Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME


- 1 -
Kavram no 113
Ahlâkî Kavramlar 25
Bk. Ticaret; Fâiz; Cimrilik-Cömertlik
KARZ-I HASEN /
ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
• Karz; Anlam ve Mâhiyeti
• Karz-ı Hasen; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Karz-ı Hasen
• Hadis-i Şeriflerde Karz-ı Hasen
• Borç ve Borç Vermeyle İlgili Hükümler
• Borcun Yazılması
• Borç Senedi
• Borçlarda Enflasyon
• Vâde Farkı
• Borcu Dövize Çevirme
• İslâm Dışı Ekonomik Hayat ve Karz-ı Hasen
• Borç Konusu ve İnsanımız
• Karz-ı Hasenin Fazîleti
• Borçlanmaktan Sakınmak İslâmî Görevimizdir
• İnfakın, Allah İçin Borç Vermenin Fayda ve Hikmetleri
“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a karz-ı hasen/güzel bir borç verecek olan kim var? Allah (dilediğine) bol verir, (dilediğinden) kısar. Sadece O’na döndürüleceksiniz.” 1
Karz; Anlam ve Mâhiyeti
Karz; Borç, kredi, ödünç, altın, gümüş, nakit para ve mislî olan şeyleri başkasına ödünç vermek anlamında bir İslâm hukuku terimidir. Çoğulu kurûzdur. Hanefîler dışında diğer mezhepler selem akdi yapılan tüm malların karz olarak verilebileceğini söylerler. Onlar böylece, bazı kıyemî malları da tarife alarak kapsamı genişletmişlerdir. 2
Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah'a ödünç vermek" şeklinde ifâdesini bulan, fâizsiz ve karşılıksız verilen ödünç para anlamına gelen "karz-ı hasen"i de kapsamına alan altı âyet vardır. Bunlardan birisi şöyledir: "Allah'a karz-ı hasen olarak ödünç verecek olan kimdir? İşte O, bunun karşılığını kat kat arttıracaktır. Ona, bundan başka çok değerli bir mükâfat da vardır."3 Konu ile ilgili âyetler şunlardır: 5/Mâide, 12; 2/Bakara, 245; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbun, /17; 73/Müzzemmil, 20.
Peygamberimiz de çeşitli hadislerinde karz-ı hasenin faziletlerinden bahseder.
1] 2/Bakara, 245
2] el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', VII, 394; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 313; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, V, 366
3] 57/Hadîd, 11
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Bir müslüman diğer müslümana iki defa ödünç (para) verirse, bir defa tasaddukta bulunmuş gibi olur." 4 Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Allah'ın elçisinin şöyle buyurduğu rivâyet olunur: Mirac gecesi bana, cennet kapısında şöyle bir yazı gösterildi. Sadaka için on katı, karz-ı hasen için ise on sekiz katı ecir vardır. Cebrâil'e, karzın niçin sadakadan daha üstün olduğunu sorduğumda, şu cevabı verdi: Şüphesiz, dilenci (çoğu zaman) yanında varken ister. Ödünç isteyen ise, ancak ihtiyaç sebebiyle ister." 5
Karzın rüknü icap ve kabuldür. Ödünç verenin teberrua ehil olması gerekir. Baba, vasî ve mümeyyiz küçükler, temsil ettikleri kimsenin malını teberrû edemedikleri gibi, ödünç vermeye de ehil değildirler. Ödünç vermede, başlangıçta bir ıvaz (karşılık) bulunmadığı için, bir bakıma teberrû niteliği vardır. Akdin tamamlanması için, ödünç verilecek şeyin karşı tarafa teslim edilmiş olması gerekir. Hanefîlere göre, yalnız mislî olan yani ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan şeyler karz olarak verilebilir. Hayvan veya gayrimenkul gibi kıyemî malları karz akdine elverişli değildir. Bunlar ihtiyacı olana kira veya âriyet yoluyla verilebilir. Çünkü kıyemî malların misli bulunmadığı için benzerini geri vermek mümkün olmaz. Meselâ; iki yaşlarında 700 milyon liraya da, 1 milyar liraya da sığır cinsi hayvan bulunabilir. Ödünç veren daha iyisini almak isterken, ödünç alan daha ucuz olanını geri vermek isteyebilir. Bu durum menfaat çekişmesine yol açar. 6
Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, kendisinde selem akdi yapılabilen her şeyin karz olarak verilmesi de mümkündür. Bu mislî olabileceği gibi kıyemî mallardan da olabilir. Hayvan da bunlar arasındadır. Ebû Râfi'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Allah Rasûlü, bir adamdan iki yaşlarındaki bir deveyi ödünç almıştı. Sonra ona birtakım zekât develeri geldi. Bana, ödünç aldığı kimseye iki yaşlarında bir deveyi vermemi emretti." Ben de dedim ki: "Develer arasında altı yaşını bitirmiş daha güzel olanından başkasını bulamıyorum." Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Onu ona ver, şüphesiz sizin en hayırlınız, ödeme bakımından en güzel olanınızdır." 7 Hanefîler Ebû Râfi' hadisini mensuh kabul ederler. 8
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, karz akdinde vâde şartı geçerli değildir. Aksi halde nesîe ribâsı sözkonusu olur. Karz başlangıçta teberrû niteliğindedir. Ödünç veren için bedelini derhal isteme hakkı doğar. Ancak süre belirlenmiş olur ve ödünç veren buna riâyet etmiş bulunursa, ödünç alana kolaylık göstermiş ve iyi bir iş yapmış olur. Satım ve kira akdi akitlerde ise tarafların tesbit edecekleri vâdeler bağlayıcı olur.
İmam Mâlik'e göre, karz akdi, vâde belirlenmekle vâdeli olur. Delil şu hadistir: "Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar." 9 Çünkü taraflar karz akdi ile bunu devam ettirme veya ikâle yapma bakımından tasarrufa mâlik olurlar. Bu arada vâdeyi uzatma yetkisine sahiptirler. 10
4] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 229
5] İbn Mâce, Sadakat, 19; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, lV, 126
6] el-Kâsânî, a.g.e, VII, 394; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 314; İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, IV, 179, 195
7] Müslim, Müsâkât, 118; Ebu Dâvud, Büyû', 110; Tirmizî, Büyu', 73
8] Sahîh-i Müslim Tercemesi, Terc. A. Davudoğlu, VIII, 96, 101
9] Buhârî, İcâre, 14, 50
10] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 303; İbn Kudâme, a.g.e, IV, 315
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 3 -
Hanefîlerin meşhur görüşüne göre, ödünç vermenin menfaat celbeden bir tarzda olmaması gerekir. Ancak ödünç verenin yararlanması, akit sırasında şart koşmaksızın ve bu konuda örf de bulunmaksızın olmuşsa bunda bir sakınca yoktur. Meselâ, ödünç alan kimse, parayı geri verirken ilâve yapsa veya teşekkür olarak evini tercihen ödünç para verene satsa, bunda bir sakınca bulunmaz. Câbir b. Abdillâh'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Benim Rasûlüllah (s.a.s.)'da bir hakkım (alacağım) vardı. Bana bunu ziyâde ederek ödedi." 11
Aslında, menfaat celbeden karz yasağı ez-Zeylaî'nin Nasbu'r-Râye'de tesbit ettiği gibi, herhangi bir hadise dayanmaz. Bunu şart koşulan veya örf hâlini alan menfaatlerle ilgili olarak düşünmek mümkündür.12 Ödünç verene hediye vermek şart koşulmuşsa bu mekruh olur. Aksi halde bir sakıncası bulunmaz. Ancak dostlar arasındaki mûtat hediye ve ikramlar bundan müstesnâdır. Rehinden yararlanma da, rehin verenin izniyle mümkün ve câizdir. 13
İslâm'da karz yoluyla kısa vâdeli ve küçük kredileri temin etmek mümkün olabilir. Bu, akrabalık, dostluk, karşılıklı yardımlaşma, karşılığını âhirette alma, ileride kendisi de benzer ekonomik sıkıntıya düşerse destek hazırlama gibi düşüncelerle yapılabilir. Kısa vâdeli ihtiyaçların esnaf, tüccar ve komşularla hısım akraba arasında çözümlenmesi ve bundan bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür. Bu yolla fertler birbirine yaklaşır, iyilik duyguları güçlenir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevâbına nâil olurlar. İslâm'da uzun vâdeli ve büyük krediler için kâr ortaklığı esası getirilmiştir. Çünkü bir yarar olmaksızın insanların birbirlerine yardımcı olmaları süreklilik arzetmez. Özellikle kredinin miktarı büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri içinde çözmek mümkün olmaz. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, ortaklarını gerçek mal varlığına hissedar yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, ya da ortakların anaparalarına eklemeye râzı olursa, kredi problemine çözüm yolu bulmak kolaylaşabilir. 14
Karz-ı Hasen; Anlam ve Mâhiyeti
Karz-ı Hasen: Güzel ödünç vermek demektir. Dinin emirlerine uygun ödünç verme anlamında kullanılır. Bir kimsenin nakit para, ölçülebilir, tartılabilir ve sayılabilir bir malı, benzerini (mislini) sonra almak üzere bir şahsa vermesidir. Söz edilen bu mallardaki ortak özellik misliyattan olmaları, yani her zaman benzerlerinin bulunabilme husûsiyetine sahip olmalarıdır.
Hiçbir maddî çıkar düşüncesi gözetmeksizin sırf Allah'ın rızâsını kazanmak ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla karşılıksız borç vermeye karz-ı hasen denir. Güzel anlamına gelen "hasen" sıfatıyla nitelenmesi amacındaki ruh yüceliğinden ileri gelmektedir. Ödünç vermeye "ikrâz", ödünç verene "mukriz", ödünç alana "müstakriz" adı verilir. Ödünç almaya "istikraz" denir.
Nakit para, altın, gümüş, arpa, buğday, yağ, bal, yumurta ve ceviz gîbi tartılabilir, ölçülebilir ve piyasada benzeri bulunabilir şeyler arasında karz muâmelesi yapılabilir. Bir kimse karzla elde ettiği şeye mâlik olur, mukrızâ bunun mislini
11] Müslim, Müsâkât, 120; ea-şevkânî, a.g.e, V, 231
12] Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî fi Uslûbihi'l Cedid, I, 504
13] İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, IV, 182; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, İklim Y. İstanbul 1988, s. 87, 94
14] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 310-311
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermekle mükellef bulunur. Karz dışındaki her borcu ödeme hususunda tecil (geciktirme) geçerlidir. Ancak karz muâmelesinde geçerli değildir. Mukrız istediği an süresi dolmadan ikraz ettiği şeyi geri isteyebilir. Mustakrizin hemen bunu iâdesi gerekir. Ödünç alınan bir malın ödenmesi misliyle olur. Kıyemîyyat adı verilen ve piyasada benzeri bulunmayan veya bulunsa da ölçü ve değerce farklı olan mallar arasında karz muâmelesi yapılamaz. 15
Karzın rüknü icâb ve kabul ile bu esnâda malın tesliminden ibârettir. Karz akdinin sıhhatli olabilmesi için, tarafların akıllı ve mümeyyiz olması; piyasada misli olan malın bulunması, karz muâmelesi esnâsında herhangi bir menfaatin şart koşulmaması gereklidir.16 Ödünç veren kişinin, verdiği bu ödünç sebebiyle müstakrizden bir menfaat talebi haramdır. Çünkü karzın karşılığında fazla bir şey istemek fâizdir. Ancak mustakriz dilerse mukrızâ herhangi bir şarta dayalı olmaksızın hediye verebilir, ikramda bulunabilir. 17
Toplum şartları günden güne değişmektedir. Toplumu oluşturan fertler arasındaki sosyal yardımlaşma duygu ve olgusu İslâm'ın tavsiye ettiği en önemli konulardan biridir. Müslümanlar, cemiyet ve fert olarak ekonomik modellerini muhâfaza ve yaşatmakla yükümlüdürler. Bu itibarla, fâiz batağına saplanmamak için fahrî bir yardımlaşma türü olan karz-ı hasen vb. sosyal ve ekonomik kurumlara işlerlik kazandırmak gerekir.
Zarûrî olmadıkça karz alınmamalıdır. Alındığı takdirde de mukrızın hukukuna saygılı davranılmalı ve bir an önce ödünç alınan para veya malı ödemeye gayret edilmelidir. Darda kalan müslümanlara ödünç verme durumunda olan kişiler de bu güzel geleneği sürdürmeli ve Allah Teâlâ'nın bunu karşılıksız bırakmayacağını düşünmelidirler. Sadaka vermek dinimizde övülmüş bir şeydir. Ancak ihtiyaçlının incinebileceği düşünülerek ödünç olarak vermek daha iyidir. Çünkü Peygamberimiz "Bir şeyi ödünç vermek, onu sadaka olarak vermekten hayırlıdır." 18 buyurmuştur. 19
Kur’ân-ı Kerim’de Karz-ı Hasen
Kur’ân-ı Kerim’de “karz” kelimesi ve türevleri 13 yerde geçer. “Karz-ı hasen” kavramı 6 âyette kullanılır. Yine, borç anlamında “deyn” kelimesi 6 yerde zikredilir. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'de karz-ı hasen ifadesini müfessirler Allah yolunda mal infakı şeklinde de açıklamışlardır.
Kur'an'da emredilen Allah yolunda karz-ı hasen, bazı müfessirlere göre; aslında savaş masraflarına katkıda bulunmayı öğütlemektedir. Bu tâbir, ilk olarak, Kur'an'ın iniş sırasına göre üçüncü sûresi olan Müzzemmil sûresinde geçer. “... Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a karz-ı hasen/gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah
15] Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istilâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1986, VI, 94-104
16] Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İstanbul 1985, II, 474-475
17] Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., VI, 99-100
18] el-Azîzî, es-Sirâcü'l-Münîr Şerhu Câmi's-Sağîr Fi Hadisi'l-Beşîri'n-Nezîr, III, 57
19] Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 311-312
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 5 -
çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”20 İlk olarak Allah için borç verme deyiminin ilk Mekke'de inen sûrelerde yer almış olması, ilk anda sanki Mekke'de savaşa teşvik gibi görünebilir ama gerçekte öyle değildir. Çünkü Müzzemmil sûresinin bu âyeti, üslûbundan da belli olduğu üzere Medine'de inmiştir. "Allah için karz-ı hasen/borç verme" deyimi, fiilî savaş döneminin başladığı Medine döneminde inen âyetlerde yer almaktadır. Bu âyette namaz kılmak, zekât vermek ve Allah için karz-ı hasen emredilmekte; Allah için yapılan yardımların zâyi olmayacağı, Allah katında böyle yardım yapanlara, fazlasıyla karşılık verileceği vurgulanmaktadır. Müzzemmil 20. âyetinin öncesinde, "Müslümanların bir bölümünün ticaret amacıyla seferde olacağı, bir bölümünün de Allah yolunda savaşta bulunacakları için Allah'ın, gece ibâdetini hafiflettiği belirtilmektedir ki, bu ifadeler, âyetin Medine döneminde inmiş olduğunu kanıtlar. Çünkü Mekke'de "Allah yolunda savaşmak" sözkonusu değildi. O zaman savaşacak durumda olmayan müslümanlara sabır tavsiye edilmişti.
Savaş, insan gücüne ihtiyaç gösterdiği kadar, mâlî güce de ihtiyaç gösterir. Savaşan ordunun silâha ve beslenmeye ihtiyacı vardır. Bu da paraya, ekonomiye dayanır. İşte Medine'de inen sûrelerde halk, yapılacak savaşlara katkıda bulunmaya teşvik edilmekte ve bu konuda yapılan yardımların, Allah'a verilmiş borç olduğu, Allah'ın, bunları sahiplerine fazlasıyla ödeyeceği vurgulanır. Bu ifade ile istenen yardım, fakirlere yardımdan, yani Allah için sadaka vermekten çok, Allah'ın dininin yücelmesi için yapılan savaşlara katkıdır. Bu yardımlar, Allah'a verilen borç kabul edilmiştir. Borç verilen kimse güvenilir ise, borcun geri alınacağından endişe edilmez. Burada borcu olan Allah'tır. Artık O'na verilen borcun ödeneceği hususunda hiç kaygı duyulur mu? Yüce Allah, kendi rızâsı için fakir kullarına veya kamu yararına yapılan yardımları kendisine verilmiş ödünç kabul eder ve onların karşılığını kat kat fazlasıyla verir. Verilen sadaka, malı eksiltmez, bereketlendirir. Peygamberimiz (s.a.s.) "Allah için sadaka verdiğiniz mal, sizin kendi malınızdır; geriye bıraktığınız mal sizin değil, vârisinizin malıdır." 21
(Bu yoruma göre;) Allah için karz-ı hasen vermeye teşvik eden âyetlerin hepsi, savaşla ilgilidir ve mü'minleri savaşa katkıya çağırmaktadır. Bakara sûresinde Allah yolunda savaş emrinden sonra Allah için güzel borç verenin, yani bu uğurda yapılacak savaşa katkıda bulunan kimsenin verdiği malın, kendisine kat kat ödeneceği belirtilir.
Aslında mal Allah'ındır. İnsan yeryüzünün halifesi olarak mala sahip olur; ama mal gerçekte ona emânettir. Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir. Mülkün asıl sahibi Allah'tır. İşte, insanın mala halife kılınması, Allah'a ait olan malın üzerine vekil, emânetçi kılınmasındandır. Yahut mal başkasının idi, başkasından kendisine geçti, kendisi başkasının yerine geçip mala sahip oldu. İşte mal denilen şey, böyle insandan insana geçen, insanların, mülkiyetini birbirlerinden devraldıkları bir şey olduğu için, Hadîd sûresinde karz-ı hasenle ilgili tavsiyeden önce "Sizin üzerinizde halife yapıldığınız, hâkim kılındığınız, tasarrufa yetkili kıldığı şey" 22 diye nitelendirilmiştir. 23
20] 73/Müzzemmil, 20
21] Buhârî, Rikak 12; Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsîr Sûre 102; Ahmed bin Hanbel, IV/24, 26
22] 57/Hadîd, 7
23] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 2, s. 477-481
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ancak, Kur’an’da geçen “karz-ı hasen” kavramının sadece savaşla ilgili yardım anlamına geldiğini söylemek, geniş anlamı daraltmak demektir. Kur’an’da geçen “karz-ı hasen” kavramını, “Allah’ın rızâsını kazanmak için yapılan her çeşit malî harcama ve yardım” anlamına geldiğini değerlendirmek daha doğrudur.
Kehf sûresindeki ifâde hâriç, Kur’an’daki karz; borç vermek anlamında kullanılmıştır. Mecazî bir anlatımla Allah’a güzel bir şekilde borç (karz-ı hasen) veren kimseye bunun kat kat fazlasının ödeneceğinden söz edilmiştir. Bu âyetlerde Allah’ın rızâsını kazanmak için yapılan malî harcamanın Allah’a verilen borç olarak anılması, verilenin Allah katında zâyi olmayacağına, karşılığının sevap ve mükâfat olarak geri döneceğine dair İlâhî bir vaad şeklinde yorumlanır. Bu ödüncün “hasen/güzel” diye nitelenmesi ise harcamanın riyâ ve dünyevî beklenti karıştırmadan sırf Allah rızâsı için ve helâl maldan yapılmasının gerektiğine ve böyle bir davranışın güzelliğine işaret eder.
Karz, Allah’a yakınlaşma (kurbet) anlamı içeren bir işlem olup borç alan açısından dünyevî, karz-ı hasen veren açısından uhrevî fayda beklentisiyle yapılacak harcamaların bir bakıma dünyada Allah’a borç verme sayılıp karşılığının âhirette kat kat fazlasıyla alınacağı belirtilir. Burada “hasen/güzel” nitelendirmesiyle geçen karz tâbiri, ödünç işlemi de dâhil, hayır duygusuyla ve Allah rızâsı için yapılan her türlü malî fedâkârlığı kapsar. İhtiyaç sahibi bir kimseye ödünç vermenin karz-ı hasen adıyla yaygınlık kazanması Kur’an’da geçen bu teşvik ve nitelendirmeden kaynaklanır. İslâm Devletinin zekât gelirlerinden borçlular için de bir fon ayırması 24 borcun ödenmesine verilen önemin bir tezâhürüdür.
"Kim Allah'a karz-ı hasen/güzel bir borç verirse Allah ona kat kat fazlasıyla öder." 25 âyeti inzâl olunca yahûdiler, "bizden borç istediğine göre Allah fakirdir, biz zenginiz" dediler. Hâlbuki Kur'an'daki "karz-ı hasen" âyetinin bir benzeri Tevrat'ta da vardı: "Fakire acıyan Rabbe borç verir. Ve karşılığını Rab ona öder."26 Her dilde mecazî anlatım vardır. Bu mecazî ifadelerin ne anlama geldiğini herkes gibi yahûdiler de biliyordu, ama bilmezlikten geliyorlardı. Bu tip bir yaklaşım, sadece Allah'ı hakkıyla takdir edememek değil, aynı zamanda Allah'a sûizan etmektir.
“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a karz-ı hasen/güzel bir borç verecek olan kim var? Allah (dilediğine) bol verir, (dilediğinden) kısar. Sadece O’na döndürüleceksiniz.” 27
“Andolsun ki Allah, İsrâiloğullarından söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden on iki de başkan göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: ‘Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allah’a karz-ı hasen/güzel borç verirseniz (ihtiyacı olanlara Allah rızâsı için fâizsiz borç verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa doğru yoldan sapmış olur.” 28
“Kim Allah’a karz-ı hasen/güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat
24] 9/Tevbe, 60
25] 2/Bakara, 245
26] Kitab-ı Mukaddes, Süleymanın Meselleri, 19/17
27] 2/Bakara, 245
28] 5/Mâide, 12
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 7 -
kat verir ve ayrıca ona çok değerli bir mükâfatı vardır.” 29
“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a karz-ı hasen/güzel bir ödünç verenlere, verdikleri kat kat arttırılır ve onlara şerefli bir mükâfat vardır.” 30
“Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir/imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır. O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak infak edin/harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Eğer Allah’a içten gelen istekle karz-ı hasen/ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükâfat verendir, ama cezâ vermekte acele etmeyendir.” 31
“... Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a karz-ı hasen/gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 32
“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer gerçekleri çok iyi anlayan kimselerden iseniz, (ödeyemeyecek derecede güçsüz olan borçlunun borcunu) sadaka (veya zekât) saymak sizin için daha hayırlı bir iş olur.” 33
“Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adâletle yazsın. Hiçbir kâtip, Allah’ın kendisine öğrettiği (emrettiği) gibi yazmaktan çekinmesin (her şeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da (tam olarak) yazdırsın, Rabbına sığınsın, üzerindeki haktan hiçbir şeyi noksanlaştırmasın. Şâyet borçlu sefîh veya zayıf ya da kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, onun velîsi adâletle yazdırsın. Bu şekilde yapılan muâmelede erkeklerinizden iki şâhit gösterin. Eğer iki erkek bulunamazsa rızâ göstereceğiniz şâhitlerden olmak şartıyla bir erkek iki kadın gösterin ki, onlardan biri yanılırsa diğeri onu düzeltsin ve doğru söylesin. Çağırıldıkları vakit şâhitler gelmezlik etmesinler. Büyük veya küçük vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Öyle yapmanız daha adâletli, şehâdet için daha kuvvetli, şüpheye düşmemeniz için daha sağlamdır. Ancak aranızda çevirdiğiniz bir ticâret olursa bu durum farklıdır. İşte o zaman yapmakta olduğunuz alış-verişlerinizi yazıp şâhit göstermezseniz beis yoktur. Hiçbir kâtibe ve hiçbir şâhide zarar verilmesin. Eğer onlardan birine bir zarar verirseniz şunu iyi bilin ki bu, kendiniz için de bir kötülük olur. Allah’tan korkun. Allah size bunları öğretiyor. Allah her şeyi bilir. Yolculukta olur da, yazacak bir kâtip bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin kâfidir. Bir kısmınız diğerlerine bir şey emânet ederse, yed-i emîn olan kimse kendisine emânet edileni yerine versin ve bu hususta Allah’tan korksun. Şâhitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır (daima vicdan azabı çeker). Allah yapmakta olduklarınızı bilir.” 34
"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dâne gibidir ki, her başakta yüz dâne vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir. Mallarını Allah yolunda infak edip harcayarak arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır.
29] 57/Hadîd, 11
30] 57/Hadîd, 18
31] 64/Teğâbün, 15-17
32] Müzzemmil, 20
33] 2/Bakara, 280
34] 2/Bakara, 282-283
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir. Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe iman etmediği halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isâbet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez." 35
“... (Bütün bu miras payları, ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır...” 36
“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, müellefe-i kulûba/gönülleri (İslâm’a) ısındıralacak olanlara, (esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve) kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, (harçlıksız kalmış) yolcuya mahsustur. Allah alîm ve hakîmdir.” 37
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, elleriniz altında bulunanlara (köle, câriye ve hizmetçilerinize) iyi davranın.” 38
“... İyilik ve takvâ/(Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.” 39
“Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri/yardımcıları ve dostlarıdır. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah azîzdir, hikmet sahibidir.” 40
“Kâfir olanların da bir kısmı bir kısmının yardımcılarıdır. Eğer siz onu (Allah’ın emirlerini) yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur.” 41
"Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, her başağı yüz daneli yedi başak bitiren bir tohumun hali gibidir. Allah dilediği kimseye daha kat kat verir. Allah'ın ihsanı çok geniştir. Her şeyi hakkıyla bilendir." 42
"Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın." 43
"Mallarını gizli ve açık olarak gece ve gündüz harcayan kimseler var ya, işte onların, Rableri katında ecirleri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." 44
“De ki: ‘Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini azîz kılar, yüceltir; dilediğini de zelîl kılar, alçaltırsın.
35] 2/Bakara, 261-263
36] 4/Nisâ, 11
37] 9/Tevbe, 60
38] 4/Nisâ, 36
39] 5/Mâide, 2
40] 9/Tevbe, 71
41] 8/Enfâl, 73
42] 2/Bakara, 261
43] 2/Bakara, 267
44] 2/Bakara, 274
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 9 -
Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” 45
"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar birre (Cennete ve iyiliğin en güzeline) eremezsiniz." 46
"Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar." 47
"Allah, faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez." 48
"Allah'ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır." 49
Tefsirlerden İktibaslar
Şimdi kimdir o yiğit ki, Allah'a bir karz-ı hasen, yani gönülden koparak iyi niyet ve ihlâsla dişinden, tırnağından güzelce kırpıp bir ödünç versin, Allah yolunda mal harcasın da, o da yarın ona, birçok defa katlayarak kat kat fazlasıyla versin yahut her kim öyle ödünç verirse, Allah da ona böyle kat kat verir. Bu katların miktarını ancak Allah bilir. Bununla beraber, "...bir tanenin hâli gibidir ki yedi başak bitirmiş, her başakta yüz tane var..." 50 hesabıyla bire yedi yüz de denilmiştir.
Rivâyet olunuyor ki Ebû'd-Dehdah (r.a.): "Ya Rasûlallah! Benim iki bahçem var, birisini tasadduk edersem bana cennette iki misli var mıdır?" demiş. "Evet" buyrulmuş, "Dehdah'ın anası da yanımda mı?" demiş, "Evet" buyrulmuş, "Sabiyye de beraberimde mi?" demiş, "Evet" buyrulmuş. Bunun üzerine bahçelerinin en güzeli olan Huneyniyye adındaki bahçesini tasadduk etmiş, dönüp çoluk çocuğuna gelmiş, onlar da o bahçede bulunuyorlarmış. Hemen bahçenin kapısına durmuş, hanımı Ümmü Dehdah'a bunu nakletmiş. O da "Satın aldığın bahçeleri Allah mübarek etsin!" demiş. Çıkmışlar, bahçeyi teslim etmişler, bu âyet inmiş. Rasûlullah, "Ebû Dehdah için Cennette nice hurma ağaçları saçak atıyor" buyurmuş.
Bu ne lütuftur ki Allah kullarına böyle bir ödünç alma işi ilan ediyor ve bu bereketin, ihlâs ve iyi niyetle kulun iradesine bağlı olduğunu da gösteriyor. Buna talip olunuz. Allah bu katlı ihsanı önceden niye yapıvermiyor, demeyiniz. Çünkü Allah sıkar ve açar, gerek fertlere ve gerekse toplumlara bazen darlık verir, bazen de genişlik. Darlıkta ümitsizliğe düşmemeli, genişlikte azıtmamalı her iki takdirde herkes hâline göre iyiliğe rağbet göstermelidir. Dişinden, tırnağından güzelce kesip Allah'a mal ve bedence isterse sıkıntılara tahammül etmek ve hiçbir şey bulamazsa "Allah'ı tesbih ederim, Allah'a hamd olsun, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah büyüktür." demek suretiyle olsun karz-ı hasen yapılmalı "Allah'a güzel bir ödünç verilmeli"dir ki sonu genişlik olsun. Ve siz ne kadar kaçınsanız, sonunda o Allah'a döndürüleceksiniz. Mükâfat veya cezanızı mutlaka
45] 3/Âl-i İmrân, 26
46] 3/Âl-i İmran, 92
47] 34/Sebe', 39
48] 2/Bakara, 276
49] 3/Âl-i İmran, 180
50] 2/Bakara, 261
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulacaksınız. 51
"Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da bu borcu ona kat kat fazlası ile öder. Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır. Döndürüleceğiniz yer O'nun katıdır." 52 Ölüm ile hayat nasıl elinde ise Allah'ın çıkmasını takdir etmediği bir can, nasıl ki sahibi savaşa katıldı diye kayba uğrayacak değilse, mal da böyledir, Allah yolunda harcandı diye kaybolmaz. O, Allah'a verilmiş bir karşılıksız borçtur (karz-ı hasendir), O'nun katında teminat altındadır. O, onu kat kat fazlası ile geri verir. Dünyada mal, bereket, mutluluk ve huzur olarak geri verir. Ahirette ise yine mutluluk, Cennet nimeti, hoşnutluk ve kendine yakınlık derecesi olarak geri verir.
Zaten zenginlik ve fakirlik meselesi Allah'a dayanır, yoksa bu işin belirleyici faktörü ne mal ihtirası ne cimrilik ne de özveri ve mal harcama eylemidir: "Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır.
Sonunda her şey Allah'a geri dönecek. Mallar ve onların sahibi olduklarını sanan insanlar bu varlık âleminde ne ki onlar Allah'a dönmesinler; onlar da dönecek elbette: "Döndürüleceğiniz yer O'nun katıdır." O halde ölümden ürkmenin, fakirlikten korkmanın ve Allah'a dönme konusunda tereddüt etmenin anlamı yok. Buna göre müminler Allah yolunda savaşsınlar, canlarını ve mallarını özveri ile ortaya koysunlar ve iyi bilsinler ki nefesleri sayılı, malları belirlidir. O halde yaşadıkları sürece güçlü, özgür, yiğit ve onurlu olmaları onlar hesabına hayırlıdır. Sonuçta dönüşleri Allah'adır. 53
Karz-ı hasen (güzel bir borç), hiçbir kişisel kazanç veya çıkar nedeniyle değil, fakat sadece Allah'ı razı etmek için verilen borçtur. Allah böylece, sadece kendi yolunda kendisine verilen borcun karşılığını çok iyi bir şekilde değerlendirir. Allah, sadece borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten Allah rızâsı için ve O'nun tasdik ettiği bir gaye için harcamışsa, daha da fazlasını ödemeye söz vermiştir. 54
“Allah’a karz-ı hasen vermek” tâbirini Muhammed Esed; “kişinin kendi hayatını Allah yolunda fedâ etmesi veya O’na adaması olarak izah eder. 55
“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer gerçekleri çok iyi anlayan kimselerden iseniz, (ödeyemeyecek derecede güçsüz olan borçlunun borcunu) sadaka (veya zekât) saymak sizin için daha hayırlı bir iş olur.”56 Ve eğer borçlu züğürt durumda ise o halde ödemeye ilişkin hüküm, çaresiz olarak onun kolay ödeyebileceği zamanı beklemeyi gerektirmektedir. Borçluya, ödeyebilecek duruma gelinceye kadar süre tanımak gerekir. Ve bu gibi borcunu ödeyemeyecek borçlulara alacağınızı sadaka edip bağışlamanız, sizin için onlara süre tanımaktan daha hayırlıdır. O parayı bağışlamanın sevabı daha çoktur. Eğer bilirseniz böyle yaparsınız. Bu âyetin hükmü, delâleti ve kapsamı açısından her çeşit borç için geçerlidir. Hükmü bütün borçlara şamildir. Bu husus da borçlanmayla ilgili hükümler arasında temel hükümlerden biridir. Bundan dolayıdır ki,
51] Elmalılı
52] 2/Bakara, 245
53] Fi Zılâl
54] Mevdûdi
55] Bk. Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, İşaret Y. c. 1, s. 73
56] 2/Bakara, 280
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 11 -
borçlunun gerçekten sıkıntı içinde olduğu kesin olarak ortaya çıkarsa hapsine hüküm verilmez, hapsedilmez. Borçlu olan fakirlere borçtan kurtulmaları için yardım etmek ve alacağını ona olduğu gibi bağışlamak da büyük bir hayır teşkil eder.
İnfak ile ilgili hükümler, kazanç yollarından olan alışveriş ve ribâyla ilgili hükümlere, bu da borçlanmayla ilgili hükümlere müncer olmuştur. Borç ise her şeyden önce yükümlülük ve zimmet denilen insan haysiyeti ile ayakta duran bir özellik olduğundan, Cenâb-ı Hak, bunu bizzat kendi ezelî misakı altına alarak ve nihâyet en büyük müeyyidesi (yaptırımı) olan dindarlık ve takvâ duygusuna bağlamış ve fakat takvâ duygusunun helâl kazanca engel olacak olumsuz bir yöne sapmaması için bundan sonra genel olarak borçlanmaların yazılı belgelere bağlanmasını ve nasıl yazılması gerektiğini, ikinci derecedeki ayrıntı sayılabilecek açık belgelerini ve diğer temel hükümlerini beyan ederek buyurmuştur ki:“Ey iman edenler! Belli bir vade ile karşılıklı borç alış verişinde bulunduğunuz vakit onu yazın.”
Borçla ilgili ayrıntılı hükümler bulunan Bakara sûresi 282. âyetine "Müdâyene Âyeti" denilir ki, Kur'ân'daki en uzun âyet budur. Bir rivâyete göre; nüzul sebebi "selem" denilen alışverişlerdir. Yani peşin para ile veresiye mal almak demek ise de her çeşit alışverişe ve borçlanmaya şamildir. Ancak dil âlimleri demişlerdir ki, "karz" ile "deyn" birbirinden farklı şeylerdir. Bundan dolayı bu âyetteki şartın, aslında karzı içine almaması gerekir. Fıkıh açısından da karz başlangıçta emanet, sonuçta da satış demektir. Onun ödenmesi belli bir süreye bağlı değildir.
"Ey iman edenler! Bir ecel-i müsemmaya, yani gün, ay gibi belirlilik ifade eden ve bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde belirlenmiş olan bir vakte kadar herhangi bir borç ile işlem yaptığınız zaman o borcu yazınız. Allah ribâyı haram kıldı diye borç ile veresiye muamelelerin hepsini haram kılmış sanılmamalıdır. Birbirinizle borç alıp verebilirsiniz, fakat alışverişte borçların vadesi belli olmalı, bir de yazılarak belgelenmelidir. Ve bunu iki taraftan birine meyil göstermeyecek, eşit olarak her iki tarafın da haklarını olduğu gibi gözeterek yazabilecek tarafsız ve âdil bir kâtip yazsın. Birbirinizin yokluğunda herbiriniz kendi kendine veya özel kâtibi ile kendi defterine ve yalnızca kendi hesabına yazdırabilirse de bununla yetinilmesin. Kendisine yazması için başvurulan hiçbir kâtip de yazmaktan imtina etmesin, çekinmesin. Allah'ın kendisine öğrettiği gibi, yani senet ve belgelerdeki yazılış usûl ve geleneklerine uygun olarak yahut demin bildirildiği üzere adalet ve hakkaniyet çerçevesinde, yahut kendisine ilâhî bir lütuf demek olan yazı bilmenin şükrü olarak hiçbir şekilde yazmaktan çekinmesin de öylece yazsın. Borçları yazmak farzı kifayedir, yani herhangi bir yazı bilen insana farzı kifayedir. Fakat bu işle görevlendirilmiş biri olunca ona farzı ayn olur. Bundan dolayıdır ki, hükûmetin "Kâtib-i vesâik", başka bir deyimle "Kâtib-i adl" denilen "noter" tayin etmesi de görevleri arasındadır. Böyle kâtiplerin bir müracaat olduğunda yazmaları onlara farzı ayndır. Ve üzerinde hak bulunan, yani borçlu olan taraf söyleyip imlâ ettirsin. Çünkü yazılacak olan senedin muhtevası onun ikrarı olacak, şahitler de onun aleyhine şahitlik edecekler. O halde yazıya geçecek ifade ikrar sahibinin ifadesi şeklinde olmalıdır, senedi borçlu olan taraf vermelidir.
