızır'ın âb-ı hayâtı gibi şifadır. Hızır sevilen ve övülen kişidir, sevgilidir, padişahtır, vezirdir, dosttur. Sevgilinin kendisi, dudakları veya yanakları âb-ı hayât ise âşık da onu arayan Hızır'dır. Hızır ediptir. Şair söz ve mâna Hızır’dır. Nasıl Hızır âb-ı hayâtla diri kalmışsa şair veya yazar da Şiiriyle, eseriyle, sanatıyla ebedîdir.
Hızır seyahatler etmiş ve etmektedir. Âşığın gönlü de sabırsız ve kararsızdır; yerinde duramaz, seyahatler eder, âb-ı hayâtı (sevgilisini) arar. Hızır'ın yürüdüğü yerlerde kuru otlar yeşerir. Kalemin de arkasında otlar, çimenler gibi harfler, yazılar teşekkül eder. Gonca gül yeşilliği, gizliliği yönünden elinde âb-ı hayât kadehi tutan Hızır'a benzetilir. Hızır uzun ömrü ifade eder. Genellikle sevgilinin boyunu temsil eden servi (tasavvufî açıdan vahdet) yeşilliği, yüksekliği ve uzunluğu itibariyle uzun ömre delâlet eder. Dolayısıyla Hızır-servi münasebeti kurulur.
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün arzu ve mücadelesine rağmen âb-ı hayâtı bulamayan İskender, muradına kavuşamayan kimseyi temsil eder. Bu sebeple âb-ı hayâta, âb-ı İskender veya âb-ı İskenderî de denilmiştir. Aklın varabileceği nokta sınırlı, gönlün ise sonsuzdur. En güzeli akıl ve gönlün birlikte olmasıdır. Bu itibarla İskender akıl, Hızır ise gönüldür. "Gönül Hızın", ten zulmetinde âb-ı hayâtı bularak, "nefsini bilen, rabbini bilir" sırrına ermiş; "akıl İskenderi" yabanda kalmıştır.
Bir başka açıdan Hızır akıldır, kılıç İskender'e benzetilir. bazen de kılıç ile âb-ı hayât arasında ilgi kurulur. Kâfirin gönlü imansızlıktan kararmıştır. İskender'in zulmette âb-ı hayâtı araması gibi kılıç da kâfirin kalbinde iman arar, bulamaz. İskender cihan fâtihidir; şarkı ve garbı fethetmiş, gücü ve şöhreti bütün dünyaya yayılmıştır. Bu bakımdan şâir (veya yazar), Şiirinin üstünlüğünü, şöhretini, meşhurluğunu belirtmek için kendisini, şâirliğini veya ilhamını (Şiirini) İskender'e, kalemini Hızır'a, sözünü veya mürekkebini âb-ı hayâta benzetir.
Destan ve masallarda bazı hayvanların âb-ı hayât içerek ölümsüzleşmesi motifleri vardır. Bunlardan en meşhuru Köroğlu'nun atıdır. O. hayat pınarından içmekle ebedî hayata kavuşmuştur. At ve âb-ı hayât ilişkisine divan Şiirinde de rastlanılmaktadır. 1912
Hızır ve Bâtıl İnançlar, Hurâfeler
Başta Buhârî olmak üzere,1913 birçok hadis kitabında rivâyet edilen hadis-i şerifte Hz. Hızır’ın şu sözü dikkatimizi çekiyor: “Ben Allah’ın bana öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.”
Hz. Mûsâ (a.s.) Allah'ın elçisidir. Elçiler Allah'ın kendilerine verdiği görevi yaparlar. Bu da insanlara doğru yolu göstermek ve onlara rehberlik yapmaktır. Şu âyet bunu açıkca belirtmektedir: “Ey Rasûl/Elçi biz seni şâhit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Kendi izniyle Allah yoluna çağıran ve aydınlatan bir lamba olarak.” 1914 Bir elçinin yaptığı davranışları her insan yapabilir. Çünkü onlar örnek kişilerdir. Onlarda Hz. Hızır’ınkine benzer garip davranışlar görülmez. Elçilerin gösterdikleri mûcizeler ise onların elçiliklerini ispattan başka bir gâye taşımaz. Hızır’ın (a.s.) bilgisine elçilerin ihtiyacı yoktur. Bunu anlamak için yukarıdaki üç olayın içyüzünü anlatan şu âyetleri okuyalım:
“(Hızır, Mûsâ'ya dedi ki:) Şimdi sana sabredemediğin şeyin içyüzünü bildireceğim:
O gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü onların ilerisinde, tuttuğu gemiyi zorla alan bir kral vardı.
Çocuğa gelince, onun anası babası mü’min insanlardı. Bunun onları azgınlığa ve kâfir olmaya zorlayacağından korktuk.
İstedik ki, Rab’leri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin.
Duvar ise şehirde iki yetim çocuğundu. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar olgunluk çağına girsinler de hazinelerini çıkarsınlar.
1912] Amil Çelebioğlu, TDV İslâm Ans., c. 1, s. 3-4
1913] İlim, 44
1914] 33/Ahzâb, 45-46
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 473 -
Bu, Rabbinin bir merhametidir. Yoksa bunu ben kendiliğimden yapmış değilim. İşte senin sabredemediğin şeyin iç yüzü.” 1915
Bu olayın ibret verici bir çok yönü vardır. Bize göre en önemlisi şudur: Allah’tan gelen her şeye teslim olmak ve bizim için hayırlı sonuçlar doğuracağına inanmak gerekir. Çünkü hoşumuza gitmeyen nice olaylar vardır ki, daha sonra ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkar. İşte hikmet budur. Hikmet bir şeyin yerli yerinde olduğunu gösteren şeydir. Bir olayın hikmetini anlayamadık diye üzülüp ümitsizliğe kapılmaya gerek yoktur.
Elçilerde bu gibi garip davranışlar görülmez. Çünkü onların davranışları ümmetleri için örnektir. Ama Hızır'ın davranışları örnek alınamaz. Yukarıdaki işleri Hz. Mûsâ yapsaydı ve bir yahudi bunu örnek alıp anasına babasına zahmet verecek diye bir çocuğu öldürseydi veya başkası gasbedecek diye birinin malına zarar verseydi insanlar arasında emniyet ve huzur kalır mıydı? O zaman herkes yaptığı garip davranışa bir kılıf bulup delil olarak da Hz. Mûsâ’yı göstermez miydi?