İmlâl: Bu âyetin metninde geçen “imlâl” kelimesi; “imlâ” kelimesinin aslı veya eşanlamlısıdır, ezbere söyleyip yazdırmak demektir. Bundan şu da anlaşılır ki, böyle bir borçlanmada borcun senede geçirilmesini asıl borçlu olan taraf
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
teklif etmeli, o yazdırmalıdır. Bunun için tamamen imlâ etsin, yazdırsın ve imlâ ederken, yazdırırken kâtipten, vesaireden değil, rabbi olan Allah'dan korksun da o haktan zerre kadar bir şey eksik etmesin, ifadesinde hileye ve art düşünceye saparak veya araya bazı engelleyici ifadeler katarak, borç olayının hâlde ve gelecek zaman içinde hukukî şeklini ve akışını değiştirmesin. Şimdi üzerinde hak bulunan borçlu malını israf ve telef eden cinsten kafası az çalışan bir sefih, yahut küçük çocuk veyahut bunak bir zayıf, bir zavallı, yahut da dilsizlik, tutukluluk, bilgisizlik vesaire gibi herhangi bir sebepten dolayı bizzat söyleyip yazdırmaya gücü yetmeyen b ir kimse ise, velisi, yani onun yerine, işine bakan kâhyası, veliyy-i umûru, vasîsi, vekili, tercümanı, yahut veliyy-i deyni olan alacaklısı, adalet ve hakkaniyet çerçevesinde imlâ ettirsin, o yazdırsın, yaptığınız borçları böyle yazınız. Ayrıca siz müm i nlerin erkeklerinizden en az iki şahit getirip, gerektiğinde buna şehadet etmelerini onlardan talep ediniz. yani "...erkeklerden" buyrulmayıp, "erkeklerinizden" buyrulması, çocukların ve müminler aleyhine gayri müslimlerin şehâdetinin yeterli olmadığını anlatıyor. Yani sizin erkeklerinizden, mümin erkeklerden olmayan erkeklerin, siz müminler aleyhindeki şahitlikleri geçerli olmaz. Eğer iki erkek olmazsa, o zaman da bir erkekle iki kadın şahit olsunlar, öyle ki, bunlar şahitliklerine razı olacağınız, sizce adalet ve güvenilirlikleri belli şahitlerden bulunsunlar, yoksa gelişigüzel bir erkekle iki kadının veya iki erkeğin şahitliği muteber ve geçerli olmaz. Başka bir âyette "Sizden iki adaletli kimseyi şahit yapın"57 buyrulduğu için âdil kimselerden olmaları da şarttır. Sonra bir erkek yerine iki kadın olsun ki, birisi unutacağından, öbürü ona hatırlatsın yahut Hamze kırâetinde olduğu gibi, birisi unutur, şaşırırsa diğeri ona hatırlatır. Görüldüğü gibi, şahitliğe ehliyet ve liyakat i n şartlarından biri de hakkıyla zabt ve hıfzetmek, yani akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ahlâk açısından güvenilir olmayanların da şahitliği geçerli değildir, fakat akılda tutmak için olayı başından sonuna kadar her an hafızasında tutmak, aklından çıkarmamak şart değildir. Elverir ki, şahitlik edeceği sırada hakkiyle hatırlasın ve aklına getirmiş bulunsun. Demek ki, bir olayı defterine yazan bunu bir süre sonra unutsa da o deftere başvurduğu zaman zihninden iyice hatırlayabilirse şahitlik edebilir. Kendi kendine içinden, "Ben buraya bir şeyler yazmışım, ama ne olduğunu iyice hatırlayamıyorum." diyorsa şahitlik edemez. Şahitlerin hatırlatmaya uyması da iyi olmaz, unutan şahit kendiliğinden hatırlayabilmelidir. Şahit sayısının en az iki kişi olması da şüphe ve töhmeti, iftirayı, yanlışlığı ve unutmayı bertaraf etmek, hata ihtimalini ortadan kaldırarak zabtın ve adaletin kuvvetini açığa çıkarmak içindir. İşte genellikle gözönünde bulundurulduğu zaman erkeklere nisbetle kadınlarda zabt denilen akılda tutma gücü biraz eksiktir, unutma ihtimali daha fazladır. Böyle olmayanları bulunabilirse de burada itibar kişiye değil cinsedir, cinsin de çoğunluğuna göredir. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Evvelâ kadınlığın yaratılışında duygusallık ağır basar, duygusallığın ağı r bastığı kimseler de aşırı heyecan ve etkilenme sözkonusu olur, yani duygusallık etkilenmeyi gerektirir. Etkilenmenin çokluğu ise unutma sebeplerindendir ve bir şeyi aklında iyi tutmak sadece bir zekâ ve hâfıza meselesi de değildir. Pek çok zeki insan vardır ki, aşırı duygusallıktan, fazla etkilenmeden dolayı hâfızasına güvenilmez. Ayrıca kadında enfüsiyet (sübjektiflik) daha ilerdedir. Dış çevredeki olaylar onu ilk anda ilgilendirir ve telaşa sevkeder. Doğrusu ticarî işlemler ve insanlar arasındaki borçlanmalar gibi dışarıya ait olaylar ile ilgilenmek veya böyle şeylerle meşgul
57] Talak, 65/2
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 13 -
edilmek kadınlık açısından arzu edilecek bir olgunluk değildir. Bu gibi işler esas itibarıyla erkeklerin işleri olmalıdır. Bundan dolayı mükemmel bir kadın olmak üzere düşünüldüğü zaman, bu gibi dışarıya ait olayları tek başına takip ederek şahitlik yapabilecek şekilde akılda tutmaktan ve hâfızasını böyle şeylere yormaktan uzak kalmak ve bu çeşit işlere doğrudan itilmemek gerekir. Üçüncü bir husus olarak gözönünde bulundurulması icap eden bir şey de şudur: Kadında haya ve utanma duygusu kuvvetlidir ve kuvvetli olması gerekir. Onun bu değerli özelliği, en küçük bir uğraşmayla büyük ölçüde gücünü kaybeder. Bunun için olayların kadına anlattıkları erkeğe anlattığından daha azdır. Bu şartlar altında bir kadına şahitlik yükünü yükletmek, onu bir anlamda zarara uğratmak ve tedirgin etmektir. Dördüncü olarak, kadının fıtratı ve kendi cinsinin olgunluğu erkeğin zıddı olduğundan, erkekleşmek kadın için bir düşüş ve dejenerasyon demektir. Bundan dolayıdır ki, kadınlaşmış ve hünsalaşmış erkeklerin şahitlikleri geçerli ve muteber olmayacağı gibi, erkekleşmiş ve yarı yarıya erkek gibi olmuş kadınların şahitliği de caiz değildir. Bunların her ikisi de kendi nevinin özelliklerini kaybetmiş ve düşüş göstermişlerdir. Böyle kalbi yumuşaklığa yönelik olanların şahitlikleri de hakkı tahrif etmek töhmetinden uzak kalamaz. Şu halde yaratılış gerçeği kadının mükemmelliğiyle erkeğin mükemmelliğini ayrı ayrı özelliklere bağlamış ve farklı kılmış olduğundan, kadının dışarıda olup biten olaylara ait ilgisini ve onlara ait hafızasını kısmen kapalı tutması, kendi kadınlığının ve kadınlığındaki mükemmelliğin bir gereğidir. Bunun için şahitliğe konu olan olayı kadın erkekten daha fazla unutabilir. Çünkü o gibi olaylar, onun ilgi alanı değildir. Lâkin unuttuktan sonra tekrar hakkıyla hatırlayabilirse yine de şahitlik etmesi mümkün olur. Kadını doğrudan bu gibi olayları hatırda tutmaya mecbur etmek, ona karşı haksızlık etmek olur. Bunun gibi icabında üzerine yüklenilen şahitlik yükünü beşeriyet gereği olarak unuttuğu zaman da onu dışarıdan yapılan telkin ve uyarılarla yeniden hatırlamaya zorlamak da yine ona haksızlık etmektir. Bundan dolayı bir erkek karşılığında yalnızca bir tek kadına şahitlik yükünü yükletmek de gerçeğe ve hakkaniyete uygun olmaz. Ancak bunlar iki kadın oldukları zaman birinin unuttuğunu diğeri, diğerinin unuttuğunu öbürü unutmamış olabileceğinden, bunlar şahitlik yapmadan önce dışarıdan hiçbir hatırlatmaya tabi olmadan ve muhtaç bulunmadan birbirleriyle hasbihal ederek kendilerine karşılıklı hatırlatmalar ile hafızalarında sakladıklarını kuvvetlendirip tesbit edebilirler ve bu şekilde hem kendi haysiyetlerini, hem de hak adına yüklenmiş oldukları şahitliği koruyabilirler. Şâyet hiç unutmamış bulunurlarsa durumları daha da kuvvetli olur. Şu halde bu hatırlatma ve uyarma mahkemede şahitliğin edası sırasında olacak diye önceden anlaşıp ağız birliği etmemelidir. Çünkü bu hâl, şahitliğin kabulüne engel olabilir. İşte bir taraftan kadının fıtratının ve haklarının, bir taraftan insanların haklarının korunması ve yerine getirilmesi açısından erkeklerin daha iyi bilgi sahibi olabileceği işlerde kadın şahit yapılmamalıdır. Kadınlara şahitlik görevi yükletilmemelidir. Bu işlerde erkek bulunmadığı ve kadına başvurmaya ihtiyaç duyulduğu takdirde de bir erkek yerine bir kadına değil, iki kadına yükletilmelidir. Şu halde erkeklerin haberli olmaları caiz olmayan hususlarda yalnızca kadınların bilgi vermesiyle ve hatta yerine göre yalnızca bir kadının bilgi vermesiyle de amel etmek caiz olur. Meselâ kadınlar hamamında meydana gelmiş olan bir olayın şahidi ancak kadın olabilir. Ve bir çocuğun annesinden doğması bir kabilenin, bir oymağın haber ve şahitliği ile sâbit olur.
Bir de şâhitler ne vakit şahitlik etmeye çağırılırlarsa çekinmesinler, şahitlik
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmazlık etmesinler. Bundan dolayı gerek tahammül gerek eda olsun şahitlik için davet edildiği zaman bu davete icabet etmek farz-ı kifâyedir. Hiç kimse gitmezse herkes günahkâr olur. Giden bulunur da maksat hâsıl olursa diğerleri de günahtan kurtulur. Başkası bulunmaz da belli kimselerin gitmesine ihtiyaç duyulursa, o vakit bunların şahitlik için davete icâbet etmeleri kendilerine farz-ı ayn olur. Bazı âlimler buradaki "şahitlik yapmazlık etmesinler" emrinin yalnızca tahammüle, bazı âlimler de bunun tahammüle ve edâya bağlı olmaksızın her ikisine de ait olduğunu açıklamış iseler de "Ahkâm-ı Kur'ân"da beyan olunduğu üzere, burada hüküm mutlaktır. "davet olundukları zaman" ifadesi de genel anlamlıdır.
Bu âyetin nüzul sebebinde Katâde'den gelen bir rivâyet şöyledir: "Bir adam bu hususta oba oba dolaşır, ona kimse aldırmazdı, sonra bu âyet nâzil oldu." denilmektedir. Bundan dolayı eda farizası daha mühim olmakla beraber, ihtiyaç gerekli kıldığında gerek tahammül ve gerekse eda bakımından şahitlik farz-ı ayn olur. Kısacası siz işte böyle yapınız. İster büyük olsun, ister küçük olsun o borcu veya onun ödeme gününü son süresine varıncaya kadar yazmaktan usanmayınız. Az olsun, çok olsun yazınız ve vadesinin son taksidine kadar bütün yönleri ve bütün ayrıntılarıyla yazınız; her bakımdan açık ve anlaşılır olsun, "Zaten azdır, önemi yoktur, canım işin bu yönü zaten bellidir, yazmaya ne lüzum vardır." demeyiniz, yazmaya ve ayrıntılarıyla yazmaya üşenip de işi baştan savmayınız. Bu kısım daha önceki "yazınız!" emrinin bir açıklaması ve pekiştirilmesi olmak üzere kâtiplere hitap ve tenbih gibi tefsir olunuyor. Fakat bunun daha geniş kapsamlı olarak senet yazmaktan başka gerek borçlu, gerek alacaklı tarafından borç miktarının ve ödeme şekillerinin kendi defterlerine de yazılmasını, ayrıca şahitlerin dahi şehâdetini yüklendikleri gerçeği unutmamak için mümkün olduğu kadar yazmalarını hatırlatmakla hem taraflara, hem kâtiplere, hem de şahitlere ait bir hitap olması da âyetin kapsamı içindedir. Ve gelecek âyetlere göre bizce bu mânâ siyaka, yani konunun akışına daha uygun görünüyor. Çünkü ey müminler böyle ayrıntılarıyla yazılması, üç türlü fayda getirir. Evvela Allah katında en doğru olanı, adalete ve hakkaniyete uygun olanı, en ziyade adalet ve doğruluk demek olanı budur. Esas belge demek olan takvânın gereğine en uygun olandır. İkinci olarak şahitliğin yerine getirilmesini en iyi şekilde sağlayandır. Üçüncüsü kuşkuya, şüpheye düşmemenize yardım eden en büyük sebeptir. Borcu ve gerçeği bu şekilde iyice yazarak tespit ettiniz mi, cinsinde, miktarında, müddetinde, şahidinde, şehâdetinde, birbirinize karşı ahlâkî ve hukukî yükümlülüklerde ve sosyal hayatınızda güven hasıl olur. Şüpheden kurtulur, yakîn üzere bulunabilirsiniz. O halde bunları yapınız. Ancak yaptığınız iş aranızda elden ele alıp vereceğiniz, tamamen peşin ve hazır bir ticaret işi olursa o başkadır, yahut meğer ki, iki taraftan aranızda hemen elden alıp elden vereceğiniz hazır bir ticaret malı bulunursa o zaman mesele yoktur. O takdirde onu yazmamanızda size bir beis, bir zarar ve bir sakınca yoktur. Demek ki, yine de yazmak fena bir şey değildir. Müştereken bir kâtib-i adl, bir noter huzurunda senet ve sözleşme yazdırmaya lüzum yoksa da her ihtimale karşı özel olarak veya toplam olarak birbirine bir hatırlatma olmak üzere, mümkün olduğu kadar yazılırsa fena olmaz. Lâkin yazı bilmeyen pek çok kimse için bunda zorluk, meşakkat bulunacağı, bunun da kolaylıktan ziyade, zarar getireceği için yazmamanızda bir beis yoktur, buyruluyor, ama velev peşin olsun, bir alışveriş, bir alım veya satım yaptığınızda işhad ediniz, şâhit getiriniz, yani bu işleri şahit huzurunda alenen yapınız, herkesten gizli bir şekilde yapmayınız. İşlemleriniz ve malınız şüpheden uzak olsun. Çünkü hırsızlık
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 15 -
mal satmıyorsunuz, normal ve meşrû ölçüler içinde alışveriş yapıyorsunuz. Bunun için alım ve satım işlemlerinin şahitlerin gözü önünde yapılması güven ve hukuk açısından herhalde bir ihtiyattır. Bütün müfessirler açıkça bildiriyorlar ki, bu âyetteki mendupluk ihtiyaç içindir. Bir de ne kâtip, ne de şahit zarar vermeye kalkışmasın; kendilerine müracaat edildiği zaman icabet etmemek veya yazıyı ve şahitliği değiştirip tahrif etmek gibi ahlâksızlık yaparak hak sahiplerini zarara sokmasın yahut meçhul sîgası olduğuna göre; ne kâtip, ne de şahit bu yüzden bir zarara uğratılmasın. Bunlara yazmak veya şahitlik gibi görev yükletilirken, böyle dinî görev verilirken, kendilerince mühim olan işlerinden alıkonulmak veya belirlenen hududun dışına çıkılıp ziyade tekliflerde bulunmak veyahut kâtibe ücretini vermemek gibi bir suretle zarar da verilmesin. Ve eğer zarar verdirirseniz bu kesinlikle sizin için bir fısk, bir günah ve vebaldir. Hak Teâlâ'ya karşı itaatsizliktir, Allah'ın itaatinden çıkmaktır. Bunu yapmayın ve Allah'tan korkunuz, ikab ve cezâsından korununuz, O'nun koruması altına giriniz. Allah size tane tane öğretecek, daha ziyade bilgiler ihsan edecek, işinize yarayacak, işinizi kolaylaştıracak ilâhî hükümlerini ve irfanını belletecektir. Allah her şeyi bilir. Bundan dolayı emirlerine itaat, nehiylerinden sakınmak, sözüne güvenmek, kendisine ta'zim ve saygı ile hukuk ve ticarî işlerinizi, bütün işlemlerinizi yazıp belgelendirin. Her şeyi yazıp belgeye bağlamanın, din ve dindarlığın, takvânın temeli olduğunu unutmayınız.
Ve şâyet yolculukta olur, bir kâtip de bulamazsanız, o zaman vesikalarınız, aldığınız rehinlerdir. Gerçi rehin alınabilmesi bu zamana ve bu şartlara bağlı ve münhasır değildir. Hazar zamanında kâtip ve yazı mümkün iken de rehin almak sahih ve caizdir. Fakat kâtip bulunmadığı, senet ve yazı ile belgelendirmeye imkân olmadığı zaman rehin konusu kendini açıkça belli eder. Bundan dolayı bu şartlar rehinin sıhhatine ve cevazına değil, belgelendirmek için belirliliğin şartıdır. Yani bu şart, seferde değilseniz ve kâtip bulursanız rehin alamazsınız anlamına değildir. Bunun böylece mefhumu muhalifi muteber değildir. Mantık açısından da bellidir ki, bir önceki hükmün geçersizliği, ondan sonraki hükmün de geçersizliğini gerektirmez. Ancak şart bulunduğu zaman o şartın gerekli kıldığı şey, yani meşrut gerekir. Şu halde seferde olmak ve kâtip bulunmamak rehnin cevâzının veya sıhhatinin şartı değildir, belki vücub veya mendûbiyetinin şartıdır. Ve bu şart da esas itibarıyla kâtibin bulunmamasından dolayı yazının imkânsızlığıdır. Sefer bunun alelade sebebi ve çokça meydana gelen durumu icabıdır. Başka bir deyişle "kayd-i ihtirazî değil, kayd-ı vukuîdir". Diğer mazeret sebeplerinden biriyle dahi hazar zamanında da kâtip bulunmazsa, hüküm yine böyle olacaktır. Hazar zamanında rehinin caiz oluşu Peygamber Efendimizin uygulaması ile de sabittir. Çünkü Rasûlullah hazarda iken zırhını rehin vermiştir. Bununla beraber âyet şunu gösteriyor ki, senet ve yazı ile belgelendirmek mümkün oldukça, müminler arasındaki borç alışverişlerinde rehin talep etmek caiz olsa da mendup olmayacaktır. Meğerki bir mazeret, bir sebep bulunsun. Bir de anlaşılıyor ki, rehinin tamam olması için onun fiilen alınmış olması şarttır, sözü edilip de alınma m ış olan rehin belge özelliği taşımaz. Zaten rehin kelimesinin mânâsında hapsetmek vardır. Şu halde rehinin hisse-i şâyi'a (çok ortaklı mal) olması da doğru olmaz. İşte esas olmak üzere borçlanmada ve diğer işlemlerde üç türlü belgelendirme vardır: Bunlar yazı, şahit ve rehindir. Dindarlık ve takvâ anlayışı, gerçeği belgelendirmeye ve hakkın yerini bulmasına hizmet eden bu gibi belgelendirmeye engel olmamalı, hatta buna yardımcı olmalıdır. Müminler
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
borçlanma ve ticarî işlemlerde ve bütün muamelelerinde bu gibi belgelendirmelere riâyet etmeli ve bu surette helâl malı korumaya ve onu telef olmaktan, kayba uğramaktan kurtarmaya çalışarak, meşru yollardan kazanç ve üretimi arttırmaya gayret etmeliler ki, insan bu sayede Allah yoluna infâka güç yetirebilsin. Allah'ın gazabına uğrayan ribâ/fâiz ve benzeri haram şeylerden sakınsın da takvâya devamı mümkün olabilsin. Görülüyor ki, insan hakları için bu arada en büyük güvence Allah Teâlâ'ya bağlılık ile O'nun emirlerine sarılmak demek olan din ve takvâ duygusudur. Bu olmayınca diğer belgelerin ve ayrıntı sayılan müeyyidelerin faydası pek sınırlı kalır.
Şimdi bir kısmınız, bir kısmınızdan, yani bazı alacaklılar bazı borçlulardan güven içinde olur, rehin almaz ve bu gibi belgelerden hiçbir ine lüzum görmezse güvenilen kimse de emanetini gecikmeden tediye etsin, borcunu ödesin. Güvenilmeye değer ve layık olduğunu isbat eylesin. Demek oluyor ki, yukarıda emrolunan üç türlü belgelendirmeden hiçbir ini yapmayıp da mutlak olarak güvenmek dahi caizdir. O halde yukarıda geçen "yazınız!", "şahit gösteriniz!" emirleri ile "rehin vermek" şeklinde gerekler vücub için değil, mendûbiyet içindir. Zira bunlar vücub için olursa, o vücûbun bu ikinci şıkla mensuh olması gerekir. Gerçekten de Hasan, Şa'bî, Hakem b. Uyeyne gibi bazı müfessirler bu son hükmün öncekileri neshettiğini kaydetmişlerdir. Ancak Abdullah İbn Abbas hazretleri "Müdâyene âyetinde nesih yoktur, âyet muhkemdir" diye açıkça bildirdiği ve bu âyetin nüzulünün öncekinden daha sonra olduğuna ilişkin bir açıklama da bulunmadığı, hâlbuki tarih muahhar olmadıkça nesih bulunmayacağı yönünde bütün tefsir âlimlerinin ittifakı ile burada nesih olmadığı sözkonusu ise de, bununla beraber birçoğu yine de buradaki güven şartının nâsih (neshedici) değil, fakat nedbe bir karine olduğunu söylemişlerdir. Ata, İbni Cüreyc, Nahaî ve daha birçokları bu cevaz "Eğer seferde iseniz ve kâtip de bulamıyorsanız..." ifadesine göre, sefer şartına ve kâtip bulunmaması durumuna bağlı olduğuna göre, rehnin mendubiyetine karine olursa da imkan o lduğu takdirde bu emirlerin mendubiyete hamlini gerektirmeyeceğinden, imkan hasıl olduğu takdirde bu emirlerin, yani yazmayı ve şahit bulundurmayı öngören emirlerin vacip olduğuna kail olmuşlardır. Ahkâm-ı Kur'ân'da Ebûbekr Râzî'nin açıklamasına göre, "Fıkıh mendup olduğu görüşündedir, fakat her ne olursa olsun kendisine emniyet edilip senetsiz, şahitsiz borç verilen kişiye emaneti hakkıyla edâ etmek farzdır." Kendisine güvenilen insan boynunda bir farz olduğunu bilsin ve Rabbi olan Allah'tan korksun da o güveni hiçbir şekilde kötüye kullanmasın. Siz de şahitliği gizlemeyin. Ey şahitler, ihtiyaç olduğu anda şahitliğinizi eda etmekten hem kaçınmayın, hem de görüp bildiğiniz gerçekleri gizlemeyin. Ey borçlular siz de içinizde bildiğiniz, görüp durduğunuz borcunuzu inkâr eylemeyin. Zira her kim şahit olduğu gerçeği gizlerse, muhakkak ki, o kötü kalpli günahkâr bir kimsedir. Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek öyle dış veya iç uzuvların işlediği günah gibi değildir; bizzat imanın karargâhı olan kalbin ve ruhun işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en büyük günahlardandır, kâfirliğe ve inançsızlığa en yakındır. Nitekim Abdullah İbn Abbas'dan rivâyet olunmuştur ki: "Büyük günahlardan en büyüğü şirk, yalancı şahitlik ve şahitliği ketmetmektir." Şahitliği ketmetmek böyle bir kalp günahıdır. Allah ise şahitlik veya şahitliği gizlemek gibi açık, belli veya gizli kapaklı her ne yaparsanız hakkıyla ve tamamıyla bilir. Sırası gelince de cezasını verir. Sakın kalpte kalan
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 17 -
gizli şeyleri kim bilecek, demeyiniz. 58
“Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanıyın. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır.” Bu, İslâm'ın beşeriyet için getirdiği hoşgörü ve cömertliktir. Bu, bencillik, cimrilik, tamahkârlık, azgınlık ve susuzluğun kavurucu sıcağında yorgun düşmüş beşeriyetin sığındığı sürekli bir gölgeliktir. Nihâyet bu, borç veren-borç alan ve bütün bunları gölgesinde barındıran toplum için bir rahmettir.
Bu sözlerin, çağdaş materyalist câhiliyenin kuraklığında yetişen bedbaht akıllarda "makul" bir anlam ifade etmeyeceğini, taşlaşmış, ahmak duyguların bunların tatlı zevkine varamayacağını biliyoruz. Bunlar özellikle, başlarına bir felaket gelip mal, yiyecek, giyecek, ilaç ve bazen ölülerini gömmek için paraya muhtaç olduğu halde şu materyalist, alçak, pinti ve cimri dünyada kendilerine uzanacak bir yardım elini bulamayan, bu yüzden zorunlu olarak vahşilerin yuvalarına sığınan muhtaç ve felaketzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi ve zaruretlerinin karşılanması amacıyla kendi istekleriyle koşarak ayaklarıyla kapana düşmesini, köpekler gibi ağızlarını yalayarak avlarını kollayan yırtıcı faizcilerdir... Gerek böylesi, gerekse, suçlarını hoş göstermek ve korumak için varolan ve faizin bunların kasalarına yasal yollardan girmesini sağlamak için çırpınan bir yığın ekonomik kuramı, bilimsel eseri, profesörü, enstitüyü, üniversiteyi, tüzük ve kanunu, polisi, yargı organlarını ve orduları arkasına alan bankerlik kuruluşları ve bankalarda muhteşem bürolarında rahat koltuklarına kurulan diğerleri olsun farketmez...
Biz, bu sözlerin o kalplere ulaşamayacağını biliyoruz... Buna rağmen biliyoruz ki, bu sözler gerçeğin ta kendisidir. Ve insanlığın mutluluğunun bunları dinleyip sarılmasına bağlı olduğuna da içtenlikle inanıyoruz.
"Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tayın. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır." İslâm'da darda olan borçlu, borç sahibinden ya da kanun ve mahkemeden kurtulamaz. Ancak eli genişleyene kadar beklenir. Sonra müslüman toplum bu darda kalmış borçluyu bırakacak değildir. Ayrıca Yüce Allah, borç sahibini, .şâyet bu iyiliği istiyorsa borcunu sadaka olarak bağışlamaya davet etmektedir. Bu işin altında gizli olanı, Yüce Allah'ın bildiğini bilseydi bunun hem kendisi, hem borçlu, hem de dayanışmalı hayat için çok daha iyi olduğunu bilirdi.
Çünkü borç verenin, darlıkta olup borcunu ödeyemediği halde borçluyu sıkıştırıp boğazını sıkması faizin iptal ediliş hikmetinin büyük bir kısmım ortadan kaldırır. Burada emir, -şart ve cevap şeklinde- eli genişleyip ödeyebilecek duruma gelene kadar beklemek şeklindedir. Hemen yanında da varlık durumunda borcun tümünün ya da bir kısmının sadaka olarak bağışlanması yer almaktadır. Bununla beraber borcunu ödeyip hayatını kolaylaştırması için diğer âyetlerde zekât dağıtımında dara düşmüş bu borçluya pay ayrılmaktadır: "Kuşkusuz sadakalar; fakirler, miskinler... ve borçlular içindir." 59
Bunlar borçlarını şehvetleri ve zevkleri uğruna harcamayıp iyi ve güzel şeyler için harcayan, ancak şartların bu duruma soktuğu kimselerdir. Arkasından,
58] Elmalılı
59] 9/Tevbe, 60
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyetin devamında, mümin nefsi titretecek ve bütün borcunu ödeyip hesap günü Allah'ın huzuruna kurtulmuş olarak çıkmayı temenni ettirecek tarzda derin ilhamlar gelmektedir: 60
“Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin...” Borç, ticaret ve rehin'e özgü bu hükümler, sadaka ve faiz derslerinde geçen hükümlerin tamamlayıcısı konumundadırlar. Geçen bölümde faizle muamele, faizle borç verme ve faizle alış-veriş hayattan uzaklaştırılmıştı. Burada ise faiz ve kâr olmaksızın güzel borçtan (Karz-ı Hasen) ve faizden arınmış peşin ticari işlemlerden söz edilmektedir.
İnsan; yasal düzenlemede hayret verici dikkat unsurunu öne çıkarıp hiçbir lafı diğerinin yerine geçirmemesi, hiçbir maddeyi olması gerekenin öncesine almadığı gibi sonraya da bırakmaması, yasal düzenlemelerde gösterilen bu kesin dikkatin, ifadenin güzelliğini ve parlaklığını bozmayacak şekilde olması, hükmün kanuni yönünü ihlal etmeksizin şeriatı dini duygulara latif nüfuzlu, derin ilhamlı ve güçlü etkisiyle bağlaması; anlaşan taraflar, şahitler ve yazanların konumuna ilişkin muhtemel etkenleri gözönünde bulundurması, bu etkenlerin tümünü bertaraf edip her ihtimal için ihtiyat payı bırakması ve yasal noktayı yeterince belirtmeden bir noktadan diğerine geçmemesi ve ancak aralarındaki bağa işaret edilmesi gereken yeni bir noktayla bağları ortaya çıkması durumunda aynı noktaya yeniden dönmesi bakımından Kur'an'ın yasal düzenlemelerde bulunurken kullandığı bu ifade tarzı karşısında hayret ve şaşkınlık içinde kalıyor.
Kuşkusuz buradaki şer'î hükümleri bildiren âyetlerin sıralanışındaki olağanüstülük, duygulandırıcı ve yönlendirici âyetlerin sıralanışındaki olağanüstülük kadar vardır. Hatta bunun daha açık ve daha güçlü olduğu söylenebilir. Çünkü buradaki hedef son derece incedir. Bir kelime bu inceliği değiştirebilir; bu yüzden bir kelimenin yerine başka bir kelime kullanma yönüne gidilmemiştir. Şâyet bu vecizlik olmasaydı mutlak teşrii incelik ile mutlak edebi güzellik bu kadar eşsiz bir tarzda gerçekleşemezdi.
Çağdaş hukukçuların itiraf ettiği gibi bu, İslâm şeriatının, bu ilkeleriyle medenî ve ticarî kanunu on asır geride bıraktığı bir üstünlüktür.
Borçlar Yazılmalıdır: "Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın..." Bu, yerleştirilmesi istenen genel bir ilkedir. Çünkü yazmak, âyetle farz kılınmış bir emir olup âyetin sonunda hikmeti açıklanacağı gibi belli bir süre için borç verme durumunda isteğe bırakılmış bir işlem değildir. "…içinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın..." Bu da, borcun yazılma işlemini yürütecek bir kişinin belirlenmesi ile ilgilidir. O da, yazacak biridir, anlaşmaya taraf olanlardan biri değil. Anlaşmaya taraf olanların dışında üçüncü bir kişi gerektirmesi ihtiyat ve mutlak tarafsızlık içindir. Yazanın da iki taraftan birine meyletmeden, metinde eksiltme veya arttırmaya gitmeden dürüstçe yazması gerekmektedir.
"…Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin…" Burada Yüce Allah'ın yazan kişiye yüklediği sorumluluk, yazmayı geciktirmemesi, çekinmemesi ve nefsine ağır gelmemesidir. Bu, Yüce Allah'ın hüküm bildiren
60] Fî Zılâl
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 19 -
âyetle farz kıldığı bir emirdir, dolayısıyla bu konudaki hesapları Allah'a kalmıştır. Üstelik bu, nasıl yazması gerektiğini öğreten Yüce Allah'ın nimetine şükretmektir... "...Yazsın..." Allah'ın kendisine öğrettiği gibi...
Burada yüce kanun koyucu, belli bir süre için verilen borçların yazılmasına ilişkin ilkenin yerleştirilmesini, yazma işlemini yürütecek kişinin belirlenmesini ve ona yazma sorumluluğunun yüklenmesini, Allah'ın, üzerindeki nimetini hatırlamasıyla ilgili latif teklif ve adaletli davranmasını ilham ettirmekle beraber, bitirdikten sonra yazma işinin nasıl olacağını açıklayan aşağıdaki maddeye geçiyor.
"...Bu hesabı yazıcıya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın..." Yazıcıya borcunun miktarını, şartını ve süresini söyleyecek ve yazdıracak, -yükümlülük altına giren- borçlunun kendisidir. Bunun sebebi, borç verenin dikte ettirmesi halinde borcun miktarını arttırmak, süreyi kısaltmak veya kendi yararına belli şartlar zikretmek suretiyle borçluyu aldatması endişesinin bertaraf edilmesidir. Borcu olan zayıf bir konumdadır. İhtiyacını gidermeye şiddetle muhtaç olduğundan itiraz etmeyebilir, dolayısıyla aldanabilir. Borçlu yazdıracak olsa, kendisinden istenen bağları güzel bir duyguyla yazdırır. Sonra kendisi yazdırınca, ilerde borcunu kabullenmesi için daha sağlam ve güvenilir bir yöntemdir. Aynı zamanda borcunu yazdıran borçlunun vicdanını harekete geçirip kararlaştırılan borçtan ve diğer şartlardan herhangi bir şeyi eksik yazdırmak hususunda Allah'tan korkmasını temin içindir bu emir. Şâyet borçlu aptal ise, kendi işini idare etmesi doğru değildir. Ya da zayıf ise, -yani küçük veya akli seviyesi düşük ise- veyahut konuşma bozukluğu, bilgisizlik, dilde herhangi bir arızâ, hissi ve akli bir sebepten dolayı yazdıramayacak olursa, işlerini üstlenen velisinin "...dürüstçe..." yazdırması gerekmektedir. Borç şahsına ait olmadığından veli konumunda olan kişinin az da olsa gevşek davranması mümkün olduğundan anlaşmanın sağlıklı yürümesi, güvencelerin herkesi kapsaması burada dürüstlüğün zikredilmesi dikkatli davranmak için gereklidir.
Bununla, bütün yönleriyle yazma işlemine ilişkin açıklamalar son bulmaktadır. Bundan sonra yüce kanun koyucu başka bir noktaya, şahitlik noktasına geçmektedir. "...Bu işlemlerinize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz. Eğer iki erkek şahit bulunmaz ise karşılıklı olarak onayladığınız bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın..."
Sözleşmelerde "...onayladığınız şahitlerden..." iki şahidin olması kaçınılmazdır. Onaylamak iki anlama gelmektedir: Birincisi; şahitlerin toplum içinde adil ve sevilen kişilerden olması, ikincisi; sözleşmeye taraf olanların şahitliklerini onaylamasıdır... Ancak belli şartlarda iki şahidin bulunması pek kolay olmaz. Bu noktada şeriat, kolaylaştırma yönüne gitmekte ve kadınları şahitlik yapmaya çağırmaktadır. Ancak, dengeli müslüman toplumda geleneksel olarak bu tür işleri erkekler yaptıklarından, esas olarak onları şahitlik yapmaya çağırmaktadır. Çünkü müslüman toplumda kadınlar geçimlerini sağlamak için çalışmak zorunda değildirler. Böylece İslâm, kadının anneliğini, kadınlığını ve bugün içinde yaşadığımız bedbaht, sapık toplumdaki kadınlarda olduğu gibi, çalışmakla elde edeceği birkaç lokma, birkaç kuruşa karşılık insanlığın en değerli hazinesi ve
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelecek neslin temsilcisi olan çocukları yetiştirme görevini korumuş olmaktadır. Şâyet iki erkek bulunamazsa, bir erkekle, iki kadın bulunsun. Ancak niye iki kadın?.. Âyet-i kerime varsayımlar ileri sürmemize imkan bırakmıyor. Çünkü kanun koymada her hükmün sınırları belirlenmeli, açıklığa kavuşturulmalı ve nedenleri bildirilmelidir.
"…Biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın…" Buradaki yanılma birçok nedenden kaynaklanabilir. Öncelikle kadının anlaşmalar konusundaki eksik bilgisin, den ve bütün inceliklerini ve şartlarını kavramamasından kaynaklanır. Bu yüzden gerektiğinde dikkatli bir şahitlikte bulunabilmesi için olay hakkında zihninde bir tür açıklık olmaz. Bu noktada konunun şartlarını diğeriyle birlikte hatırlamaya çalışırlar. Ayrıca kadının heyecanlı tabiatı da yanılmaya neden olabilir. Çünkü biyolojik, uzvi annelik görevi kadında zorunlu olarak ruhsal tepki meydana getirmiştir. Bu zorunluluk kadını, çocuğunun isteklerini düşünmeden ve gecikmeden, çabucak ve canlılıkla karşılık vermesi için duygusallık ve acelecilikle karşılık vermesini gerektirmektedir. Bu, Allah'ın kadına ve çocuğa olan bir lütfudur. Kadının bu tabiatı bölünemez. Çünkü kadın -şâyet dengeli bir kadınsa- bu tabiata sahip bir bütündür. Ayrıca bu tür işlemlerde anlaşmalara şahitlik yapmak, bütünüyle heyecandan arınmayı ve olaylar üzerinde etkilenmeden ve duygulanmadan durup düşünmeyi gerektirmektedir. Burada iki kadının bulunması -herhangi bir nedenden dolayı yanılacak olursa- diğerin hatırlatması için bir garanti konumundadır. Böylece hatırlamaları ve olayı yalın bir şekilde aktarmaları sağlanmış olur.
Âyetin başında Yüce Allah, yazmaktan kaçınmamaları için hitabı, yazanlara yönelttiği gibi burada da şahitlikten kaçınmamaları için şahitlere yöneltmektedir. "...Şahitler çağrıldıklarında gitmezlik etmesinler." Buna göre şahitlik için çağrı yapıldığında karşılık vermek isteğe bağlı olmayıp farzdır. Çünkü şahitlik, adaletin yerine gelmesi ve hakkın gerçekleşmesi için bir araçtır. Ve bunu Yüce Allah, şahitlerin zorlanmadan, çekinmeden, içtenlikle ve isteyerek şahitlik yapmaya gitmeleri için emretmektedir. Ayrıca şahitler, şahitlik teklifi anlaşmaya taraf olanların ikisinden ya da birinden gelse bile her ikisi veya biri hakkında eklemede bulunmamalıdırlar.
Burada şahitlik hakkındaki söz noktalanmakta ve yüce kanun koyucu başka bir hedefe, şer'î hükmün konmasındaki genel hedefe geçmektedir. Burada büyük olsun, küçük olsun- tüm borçların yazılmasının zorunluluğunu belirtmekte ve küçük borç yazılmaya değmez ya da iki arkadaş arasındaki hoş görünmek, utangaçlık, tembellik ve önemsememek gibi nedenlerden dolayı yazmak zorunlu değildir gibi nefse yazmanın ağırlığını hatırlatan duyguları tedavi etmektedir. Sonra yazmanın gerekliliğinin nedenini duygusal ve pratik nedenlerle güçlendirmektedir.
"...Borç küçük olsun, büyük olsun, onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz. Bu Allâh katında en dürüstçe, şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur." Üşenmeyin... Bu, işin sorumluluğunun değerinden fazla olduğunu hisseden insan ruhunun tepkilerini kavramanın ifadesidir. "Bu, Allah katında en dürüstçe olanıdır..." Adalete en uygunu ve en iyisidir. Ayrıca bu, Yüce Allah'ın bu davranışı sevip beğendiğini bilinçlere ilham ettirmektedir. "...Şahitlik için en sağlam... olanıdır"
Herhangi bir şey hakkında yazılmış bir şahitlik yalnızca hafızaya dayanan
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 21 -
sözlü şahitlikten daha sağlamdır. İki kişinin ya da bir erkek iki kadının şahitliği, bir şahitlikten daha sağlam ve bir erkek veya kadının şahitliğinden daha doğrudur. "...ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur." Gerek anlaşmanın kapsadığı açıklamaların doğruluğu hakkında gerekse iş bağlanmadan bırakıldığında sizin ve sizden başkalarının nefsinde meydana gelebilecek şüphelerin yok edilmesine daha yakındır.
Böylece bu uygulamaların tümünün hikmeti ortaya çıkmakta ve iş yapanlar, bu hükmün zorunluluğu, hedeflerinin inceliği ve uygulamasının doğruluğu konusunda ikna olmaktadırlar. Çünkü bu doğruluk dikkat, güven ve huzurun ta kendisidir.
Belli bir süre için verilen borçlar konusunda uygulama böyledir. Peşin ticarete gelince buradaki satış yazılmaktan müstesnadır. Sözleşmenin zorlaştırdığı, çabucak tamamlanan ve kısa bir süre içinde yenilenen ticari işlemlerin kolaylaşması için bu tür işlemlerde şahitlerin şahitliği ile yetinilir. Çünkü İslâm, her şartı gözeterek hayatın her alanı için hükümler koyar. İslâm şeriatı, içinde karmaşıklık bulunmayan, pratik ve gerçekçi bir şeriattır. Onda hayatın kendi tabii yolunda seyrine devam etmesini engelleyecek hiçbir hükme rastlanmaz.
"... Yalnız aranızda peşin bir alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur. Alış-veriş yaparken de şahit tutunuz." Âyetten anlaşıldığına göre peşin ticarette yazmama, sakıncası bulunmayan bir ruhsattır. Ancak şahitlik zorunludur. Şahitliğin de mendup olup zorunlu olmadığına ilişkin bazı rivâyetler olsa da tercih edileni budur.
Belli bir süre için verilen borç ve peşin ticarete ilişkin hükümler, her ikisinin de gerek zorunlu gerekse ruhsatlı olarak yâzma ve şahitlik şartlarında buluşturarak son bulmuştu. Şimdi ise daha önce görevleri belirlenen yazıcı ve şahitlerin hakları belirlenmektedir. Onlara yazmaktan veya şahitlikten kaçınmamaları zorunluluğu getirilmişti. Şimdi de genel sorumlulukların yerine getirilmesinde hak ve görev dengesinin içinde onların korunmasının zorunluluğu dile getirilmektedir.
"...Ne yazana ne şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fâsık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi öğretiyor. Allah her şeyi bilir." Allah'ın farz kıldığı görevlerini yerine getirmeleri nedeniyle yazana veya şahide herhangi bir zarar gelmemelidir. Böyle bir şey sözkonusu olursa bu sizin hesabınıza Allah'ın şeriatından çıkmak ve onun yoluna karşı durmaktır. Bu da kaçınılmaz bir tedbirdir. Çünkü yazanlar ve şahitler çoğu zaman anlaşmaya taraf olanlardan birinin öfkesine maruz kalabilirler. O halde, kendilerine güvenmelerini, görev sorumluluğu içinde, zimmet, emanet, gayret ve her hâlükarda tarafsızlık içinde görevlerini yerine getirmelerini sağlamak için birtakım güvencelerden yararlandırmak gerekmektedir. Sonra -sorumluluğun yalnızca hükmün baskısı olmaktan çıkıp ruhların derinliklerinden gelmesi için Kur'an'ın her zaman sorumluluk yüklemek istediğinde vicdanları uyandırmak ve duyguları harekete geçirmek için yaptığı gibi- âyet-i kerime müminleri sonunda Allah'tan korkmaya davet etmekte, Yüce Allah'ın onlara iyilik yaptığını, onlara, öğretip doğruluğa iletenin O'nun olduğunu hatırlatmakta ve bu nimetin hakkını, itaat, hoşnutluk ve boyun eğme ile ifa etmeleri için O'ndan korkmanın kalplerini bilgiye açtığını ve ruhlarını öğrenmeye hazırladığını bildirmektedir.
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi öğretiyor. Allah her şeyi bilir." Sonra yüce kanun koyucu aradaki genel hükmün içinde zikretmeyip özel şartlardan dolayı bir başka âyete bıraktığı borca ilişkin hükümlerin tamamlanmasına dönmektedir. Buna göre borç veren ve alan yolculuk yapıyorlarsa ve yazacak birini bulamıyorlarsa yüce kanun koyucu işlerin kolaylaşması için ödeme garantisiyle, borcun miktarını içeren bir şeyin borç verene rehin bırakılmasıyla yazmaksızın sözlü anlaşmaya izin vermektedir.
"Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, karşılık olarak alınan rehinler yeterlidir." Burada yüce kanun koyucu, Allah korkusunun etkisiyle emanet ve söze riâyet hususunda mümin vicdanları harekete geçirmektedir. İşte bu, tüm yasaların uygulanması, malların ve rehinlerin özenle korunup sahiplerine iadesi için en son güvencedir. "Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış iseniz, kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin, Rabbi olan Allah'tan korksun." Borçlunun üstlendiği borç ona emanettir, borç verenin rehin aldığı mal da ona emanettir. Her ikisi de Rableri olan Allah korkusu adına emanetleri vermeye çağrılmaktadırlar. Rab; idare eden, terbiye eden, efendi, hükmeden ve kadı anlamlarına gelmektedir.
Bu anlamların herbiri, iş yapma, emanet etme ve eda etme durumlarında duygulandırıcı etkiye sahiptir... Bazı görüşlere göre bu âyet, karşılıklı güven durumunda yazmayı emreden âyeti neshetmiştir. Ancak biz bu görüşte değiliz. Çünkü yazma, yolculuk durumu dışında bütün borç işlemlerinde farzdır. Güvenme ise bu duruma özgüdür. Bu durumda borç veren ve alan birbirine güvenmektedirler.
Takvâya yöneltici bu duygulandırmanın gölgesinde şahitlik konusu -bu defa mahkeme sırasındaki şahitlikten söz ediliyor, anlaşma anındakinden değil- tamamlanmakta ve bunun şahidin boynuna ve kalbine bir emanet olduğu bildirilmektedir. "...Sakın şahitliği saklamayınız. Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkârdır." Âyet-i Kerime burada, her ikisinin de tamamlandığı nokta kalp olduğundan, günahı gizlemek ile şahitliği saklamak arasında bir uygunluk kurmak için kalbe yüklenmekte ve günahı ona dayandırmaktadır. Ardından hiçbir şeyin Allah'a gizli olmayacağına ilişkin örtülü bir tehdit yer almaktadır: "...Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir." Her şeye, kalplere gizlenmiş, günahları ortaya çıkaran ilmi gereğince karşılığını verir.
Sonra Âyet-i Kerimenin akışı, bu işareti güçlendirmek ve kalpleri, göklerin ve yerin ve her ikisinde bulunanların Maliki, gizli-açık vicdanların derinliklerinde bulunanları bilip ona göre karşılığını veren, rahmetinden ve azabından dilediği gibi kullarının akıbetinde tasarrufta bulunan ve hiçbir şeyden sorumlu olmadan dilediğini yapmaya kadir olan Yüce Allah'tan korkmak için harekete geçirmektedir. 61
Karz-ı hasen (güzel bir borç), hiçbir kişisel kazanç veya çıkar nedeniyle değil, fakat sadece Allah'ı razı etmek için verilen borçtur. Allah böylece, sadece kendi yolunda kendisine verilen borcun karşılığını çok iyi bir şekilde değerlendirir. Allah, sadece borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten Allah rızâsı için ve O'nun tasdik ettiği bir gaye için harcamışsa, daha da fazlasını ödemeye söz vermiştir. 62
61] Fî Zâlâl
62] Tefhîmu'l Kur'an
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 23 -
“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer gerçekleri çok iyi anlayan kimselerden iseniz, (ödeyemeyecek derecede güçsüz olan borçlunun borcunu) sadaka (veya zekât) saymak sizin için daha hayırlı bir iş olur.” 63 Bu âyet, İslâm mahkemelerine, borçlu çok zor durumda kaldığında alacaklıya süre tanımasını emretme ve bu emri uygulama yetkisi verir. Belirli bazı durumlarda mahkeme borcun bir kısmını veya tümünü silme hakkına sahiptir. Bir hadise göre Hz. Peygamber'e (s.a.s.) çok borcu olan ve iflas eden bir adamdan bahsedildi. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu duyunca etrafındakilerden bu adama yardım etmelerini istedi. Fakat etrafındakilerin yardımlarına rağmen adamın borcu ödenemedi. İslâm Hukukçularına göre, borçlu kimsenin evi, mutfak eşyaları, şahsî giyim eşyaları ve geçimini kendileriyle kazandığı meslekî araç ve gereçleri hiçbir surette haciz edilemez. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) alacaklıları çağırdı ve onlara toplanan parayla yetinmeleri gerektiğini söyledi.
“Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman” Buradan, borcun ne zaman ödeneceğinin belirlenmesi gerektiği sonucu çıkarılmıştır. “...onu yazınız.” Bu âyet çok rastlanan bir duruma karşı uyarı niteliğindedir; arkadaşlar ve akrabalar borç anlaşmalarını resmi yazı haline sokmazlar. Çünkü bu onlara göre güvensizliği temsil eder. Allah, borç ve iş anlaşmalarının, insanlar arasındaki ilişkilerin açık seçik anlaşılabilmesi için yazılmasını ve şahitler huzurunda yapılmasını emreder. Bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) üç tür kimsenin Allah'a dua ettiğini, fakat duasına icabet edilmediğini bildirmektedir. Bunlardan birincisi yoldan çıkmış karısı olduğu halde onu boşamayan, ikincisi kendisine yetim malı teslim edilen, fakat yetim henüz olgunlaşmadan malını iade eden, üçüncüsü ise hiçbir yazılı belge ve delil olmaksızın başkalarına borç veren kimsedir.
“...Eğer iki erkek yoksa şahidlerden rızâ göstereceğiniz...” Bir dâvâda gerçeğin ortaya çıkması büyük ölçüde şahidin güvenilirliğine bağlı olduğu için, şahitten çok şeyler beklenmektedir. Sadece saygıdeğer bir hayat süren, iyi bir ahlâkî karaktere sahip ve şerefli kimseler şahit olabilir.
“Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur.” Günlük alışverişleri kaydetmek bile kaydetmemekten iyidir. Bununla birlikte günlük alışverişlerde yapılan anlaşmaların kaydedilmemesinde bir beis yoktur.
“Alış-veriş ettiğinizde de şâhit tutun. Yazana da, şâhide de zarar verilmesin.” Bu iki anlama gelebilir. Hiç kimse kâtip veya şahit olmaya zorlanamaz ya da bir tarafın aleyhine olarak doğru haber verdiği için kâtip veya şâhide baskı yapılamaz.
“Eğer yolculukta iseniz ve kâtip de bulamazsanız, bu durumda alınan rehin (yeter).” Bu, rehinin sadece yolculuk için geçerli olduğu anlamına gelmez. Burada özellikle belirtilmiştir, çünkü böyle bir durum genellikle yolculuk sırasında ortaya çıkar. Bundan başka kâtip bulamamak, bir şeyi rehin alabilmenin zorunlu şartlarından değildir. Eğer muhtaç bir kimse bir şeyi rehin vermedikçe borç alamıyorsa, rehin vermesine izin verilir. Kur'an bu ikinci durumdan kasıtlı olarak bahsetmez. Çünkü Kur'an müminlere cömertliği öğretmeye çalışmaktadır. Muhtaç bir kimseye, ondan rehin almaksızın borç vermemek şerefli bir kimseye yakışmaz. Bununla birlikte eğer rehin alınan şey üretici bir şeyse alacaklı üretimi hesap etmeli ve
63] 2/Bakara, 280
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunu borçtan düşmelidir, aksi takdirde rehin alınan şey tarafından üretilenler, faiz hükmüne girer. Rehin almaktan amaç borcun ödenmesini garanti altına almaktır ve alacaklıya hiçbir şekilde rehin üzerinden kâr etme hakkı vermez. Örneğin, alacaklı alacağına karşılık olarak aldığı evde oturuyorsa, borçluya evin kirasını vermediği müddetçe faiz alıyor demektir. Çünkü borç üzerinden faiz almakla rehin alınan mal üzerinden para kazanmak veya o rehini kullanmak arasında hiçbir fark yoktur. Bununla birlikte alacaklı rehin olarak aldığı ineğin sütünden yararlanabilir, deve, at, gibi hayvanları da yük hayvanı olarak kullanabilir. Çünkü bu, hayvanlara verdiği yemin karşılığıdır.
“...Şâhitliği gizlemeyin...” "Delilleri gizlemek" hem delilleri ortadan kaldırma, hem de delilleri ortaya koyduğu halde onlardaki gerçekleri gizleme anlamlarına gelebilir. 64
Hadis-i Şeriflerde Karz-ı Hasen
Hadis-i şeriflerde borç verme, ödünç verme sözkonusu edildiğinde bunun hukukî mâhiyetinden çok ahlâkî yönü üzerinde durulmuştur. Karz-ı hasen vermenin dinî değerine ve erdemli bir davranış oluşuna dikkat çekilirken, mecbûrî hallerin dışında borç almanın hoş görülmediğini, hele borcunu zamanında ve güzel bir şekilde ödememenin erdemli bir davranış olmadığı, zulüm olduğu vurgulanmıştır. Hz. Peygamber’in borç yükünden Allah’a sığınması 65, olanca iyi niyetine ve çabasına rağmen borcunu ödeyemeyenler hakkındaki şefkatli tutumu ve bu tür borçları beytülmalden ödetmesi 66 borcun ödenmesine verilen önemin göstergeleridir.
"Kim şu üç şeyden berî olarak ölürse cennete girer: Kibir, gulûl (ganîmet veya toplum malından çalma), borç." 67
"Allahu Teâlâ nazarında, bir kulun Allah tarafından yasaklanan kebîrelerden sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde borç olduğu halde ölmesidir." 68
"Bundan sonra yanımda para olmadan hiçbir şey satın almayacağım." 69
"Borcunu ödeyebilecek durumda olan zengin kimsenin ödemeyi geciktirmesi zulümdür. Biriniz bir zengine havâle olunursa (havâleyi kabûl etsin)." 70
"Zenginin borcunu savsaklaması, haysiyetinin ihlâl edilmesini ve cezâlandırılmasını helâl kılar." 71
Ebû Katâde (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’a (s.a.s.) namazını kıldırıvermesi
64] Tefhîmu'l- Kur'an
65] Buhârî, Cihad 74; Tirmizî, Deavât 70
66] Buhârî, Nafakat 15; Müslim, Ferâiz 15-16; İbn Mâce, Sadakat 21
67] Tirmizî, Siyer 21, hadis no: 1572, 1573
68] Ebû Dâvud, Büyû 9, (3342
69] Ahmed bin Hanbel, I/235, 323
70] Buhârî, İstikrâz 12, Havâlât 1, 2; Müslim, Müsâkat 33, hadis no: 1564; Ebû Dâvud, Büyû 10, hadis no: 3345; Tirmizî, Büyû 68, hadis no: 1308; İbn Mâce, Sadaka, 8; Nesâî, Büyû 100, 101; Muvattâ, Büyû 84; Dârimî, Buyû’, 48; Ahmed bin Hanbel, II/71, 245, 254, 260
71] Ebû Dâvud, Akdiye 29, hadis no: 3628; Nesâî, Büyû 100; İbn Mâce, Sadakat 18, hadis no: 2427; Buhârî, İstikrâz 13
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 25 -
için bir adam(ın cenâzesi) getirildi. Rasûlullah (s.a.s.): "Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!" buyurdu. Ben: "(Borç) benim üzerime olsun, ey Allah'ın Rasûlü" dedim. "Sadâkatle mi?" dedi. "Sadâkatle!" dedim. Bunun üzerine cenâzenin namazını kıldı." 72
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah’a (s.a.s.) üzerinde borç olan bir ölü getirildiği zaman: "Borcunu ödeyecek bir mal bıraktı mı?" diye sorardı. Eğer yeterli mal bıraktığı söylenirse namazını kılardı. Aksi takdirde: "Arkadaşınızın namazını kılın!" derdi. Ancak Allah Teâlâ, Rasûlüne fetihler müyesser ettiği zaman (her getirilenin) namazını kıldı ve ("borcu var mı?" diye) sormadı. Şöyle derdi: "Ben mü'minlere nefislerinden evlâyım. Öyleyse, kim borç veya ağır bir yük veya horanta bırakırsa o banadır, benim üzerimedir. Kim de mal bırakırsa o da kendi vârislerinedir." 73
"Ben her mü'mine kendi nefsinden daha evlâyım/yakınım. Nitekim, kim bir mal bırakırsa bu ailesi içindir. Kim bir borç veya (bakıma muhtaç) horanta/aile efrâdı bırakırsa bu bana aittir ve benim üzerimedir." 74
"Rasûlullah’ta (s.a.s.) bir adamın (parası ödenmemiş) bir devesi vardı. Borcunu istemeye geldi. Bu sırada kaba sözler sarfetti, hatta Ashab'tan bâzıları haddini bildirmek istedi. Ancak Rasûlullah (s.a.s.) buna meydan vermeyip: "Bırakın onu! Hak sahibinin konuşma hakkı vardır" buyurdu, sonra da: "Devesini verin!" diye emretti, (ilgililer) devesini aradılarsa da bulamadılar. Fakat onunkinden daha değerli bir deve buldular. Peygamber Efendimiz: "Bunu verin" dedi. Adam: "Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana ödesin" dedi. Allah’ın Rasûlü (s.a.s.): "En hayırlınız, borcunu en iyi ödeyendir!" buyurdu." 75
"Kim, ödemek niyeti ile insanların malını alır ise, Allah bu borcunu ödemeye onu muvaffak kılar. Kim de telef etmek niyetiyle başkalarının malını alırsa Allah onun bereketini giderir, onu telef eder; borcu ödemeye muvaffak olamaz." 76
“Bir kimse ödemek niyetiyle borçlanır, sonra borcunu ödeyemeden ölürse, Yüce Allah onun borcundan vazgeçer ve istediği bedeli vererek alacaklısını râzı eder. Buna karşılık, gönlünde ödemek niyeti olmaksızın borçlanan kimse, borcunu ödemeden ölürse, Allah ondan alacaklıların hakkını alır.” 77
"Bir borçla borçlanan bir kimsenin ödeme niyetinde olduğunu Allah bilince, onun borcunu Allah mutlaka dünyada iken öder." 78
"Kim Allah'ın kendisini kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarmasını isterse darda olana nefes aldırsın veya tamamen bağışlayıversin" 79
"Duâsının kabul olunmasını, kederlerinin açılmasını isteyen, borcunu ödeyemeyen,
72] Tirmizî, Cenâiz 69, hadis no: 1069; Nesâî, Cenâiz 67
73] Buhârî, Ferâiz 4, 15, 25, Kefâlet 5, İstikrâz 11, Tefsir Ahzâb 1, Nafakat 15; Müslim, Ferâiz 14, hadis no: 1619; Tirmizî, Cenâiz 69, hadis no: 1070; Nesâî, Cenâiz 67
74] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867; Nesâî, Iydeyn 22
75] Buhârî, İstikrâz 4, 6, 7, 13, Vekâlet 5, 6, Hibe 23, 25; Müslim, Musâkat 118-122, hadis no: 1600-1601; Tirmizî, Büyû 73, 75; Nesâî, Büyû 64; İbn Mâce, Ticaret, 62; Ebu Dâvud, Büyû', 110; Dârimî, Buyû', 31; Muvattâ, Buyû', 89; Ahmed bin Hanbel, VI/375, 390
76] Buhârî, İstikrâz 2, Zikât 18; İbn Mâce, Sadakat 11; Ahmed bin Hanbel, II/361
77] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. c. 7, s. 273
78] Nesâî, Büyû 99; İbn Mâce, Sadakat 10, hadis no: 2408
79] Müslim, Kasâme 32, hadis no: 1563
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zorda kalmış kimseyi bu durumdan kurtarsın." 80
"Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi Yüce Allah Cehennem ateşinden korur" 81
Bureyde’den (r.a.) rivâyet edilmiştir. O diyor ki: "Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu dinledim: "Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren bir kimse her gün için onun gibi bir sadaka vermiş gibi olur." Bureyde devamla dedi ki: Sonra da Onun şöyle buyurduğunu dinledim: "Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren bir kimseye, mühlet verdiği her gün için iki katı sadaka yazılır." Bunun üzerine ben: "Ey Allah'ın Rasûlü, seni, borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet verene her gün için onun gibi sadaka vardır, derken dinledim; sonra da yine seni, borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren kişiye her gün için iki kat sadaka verilmiş gibi olur buyurduğunu işittim." Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Borcun vâdesi gelmeden önce verdiği her bir mühlet için onun gibi bir sadaka vardır. Borcun vâdesi geldiğinde ona mühlet verecek olursa, iki katı sadaka vermiş gibi olur." 82
"Menfaat sağlayan her türlü borç fâizdir." 83
“Kim fakir, muhtaç birisine borcunu ödemek konusunda mühlet verir veya alacağını indirirse (ya da tümünü silerse) Allah onu kendi gölgesinden başka gölgenin olmadığı o kıyâmet gününde, arşının gölgesi altında gölgelendirir.” 84
"Sizden önce yaşayanlardan bir tüccar vardı. Halka borç verirdi. Borçluları arasında fakir görürse hizmetçilerine: "Onun borcundan vazgeçiverin, böylece Allah'ın da bizim günahlarımızdan vazgeçeceğini umarız" derdi. Allah da onun günahlarından vazgeçti." 85
Diğer bir rivâyette şöyle gelmiştir: "Bir adam hiç hayır amelde bulunmadı. Ancak halka borç verir ve borcunu toplayan elçisine: ‘Kolay ödeyecekten (zenginden) al, zor ödeyecekten (fakirden) alma, vazgeç. Ola ki Allah da bizim günahlarımızdan vazgeçer’ derdi. Allah Teâlâ bunun üzerine: ‘Haydi senin günahlarından vazgeçtim’ buyurdu." 86
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Benî İsrail'den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Benî İsrail'den borç talep ettiği kimse: "Bana şâhitlerini getir, onların huzurunda vereyim, şâhit olsunlar!" dedi. İsteyen ise: "Şâhit olarak Allah yeter!" dedi. Öbürü: "Öyleyse buna kefil getir" dedi. Diğeri: "Kefil olarak Allah yeter" dedi. Öbürü: "Doğru söyledin!" dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitâbeden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da denize getirip: "Ey Allah'ım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şâhit istediğinde ben: "Şâhit olarak Allah
80] Ahmed bin Hanbel, II/23
81] Buhârî, Buyû' 17; Müslim, Zühd 74; Tirmizî, Buyû' 67; İbn Mace, Sadakat 14; Ahmed b. Hanbel, I/327, II/359
82] Ahmed b. Hanbel, IV/442-443, V/300, 308
83] el-Câmiu's-Sağîr, II, 94
84] Tirmizî, Büyû’ 67
85] Buhârî, Sulh 10; Müslim, Müsâkat 19, hadis no: 1557; Tirmizî, Büyû’ 67; Nesâî, Büyû 104
86] Buhârî, Büyû 18, Enbiyâ 50; Müslim, Müsâkât 31, hadis no: 1562; Nesâî, Büyû 104
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 27 -
yeter!" demiştim. O da şâhit olarak sana râzı oldu. Benden kefil isteyince de: "Kefil olarak Allah yeter!" demiştim. O da kefil olarak sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Şimdi onu sana emânet ediyorum!" dedi ve odun parçasını denize attı; odun denize gömüldü. Sonra oradan ayrılıp kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya başladı. Borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemeye başladı. Gemi yoktu, ama içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. (Balta ile) Parçalayınca parayı ve mektubu buldu. Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve: "Paranı getirip ödemek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım" dedi. Alacaklı: "Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?" diye sordu. Öbürü: "Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim" dedi. Alacaklı: "Allah Teâlâ, senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı sana bedel ödedi. Bin dinarına kavuşmuş olarak dön" dedi." 87
"Borç, Allah'ın hoşlanmadığı bir şeye ait olmadığı müddetçe, Allah Zülcelâl, borcunu ödeyinceye kadar borçlu ile birliktedir." Râvî der, ki: "Abdullah İbn Cafer, vekil harcına derdi ki: "Git, benim için borç al. Zira ben, Rasûlullah'tan bu hadisi işittikten sonra Allah'ın benimle olmadığı bir gece geçirmekten hoşlanmam." 88
"Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar." 89
"Kim ödememek kastıyla borca girerse Allah'ın huzuruna hırsız olarak çıkar." 90
"Üzerinde bir dinar veya bir dirhemlik borçla ölen kimsenin borcu, onun hayır ve hasenatından ödenir. Orada (mahşer yerinde) ne dinar ne de dirhem vardır." 91
"Kim bir borçluya mühlet verirse, her gün için bir sadaka sevabı kazanır. Kim onun borcunu vâdesi geldikten sonra tehir ederse, tehir ettiği müddetçe, her geçen gün (alacağı mal kadar) sadaka yazılır." 92
Rasûlullah (s.a.s.), bir hak sahibine: "Sen hakkını (borçludan) imkân nispetinde günahlara girmeden al" buyurdular. 93
Ebû Sa'îdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Bir bedevi Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek, Efendimizin uhdesinde bulunan alacağını istedi ve bunu yaparken seri davrandı. Hatta: "Borcunu ödeyinceye kadar seni tâciz edeceğim" dedi. Ashab-ı Kirâm bedeviyi azarlayıp: "Yazık sana! Kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba!" dediler. Adam: "Ben hakkımı talep ediyorum" dedi. Rasûlullah (s.a.s.), ashâbına: "Sizler niçin hak sahibinden yana değilsiniz?" buyurdu ve Havle Bintu Kays’a (r.anhâ) adam göndererek: "Sende kuru hurma varsa benim borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana öderiz" dedi. Havle: "Hay hay! Babam sana kurban olsun Ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Kadın, Rasûlullah'a borç verdi, o da bedeviye olan borcunu kapadı ve ayrıca yemek ikram etti. (Bu tavırdan memnun kalan) bedevi: "Borcunu güzelce ödedin. Allah da sana mükâfatını tam versin" diye memnûniyetini
87] Buhârî, Kefâlet 1; Büyû 10, İsti'zân 25
88] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 287
89] Buhârî, İcâre 14, 50
90] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 288
91] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 288
92] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 289
93] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 289
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ifade etti: Peygamberimiz de: "İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler) insanların hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz" buyurdular." 94
"Bir müslümana bir şeyi iki kere borç olarak veren hiçbir müslüman yoktur ki, onun bu davranışı, o şeyi bir kere sadaka etmiş gibi sevap olmasın!" 95
Hz. Âişe (r. anhâ): "Rasûlullah’ın (s.a.s.) zırhı, bir yahûdinin yanında otuz ölçek arpaya karşılık rehin edilmiş bulunduğu halde vefat etti." 96
"Miraç gecesinde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm: ‘Sadaka on misliyle mükâfatlandırılacaktır. Ödünç para on sekiz misliyle mükâfatlandırılacaktır.’ Ben: ‘Ey Cibrîl! Ödünç verilen şey ne sebeple sadakadan daha üstün oluyor?’ diye sordum. ‘Çünkü dedi, dilenci (çoğu kere) yanında para olduğu halde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyacı sebebiyle borç talebinde bulunur." 97
"Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi Yüce Allah Cehennem ateşinden korur." 98
Rasûlullah (s.a.s.) hemen her gün sabah akşam şu duâyı yapardı: “Allah’ım! Günahtan ve borçtan Sana sığınırım.” Bu duâyı devamlı yapınca, merakını yenemeyen bir sahâbi: ‘Yâ Rasûlallah! Borçtan ne kadar da çok Allah’a sığınıyorsun” demişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “Kişi borçlandığı zaman (ödeyemediğinde) yalan söyler, söz verir, sözünde durmaz.” 99
“Bir müslümanın dünya sıkıntılarından birisini rahatlatan kimsenin, Allah kıyâmet günü sıkıntılarından bir sıkıntısını rahatlatır. Zor durumda olan birisine kolaylık sağlayana, Allah dünyada da, âhirette de kolaylık sağlar. Kul kardeşine yardımcı olmaya devam ettiği müddetçe, Allah da o kula yardımcı olur...” 100
“Kim bir mü’minin dünyevî sıkıntılarından birini giderirse Allah da onu kıyâmet günü kederlerinden birini giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve âhirette kolaylık gösterir. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhirette (ayıbını) örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımındadır.” 101
"Allah için sadaka verdiğiniz mal, sizin kendi malınızdır; geriye bıraktığınız mal ise sizin değil, vârisinizin malıdır." 102
"Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu 'malım, malım!" der. Yiyip tükettiğinden, ya da giyip eskittiğinden veya sadaka verdiğinden başka senin malın mı var? (Çünkü bundan ötesi
94] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 290
95] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 292
96] Buhârî, Cihad 89, Meğâzi 86; Tirmizî, Büyû' 7; Nesâî, Büyû' 58, 83; Dârimî, Büyû' 44; Ahmed bin Hanbel, I/236, 300, 301, 361, III/102
97] İbn Mâce, Sadakat 19, hadis no: 2431
98] Buhârî, Büyû' 17; Müslim, Zühd 74; Tirmizî, Büyû' 67; Ibn Mâce, Sadakat 14; Ahmed bin Hanbel I/327, II/359
99] Buhârî, İstikraz 10
100] Buhârî, Mezâlim 4; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 46
101] Müslim, Zikr 38; Ebû Dâvud, Edeb 68; Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19, Kırâat 3
102] Buhârî, Rikak 12; Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsîr Sûre 102; Ahmed bin Hanbel, IV/24, 26
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 29 -
başkasının eline geçer.) 103
“Cebrâil (a.s.) bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.” 104
"Kulların sabahladığı her bir günde muhakkak iki melek iner. Birisi, 'Allah'ım! Malını infak edene halef ver (yerini doldur)' der. Diğeri de: 'Allah'ım! Malını vermeyene telef ver (malını yok et)' der." 105
“Kim Allah’a ve âhirete iman ediyorsa misâfirine ikrâm etsin. Kim Allah’a ve âhiret iman ediyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah’a ve âhirete iman ediyorsa ya hayır söylesin veya sussun.” 106
“Birbirinize haset etmeyin. Müşteri kızıştırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Kardeş olun, ey Allah’ın kulları! Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu tahkîr etmez. (Üç defa kalbine işaret ederek:) Takvâ buradadır. Kişiye kötülük adına müslüman kardeşini tahkir etmesi kişiye kötülük adına kâfidir. Müslümanın her şeyi; kanı, malı ve ırzı müslümana haramdır.” 107
“... Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona yardımı kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin aynasıdır, onda bir rahatsızlık görürse bunu ondan gidersin.” 108
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanı(n kusurlarını) örterse, Allah da onu kıyâmet günü örter.” 109
“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” 110
"Şüphesiz, borç sahibi (ödemeden) ölünce, borcu Kıyâmet günü ondan (sevaplarından) alınır. Fakat şu üç sebeple borçlanan kimse bu hükmün dışındadır:
1) Adamın gücü Allah yolunda (savaşta) zayıflar, o da Allah düşmanına ve kendi düşmanına karşı kuvvetlenmek için borçlanır.
2) Bir adamın yanında bir müslüman ölür, onu kefenleyip gömecek parası olmaz, bu maksatla borçlanır.
3) Bir adam, bekârlık sebebiyle nefsinden Allah'a karşı korku hisseder. Dinine zarar gelir endişesiyle (borçlanarak) evlenir. Allah Teâlâ, Kıyâmet günü, bunların borçlarını kendisi öder." 111
"Borcun sebep olduğu keder kadar ciddi bir keder, göz ağrısı kadar dayanılmaz bir ağrı yoktur." 112
103] Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, IV/24, 26
104] Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140; Ebû Dâvud, Edeb 132; Tirmizî, Birr 28
105] Müslim, Zekât 57
106] Buhârî, Edeb 31, 85, Nikâh 80, Rikak 23; Müslim, İman 74; Ebû Dâvud, Edeb 132
107] Müslim, Birr 32
108] Tirmizî, Birr 17, 18; Müslim, İman 95
109] Ebû Dâvud, Edeb 4; Tirmizî, Hudûd 3; Buhârî, Mezâlim 3, İkrâh 7; Müslim, Birr 58
110] Tirmizî, Birr 15; Ebû Dâvud, Edeb 58; Ahmed bin Hanbel, I/257
111] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 294
112] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Borç Allah'ın yeryüzündeki zillet boyunduruğudur, Allah bir kulu zelîl etmek dilerse onu boynuna geçirir." 113
"Kişi borçlanınca konuşur, yalan söyler, vaad eder, sözünü tutmaz." 114
"Borçtan kaçının; zîra o, gece keder, gündüz de zillet vesilesidir." 115
Rasûlullah (s.a.s.) zamanında fiyatlar yükselince, insanlar: 'Yâ Rasûlallah! Eşyaların fiyatları yükseldi, bizim için fiyatları belirle (narh koy)' dediler. Rasûlullah (s.a.s.) de: "(Eşyanın) Fiyatı(nı) tâyin ve tesbit eden (piyasada) darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah'tır ve gerçekten ben, sizden hiçbir inizin mal ve can husûsunda bir zulüm sebebiyle benden dâvâcı olmadığınız halde Allah Teâlâ'ya kavuşmak isterim." 116
"Nefsimi elinde tutan Zât'a kasem olsun, bir adam Allah yolunda öldürülse, sonra diriltilse, tekrar öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, üzerindeki borcu ödenmedikçe cennete giremez." 117
"Borçlu ölen kimse kabirde bağlıdır, onu kurtaracak tek şey borcunun ödenmesidir." 118
"Kim borçluya mühlet tanır veya bağışlayıverirse, Allah, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde (kıyâmet gününde) onu arşının gölgesinde gölgelendirir." 119
"Borçlu ölen kimse, kendi adına borcu ödeninceye kadar kabrinde rehinlenmiş gibidir." 120
"Borcunu ödeme niyetinde olan hiçbir kul yoktur ki Allah'tan yardım görmesin." 121
"Allah, borcunu ödeyinceye kadar (iyi niyet sâhibi) borçlu ile berâberdir" 122
"Biriniz bir mal (veya para) ödünç verip sonra malı alan şahıs, borç verene bir hediye verdiği veya onu bineğe bindirmek istediği zaman, sakın o bineğe binmesin ve o hediyeyi kabul etmesin. Meğerki, borç işinden önce, bu kişiler arasında bu çeşit iş cereyan etmiş olursa, o başka (o takdirde hediye alınabilir)." 123
İbn Abbas radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Bir adam, kendisine on dinar borcu olan kimsenin peşini bırakmadı. Ve hatta dedi ki: "Sen bunu bana ödeyinceye veya bir kefil gösterinceye kadar peşini bırakmayacağım." Resûlullah (s.a.s.) o borcu üzerine aldı (borca kefil oldu). Bunun üzerine adam, münasip olmayan bir tarzda Resûlullah (s.a.s.)'a parayı getirdi. Rasûlullah, borcu adam adına ödeyiverdi ve şunu söyledi: "Kefil, borçludur." 124
113] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
114] Buhârî, İstikraz 10
115] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
116] Ebû Dâvud, Büyû' 51; Tirmizî, Büyû' 73; İbn Mâce, İmâret 27; Dârimî, Büyû' 13; Ahmed bin Hanbel, II/327, III/85, 106, 286
117] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
118] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
119] Tirmizî, Büyû’ 67
120] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 180
121] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 287
122] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 287
123] İbn Mâce, Sadaka 19, hadis no: 2432
124] Ebû Dâvud, Büyü' 2, hadis no: 3328; İbn Mâce, Sadakat 9, hadis no: 2406
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 31 -
"Âriyet (sahibine) verilecektir. Kefil borçludur, borç ödenmelidir." 125
İmam Mâlik'e ulaştığına göre, bir adam İbn Ömer (r.a.)'e gelerek: "Ben birisine bir borç verdim. Bana, bunu daha üstün bir şekilde iâdesini şart koştum" dedi ve hükmünü sordu. İbn Ömer (r.a.): "Bu ribâdır/fâizdir" diye cevap verdi ve şu açıklamada bulundu: "Borç verme işi üç şekilde cereyan eder.
1- Borç vardır, bunu vermekle sâdece Allah'ın rızâsını düşünürsün. Karşılığında sana rızâ-yı İlâhî vardır.
2- Borç vardır, bununla arkadaşını memnun etmek istersin.
3- Borç vardır, temiz bir malla pis bir şey almak için bu borcu verirsin. İşte bu ribâdır/fâizdir."
Adam: Öyleyse bana ne emredersiniz, ey Ebû Abdirrahman? diye sordu. İbn Ömer şu açıklamada bulundu: "Akdi/anlaşmayı yırtmanı tavsiye ederim. Borçlu, verdiğin miktarı aynen iâde ederse alırsın. Verdiğinden daha az iâde eder, sen de kabullenip alırsan sevap kazanırsın. Eğer sana, daha iyi bir şeyi gönül hoşluğu ile verirse, bu sana bir teşekkürdür, böylece teşekkürünü ifade ediyor demektir. Sana ayrıca, ona vâde tanıdığın için sevap vardır." 126
Mücâhid'in anlattığına göre, "İbn Ömer (r.a.) bir miktar borç para aldı. Bunu sahibine daha iyi bir şekilde ödedi. Borç veren adam: "Bu verdiğimden fazladır" diyerek almak istemedi. İbn Ömer adama: "Biliyorum, ancak, gönlüm bu şekilde rahat edecek" dedi. 127
"Cimri kişi, Allah'a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır." 128
"Malda zekâttan başka da hak vardır." 129
Borç ve Borç Vermeyle İlgili Hükümler
Borç: Geri verilmek üzere alınan para veya eşya; bir veya birkaç kişiye yahut bir kuruma karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülük, ödünç demektir. Borç yahut fıkhî terim olarak "deyn" genellikle borçlunun ödemeyi taahhüt ettiği nakit veya borçlunun zimmetinde bulunan mislî eşya; yani ölçü, tartı vb. yollarla benzeri ile ödenebilen eşya karşılığında kullanılan bir terimdir. Borcun zimmetinden maksat da şahsın borcu yüklenme kabiliyetidir.
İnsanların birbirleriyle yardımlaşma yollarından biri de borç alıp vermedir. Borç alıp verme işlemi İslâm'da nakit para gibi sayılabilen; buğday, arpa, pirinç gibi ölçülebilen yahut altın, gümüş ve et gibi tartılabilen; ya da yumurta ve ceviz gibi büyüklükleri birbirlerine yakın olan mallarda geçerlidir. Fakat hayvan vs. gibi herbirinin kendine göre ayrı ayrı değer ve özelliği bulunan mallarda borçlanmanın olup olmayacağı hususu ise İslâm hukukçuları arasında ihtilaflı bir konudur. Böyle bir borçlanmanın câiz olmadığı kanaatinde olan Hanefî hukukçuları; "alınan borç harcanır, sonra benzeri ödenir. Canlı bir koyun borç
125] Tirmizi, Büyû' 39, hadis no: 2121, Vesâyâ 5, hadis no: 1265; Ebû Dâvud, Büyü' 90, hadis no: 3569
126] Muvattâ, Büyû 92; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/120
127] Muvattâ, Büyû: 90; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/120
128] Tirmizî, Birr 40
129] Tirmizî
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alındığında tamamen aynı özelliklere sahip bir koyun bulunmayabilir. Onun için bu gibi borçlanmalarda taraflardan biri mağdur olabilir" demektedirler. Borç alınan para, para ile; buğday, buğday ile ödenir. Fazla bir şey verilmez, istenirse fâiz olur.
Borç verme İslâm'da sevaptır. Dinimiz bunu teşvik etmiştir. Hatta bazı durumlarda sadaka vermekten de sevaptır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer Allah'a içten gelen istekle ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar."130 Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de bir sadakaya on misli sevap verileceğini, borç vermeye ise on sekiz misli sevap verileceğini bildirmiştir. 131
Bir kimse borç verdiği para vs.'nin bir kısmını veya tamamını bağışlayabilir. Borçlusu güç durumda ise ona kolaylık gösterilmesine, hatta mümkün ise alacağını bağışlamasını teşvik etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır"132 buyrulur. Yani şâyet borçlulardan herhangi bir kimse zor durumda kalmış ise "darda ise, eli genişleyinceye kadar mühlet veriniz." Böyle bir durumda verilecek olan hüküm, onun borcunu rahatlıkla ödeyebileceği zamana kadar imkân tanımaktır.
"Eğer bilirseniz sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır." Borçlunuz olan kimse borcunu ödeyemeyecek kadar zor durumda olursa ona mallarınızı veya bir kısmını sadaka olarak bağışlamanız kıyâmet gününde sizin için daha hayırlıdır. Burada "eğer bilirseniz" şartının getirilmesi teorik olarak bilmeden kasıt, beraberinde amelin de sözkonusu olduğu bir bilgidir. Buna göre takdirî mânâ şöyle olur: "Şâyet sizler bunun Allah katında olduğunu bilerek gereğince amel edecek olursanız, ona sadaka olarak bağışlamanız için daha hayırlıdır."
Taberâni İbn Abbas'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine kolaylıkla ödeyeceği zamana kadar mühlet veren bir kimseye, Allah da günahı sebebiyle tevbe edinceye kadar mühlet verir."
Borçlunun alacaklıdan biraz indirim yapmasını istemesi câizdir. Mâlikîlerden bazıları bunu mekruh görmüşlerdir; zira bunda bir minnete katlanma vardır. Kurtubî: "İhtimal kerâheti mutlak söyleyenlerin maksatları bunun hilâf-ı evlâ olduğunu anlatmaktır" demiştir. Aynî, İmam A'zam'ın görüşünün de böyle olması gerektiğini söylemiştir. Nevevî indirim istemekte beis olmadığını söyledikten sonra: "Lâkin zarûret yokken ısrar derecesine, nefsi tahkîre veya ezâya vardırmamak şarttır" diyor.
Rasûlullah (s.a.s.) bir kafileden, yanında parası olmadığı halde borç para alarak bir dana satın aldı. Danaya kâr verildi. Rasûlullah da sattı. Kârı, Abdülmuttaliboğullarının muhtaç kadınlarına dağıttı ve: "Bundan sonra yanımda para olmadan hiçbir şey satın almayacağım" buyurdu. 133
Diğer bir husus da borcun gereksiz ve mâzeretsiz olarak geciktirilmesidir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Zenginin borcunu geciktirmesi
130] 64/Teğâbun, 17
131] et-Terğîb ve't-Terhîb, II, 40
132] 2/Bakara, 280
133] Ahmed b. Hanbel, I/235, 323
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 33 -
zulümdür. Biriniz (alacağı) bir zengine havale edilirse kabul etsin.” 134 Burada, hadis metninde geçen "matl" (geciktirme): bir kimsenin borcunu vermeyi geciktirmesi, alacaklıyı oyalaması, savsaklaması karşılığında kullanılmıştır. Kurtûbi bu kelimenin, "ödemesi gereken borcu, imkânı varken ödememek" mânâsına olduğunu söyler. Hadis-i şerif'te, borcunu ödeme imkânına sahip olduğu halde, borcu ödemeyip geciktirmenin zulüm olduğu belirtilmektedir. Bazı âlimler ise bu cümlenin "zengine olan borcu geciktirmek zulümdür" mânâsına geldiğini söylerler. Bu durumda hadisi "Zengine olan borcu ödemeyip geciktirmek zulüm olduğuna göre, fakire olanı geciktirmek öncelikle zulümdür" şeklinde anlamak gerekir. Ancak, yukarıda da işaret edildiği gibi, âlimlerin büyük çoğunluğu önceki mânâyı benimsemiş ve hadisi "Zenginin, borcunu geciktirmesi zulümdür" şeklinde anlamışlardır.
Rasûlullah (s.a.s.) genç bir deve borç almıştı. Kendisine, sadaka develeri geldi. (Alacaklı) Adama genç devesinin ödenmesini emretti. "Develer arasında altı yaşını doldurmuş güzel bir deveden başkasının bulunmadığını söylediler. Bu deve, borç alınan deveden çok kıymetli idi. Bu zekât devesini satın alıp borcuna karşılık bunun verilmesini isteyerek şöyle buyurdu: "Adama bunu ver, şüphesiz insanların en hayırlısı borcunu en iyi ödeyendir." 135 Hadîs'in zâhiri, hayvanı borç alıp vermenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Evzai, Leys, İmam Malik, İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler. Hanefîlere göre, yukarıda ifade edildiği gibi sadece para ve mislî olan mallar borç verilebilir.
Mislî mal; piyasada benzeri bulunan, telef edildiğinde değeri değil, misli ile tazmin olunan mallardır. Bunlar, mekîl (ölçekle alınıp satılan mallar) mevzûn (tartı ile alınıp satılan mallar) ve ceviz, yumurta gibi büyüklükleri birbirlerine çok yakın olan aded-i mütekarib mallardır. Hanefîler bu sayılanların dışındaki mallarda borç alıp vermeyi kabul etmezler. Çünkü bu adâletli bir ödemeye imkân vermez. Hayvan da, borç olarak verilmesi câiz olmayan mallardandır. Nevevî bu hadislerin Hanefîler aleyhine delil olduğunu söylerse de; Tahavî, Meâni'l-Âsâr adındaki eserinde, hayvanı borç vermenin câiz olmadığına işaret eden bazı hadisler rivâyet eder. İbn Abbas (r.a.) şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.s.) veresiye olarak hayvan mukabilinde satmayı nehyetti."136 Câbir (r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) peşin olarak iki hayvanı bir hayvan karşılığında satmakta bir beis görmez, fakat veresiye olarak satışını kerih görürdü. 137
Tahavî; bu hadislerin hayvanı hayvan mukabilinde veresiye olarak satmayı câiz gören hadisleri neshettiğini, hayvanı ödünç almanın da aynı hükümde olduğunu söyler. Tahavî daha sonra, karşı görüş sahipleri tarafından ileri sürülen bazı itirazlara işaret ederek, bunları cevaplandırır. Hadis-i Şerif'in delâlet ettiği diğer bir anlam da şudur: Borç alan kişi, borcunu aldığından daha üstün bir şekilde ödeyebilir. Çünkü Hz. Peygamber borç olarak genç bir deve almış ve bunu yedi yaşına girmiş iyi bir deve ile ödemiştir.
134] Buhârî, Havâle 1-2; İstikraz, 12; Müslim, Müsâkat, 33; Ebû Davûd, Buyû’, 10; Nesâi, Buyû’, 100, 101; Tirmizî, Buyû’, 68; İbn Mâce, Sadaka, 8; Muvattâ, Buyû’, 84; Dârimî, Buyû’, 48; Ahmed bin Hanbel II/71, 245, 254, 260
135] Müslim, Musâkât, 118, 128; Tirmizî, Buyû', 73; Nesâi, Buyû', 64; İbn Mâce, Ticaret, 62; Dârimî, Buyû', 31; Mâlik, Buyû', 89; Ahmed b. Hanbel, VI, 375, 390
136] Şerhu Meâni'l-Âsâr, IV, 60
137] Şerhu Meâni'l-Âsâr, IV, 60
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Bekr" denilen genç deve, yedi yaşına giren deveye nisbetle daha az değerlidir. Üstelik bu iyi bir davranıştır, müstehaptır. Üstünlük borcun miktarı yönünden olabileceği gibi; kalitesi yönünden de olabilir. Meselâ bir milyar TL. borç alan bir kimse, borcunu bir milyar yüz milyon TL. olarak verebilir. Yine ikinci kalite buğday borç alan, borcunu öderken birinci kaliteden ödeyebilir. Ancak bunun borç verme esnâsında şart koşulmamış olması gerekir. Ama borç alınırken borcu daha fazlasıyla veya daha iyisiyle ödeme ya da borçlunun alacaklıya fayda temin edecek başka bir şeyi yapması şart koşulursa bu câiz değildir; fâizdir. Peygamber Efendimiz bir hadisinde "Menfaat sağlayan her türlü borç fâizdir" buyurmuştur.138 İmam Mâlik'e göre şart koşulmamış bile olsa, borcu miktar olarak fazlasıyla ödemek câiz değildir. Hadisteki "insanların en hayırlısı, borcunu en iyi şekilde ödeyendir" cümlesi İmam Mâlik'e karşı delil olarak ileri sürmüştür.
Borcun Yazılması
Kur'an'daki her hüküm âyetindeki açıklık gibi borçlanma konusunda da öylesine pratik bir hüküm ortaya konmuştur ki, bu hükme uyanlar hiçbir zaman öteki hükümleri kabul edenler gibi perişan olmazlar. Çünkü Kur'an, müminler için rahmet ve şifâdır. Onun şifâ oluşu ona teslim olanlar tarafından görülmüş ve yaşanmaktadır. Hakikatte onu kabul eden ve fakat hükmüne teslim olmayan için Kur'an, ne rahmet, ne de şifâdır. Bugün alışverişlerini Kur'an'a göre yapmayanlar, ekonomik birtakım prensiplerden medet ummaktadırlar. Oysa Allah Teâlâ'nın emri dikkate alınmış olsa ve bu emirle yaşanmış olunsa bütün iç ve dış borçlanmalar kendiliğinden ve Allah'ın yardımıyla bir rahmet olarak karşımıza çıkar.