Yukarıdaki hadis-i şerif Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözleriyle bitmiştir: “Mûsâ’ya Allah rahmet eylesin; çok isterdik ki, sabır göstersin de bize, birlikte yapacakları daha çok şey anlatılsın.” Bu hadis-i şerif açıkca gösteriyor ki, Hz. Hızır'dan öğrenilenler âyette belirtilenlerle sınırlıdır. Bu konuda Hz. Muhammed bile fazla bir şey bilmemektedir.
Bu gerçekler karşısında artık kim Hz. Hızır’a öğretilen ilmin kendine de öğretildiğini iddia edebilir ?!
Tasavvufçular derler ki: İlham ve keşif yoluyla elde edilen bir hakikat bilgisi vardır. İşte ilm-i ledün odur. Bu, fikrî, zihnî ve de düşünce temrinleriyle (alıştırmalarıyla) elde edilen bir bilgi türü değildir, Allah tarafındandır. 1916
Âyette “Ona, kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik.”1917 buyuruluyor. Burada öğretmeden bahsedilmektedir. Hâlbuki ilham ve keşf birer ilim öğrenme yolu değildir. “Andolsun sen bunun böyle olacağını beklemiyordun. Senin perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir.”1918 Bu âyetin tasavvufçuların ifade ettiği mânâ ile bir ilgisi yoktur. Eğer âyetin öncesi ve sonrası okunursa bunun yalnızca âhiretle ilgili olduğu açıkça anlaşılır. Âyetlerin meali şöyledir: “Artık sura üfürülmüştür. İşte bugün tehdidin gerçekleşeceği gündür. Herkes yanında, biri kılavuz öteki şahit, iki melekle birlikte gelmiştir. Andolsun sen bunun böyle olacağını beklemiyordun. Senin perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir. Yoldaşı, işte benim yanımdaki hazırdır diyecek. Atın cehenneme şu dik kafalı tanımazların hepsini. İyiliğe karşı duran, gemi azıya alan, işkiller içinde kıvranan şu tanımazları atın. Allah ile beraber başka bir tanrı daha edinen var ya, onu da en ağır azaba atın.” 1919
Bu âyet, tamamen âhiretle ilgilidir. Ortada çok açık âyet ve hadisler varken onlara gözlerini kapatmak ve hiç ilgisi olmayan âyetlerden yanlış hüküm
1915] 18/Kehf, 78-82
1916] Bk. Hasan Kâmil Yılmaz, Ledün İlmi ve Keşf, Altınoluk dergisi, Sayı l05, Kasım l994, İstanbul, s. 31
1917] 18/Kehf, 65
1918] 50/Kaf, 22
1919] 50/Kaf, 20-26
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkarmaya çalışmak ilmî bir yol değildir. 1920
Tasavvufçuların Hızır kültü ile ilgili olarak Ahmet Yaşar Ocak şunları söyler:
“Hızır yahut Hızır-İlyas kültü, her ne kadar îslâmi bir temelden kaynaklanıyor görünse de, iyice ve derinliğine incelendiği zaman, gerçekte ona yabancı ve değişik bir mâhiyet arzetmektedir. Hızır denilen insanüstü bir varlık etrafında meydana gelmiş bulunan bu kült esasta, Türkler'in ve diğer İslâm milletlerinin yayıldığı geniş bir coğrafyada ve tarihi süreç içinde çok çeşitli kültür ve inanç sistemlerinin katkılarıyla müslüman kültürü çerçevesinde teşekkül ettirilen bir syneretisme'dir.
Hızır yahut Hızır-İlyas kültünün yüzyıllardan beri bu derece yaygın ve canlı kalabilmesinin temelinde hiç şüphesiz, yayıldığı her yerde eskiden mevcut uygun inanç ve gelenekleri, âdet ve merasimleri kendi bünyesine mâledebilmesi, başka bir deyişle o yerin özelliklerine uyabilmesi gerçeği yatmaktadır. Bu husus, ilgili bölümlerde bütün açıklığıyla görülebilecek durumdadır.
Kült'e esas mevzuu teşkil eden Hızır figürü için de aynı durum kendini göstermektedir. Hızır figürü de, her bölgede daha eskiden mevcut benzer tipleri kendine uyarlayarak İslâm milletlerinin mitolojilerindeki ortak çehresinin yanında, bölgelere ve kültür ortamlarına göre değişen özellikler kazanmış ve küçük farklılıklar ortaya koymuştur, insanların tabii olan bir takım ruhî ihtiyaçlarına ve özlemlerine cevap verebilecek bir çehreyi böylece kazanan Hızır figürünün, tâbir câizse, kendine bağlanan insanların uzun bir tarih süreci boyunca dantel gibi ilmik ilmik örerek meydana getirdikleri bir tip olduğunu söylemek doğru olacaktır. Bunun en açık delilini ise, mutasavvıflarla sade halkın tasavvur ettiği Hızır figürü ve fonksiyonları arasındaki farklar oluşturmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse, tasavvuf çevreleri ile halk kendi zihnî ve fikrî yapılarına göre Hızır'a husûsiyet kazandırmışlardır. Aslında Hızır gibi bir şahsiyet için bundan daha tabiî bir durum olamazdı.
İşte bu yüzdendir ki, Hızır yahut Hızır-İlyas kültüne iştirak eden Türkler ve diğer müslüman toplumlar, uzun bir tarih devresinde ortaya koydukları edebî mahsullerinin çeşitli türlerine de yukarda işaret olunan gerçeğe uygun bir biçimde inançlarını yansıtmışlardır.1921
Hızır'ın yaşadığına inanılmasının ilâhiyat açısından önemli başka bir yönüne değinmek de icap ediyor. Bu da Şîîlik'te Hızır'ın yeri ve önemi meselesidir. Bilindiği üzere Şîîlik'te Hızır'ın Sünnîlik'tekinden apayrı bir durumu vardır. Özellikle On iki imam (İmâmiye) Şîîliğinde Hızır'ın sağ olduğuna kesinlikle inanılmaktadır. Meselâ rivâyete göre, Hz. Ali'nin vefatında gelip cenaze merasimine katılmış ve Ehl-i Beyt'e başsağlığı dilemiştir. Hz. Hüseyin şehid olduğu zaman arkasından mersiye okumuştur. Bütün bu inançlar, Hızır'ın üzüntülü ve felâketli günlerde Peygamber sülâlesinin tesellicisi olduğuna inanıldığını gösterir.
Aslında, Şîîlik'te Hızır'ın sağ olduğuna bu derece kuvvetle inanılması, belli ölçüde İmam kavramının mistik yönüyle alâkadar görünmektedir. Şöyle ki: Nasıl
1920] Abdülaziz Bayındır, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Süleymaniye Vakfı Y., 2. baskı, İst. 1997, s. 92-96
1921] A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s. 47
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 475 -
Hz. Mûsâ ve Hızır ilişkisinde birincisi şeriatı öteki bâtını temsil ediyorsa, ilk imam Hz. Ali ile Hz. Muhammed de aynı çerçeve dâhilinde mütâlâa olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed'in bâtını temsil eden Hızır'ı, Hz. Ali'dir.