Kur'an'da toplum içinde yerleştirilmek istenen prensip, malın yok olmaması ve muayyen bir zaman için alınan borçlar hususunda borcun miktarının yazılmasıdır. Bunu yazmak, isteğe bağlı olarak değil; âyet-i kerîme ile farz kılınmış bir husustur. Âyet de hiçbir yoruma tâbi tutulmayacak kadar açıktır: "Ey iman edenler, muayyen bir zaman vaadiyle borçlandığınızda onu yazın. Aranızda bir kâtip de doğrulukla yazsın. Yazan Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin; yazsın. Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın. Şâyet, borçlu, sefih, küçük ve kendisi yazdıramayacak durumda ise, velîsi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerden iki de şâhit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa şâhitlerden râzı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir. Şâhitler çağırıldıklarında çekinmesinler. Borç, küçük veya büyük olsun onu müddeti ile beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah yanında adâlete daha uygun, şâhitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenize de daha yakındır... " 139
Süfyan es-Sevrî, "Ey iman edenler, muayyen bir vâde ile borçlandığınız zaman onu yazın" âyet-i kerîmesi hakkında İbn Abbâs'tan şu sözü nakleder: "Bu âyet-i kerîme belli bir vâde ile yapılan selef (vâdeli satış) hakkında nâzil olmuştur." Katâde İbn Abbâs'tan rivâyet ediyor ki, O: "Ben şehâdet ederim ki belli bir vâde taşıyan selefi (vâdeli satışı) Allah Teâlâ helâl kılmış ve buna izin vermiştir" deyip, sonra da: "Ey iman edenler, muayyen bir vâde ile borçlandığınız zaman, onu yazın" âyet-i kerîmesini okumuştur.
Süfyan İbn Uyeyne tarikıyla İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre o şöyle
138] Suyutî, el-Camiu's-Sağir, II, 94
139] 2/Bakara, 282
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 35 -
demiştir: Rasûlullah (s.a.s.) Medine'ye geldiğinde Medineliler bir, iki ve üç senenin meyvesinden selef (vâdeli satış) yapıyorlardı (Parayı peşin alarak bir, iki ve üç senenin mahsulünü satıyorlardı). Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular: "Kim selef yaparsa belli bir ölçü, belli bir ağırlık ve belli bir vâde ile selef yapsın." 140
İbn Cüreyc der ki: Kim borçlanırsa yazsın, kim alış-veriş yaparsa şâhit tutsun. Katâde der ki: "Bize anlatıldığına göre, Ebû Süleyman el-Mar'aşî Kâ'b'ın arkadaşlarından birisiydi. Bir gün arkadaşlarına şöyle sordu: "Rabbına duâ ettiğinde duâsına icâbet edilmeyen mazlûmu biliyor musunuz?" ona "Bu nasıl olur?" diye sorduklarında: "Bir adam belli bir vâde ile satış yapar, şâhit tutmaz ve yazmaz, malının zamanı gelince sahibi bunu inkâr eder, o da Rabbına duâ eder, ama duâsına icâbet edilmez. Çünkü o, Rabbına isyan etmiştir" dedi.
"Aranızda bir kâtip de doğrulukla (hak üzere) yazsın. Yazarken kimseye ihânet etmesin. Ne eksik, ne fazla; tarafların ittifak ettiği şeyi yazsın. Yazan Allah'ın kendisine (bilmediği şeyleri) öğrettiği gibi (herhangi bir zarûret olmasa da insanlar kendisinden bir şey yazmasını istedikleri vakit) yazmaktan çekinmesin ve yazsın." İlâhî hükmü ile bu hususta görev yapacakların tavır ve görevleri de belirleniyor: Allah Teâlâ buyuruyor: "Hak kendi üzerinde olan (borçlu da zimmetinde olan borcu yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun da ondan bir şey (gizleyip) eksiltmesin. Şâyet borçlu beyinsiz/sefih, küçük (ya da deli) veya (konuşamama ya da yanlıştan doğruyu ayıramayacak derecede câhil olması sebebiyle) kendisi söyleyip yazdıramayacak durumdaysa, velîsi dosdoğru yazdırsın."
Allah Teâlâ'nın: "Erkeklerinizden iki de şâhit tutun" buyruğu, yazıyla birlikte daha sağlam olması için şâhit tutmayı emretmektedir. "Eğer iki erkek bulunmazsa; bir erkek ve iki kadın olabilir." Bu durum, ancak mallarda ve kendisiyle malın kastolunduğu şeylerde (akidlerde) olabilir.
İslâm'ın insanlığa getirdiği güzel mesajlardan biri müsâmaha ve sevimliliktir. İslâm, tamahkârlık, bencillik, egoistlik ve cimrilik çölünde, insanoğlunun sığınabileceği yegâne gölgeliktir. Bu din hem borçlanan, hem de borç veren için ve gölgesine sığınan bütün topluluklar için bir rahmet ve şefkat kucağıdır. Çağdaş câhiliyyenin bencil duygularıyla yetişmiş olan kimselere bu kelimeler bir mânâ ifade etmeyebilir. Özellikle fâizle beslenmiş kapitalistlerin dünyasında bu güzel duyguların hiç yeri yoktur. 141
Borç Senedi
Borç senedi; Belli bir vâde sonunda ödenecek borçlar için düzenlenen belgeye denir. Kur’an’da; "Ey iman edenler, belli bir vâdeye kadar borçlandığınız zaman bunu yazın." 142 buyrularak, vâdeli borçlanmaların yazıyla tespit edilmesinin gerekli oluşu; hatta (aynı âyetin devamında), daha önemli borçlanma ve akitlerde iki erkek şâhidin temini; bu bulunmazsa bir erkekle iki kadın şâhit bulundurulması veya borca karşılık rehin (ipotekli mal) istenebileceği belirtilmiştir. Buna, kefil talebi hakkı da eklenebilir. İşte bütün bu teminatlar, unutmaya karşı bir tedbir veya borcun tamamen veya kısmen inkârı hâlinde ispat kolaylığı sağlamak içindir. Düzenlenecek senetler ihtilâf hâlinde mahkemede bir ispat aracı olarak kullanılacak ve gerektiğinde borcun zor kullanılarak ödenmesi sağlanacaktır.
140] Buhârî, Selem, 7
141] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c.1, s. 245-248
142] 2/Bakara, 282
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Günümüzde bono, çek, poliçe, el senedi, makbuz, alındı belgesi, borçlunun imzasını taşıyan defter kayıtları "borç senedi" niteliğindeki yazılı belgelerdir. Bunlar usûlüne göre düzenlenince doğrudan veya mahkeme aracılığı ile tahsil edilebilmektedir.
Borç senedi, alacaklıya senette yazılı miktar kadar alacak hakkı doğurur. Ancak borcun ödenmesiyle ilgili çıkabilecek masraflar da borçluya aittir. Pul parası, protesto ve icra masrafları gibi. İslâm hukukunda alım satımlarda prensip olarak satılan malın teslimi ile ilgili masraflar satıcıya; satış bedelinin peşin veya vâdeli ödenmesiyle ilgili masraflar da alıcıya, yani borçluya aittir. Çünkü borcun tam olarak îfâsı ancak bu şekilde mümkündür 143.
İslâm hukukunda, bir satım akdinde, satılan malın teslimi ile satış bedelinin ödenmesi, peşin veya veresiye durumuna göre dört şekilde düşünülebilir:
1) Satılan mal da satış bedeli de peşin. Bunun câiz olduğunda görüş birliği vardır.
2) Satılan mal veresiye; satış bedeli peşin. Buna İslâm hukukunda "selem" veya "selef" akdi adı verilir. İhtiyaç duyulduğu ve eski bir örf olduğu ve naslarla çatışmadığı için Rasûlullah (s.a.s.) tarafından selem akdine izin verilmiştir 144. Mislî mal adı verilen, ölçü tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan mallar üzerinde, para peşin, mal veresiye selem akdi yapılabilir. Bu takdirde borç senedi veya sözleşmede borçlanılan mal ve teslim tarihi belirlenir. Satış bedelinin tamamı daha önce ödendiği için, artık borçlanılan malın fiyatı yükselse de satış bedeline bir ilâve yapılmaz. Bunun aksine fiyatlarda düşme olursa, bedelde bir indirim yoluna da gidilmez. 145
3) Mal da satış bedeli de veresiye. Bu, hadîs-i şerifle yasaklanmıştır. 146
4) Satılan mal peşin; satış bedeli veresiye. İşte günümüzde borç senetleri, özellikle veresiye satışlardan doğan borçlar için düzenlenmektedir. Satım akdi ikâle (akdi feshedip parayı geri verme ve malı alma) yoluyla veya malın ayıplı çıkması gibi bir sebeple bozulmadıkça, satış bedelinin ödenmesi gereklidir. Senette borcun vâdesi yazılmamışsa bu satış akdi fâsit olur ve anlaşmazlık hâlinde iki tarafın veya taraflardan birisinin isteği üzerine akit/anlaşma bozulabilir. Bu takdirde satılan mal geri iâde edileceği için borcun ödenmesi gerekmez.
Borç bazen karzdan, yani ödünç para vermekten doğmuş olabilir. Burada da borçludan borç senedi ve diğer teminatlar istenebilir. Diğer vâdeli borçlarla, karz-ı hasenden doğan borç arasında şu fark vardır. Diğer borçlarda muhayyerlik ve vâde şart koşulunca bağlayıcı olur. Karz akdinde ise, muhayyerlik şart koşulsa bile geçerli olmaz. Çünkü muhayyerlik, taraflara akdi feshetme imkânı vermektedir. Karz akdinde zâten tarafların dilediği zaman akdi feshetme yetkileri
143] el-Fetâvâ'l-Hindiyye, III, 27, 28; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 220; Ali Haydar, Düreru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 455, 456, 457; Mecelle, madde, 36, 287 291, 288; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 114, 115
144] Buhârî, Selem 1, 2, 7; Müslim, Müsâkat 128
145] İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kâdir, V, 323 vd.; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 34, 35
146] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 176
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 37 -
vardır.147 İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, karz akdinde vâde şartı da geçerli değildir. Aksi halde nesîe (mislî malı vâdeli mübâdele) ribâsı sözkonusu olur. Karz, başlangıçta teberrû niteliğindedir. Ödünç veren için bedelini derhal isteme hakkı doğar. Ancak süre belirlenmiş olur ve ödünç veren buna riâyet etmiş bulunursa, ödünç alana kolaylık göstermiş ve iyi bir iş yapmış olur. Satım ve kira akdi gibi akitlerde ise tarafların tesbit edecekleri vâdeler bağlayıcı olur. İmam Mâlik'e göre, karz akdi vâde belirlenmekle vâdeli olur. Dayandığı delil şu hadistir: "Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar." 148
İşte ödünç para için düzenlenen bir borç senedinde vâde bulunursa, ödünç veren, bu vâdeyi beklemeden ödeme talebinde bulunabilir. Ancak alacağını vâdeye kadar geciktirirse ahlâk bakımından güzel bir iş yapmış olur.
Borçlu sıkıntıda olur ve borcunu vâdesinde ödeyemeyecek ekonomik bir krize girmiş bulunursa, alacaklının ona ödeme gücüne kavuşacağı bir zamana kadar süre tanıması, hatta ödeme gücünü tamamen kaybetmişse alacağından vazgeçmesi İslâm ahlâkının gereğidir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Eğer borçlu darlık içinde ise, ona bolluk zamanına kadar süre tanımak vardır. Alacağınızdan vazgeçip borçluya tasadduk etmeniz sizin için daha hayırlıdır."149 Günümüzde protesto olan senet veya çek yerine kısa süreli yeni ödeme vâdeleri tanınması, genel bir ödeme güçlüğüne giren iş adamının konkordato yoluyla borçlarını yeni bir "ödeme plânına" bağlatması, yukarıda belirtilen kolaylıkların benzeridir. Ancak borçlu bu gibi kolaylıkları kötüye kullanırsa, onun uhrevî sorumluluğu büyüktür.
Alacaklı, alacağını borçlu olduğu kimseye havâle (ciro) edebilir. Karşılıklı rızâ olduğu için böyle bir muâmele geçerli olur. Günümüzde bu, senet veya çeklerin arkasını imzalamak sûretiyle yapılmaktadır. Ciro edilen borç senetlerinin arkasındaki imza sahipleri, senette yazılı olan meblağı ödemeyi kabul etmiş sayılırlar. Alacakların bu şekilde, borç senetleri üzerinde devri, İslâm hukukundaki "havâle" niteliğindedir. 150
Borç senedini vâdesinden önce, üzerinde yazılı olan meblağdan daha az peşin para karşılığında ciro etmek, başka bir deyimle senet kırdırmak, aynı cins peşin bir parayı vâde sonunda daha fazlası ile mübâdele etmek niteliğindedir. Bu fazlalık ribâ/fâiz sayılır. Çünkü burada borç senedi, ispat aracı olan bir belgeden ibârettir. Gerçekte mübâdele edilen, aynı cins paradır. Borç senetleri alacak hükmünde oldukları için mal varlığına dâhildirler. Dolayısıyla zekât kapsamında olduklarından zekâtlarının ödenmesi gerekir. 151
Borçlarda Enflasyon
"Verilen borcun üzerinden bir yıl gibi bir zaman geçmekle enflasyonun sebep olduğu değer farkını almak câiz midir?" İmam Ebû Yusuf'a göre, câizdir, diğerlerine göre câiz değildir. Günümüzde olduğu gibi enflasyonun her yıl, hattâ her gün paranın reel değerini büyük ölçüde aşındırdığını hesaba katarsak, selim
147] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 303; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 315
148] Buhârî, İcâre 14, 50
149] 2/Bakara, 280
150] Vehbe ez-Zühaylî,el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, IV, 39, 165, 304, 307; V, 169, 171 vd., 173-178, 330, 340
151] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 248-249
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vicdanlar, bu konuda Ebû Yusuf'un görüşüne katılır. Bazı âlimler de Hanefî mezhebine göre fetvânın bununla verileceğini söylerler. 152 Bunu belirlemede en sıhhatli ölçü ise altındır. Ancak en iyisi, meselenin çözümünü sona bırakmadan, borç verirken altın olarak verip yine altın olarak alacağını söylemektir. Bu, herkese göre câizdir. Ancak son zamanlarda altın dahi enflasyona yenilir olmuştur. Buna göre değeri başka yollarla hesaplanabilir.
Vâde Farkı
Bir malın, peşin satılması halindeki fiyatı ile vadeli satılması halindeki fiyatı arasındaki farka vâde farkı denir. Meselâ, peşin fiyatı üç milyar lira olan bir mal, altı ay vâde ile beş milyara satılırsa, aradaki iki milyar lirası vâde farkıdır.
Vâde farkı ile yapılan bir satışın caiz olup olmayışı mütedeyyin esnafı hayli tedirgin etmektedir. Kimileri böyle bir uygulamanın faiz olacağı endişesi ile ya bu tür muamelelere girmekten kaçınmakta, ya da ticari zorunluluktan dolayı girse bile huzursuz olmaktadır. Her ne kadar bu mesele enflasyonun sebep olduğu günümüze has bir problem gibi görünüyorsa da, çok eskiden ele alınmış ve hakkında görüşler beyan edilmiştir. Konu büyük Hanefî fakîhi Serahsî'nin mütâlaları ışığında ele alınacaktır. Bilindiği gibi Allah (c.c.) faizi haram, alış verişi helâl kılmıştır.153 Alış veriş, kâr gayesi güden bir muameledir. Kâr da, kişinin sattığı bir malı, aldığından daha pahalıya satmasıdır. Bu, fiyatların sabit olduğu bir ortamda görünür rakamlarla olabilir. Fakat fiyatların devamlı değiştiği bir piyasada sattığı malın parasını aldığı gün, aynı malı yerine koyamayacak olan bir kimse görünüşte fiyatı alış fiyatından fazla bile olsa kâr değil zarar etmiş olur. Tabii bu durumda ya ticareti bırakması veya vadeli satıştan vazgeçmesi gerekir. Gücün maddeye dayandığı günümüzde, şâyet vade farkı alarak mal satmak caizse müslüman tüccarları bu tür satıştan men etmek saf dillilik hatta ahmaklık olur. Vade satışlarının yapılış şeklini iki türlü tasavvur edebiliriz:
1- Satıcı: "Bu malın peşin fiyatı şu, vadeli fiyatı şudur" der, alıcı da bunlardan birisini tayin etmeden "tamam aldım" der. Bu tür yapılan bir satış fasittir. Çünkü fiyat belirtilmemiştir. Oysa bir satışın sahih olması için fiyatın rızâya götürmeyecek şekilde belli olması lazımdır. Ayrıca Hz. Peygamber efendimiz bir satışta iki şartı nehyetmiştir. Tekrar belirtelim ki, bu hüküm, taraflar fiyatlardan birisi üzerinde anlaşmadan ayrılmaları halindedir.
2- Satıcı, malın peşin fiyatını ve belirli vadelere göre vade fiyatını söyler; alıcı da bu fiyatlardan birisini tercih eder ve bunun üzerinden alış verişi kesinleştirirler. Bu şekilde yapılan satış sahihtir ve dinî bir mahzuru yoktur. Bu muameleyi faiz olarak değerlendirmek mümkün değildir.154 Çünkü kâr meşru olduğu gibi, her zaman aynı olmasını gerektiren bir dinî hüküm de yoktur. Bugün % 10, yarın % 25 kârla satmakta mahzur olmadığı gibi, peşin satılması halinde % 25, vadeli satılması halinde % 80 veya başka bir oran kâr konulmasında da bir mahzur yoktur.
Vade farkı tesbit edilirken banka faiz oranlarının veya aylık enflasyon miktarının gözönünde bulundurulması bu hükmü değiştirmez. Çünkü itibar lafızlara
152] Bk. Nezih Kemal, "Teğayyuru'n-Nukûd" (mk.) 69
153] Bk. 2/Bakara, 175
154] Serahsî, el-Mebsut, XIII, 8
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 39 -
değil, manalaradır.155 Vade farkı belirlerken bu yollardan birisine tevessül eden şahsın maksadı, faiz almak değil, parasını enflasyonun aşındırmasından korumaktır.
Şuna da dikkat çekmemiz gerekir. Vadeli satışın cevazı konusundaki tereddüt, faiz endişesinden değil, fiyatı kesin belli etmeme ve akit esnasındaki çift şarttan kaynaklanır. Çünkü faiz, aynı cinsten olan veya aralarında alınıp satılmaları tartı veya ölçü ile olmaları bakımından birlik bulunan malların (para ile para, buğdayla buğday, arpa...) birbirleri ile alınıp satılmaları halinde sözkonusudur.156 Oysa vadeli satışta bu durum sözkonusu değildir. Çünkü satılan bir meta, borçlanılan ise paradır. Böyle olmayıp da aynı cinsten olan malların trampası sözkonusu olsa ve vadeli olan için fazlalık şart koşulsa da bu faizdir, caiz olmaz. 157
Taksitli Satışlar: "Taksitle eşya alımın faiz olduğunu, bu yüzden de câiz olmadığını söylüyorlar, doğru mudur?" Taksitle eşya almanın fâiz olduğunu söyleyen yoktur. Fâiz; taksitli satışlardaki vâde farkında sözkonusu olabilir. Yalnız her vâde farkının fâiz olmadığı da bilinmelidir. Buna göre vâdeli satışlardaki muhtemel durumları şöylece maddeleyebiliriz:
1- Fiyat farkı olmadan, ödeme süresi belli taksitle satış: Âlimlerin tümüne göre câizdir.
2- Peşin, meselâ bir milyar liraya satılırken, müşteriye; “peşin mi, vâdeli mi istiyorsun?” diye sorduktan sonra, vâdeli istediğini öğrenince, (vâdeli olarak tek pazarlık üzerinden) “bir milyar iki yüz milyon lira” diyerek yapılan ve ödeme süresi bilinen vâdeli satış: Herkese göre câizdir.
3- Peşin, meselâ bir milyar lira, altı ay vâdeli bir milyar iki yüz milyon lira deyip, sözleşme sırasında birinde karara varılan vâdeli satış: Âlimlerin çoğunluğuna göre câizdir.
4- “Peşin bir milyar lira, vâdeli bir milyar iki yüz milyon lira” deyip, hangisine karar verildiği belirtilmeden kabul edilen vâdeli satış: Âlimlerin tümüne göre haramdır.
5- Geciktiğin her ay için, “yüzde, -meselâ- beş ödersin” şeklinde, süresi ve dolayısıyla fiyatın tamamı bilinmeyen vâdeli satış: Âlimlerin tümüne göre haramdır.
Borcu Dövize Çevirme
“Altı ay sonra alacağım bir milyar TL. yi şu anda dövize, meselâ dolara çevirebilir miyiz?” Bu sorunun cevabını anlayabilmemiz için şu bilgileri tazelememiz gerekir:
1. Paranın para ile veresiye satışı câiz değildir.
2. Sırf Allah için bir yardım olsun, bir iş görülsün diye başkasına verilen para (ve misli olan diğer eşya) karzdır ve karzda, Hanefîlere göre, bağlayıcı bir zaman tâyini câiz değildir. Zaten karzı faizden ayıran özellik de budur. Yoksa bir milyar lira borç versek ve buna, altı ay sonra diye bir ödeme süresi belirlesek bu,
155] Mecelle, madde: 3
156] Merğınanî, el-Hidaye, III, 61 vd.
157] Hüseyin Kayapınar, a.g.e. c. 6, s. 284
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verdiğimiz para ile alacağımız paranın veresiye satışı olmuş olur ki, bu fâizdir. Ancak bağlayıcı olmamak üzere bir süre belirlemede de mahzur yoktur.
3. Veresiye satışlarda zimmete geçen borca ise deyn denir ve bundaki süre bağlayıcıdır. Türkçe'de karz'a da, deyn'e de borç tabir edilir. Oysa aralarında zikrettiğimiz gibi bir fark vardır.
4. Bir borcun, verecekliden başkasına satılması, ya da bu borç karşılığında verecekliden başkasından bir mal (ya da hizmet) satın alınması caiz değildir. 158
5. Alacaklının, bir kısım alacağını, bağışlamayı kabul etmesi farklı meblağların satışı değil, hakkının bir kısmından vazgeçmesi demek olduğundan bu caizdir, faiz değildir. Buna göre meselâ, bin lira (karz) alacağı olan, su anda altı yüz lira ver kalanını istemiyorum diyebilir. Günü gelmiş bin lira (deyn) alacağı olan da aynı şeyi yapabilir, ayrıca misli ile ileri ve belli bir tarihe erteleyebilir. Çünkü bu satış değil, hakkından vazgeçmelidir.
6. Günü gelmiş bir milyar lira (deyn) alacağını daha sonra ödemek üzere, meselâ marka çeviremez. Çünkü bu farklı paraların veresiye satışıdır ve faiz olur. (Buna göre, Allahu a'lem, bin liralık karz alacağını, hemen kabzetmese bile başka bir paraya çevirebilmelidir. Çünkü karzda süre olmadığından bu, farklı paraların veresiye satışı olmuş olmaz.) İleri bir zamandaki bin lira (deyn) alacağını, şu anda meselâ altı yüz liraya ya da o miktar mark'a değiştiremez. Çünkü bu paranın para ile mübadelesindeki zaman farkı, ya da farklı paraların veresiye satışı olur ki, ikisi de faizdir. Beşinci madde ile bunu birbirine karıştırmamak gerekir. Orada sözkonusu olan alacak karz'dır. Burada ise deyn'den söz edilmektedir.
Bütün bunlara göre altı ay sonra alacağınız bir milyar TL. karzın dışındaki bir borç ise onu şu anda dövize çevirip, borcu döviz olarak sürdüremezsiniz. Çünkü bu farklı paraların veresiye satışı demektir ki, bu faizdir. Ancak günü geldiğinde onu, üzerinde anlaşacağınız herhangi bir dövizle tahsil edebilirsiniz. Ama işin başında, alırken meselâ mark olarak alırım diyemezsiniz. Yok, eğer bu alacağınız deyn değil de karz ise ve bağlayıcı olmasa dahi, bir süre söylenmemişse, onu (Allahu a'lem) şu anda herhangi bir dövize çevirmeniz ve vereceklinin artık o döviz üzerinden borçlu olması, caiz olmalıdır (Konu için zikredilen kaynaktan başka ayrıca. 159
İslâm Dışı Ekonomik Hayat ve Karz-ı Hasen
İslâm’ın hâkim olmadığı bir düzende yaşamanın sayısız problemleri vardır. Bunlardan biri de, İslâm’ın siyasal, sosyal ve ekonomik hayatta ortaya koyduğu güzelliklerden mahrum olmaktır. Bu mahrûmiyetlerden biri de karz-ı hasendir. Karz-ı hasen; geri iâde edilmek şartıyla karşılıksız mislî bir şeyi ödünç verme demek olduğunu biliyoruz. Bu uygulamanın hem sosyal, hem ahlâkî, hem ekonomik yönleri vardır. Fakat selîm akıl sahibi herkesin tasdik edeceği gibi, içinde bulunduğumuz sosyal bozukluklar ve ekonomik hayatımız adına yaşadığımız olumsuzluklar, karz-ı hasenin hemen hemen bütünüyle unutulup tarihe karışmasını neticelendirmiştir. Zâten İslâm’ın herhangi bir emri, kâmil anlamda ancak İslâm’ın hâkim olduğu nizam içinde yaşanabilir.
158] Bk. Bilmen, VI/96
159] Bk. Mavsilî, E1-Ihtiyâr, NI/8-9, İst.
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 41 -
Evet, sosyal alanda büyük bir çöküntü yaşadığımız hiç kimsenin inkâr edemeyeceği gerçeklerdendir. Dinden ve dine dayalı örfden desteğini alan karşılıklı yardımlaşma ilkesi, çeşitli sebeplere dayalı olarak artık uygulanmaz ya da uygulanamaz hale gelmiştir. “Ben” merkezli bir hayat felsefesinin hâkim olduğu, köşe dönmeciliğin her şey kabul edildiği, haram-helâl, günah-sevap ölçülerinin önemsenmediği, akrabalar arasında bile hal-hatır sormanın bile unutulduğu bir toplumda, yani İslâm’ın bireysel ve sosyal ve ekonomik hayatımıza hâkim olmadığı bir cemiyette daha iyisini beklemek fazla iyimserlik olur. Büyük kentlerde; aynı apartmanda yaşayan insanların bile birbirlerini tanımadıkları bir vâkıadır. Tanıyanların çoğunun da ilişkileri selâmlaşmadan öte pek gitmez.
Hâlbuki dün böyle değildik. Kayıt dışı ve kayıt altına alınan örnekler, temeli iman esaslarına dayalı zihniyeti anlatabilmek zor değilse bile anlayıp tekrar canlandırmak oldukça zor görülüyor. Asırlardır süregelen, müslümanlardaki bu anlayışın dayanağı İslâm’dır. Kur’an, “karz” kelimesini tam 6 âyette kullanmış ve her seferinde de “hasen” sıfatını ilâve etmiştir. Bakara 245, Mâide 12, Hadîd 11, 18, Teğâbün 17 ve Müzzemmil 20. âyetlerde “karz-ı hasen” sıfat tamlaması, ufuk açacak şekilde gündeme getirilir. Bir başka husus daha vardır ki, zannediyorum bu, sıfat tamlamasından daha önemlidir. Öyle ki, Allah, geri vermek şartıyla verilecek olan bu ödüncü “yukrizullahe” diyerek Kendisine izâfe etmektedir. Bu ise ödünç, her ne kadar muhtaç bir insana veriliyor olsa da, bu sanki Allah’a veriliyor mânâsını ihtivâ eder.
Bu muhtevâ, o amele verilecek olan sevabın sadece Allah tarafından verileceğinin bir işâretidir ki, Cenâb-ı Hak bunu açıkça ifade etmektedir: “Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç verecek yok mu?”160 Ve âyetin sonunda Allah borç alma ya da arama zorunda olan şahsın konumuna bir gün herkesin düşebileceği ihtârını yapar: “Darlık veren de, bolluk veren de Allah’tır. Sadece O’na döndürüleceksiniz.”
Hadis-i şeriflere gelince; “Bir müslümanın dünya sıkıntılarından birisini rahatlatan kimsenin, Allah kıyâmet günü sıkıntılarından bir sıkıntısını rahatlatır. Zor durumda olan birisine kolaylık sağlayana, Allah dünyada da, âhirette de kolaylık sağlar. Kul, kardeşine yardımcı olmaya devam ettiği müddetçe, Allah da o kula yardımcı olur.” 161
Bu ve benzeri nassların oluşturduğu fıtrî anlayış, müslümanların karşılık beklentisi içinde olmadan birbirleriyle maddî ve mânevî alanlarda yardımlaşmalarını doğal olarak sağlıyordu. Fakat günümüz için aynı uygulamaların devam ettiğini söylemek oldukça zordur. Bir taraftan bu sosyal ve ahlâkî çöküntü, diğer taraftan ekonomik hayatın zorunlulukları, bunun geçmişte olduğu şekliyle tekrar uygulanmasına imkân ve fırsat vermemektedir. Ayrıca bozulan aile düzenimiz, komşularla ilişkilerimiz, sosyal hayat anlayışımız... özetle bütün bir hayat anlayışımız, karz-ı hasenin hayatımızdan çıkma sürecini hızlandırmıştır. Yalnız bu düşüncelerle bütün bir toplumu karalamak doğru olmaz. “Hüküm, ekseriyete göre verilir” kuralına göre, yapılan bu tesbit, çoğunluğun esas alınarak değerlendirilen bir tesbittir. Sayıları az da olsa, karz-ı hasen uygulamasında bulunan samimi müslümanlar ve teşkilatlar da vardır günümüzde.
160] 2/Bakara, 245
161] Buhârî, Mezâlim 4; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 46
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerek ticârî münâsebetlerde geçerli olan çek-senet ödemede ve gerekse karz-ı hasen gibi ödünç alımlarda, karşı tarafın iyi niyetini sû-i istimal eden insanların da çıktığını ve bu kötü uygulamanın bu önemli sosyal ilkenin hayata hâkim olmasını engellediğini de üzülerek ifade etmek gerekiyor.
Karz-ı hasen, İslâm Ekonomisi kitabının yazarı M. A. Mannan’ın tesbitleri içinde gereklilik, sözleşme, ödeme ve yardımlaşma olmak üzere 4 ayrı esasa dayanır 162. Şimdi bunları teker teker incelemeye çalışalım:
Gereklilik: Borç almanın gerekli olup olmadığı, bir diğer ifadeyle onun zorunlu mu, keyfî mi olduğu husûsunda objektif değerler ortaya koymak mümkün değildir. Bu, ancak sübjektif değerlendirmelere konu olabilecek bir kavramdır ve tamamıyla “kişiye özel”dir. Meselâ, bazıları “iki gönül bir olunca samanlık seyran olur” özdeyişinin ihtivâ ettiği ana fikre göre hayatlarını tanzim etmiş ve bir gecekonduda hiçbir şikâyetleri olmadan yaşamaktadırlar. Bazıları da günümüzde kahir ekseriyetin kabullendiği anlayışı esas almış ve her şeyi tam tekmil bir dairede yaşamayı, hayatlarının vazgeçilemez, tâviz verilemez bir zorunluluğu kabul etmiş ve onun için milyarlarla ifade edilebilecek borca girmişlerdir. Bu açıdan borç almada gereklilik şahısların değerlendirmelerine göre değişebilecek olan bir ilkedir.
Bu konuda müslümanları istikamete sevk edecek olan husus, iman, huzur ve kanaat kaynaklı dünya görüşüdür. Bunu da çok net çizgiler halinde bize Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnet sunmaktadır. İlgili âyet-i kerîmelerin yanı sıra, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hayat standardı bizim için en güzel örnektir. Özellikle Medine döneminde her şeye sahip olabilecek imkânlar içinde iken, O’nun kendi seçimiyle “sevâd-ı âzam”ın hayat standardını tercih etmesi, tûl-ı emeller içine girmemesi, üstelik hemen her gün sabah akşam; “Allah’ım! Günahtan ve borçtan Sana sığınırım”163 diye duâ ederek Rabbine yalvarması, başka bir şeye ihtiyaç bırakmayan örneklerdir. Evet, borç almak, başka çıkar yolun olmadığı ve kalmadığı bir zamanda denenecek yol olmalıdır.
Ayrıca, Hz. Âişe vâlidemizin rivâyet etmiş oldu bir hadis-i şerif, borcu ödeyememenin, insanı götürebileceği uçuruma işaret etmektedir: Allah Rasûlü; “Allah’ım! Günahtan ve borçtan Sana sığınırım” duâsını devamlı yapınca, merakını yenemeyen bir sahabî; “Yâ Rasûlallah! Borçtan ne kadar da çok Allah’a sığınıyorsun!?” demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Kişi borçlandığı zaman (ödeyemediğinde, belki) yalan söyleyebilir; söz verir, mümkün ki, sözünde durmayabilir”164 buyurur. Bu hadiste dikkati çeken hususlardan birincisi, borç ve günahın ortak ifadelerle Allah’tan sığınılması; ikincisi de; borcu ödeyememe durumunda girilecek olan muhtemel fâsit dairedir. Yalan söylemek ve sözünde durmamakla girilecek olan bu kısır döngünün, burada noktalanacağını ümit etmek fazla hayalcilik olur. Onların insanı yine aynı cinsten başka başka günahlara sürükleyeceği muhakkaktır.
Ayrıca yalan söyleme ve sözünde durmamanın, bir hadiste ifade edildiği gibi, münâfıklık alâmeti olduğunu unutmamak lâzımdır.
Sözleşme: “Müslümanın sözü senettir” diye halkımıza mal olmuş bir söz vardır.
162] M. A. Mannan, İslâm Ekonomisi, Terori ve Pratik, s. 362
163] Buhârî, İstikrâz 10
164] Buhârî, İstikrâz 10
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 43 -
Ticarî piyasada eskilerde çok sık söylenen bu söz, şimdilerde yerini “bu devirde babana bile güvenmeyeceksin” türünden, zikredilmesi bile insana rahatsızlık veren benzeri başka anlayışlara bırakılmış durumda. Aslında farklı devirlere ait bu sözler, bir yönüyle içinde yaşadığımız toplumun sosyal, ahlâkî ve ekonomik yapısındaki olumsuz değişmeleri çok güzel ve net bir biçimde anlatmaktadır.
Gerek ticarî alış verişlerde ve gerekse karz-ı hasende İslâmî usûl nedir? Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi 282. âyetinde bu tür muâmeleler için temel kriterler vermektedir. Borç alış verişlerinin mutlaka yazılması veya âdil olan bir şahsın (ya da noterin) yazması, şâhit tutulması, şâhitlikte nisap, o nisabın hikmeti ve bütün bunların insanlara kazandıracağı şeyler, bu âyet-i kerimede hiç şüpheye mahal bırakmayacak şekilde anlatılmaktadır. Meselâ âyette; “Belli bir vâde ile karşılıklı borç alış verişinde bulunduğunuz vakit, onu yazın” buyrulmaktadır ki, Allah burada aksine ihtimal verilmeyecek netlikte, borcun yazıya geçirilmesini emretmektedir. Artık bu safhadan sonra bazılarının dediği gibi; “borcu yazma menduptur, karşılıklı güven varsa, yazılmasa da olur” kabilinden tefsirler, bir ölçüde âyetin içerdiği mânâya ters düşmektedir.
Yine âynı âyetin devamında “İster büyük olsun, ister küçük olsun, o borcu veya onun ödeme gününü son süresine varıncaya kadar yazmaktan usanmayın” buyrulmaktadır ki, Elmalılı merhum, bu âyeti tefsir sadedinde şunları söylemektedir: “Az olsun, çok olsun yazınız ve vâdesinin son taksitine kadar bütün yönleri ve bütün ayrıntılarıyla yazın; her bakımdan açık ve anlaşılır olsun, ‘zaten azdır, önemi yoktur, canım işin bu yönü zaten bellidir, yazmaya ne lüzum vardır...’ demeyin, yazmaya ve ayrıntılarıyla yazmaya üşenip de işi baştan savmayın.” Borcu yazmanın, yani yazılı sözleşme ilkesinin insanlığa kazandırdığı şeyleri de, tefsirin devamında şöyle belirtir: “Çünkü ey mü’minler, böyle ayrıntılarla yazılması üç türlü fayda getirir. Evvelâ; Allah katında en doğru olanı, adâlete ve hakkaniyete uygun olanı budur. İkinci olarak, şâhitliğin yerine getirilmesini en iyi şekilde sağlayandır. Üçüncüsü; kuşkuya, şüpheye düşmemenize yardım eden en büyük sebeptir. Borcu ve gerçeği bu şekilde iyice yazarak, tesbit ettiniz mi; cinsinde, miktarında, müddetinde, şâhidinde, şehâdetinde birbirinize karşı ahlâkî ve hukukî yükümlülüklerde ve sosyal hayatınızda güven hâsıl olur. Şüpheden kurtulur, yakîn üzere bulunabilirsiniz. O halde bunları yapınız.” 165
Ödeme: Ödeme, karz-ı hasenin hem kalbî, hem de fıkhî boyutları olan ilkesidir. Kalbî boyut, borç alan şahsın, borcunu ödeme niyetinin olması demektir. Niyetin yeri kalp olduğu için, bana kalbî boyut denilebilir. Niyet kalbe ait bir amel olup azim, kast ve kararlılık demektir. Kalbinde bu sıfatları barındıran yani niyet eden kişi, onu pratik hayata yansıtabilme çarelerini araştırır. Böylesi kişilere de Cenâb-ı Hak, yümn ve bereket ihsan eder. Halk tâbiriyle “birini bin” yapar ve ona borcunu ödeme imkân ve fırsatını verir. Nitekim Allah Rasûlünün (s.a.s.) şu hadis-i şerifleri, bu noktaya parmak basmaktadır: “Kim ödemek niyetiyle başkasının malını (borç) alırsa, Allah bu borcu ödemeye onu muvaffak kılar. Kim de başkalarının malını telef etmek niyetiyle alırsa, Yüce Allah bu malın bereketini giderir. Ve borcu ödemeye muvaffak olamaz.”166 Bir başka hadis-i şerifte, aynı muhtevâ şöyle dile getirilir: “Bir kimse ödemek niyetiyle borçlanır, sonra borcunu ödeyemeden ölürse, Yüce Allah onun
165] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 263
166] Buhârî, Zekât 18, İstikrâz 2; İbn Mâce, Sadakat 11; Ahmed bin Hanbel, II/361
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
borcundan vazgeçer ve istediği bedeli vererek alacaklısını râzı eder. Buna karşılık, gönlünde ödemek niyeti olmaksızın borçlanan kimse, borcunu ödemeden ölürse, Allah ondan alacaklıların hakkını alır.” 167
Hadis-i şeriflerden de anlaşıldığı gibi, gerek karz-ı hasende, gerekse ticarî borçlanmalarda, ilk şart olan husus, borçlunun borcunu ödeme niyeti içinde bulunmasıdır. Karz-ı hasen, vâdesi geldiğinde, sözleşme şartlarında tarafların kabul ettiği usûl üzere ödenmek zorundadır. Hatta karz-ı hasenin geri ödenmesi için, tarafların anlaşmış oldukları vâde bağlayıcı değildir. Borçlu, borcunun ödenmesi istediğinde; “henüz vâdesi dolmadı” ödememezlik yapamaz. Meselâ: “bir ay sonra ödemek şartıyla” denilerek verilen ödünç, ödünç veren isteği takdirde, hemen iâde edilmek zorundadır. Yalnız, borç verenin bu tavrı, mürüvvet açısında uygun olmayıp, ahlâkî bir davranış değildir. Bu hükmün nedeni sorulacak olursa; karzda tâyin edilen süreye bağlayıcılık vasfı verdiğimiz takdirde, bu muâmelenin veresiye fâizi denilen “ribâ-i nesîe”den hiçbir farkı kalmaz. Zaten “ribâ-i nesîe” ile “karz-ı hasen”i birbirinden ayıran en temel özellik, karzda vâdenin bağlayıcı olmaması ve yardımlaşma ilkesinin gözetilmesidir.
Ödeme hâdisesinde hem borçluya, hem de alacaklıya düşen görevler vardır. Öncelikle borçlu, borcunu tam tekmil olarak ve mutlaka gününde veya ihtiyacı bitip ödeme gücü varsa onu gününden önce ödeme cihetine gitmek zorundadır. Borçlu, karşı tarafın, kendisine ihtiyacı olduğu bir günde yardım etmesinin karşılığın en azından bu şekilde vermelidir. Kaldı ki Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Zenginin borcunu erteleyip süresinde ödememesi zulümdür.” 168
Ayrıca; borçlunun ister ödeme şekli, isterse ödenecek eşyanın daha kalitelisini ödemek sûretiyle alacaklıya kolaylık göstermesi, centilmenlik yapması İslâmî ve insanî bir davranış şeklidir. Meselâ, Allah Rasûlü bir bedevîden üç yaşlarında bir deveyi ödünç olarak almıştı. Ödeme günü geldiğinde, ona denk bir hayvan bulunamadı. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz, daha değerli bir devenin verilmesini emretti. Bu karşılıktan çok memnun olan bedevî: “Sen bana hakkımı en güzel şekilde verdin. Allah da sana mükâfatını eksiksiz versin” diye Rasûlullah’a (s.a.s.) duâ etmiştir.169 Kaydettiğimiz bu hadisin ayrı bir rivâyetinde, Hz. Peygamber’den alacağını istemeye gelen bu bedevî, (ihtimal ki, yeni müslüman olmuştu ve peygambere nasıl davranılması gerektiğini bilemiyordu) âdâba yakışmayan birtakım şeyler söylemiş; bu durum karşısında ashâb-ı kirâmdan bazıları ayağa kalkıp onun üzerine yürümeye azmetmişlerdi. Allah Rasûlü, olaya hemen müdâhale ederek, “Bırakın onu, hak sahibinin konuşmaya yetkisi vardır.”170 buyurmuş, böylece bir taraftan yükselen tansiyonları aşağı çekerek muhtemel bir tatsızlığı önlemiş, diğer taraftan ekonomik alanda geçerliliği olan çok önemli bir düstur ortaya koymuştur.
Ödemede alacaklıya düşen vazifeler ise; borçlunun borcunu ödemek zorunda olduğu gün itibarıyla, ihtiyacı devam ediyor ve borcunu ödemeye imkânları yetmiyorsa, ona ödeme kolaylığı göstermesi gerekir. Bununla ilgili olarak Cenâb-ı Hak; “Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar süre
167] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. c. 7, s. 273
168] Buhârî, İstikrâz 12; Müslim, Müsâkat 33; Ebû Dâvud, Büyû’ 10; Tirmizî, Büyû’ 68
169] Buhârî, Vekâle 5, 6, İstikrâz 6, Hibe 25; Müslim, Müsâkat 122
170] Buhârî, İskrâz 4
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 45 -
tanımak vardır. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.”171 buyurur. Hukukî boyuttan çok, ahlâkî boyutun nazara verildiği bu âyet çizgisinde serdedilmiş bulunan birçok hadis-i şerif de vardır. Bu hadislerden bir-iki örnek verelim: "Sizden önce yaşayanlardan bir tüccar vardı. Halka borç verirdi. Borçluları arasında fakir görürse hizmetçilerine: "Onun borcundan vazgeçiverin, böylece Allah'ın da bizim günahlarımızdan vazgeçeceğini umarız" derdi. Allah da onun günahlarından vazgeçti." 172; "Kim borçluya mühlet tanır veya bağışlayıverirse, Allah, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde (kıyâmet gününde) onu arşının gölgesinde gölgelendirir." 173
Yardımlaşma: Karz-ı hasenin, üzerinde en çok durulması gerekli olan ilkelerinden bir diğeri de yardımlaşmadır. Aklî ve mantıkî boyutlarının yanı sıra, sayılamayacak kadar çok âyet ve hadis-i şerif ile temellendirilebilecek olan bu ilke, hayatın sadece maddî alanı için değil; mânevî alanı için de geçerlidir. Bu açıdan onu sadece ekonomik boyutu itibarıyla ele alma, onun faâliyet alanını daraltma anlamı taşır. Konuyla ilgli âyet ve hadislerden birkaç örnek verelim:
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, elleriniz altında bulunanlara (köle, câriye ve hizmetçilerinize) iyi davranın.” 174
“İyilik ve takvâ/(Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.” 175
“Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri/yardımcıları ve dostlarıdır. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah azîzdir, hikmet sahibidir.” 176
"Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, her başağı yüz daneli yedi başak bitiren bir tohumun hali gibidir. Allah dilediği kimseye daha kat kat verir. Allah'ın ihsanı çok geniştir. Her şeyi hakkıyla bilendir." 177
“Bir müslümanın dünya sıkıntılarından birisini rahatlatan kimsenin, Allah kıyâmet günü sıkıntılarından bir sıkıntısını rahatlatır. Zor durumda olan birisine kolaylık sağlayana, Allah dünyada da, âhirette de kolaylık sağlar. Kul kardeşine yardımcı olmaya devam ettiği müddetçe, Allah da o kula yardımcı olur...” 178
“Kim bir mü’minin dünyevî sıkıntılarından birini giderirse Allah da onu kıyâmet günü kederlerinden birini giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve âhirette kolaylık gösterir. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhirette (ayıbını) örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımındadır.” 179
171] 2/Bakara, 280
172] Buhârî, Sulh 10; Müslim, Müsâkat 19, hadis no: 1557; Tirmizî, Büyû’ 67; Nesâî, Büyû 104
173] Tirmizî, Büyû’ 67
174] 4/Nisâ, 36
175] 5/Mâide, 2
176] 9/Tevbe, 71
177] 2/Bakara, 261
178] Buhârî, Mezâlim 4; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 46
179] Müslim, Zikr 38; Ebû Dâvud, Edeb 68; Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19, Kırâat 3
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Cebrâil (a.s.) bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.”180
“Kim Allah’a ve âhirete iman ediyorsa misâfirine ikrâm etsin. Kim Allah’a ve âhiret iman ediyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah’a ve âhirete iman ediyorsa ya hayır söylesin veya sussun.”181
“Birbirinize haset etmeyin. Müşteri kızıştırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Kardeş olun, ey Allah’ın kulları! Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu tahkîr etmez. (Üç defa kalbine işaret ederek:) Takvâ buradadır. Kişiye kötülük adına müslüman kardeşini tahkir etmesi kişiye kötülük adına kâfidir. Müslümanın her şeyi; kanı, malı ve ırzı müslümana haramdır.” 182
“... Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona yardımı kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin aynasıdır, onda bir rahatsızlık görürse bunu ondan gidersin.” 183
“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” 184
"Malda zekâttan başka da hak vardır." 185
“Eş’arîler gazâda yiyecekleri biter veya Medine’deki çoluk çocuklarının yiyecekleri azalırsa ellerindeki yiyeceği bir elbisenin içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın içinde müsâvât üzere taksim ederler. Onlar bendendir; ben de onlardanım.” 186
Bu âyet ve hadislerden de anlaşılabileceği gibi, “yardımlaşma”; iyi geçinme, ortak değerleri muhâfaza etme, zararları ortadan kaldırma, faydası şahsın ölümünden sonra da devam edecek (sadaka-i câriye) işler yapma vb. birçok alanda geçerliliği olan bir kavramdır. Müslümanlar, hayat felsefelerini bu ilkeler doğrultusunda çizip hayata geçirebilseler, asr-ı saâdet ölçüsünde rahat ve huzur toplumsal alanda yeniden yaşanabilir. Fakat İslâm dışı hayat nizamlarının zorlama ve dayatmaları, bu nizamların asırları bulan egemenlikleri sonucu değişen değerler, bilim ve teknoloji alanında yapılan yenilikler, dünyanın global hale gelişi, emperyalist düşüncelerin devletleri felsefesi olmaktan öte, şahısların da aynı düşüncelere sahip olması ve bu çerçevede söylenebilecek daha birçok sebep, bu ilkelerin kitapların satırları arasında mahkûm bırakılmasını sonuçlandırmaktadır. Her şeye rağmen, inanç esaslarını kendi hayatına ve çevresine hâkim kılmak isteyen müslümanlar da vardır, ama azınlıktadır. İnsan, toplumsal bir varlık olduğundan, hayatını ancak topluluk içinde devam ettirebilir. Dolayısıyla toplumun büyük çoğunluğunun kabul etmediği ve İslâm dışı düzenlerin de unutturmak için büyük çabalar sarfettiği ve bu sebeplerden uygulama alanı bulamayan prensiplerin, azınlıkta kalan şuurlu müslümanlar tarafından yaşanması hem çok zor olmakta, hem de istenilen toplum düzeni bu cılız gayretlerle yakalanamamaktadır.
180] Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140; Ebû Dâvud, Edeb 132; Tirmizî, Birr 28
181] Buhârî, Edeb 31, 85, Nikâh 80, Rikak 23; Müslim, İman 74; Ebû Dâvud, Edeb 132
182] Müslim, Birr 32
183] Tirmizî, Birr 17, 18; Müslim, İman 95
184] Tirmizî, Birr 15; Ebû Dâvud, Edeb 58; Ahmed bin Hanbel, I/257
185] Tirmizî
186] Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 167
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 47 -
Meselâ; İstanbul gibi büyük bir kentte, gecekondu semtinde, aldığı asgarî ücretle hayatına devam eden üç çocuklu bir aile akrabalarının maddî sıkıntısına nasıl yardımcı olacak? Bu ailenin reisi, birkaç vâsıta değiştirerek ancak ulaşabileceği eş ve dostlarına nasıl ve ne zaman ziyarette bulunacak? Enflasyonun çift hâneli rakamlardan bir türlü düşürülemediği ülkede, bakkallık yapan bir esnaf, borcunu 6-7 ay ödemeyen bir müşterisine nasıl mühlet verecek? Ahlâkî kuralları yozlaşmamış, haram inancıyla gecikme zammı almayan müslüman bir tüccar, milyarlık borçlarını ödemekte geciken müşterisine nasıl muâmelede bulunacak?
Görüldüğü gibi, mesele sadece inanç ve ahlâk boyutu ile ele alındığında üzerinde konuşmak, teorik planda hayat sistemleri ortaya koymak, “ideler âleminde ‘el-medînetu’l-fâdıla’yı” yakalamak mümkün. Ama günümüz gerçekleri ile yüz yüze gelince, bunların o kadar kolay olmadığı görülüyor. Bu, bize “İslâmî emir, yasak ve tavsiyelerin kâmil mânâda uygulama alanı içine konulabilmesi, İslâm’ın bütünlüğü içinde ancak mümkün olur” tesbitinin doğruluğunu bir kez daha göstermektedir. İslâm’ın çare ve çözümleri, İslâmî bir toplum içinde gerçek mâhiyetiyle ortaya konabilir. Gayr-i İslâmî bir toplum ve düzenin koltuk değneği değildir İslâm. Kapitalizmin her şeyiyle yıktığı binâyı, hâkim olma hakkı verilmeyen İslâm’ın yıkımı durdurması ve daha sağlam halde binayı ayakta tutmasını beklemek akıl kârı değildir.
Bu düşüncelerle, ara ve geçiş dönemi yaşadığımız şu günlerde “bu türlü İslâmî değerler hayata geçirilemez” anlayışına sahip olduğumuz zannedilmesin. Tam aksine, bir grup güzel insan, bu değerleri kendi maddî ve mânevî imkânları içinde mutlaka hayata geçirmelidir. Muhtaç olan kişilerin karz-ı hasen ile imdâdına koşmalıdır. Ama esas olan, günümüzde en akıllıca yol, karz-ı hasene ihtiyaç duymayacak bir hayat standardını seçmek olsa gerek. Karz-ı hasen alındığı takdirde ise “zulmetmeme ve zulme mâruz kalmama” 187 prensibinden hareketle, karz-ı hasen veren kişi, alanın ihtiyaç içinde bulunduğunu unutmamalı, ödemede kolaylıklar göstermeli, ihtiyacı yoksa alacağını bağışlamalı; alan kişi de aldığı şeyin değer kaybını hesap ederek, o kaybı telâfi etmelidir. Böylece yardımlaşma gerçek mânâ ve muhtevâsıyla yaşansın. 188
Borç Konusu ve İnsanımız
"Din" kelimesi ile borç mânâsına gelen "deyn" kelimeleri aynı kökü paylaşan yakın anlamlı kelimelerdir. Dinin kurallarına uymak, müslümanın Allah'a borcudur. Bu borcunu ödemesi için, yaratılış amacı olan189 kulluk ve ibâdeti, ölüm gelinceye kadar190 hayatının her alanına yayması gerekmektedir. Bu, aynı zamanda Allah'la bir ticârettir. Müslüman, akıllı ve sâdık bir tâcirdir; sözünde durur, yatırımını çok kârlı olan yere, âhirete yönelik yapar. Bu tavır, onun "din" ve "deyn" anlayışıyla ilgilidir. Sayılamayacak kadar çok olan Allah'ın nimetlerine191 karşılık olarak, hayatı boyunca her konuda O'na itaat edip, tüm kapsamıyla ibâdet etmesi, bu nimetlerin küçük bir karşılığı, yani Allah'a olan borcunu ödemeye çalışmasıdır.
187] 2/Bakara, 279
188] Ahmet Kurucan, Yeni Bir Fıkhî Açı, s. 86-104
189] 51/Zâriyât, 56
190] 15/Hıcr, 99
191] 16/Nahl, 18
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kişinin îfâ etmediği namaz, oruç, hac gibi dinî borçlar da deyn/borç kapsamı içindedir. Nitekim hadis-i şerifte, tutulmayan oruç borcu için “deyn” kelimesi kullanılmıştır. 192
Kur'an-ı Kerim'de sosyal gerilimin, müstaz'af - müstekbir ikileminin engellenme yolları belirtilmektedir. Kur'an'da cennet ehli muttakîler tanıtılırken "...Mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır."193 buyrulur. Namaz kılan ve namazlarında devamlı olanların eline mal geçip zengin olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek "Bunlar, sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumların belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar"194 buyrulmuştur.
İnfak eden veya Allah için bir kardeşine güzel bir şekilde, yani dünyevî bir karşılık beklemeden borç veren kimse, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır. Cimrilik, fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna kan dökmeye, kul haklarına tecavüz etmeye, haramlarla da olsa mala hırs göstermeye götürür. İnfak ve güzel borç verme, mü'mini mala tutkunluk zilletinden temizler, paraya kulluk bağından kurtarır. İslâm, insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin esâretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını arzu etmektedir. Bunun bir yolu da, zenginin infak ederek ya da karz-ı hasen vererek hem Allah'ın emrine boyun eğmesi, hem de dünya malının kendisine geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emânet olduğunun bilincine varmasıdır.
İnfak gibi karz-ı hasen de, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibâdetler, Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Her çeşit infakı içeren malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu duygularla infak eden mü'min, her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin de o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
İçinde yaşadığımız toplumda kapitalizm, müslümanların dinlerini yaşamamasından güç almaktadır. Fâiz haramına rağmen, banka ile iş yapan müslümanlar, taksitli alışverişlerle boyundan büyük borçlananlar, kredi kartı ile harcama yapıp kat kat fâiz ödeyenler, sadece kendi haramlarını çekmekle kalmayacaklar, sömürü düzeni kapitalizmin azgınlaşıp insanları ezmesi olan zulüm düzenlerinin güçlenmesi vebâline de ortak olacaklardır. İsraf konusunda etrafına kötü örnek olanlar, hem kendi hayatlarını zorlaştırmakta ve hem de toplumun gidişatındaki sorumlulukları artmaktadır. En doğru çözüm yolu, insanın ister karz-ı hasen biçiminde, isterse ticarî borçlanmaya ihtiyaç duymayacak bir hayat standardı seçmektir. “Ayağını yorganına göre uzat” özdeyişi ile özetlenebilecek bu görüş, insanımız tarafından benimsenip hayata geçirilebildiği takdirde, hem tüketim toplumu olmaktan kurtulacak, israf ve lüks batağında batmayacağız, hem de izzet içinde yaşayabileceğiz.
Müslümanlar, iktisadî yönden güçlü olmalıdır, ama iki şartla. Birincisi, helâl yoldan zerre kadar tâviz vermeden, banka vb. kurumlarla işbirliğine girmeden, yalan ve sözünde durmama gibi ahlâk dışı davranışlara düşmeden. Tabii ki, “bu şartla, bu toplumda, kim, ne kadar zengin olabilir?” denebilir. Müslüman için
192] Buhârî, Savm 43; Müslim, Sıyâm 154, 155
193] 51/Zâriyât, 19
194] 70/Meâric, 22-25
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 49 -
zengin olmak değil; Allah’a hakkıyla kul olmak önemlidir. Her şartta zenginliği yücelten kimse, parayı putlaştıran materyalist ve kapitalist kimsedir. Müslüman bunu bilen ve paranın sadece bir araç olduğunu unutmayan insandır. Nice insan zenginlikle imtihanı kaybederek bu aracı dünyada yoldan çıkmak, âhirette de Cehenneme gitmek için bir araç olarak kullanabiliyor. Müslümanca zengin olma ve zengin kalmanın bu kapitalist düzende çok zor olduğunu ve parayla imtihanın fakirlikle sınanmadan daha müşkil olduğunu unutmamak gerekiyor.
İkinci şart; madde, mânânın önüne geçmemeli, helâl da olsa para ve mal sevgisi, Allah sevgisinden üstün gelmemelidir. Komşusu açken tok yatan kimsenin, kendisi için istediğini başkası için istemeyenin gerçek mü’min olmadığı hadislerde belirtilmiştir. Akıllı tüccar, çok kâr getirecek yere yatırım yapandır. En kârlı yatırım, âhirete yapılan yatırımdır. Zekât, sadaka, karz-ı hasen verme, infak ve malla cihad gibi yükümlülükler, kişinin maddeyi/parayı amaç değil; sadece hayra araç olarak kullanması gerektiğini hatırlatır.
Müslümanlar, fâize ve kapitalizmin vahşi sömürüsüne sadece sözle karşı çıkmakla başarılı olamazlar. Alternatif tavırlar geliştirmeli, herhangi bir müslümanı, banka kredisine, fâiz ve benzeri haramlara muhtaç etmemelidir. İslâmî cemaat ve cemiyetlerin, vakıf ve derneklerin faâliyetlerinden biri, “karz-ı hasen fonu” oluşturmak ve en azından kendi üyelerine ve imkânları zorlayarak diğer insanlara bu fondan yararlanma imkânı sunmaktır. Böylece hem elinde parası olanların paraları muhâfaza altına alınmış; hem de ihtiyaç sahipleri, zâlim ve sömürücülerin ellerine düşmeden sıkıntılarını gidermiş olacaktır. Müslümanlar, paralarını bir araya getirerek helâl yoldan kazanıp infak ve karz-ı hasen fonları oluşturabilmek için şirketler kurabilmeli, hiç olmazsa çok ortaklı şirketlere katılabilmelidir.
Câmiler karz-ı hasen kurumu görevini de üstlenebilir: Bir komşu ülkede günümüzde uygulanmakta olduğu gibi, mahalle sâkinleri, artırıp biriktirdikleri paralarının saklanması ve uygun yerlere karz-ı hasen (karşılıksız, sadece Allah rızâsı için borç) şeklinde kullanılması için emanet sandığı olarak mescidleri tercih etmektedir. Bu emanet paralar, mescide devam eden gençlerin evlenmeleri ve kuracakları yuva için gerekli masraflara harcanmak üzere fâizsiz kredi şeklinde, imamın onay vermesi şartıyla mescidlerden verilmektedir. Yine, mahalle sâkinleri ve mescid müdâvimlerine kendi iş yerlerini açmak amacıyla, benzer şekilde karz-ı hasen fonundan yardım edilmektedir. Kapitalizm ve sömürü ile mücâdelede, müslümanlar arası yardımlaşmada mescidlerin fonksiyonları değerlendirilmektedir. Bu mescid faâliyeti, geniş coğrafyalara yayılabilir ve işlevi genişletilebilir. “Câmii”, kendisinde toplanılan anlamına geldiği halde, günümüzde câmiiler sadece namaz kılınıp dağılınan yerler haline getirildi. Asr-ı Saâdette uygulanan yirmi civarındaki fonksiyon câmiilerden uzaklaştı. Ama, câmiilerin bazı fonksiyonları vakıf ve derneklere taşınıp oralarda uygulanabilir. Karz-ı hasen de bunlardan biridir. Zaten bütün yeryüzü bu anlamda Allah’a kulluk sergilenecek mesciddir, mescid olmayı beklemektedir.
Câmilerdeki Sadaka Taşı: 19. Asra kadar kentlerin merkezlerindeki çarşı câmilerinde varlığını devam ettiren bir uygulama vardı. Câmiinin bir duvarına içi oyuk bir taş yerleştirilir, câmiye giren bazı insanlar, elleri yumulu şekilde o taşa yaklaşırlar, içinde açarlar, o taştan elini çıkarırken tekrar kapatırlardı. Bu el hareketiyle bazıları o taşa para koyar, bazıları da ihtiyacı kadar o taştan para
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alırdı. Dışarıdan onları gören kimseler, kimin para koyduğunu, kimin para aldığını kesinlikle anlayamazdı. Dolayısıyla infak eden gururlanmamış, alan da kendini küçük düşürmemiş olurdu. Ve, bu taşın içi hiç mi hiç boşalmaz; içindekiler bitmeden eklemeler olurdu. Âhiretteki yatırım ihmal edilip israf ve tüketime önem verildiğinden, Batılı ve bâtıl hayatla birlikte fonksiyonunu yitirdiği için çoğu câmiilerden kaldırılan bu taş, bazı câmiilerde tarihî bir kalıntı olarak hâlâ durmaktadır. Bu taşa “sadaka taşı” denirdi. Kente iş bulmak veya bir işini halletmek için taşradan gelen insan, başkalarına maddî sıkıntısını anlatıp yardım isteme ezikliğinden kurtulur, ama sadece bir günlük ihtiyacı kadar buradan para alırdı. İstismar ederse, işinin rast gitmeyeceğini, tüyü bitmemiş yetimin, aç fakirin hakkını yemiş olacağı için cezasını çekeceğini düşünürdü. İş bulur bulmaz da en az aldığı kadar miktarda oraya para bırakmayı kendine borç bilirdi. Oradan yararlanan kimseler, bunu karşılıksız yardım olarak düşünmez, bir borç, yani karz-ı hasen olarak değerlendirirlerdi. Yani, bu uygulama ile karz-ı hasen, değişik bir usûlde başta İstanbul olmak üzere nice şehirlerdeki çarşı üzerindeki câmilerde uygulanıyordu.
Karz-ı Hasenin Fazîleti
Malların, tüm mülkün gerçek sahibi Allah’tır; insanoğlu sadece bir emânetçidir. Allah’ın ve Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) koyduğu ölçülere göre kazanmak ve harcamak mecbûriyetinde olan mü’minler için, malların meşrû kullanma yollarından biri de ödünç vermedir. Mü’minler birbirlerine karşı mükellef oldukları yardımlaşma yollarından biri karz-ı hasen olduğu için Allah’ın rızâsına ermek amacıyla güzel bir şekilde borç vermek, çok önemli bir İslâmî ameldir.
Zekât verecek ölçüde nisab miktarı mala sahip olup da zekât ve yakın akrabaya nafaka vermekle yükümlü olan insanlar az olduğu gibi, zekât ve nafaka yardımı alacak kadar fakir olanlar da aslında azdır. Toplumun büyük çoğunluğunu orta sınıf oluşturur. Kendi yağlarıyla ancak kavrulabilen bu insanlar, yardıma muhtaç oldukları zaman borç bulabilirlerse sosyal yardım almaksızın maddî problemlerini çözümleyebilirler. Maddî bunalımları gidereceği ve insanların ihtiyaç arz edip karşılıksız yardım istemelerini, dilenmelerini engelleyeceği için dinimiz borç vermeyi Allah’ın rızâsına erdirecek bir amel olarak sunmuş ve teşvik etmiştir. “(Sadakaların en değerlisi) Birinizin mü’min kardeşine ödünç olarak para veya binek/yük hayvanı vermesidir...” “Bir malı/parayı borç vermek, sadaka vermekten hayırlıdır.” 195
İslâm dininin teşvik ettiği borç vermenin fazîletine ve âhiret mükâfatına erebilmek için borç verenin riâyet etmesi gereken şartları üç madde halinde özetleyebiliriz:
a- Borç veren bir maddî problemi çözmeyi, bir üzüntüyü gidermeyi amaçlayacaktır. Bu sebeple alacağı borçla içki, kumar ve zinâ gibi bir haramı işleyeceğine veya bir israf ve lüks harcamada bulunacağına kanaat ettiği kişiye borç vermeyecektir. Çünkü İslâm Dininde bile bile haramın işlenmesine sebep olmak da haramdır, insanı günahkâr kılar. “İyilik ve takvâ/(Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun;
195] Ahmed bin Hanbel, I/463; Câmiu’s-Sağîr, II/86
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 51 -
çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.” 196
b- Mü’min, yalnız Allah’ın rızâsını gâye edinerek borç verecektir. Verdiği borca karşılık asla fâiz almayacaktır. Fâiz almayacağı gibi, borçlusundan şu veya bu şekilde yararlanmayı düşünmeyecektir. Eğer borç vermeden önce borçlusu ile arasında hediyeleşme olmuyor idiyse, borçlusundan hediye de kabul etmeyecektir. Zira Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Biriniz bir mal (veya para) ödünç verip sonra malı alan şahıs, borç verene bir hediye verdiği veya onu bineğe bindirmek istediği zaman, sakın o bineğe binmesin ve o hediyeyi kabul etmesin. Meğer ki, borç işinden önce, bu kişiler arasında bu çeşit iş cereyan etmiş olursa, o başka (o takdirde hediye alınabilir)." 197
c- Borç veren mü’min, yaptığı iyiliği başa kakmayacak, ödeyemeyen borçlusuna süre tanıyacaktır. Rabbimiz şöyle buyurur: “Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer gerçekleri çok iyi anlayan kimselerden iseniz, (ödeyemeyecek derecede güçsüz olan borçlunun borcunu) sadaka (veya zekât) saymak sizin için daha hayırlı bir iş olur.”198 Borçluya vâde tanınması ile ilgili hadislerinde ise Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi Yüce Allah Cehennem ateşinden korur." 199; "Kim bir borçluya mühlet verirse, her gün için bir sadaka sevabı kazanır. Kim onun borcunu vâdesi geldikten sonra tehir ederse, tehir ettiği müddetçe, her geçen gün (alacağı mal kadar) sadaka yazılır." 200
Borcunu ödeyemeyene alacağını bağışlamanın fazîleti bir tarafa, süre tanıyıp kolaylık göstermek bile çok sevap getiren bir ameldir: "Kim borçluya mühlet tanır veya bağışlayıverirse, Allah, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde (kıyâmet gününde) onu arşının gölgesinde gölgelendirir." 201 Borçluya kolaylık göstermenin, alacağını tahsilde müsâmahakâr davranmanın faziletini öğreten bir diğer hadislerinde de Peygamberimiz kendisine vahiy yoluyla bildirileni şöyle açıklıyor: “Kıyâmet gününde Allah’ın huzuruna kullarından bir kul getirilecek. (Rabbimiz) Ona soracak: ‘Dünyada Benim rızâm için ne yaptın?’ O kulun cevabı: ‘Allah’ım! Senin için (affını ve rahmetini) ümit etmeme vesile olacak küçücük bir hayır dahi yapamadım.’ Rabbimiz bu sorusunu üç defa tekrarlayacak. Kul üçüncüsünde şöyle diyecek: ‘Allah’ım! Sen bana (ihtiyacımdan) fazla mal vermiştin. Ben insanlarla alışveriş yapan bir adamdım. Kolaylık göstermek ahlâkımdı. Zenginlere kolaylık gösterir, darda kalanlara da vâde tanırdım (Katında kabul olunur bir amelim olsa olsa budur).’ Gizli ve açık her şeyi bilen, fakat yüceltmek için kulunu muhâtap edinen Allah şöyle buyuracak: ‘Kolaylık göstermeye asıl lâyık olan Benim. (Yaptıklarına mükâfat olarak) Gir Cennete.” 202
Yukarıda özetlenen şartlara riâyet ederek özellikle yaşadığımız dönemde Allah için borç vermek, aynı zamanda bir tür cihaddır. Zira fâiz kurumlarının aylık mevduatlara fâiz verme kampanya ve propagandalarını sürdürdükleri
196] 5/Mâide, 2
197] İbn Mâce, Sadaka 19, hadis no: 2432) "Menfaat sağlayan her türlü borç fâizdir." (el-Câmiu's-Sağîr, II/94
198] 2/Bakara, 280
199] Buhârî, Büyû' 17; Müslim, Zühd 74; Tirmizî, Büyû' 67; Ibn Mâce, Sadakat 14; Ahmed bin Hanbel I/327, II/359
200] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 289
201] Tirmizî, Büyû’ 67
202] İbn Kesir, Bakara 280 âyetinin tefsiri, I/330-331
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devrimizde ödünç verme, nefsî ihtirasları dizginlemeyi gerekli kılmaktadır. Kaldı ki ekonomisine fâiz sistemi ile işlerlik kazandırılmaya çalışılan toplumumuz gibi toplumlarda özellikle kâğıt para en az, banka fâiz oranları ölçüsünde değer kaybedeceği için ödünç para vermek zararı göze almaktır. Nefse ağır gelebilecek böylesine bir direnç ve fedâkârlık, elbette ki bir cihaddır.
Borcun kasden ödenmemesi bir tarafa, iflâs, hastalık ve ölüm gibi borcun ödemesini engelleyecek doğal engellerin çıkması ihtimal dâhilinde olacağından, İslâm Dini, borç vermeyi teşvik ettiği mü’minlere toplum garantisi vermektedir. Şöyle ki: Kur’an ve Sünnet kanunlarına göre yönetilecek toplumlarda, İslâmî Devlet tarafından toplanıp dağıtılacak dinî-sosyal vergi olan zekâttan, Allah’ın emri ile kendilerine fon ayrılacak bir zümre de, meşrû sebeplerle borçlananlardır. Eğer borçlu mü’min borcunu ödeyemez veya borcunu ödemeden ve miras bırakmadan ölürse, alacaklının bunu belgelemesi üzerine borç, İslâm Devleti aracılığı ile zekât fonundan ödenir. Alacaklı mağdur edilmez. Bu çeşit tatbikat, ilk İslâm Devleti Başkanı olan Peygamberimiz’le başlamış ve O’nun şu uygulaması ile meşrûiyet kazanmıştır: "Ben her mü'mine kendi nefsinden daha evlâyım/yakınım. Nitekim kim bir mal bırakırsa bu ailesi içindir. Kim bir borç veya (bakıma muhtaç) horanta/aile efrâdı bırakırsa bu bana aittir ve benim üzerimedir." 203 Kur’an da bu uygulamayı tavsiye etmektedir. Zekât fonundan bir bölümün borçlular için ayrılması, 9/Tevbe, 60. âyetinin gereği kabul edilmiştir.
İslâm, borç vermeye teşvik eder. Ancak nafakamızı sağlayacak bir iş kurma, oturulacak bir mesken edinme ve hastalıkları tedâvi ettirme gibi hayatî zarûretler olmadıkça borçlanmayı onaylamaz. Zira borçlanma nefsimizi tedirgin edeceği gibi, bizi yalan söylemeye ve sözümüzden dönmeye yöneltebilir. Ödenmeden ölüm halinde ise vârisler tarafından ödenmedikçe de kabirde mahkûm hayatı yaşamamıza sebep olur. Belirtilen dinî ölçüler ışığında borç vermeli; ama borç almamaya çalışmalıdır. Uzun vâdeli borçları altın üzerinden borç almalı ki, borç vereni de zarara sokmamış olalım. Alınan borçlar, zamanında ödenmelidir. Borçlarını belirtilen süre içinde ödemeye çalışmayanlar günahkârdır. Allah için borç verenleri istismar ettikleri, borç verme duygularını körelttikleri ve fâiz sistemine dolaylı olarak yardımcı oldukları için de ayrıca günahkârdırlar.
Borçlanmaktan Sakınmak İslâmî Görevimizdir
İslâmî ölçülere göre insanın çevresine yük olmaksızın, şahsının ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin ihtiyaçlarını temin etmesi ana görevidir. Ancak, zaman zaman, çevre ile yardımlaşma zarûreti duyulabilir. Bunun içindir ki İslâm, yardımlaşmayı emretmiştir. Yardımlaşmanın önemli bir şekli olan ödünç alıp vermeyi de meşrûlaştırmıştır. Dinimiz ödünç vermeyi teşvik etmekle birlikte, ödünç almayı ise ancak hayatî zarûretler karşısında onaylar.
Nafaka temini için iş kurma, mesken edinme ve tedâvi gibi sebepler dışında borçlanma İslâm’ın öğretileri ile bağdaşmaz. Çünkü gereksiz borçlanma çevreye lüzumsuz yük olmanın ötesinde ferdin dünya ve âhiret hayatını olumsuz yönde etkileyicidir. Bu sebeple Peygamberimiz her bir mü’mini muhâtap tutan şu emri vermişlerdir: “Güven içinde yaşarken borçlanma ile nefislerinizi tedirgin etmeyiniz.” 204
203] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867; Nesâî, Iydeyn 22
204] Mecmeu’z-Zevâid, K. Büyû’ B. Fi’d-Deyn, IV/126
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 53 -
Borçlanma, gerçekten hayatı etkileyicidir. Özellikle devrimizde borçlanma pek çok sakıncayı ihtivâ etmektedir:
a- Borç, kafayı meşgul, kalbi tedirgin eder. Sürekli borçlanmalar ise kişiyi yalan söylemeye, sözünden dönmeye zorlar. Yalan ve vaadinden dönme ise İslâmî şahsiyeti çiğnetir, âhiret hayatına zarar verir. Bunun içindir ki Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kişi borçlanınca konuşur, yalan söyler, vaad eder, sözünü tutmaz." 205; "Borçtan kaçının; zîra o, gece keder, gündüz de zillet vesilesidir." 206
b- Günümüzde ev ve giyim eşyası gibi malları borçlanarak taksitle alma, israfa ve lükse düşürmenin yanı sıra kişiyi fâiz düzeninin de destekçisi kılmaktadır. Taksitçiliğin fâiz sistemini beslediği açık bir gerçektir. Dolaylı bir şekilde de olsa haram olan bir uygulamaya yardımcı olmak ise haramdır.
c- Ekonomisi fâize dayalı toplumlarda enflasyon kaçınılmaz olduğundan para olarak alınan borç, tam olarak ödense de, değer kaybıyla ödendiği için alacaklının hakkı gereğince ödenmemiş olur. Bu ise, Allah için borç vererek iyilik yapanı zarara uğratmaktır.
d- Borçlanmanın bir diğer önemli sonucu da ödeyememe durumudur. Zira işsizlik, hastalık ve iflâs gibi sebepler borçların ödenmesini engelleyeceği gibi, ansızın gelen ölüm de borçları ortada bırakabilir. Bu durum ise âhiret felâketine sürükleyicidir. Çünkü Peygamberimiz’in açıklamalarına göre şehitlik üzere ölüm bile kul hakkı olan borcun vebalini düşürmez. Kişi cennetliklerden olsa bile borcu vârisler tarafından ödeninceye kadar ruhu kabir hapsolunur: "Borçlu ölen kimse kabirde bağlıdır, rehinlenmiş gibidir. Onu kurtaracak tek şey borcunun ödenmesidir." 207; "Nefsimi elinde tutan Zât'a kasem olsun, bir adam Allah yolunda öldürülse, sonra diriltilse, tekrar öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, üzerindeki borcu ödenmedikçe cennete giremez." 208
Üzebildiği, haramlara düşürebildiği, bâtıllara destekçi kılabildiği ve sonuç olarak da âhiret mutluluğuna engel olabildiği içindir ki Peygamberimiz (s.a.s.) duâlarında borçtan ve borçlanmaya mecbur kılacak durumlara düşmekten daima Allah’a sığınmıştır. Bir defasında ‘Allah’ım! Kâfirlikten ve borçtan Sana sığınırım’ şeklinde duâ buyurunca bu duâyı işiten sahâbî: ‘Kâfirliği borca eşit mi kılıyorsunuz yâ Rasûlallah?’ diyerek sormuştur. Peygamberimiz de: “Evet (eşit kılıyorum)”209 buyurarak hayatî bir zarûret olmadıkça borçlanılmaması lüzumunu duyurmuşlardır. Rasûlullah (s.a.s.) hemen her gün sabah akşam şu duâyı yapardı: “Allah’ım! Günahtan ve borçtan Sana sığınırım.” Bu duâyı devamlı yapınca, merakını yenemeyen bir sahâbi: ‘Yâ Rasûlallah! Borçtan ne kadar da çok Allah’a sığınıyorsun” demişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “Kişi borçlandığı zaman (ödeyemediğinde) yalan söyler, söz verir, sözünde durmaz.” 210
Sunduğumuz dinî ölçülerden anlaşılacağı üzere nafaka, mesken ve tedâvi gibi hayatî zarûretler dışında borçlanma meşrû değildir. Dinî ölçülerimize göre
205] Buhârî, İstikraz 10
206] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
207] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179, 180
208] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
209] Nesâî, 8/264; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 2481
210] Buhârî, İstikraz 10
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
borçlanmanın meşrû olmadığı durumlarda gereksiz yük olarak müslümanlardan borç istemek de meşrû değildir. Çünkü Peygamberimiz “İnsanlara yük olmayınız...” buyurmuşlardır. Ayrıca halı, âvize, koltuk takımı, buzdolabı, televizyon gibi ev eşyası ve özel otomobil gibi eşya ve araçların borçlanarak alınması da İslâm’ın sunduğu takvâ ölçüleri ile bağdaştırılamaz. Çünkü bunlar hayatî bir ihtiyaç değildir. Mevcut işimizi büyütmek gibi bir gâye ile fâizli kredi alarak borçlanmak ise kesinlikle haramdır. Haramları işlemek ise cehennem azâbına götürür.
Mü’min, açıklanan zarûrî sebepler dışında borçlanmamalıdır. Borçlandığı zaman ise mutlaka ödeme niyetiyle borçlanmalı, borcunu zamanında ve güzel bir şekilde ödemelidir. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuşlardır: "Allah Teâlâ nazarında, bir kulun Allah tarafından yasaklanan kebîrelerden sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde borç olduğu halde ölmesidir."211; "Bundan sonra yanımda para olmadan hiçbir şey satın almayacağım." 212; "Borcunu ödeyebilecek durumda olan zengin kimsenin ödemeyi geciktirmesi zulümdür. Biriniz bir zengine havâle olunursa (havâleyi kabûl etsin.)"213; "Zenginin borcunu savsaklaması, haysiyetinin ihlâl edilmesini ve cezâlandırılmasını helâl kılar."214; "Kim ödememek kastıyla borca girerse Allah'ın huzuruna hırsız olarak çıkar."215; "Üzerinde bir dinar veya bir dirhemlik borçla ölen kimsenin borcu, onun hayır ve hasenatından ödenir. Orada (mahşer yerinde) ne dinar ne de dirhem vardır." 216
"Borcun sebep olduğu keder kadar ciddi bir keder, göz ağrısı kadar dayanılmaz bir ağrı yoktur."217; "Borç Allah'ın yeryüzündeki zillet boyunduruğudur, Allah bir kulu zelîl etmek dilerse onu boynuna geçirir." 218; "Şüphesiz, borç sahibi (ödemeden) ölünce, borcu Kıyâmet günü ondan (sevaplarından) alınır. Fakat şu üç sebeple borçlanan kimse bu hükmün dışındadır:
1) Adamın gücü Allah yolunda (savaşta) zayıflar, o da Allah düşmanına ve kendi düşmanına karşı kuvvetlenmek için borçlanır.
2) Bir adamın yanında bir müslüman ölür, onu kefenleyip gömecek parası olmaz, bu maksatla borçlanır.
3) Bir adam, bekârlık sebebiyle nefsinden Allah'a karşı korku hisseder. Dinine zarar gelir endişesiyle (borçlanarak) evlenir. Allah Teâlâ, Kıyâmet günü, bunların borçlarını kendisi öder." 219
Ödememe niyetiyle borçlanan, borcunu ödemeyen veya zamanında güzelce tediye etmeyen kişi günahkârdır. Müslümanların yardımlarını, merhamet duygularını istismar ederek mü’minler arasında yardımlaşma duygularının
211] Ebû Dâvud, Büyû 9, (3342
212] Ahmed bin Hanbel, I/235, 323
213] Buhârî, İstikrâz 12, Havâlât 1, 2; Müslim, Müsâkat 33, hadis no: 1564; Ebû Dâvud, Büyû 10, hadis no: 3345; Tirmizî, Büyû 68, hadis no: 1308; İbn Mâce, Sadaka, 8; Nesâî, Büyû 100, 101; Muvattâ, Büyû 84; Dârimî, Buyû’, 48; Ahmed bin Hanbel, II/71, 245, 254, 260
214] Ebû Dâvud, Akdiye 29, hadis no: 3628; Nesâî, Büyû 100; İbn Mâce, Sadakat 18, hadis no: 2427; Buhârî, İstikrâz 13
215] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 288
216] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 288
217] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
218] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
219] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 294
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 55 -
zayıflamasına sebep olan bu gibi kişiler, hayrı engelleme günahının da fâilidirler. "Kim şu üç şeyden berî/uzak olarak ölürse (azap görmeksizin) Cennete girer: Kibir, gulûl (ganîmet veya toplum malından çalma), borç." 220
İnfakın, Allah İçin Borç Vermenin Fayda ve Hikmetleri
Bir toplumda zenginlerin ve fakirlerin bulunması doğaldır. Doğal olmayan, bunların birbirlerinin haklarını gözetmemesi ve sosyo ekonomik açıdan bir bakıma sünnetullah denilebilecek bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik sebebi olmasıdır. Bunun için de hem zengin ve fakir arasındaki ekonomik düzey farkının uçuruma dönüşmemesi, yani zenginin daha zengin; fakirin daha fakir olmasının engellenmesi, hem de bu yüzden gerçekleşmesi muhtemel olan bu duygusal gerilimin önlenmesi gerekir. Kur'an-ı Kerim'de sosyal gerilimin, müstaz'af - müstekbir ikileminin engellenme yolları belirtilmektedir. "...Mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın diye..."221 Kur'an'da cennet ehli muttakiler tanıtılırken "...Mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır." 222 buyrulur. Namaz kılan ve namazlarında devamlı olanların eline mal geçip zengin olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek "Bunlar, sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumların belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar" 223 buyrulmuştur. Bu düzenleme aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insanî meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. 2/Bakara 263 ve 264. âyetlerden anlaşıldığına göre; zengin, verirken gönülsüz davranmayacak, başa kakmayacak, aynı şekilde fakir de alırken ezilmeyecek, her türlü meşrû sebebe yapıştığı halde, gücü geçinmeye yetmediğinden mahcûbiyet duyması gerekmeyecek. Çünkü biri borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil ediyor. Başa kakma ve mahcubiyet için hiçbir neden kalmıyor. Bu düzenleme, bir anlamda toplumsal gerilim sigortası görevi görür.