H. Corbin'in naklettiğine göre, Şîîler'in elindeki Hz. Ali'ye i zâfe edilen meşhur hutbelerden birinde, yaratılıştan bu yana, yeryüzündeki muhtelif din mensupları arasında Hz. Ali'nin hangi isimler altında göründüğünü anlatan bir parça bulunmaktadır. Bu parçada Hz. Ali hıristiyanlara hitaben, "Ben İncil'de adına İlya denilen kişiyim" demektedir. Burada Ali adıyla İlya, daha doğrusu Eli arasındaki benzerlik gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu sûretle Hz. Ali'nin Eli (İlya) olduğuna dikkat çekilerek, Hızır'la İlya'nın aynı kişi olduğu hatırlanırsa, Hz. Ali'nin de Hızır olduğu vurgulanmak istenmiştir. 1922
Yeşil anlamına gelen bu lakabından dolayı Hızır'a Şîîlik'te üstün bir mevki tanınmıştır. Zira bilindiği gibi yeşil renk hem genel olarak İslâm'ın dini rengi, hem de Hz. Ali sülâlesinin ve dolayısıyla Şîîliğin mukaddes rengidir. On ikinci imam Mehdî de, hâlen inanıldığına göre, Beyazlık Denizi'nin ortasındaki Yeşil Ada'da ikamet etmektedir. 1923
Tasavvuf çevrelerinde yazılan kaynaklar Hızır'ı daha çok bir velî, bu çevrelerin dışındakiler ise bir nebî olarak kabullenmişlerdir. (Hızır'ın âdeta Buda Menkabesini hatırlatan çok ilgi çekici uzun bir menkabesi anlatılır). 1924
Âyet ve hadiste bu hususta hiçbir emâre bulunmamasına rağmen, tasavvuf çevrelerinin de Hızır'ın ebedî hayatta olduğu inancını benimsemiş olması, meseleyi canlı tutmuştur. 1925
Başta Buhârî olmak üzere Ahmed İbn Hanbel, İbnü’l-Esîr, İbnu'l-Cevzî, Nevevî ve İbn Kesîr gibi ileri gelen ulemâ Hızır'ın ebedî yaşadığı inancını şiddetle reddederler. "Biz senden önce de hiç bir insana ölümsüzlük vermedik" 1926 âyetini delil gösterirler. 1927
Hızır'ın ebedî yaşayacağını kabul edenler: Ulemâdan ziyade mutasavvıflar ve halk arasında yaygın olan fikir budur. Ama ulemâ arasında da bazen bu görüşü paylaşanlara rastlanılmaktadır. Bunların genel olarak sûfî çevrelerle temasta olan ulemâ olduğu söylenebilir. 1928
(Bu çevreler tarafından rivâyet edildiğine göre Hızır) Hz. Ali'nin vefatında gelip cenaze merasimine katılmış ve Ehl-i Beyt'e başsağlığı dilemiştir. Hz. Hüseyin şehid olduğu zaman, arkasından mersiye okumuştur. Bütün bu inançlar, Hızır'ın üzüntülü ve felâketli günlerde Peygamber sülalesinin temsilcisi olduğuna inanıldığını gösterir. 1929
İbn Kesîr de aynı şekilde bu tip hikâyeleri özetledikten sonra, bunların en çok
1922] A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s. 68-70
1923] A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 61
1924] s. 66
1925] s. 67
1926] 21/Enbiyâ, 34
1927] A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 68
1928] s. 68
1929] s. 70
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nevf b. Fudâle el-bekkâlî ve Ka'bu'l Ahbâr gibi Yahudi asıllı râviler tarafından rivâyet edildiğini bildirir; tenkidlerini yaparak bunlara inanılmamasını özellikle tekrarlar. 1930
Tasavvuf çevreleri llyas Peygamber'e, Hızır'a verdikleri önemin yarısını bile vermemişlerdir. Üstelik, âyetlerde İlyas'ın iki defa ismen zikredilmesine karşılık, Hızır adının bir kere bile kullanılmadığını bir defa daha hatırlamak lâzımdır. 1931
(Bütün bunlara rağmen) Meselâ Muhyiddin ibn Arabî, birçok defa Hızır'la konuştuğunu anlatır ve bunları maddî âlemde cereyan eden olaylar gibi tasvir eder. 1932
Gazâli, ehl-i keşfin Hızır'ı çıplak gözle diğer insanlar sûretinde görebileceğini belirtir. 1933
İmam Rabbânî de Hızır ve İlyas'ın kendini görmeye rûhânî şekilde geldiklerini ve Hızır'ın rûhânî olarak kendisiyle sohbet edip İlyas'ın bir şey söylemediğini hikâye eder. 1934
Tasavvufçuların inanışına göre; Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir.1935 Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir.1936 Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur.1937 Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir.1938 Ölü insanları diriltme kabiliyetine mâliktir.1939 Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir.1940 İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın daha ziyade bir velî hüviyetinde düşünüldüğünün en açık alâmetlerindendir. Şüphesiz tasavvuf çevrelerinin Hızır'a verecekleri sima da bundan başkası olamazdı. 1941
Hemen her mutasavvıf zımnen de olsa, Hz. Mûsâ yanında Hızır'a daha üstün bir mertebe tanıdığını imâ eden ifadeler kullanmaktan çekinmez. Çünkü onların nazarında Hz. Mûsâ Şeriatı, Hızır ise, tasavvuftaki en üst mertebeyi, yani Hakikati temsil etmektedir. (Bilindiği gibi Hz. Mûsâ, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen peygamberler arasında "altı büyük peygamber"den (ulu'l-azmden) biri olarak yüksek bir mertebe işgal eder. Ayrıca "Kelîmullah" yani Allah ile konuşan kişi lakabını almıştır. Buna rağmen onun Hızır karşısında ikinci derecede tutulması, gerçekten Hızır'ın mutasavvıflar arasındaki mevkiini son derece iyi anlatan bir durumdur). 1942
1930] s. 69, 107 nolu dipnot
1931] s. 79
1932] s. 85
1933] s. 85, 11 nolu dipnot
1934] Bakınız Mektubât, s. 468; s. 85, 15 nolu dipnot
1935] Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr
1936] Kuşeyrî
1937] Bk. birçoklarıyla birlikte Hucvirî
1938] Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî
1939] Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa
1940] Bk. Serrâc, İbn ül-Arabî ve birçokları
1941] A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 87-88
1942] s. 88 ve 30 nolu dipnot
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 477 -
Hızır'ın bu fonksiyonunun, kısmen farklı biçimlerde olsa bile; Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta İlya tarafından îfâ edildiğini görüyoruz. Mesih'in yeryüzüne gelişinden üç gün önce İlya ortaya çıkarak onun için hazırlık yapacaktır. (Şîîlikte Hızır'ın bu fonksiyonu ile imam telâkkisi arasındaki yakınlık dikkati çekiyor. İmam da Hızır gibi İlâhî kaynaklı bilginin sahibidir ve bunu mü'minlere aktarmakla görevlidir. 1943
Böylece tasavvufta bir (Hızr-ı zaman/zamanın Hızır'ı terimi kullanılmaya başlandı. 1944
(Tasavvufçuların iddiasına göre) Abdülhâlik Gucduvânî’ye (öl. 574/1179) gençliğinde tasavvufu öğreten ve zikr-i hafî'yi gösteren odur. Ahmet Yesevî'yi çocukluğundan beri yetiştiren Hızır olmuş, Yeseviîiğin temel erkânından Zikr-i Erre'yi o öğretmiş ve bu zikir bütün Yesevî silsilesinin virdi olmuştur. Yine Yesevîlikteki tarikat asâsı da Hızır'dan intikal etmiştir. Celvetîlikteki Hızır kıyamı zikri, aynı şekilde Hızır'ın Aziz Mahmud Hudâî'ye tâlimatı neticesi erkândan sayılmıştır. 1945
İşte Hızır'ın tasavvuf kaynaklarında tesbit edilebilen bu fonksiyonları topyekün mütâlea olunduğunda, Kitab-ı Mukaddes ve sonrası İlya figürünü bir daha hatırlamamak kabil değildir. Tıpkı mutasavvıflara görünerek onlara İlâhî hikmet ve sırları açıklayan Hızır gibi, İlya da zaman zaman Yahudi mistiklerine görünmekte, gizli hikmetleri ve sırları bildirmektedir. Yahudi mistikleri de mutasavvıflar gibi yollarda ve çöllük yerlerde İlya'ya rastladıklarını ve ondan birtakım gerçekleri öğrendiklerini söylemektedirler.” 1946
Konuyla ilgili olarak İbrahim Sarmış da şunları dile getirir:
“Tasavvuf, önceleri zühd hayatı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslâmî temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur'an, Sünnet ve sâlih selefin hayatından birtakım İslâmî temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf sûresinde geçen Hz. Mûsâ ile "Sâlih Kul" kıssasıdır.
Tasavvufçular sûredeki sâlih kulu "Hızır" adında ermiş bir kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakikat âlimlerinin birtakım düşünce ve uygulamalarını yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabul ettikleri "Sâlih Kul"a (Hızır) Hz. Mûsâ'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, velî olduğunu söyledikleri Hızır'ın vahiy ve ilham aldığını, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Hz. Mûsâ'yı da onun emrine vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabul etmişlerdir.
1943] s. 91 ve 39 nolu dipnot
1944] s. 94
1945] s. 94
1946] s. 98-99; Ahmet Yaşar Ocak, İslâm Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Y., parantez içinde numaraları verilen sayfalar, 1985 Ank; Karş. E. Özkan, Tasavvuf ve İslâm, s. 335-346
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hızır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyâmete kadar yaşayacağını, peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledünnî ilim dedikleri bâtınî bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber’in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ, peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.
Yine veli olduğu halde Hızır, nasıl peygamber olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliyâ yahut tasavvufçuların şeriat (zâhir) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.
Tasavvufçular, Sâlih Kul kıssasından öyle hurâfeler ve akıldışı şeyler çıkarmışlardır ki, onlardan kimileri Sâlih Kul'un (Hızır'ın) ayrı bir şeriata sahip olduğu için namaz kılmadığını, kimileri de namaz kıldığını ve hanefî mezhebine göre, bazıları da şâfiî mezhebine göre kıldığını söylemiştir. Kimileri de birtakım zikirleri doğrudan Hızır'dan aldığını iddia etmiştir.
Tasavvufçular, bununla da yetinmeyerek İslâm âleminin değişik yerlerini Hızır'ın makamı saymış, Hızır'ın orada ya oturduğunu veya bir tasavvufçu ile orada buluştuğunu iddia etmişlerdir. Onun için birçok yerde ona bir makam veya bir kabir uydurmuşlardır. Orada kurbanlar kesilmiş, taşlar öpülmüş ve o yerin eşyası ile teberrük edilmiştir. Ziyaretin kapısına da haraçları toplayan bir bekçi dikmiş ve geçim vasıtası yapmışlardır.
Öyle görülüyor ki Hızır olayını tasavvufa dayanak yapan ve tasavvufa sokan ilk kişi, Hatemu'l-Evliyâ nazariyesini ilk defa ortaya sûfı Hâkim et-Tirmizî'dir. Bilindiği gibi, bu adam hicri üçüncü yüzyılda ölmüştür. Hatmu'l-Velâye adlı kitabında evliyânın alâmetleri konusunda şöyle demektedir:
“Evliyâ hakkında Hızır’ın (a.s.) ilginç bir kıssası bulunmaktadır. Ta baştan -kaderlerin belirlendiği andan-, onların durumunu görmüş ve onların yaşadığı zamanda yaşamak istemiştir. Onun için kendisine hayat verilmiştir. Öyle ki artık bu ümmetle haşrolma ve Muhammed'e tâbi olma özelliğine sahip olmuştur. İbrahim-i Halil ve Zülkarneyn zamanından kalma bir adamdır. Zülkarneyn'in ordu kumandanıydı. Zülkarneyn Aynu'l-Hayat'ı istemiş, ama elde edememiş, Hızır elde etmiştir Bunun hikâyesi uzundur. İşte evliyânın alâmetleri bunlardır. En belirgin alâmetleri, kaynağından dile getirdikleri ilimdir. "Nedir bu ilim?" diye sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: Bidâyet (âlemin veya varlıkların) ilmi, misak (söz alma) ilmi, kaderler ilmi ve harfler ilmi. Hikmetin kaynakları (veya temelleri) bunlardır. En üstün hikmet budur. Bu ilim ancak büyük velîlerden ortaya çıkar. Onlardan da velâyetten nasibi olanlar alır.” 1947
1947] Hakim et-Tirmizî, Hatmu'l-Velâye, s. 361-362, Beyrut, 1905
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 479 -
Hızır hakkında örülen hurâfelerden Şâfiî mezhebine göre namaz kıldığı uydurmasını da isterseniz Mektubat’ın sahibinden dinleyelim. Mektubat'ın 282. mektubunda olay şöyle anlatılmaktadır:
"Hızır ve İlyas'ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi'a yazılmış mektuptur: Allah'a hamd ve seçtiği kullarına selâm olsun. Hızır (a.s.) hakkında arkadaşların soruşu üzerinden epey zaman geçti. Bu fakirin gerektiği kadar onun ahvâli hakkında bilgisi olmadığı için cevap vermemiştim. Bugün sabah toplantısında Hızır ve İlyas'ın rûhânîler sûretinde hazır olduğunu gördüm. Hızır rûhânî bir kelâm ile şöyle dedi: Biz ruhlar âlemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar sûretinde teşekkül ve temessül eder, vücutlardan sâdır olan cismânî duruş ve hareketler, bedenî itaat ve ibâdetler ondan sâdır olur.