Namaz ve oruç, bireysel ve kişisel gelişme ve yükselişe; infak ise, ferdî cimrilik, bencillik gibi kötü huylardan arındırma yanında, toplumsal bünyeye girmiş zararlı mikroplardan arınmaya, toplumsal bünyenin sağlıklı bir şekilde serpilip büyümesine, gelişmesine hizmet ediyor. İnfakın bir ibâdet oluşunun anlamı burada gerçekleşiyor; İnfak, toplumsal ibâdettir. "Onların mallarından sadaka al. Onunla kendilerini temizlemiş ve tezkiye etmiş olursun." 224 Temizleme ve tezkiye; bu iki kelime, zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme ve arınmasını içine almaktadır. İnfak eden, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır. Cimrilik, fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna kan dökmeye, kul haklarına tecavüz etmeye, haramlarla da olsa mala hırs göstermeye götürür. İnfak, mü'mini mala tutkunluk zilletinden temizler, paraya kulluk bağından kurtarır. İslâm, insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin esâretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını arzu etmektedir. Bunun bir yolu da, zenginin infak ederek hem Allah'ın emrine boyun eğmesi, hem de dünya malının kendisine geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun
220] Tirmizî, Siyer 21, hadis no: 1572, 1573; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 1, s. 173-183
221] 59/Haşr, 7
222] 51/Zâriyât, 19
223] 70/Meâric, 22-25
224] 9/Tevbe, 113
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilincine varmasıdır.
İnfak gibi karz-ı hasen de, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibâdetler, Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Her çeşit infakı içeren malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu duygularla infak eden mü'min, her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin de o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekât ve diğer infak çeşitleri, bir ibâdet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm'ın toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem verdiğini gösterir. Her türlü infak, malı ve malın bereketini artırır. Yoksul zümrelerin eline geçen para, her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır. Bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi talep hacmi, ekonomik hayata dinamizm getirir. İnfak sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. İslâm kardeşliği de böylece gerçekleşir.
Rasûlullah'ın benzetmesiyle müslümanlar bir vücut, bir bünye gibidir. Vücudun bir âzâsı sızlayınca bu ağrıyı öbür organların duymaması, bu derdi paylaşmaması mümkün mü? Hayır, çünkü böyle bir durum, vücudun fıtrî -doğal- yapısına terstir. Toplumda fakirlerin haklarına riâyet edilmemesi, vücuttaki bir uzvun kanaması gibidir; vaktinde tedbir alınmazsa kan kaybı bu vücudun hastalanmasına, belki ölmesine yol açarsa, aynı şekilde fakirlerin haklarına tecavüz, sosyal bir kanamadır ve vaktinde tedbirler alınmazsa canlı organizma olan sosyal bünyenin sağlığını yitirmesine yol açacaktır. Bu durum, toplum üzerindeki ilahî yardımın, rahmet ve bereketin çekilmesi demektir. Bugün toplumumuzda görülen ekonomik problemlerin önemli bir kısmı bu hastalıkla ilgilidir.
Mü'min, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Her çeşit malı ve nimetleri, asıl kaynağı olan Allah'a nisbet eder. "Onlara rızık olarak verdiklerimizden..." ifadesi mü'minin özel mülk ve gerçek mâlik anlayışını düzenler. Böylece infak eylemi, dağıttığı şeylerin kendi özel malı olmadığını, kendi özel mülkiyetinden tasarrufta bulunmadığını hatırlatarak onun bağış bencilliğini kırar. Mü'minlerin tüm yaptıkları, Allah'ın verdiği rızıktan infak etmektir. Bir postacıdır, bir veznedardır, bir emanetçidir mü'min. Bu telkin, asıl verenin, asıl sahip olanın Allah olduğunu hatırlatır. Böylece mü'min, Allah'ın kendisine verdiği rızıklardan sorumlu olduğunu anlar. Mü'min, malını istediği biçimde, dilediği şekilde özgürce harcayamaz. Sadece malını değil; rızık kelimesinin, mülk kelimesinin kuşattığı tüm maddî ve manevî nimetler konusunda aynı bilinç ve davranış sözkonusudur. İnfak, insanın sahip olduğu her enerjiyi, her gücü kapsamına almaktadır. İlme sahip olanlar, ilme muhtaç olan insanlardan ilimlerini saklamamak ve ona ihtiyacı olanlara bu ilmi dağıtmak zorundadırlar. Makam, şöhret, çalışma, tecrübe ve diğer konulardaki imkânlar da böyledir. Bu tür imkânları olanlar, onları sırf kendileri için saklamamak, aksine buna ihtiyacı olan insanlara dağıtmak mecburiyetindedirler. Bu sorumluluk, arta kalan bir şeyi verme niteliğinde ve nafile bir ibâdet değil; bir görevi yerine getirme sorumluluğu, bir farzı eda etme bilincidir.
Mü'minler; Karun gibi toplayıcı değil; Harun gibi dağıtıcıdırlar. Dağıtmak için kazanırlar. Verirken tükeneceğinden korkmazlar. Çünkü veren Allah'tır;
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 57 -
"ver" diyen de Allah'tır. "Siz Allah için bir şey verdiğinizde Allah onun daha iyisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." 225 Mü'min, İblis gibi fakirlikten korkutup cimriliği emretmez 226; İdris gibi cömertliği emreder.
Mü'min, canını yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O'nun yolunda mal ve canıyla cihad eder. Bakara suresi 3. âyetindeki "onlara verdiğimiz rızıktan infak ederler" âyetini okuyunca, biz verdiğimizi kendi malımızdan değil; Allah'ın bize emaneten verdiğinden infak ettiğimizi anlıyoruz. Düğün evinde yemek kazanının başındaki aşçı yemek dağıtırken kimseyi minnet altına alamadığı gibi, kimsenin başına kakamadığı gibi, "ben malımdan dağıtıyorum" diyerek övünemediği gibi infakta bulunan kişi de haddini bilir. 227
Kur'an'dan faydalanabilmenin şartlarından biri, kişinin, Allah'ın ve insanların hakkını vermek üzere Kitap'taki talimatlara uygun olarak parasını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Bu çok önemli bir şarttır. Çünkü bir cimrinin veya parayı her şeyden çok seven bir servet düşkününün, İslâm uğrunda mâlî fedakârlıklar yapması beklenemez. 228
Cimrilik, yahudilerin ve yahudileşenlerin, kapitalistlerin özelliğidir. Cimri, paranın egemenliğine boyun eğdiğinden paranın mahkûmudur. O yüzden cimri, devamlı psikolojik bunalım içindedir, doyumsuzdur, sevgisizdir. Fedakârlığın, vermenin tadına varmanın ne kadar güzel olduğunu, âhiret ödülü yanında, dünyada da insanı mutlu ettiğini bilemez cimri. Cimriliğin sebebi, aşırı para, mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Cimrilik yüzünden durmadan para biriktiren ve tükenir endişesiyle hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı bile kendilerine zehir eden para mahkûmları vardır. Hâlbuki para, mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır. Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. "Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azab hazırladık." 229
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: "Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir." "Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: İlahi, infak edene karşılığını ver; diğeri: Allah'ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye dua ederler." 230; "Cimri kişi, Allah'a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır." 231
Paralarından ve mallarından en az yararlanan cimrinin kendisidir. Cimriler, kendilerinin ölmelerini isteyenler için servet biriktiren insanlardır. Cimri, yeryüzünde kendi yararlanamayacağı serveti biriktirirken; infak sahibi cömert gökyüzünde kendisi ebedî yararlanacağı serveti biriktirir. İnfak eden mü'min, istikbalini düşünen kimsedir; yarın gideceği yere yatırım yapmakta, içinde ebedî yaşayacağı köşkünü hazırlamaktadır.
225] 34/Sebe', 39
226] 2/Bakara, 268
227] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, c. 1, s. 85-86
228] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, c. 1, s. 49
229] 4/Nisâ, 37
230] Riyâzü's-Sâlihîn, 1/253
231] Tirmizî, Birr 40
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsan, malına cimrilik ettiği nisbette şerefinden kaybeder. Kötü kimseler olsalar bile cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır. Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıdır. Allah, serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır. "Allah'ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır." 232
İnfak ve Allah için borç verme, mutluluğun merdivenidir. Alan kimse, nimetlerden geçici ve sınırlı bir şekilde yararlanırken; veren mü'minin hazzı kısa sürede sona ermez. Mü'min kalp, mal ile değil; iman ile mutmain olur. Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiçbir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızâsı için malını infak etmekten veya darda kalan kimseye borç alarak vermekten çekinmez. Kalpler, cömertlikle, infak ve karz-ı hasen sâyesinde temizlenir. 233 Çünkü küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan sebeplerden biri de aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz." 234 buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, "ben bu malı infak edersem, başkasına borç vererek yardım edersem, bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder."235 Oysa Allah'ın bildirdiğine göre: "mal ve servet insan için bir imtihandır."236 Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertlik ve infaktır. 237
İnsanların cömertlikten ve infaktan kaçmasının sebepleri başında: "benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile "başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir. İslâm dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın tekeli altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ'nındır. Her şeyin gerçek mâliki Allah'tır.238 Kur'ân-ı Kerim'de bu durum yirmiyi aşkın âyette vurgulanmaktadır. Mülk Allah'ın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, mü'min için en makul bir olay olarak değerlendirilir. Mü'mindeki infak, karz-ı hasen ve cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır.
Hesap gününü düşünen her mü’min, malın bir imtihan sebebi olduğunu bilir ve mâlî ibâdetlerini eda etme hususunda titiz davranır.
232] 3/Âl-i İmran, 180
233] Bk. 92/Leyl, 17-20
234] 89/Fecr, 20
235] 2/Bakara, 268
236] Bk. 39/Zümer, 49-52
237] Bk. 64/Teğâbün, 15-17
238] 3/Âl-i İmran179; 57/Hadîd, 10
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 59 -
Kur’an-ı Kerim’de: “Onların mallarında isteyenin ve (iffetinden dolayı dilenemeyen) yoksulun da bir hakkı vardır.”239 hükmü beyan buyrulmuştur. Mü’minlerin mallarıyla, dilleriyle ve canlarıyla cihad etmeleri, kat’i nasslarla emredilmiştir. İşte cihadın ilk ve vazgeçilmez çeşidi olan malla cihada infak ve karz-ı hasen adı verilir.
İnsanın fıtrî hallerinden birisi de, iyilik gördüğü kimseyi sevmek, kötülük gördüğü kimseden de uzaklaşmaktır. Bu, esasen her canlıda bulunan bir özelliktir. Fakat bazen öyle iyilik edenler olur ki, yaptığı iyiliği başa kakarak, insanı “keşke bu iyiliği yapmasaydı” dedirtecek noktaya götürür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Mallarını (Allah yolunda) harcayıp da, sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenler (yok mu?) Onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.”240 buyrulmuştur. Yapmış olduğu iyiliği her fırsatta gündeme getiren ve karşısındaki insanın hislerini rencide eden kimse “infakını iptal etmiş” hükmündedir. Zira iyiliği başa kakmayan ve diliyle eza vermeyenler için korku kaldırılmıştır. Diğerlerine gelince, Allah Teâlâ: “İyi (ve güzel) bir söz veya bir ayıbı örtme; ardından eziyet gelen (başa kakılan) bir sadakadan hayırlıdır. Allah (kullarının infaklarından) müstağnidir, halimdir.”241 hükmünü beyan buyurmuştur. Bilindiği gibi, güzel bir söz veya bir ayıbı örtmek için, mutlaka zengin olmak gerekmez. Her mü’min (zengin veya fakir) bu ameli eda edebilir. Bu âyette, beliğ bir üslupla, önce infakta bulunan, daha sonra (bu sebeple) eziyet eden mükellefin, amelinin (sevap açısından) iptal edildiği haber verilmiştir. Dolayısıyla infak amelinin değişmeyen iki rüknü vardır. Birincisi, iman; ikincisi ihlâstır.
İslâm toplumu, “iyilik ve takvâ hususunda yardımlaşma ve yarışma”yı esas alan fertlerin bir araya gelmesiyle hayatiyet kazanır. İman eden, sâlih amel işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye eden insanlar hüsrandan kurtulabilirler.
Rasül-i Ekrem’in: “Veren el, alan elden daha hayırlıdır.”242 buyurduğu bilinmektedir. Veren el, infak eden el olduğu gibi, aynı zamanda borç veren eldir. Çünkü hadis-i şeriflerde, karz-ı hasenin infak ve sadakadan daha fazîletli olduğu belirtilmiştir. 243
Kur'an'ın koyduğu ilkelerin başında yer alan infak konusu oldukça önemli bir konudur. Bir insanı tanımak istiyorsanız, o insanın hayatında infakın, borç vermenin yerini araştırınız. Araştırınız, çünkü çok önemli bir ipucu yakalamış olursunuz. O, insanın kalitesini anlamada yardımcı olur. Evet! Allah için borç vermek, infak etmek, çok büyük bir meziyettir. İnfak ve borç verme, sahibini yüceltir, Allah katında sevimli kılar. Allah Rasulü, birçok hadislerinde vermeyen, infak ruhu gelişmeyen ve Allah için vermeyi bir vicdan zevki haline getirmeyenleri uyarmış, ikaz etmiştir. Hatta cimri olan bir âlime, cömert olan fakat İslâm adına fazla bir şey bilmeyen insanları tercih etmiştir.
Rabbimiz Kur'an'da sıkça arınan ve sakınanlardan bahseder ve onlara özel iltifatlarda bulunur. Ayrıca arınmanın yolunu da gösterir. Bu konuda Rabbimiz infak ederek, borç vererek arınacağımız konusunda telkinde bulunur. "O (mü'min)
239] 51/Zâriyât, 19
240] 2/Bakara, 262
241] 2/Bakara, 263
242] Müslim, Zekât 32; hadis no: 94 -1033-
243] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İkinci Kitap, s. 78-82
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki, malını (Allah için) vererek arınır, yücelir."244 Demek ki arınmanın yolu infak etmekten geçer. İnfak eder, muhtaçlara borç verirsek kalben ve rûhen arınırız. İnfak ederek mânen yüceliriz. Gerçek iyiliğe kavuşuruz. Olgun bir kişilik, emin bir şahsiyet oluştururuz. Mallarımızdan O'nun için infakta bulunursak arınırız. "Peki, arınanlara Allah'ın yardımı nedir?" sorusuna başka bir âyet cevap vermektedir: "Eğer siz arınır ve sakınırsanız, Allah sizlere iyilikle kötülüğü birbirinden ayıracak ince bir anlayış verir."245 Âhiretteki büyük nimetinden başka bu dünyada gaybî yardımları ile destekleme taahhüdünde bulunmuştur. Basiretimizi açmayı, gerçekleri görecek gözü ihsan edecek doğru yol üzere bulunmamızda yardımcı olacaktır. İnfak edenler, Allah ile aralarında özel bir bağ oluşturacaklardır. Yalnız Allah için vermek, yalnız O'nun rızâsını gözeterek vermek, insanı Allah'a yaklaştıracak, Allah için olma ve Allah için yapma, amel işleme alışkanlığı kazandıracaktır. Zira Allah için infak edince insanların duyarak reklâmını yapmalarına engel olacak, Rabbim bilsin yeter diyecektir. Bu anlayış, onu ihsan makamına erdirecek, ruhî bir olgunluk kazandıracaktır. "Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu hakkıyla bilendir." 246 Yani, yaptıklarınızı, yardımlarınızı insanlara duyurmaya, afişe etmeye kalkışmayın. İnfak edeceğiniz şeyleri değersiz şeylerden seçmeyin. Çünkü Allah hakkıyla bilendir. Ne verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir.
Elde avuçta olanı paylaşmak, iman kardeşliğini ve imanda kemâli gösteren bir yüceliktir. Tıpkı Medine'li ensar'ın, Mekke'li muhâcirler ile paylaştığı gibi. İşte gerçek infak böyle olur. Asr-ı saadetteki infak ile ilgili somut olaylarla kendi durumumuzu karşılaştırmalıyız. Belki yaptıklarımızın, infak adına yaptığımız teberruların basitliğini, gerçek infak olmadığını o zaman daha iyi anlamış oluruz. Belki de verdiğimiz küçük bağışların, vicdanımızın baskısından kurtulmanın aracı ve kendimizi tatmin yöntemi olduğunu göreceğiz.
Bilindiği gibi Hz. Ebûbekir (r.a.) iman etmeden önce Mekke'nin en zenginlerindendi. İslâm ile tanışıp, gerçek imanın haz ve lezzetini alınca, imanın bir gereği olarak olabildiğine yardımsever bir kişilik olarak göründü. Nerede yardıma muhtaç biri varsa yanı başında yardımına koşan biri de vardı: Hz. Ebûbekir! Hz. Bilal'ler her türlü zulüm ve işkence altında inlemeye, mahkûm edilmeye dursun, onları hürriyetine kavuşturmak için dünyalık adına sahip olduğu tüm varlığını seferber eden biri vardır: Hz. Ebûbekir! Hicret etmek zorunda kalmıştır, ancak yarı yolda karşısına çıkan Mekke'li müşrik İbni Duğine; "ne olur gitme, ne kadar hayırsever olduğunu herkes biliyor, bu insanların sana ihtiyacı var. Senin yardımına, fedakârlı-ğına ihtiyacımız var." diyerek himayesinde Mekke'ye geri getirdiği insan da yine Hz. Ebûbekir’den (r.a.) başkası değildir.
Aslında Peygamber'e gönül veren tüm ashabda bu ruhu görmek mümkündür. Ancak Hz. Ebûbekir'de bu şuur daha bir belirgin idi. Bunun için misalimizi ondan verelim: Tebük seferine çıkılmak üzeredir. İslâm savaşçılarına silah ve mühimmat gereklidir. Bunun için sevgili Peygamber, müslümanlardan infak etmelerini istemiştir. Hz. Ömer uzun zamandan beri Hz. Ebûbekir'in infak anlayışına gıbta etmektedir. İşte fırsat doğmuş, ondan daha fazla infak etmenin sırası gelmiştir. Herkes gücü yettiğince infak eder ve geçer. Sıra Hz. Ömer'e geldiğinde:
244] 92/Leyl, 18
245] 8/Enfâl, 29
246] 3/Âl-i İmran, 92
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 61 -
"Ya Rasûlallah! İşte malım, tam yarısını Allah için infak ediyorum." diyerek gönüllerde taht kurmuştur. Ancak sıra Hz. Ebûbekir'e gelmiştir. Büyük bir özveri ve fedakârlık ile: "Ya Rasûlallah! İşte malım, tamamını infak ediyorum." dediğinde, Efendimiz (s.a.s.) itiraz etmişti: "Yâ Ebâbekir, ehline, çoluk-çocuğuna bir şey bırakmadın mı?" Hz. Ebûbekir: "Allah ve Rasulü'nü bıraktım, yetmez mi ya Rasulallah, kâfi gelmez mi ya Rasulallah?" diyordu. Malının tamamını infak etmek her babayiğidin kârı değildi. İşte gerçek infak bu ve benzerler idi. Şimdi kendi yaptıklarımızın ne kadar komik kaldığını, aylık gelirimizin yüzde kaçına tekabül ettiğini görerek, kendimize çekidüzen vermemiz gerekmektedir. 247
İslâm hukukunda infakın kapsamı geniştir. Aile reisinin bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcama yapmasını kapsamına aldığı gibi; diğer yoksul ve muhtaçlara yapılan zekât; sadaka ve Allah için karz-ı hasen gibi yardımları da anlamı içine alır.
"Borç ağır bir yüktür." 248
"Borç para veren, günü gelinceye kadar her gün bir sadaka sevabı alır. Vâde sonunda para ödenmezse her geçen gün içi o paranın tamamını sadaka vermiş gibi mükâfat görür." 249
"En hayırlınız, borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir." 250
"Ödemek niyetiyle borçlanan kimse için Allah Teâlâ, onu koruyacak ve borcunu ödeyinceye kadar ona duâ edecek melekler görevlendirir." 251
"Allah Teâlâ, darda olan borçlusuna müsaade eden veya bu borcunu bağışlayan kimsenin kıyâmet günü hesabını kolayca görür, onu üzmez." 252
"Borçtan sakınınız. Çünkü o, gece keder, gündüz ise zillettir/alçaklıktır." 253
"Borcun yoksa kefil ol, vaktin çoksa şâhit ol." 254
"Borcunu vermeyen bir daha bulamaz." 255
"Borç benim, tasası senin mi?" 256
"Borç bini aştıktan sonra baklava ye, börek ye." 257
"Borç iyi güne kalmaz." 258
"Borç uzayınca kalır, dert uzayınca alır." 259
247] Hüseyin Caneri, Ahlak Bilinci, s. 86-90
248] Hadis-i Şerif Meâli
249] Hadis-i Şerif Meâli
250] Hadis-i Şerif Meâli
251] Hadis-i Şerif Meâli
252] Hadis-i Şerif Meâli
253] Hadis-i Şerif Meâli
254] Atasözü
255] Atasözü
256] Atasözü
257] Atasözü
258] Atasözü
259] Atasözü
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Borç verilmekle, yol yürümekle tükenir." 260
"Borç yiğidin kamçısıdır." 261
"Borç yiyen kesesinden yer." 262
"Lâkırdıyla borç ödenmez." 263
"Borçlunun dili kısa gerek." 264
"Borçlu ölmez, ama benzi sararır." 265
"Borçlu suçlu durur." 266
"Borçsuz adam yoksul beyden yeğdir." 267
"Borçtan korkan kapısını geniş açmaz." 268
"Borçlunun duâcısı alacaklısıdır." 269
"Dünyada en güç istenen, ödünç paradır."
"Dört şey vardır ki, azının azını önemsiz görmemek gerekir: Yangın, hastalık, düşman ve borç."
"Bize her şeyi borçlu olanları aşırı derecede severiz."
"Küçük borç, verdiğin adamı senin borçlun yapar; büyük borç ise düşmanın."
"Büyük borçlar, insanları değer bilmeğe değil; kin beslemeye yöneltir."
"Paranın değerini öğrenmek isterseniz, borç almaya çalışın."
"Bütün ömrünce başının selâmette kalmasını isteyen akıllı adam, kıyâmet gününe kadar vâdeli de olsa borç para almaz."
"Bin kaygı bir borç ödemez."
"Borçlar, düşünmekle ödenmez."
"Borçların en büyüğü, yenenlerin yenilgiye uğrayanlara ödemek zorunda olduklarıdır."
"Komşundan ya da dostundan ödünç para alma, yabancıdan al ki, parayı ödedikten sonra konu kapanıversin."
"Borcunu ödememek kararıyla alışveriş yapan için fiyatın önemi yoktur."
"Borcun iyisi vermek, Derdin iyisi ölmek." 270
260] Atasözü
261] Atasözü
262] Atasözü
263] Atasözü
264] Atasözü
265] Atasözü
266] Atasözü
267] Atasözü
268] Atasözü
269] Atasözü
270] Atasözü
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 63 -
"Borçlu güle güle gider, ağlayı ağlayı gelir." 271
"Borç almak, dilenmekten pek de üstün bir şey değildir."
"Parasız kalmamak istiyorsan, ihsândan değil; ikrâzdan (borç almaktan) çekin."
"Borç, asil adam için acı bir köleliktir."
"Borç, köle olmanın başlangıcıdır."
"Düşmanına borç verirsen, onu kazanırsın; dostuna borç verirsen onu kaybedersin."
"Ne kimseden borç al, ne kimseye borç ver; çünkü ödünç para veren, çoğu kez, hem parasından olur, hem dostundan." 272
"Borç verdiğin adamı dostluktan silmek gerek." 273
"Arkadaşına borç para verirken ihtiyatlı davran, ikisini de yitirebilirsin."
"Bir kez borca alıştın mı, sonra dilenirsin."
"Birinin bana borcu varsa, bunu gâyet iyi hatırlarım; benim birine borcum olursa, ne yazık ki, fazlasıyla unutkan olurum." 274
"Densize borçl'olma durur durur da / Düğünde, bayramda ister demişler."
"Kendini bilmeze pek olma yakın / Sonradan görmüşe borç etme sakın."
"Kıl hazer hem deyne olma mübtelâ / Borç gibi âlemde olmaya belâ."
"Borçlu olan yalancı olur."
"Ödenmemiş bir borç alçalmadır, dolandırıcılığın başlangıcıdır."
"Öyle bir hale geldik ki, insan borcunu ödedi mi, büyük bir iyilik etmiş sayılıyor."
271] Atasözü
272] Shakespeare
273] Dostoyevski
274] Aristophanes
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'ân-ı Kerim'de Karz-ı Hasen/Borç Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Karz Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (13 Yerde): 2/Bakara, 245, 245; 5/Mâide, 12, 12; (18/Kehf, 17;) 57/Hadîd, 11, 11, 18, 18; 64/Teğâbün, 17, 17; 73/Müzzemmil, 20, 20.
Deyn Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (6 Yerde): 2/Bakara, 282, 282, 4/Nisâ, 11, 12, 12, 12)
Borç Konusuyla İlgili Âyetler
Borcu Yazmak ve Yazdırmak: 2/Bakara, 282-283.
Borçlu Sözünde Durmalıdır: 2/Bakara, 282-283.
Borçluya Süre Tanımak: 2/Bakara, 280.
Borçluya Borcunu Bağışlamak: 2/Bakara, 280.
Ölünün Borcu: 4/Nisâ, 11-12.
Borçluya Zekât Vermek: 9/Tevbe, 60.
Yardımlaşmak ve Yardım İstemek Konusuyla İlgili Âyetler
Yardımlaşmak: 8/Enfâl, 73; 9/Tevbe, 71.
İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
Kötülükte Yardımlaşmaktan Sakınmak: 5/Mâide, 2.
Kâfirlere Yardımcı Olmaktan Sakınmak: 28/Kasas, 86; 60/Mümtehine, 9.
Kâfirler Birbirinin Yardımcısıdır: 8/Enfâl, 73; 33/Ahzâb, 26; 45/Câsiye, 19.
Allah'tan Yardım İstemek: 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 45, 153; 7/A'râf, 126, 128; 12/Yûsuf, 18;21/Enbiyâ, 112.
Allah'tan Başkasından Yardım İstemekten Sakınmak: 12/Yûsuf, 41-42.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 477-484
2. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Borç: c.1, s. 245-248; Borç Senedi, H. Döndüren, c. 2, s. 248-249; Karz, H. Döndüren, c. 3, s. 310-311; Karz-ı Hasen, Ahmet Özgen, c. 3, s. 311-312
3. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. (Borç: M. Akif Aydın,) c. 6, s. 285-291; (Karz: H. Yunus Apaydın) c. 24, s. 520-525; (Vâde Farkı: Hüseyin Kayapınar,) c. 6, s. 284
4. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Mehmet E. Palamut), c. 1, s. 216-219
5. Hukuk-ı İslâmiyye ve Istilâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhî Bilmen, Bilmen Y. c. 6, s. 94-104
6. Yeni Bir Fıkhî Açı, Ahmet Kurucan, Işık Y. s. 86-104
7. İslâm Nizamı, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 173-183
8. Borç Tuzağı ve Ekonomik Sömürü Odakları, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
9. Borçlar Hukuku, Safa Reisoğlu, Beta Basım Yayın
10. Borçlar Hukuku (Özel Borç İlişkileri) 1-2, Haluk Tandoğan, Evrim Y.
11. Borçlar Kanunu, Esat Şener, Seçkin Y.
12. Sosyal Siyaset Açısından İslâm'da Ücret, Adem Esen, TDV Y.
13. Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
14. İktisat, Kâzım Güleçyüz, Nesil Basım Yayın
15. İktisat Risaleleri, Mustafa Özel, İz Y.
16. İslâm İktisat Tarihine Giriş, Abdülaziz Duri, Endülüs Y.
17. İslâm'da İktisat Nizamı, Ömer Çapra, Sebil Y.
18. İslâm'da İktisat Anlayışımız, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
19. İslâm'da İş ve Ticaret Ahlâkı, Hüseyin Kaleşi, Seha Neşriyat
20. İslâm'da Zenginlik ve Fakirlik Kavramları, Faruk Beşer, Seha Neşriyat
21. İslâmî İktisat Projesi, Muhammed Bakır Sadr, Endişe Y.
22. İslâmî İktisadın Esasları, Mahmud Ebû's-Suud, Hisar Y.
23. Risale-i Nur'da İktisadî Prensipler, M. Abidin Kartal, Nesil Basım Yayın
24. Sosyal Adalet Üzerine, İmadüddin Halil, Akabe Y.
25. İslâm'da Sosyal Adalet, Seyyid Kutub, Bir Y.
KARZ-I HASEN / ALLAH İÇİN GÜZEL BORÇ VERME
- 65 -
26. İslâm-Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir Y.
27. İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
28. İslâmî İtisadın Felsefesi, Murtaza Mutahharî, İnsan Y.
29. Kur'an'da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak, Nihat Temel, Marm. Ün. İl. Fak. V. Y.
30. İslâm'ın İktisadî Görüşü, Sabahaddin Zaim, Yeni Asya Y.
31. İslâm'a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y.
32. İslâm'da Para, Ahmed el-Hasenî, İz Y.
33. Müslüman ve Para, Hekimoğlu İsmail, Türdav / Timaş Y.
34. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat
35. Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, Murat Çizakçı, İlmî Neşriyat
36. Hz. Muhammed'in Getirdiği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
37. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kallek, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
38. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.
39. İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y.
40. İslâm Şirketler Hukuku Emek-Sermaye Şirketi, Osman Şekerci, Marifet Y.
41. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, DİB Y.
42. Toplumların Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Pınar Y.
43. Herkes İçin Ekonomi, George Soule, Gerson Antell, Avcıol Basım Yayın
44. Sosyal Siyaset Açısından İslâm'da Ücret, Adem Esen, T. D.V. Y.
45. Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y.
46. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y.
47. Anahatlarıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.
48. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, M. İsmail, Boğaziçi Y.
49. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
50. El-Hisbe, İbn Teymiyye, İnsan Y.
51. Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet, İlmî Neşriyat
52. İdeal Ekonomi Politikası, Abdurrahman Malikî, Ta-ha Y.
53. İslâm Devlet Bütcesi, Celal Yeniçeri, Şamil Y.
54. İslâm Ekonomi Düşüncesi, Sıddıkî, Bir Y.
55. İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
56. İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
57. İslâm Ekonomi Toplumunun Kuruluşu 1, (Ekonomik Analizin İslâmî Boyutları, Muhammed Abdülmannan, Fikir Y.
58. İslâm Ekonomisi Sistemi, M. Ömer Çapra, Fikir Y.
59. İslâm Ekonomisi, (Teori ve Pratik), M. A. Mannan, Fikir Y.
60. İslâm Ekonomisi ve Güve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
61. İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Heyet, Ensar Neşriyat
62. İslâm Ekonomisinde Gelir ve Sermaye, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y.
63. İslâm Ekonomisinde Tasarruf ve Gelişme, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y. / Marm. Ün. İl. Fak. V. Y.
64. İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
65. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybanî, Seha Neşriyat
66. İslâm İktisadının Esasları, Celal Yeniçeri, Şamil Y.
67. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, M. A. Mannan, Fikir Y.
68. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, DİB Y.
69. İslâm ve Mülkiyet, Mahmud Talegani, Yöneliş Y.
70. İslâm'da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, TDV Y.
71. Ekonomiye Değinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
72. Aksiyon, Ahlâk, Ekonomi, Zübeyir Yetik, Çığır Y.
73. ?Ekonomi Bir Din midir?, Zübeyir Yetik,
74. İslâm'da Ticaret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gazetesi Kültür Y.
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
75. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, DİB Y.
76. İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsî Y.
77. İktisadî Kalkınma ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat
78. Mukayeseli Hukuk ve Uygulama Açısından İşçi-İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neş.
79. İslâm ve Fâiz, Seyyid Kutup, İkbal Y.
80. Faiz, Mevdûdi, Hilal Y.
81. İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Hamdi Döndüren, Şahsî Y.
82. Ekonomik Adaletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y.
83. Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y.
84. Tüketim Köleliği, İvan İllich, Pınar Y.
85. Kütüb-i Sitte, 3/121; 7/179-194; 9/202-203, 389-390; 14/257-258; 16/334; 17/277-278, 287-294

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:49

KARDEŞLİK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KARDEŞLİK


- 997 -
Kavram no 112
Ahlâkî Kavramlar 24
Bk. Ahlâk; Sâlih Amel; İhtilâf
KARDEŞLİK
• Uhuvvet/Kardeşlik; Anlam ve Mâhiyeti
• İslâm Hukukunda Nesep Yönüyle Kardeşlik Hukuku
• İslâm ve İnsan Kardeşliği
• Tasavvufta Kardeşlik (İhvân) Anlayışı
• Radâ; Sütkardeşliği ve Süt Akrabalığı
• Kan kardeşliği ve And İçme
• Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik
• Günümüzde Müslüman Bireyler ve Cemaatler Arasında Kardeşlik
• Selâm; Kardeşliğin Göstergesi
• Îsâr; Kardeşini Kendine Tercih Edecek Özveri
• Kur’ân-ı Kerîm’de Kardeşlik Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Kardeşlik Kavramı
• Uhuvvet/Kardeşlik ve Görevlerimiz
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan ittika edip korkun ki, merhamete ulaşasınız.” 4157
Uhuvvet/Kardeşlik; Anlam ve Mâhiyeti
Kardeş, aynı anne ve babadan doğan veya ortak değerlere sahip olan kimselere denilir. Arapça'da “ah(v)” kelimesiyle karşılanmaktadır. Kardeşler, arkadaşlar anlamına gelen ihve(h) ve ihvân kelimeleri ise “ah(v)” kelimesinin çoğuludurlar. Kardeş denildiğinde, genellikle aynı anneden ve babadan dünyaya gelen kişiler akla gelmektedir. Bu soy-sop kardeşliğinin dışında bir de aynı dine ve dünya görüşüne mensup olmayı ifade eden akîde kardeşliği sözkonusudur.
İslâm dininde kardeşlik, bütünüyle akîde temeline dayanmaktadır. Allah (c.c.), Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah'tan ittika edip korkun; umulur ki merhamete ulaşırsınız." 4158 Âyet-i kerîmeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla bir araya gelenler kardeş olarak kabul edilmektedirler. Buna göre yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyorlarsa konuşsunlar, hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip olurlarsa olsunlar bütün mü'minler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin kardeşleridirler, yani birbirlerinin sâdık dostlarıdırlar. Bu kardeşler kendi aralarında apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi akîdelerine saldıran veya imana karşı küfrü tercih eden kimselere -kendilerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar- asla sevgi beslemezler. Bu anlamda sadece akîde kardeşliğini esas tutarlar; Rablerinin şu mealdeki
4157] 49/Hucurât, 10
4158] 49/Hucurât, 10
- 998 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uyarılarını asla unutmazlar: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsın ki onlar Allah'a ve Rasûlüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar. Bunlar ister, babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." 4159; "Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır." 4160
Kuşkusuz mü'min gönülleri en sağlam ve köklü bir biçimde bağlayan bağ, iman ve takvâ esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır. Bu, Cenâb-ı Allah'ın mü'minlere bahşettiği en güzel nimetlerden biridir. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle ifade edilmektedir: "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor."4161 Yüce Rabbimiz bizlere, câhiliyye döneminde birbirlerine düşmanlıklarıyla ün salmış Evs ve Hazrec kabilesine mensup fertleri iman bağıyla nasıl kardeşler haline getirdiğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma, insanlığa kumanda edecek kişilerin mutlaka akîde bağını esas alan, yani hep birlikte Allah'ın ipine içtenlikle sarılan insanlar olmaları gerektiğini zımnen öne çıkartmaktadır. Dahası ve en önemlisi, insanlığa kumanda edecek mü'minlerin başarısını, Allah'ın ipine sımsıkı sarılıp kardeşlik bağını kuvvetlendirmek şartına bağlamaktadır.
İslâm'da kardeşlik akîde temeline oturtulduğu içindir ki, mü'minlerin arasını bozacak her türlü sun’î/yapay ayrımlar ve böbürlenmeler de haram kabul edilmiştir. Irk, soy, cins vs. türünden câhilî değerler yerine takvâ kriteri getirilmek sûretiyle toplumsal kardeşliğin ve âhengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki âyet-i kerîme her türlü tartışmayı sona erdirici niteliktedir: "... Hiç kuşkusuz, Allah katında en üstün olanınız, takvâca en ileride olanınızdır..." 4162
Mü'min erkekler ile mü'min kadınların, akîde ve takvâ temelinde birbirleriyle yardımlaşmaları kardeşliğin bir gereği olarak zikredilmektedir. Bu yardımlaşma, bireysel ve toplumsal hayatta iman ve takvâ ilkesinin egemen olmasını sağlamak için gerekli görülmektedir. Nitekim bu amaçla bir araya gelen kimselere Allah'ın rahmet edeceği belirtilmektedir: "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velîleridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır..." 4163
Kardeş olmak, arkadaş ve sâdık dost olmak; sevinçte ve kederde beraber olmayı göze almak; bunu fiilî olarak göstermek demektir; sevmek, saymak, güvenmek, merhamet etmek, yardımlaşmak ve dayanışmak demektir. Bunlar olmadan kardeşlik iddiasının bir anlamı olmaz. Kur'ân'ın öngördüğü kardeşlik, bütün bunları içeren bir muhtevâya sahiptir. Bir hayat biçimidir İslâm'daki kardeşlik.
4159] 58/Mücâdele, 22
4160] 9/Tevbe, 23
4161] 3/Âl-i İmrân, 103
4162] 49/Hucurât, 13
4163] 9/Tevbe, 71
KARDEŞLİK
- 999 -
Dinde kardeşliğin en güzel numûnesini Peygamber çağında Peygamber’le birlikte yaşayan seçkin sahâbeler ortaya koymuşlardır. Muhâcir-Ensar ilişkisi, kardeşliğin ne anlama geldiğini bizlere gösteren son derece mükemmel bir örnekliktir. Medineli Ensar, Mekkeli Muhâcir kardeşlerinin nefislerini, kendi nefislerinden daha aziz tutmuşlar, onları hiçbir konuda yalnız ve yardımsız bırakmamışlardır. Hatta Ensâr'dan bir müslüman, muhâcir kardeşine, şâyet dilerse hanımlarından birini boşayıp kendisine nikâhlayabileceğini bile teklif etmekten kaçınmamıştır. Bu davranışlarıyla Ensar, imanlarında ne denli ihlâslı olduklarını göstermişlerdir elbette. Âyette şöyle buyrulmaktadır: "Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar, felâh bulanlardır" 4164. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de istemedikçe iman etmiş olmaz."4165 Hz. Ali (r.a.) şöyle demektedir: “Senin hakiki kardeşin seninle beraber olan, sana menfaat versin diye kendi nefsine zarar vermeye râzı olan, zamanın felâketleri kapını çaldığı vakit, senin dağınık durumunu derlemek için kendi derli toplu durumunu (gerekiyorsa) dağıtan kimsedir.”
Mü'minler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksâmı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücut gibidirler. Bir vücudun herhangi bir organı rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü'minin -dünyanın tâ öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ıstırâbı diğer mü'min kardeşleri derinden hisseder. Mü'minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.s.) şöyle ifade etmektedir. “Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir." Hadisi rivâyet eden Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir.4166 "Mü'minleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır." 4167
Bir mü'minin, diğer bir mü'min kardeşine her hâlükârda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, "zâlim de olsa, mazlum da olsa mü'min kardeşine yardım et!" diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir: "Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur." 4168 Kardeşliğin bir gereği de, zulme meyleden diğer kardeşlerini uyarmak ve onları hizaya getirmek için çalışıp durmaktır. Bu tür bir yardımlaşma fertlerin ve toplumların selâmeti için oldukça önem arzetmektedir.
Allah Rasûlü Mescid-i Nebevî'nin inşâsından sonra Muhâcirler ile Ensâr'dan doksan sahâbe arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti. Kendisi de Hz. Ali'yi kardeş edindi. Bütün mü'minler birbirinin din kardeşi olmakla birlikte, bu özel kardeşleştirme; yardım, ziyâret, ihsan, nasihat ve rehberliği, hatta zevi'l-erhamdan önce mirasçı olmayı kapsamına alıyordu. İbn Abbas anlatıyor: "Muhâcirler Medine'ye
4164] 59/Haşr, 9
4165] Buhârî, İmân 7
4166] Buhârî, Salat 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67
4167] Buhârî, Edeb 27, 41; Müslim, Birr 66, h. no: 2586
4168] Buhârî, Mezâlim 4; Müslim, Birr 62
- 1000 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geldikleri zaman aralarında akrabalık bağı olmaksızın, Rasûlüllah'ın ihdas ettiği kardeşlik dolayısıyla Ensara vâris oluyorlardı. Âyette şöyle buyruluyor: "O kimseler ki iman edip hicret ettiler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda mücâdele ettiler. O Ensar ki Muhâcirleri barındırdılar ve onlara yardım ettiler. Onlar birbirinin velîleridirler." 4169 Burada velâyet; yardım, yardımlaşma, öğüt ve verâsetle tefsir edilmiştir. Bedir savaşından sonra Muhâcirlerin maddî durumlarının düzelmeye başlaması üzerine Muhâcirlerin Ensara mirasçı olma hükmü şu âyetle neshedilmiştir: "Hısımlar (akrabâlar) Allah'ın kitabında birbirine daha yakındırlar." 4170 Ensâr bazı mallarını Muhâcir kardeşleriyle bölüşmüş, hurmalıklar üzerinde onlarla ziraat ortakçılığı yapmışlardır. 4171
Bir mü'min kendi için arzu ettiğini mü'min kardeşi için de arzu etmedikçe olgun mü'min olamaz.