O anda kendisine "Siz Şâfiî mezhebine göre namaz kılıyorsunuz" dedim. Şöyle dedi: “Biz şeriatlarla mükellef değiliz, ama ev Kutbu'nun (sahibinin) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup kendisi de Şâfiî mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam Şâfiî’nin mezhebine göre namaz kılıyoruz.” O anda anlaşılmıştır ki, tâatlarına mükâfaat terettüp etmemekte, belki onlardan ibâdet ve tâat, tâat ehline muvâfakat ve ibâdet sûretine (şekline) riâyet için sâdır olmaktadır (Yani ibâdet edip sevap kazanmak için değil, sadece ibâdet edenler gibi oturup kalkmaktadırlar). Yine anlaşılmıştır ki, velâyetin kemâlâtı Şâfiî fıkhına muvâfık, nübüvvetin kemâlâtı da Hanefî fıkhına muvâfıktır (Yani veliler şâfiî, peygamberler de hanefîdir). O zaman altı fasılda naklen zikreden Hoca Muhammed Parsa'nın sözlerinin hakikati de anlaşılmış oldu ki, şöyle diyordu: Hz. İsa indikten sonra Ebû Hanıfe'nin mezhebine göre amel edecektir.
O anda ikisinden medet istemek ve duâlarını almayı talep etmek aklımıza geldi. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Allah'ın inâyeti kişinin halini ihâta etmişse, bizim orada bir rolümüz olmaz.’ Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İlyas (a.s.) o zaman hiç konuşmadı." 1948
Hızır'ın Şâfiî mezhebine göre namaz kıldığını söyleyen tasavvufçular olduğu gibi, Hanefî mezhebine göre kıldığını söyleyenler de vardır. 1949
Hızır'ın, Ebû Hanife'den şeriat dersleri aldığı da şöyle anlatılmaktadır: "Hızır, her sabah namazdan sonra Ebû Hanife'nin ders halkasına geliyor ve ondan şeriat ilmini öğreniyordu. Ebû Hanife Ölünce, Hızır şeriat ilmi tahsilini tamamlayabilmek maksadıyla kabrinde diri olması için Allaha duâ etti. Her gün Ebû Hanife'nin kabrinin başına geliyor ve kabrinden konuşan Ebû Hanife'den şeriat ilmi tahsilini sürdürüyordu. Hızır, ölen Ebû Hanife'den şeriat ilmi tahsilini tamamlamak için on beş sene böyle devam etti." 1950
Fahruddin er-Razi, Hz. Mûsâ ve Hızır'la ilgili kıssayı tefsir ederken Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:
1948] Mektubat, 282, Hakikat Kitabevi, İstanbul
1949] Bakınız, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru’s-Sûfî fî Da’vi’l-Kitab ve’s-Sünneh, Kuveyt, 1986, s. 137-138
1950] Hüseyin İbn Mehdi el-Ğuneymi, Mearic, s. 4, Daru'l-Erkam, 1988
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- Yüce Allah "yanımızdan ona bir rahmet verdik" 1951 buyurmaktadır. Rahmet de nübüvvetin kendisidir (Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette peygamberlerden “kendilerine rahmet verilen kimseler” olarak bahsedilir ve bütün müfessirler bu âyetlerdeki “rahmet” kelimesinin nübüvvet mânâsında olduğunda müttefiktir).
b- Yüce Allah "Katımızdan ona bir ilim öğrettik" 1952 buyurmaktadır. Bu da bir öğretici veya bir mürşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğrettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebî olması vâciptir.
c- Hz. Mûsâ ona: "Bana öğretmen için sana tâbi olayım mı?" 1953 diye sormuştur. Biliyoruz ki, öğretimde veya öğrenimde bir peygamber, peygamber olmayana tâbi olmaz.
d- Hızır, Hz. Mûsâ'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin?" 1954 diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahip olduğunu göstermiştir. Hz. Mûsâ da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam."1955 diyerek ona karşı tevâzu göstermiştir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Hz. Mûsâ'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göstermektedir.
e- Ebûbekir el-Asam: “Ben bunları kendiliğimden yapmadım.”1956 âyetinin Hızır'ın peygamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi ictihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.
f- Rivâyetlerde Hz. Mûsâ'nın, Hızır'ın yanına geldiğinde "es-Selâmu aleyküm" dediği, Hızır'ın da "ve aleyke's-Selâm ya nebiyye Benî İsrâil" dediği, Hz. Mûsâ'nın ona "Bunu kim sana söyledi? (Benim İsrâiloğullarının peygamberi olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hızır'ın: "Seni bana gönderen (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hızır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye gelir. 1957
“Ben bunları kendiliğimden yapmadım.”1958 âyeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğün bu işleri kendi görüş ve ictihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile yaptım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kalkışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. "1959
Hz. Mûsâ'nın karşılaştığı ve görüştüğü sâlih kişinin, yani Hızır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufı meşrep sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hızır'ın sözkonusu bilgilere ilham yolu ile yahut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sahip olmuş olabileceğini ileri sürüyorlar.
Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanımızdan ona bir ilim
1951] 18/Kehf, 65
1952] 18/Kehf, 65
1953] 18/Kehf, 66
1954] 18/Kehf, 68
1955] 18/Kehf, 69
1956] 18/Kehf, 82
1957] Salah Abdulfettah el-Halidî, Mea Kısası’s-Sâbıkîn fi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1989, s. 178-180
1958] 18/Kehf, 82
1959] Salah abdulfettah el-Halidî, a.g.e., s. 230
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 481 -
öğrettik"1960 ifâdelerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta olağanüstü bazı şeyleri Hz. Mûsâ'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı olacaktır?" 1961
Kıssada geçen ve görünüşte şer’î nasslara aykırı olan olağanüstü fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez. Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama dayanarak suçsuz bir insanı öldürmesi câiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla câiz görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğunu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham ile insanları öldürmesi câiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği kişiyi öldürmenin kendisine ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız (hatta kötü anlamlı) olduğu açıktır.
Ama Sâlih Kul'un, büyüdüğü zaman mü'min ebeveynini küfre ve irtidada götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına gelmemiş bir çocuğu öldürmesi, elbette yaşadığı takdirde meydana gelecek maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilham veya kalbe damlama ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve geleceği bildiren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Sâlih Kulun nübüvvetini göstermektedir. 1962
Bilindiği gibi, İslâm şeriatına göre ilham şer'î delil olmaz. Şer’î bir nassa aykırı düştüğü takdirde ilhamla amel etmek câiz değildir. Zaten makbul olabilmesi için bu şartı koşan âlimler, ilhamın ancak sahibi için bir hüccet olabileceğini söylemektedir. Tasavvufçuların kendileri de bunu kabul etmektedir. (İlhamın kişinin kendisi için delil olabileceğini kabul etmek de çok risklidir ve bize göre doğru değildir). Onun için sözkonusu fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediğini söylemek mümkün değildir. Bu işleri ancak yanılmayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi sözkonusu olur. 1963
Bunun aksini savunan kimse, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat getirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı takdirde, acaba öldürmesi için çocuğunu verebilir mi? İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?
Nitekim bu konuda hukukçu Ebûbekir Cassas da şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmaktadır: Maslahata götürecek hikmete mebnî olarak işlenmesi câiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konuda hikmet sahibinin işlemesi sefîhin (akılsızın) işlemesinin aksinedir. Bu, tıpkı tedavi edilen veya ilaç içirilen çocuğun zâhirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ilacın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olmasına benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebnî olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek câiz değildir." 1964
1960] 18/Kehf, 65
1961] el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 16/17
1962] Âlûsî, a.g.e., 16/17, İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/328
1963] Âlûsî, a.g.e., 16/17
1964] Ebûbekir el-Cesss, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/215
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sâlih Kul’un işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnîdir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahut ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır.
"Ledünnî ilm"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur? Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.
Buna hakikat ilmi, ledünnî ilim, mükâşefe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknûn (gizliler) ilmi, verâset ilmi, rabbânî ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledünnî sır sahibi, Hızırvârî ruh sahibi veya "Hızır gibi bir makama sahip" adı verilir. eş-Şa'rânî ve benzerleri bu ilme bâtın ilmi denilmesinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak gelen açık ilmin zıddı anlamındadır. 1965
Tasavvufçular ledünnî ilime dayanak olarak "Ve katımızdan (ledünnümüzden) ona bir ilim öğretik" 1966 âyetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık olmasına rağmen onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî bâtıl bilgilerin dayanağı yapmışlardır.
"Ledünnâ" kelimesinin anlamı, “yanımızda” demektir. "Min ledünnâ"nın anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındandır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan âyette geçen "min ledünnâ"nın anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ile verilmiş olması demektir.
Kurtubî, tasavvufçuların ledünrî ilim iddialarına cevap vererek şöyle demektedir:
"Netice olarak, Allah'ın ahkâmını bilmenin risâlet yolu dışında bir yolu olmadığına dair kesin ilim ve zarûrî yakîn hâsıl olmuş, selef ve halef icmâ etmiştir." 1967
Usûlde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde istidlâl etmek (delil getirmek) câiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların, ilham alan kişinin ilhamla amel etmesinin câiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şeytanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Hâlbuki şeriata uymakla hidâyetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidâyet kesin değildir.
Özetle tekrarlayalım ki, Sâlih Kul (Hızır), tasavvuf meşrepli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil, nebidir. Yani Allah tarafından peygamber olarak gönderilmiş bir insandır. Yoksa nübüvveti olmayan, sadece velâyeti ile bu olağanüstü
1965] el-Âlûsî, a.g.e., 16/330, 15/330, 16/19; eş’Şa’r3anî, et-Tabakatü’l-Kübrâ, I/170, II/56, 76, 152
1966] 18/Kehf, 65
1967] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Mısır, 1968, 11/40-41
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 483 -
şeyleri yapan bir insan değildir.
İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa şer’î ahkâma taalluk eden konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mükelleftir.
Hz. Mûsâ ile Sâlih Kul (Hızır) kıssasında tasavvufçuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, bâtın-zâhir gibi şeylere dayanak sayılacak şeyler sözkonusu değildir. Sadece Allah'ın peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi sözkonusudur. 1968
Birçok tasavvuf ehli, Hızır’la görüştüğünü iddiâ eder. Evliyâ menkabelerinde bu konuda öyle tuhaf hikâyeler gerçekmiş gibi anlatılır ki, insan bu uydurmalara hayret eder. "Evliyâ" diye takdim edilenlerden birinin1969 Hz. Hızır(?) ile yaşadığı mâcerâyı, tasavvufçuların ansiklopedilerinden, Türkiye Gazetesi yayınlarından okuyalım: "Bir gece Hızır aleyhisselâm bana geldi ve "Kalk ya Eba Bekr!" dedi. Kalkıp onu takip ettim. Hızır aleyhisselâm, beni Rasûlullah Efendimizin huzuruna götürdü. Rasûl-i Ekrem’in huzurunda; Hazret-i Ebu Bekr, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali de vardı. Selâm verdim. Onlar selâmıma cevap verdiler. Sonra Rasûlullah Efendimiz; "Ey Ebu Bekr bin Kavvam!" buyurunca; ben de; "Emret ya Rasûlallah!" dedim. Buyurdu ki: "Allah Tealâ seni, veli, dost kullarından eyledi. Kendi nefsin için neyi istiyorsan onu seç." Allah Tealâ, o anda beni cevap vermeye muvaffak kıldı ve "Yâ Rasûlallah! Sizin, kendiniz için seçtiğiniz şeyi seçiyorum." dedim. O anda şöyle diyen bir ses işittim: "Öyleyse sana dünyada yiyeceğin gıdadan âhiret sahibinin elinden (yani Rasûlullah’tan) gelenden başka bir şey vermeyeceğiz." Rasûlullah Efendimiz bana; "Ey Ebu Bekr bin Kavvam! Bize namaz kıldır." buyurdu. Rasûlullah’ın, ashâbının ve birçok velinin hazır bulunduğu bir mecliste öne geçmeye korktum. Kendi kendime; "İçinde Rasûlullah’ın bulunduğu bir cemaatin önüne nasıl geçerim." diye düşündüm. Rasûl-i Ekrem buyurdu ki; "Öne geç. Zira senin öne geçmende velâyet sırrı vardır. Böylece kendisine uyulan bir imam olursun." Rasûlullah Efendimizin emri üzerine, öne geçip iki rek'at namaz kıldırdım. İlk rek'atta Fâtiha’dan sonra Kevser sûresini, ikinci rek'atta Fatiha’dan sonra İhlâs sûresini okudum." 1970
Bu konu hakkında Yusuf el-Karadavî de şöyle demiştir:
Bazı insanlar Hz. Hızır’ın, Hz. Mûsâ’dan sonra Hz. İsa zamanına kadar, sonra da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in zamanına kadar yaşadığını, günümüze dek yaşamakta olduğunu, kıyamete değin de yaşayacağını söylemektedirler. Falan kimseyle karşılaştığına, falan kimseye hırka giydirdiğine ve falanca kimseye söz verdiğine dair bazı hikâyeler, kıssa ve rivâyetler uydururlar, hatta Cenâb-ı Allah’ın onu yetkili bir görevli olarak yeryüzüne indirmiş olduğuna dair efsaneler düzerler.