Kardeşliği Bozan Hususlar
Kardeşliği bozan pek çok husus vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde bütün bu hususlar açık bir biçimde belirtilmektedir. Bir âyet-i kerîmede, kardeşliği bozan ve dolayısıyla bireysel ve toplumsal âhengin zedelenmesine yol açan kötü hususlardan bazılarına şöyle deyinilmektedir: "Ey iman edenler! Zannın çoğundan (sûizandan) kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin. Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinizin etini yemeyi sever mi?" 4172 Bu âyet-i celîlede Yüce Rabbimiz, mü'minleri açık bir biçimde sûizandan, kardeşlerinin gizli yönlerini araştırmaktan, gıybet, dedikodu ve kulis yapmaktan sakındırmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) ise bu konuda şöyle buyurmaktadır: "(Sebepsiz) zandan sakınınız. Zira zan, sözlerin yalanı çok olanıdır. Birbirinizin ayıbını görmeye ve duymaya çalışmayınız. Birbirinizin mahrem hayatını da araştırmayınız." 4173
Bir başka âyet-i kerîmede şu hususların altı çizilmektedir: "Ey iman edenler, bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin, belki alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınlarla alay etmesin, belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi yadırgayıp küçük düşürmeyin ve birbirinizi en olmadık kötü lakablarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." 4174 Bu âyet-i kerîmede de alay, kötü lakab takma ve benzeri gibi fısk kabul edilen davranışlar konusunda mü'minlerin duyarlı olmaları gerektiği vurgulanmaktadır.
Kin, haset ve hakaret de kardeşliği bozan hususlar arasındadır. Kitab-ı Kerîm'de kendilerinden övgüyle bahsedilen mü'minlerin cennette her türlü kinden ve hasetten tümden arındırıldıkları belirtilmektedir: "Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar."4175 Enes b. Mâlik'in rivâyet ettiği sahih bir hadiste ise Peygamberimiz (s.a.s.) şu nasihatlerde bulunmaktadır: "Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin,
4169] 8/Enfâl, 72
4170] 8/Enfâl, 75
4171] İbn Sa'd, Tabakat, III, 396; Buhârî, II, 71, 111, 164
4172] 49/Hucurat, 12
4173] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58; Müslim, Birr 28-34
4174] 49/Hucurât, 11
4175] 15/Hicr, 47
KARDEŞLİK
- 1001 -
birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun..."4176; "Bir kişiye, müslüman kardeşine hakaret etmesi kötülük olarak yeter."4177 Mü'min kardeşinin ufak-tefek kusurlarına ve eksikliklerine bakarak ona kin ve adâvet besleyen kişi, gerçekte insafsızca ve zâlimce davranan kimsedir.
Grupçuluk, inhisar-ı zihniyet, benmerkezcilik vb. gibi kötü hasletler de kardeşliği bozan ve mü'minleri birbirine düşüren hususlar cümlesindendir. Çünkü bu türden iddialar kaçınılmaz olarak beraberinde tefrikayı, çekişmeyi ve çatışmayı getirmektedir. Mü'minlerin birbirine düşmesi veya düşürülmesi ancak bu yollarla mümkün olabilmektedir. Nitekim bir hadis-i şerifte, şeytanın bu yönde daima bir umut beslediğine işaretle şöyle buyrulmaktadır: "Şeytan, Kıbleye dönen (mü'min)lerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir)." 4178
Bütün bu kardeşliğe zarar veren hususlar ve hasletler, tıpkı birer mikrop gibi, sirâyet ettiği vücutları hasta düşürmekte ve tahrip etmektedir. Dinde kardeşlik rûhunu yeniden canlandırmak ve mü'minlere kaybettikleri kuvveti yeniden kazandırmak, ancak bu tür hasletlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Kitab-ı Kerîm'in öngördüğü kardeşliğin tesis edilmesi demek, İslâm ümmetinin yeniden dirilmesi demektir. "Tarihî kinleri, kabilevî ihtirasları, şahsî tamahları, taassup ile kaldırdıkları bayrakları bir kenara itip yok eden, Allah yolunda kardeşlik prensibinden başka hiçbir prensip, kalpleri birleştiremez. Ancak bu kardeşlik prensibiyle saflar Yüce Allah'ın sancağı altında birleşebilir."
Kardeşlik Hukuku
Sıhrî (nesep/soy yoluyla) kardeşlik, İslâm'ın kıymet verdiği önemli akrabalık münâsebetlerindendir. Kardeşlerin birbirleri üzerinde hakları ve vazifeleri vardır. Kardeşler, aralarında adâlet, iyilik ve dostlukla muâmele etmelidirler.
Kur'ân-ı Kerîm’de, Hz. Âdem'in iki oğlu Hâbil ve Kabil'den şöyle bahsedilir: "Ey Rasûlüm, Ehl-i Kitab'a, Âdem'in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Onlar Allah rızâsını kazanmak için kurban kesmişlerdi de birisininki kabul edilmiş, diğerininki kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (Kabil) diğerine; ‘Seni muhakkak öldüreceğim’ demişti. Kardeşi ona şöyle cevap vermişti: ‘Allah, ancak takvâ sahiplerinin kurbanını kabul eder. Yemin ederim ki, eğer beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin; böylece cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezâsı budur.’ Nihâyet (Kabil) hevesine uyarak kardeşini (Habil'i) öldürmeye kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyana uğrayanlardan olmuştu.” 4179
Yûsuf sûresinde de, Hz. Yûsuf'a kardeşlerinin yaptıkları kötülükler uzun uzun anlatılır. Sonunda her şey ortaya çıkınca kardeşlerinin ona: "Allah'a yemin ederiz, Allah seni bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu (sana yaptıklarımızda) suçlu idik" dedikleri; Hz. Yusuf'un da; "Size, bu gün hiç bir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi Allah mağfiret
4176] Buhârî, Edeb 57; Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizi, Birr 24
4177] Müslim, Birr 32
4178] Tirmizi, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65
4179] 5/Mâide, 27-30
- 1002 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etsin. O merhametlilerin en merhametlisidir." 4180 diyerek, onları af ve müsâmaha ile karşıladığı haber verilmektedir.
Hz. Mûsâ (a.s.), kardeşinin de kendisiyle beraber hayır ve iyilikte ortak olmasını Allah Teâlâ'dan şöyle istemiştir: "Mûsa dedi ki: ‘Ey Rabbim; benim göğsüme genişlik ver; işimi kolaylaştır; dilimden de şu düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; kardeşim Hârun'u... Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl. Tâ ki seni çok zikredelim, çok analım."4181 Peygamberlerin kardeşlerine olan iyiliklerinin Kur'an'da anlatılması müslümanlara öğüt ve örnek olması içindir. Kardeşler, aralarında şu esaslara göre hareket etmelidir:
1- Kardeşler birbirlerine sevgi ve saygı beslemeli, küçükler büyüklerine karşı saygısız davranışlardan sakınarak onları anne ve babası gibi görmeli ve kendilerine (meşrû ve mâruf ölçüler içinde) itaat etmeli, büyük kardeşler de küçüklerin kabahatlerini af ve hoşgörü ile karşılamalıdır.
2- Kardeşler, anne ve babalarını üzmeyecek, onlara huzur dolu bir hayat yaşatacak davranışlarla, birlik ve beraberlik içinde yaşamalıdır. Para, servet miras gibi maddî çıkarlar düşmanlık sebebi haline getirilmemeli ve birlik ruhu bozulmamalıdır.
3- Şan, şöhret, makam, servet gibi şeyler kıskançlık sebebi olmamalıdır. Kardeşlerden biri ilim, servet veya makam itibarıyla yükselirse bu durum diğerleri için ancak bir iftihar vesilesi sayılmalıdır. Maddî ve mânevî bakımdan güçlü olan da diğerlerine hor bakmamalı, onlara her konuda yardım elini uzatmalıdır.
4- Aralarındaki işleri ve fikir ayrılıklarını zora başvurmadan, birbirlerinin fikirlerine saygı duyarak ve konuşup anlaşarak tatlılıkla halletmenin yollarını aramalıdırlar. 4182
İslâmî literatürde kardeşlik karşılığında kullanılan Arapça uhuvvet, aynı ana babadan veya bunlardan birinden dünyaya gelenler arasındaki kan bağını belirtmesi yanında; aynı sülâleye, kabile veya millete mensup olma, özellikle de aynı inanç ve değerleri, dünya görüşünü paylaşma gibi ortaklık ve benzerlikleri bulunan kişi ya da gruplar arasındaki birlik ve dayanışma rûhunu da ifade etmektedir.4183 Kelime Kur'an ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda, câhiliye telakkisinde soy birliğine ve kan bağına dayanan asabiyet kavramının karşıtı olarak tevhid inancını esas alan mânevî birliği, dayanışma ve paylaşma sorumluluğunu anlatmak üzere yaygın biçimde geçmektedir. Klasik sözlüklerde “uhuvvet” kelimesinin iki farklı çoğulundan “ihve”nın daha çok kan/soy kardeşleri, “ihvân”ın ise kan bağı olsun veya olmasın aynı inanç ve idealleri paylaşmaktan dolayı aralarında mânevî yakınlık bulunan kişileri ifade etmek için kullanıldığı belirtilmektedir (Lisânü'l-Arab, "ahv" md.). Kur'ân-ı Kerîm'de ihvân, çoğu mânevî kardeşlik olmak üzere her iki anlamda kullanılırken, mü’minlerin birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildiren âyet 4184 dışında ihve kelimesi özellikle gerçek kardeşleri ifade eder. Fahreddin er-Râzî'ye göre bu istisnaî kullanımdaki amaç, din
4180] 12/Yûsuf, 91-92
4181] 20/Tâhâ, 25-34
4182] Mehmet Metiner, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 302-305
4183] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "ah" md.
4184] 49/Hucurât 10
KARDEŞLİK
- 1003 -
kardeşliğinin en az kankardeşliği kadar önemli olduğunu vurgulamaktır. 4185
Kur'an'da kardeşlik kavramının farklı ilişki biçimlerini ortaya koyduğu görülmektedir.
a- Nesep ilişkisi: Miras, evlenme gibi fıkhî düzenlemeler üzerinde durulurken kardeşlerden söz edilmesi yanında, ahlâk açısından Hz. Adem'in oğullarından Kabil'in kıskançlık ve menfaat duygularına mağlûp olarak kardeşi Hâbil'i öldürmesi 4186, yine kıskançlık yüzünden Hz. Ya'kub'un oğullarının, kardeşleri Yûsuf'a ihânet etmeleri 4187 anlatılır. Ayrıca bazı âyetlerde müslümanların putperest akrabalarıyla ilişkileri çerçevesinde kardeşlerden de söz edilmekte ve müslümanların bunları dost kabul etmemeleri gerektiği bildirilmektedir. 4188
b- Aynı soya ve kavme mensûbiyet: Özellikle Hûd, Sâlih, Şuayb gibi peygamberlerin kendi toplumlarıyla ilişkilerinden söz edilirken bunlar kavimlerinin kardeşleri olarak takdim edilir. Kaynaklarda, bu bağlamda kardeşlik kavramının soy birliğini veya bütün insanların aynı atadan geldiğini ifade etmesi yanında peygamberlerin kavimlerine duydukları şefkati, dolayısıyla onların mânevî kurtuluşları için besledikleri arzuyu dile getirdiği belirtilir. 4189
c- İnanç, amaç ve davranış birliği: Kur'an bu açıdan müslümanları birbirinin kardeşleri olarak gördüğü gibi4190 müslümanların dışında kalan inanç grupları arasındaki ortaklık ve iş birliğini de kardeşlik kavramıyla ifade eder. Buna göre inkârcılar ve münâfıklar birbirinin kardeşleridir.4191 Hatta Kur'an münâfıklarla Ehl-i kitap arasında da bir kardeşlik ilişkisi kurar.4192 Fahreddin er-Râzî bu ilişkiyi iki tarafın da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini inkâr etmesine, ona karşı tutumlarında aynı düşmanca niyeti beslemesine bağlar.4193 Öte yandan mallarını benlik iddiası uğruna saçıp savuran veya müslümanları başarısız kılmak için harcayan putperestler kastedilerek,4194 "Savurganlar (müsrifler) şeytanların kardeşleridir" denilmekte,4195 aynı ilişki A'râf sûresinde de4196 yine kardeşlik kavramıyla belirtilmektedir.
Hz. Peygamber, kabileci asabiyetin bir sonucu olarak kan bağına büyük değer veren bir zihniyet dünyasında her türlü ırkî yakınlığı değerler alanının dışına atmak, bunun yerine din ve inanç birliğini koymaya girişmekle tamamen yeni bir toplum tesis etmek gibi güç bir işe teşebbüs etmişti. Nitekim içlerinde Ebû Cehil'in de bulunduğu putperest liderler grubunun Rasûlullah'ı Araplar içinde benzeri görülmemiş bir şekilde halkının atalarını kötülemek, saygın kişileri aşağılamak ve toplumda ayrılık tohumları ekmekle suçlaması 4197, bunların neden
4185] Mefâtihu’l-Gayb, XXVIII, 129
4186] 5/Mâide, 27-31
4187] 12/Yûsuf, 8-1 5
4188] 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdile, 22
4189] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "ah" md.; Zemahşerî, 11, 86; Şevkânî, II, 249
4190] 3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10
4191] 3/Âl-i İmrân, 156, 168; 33/Ahzâb, 18
4192] 59/Haşr, 11
4193] Mefâtîhu'l-ğayb, XXIX, 288
4194] a.g.e., XX, 194
4195] 17/İsrâ, 27
4196] 7/202
4197] İbn İshak, s. 178
- 1004 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Peygamber'in amansız düşmanları olduğunu açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem aile, aşiret, nesep, kavim gibi kan bağına dayalı birlik duygularının ve ilişkilerin önemini kabul etmekle birlikte, ilkel şekliyle şahsî veya ırkî çıkarlara yönelik olan asabiyet kavramının içeriğinde köklü bir değişiklik yaparak bu kavramı özellikle dinî öğretilerin yayılması, gerçeğin gün ışığına çıkarılması, daha faziletli bir toplum kurulması gibi yüksek hedeflfl er için bir araç olarak değerlendirmiştir. İslâm'ın temel toplumsal dinamiği başından itibaren inanç birliği etrafında yoğunlaşan mânevî kardeşlik duygusu olmuş, asabiyetten kaynaklanan farklılaşma ve çatışma eğilimleri yok edilerek; yerine, ilkelerini Kur'an'ın belirlediği inanç ve değerler birliğine dayalı bir kardeşlik ruhu konulmuştur. Nitekim Âl-i İmrân sûresinde,4198 Câhiliye Araplarındaki kabilecilik çatışmaları kendilerini bir yıkım noktasına sürüklemişken onların gönüllerinde barış ve kardeşlik duygularının gelişmesi, bu sûretle de bir kardeşler topluluğu haline gelmeleri Allah'ın onlara bir nimeti olarak nitelendirilir. Zemahşerî, Araplar'ın câhiliye döneminde ihânet ve düşmanlık duygularıyla sürekli savaş halinde olduklarını hatırlattıktan sonra âyetteki "kardeşler" kavramını bu bağlamda "birbirine karşı şefkat duyan, temel noktalarda uzlaşıp anlaşan topluluk" şeklinde açıklar ve bunun "Allah için kardeşlik" (el-uhuvve fillâh) olduğunu belirtir.4199 "el-Hubbü lillâh" gibi bu tâbir de İslâmî literatürde çıkar gütmeyen kardeşlik ve sevgi duygusunu ifade eder. Hz. Peygamber, bütün maddî varlıklarını Mekke'de bırakarak Medine'ye hicret etmek zorunda kalan Mekkelilerle onlara kucak açan ve daha sonra kendilerine ensar (yardımcılar) adı verilen Medineli müslümanlar arasında "muâhât" denilen bir kardeşlik bağı kurmak sûretiyle geçici mal ortaklığını da içine alan bir uygulama gerçekleştirmiştir.
Hucurât sûresinde (49/9-13), "Mü’minler sadece kardeştirler" şeklinde kategorik bir hüküm konulmuş ve bu hükmün gerektirdiği ahlâkî ve insanî ödevler özetlenmiştir. Hadislerde de müslümanların kardeşliği ilkesi üzerinde önemle durulmuş ve aynı ödevlere daha ayrıntılı olarak yer verilmiştir. İbn Kuteybe'nin "Uyûnü'l-ahbâr'ı (), Mâverdî'nin Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn'’i (s. 148-226), Gazzâlî'nin İhyâ'u Ulûmi'd-din’i (II, 157-221) gibi geleneksel İslâm ahlâk literatüründe, müslümanlar arasında kurulması gereken kardeşlik ve dostluk ilişkilerinin önemine, bu çerçevedeki hak ve sorumluluklara, muâşeret kaidelerine geniş yer verilmiştir. Tasavvuf kaynaklarında ilk zamanlarda sohbet ve müridliğin âdâbına dair bölümlerde kardeşlik konusuna da yer verilirken tarikatların ortaya çıkmasıyla bir tarikata veya onun kollarına mensup olanlara ihvan denilmeye başlanmıştır. 4200
İslâm Hukukunda Nesep Yönüyle Kardeşlik Hukuku
Kardeş: Arapça'da erkek kardeşe ah, kızkardeşe uht denilir. Ayrıca aynı kaynaktan (ayn) gelmeleri veya diğer kardeşlere nisbetle daha asıl ve önemli (ayn) olmaları bakımından ana baba bir kardeşler için benü'l-a'yân, aynı şeyin parçaları olmaları dolayısıyla da şakik, annelerinin birbirine kuma (aile) olması sebebiyle baba bir kardeşler için benü'l-allât, ayrı babalarından dolayı farklı şekil ve özelliklere sahip olmaları (ahyâf) sebebiyle de ana bir kardeşler için benü'l-ahyâf tabirleri kullanılır. Kardeşler arasındaki akrabalık bağı, İslâm hukukunun çeşitli
4198] 3/103
4199] el-Keşşâf, I, 451
4200] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 24, s. 485-486
KARDEŞLİK
- 1005 -
alanlarında karşılıklı hak ve yükümlülüklere ve bazı özel hükümlere konu teşkil eder. Sütkardeşiliği de özellikle evlenme engelleri bakımından önem taşır.
Kardeşlik ilişkisinin ağırlıklı şekilde sözkonusu edildiği miras hukukunda kardeşler erkek veya kız yahut öz veya üvey oluşlarına göre farklı hükümlere tâbidir. Ana baba bir veya baba bir erkek kardeşler "asabe" sıfatıyla mirasçı olup ashâbü'1-ferâizden artakalanı paylaşırlar. Ancak asabe grubunda fürû (oğul, oğlun oğlu...) veya usûl (baba, babanın babası...) varsa kardeşler mirastan mahrum kalacakları gibi, iki yönden kan bağına sahip ana baba bir kardeşler varken de baba bir kardeşler mirasçı olamazlar. Ana baba bir veya baba bir kızkardeşler ise asabe yahut ashâb-ı ferâiz olarak mirasa hak kazanırlar. Bu kızkardeşler kendi erkek kardeşleriyle birlikte bulunduklarında "bi-gayrihî" asabe olur ve onların yarısı nisbetinde pay alırlar. Erkek kardeşleri olmayıp da ölenin kızı veya oğlunun kızı ile birlikte bulunan kızkardeşler "maa'l-gayr" asabe olur ve onlardan artakalan mirası alırlar. Bu durumda da ana baba bir kızkardeş varken, baba bir kızkardeş mirasçı olamaz.
Ana baba bir veya baba bir kızkardeşler başkaları vasıtasıyla asabe oldukları bu iki durum dışında ashâbü'l-ferâiz sıfatıyla miras alırlar. Bu şekilde mirasa hak kazanabilmeleri için erkek kardeşlerini de mirasçılıktan düşüren yakın asabeden kimsenin bulunmaması gerekir. Bu durumda ana baba bir kızkardeş bir tane ise mirasın yarısını alır; birden fazla ise mirasın üçte ikisini eşit şekilde bölüşürler. Ana baba bir kızkardeşler bulunmayınca baba bir kızkardeşlerin hükmü de böyledir. Baba bir kızkardeş, ana baba bir tek kızkardeşle bulunursa payı altıda bire düşer; ana baba bir kızkardeşler birden fazla olursa baba bir kızkardeşler mirastan pay alamazlar. Ana bir kardeş, erkek-kız ayrımı yapılmaksızın bir tane ise mirasın altıda birini alır; birden fazla ise üçte birini eşit olarak paylaşırlar. Bu kardeşler ölenin oğlu, kızı, oğlunun oğlu veya oğlunun kızı, babası veya dedesiyle birlikte bulunduklarında miras alamazlar.
Aile hukuku alanında kardeşlik; evlenme mânileri, hidâne ve nafakayla ilgili olarak sözkonusu edilir. Kur’an’da evlenilmesi yasak kadınlar (muharremât) arasında kızkardeşler, kardeş kızları, kızkardeş kızları ve ayrıca süt kızkardeşler sayılmış,4201 âlimler de ister öz ister üvey olsun kardeşlerle sütkardeşi ve bunların çocukları, çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. İlgili âyette ayrıca iki kızkardeşle aynı anda evli bulunmak da yasaklanmıştır. Şahsın hukuku bakımından evlenmede velâyet konusunda erkek kardeşin rolü de tartışılmış, kadının velîsi olarak Hanefî ve Şâfiîler baba ve dededen; Mâlikîler oğul ve babadan; Hanbelîler baba, dede ve oğuldan sonra kardeşe yer vermişlerdir. Kardeşler arasında da önce ana baba bir, sonra baba bir kardeşler gelir. Hanefîler'in aksine diğer üç mezhebe göre nesep birliği olmadığından ana bir kardeşlerin velâyet yetkisi yoktur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ana bir kardeşin velîliği için asabenin icâzeti gerekli iken Ebû Hanîfe buna gerek görmez.
Küçüğün velâyeti kural olarak babaya; bakımı, gözetimi ve terbiyesi anlamındaki hidâne hak ve sorumluluğu da anneye aittir. Anne olmayınca bu hak kadın akrabaya, onlar da bulunmazsa erkek akrabaya geçer. Çoğunluk bu hakkın anneden sonra anneanneye; Ahmed bin Hanbel ise babaanneye
4201] 4/Nisâ, 23
- 1006 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçeceğini belirtmiştir. Bundan sonraki sırayla ilgili çok farklı görüşler ileri sürülmüş olup bazı hukukçular kızkardeşe, bazıları ise babaanneye, teyze veya babaya, daha sonra kızkardeşe yer vermişlerdir. Bazılarına göre ise bu sıralama daha da karmaşıktır (geniş bilgi için Hidâne kavramı araştırılmalıdır). Kızkardeşler arasında öncelik sıralaması genel olarak ana baba bir, ana bir ve baba bir kardeşler şeklindedir. Kadın akrabanın yokluğunda hidâne sorumluluğu asabe sırasına göre erkeklere ve bu çerçevede erkek kardeşlere geçer. Şâfiîler kardeşler arasındaki öncelik sırasını ana baba bir, baba bir ve ana bir şeklinde belirlerken; Hanefîler asabe olmadıkları için ana bir kardeşlere bu hakkı tanımaz. Hanbelîler de bu kardeşlere ancak zevi'l-erhâm akraba içinde belli bir sıraya göre yer verir. Mâlikîler ise ana baba bir kardeşten sonra hidâne kavramıyla bağlantılı olarak ana bir kardeşe, sonra da baba bir kardeşe öncelik tanırlar.
Şâfiî mezhebinde nafaka sorumluluğu sadece usûl ve fürû; Mâliki mezhebinde sadece ana, baba ve çocuklarla sınırlı tutulurken; Hanefîler birbirleriyle evlenmesi yasak olan bütün akraba; Hanbelîler de ashâbü'l-ferâiz ve asabe sıfatıyla mirasçı olanlar ve bu çerçevede kardeşler arasında karşılıklı olarak nafaka sorumluluğunu gerekli görürler. Erkek veya kızkardeşler birden fazla ise, bu mezheplere göre mirastaki hisseleri ölçüsünde sorumluluk yüklenirler. Hanbelîlere göre kardeşin mirasçı olmasına engel teşkil eden daha yakın birisinin bulunması halinde (oğul gibi) kardeşin nafaka sorumluluğu kalkar.
Yargılama hukuku alanında Hanefîler kardeşin kardeşe şâhitlikte bulunabileceğini kabul ederken Şâfiîler şâhitlik yapana bir menfaat sağlayıcı veya ondan zararı önleyici bir durum sözkonusu olmadıkça şâhitliği geçerli sayarlar. Mâlikî ve Hanbelîlerin bu konuda ileri sürdükleri bazı şartlar da genel anlamda bu yaklaşıma dayanmaktadır.
Kişinin usûl ve fürûu dışındaki akrabasına zekât verip veremeyeceği konusu tartışmalıdır. Hanefîlere göre kişi ister kendisine nafaka verme sorumluluğu taşısın ister taşımasın bu akrabalarına ve dolayısıyla erkek ve kızkardeşlerine zekât verebilir. Diğer üç mezhepte ise kişinin nafaka sorumluluğu taşıdığı akrabasına zekât veremeyeceği belirtilmiştir. Şâfiî ve Mâlikîlere göre erkek ve kızkardeşe nafaka ödeme sorumluluğu bulunmadığından bunlara zekât verilebileceği anlaşılmaktadır. Hanbelî mezhebinde nafaka sorumluluğu için mirasçılık şartı arandığından kişi mirasçısı olduğu kimseye zekât veremez, zira ona nafaka ödemek zorundadır. İki kişi (kardeş) karşılıklı olarak birbirine mirasçı olduğunda ise Ahmed bin Hanbel'den nakledilen kuvvetli rivâyete göre zekâtlarını birbirine verebilir. Diğer rivâyet mirasçı olanın diğerine zekât veremeyeceği, aksinin geçerli olduğu yönündedir. Buna göre meselâ iki kardeşten biri diğerine mirasçı olabilirken oğlunun varlığı gibi bir engel sebebiyle diğeri buna mirasçı olamıyorsa mirasçı olamayan diğerine zekât verebilir, çünkü ona karşı nafaka sorumluluğu yoktur. 4202
İslâm ve İnsan Kardeşliği
İnsanın insandan daha büyük dostunun olduğunu biliyorum ama kendisinden daha vahşi düşmanının olduğundan emin değilim. Gerçi aklıma şeytan geliyor fakat Allah, şeytanların bir kısmının insan olduğunu söylüyor 4203. Bu
4202] Rahmi Yakan, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 24, s. 484-485
4203] 6/En’âm, 112
KARDEŞLİK
- 1007 -
durumda şeytanların insanı mı, yoksa cini mi beşere daha şiddetli düşmandır, bilemiyorum. Ama şundan eminim ki insan vahşileşince hiç bir yaratık onunla yarışamıyor. Çünkü insanların işlediği toplu katliam ve benzeri vahşetleri vahşi hayvanlara izlettirseydik her halde küçük dillerini yutarlardı.
Şeytanların vesveseleri sonucu ortaya çıkan beşerî ideolojiler, öylesine yaydılar ki kin ve düşmanlık tohumlarını, müslüman zihinleri bile kasvet kapladı. Bırakınız insanların birbiriyle selâmlaşmasını, muhabbet etmesini, toplu taşıma araçlarında bile birbirleriyle göz göze gelmemeye özen gösterir oldular. Aynı imana, aynı ideolojiye mensup insanlar dahi kendi aralarında kaygısızca konuşamıyor, birbirlerini dinleyemiyor. Âdeta iletişim özürlü bir hayatı istemeyi sürdürüyorlar. Sevgi, barış ve kardeşlik kelimelerinin en çok tüketildiği bir memlekette insanların bazen birbirine "arkadaş", "kardeş" kelimesiyle hitap etmesine rağmen, iletişimin dillerden gönüllere doğru akmayıp da el ve ayaklardan suratlara doğru sıçraması ne yaman bir dramdır! Neredeyse insanlar arası ilişkilerin en temel esprisinin düşmanlık olduğu tezi, savunulacak hale geldi.
Kardeş kelimesinin anlamını yitirdiği bir âlemde, dostluğun yerini düşmanlığın alması hiç de şaşırtıcı olmamalı. Gerçi tarihte ve günümüzde yapılan din ve mezhep savaşlarına bakarak beşerî ideolojilerin tek yanlı olarak itham edildiği görüşü ileri sürülebilirse de, kavga eden dinlerin önemli bir kesiminin insan elinde aslî hüviyetini yitirerek yarı yarıya beşerîleşmiş bir ideolojiye dönüştüğünü, bu nedenle de meramını dille değil elle anlatmaya kalktığını farketmek mümkündür. Pavlos'un elinden geçmiş bir zihin ürününü hakiki din olarak görüp de, Marx'ın tornasından çıkmış bir düşünceyi salt beşerî bir ideoloji olarak ayırmak haksızlık olur kanaatindeyiz. Bu yarı ideolojik dinler, Hz. Mûsâ'yı (s.a.s.) İsa'ya (s.a.s.), Hz. İsa'yı (s.a.s.) Muhammed'e (s.a.s.) düşman edemeseler de Mûsâ'nın (s.a.s.) bağlılarını (daha doğrusu ona bağlı olduklarını iddia eden yoldan çıkmışları) İsa'ya, İsa'nın ümmetini Muhammed'e düşman edebilmektedirler. Oysa bütün peygamberler kendinden önceki peygamberleri tasdik etmiş, kendinden sonrakileri müjdelemiştir. Laf anlamayıp da birbirini yiyenler ise peygamberlerinin dinini saptıran, tahrif edenler olmalı! En kutsal değer kabul ettikleri dini dahi bozanlar neyi bozmazlar ki? Dini, dünyayı, insanı, her şeyi...
Yapılması gereken şey, insanın kendi hayatını genel bir değerlendirmeye tâbi tutması, kaybettiği gayeyi ve kader çizgisini yeniden tesbit etmesidir. Böylece yaratılış hikmetine uygun şiirsel bir hayatı yakalayabilir ve dünyayı kendi cehennemi yapmaya yönelik gayretlerinden vazgeçebilir. Aksi takdirde kendi amacından uzaklaşmış bir insan, el uzattığı herşeyi bozmaya devam edecektir.
Tefrika Değil, Kardeşlik
İnsanın kendini koruma refleksi, özü itibarıyla başkalarını koruma ve kollama zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Başkalarına zarar vermesi de yine kendi varlığını tehlikeye sokması anlamına geliyor. Çünkü insan hayatta akraba olmasının ötesinde yaratıldığı hammaddeler itibarıyla dahi akraba ve kardeştir. Kendisinin değil bir başka gücün irade ve gücüyle var olmuştur. Bu irade ve gücün sahibine bağımlı olması nedeniyle kaderde kardeştir.
O güç; insanı bir maddeden değil, birçok nesnenin terkibinden ve çeşitli aşamalardan geçirerek yaratmıştır. Bu yaratma serüveni, önce çamur, sonra bir
- 1008 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sıvı özü olarak gelişti ve düzenlendi. Bu da yetmiyordu. Şâyet yetseydi bütün bataklıkların, insan ocağı olması gerekirdi. Yaratan ona kendi ruhundan üflfl edi. Görme, duyma ve düşünme gibi hasletler verdi.4204 Bu demektir ki insan aslında tabiatın çocuğu olduğu kadar Allah'ın yakını ve gözdesidir.
Zayıflığı nedeniyle insan, sadece tabiata ve İlâhî Rûha değil, aynı özden yaratıldığı insan kardeşine de bağımlıdır. İnsan insanın hem sebebi hem sonucudur. Çünkü insanın yaratıldığı su, saf yağmur suyu veya dere suyu değil, başka iki insanın özümsemesinden geçmiş ve insanı var kılma aşkına dönüşmüş bir sudur. Ve bu özel su, insana dönüşürken soy sop sahibi olma vasıflarını da kazanmaktadır. 4205
Daha da açık bir ifadeyle insanın var oluşu, Allah'ın müdahalesini ve tabiattaki birçok etkenin reaksiyona girmesini ve de insanın insanla ilişkisini zorunlu kılmaktadır. Âdem'in (s.a.s.) ilk çocukları da bugünkü torunları da bir anne ve babadan dünyaya gelmektedir. Bunun anlamı, her çağda insana "Âdemoğlu" diye hitab edilmesini mümkün kılan bir akrabalık ilişkisidir ki bu, en geniş anlamıyla dikey olarak bir dede-torun ilişkisini ve yatay olarak da kardeşlik ilişkisini gündeme getirmektedir. Ayrıca bu ilişkiler ağı, bir defaya mahsus olmuş bitmiş bir olay değildir. Âdem ve Eşinin topraktan yaratılması gibi bugün insanın varlığı da toprak ve su ürünlerine bağımlıdır.
İnsanın; Allah, tabiat ve insana bağımlılığı, sadece varlık dünyasına çıkma aşamasıyla sınırlı değildir. Varlığını devam ettirirken ve hayatının öbür dünyadaki devamında da bu yakınlık ve zorunlu ilişki devam etmektedir. Tabiatla içiçe, insanla yanyana ve Allah'a muhtaç vaziyette sürüp gider bu serüven. Toprağa tohum atar meyve alır, insana el uzatır gönül alır, Allah'a el açar sevap alırız. Topraktan el çeker yoksul, insandan el çeker yalnız, Allah'tan el çeker yarınsız kalırız. Her üçünün aleyhinde bulunmamız ise helâkimiz olur. Bu sebeple İlâhî din, beşerin Allah'la, tabiatla ve insanla barışık olmasını istemektedir. Çünkü hayat, bu sulhun üzerine kurulmuştur. Bunun zıddı fesaddır, fesadın kökeninde ise şeytanizme meyletme vardır. Akrabasına iyilik etmeyip de varlığını saçıp savuranlar şeytanla kardeş olurlar.4206 Bu sorun insanın en temel sorunudur.
"İnsanlar sadece bir tek ümmetti fakat ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi" 4207; "İnsanlar bir tek milletten başka bir şey değildi. Allah nebîleri müjdeci ve uyarıcılar olarak gönderdi. Ama aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler." 4208 Bu âyetlerin açıkça ifade ettiği gibi insanlar tek toplumdu ve ilk ihtilâfı insan başlattı. Kendisini bir sudan yaratana hasım oldu. 4209
Gerek cennette ve gerekse cennet sonrası dönemde Allah hem Âdem (a.s.)’i, hem de oğullarını şeytana karşı dikkatli olmaları konusunda uyarmış, şeytanın düşmanlığına dikkat çekmişti.4210 Hatta cennetten dünyaya yolcu ederken onlara
4204] 32/Secde, 7-9
4205] 25/Furkan, 54
4206] 17/lsrâ, 26, 27
4207] 10/Yûnus, 19
4208] Bakara/213
4209] 16/Nahl, 4
4210] 20/Tâhâ, 117, 36/Yâsin, 60
KARDEŞLİK
- 1009 -
şunu söylemişti: "Size Benden her hidâyet geldiğinde kim Benim hidâyetime uyarsa o sapmaz ve sıkıntıya düşmez. Ama kim Benim öğüdümden yüz çevirirse onun için dar bir geçim vardır ve kıyâmet günü kendisini kör olarak süreriz..." 4211 Allah yarattığı her insana yolu göstermiş ve şükretme ile nankör olma arasında imtihan için serbest bırakmıştır.4212 Onları iyiliğe teşvik etmenin ötesinde bir baskıda bulunmamıştır.4213 Ayrıca iman ve kardeşlik yolundan sapacak olanların cezalandırılacağını her çağda insanlara iletmiştir.4214
Ama Âdemoğulları bu uyarıları gözardı etmişler, azmış ve Âdem’e (a.s.) ait baba ocağını terketmişlerdir. Henüz. Âdem'in iki oğlu arasında öldürmeyle sonuçlanan bir kavga yaşanmıştır.4215 Kabil’in bencilliği yüzünden kardeşine el kaldırmasına karşın Hâbil’in "Andolsun eğer öldürmek için bana elini uzatırsan, seni öldürmek için ben sana elimi uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korkarım. İsterim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemlik olasın. Zâlimlerin cezası budur"4216 demesi, çok ilginç bir kardeşlik göstergesidir. Allah'ın her defasında "Açık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf eden muhâlif olanlar gibi olmayın..." uyarısına rağmen,4217 insanlar neredeyse küfür ve azgınlıkta tek millet olma riskiyle karşı karşıya kaldılar.4218 Şeytan onları yoldan çıkardığı halde kendilerini doğru yolda sandılar. 4219
Böylece, kardeşlik düşmanlığa dönüşmekle kalmadı, aynı zamanda insanlıkta aslolanın kardeşlik değil de düşmanlık olduğu sanılmaya başlandı. İnsanlar sadece Allah'a kul olsunlar diye yaratılmışken parçalama ve parçalanmanın temsilcileri, Allah'a kulluğa çağıranları bölücülükle suçladılar.4220 Oysa İslâm'a çağrı, bir öze dönüş çağrısıdır. Evi terketmiş kardeşe, "yuvaya dön" çağrısından başka bir şey değildir. Bölücülükse Allah'ın kendisine biçtiği misyonu terkeden, böylece İblisin elinde oyuncak olan sapkın kardeşlerin zavallı tavrıdır. Bu sebeple zalime bile yol göstererek iyilik yapmamız istenmektedir. 4221
Nasıl Kardeşlik?
Ne Türkçe'de ne de Arapça'da, kardeş kelimesi tek formlu ve tek anlamlıdır. Kullanıldığı durumlara göre kardeş kelimesinin anlamında genişleme ve özelleşmeler görülmektedir. Türkçe'de karındaş kelimesiyle eşanlamlı oluşu nedeniyle kelimenin aynı annenin karnından doğan, aynı rahmi paylaşan anlamındaki yakınlığı ve kan bağını ifade için kullanıldığını sanıyorum. Arapça'da kardeş anlamında kullanılan (a.h.v.) kelimesi; hayvan bağlanan ip, düğüm, kazık vs. anlamında kullanılmaktadır. Her iki dilde de kelime, sıkı ilişki, yakınlık ve bağlı olmak anlamına gelmektedir. Hatta Arapça'da bu kelime aynı dizinde yer alan nesne ve olaylar için kullanılabilmektedir. Misal olması bakımından Mûsâ’ya (a.s.)
4211] 20/Tâhâ, 123, 124
4212] 72/İnsan, 2, 3
4213] 2/Bakara, 253
4214] 4/Nisâ, 115, 116, 119
4215] 5/Mâide, 27-31
4216] 5/Mâide, 27-31
4217] 3/Âl-i İmrân, 105
4218] 43/Zuhruf, 33, 34
4219] 43/Zuhruf, 37
4220] 40/Mü’min, 26; 7/A’râf, 127
4221] Buhârî, Mezâlim 4
- 1010 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verilen mûcizeler birbirinin kardeşi olarak nitelenmektedir.4222 Hem bu, hem de zikredeciğimiz örnekler, kelimenin anlamının aynı anne veya babadan dünyaya gelen kankardeşlerle sınırlı kalmadığını göstermektedir. Hem Türk hem de Arap insanı; kelimeyi arkadaş, dost ve yâran anlamlarında kullanabilmektedir. Cehenneme giden aynı yolun yoldaşlarına da bu kelime kullanılıyor. 4223 Yine Türk insanının hiç tanımadığı yabancı bir insana, arkadaş anlamında "kardeş" diye hitab ettiğini yakînen bilmekteyiz.
Öte yandan kelimenin arkadaşlık anlamına benzer şekilde, duygu ve düşünce bağlılığı anlamında kullanılması da bir hayli yaygındır. Şu âyetler, kardeşliğin sadece kan ve süt bağından kaynaklanmadığını, gönül bağının da insanı kardeş yaptığını gösterir.
"Ey iman edenler, Allah'tan gereği gibi korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Hep birden Allah'ın ipine (vahye) sarılın ayrılığa düşmeyin. Üzerinizdeki Allah’ın nimetini düşünün. Siz birbirinize düşmanken kalplerinizi ısındırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir uçurumun kenarındayken sizi kurtardı. Doğru yolu bulmanız umuduyla Allah âyetlerini böyle açıklıyor." 4224
Kısaca belirtmek gerekirse kardeşlik çeşitleri şu şekilde sıralanabilir:
a- Kan bağına dayalı kardeşlik: Anne-baba bir veya ayrı olması itibarıyla öz-üvey ayrımına tâbi tutulduğu gibi, yakın ve uzak kardeşliği de içerir. Âdemoğullarının insan kardeşliği, aynı soydan olma itibarıyla akrabalık veya soydaşlık da bir nevi uzak kardeşlik kabul edilebilir. "Ey insanlar biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için kavim ve kabileler haline getirdik. Allah'a göre en üstününüz, en takvâlı olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır..."4225 Gerek bu âyet ve gerekse zikredeceğimiz şu deliller, tümel olarak insanların, tikel olarak da kabile ve kavimleri meydana getiren insanların kardeş olduğunu kanıtlamaktadır: "Kulların hepsi kardeştir." 4226; "Allah'ın birbirine kardeş kulları olun."4227 Yine Hz. Peygamber’in Vedâ Hutbesinde "Ey insanlar, hepiniz kardeşsiniz. Hepiniz Âdem’in oğullarısınız. Âdem de topraktandır..." dediğini bilmeyen yoktur. Hatta Kur'an birçok âyetinde insanlara hitab ederken “Ey Âdemoğulları!” diye hitab etmektedir.4228 Bu durum, kan bağına dayalı kardeşliğin arasında, yakınlık ve uzaklığa göre bir derecelendirmeye tâbi tutulabileceğini göstermektedir. Yakın kardeşlik mirası doğururken, uzak kardeşlik (akrabalık) mirastan pay alma hakkı doğurmamaktadır.
b- Süt akrabalığına dayalı bir kardeşlik: Sütkardeşliği, evlenmesi haram olanlar bağlamında sık gündeme gelir. Kan (soy) kardeşliği ile tamamen aynı olmasa bile İslâm kültürüne göre hukukî sonuçlar doğurabilmektedir. Sütkardeş, sütanne vs. ile evlenilemez. Ama sütten dolayı mirasçı da olunmaz. 4229
4222] 43/Zuhruf, 48
4223] 7/A’râf, 38
4224] 3/Âl-i İmrân, 103
4225] 49/Hucurât, 13
4226] Ebû Dâvud, Vitr 25
4227] Buhârî, Nikâh 45
4228] 7/A’râf, 26, 27, 31, 35; 36/Yâsin, 60
4229] 4/Nisâ, 23
KARDEŞLİK
- 1011 -
c- Gönül bağına dayalı duygusal kardeşlik: Dostluk ve din kardeşliği bunun iki örneğini oluştururlar. "Mü’minler, ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan sakının ki size rahmet edilsin."4230; "Mü’min, mü’minin kardeşidir."4231; "Müslim, müslimin kardeşidir." 4232
Âyet ve hadislerin açıkça ifade ettiği gibi din kardeşliği de kan/soy ve sütkardeşliği gibi bir kardeşlik doğurmaktadır. Ancak bunun hukukî ve ahlâkî sonuçları diğer iki kardeşlik türünden farklıdır. Din kardeşliği maddî miras hakkı doğurmaz. Ancak din ve devlet ayrılığı İslâm hukukuna göre mirasa engel görülmüştür. Şu iki âyet bu konuyu netleştirmektedir: İman ettiği halde hicret etmeyenler mü’minlerden velâyet hakkı elde edemiyor. Ancak kendilerine dinî yardım yapılabilir.4233 İman etmeyenlerin velâyet hakkı kendiliğinden yok sayılıyor. Fakat iman edip hicret eden ve mü’minlerle birlikte savaşa katılan karındaşlar (kan akrabaları), Allah'ın kitabına göre birbirlerinin daha yakın dostudurlar. 4234 İslâm bu tür bir kardeşliği vâkıa olarak onaylamaktadır. Hatta sıla-ı rahim diye bilinen akrabalık ilişkilerini sürdürmeyi ve akraba haklarını gözetmeyi öngörmektedir.4235 Bu bağlamda şu âyeti zikretmek çok yerinde olacaktır: "Rahim sahipleri (karındaşlar), Allah'ın kitabına göre birbirlerine öteki mü’min ve muhâcirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapmanız hâriç. Bunlar Kitapta yazılmıştır."4236 Hatta gönül bağı olması münasebetiyle din kardeşliği, din ayrılığı ile birlikte bulunan kan ve sütkardeşliğinden üstün kabul edilebilmiştir.4237 Çünkü dinî kardeşlik irâdî bir tercihle gerçekleşir, diğerleri ise tabiî bir zorunluluktur. Kişinin sevdiği ile daha çok beraber olması daha doğal bir sonuçtur. Celâleddin Rûmî'nin belirttiği gibi:
"Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.