Bunların zannettikleri gibi Hızır’ın (a.s.) sağ ve mevcut olduğuna delâlet eden kesin deliller yoktur. Tam bunun tersi istikamette olan deliller vardır. Hızır’ın sağ olmadığına dair Kur'an’dan, Sünnetten, akıldan ve muhakkik âlimlerin ettikleri
1968] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, Yöneliş Y., İst. 1995, s. 70-81
1969] Ebu Bekr b. Kavvam b. Ali -v.1259/658-
1970] Evliyâlar Ansiklopedisi, 7/157-158
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
icmadan deliller vardır.
İbrahim el-Harbî’ye Hızır’ın (a.s.) hâlen hayatta olup olmadığını sorduklarında, İbrahim şu cevabı vermişti: "Halk arasında karşılaşılan bu şahıs, şeytandan başkası olamaz." İbrahim el-Harbî ile Buhârî dışındaki birçok imam da kendilerine bu konuda soru sorulduğunda, Kur'an-ı Kerim’den şu âyeti cevap olarak okumuşlardır: "Biz, senden önce hiçbir insana ebedîlik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedî mi kalacaklar?" 1971
Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye bu konuda fikri sorulduğunda şöyle demişti: "Hızır eğer sağ olsaydı, Peygamber’e (s.a.s.) gelerek onun yanında cihad edip ondan ilim öğrenmesi gerekirdi. Oysaki Bedir gününde Peygamber şöyle duâ etmiştir: 'Allah’ım, bu (mücahitler) topluluğunu (savaşta) helâk edersen, yeryüzünde artık sana ibâdet edilmez.' Bedir savaşına katılan Müslümanların sayısı 313 erkekten ibarettir ki onların adları bellidir. Hani o zaman Hızır neredeydi?"
Kur'an, Sünnet ve muhakkik İslâm bilginleri, Hızır’ın sağ olmadığını haber vermektedir. Hızır (a.s.) eğer insansa, ebedî olamaz. Çünkü bir insanın ebedî kalmasını Kur'an ve Sünnet reddetmektedir. Eğer Hızır hayatta olsaydı, Peygamber’in (s.a.s.) yanına gitmesi gerekirdi. Zira Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki: "Vallahi, Mûsâ eğer hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başka yapacak bir şeyi kalmazdı." Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Câbir b. Abdullah’tan rivâyet etmiştir.
Hızır’ın bu uzun asırlar boyunca çöllerde, kurak arazilerde ve dağlarda yaşamını sürdürmesinin, (bu inanışta olanlara göre) faydası ve hikmeti nedir? Bunun ardında şer'î ve aklî bir fayda yoktur. Bunun tek sebebi şu olsa gerektir: İnsanlar her zaman garipliğe, acayipliğe, kıssalara ve efsanelere meylederler. Kendi hayallerini işleterek bazı tasvirlerde bulunurlar. Sonra da bu tasvirlerine dinî bir görünüm verirler. Dinî görünüme büründürülen hayal mahsulü bu efsaneler de, basit insanlar nezdinde revaç bulurlar. Bu efsaneleri kendi dinlerinin parçası sanırlar. Oysaki, bu gibi şeylerin dinle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Hz. Hızır hakkındaki hikâyeler, delilsiz ve mesnetsiz birer uydurmacadan ibarettir. 1972
Meraklarımızla da imtihan olunmaktayız. Kur’ân-ı Kerim, özü ilgilendirmeyen bazı konularda ayrıntıya girmez, boşluklar bırakır. Gereksiz teferruatla uğraşılıp tevhidî mesajın gölgelenmesine rızâ göstermez. Kıssalarda bizi fazla ilgilendirmemesi gereken bazı boşluklar bırakılır. Böylece merakımızı ne yönde kullanacağımız test edilir. Bu boşlukları Kur’an bütünlüğüne ve tevhid mesajına uygun yorumlarla mı dolduracağız, yoksa gereğinden fazla önem vererek ya da Kur’an’a ters ve temel tevhid mesajına uymayan te’vil, yorum ve kabullere mi dalacağız, bu sınanır. Bir grup taassubu, bir zayıf ve hatta uydurma hadis rivâyeti, İsrâilayat merkeze alınarak Kur’an’a ters yorumlarla bu boşlukların doldurulduğu tarihî miras ve güncel tavır olarak çokça karşılaşılan bir durumdur. Hızır kıssasındaki açıklanmayıp imtihan sorusu olarak boş bırakılan ve yoruma gerek görüp görmeyeceğimiz, gerek görüyorsak hangi ölçülerle yorumlayacağımız konusu da böyledir.
1971] 21/Enbiyâ, 34
1972] Yusuf el-Karadavî, Çağdaş Problemlere Fetvalar, 207-210. -Tekrar olmasın için bazı bölümleri çıkarılarak aktarılmıştır-
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 485 -
Öyle bir Hızır inancı var ki toplumda, bu inancın tevhidle uzaktan yakından bir bağlantısını kurmak mümkün değildir. Ölümsüz, tanrısal özellikleri olan, (Kur’an’da “kullarımızdan bir kul”1973 denildiği halde) kulun imdadına yetişen, her yerde bulunabilen ve her kılığa girebilen, insanlara bereket ve bolluk saçan ya da kahredip helâk eden insanüstü bir varlık. İşte deyimlerden bazıları: “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.”, “Hızır gibi yetişti”, “Hızır gibi imdat etmek”, “Hızır Âcil Servis.”
Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. İnsanlar artık Allah için infak etmek yerine Hızır’ın şerrinden, helâk etmesinden korkarak ya da daha ağırlıklı şekilde onun, kişinin dünyasını zenginleştirip maddî yönden kendisini ihyâ etmesini, malını bereketlendirmesini isteyerek, yani Hızır rızâsı için ve ondan ödül bekleyerek ancak fakirlere sadaka vermeyi düşünebiliyor. Öyle ya, Hızır yoksul, üstü başı dağınık, elbisesi kirli, kendisi hasta, zayıf, âciz, hatta zaman zaman nefret edilecek kadar çirkin biri gibi görünür ve insanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım isteyebilir. Onun için halk: "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil" diye birbirine tavsiye eder.
Baharı Hızır getirir. Çiçekleri o açar, yeşillikleri onun attığı adımlar bitirir. Bunca insanüstü işi başaran Hızır, nedense bu konuda bir başkasına ihtiyaç duyar. Baharı getirme konusunda ona bir ortak da gereklidir; İlyas’la koalisyon yapması, onunla buluşması lâzımdır. Hızır ile İlyâs’ın her sene dünyaya bahar getirmek için buluştuklarına inanılan günde bayram yapılır, Hıdrellez (Hızır-İlyas) kutlanır. Kutlanırken biraz şamanizmden, biraz ateşe tapan Mecûsilerden, biraz eski şirk unsurlarından inanç ve âyinler de katılır. Bu gün halk Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde ona rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne inanılan bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir.
İstediği kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yardım eden, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bolluk ve bereket bağışlayan, müslüman askerlere yardım için savaşlara katılan bir şahıs olarak kabul edilir. Deyimlerde, destanlarda yüceltilip putlaştırılır. Ninnilerde Hızır'ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi istenir. Bilmecelerde Hızır'ın kılıç salması, bir değnekle dağları oynatması gündeme getirilir.
Hızır adına yapılan şenlik olan hıdrellez günlerindeki törenlerde, âdet ve geleneklerde Hızır’dan şifâ ve sağlık talebi yapılır. Ondan uğur, bereket ve bolluk istenir. Mal-mülk, mevki ve servet talep edilir. Kısmet ve talih açması istenir.
Tasavvufun inandığı ve topluma tanıttığı Hızır tipinde de ciddi problemler vardır. Bu zümrelere göre Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir.1974 Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir.1975 Yardımına
1973] 18/Kehf, 65
1974] Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr
1975] Kuşeyrî
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur.1976 Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir.1977 Ölü insanları diriltme kabiliyetine mâliktir.1978 Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir (Bk. Serrâc, İbnül-Arabî ve birçokları). İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın velî hüviyetinde düşünüldüğünden dolayıdır. Onun için uygun görülen bu özellikler, velî (evliyâ) kabul edilen başka zatlar için de benzer özelliklerin düşünülüp atfedilmesine de sebep olmuştur. Aslında tasavvuf anlayışındaki Hızır mitolojisi, Abdallar-Kırklar mitolojisinin bir uzantısıdır.
Kur’an ve Sünnetin tanıttığı Hızır böyle biri değildir. Kur’an ve Sünnet, olağanüstü özellikleri olan bir Hızır’dan ve özellikle tanrısal yönleri bulunan insanüstü birinden bahsetmez. Kur’an’ın anlattığı kişi, Allah’ın “rahmet verdiği” ve “kendi katından ilim öğrettiği”, yani vahiy yoluyla bilgilendirilen, nübüvvet rahmetiyle nimetlendirilen bir zattır. Kur’an ve Sünneti tek ölçü kabul eden, tevhidle bağdaşmayan tüm yorum ve açıklamalardan gönlünü ve zihnini temiz tutan muvahhid mü’minlere selâm olsun!
1976] Bk. birçoklarıyla birlikte Hucvirî
1977] Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî
1978] Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 487 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hızır Aleyhisselâm, Ramazan Hûb, Kırk Kandil Y., 2. Baskı, İst. 2002
2. Hızır Aleyhisselâm, Ömer Faruk Hilmi, Fatih Y. 2. Baskı, İst. 2002
3. İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, A. Yaşar Ocak, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Y., Ankara 1985
4. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y., Ank. 1984
5. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 406-412
6. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Hamdi Döndüren, Ahmet Önkal, Şamil Y., c. 2, s. 407-408
7. Hızır (Türkler'de), Pertev Naili Boratav, İslâm Ansiklopedisi, V/l, s. 462-471
8. Hızırla Kırk Saat, Sezai Karakoç, (Şiir) Diriliş Y. İstanbul 1967
9. Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İskender Pala, Ankara 1995, s. 248-249
10. Türkler'de Hızır İnancı, Mehmet Aydın, Selçuk Ün. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2, Konya 1987, s. 51 -77
11. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 12, s. 366-370, c. 4, s. 76, c. 16, s. 76
12. Müsned, V, 117-122; Buhârî, 'İlim" 16, 19, 41, 44, "Tevhîd 3l, "Enbiyâ" 27, 29, "Tefsir" 18/2-4; Müslim, "Fezâ'il" 170-174, "Fezâilu’s-Sahâbe" 219; İbn Mâce, "Fiten" 23; Tirmizî, "Tefsir" 19/1
13. Hızır’ı Arayan Peygamber, Ahmet Cemil Akıncı, Sinan Y., İst. 1982
14. Kur’an’da Gayb Bilgisi, Şadi Eren, Işık Y., İzmir, 1995, s. 29-34
15. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, TDV Y., Ankara 1992, s. 228-230
16. Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Aliyyu’l-Kari, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 33, 99, 145
17. Usûl-i Hadis ve Mevzûât-i Aliyyü’l-Karî Tercemesi, Ahmet Serdaroğlu, Özel Y., Ank. 1966
18. el-Menârü'l-Münîf fi's-Sahih ve'd-Da'îf, İbn Kayyım el-Cevziyye, Tahkik ve Tercüme Muzaffer Can, Cantaş Y., İst. 1992
19. Mevzû Hadisler Menşei Tanıma Yolları Tenkidi, M. Yaşar Kandemir, İFAV Y., İst. 1997
20. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler, Muhittin Uysal, Yediveren Y., Konya 2001
21. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T.D.V. Y., Ank. 2000
22. Çağdaş Meselelere Fetvalar, Kardavi, c. 1, s. 257-260;
23. Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış, Yöneliş Y., s. 70-80;
24. Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y., s. 91-96
25. Meseleler ve Çözümleri, Mevdudi, Risale Y., c. 2, 28-31s .
26. Tasavvuf ve İslâm, Ercüment Özkan, Anlam Y., s. 335-346