Nice Hintli, nice Türk vardır ki düdeştirler. Nice İki Türk de vardır ki birbirine yabancı gibidirler.
Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir.
Gönülden sözsüz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhur eder." 4238
Genel bir değerlendirmeye tâbi tutulursa her kardeşlik türü, derecelenmeye imkân tanımaktadır. Ancak bu derecelenmenin varlığı, onlardan birini yok saymamıza imkân vermez. İslâm, din kardeşliğini vaz’ederken kan/soy kardeşliğini yok saymadığı gibi, soy kardeşliğini her şeyin genel geçer ölçüsü de saymamıştır. Kardeşliğin her bir çeşidini kendi mihverinde değerlendirmiştir. Bu dengenin gözetilmesi tabiîdir. Çünkü Yaratan da değerlendiren de aynı zâttır. İlâhî hikmet, İslâmî kardeşliği öne çıkarmakla aslında beşerî kardeşliği ıslah etmeyi hedeflemektedir. Çünkü İslâm'ın muhâtabı insanlık âlemi, amacı da fesadı önleyip ıslahı
4230] 49/Hucurât, 9,10
4231] Ebû Dâvud, Edeb 49
4232] Tirmizî, Hudûd 3
4233] 8/Enfâl, 72
4234] 8/Enfâl, 75
4235] 4/Nisâ, 1, 47/Muhammed, 22
4236] 33/Ahzâb, 6
4237] Buhârî, Ferâiz 9
4238] Mesnevi, I, 97
- 1012 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gerçekleştirmektir. Ancak, İlâhî hikmetten uzak ideolojilerin insanı önyargılara mahkûm etmesi nedeniyle din ve soy kardeşliğini sanki birbirinin zıddı gibi sunan birtakım çarpık anlayışlar, İslâm toplumlarını maalesef birtakım lüzumsuz tartışmaların içerisine çekebilmiştir. Çıkarcı liderler, zavallı gençliğe "Ne dininizden ne de kanınızdan vazgeçmeniz gerekiyor" diyememişlerdir.
Düşmanlık Nereden Doğuyor? İslâm, üstünlüğü takvâ ve din kardeşliğine, gönül birliğine vermesine rağmen, kan bağını ve dostluğu da gözardı etmeyerek kâfirlerle müslümanları (her durumda) düşman saymamıştır. Ta ki onlar düşmanlık beslemedikleri sürece.4239 Kur'an peygamberlerin mücâdelelerinden kesitler sunarken helâki hak etmiş suçlu kavimleri peygamberlerin kardeşleri olarak sunabiliyor: “Âd kavmine kardeşleri Hûd'u, Semûd'a kardeşleri Sâlih'i, Medyen'e kardeşleri Şuayb'ı, gönderdik.”4240; “Kardeşleri Nuh, Hûd, Sâlih, Lût onlara dediler ki: Allah'tan korkmaz mısınız?”4241 Lût'un çok temiz bir insan olması, homoseksüel kavmine karşı kardeşlik sorumluluğunu güzel söz ve uyarıyla yerine getirmesine engel teşkil etmiyordu. Bu demektir ki İslâm kardeşliğinin efdal oluşu, aynı dini paylaşmadığım insanla olan kardeşliğimi sadece ikinci sınıf bir kardeşlik durumuna düşürür. O düşmanlık yapmadığı sürece ikinci sınıf kardeşliğe engel yoktur.
Kur'an; Allah'a, Rasûle ve mü’minlere düşmanlık eden kâfirleri dost edinmeyi yasaklıyor. Çünkü onlar düşmanlık etmektedirler. Düşmanlık edenleri dost kabul etmek mü’minleri hamâkate (ahmaklığa) sürükleyecektir. 4242 Fakat Kur'an, düşmana bile saldırganca ve ölçüsüzce davranmayı hoş görmüyor. Muhammed (s.a.s.) ve arkadaşlarını Mekke'den sürüp çıkaran işkenceci kâfirler hakkında mü’minlere şu öğüdü veriyor: “Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırganlığa sevketmesin. İyilik ve takvâ konusunda yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı çetindir.” 4243
Düşmanca münasebetlerin ve savaşların sürdüğü bir dönemde dahi müslümanların saldırgan olmamasını isteyen Kur'an, anlaşmazlıkların düşmanlığa dönüşmesinin müslümanlarca başlatılmasını asla istemezdi. İnsanlara güzel söz söylemeyi prensip olarak belirleyen Kur'an, insanlara yanağını bükmeyi (yüzünü çevirmeyi) bile hoş görmüyor.4244 "İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü daha güzeliyle savuştur. O zaman görürsün ki seninle aranda düşmanlık bulunan kimse sıcak bir dost oluvermiş. Buna ancak sabredenler kavuşabilir. Ve buna en büyük payı alanlar eriştirilir." 4245
Bu âyetlere iman eden ve onu hayatında gerçekleştiren insanlara, hiçbir teröre bulaşmadığı veya tasvip etmediği halde birtakım insanların bölücü veya saldırgan demesi, hakkı değiştirecek değildir. Muhammed (s.a.s.)'e nisbet edilen şu söz çok yerinde bir ölçü koymakta, sevgi ve düşmanlığın değişken olduğuna
4239] 9/Tevbe, 6-10
4240] 7/A’râf, 65, 73, 85; 50/Kaf, 13; 11/Hûd, 50, 61, 84; 27/Neml, 45; 29/Ankebût, 36; 46/Ahkaf, 21
4241] 26/Şuarâ, 106, 124, 142, 161
4242] 60/Mümtehıne, 1
4243] 5/Mâide, 2
4244] 2/Bakara, 83; 31/Lokman, 18
4245] 41/Fussılet, 34, 35
KARDEŞLİK
- 1013 -
işaret etmektedir: "Buğzettiğin kimseye ölçülü buğzet, gün gelir dostun olur."4246 Görülüyor ki Kur'an ve Peygamber (s.a.s.) duygularımızı kontrol etmemizi, aramız açık olan kimselere karşı uzun vâdeli düşünerek iyimserlik beslememizi istemektedir. Hem bu ölçülerin kâfirlere karşı da işletilmesini istemektedirler. O halde düşmanlık; adı bile barış ve esenlik anlamına gelen İslâm'dan değil, bu yoldan ayrılmaktan kaynaklanmaktadır. İslâm'ın realiteci çağrısı ise, Hz. Muhammed'in (s.a.s.) şu veciz sözünde somutlaşmaktadır: "Allah'ın kardeş kulları olun." 4247
Kardeşler arası yakınlık veya uzaklık duygu ve davranışları değiştirebilir, ama kardeş olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bu genel durumu Kur'an'dan bir örnekle somutlaştırmak istiyorum: Yusuf'un kardeşleri kıskançlıkları yüzünden kendisini öldürmeye kalkışıyor ve sonunda adı kayıplar listesinde çıkıyor!4248 Kendisini kuyuya atan kardeşlerine gün gelip yaptıklarını söyleyeceğini Yusuf, Allah'ın lutfu ile biliyordu.4249 Müjdenin tevili gerçekleşip kardeşlerinin itiraf ve mahcûbiyetlerini görünce Yusuf, hakiki kardeşlik sözünü söylüyor: "Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir." 4250 Bu örnek çerçevesinde bir noktayı aydınlatmamız gerekiyor. Kuyuya atılırken de, onları affederken de Yusuf (s.a.s.), onların kardeşiydi. O halde, öldürmeye kalkışan ile kendisine tuzak kuranı affeden kardeş arasındaki fark ne? Biri, şeytanın propagandasına kapılarak kıskançlığını ön plana çıkaran kardeş, diğeri de Allah'ın vahyine uyarak kardeşini şeytanın esâretinden kurtaran kardeş. O halde vahiy, gözardı edilmiş kardeşliğin hatırlatılması; kin ve düşmanlık ise şeytan tarafından kardeşlik duygusunun örtülmesi ve yerine kıskançlığın konmasıdır. Bu gerçeği bazı insanlar, Yusuf gibi erken öğreniyor, bazıları da onun kardeşleri gibi oldukça geç anlıyor. Tabiî bazıları da hiç öğrenmeden gidiyor. Yusuf gibi sabır örneği olmak için; geç öğrenenleri, hiç öğrenmeyecek olanlardan ayırmak lâzım. Bu da Allah'a bağlı bir gönül gerektirir.
Burada asıl ele alınması gereken hususlardan birisi ve en önemlisi, evi terketmiş Âdemoğullarının eve dönmesi için çağrı yaparken evdekilerin birbirini yememesidir. Düşmana bile mert davranmayı, kâfirlerin kötülüğüne karşı bile sabırlı ve ümitvar olarak iyi davranmayı öğütleyen bir dinin temsilcileri, kendi aralarında daha şefkatli ve müsâmahalı davranması gerekir. Hata ile ma'lûl iki müslüman arasında sorun çıksa bile çözümsüz olmadığını bilmek ve zamanla her şeyin düzeleceğine inanmak her müslümanın gözönünde bulundurması gereken bir zorunluluktur. Sorunsuz bir dünya olmadığına göre, sorun çıktığında nasıl davranacağını bilen insanlar, en iyi kardeşliği gerçekleştirecek insanlardır. Üçüncü şahısların yangına körükle gitme yerine ıslah ümidiyle yaklaşması ve arabuluculuk girişimi de bir diğer önemli görevdir.4251 İslâm'ın kardeşler arası ilişkilerdeki sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiği konusundaki öğütlerini kısaca özetlemeye çalışalım:
Müslüman kardeşini tahkir etmek kişinin şer özelliğini yansıtır.4252 Çünkü ki4246]
Tirmizî, Birr ve Sıla 60
4247] Buhârî, Nikâh 45
4248] 12/Yûsuf, 9-10
4249] 12/Yûsuf, 15
4250] 12/Yusuf, 90-92
4251] 49/Hucurât, 9,10
4252] Müslim, Birr 32
- 1014 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir, küfrün de temelini oluşturan en büyük günahlardan biridir.4253 Kendisi için istediğini kardeşi için istemek, imandandır.4254 Fesadla bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek; bir insanı yaşatmak, bütün insanları yaşatmak gibidir.4255 Bırakın öldürmesini, kişinin bir yerde oturan kardeşini kaldırıp yerine kendisinin oturması bile çok çirkin bir davranıştır.4256 İnsanın kardeşiyle alay etmesi, kusurunu araştırması, kötü lakapla çağırması fısk ve zulümdür. Zann, tecessüs, arkadan çekiştirme gibi davranışlar, insanın ölü kardeşinin etini yemesi kadar çirkin huylardır. 4257
"Size adam öldürmemeniz söylenmişti. Ben size derim ki kardeşine kızan, hükme müstehak olacaktır... Göze göz, dişe diş dendiğini işittiniz. Fakat ben size derim ki; kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir."4258 Hz. İsa'ya atfedilen bu sözlerin değerini şimdi daha iyi anlıyorum. Müslümanın kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl olmadığı4259 gibi akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını vermeyip saçıp savurması şeytanla kardeş olmaktır. 4260 Cehenneme giren her ümmet, kardeşine lânet eder.4261 Çünkü kendisi de lânetlik biri gibi davranıyordu. O halde kardeşliği cehenneme gitmeden önce ısıtmak lâzım. Tabiî bu çağrıyı lüks bulanlar olabilir. O durumda bile insan kardeştir. Önemli olan Yusuf gibi kardeş olabilmektir. 4262
“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını bozmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.” 4263
Bu âyette geçen ‘el-erhâm’ ‘rahm’in çoğuludur. Rahim, kadının döl yatağına denir; fakat aynı rahimden çıktıklarından dolayı istiâre olarak akrabaya rahim ve ruhm dendiği gibi, rahim sahipleri da denilir. Sıla-i rahim akrabayı ziyaret; kat'-ı rahim ise akraba ile ilgiyi kesmektir. Bu âyette erhâm hakkına ri'âyet edilmesi, kadınlara karşı şefkatle davranılması, aile hukukunun gözetilip aralarında rahim bağı bulunan insanların, birbirlerine karşı sevgi ve şefkatle hareket etmeleri, akraba ile ilgiyi kesmemeleri emredilmektedir.
Nisâ Sûresi'nin, erkek-kadın, bütün insanların ortak niteliği olan “en-nâs/insanlar” ta'biriyle başlaması, insanların bir tek kökten geldiğinin belirtilmesi ve akrabalık hakkına saygının emredilmesi, bütün insanların aynı kökten gelmiş, aynı atalardan türemiş kardeşler, köken bakımından akraba olduklarına dikkati çekmektedir. Bu âyet; ırk, dil, bölge ayrımı gözetmeden bütün insanlığa hitabeden İslâm'ın evrensel, toplayıcı, birleştirici ezelî prensiplerindendir.
4253] 16/Nahl, 23
4254] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72
4255] 5/Mâide, 32
4256] Buhârî, Cum’a 2
4257] 49/Hucurât, 11, 12
4258] Matta, 5/21, 22, 38, 39
4259] Buhârî, Edeb 57
4260] 17/İsrâ, 26, 27
4261] 7/A’râf, 38
4262] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı I, Fecr Y., s. 61-75
4263] 4/Nisâ, 1
KARDEŞLİK
- 1015 -
Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde bu köken kardeşliği ve özellikle de iman kardeşliği vurgulanmaktadır. Aşağıdaki âyetler, kardeşliği vurgulayan en çarpıcı örneklerdendir: “Eğer mü’minlerden iki grup vuruşurlarsa, onların arasını uzlaştırın; şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve dâima âdil olun. Çünkü Allah, adâlet yapanları sever. Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin.” 4264
Bu âyetlerde iman edenlere, iki mü'min cemâat arasında çıkan kavgayı yatıştırmaları, bir cemâat diğerine saldırdığı takdirde, saldırgan taraf Allah'ın buyruğunu dinleyinceye kadar onunla savaşmaları, Allah'ın buyruğuna râzı olduğu takdirde kavga edenlerin aralarını uzlaştırmaları, adâletten ayrılmamaları buyrulmakta ve Allah'ın, adâlet yapanları sevdiği; inananların kardeş oldukları, Allah'ın rahmetine erebilmek için kardeşler arasını uzlaştırmaları gerektiği vurgulanmaktadır.
Âyetlerin hükmü geneldir. Buna göre iki müslüman grup veya toplum arasında anlaşmazlık ve kavga çıkarsa diğer müslümanların seyirci kalmayıp onları uzlaştırmaya çalışmaları; bir taraf hakkı kabule yanaşmaz ve öteki tarafa saldırmaya devam ederse bütün müslümanların, kuvvet kullanarak saldırganı hak çizgisine getirmeye ve iki tarafı uzlaştırıp aralarında adâletle barış kurmaya çalışmaları gerekir.
Kavga eden taraflar, bir devlet içinde iki aile, iki aşiret, iki kabîle, iki kent olabileceği gibi, 1980’li yıllarda İran'la Irak arasında görüldüğü üzere iki bağımsız devlet de olabilir. Bir devlet içinde çıkan olaylarda devlet, olayı önler. Fakat devlet müdâhale edinceye kadar diğer müslümanların olayı yatıştırmaya, saldırgana mâni olmaya çalışmaları gerekir.
Şâyet olay iki devlet arasında ise müslüman devletler topluluğu, (meselâ İslâm Konferansı Üyeleri) müştereken bunların arasını bulmaya çalışırlar. Ama bir taraf Allah'ın hükmünü dinlemiyor, karşı tarafa haksız yere saldırıyorsa o zaman müslüman devletlerin, hep beraber o saldırgana karşı savaşıp onu doğru yola getirmeleri gerekir.
Yine bu âyetlerin hükmüne göre müslümanlar kardeştirler. Kardeşçe geçinmelidirler. Allah'ın rahmetine nâil olabilmeleri için barış içinde yaşamaları ve müslüman kardeşler arasında çıkan olayları yatıştırmaya, kavgaları önlemeye, müslümanların arasını uzlaştırmaya çalışmaları gerekir.
Ayrıca karı-koca arasını uzlaştırmak için arabulucu tayinini emreden 4/Nisâ, 35. âyet de, iman eden gruplar arasında çıkan anlaşmazlıkların da yine arabulucu yoluyla çözülmesine işaret etmektedir. Nitekim meşhur muhaddis el-Hâkim Ebû Abdillah İbn el-Beyyi', o âyette, iki zümre arasında çıkan anlaşmazlığın çözümü için her iki taraftan birer hakem gönderilmesine işaret bulunduğunu söylemiştir. Gerçekten âyette tefrika ve fitneden endişe eden herkesin, iki hakem (arabulucu) göndermesine delîl vardır. Nitekim mü'minlerin emîri Hz. Alî, Hâricîlerle kendisi arasında çıkan anlaşmazlığın çözümü için hakem tayin edilmesini, Nisa 35. âyetten çıkarmıştır. Demek ki müslümanlar arasında anlaşmazlık çıktığında
4264] 49/Hucurât, 9-10
- 1016 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çözüm için hakem tayin etmek uygun olur. 4265
Tabii İslâm'da esas olan, bir tek devlettir. Fakat bugün için bu, mümkün görünmüyor. Çünkü her ulus kendisinin, diğerlerine hâkim olmasını istiyor. Bu da İslâm milletleri arasında ayrılıklara, övünmelere, sürtüşmelere yol açmaktadır. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Peygamber’in (s.a.s.), ilk üç halîfesinin dönemleri hâriç tutulursa, bütün müslümanların birlikte yaşadığı bir devlet de kurulamamıştır. Osmanlı Devleti zamanında bu birliğe doğru yaklaşılmış ise de yine de İslâm milletlerinin tamamı bir tek devletin çatısı altına alınamamıştır.
Şimdi bugün, İslâm Konferansı üyelerinin gittikçe aralarında siyasî yakınlık kurarak, önce İslâm Ortak Pazarı, sonra iç işlerinde serbest, dış işlerinde beraberlik esasına dayalı bir Birleşik İslâm Devletleri Örgütü kurmaları mümkündür. Bu örgütün başkanı da alfabetik sıraya göre nöbetleşe her üye devletten belli bir süre için seçilmelidir. Bu örgütün, İslâm âlimlerinden oluşan bir parlamentosu da olursa İslâm'ın aradığı sürekli ve istikrarlı bir birliğe yaklaşılmış olur. Avrupa Birliği’nin nihaî hedefi böyle bir siyâsî birliktir ve onların parlamentosu da vardır. Neden müslümanların böyle bir örgütü, müşterek konseyi ve parlamentosu olmasın?
Böyle bir örgüt, İslâm devletleri arasında çıkan anlaşmazlıkları da karara bağlar ve kararı da bağlayıcı olur. İslâm devletleri arasında çıkan sorunları çözmek, haklıyı, haksızı ayırt etmek için Avrupa Adâlet Divânına benzer bir İslâm Adâlet Dîvânı oluşturmak da gereklidir.
Kur'ân'ın bu âyetlerinde böyle bir adâlet dîvânının nüvesi vardır. Çünkü Kur'ân, haksızlığın önlenmesini istiyor. Haklıyı ve haksızı da ancak adâlet divanı ayırdeder. Kur'ân, on dört asır önce en modern hukuk sistemine ışık tutmuş iken müslümanların bu örgütü kurmakta gecikmeleri gariptir.
Adâlet, İslâm kardeşliği ve dayanışması konusunda bu âyetlerin yanında pek çok hadîs de vardır. Bunlardan birkaçına işaret edelim:
"Dünyâda adâlet yapanlar, yaptıkları adâletten dolayı Rahmân'ın önünde inciden minberler üstünde bulunacaklardır." 4266
"Birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında mü'minler bir tek cesede benzerler. Cesedin bir organı rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını paylaşır." 4267
Peygamber (s.a.s.): “Mü'minler, bir binanın taşları gibi birbirini tutar” deyip parmaklarını birbirine geçirmiştir. 4268
“Birbirinize hased etmeyiniz, birbirinizin satışına engel olmayınız, kızmayınız, sırt çevirmeyiniz, ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu rüsvây etmez, ona hakaret etmez.” (Devamında Rasûlullah (s.a.s.) göğsüne işaret ederek üç defa:) “Takvâ buradadır.” buyurdu. 4269
4265] Kasimî, Mehâsinu't-Te'vîl, 5/1226
4266] Müslim, İmâret 18; Nesâî, Kudât 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/159, 160, 203
4267] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/270
4268] Buhârî, Salât 88, Edeb 36, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/104, 405, 409
4269] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57-58, 62; Müslim, Birr 30-32
KARDEŞLİK
- 1017 -
“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” 4270
“Müslümanın, müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs tutması helâl değildir. Öyle ki birbirleriyle karşılaşırlar, biri bu tarafa, öbürü diğer tarafa bakıp geçer (birbirlerine selâm verip konuşmazlar). Onların en hayırlısı, ilk selâm verendir.” 4271
Müfessirler Hucurât sûresi, 9-10. âyetlerden, müslümanlar arasında çıkan çarpışmanın, kendilerinden iman vasfını götürmeyeceği, hattâ bağînin dahi kâfir olmayacağı kanısına varmışlardır. Çünkü Allah, âyette bâğî (saldırgan) oldukları halde yine onlara: "ihveh/kardeşler" ve "mü'minler" sıfatını vermiştir. Bu da onların, birbirleriyle çarpışmalarından dolayı kâfir olmadıklarını gösterir. Nitekim birisi Hz. Alî'ye, Cemel ve Sıffîn olaylarında kendisine karşı savaşanların müşrik olup olmadıklarını sormuş, Hz. Alî: “Hayır, onlar şirkten kaçtılar” demiştir. Soran: “Peki onlar münâfık mıdır?” demiş. Hz. Alî: “Hayır, münâfıklar, Allah'ı çok az anarlar” demiş. Soran: “Öyleyse onların hali nedir?” diye sorunca Hz. Alî: “Kardeşlerimizdir, bize haksız yere saldırdılar (bâğîdirler)” demişti. 4272
Topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın: “Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalplerinizi uzlaştırdı; O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz bir ateş çukurunun kenarında bulunuyordunuz, Allah sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz.” 4273
Âyet, mü'minlere, Allah'ın ipi olan Kur'an'a sarılmalarını, bölünüp ayrılmamalarını emrediyor. Ve daha önce, düşmanlığın körüklediği ateş çukurunun içine düşmek üzere olduklarını; ancak Kur'an'a sarılmaları sonucu bu düşmanlık durumundan kurtarıldıklarını hatırlatıp bir daha öyle bir duruma dönmemelerini öğütlüyor.
Gerçekten Allah'ın ipi olan Kur'an'a sarılanlar birleşirler. Daha önce birbirine düşman olan, birbirlerine karşı düşmanlıkla ateş püsküren Medîne toplumu, nefret ve düşmanlık ateşiyle dolu bir çukurun kenarında bulunuyordu. Neredeyse düşmanlık ateşi içine düşüp mahvolacaklardı. Allah, hidâyetini lutfedip onları helâkten kurtardı. Şimdi hidâyete gelip kardeşlik içine girdikten sonra tekrar eski düşmanlık durumlarına dönmek yakışır mı?
Allah Elçisi'nin Medîne'ye gelmesinden önce bu kentte Evs ve Hazrec adıyla iki Arap kabîlesi otururdu. Câhiliyye döneminde bunlar arasında şiddetli düşmanlık vardı. Zaman zaman bunlar kavga eder, savaşırlardı. İki kabîle arasında geçen son savaş da Bu'âs Savaşı idi. Medîne'ye İslâm gelince iki kabîle birbiriyle dost ve kardeş oldular. Onların bu kardeşçe yaşayışları, aslında ikisini de istemeyen yahûdîleri son derece rahatsız ediyordu. Yahûdîlerden Kays oğlu Şâs, bir gün Evslilerle Hazreclilerin birlikte sohbet ettiklerini gördü, canı sıkıldı: "Bunlar böylesine dost oldukları sürece bizim burada yerleşmemize imkân kalmaz" diyerek bir yahûdî çocuğunu onların arasına gönderdi ve onlara Bu'âs harbini, bu harbde Evs'in, Hazrec'i yendiğini hatırlatmasını tenbihledi. Yahûdî çocuğu, aralarına sokulup Bu'âs konusunu ortaya atınca hava değişmeğe, eski
4270] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
4271] Buhârî, Edeb 57, 62, İsti'zân 9; Müslim, Birr 25; Tirmizî, Birr 21
4272] Beğavî, Meâlimu't-Tenzîl, Hâzin kenarında 6/225
4273] 3/Âl-i İmrân, 103
- 1018 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gönüllerde düşmanlıklar canlanmaya başladı. Evs ve Hazrecliler, birbirlerine laf atmağa başladılar ve: “İsterseniz o günü tekrar edelim, haydi Harra'ya gidelim!” dediler.
Bu'âs harbi Harra meydanında geçtiği için oraya gidip vuruşmak istediler, silâhlarını almağa başladılar. Tam bu sırada Allah'ın Elçisi, durumdan haberdar olup geldi, onları yatıştırmağa çalıştı: "Ben sizin aranızda iken câhiliyye dâvâsını mı güdüyorsunuz?" dedi ve yukarıdaki meali verilen 3/Âl-i İmrân, 103 âyetinden başlayarak okudu. İki kabile mensupları yaptıklarına pişman oldular, barıştılar, birbirlerine sarıldılar. 4274
Âyette "Allah'ın ipine yapışın" deyimi, isti'âredir. Allah'ın ipi, insanları sapıklık bataklığından kurtarmak için gökten yere indirdiği vahiyleri içeren Kitabdır. İşte Allah'ın ipi durumundaki o Kitaba sarılıp onun prensiplerini gönülden uygulayanlar, sapıklıktan çıkarak düşmanlık ateşinde yanıp mahvolmaktan kurtulurlar.
İnsanlar arasında düşünce ayrılıklarının olması doğaldır. Bu, Allah'ın yasası gereğidir: "Rabbin dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilâf edip durmaktadırlar."4275 Allah insanları zekâ, düşünce ve yetenek bakımından farklı yarattığına göre onlar arasında düşünce ayrılıklarının olması da doğaldır. Fakat bu ayrılıkların, düşünce düzeyinde kalması, büyüyüp düşmanlığa dönüşmemesi gerekir. Çünkü düşünce farkı, bir ölçüde insanları rekabete, ilerlemeye sevk ederken; bunun büyüyüp düşmanlığa dönüşmesi yıkıcı olmaktadır. İşte düşünce ayrılıklarını sınırlamak, düşmanlık sınırına vardırmamak için herkesin Allah'ın sınırlarında durması, Allah'ın Kitabına sarılması, o genel prensiplerin dışına çıkmaması gerekir. İnsanlar o genel prensipler içinde kaldıkça dost olurlar. Aralarında bazı düşünce ayrılıklarının olması; birbirlerini sevmelerine, anlayışlı davranmalarına engel olmaz. Hz. Muhammed Aleyhisselâm, Kur'ân ile böyle “düşmanlarına karşı cesur, şiddetli; birbirlerine karşı şefkatli, birbirlerini seven” ideal bir toplum kurmuştu. Kur'an her zaman böyle bir toplumun kurulmasını sağlamaya kadirdir. Yeter ki insanlar onun genel prensiplerine gönülden sarılsın, o prensiplerin dışına çıkmasınlar. 4276
Kardeşlik ve Beraberlik
Mü’minlerin önemli bir özelliği de uhuvvet ve tesânüttür (kardeşlik, dayanışma, birliktelik). Kuran'da bildirilen hükme göre, tüm mü’minler birbirlerinin kardeşidirler. Onlar aynı yola uymuş, aynı Kitab’a tâbi olmuş, aynı hedefe sahip, aynı duyguları taşıyan insanlardır. Dolayısıyla aralarında büyük bir sevgi ve dayanışma bulunur. Allah, bu durumu şöyle tarif etmektedir: “Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”4277 Bu âyette tarif edildiği gibi bir tesânüt içinde Allah yolunda cehd etmek (çaba harcamak) kesin bir emirdir. Al-i İmran Suresi'nde Allah şöyle hükmetmektedir: “Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın...” 4278
4274] İbn Kesir, Tefsir 1/389; Hüseyn Heykel, Hz. Muhammed Mustafa, Ö.R. Doğrul çevirisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1948, s. 232
4275] 11/Hûd, 118
4276] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., c. 11, s. 274-281
4277] 61/Saff, 4
4278] 3/Âl-i İmrân, 103
KARDEŞLİK
- 1019 -
Mü’minler güzel ahlâklıdırlar, mütevâzidirler, sevgi ve saygı doludurlar. Bu yüzden de tesânüt mü’minler arasında doğal bir şekilde oluşur. Ancak bu konuda yine de dikkat edilmesi gereken yönler vardır. Çünkü mü’minlerin yapabileceği çeşitli yanlışlar, bu tesânüdün zedelenmesine ve mü’minler arasında soğukluk yaşanmasına neden olabilir.
Bu yanlış hareketlerin nedeni, mü’minlerin davranışlarını gaflet anlarında etkileyen nefstir. Mü’min fedâkâr, hoşgörülü ve sıcaktır; ama herkeste nefs bulunur ve insan dikkat etmezse bazen nefsine uyabilir. Kıskanç, bencil ve hırslı olan nefsine uyması ise, bu kötü hislerin mü’mine etki etmesi demektir. İşte bu yüzden Kuran'da, mü’minler tesânüt (dayanışma ve birlik) konusunda son derece dikkatli olmaları için uyarılmaktadırlar. Madem şeytanın insandaki tezâhürü olan nefsin hevâsı, insanı yanıltabilmektedir, öyleyse karşıdaki mü’minin nefsini harekete geçirecek bir üslûp kesinıllikle kullanılmamalıdır. Bu yönde âyette şöyle buyrulmaktadır: “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.”4279 Âyette bildirilen emir, tesânüdün sağlanması açısından son derece önemlidir. Birincisi, mü’minlerin birbirlerine karşı sürekli olan en güzel hitap şeklini (yalnızca güzel değil, "en güzel") kullanmaları emredilmektedir. İkincisi, şeytanın bir özelliği açığa vurulmaktadır: Şeytan, insanların ve özellikle de mü’minlerin arasını bozmak için uğraşmaktadır.
Şeytanın ve nefsin mü’minlerin arasındaki tesânüdü bozmak için en çok başvurduğu yollardan biri ise, rekabet duygusudur. Eğer mü’min gaflet halinde olursa, makam, mevki gibi konularda rekabet hissine kapılıp kardeşlerini geçmeye, kendini onlardan daha ön plana çıkarmaya çalışabilir. Aynı şekilde kendisinden daha ön plandaki bir kardeşine karşı kıskançlık hissedebilir. Aslında gaflet halinde yapılan bu hareket, gerçekte Allah'a isyan anlamına gelmektedir. Çünkü "Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar?" 4280 âyetine göre, insanlara verilmiş olan nimetler Allah'tandır ve bunları kıskanmak Allah'ın takdirine karşı gelmek anlamına gelir. Bu nedenle mü’minlerin kıskançlık gibi bir tavırdan kesinlikle uzak durmaları gerekmektedir. Eğer böyle bir tavır ortaya konulursa, bu, hem Allah'ın rızâsına muhâlif bir harekettir, hem de âyetin hükmüne göre, mü’minlerin gücünün azalmasına neden olur: “Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” 4281
Bu nedenle mü’min, kesinlikle kardeşleri ile arasında bir çekişme, rekabet ortamı oluşmasına engel olmalıdır. Hem kendisi kıskançlık gibi ilkel bir duyguya kapılmamalı, hem de sahip olduğu özellikleri ön plana çıkartarak kardeşlerinin nefsindeki kıskançlık damarını tahrik etmemelidir. Olabildiğince mütevâzi, alçak gönüllü olmak, rekabet tehlikesini yok eder. Kuran'da bu konuda verilen bir diğer kıstas ise, kardeşlerinin nefsini kendi nefsine üstün tutmak, yani her durumda fedâkâr davranmak ve bundan zevk almaktır. Kur’an'da bu özellik şöyle tarif edilir: “Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç
4279] 17/İsrâ, 53
4280] 4/Nisâ, 54
4281] 8/Enfâl, 46
- 1020 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır.” 4282
Kıskançlık, rekabet, darılma mü’minler arasında birliğin ve kardeşliğin önündeki çok önemli üç engeldir. Hırs sonucu doğabilecek herhangi bir rekabet, insanların birbirlerine olan sevgisini azaltır. Bu tür Kuran'a uymayan bir hareket, onların ruhlarına büyük zarar verir ve mânevî yönden gerilemeye yol açar. Oysa iman edenler için sonsuz bir sevap kaynağı mevcutken birbirlerinin önünü tıkayıp, haksız rekabet ve kıskançlıklarla vakit geçirmenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer hedef Allah rızâsı olursa, herhangi bir rekabet olmaz. Çünkü herkes bir diğerinin önünü kesmeden Allah rızâsı için hizmet edebilir, sevap toplayabilir. Bu nedenle mü’minler, mü’min topluluğunun bir insan vücudu gibi olduğunu, her organın bir diğerinin yardımcısı ve destekçisi olduğunu unutmaz ve kardeşlerinin başarılarını kendi başarılarıymış gibi görürler. Bu, son derece önemlidir. Kuran'da mü’minlerin arasındaki tesânüt/dayanışma ile ilgili çok sayıda âyet vardır. Bir âyette, mü’minlerin diğer mü’minlerle tesânütlerinin artması için yaptıkları bir duâ şöyle aktarılır: “Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” 4283
Mü’minler arasında bir çekişme ya da kırgınlık yaşanması herkese zarar verir. Dolayısıyla iman edenler böyle bir harekete tevessül etmezler. Nitekim bir Kur’an âyetinde, mü’minlerin birbirlerinin velîleri (dost ve koruyucuları) olmadıkları takdirde, fitne çıkacağı şöyle haber verilmektedir: “İnkâr eden kâfirler birbirlerinin velîleridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” 4284
Ayrıca Kuran'da tesânütle ilgili açık hükümler vardır. Bu âyetlerden bazıları şöyledir: “Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.”4285; “…Buna göre, eğer mü’min iseniz Allah'tan korkup sakının, aranızı düzeltin; Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin.”4286; “Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” 4287
Mü’minler diğer mü’minlere karşı son derece merhametli ve alçak gönüllü olmakla yükümlüdürler. Aksi bir tavır kesinlikle Kur’an'a uygun değildir. Kibir, kıskançlık, çekememezlik, kötü söz söyleme, çekişme mü’minlerin değil; inkârcıların/kâfirlerin özelliğidir. Bu nedenle nefsi yüzünden böyle bir küçüklük göstermiş olan bir mü’min hemen kendini toparlamalı, Allah'a sığınmalı ve gerçek mü’min tavrını göstererek hatasını telâfi etmelidir. Aksi halde Allah o kişinin yerine daha hayırlısını getireceğini âyetlerinde haber vermiştir. İman eden her insan şu âyetin hükmüne girmekten şiddetle kaçınmalıdır: “Ey iman edenler,
4282] 59/Haşr, 9
4283] 59/Haşr, 10
4284] 8/Enfâl, 73
4285] 3/Âl-i İmrân, 105
4286] 8/Enfâl, 1
4287] 6/En’âm, 159
KARDEŞLİK
- 1021 -
içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (onun yerine) Kendisinin onları sevdiği, onların da Kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” 4288
İslâm ahlâken yükselmeyi, ilişkileri geliştirmeyi hedefleyen ilâhi emirler manzumesidir. Bu dinin hedefi kardeşliği pekiştirmek, sulh'u tesis etmektir. Bu münasebetle Kur'ân-i Kerîm'de "Ihveh" kelimesinin Önemli bir yeri bulunur. Hz. Peygamberin ilk günden itibaren önemle üzerinde durduğu, inananlar arasında İlk yaptığı işlerin başında İslâm kardeşliğini pekiştirmesi gelir. Bu kardeşliğin özünü, Allah ve Peygamberine iman teşkil eder.
İslâm'daki bu kardeşlik kankardeşliği dediğimiz anne-baba'dan meydana gelen kardeşlikten daha önemlidir. Zira Hz. Nuh için; "Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz. O kötü bir iş yapmıştır..." 4289 âyeti, iman etmeyen oğlunu kendi ailesinin dışına itmesine sebep olmuş ve gemiye alınmasına izin verilmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm ırka ve soya önem vermekle birlikte, bunu bir mozayik gibi değerlendirir. Dolayısıyla, insanlar arasındaki kan bağı önemli olmakla birlikte, bu bağ, imanla pekişirse kuvvetli ve sürekli olmaktadır. Aksi durumda birliği teminde yeterli değildir. Çünkü Allah'ın birliğini kabul edemeyen insanların dostluğuna güvenmek mümkün değildir. Böyle insanların diğer yaratıklardan bir üstünlüğü bulunmaz. 4290
İslâm kardeşliğinin tesisi iman ile mümkün olmakta, bu da, Kur'ân'a inanmaktan geçmektedir.4291 Tarih, Hz. Peygamber’in İslâm ile oluşturduğu kardeşliğin bir benzerini nakletmekten âcizdir. Evinde çocuğunun yiyeceğinden başka bir yiyeceği olmayan Ebû Talha'nın, aç olan misafire o yiyeceği yedirmesini haber veren Yüce Allah; "Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, (kardeşlerini) onları kendilerinden önde tutarlar."4292 ifâdeleriyle zamanımız insanlığına önemli bir mesaj verilmiştir. Zira İslâm'ın dışındaki hiçbir sistemde böyle bir ahlâk üstünlüğünü bulmak mümkün olmamaktadır.
Hz. Peygamber de bu meseleye şu şekilde işaret etmektedir: "Allah'ın öyle kulları vardır ki, onlar peygamber ve şehid değillerdir. Fakat peygamberler ve şehitler kıyamet gününde onlara gıbta ederler.” Ashâbın: ‘Yâ Rasûlallah! Onlar kimlerdir?’ sorusuna Hz. Peygamber; “onlar aralarında aile bağı olmadığı halde Allah için bir birini seven ve yardımlaşanlardır. Vallahi onların yüzleri nurdur ve nurdan makamlar üzerindedirler." 4293
Kardeşlik ibâdetimizin vakti geçmesin
İnanç birliği sosyal birlikteliği gerektirir. Müslümanların her konuda birlik ve beraberlik içinde olmaları, ortak düşmana ortak tepki vermeleri, ortak problemlerini ortak katkılı çözümlerle aşmaları, ortak projeler üretmeleri, ortak işler
4288] 5/Mâide, 54; Harun Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y., s. 130-134
4289] 11/Hûd, 46
4290] 7/A'râf, 179
4291] 3/Âl-i İmrân, 103
4292] 59/Haşr, 9
4293] Şeyh Mansur, el-Tâc el-Câmiu fi'l-Usûl. Kitabul Birr, V/83; Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Ayışığı Kitapları, Kitabevi Y
- 1022 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmaları emredilen, arzu edilen, olması gereken ve olmadığında kesinlikle çaresizlik getiren, gözyaşı getiren, düşmana boyun eğiş getiren, can damarı gibi önemli bir husustur. Kur’ân “Mü’minler kardeştirler” diyerek mü’minleri kardeşlik ibadetine çağırırken; Müslümanların kardeşlik ibadetinde sınıfta kalmaları günümüzdeki perişanlığın da en korkunç müsebbiplerinden değil mi? Öyle ki, Irak kendi derdiyle kendisi boğuşurken, Filistin kendi derdine kendisi ağlıyor, Endonezya bir başına çığlık atıyor, Afganistan kendi derdine kendisi yanıyor. Kimse kimsenin derdine yanamıyor. Diğer yandan zenginlikten, keyiften, varlıktan, rahattan kendinden başkasını görmeyen müslümanların sayısı da az değil. Bunun mahşer gününde her halde hesabı kolay olmayacak.
Müslümanların acıda ve huzurda, iyi günde ve kötü günde birlik ve beraberlik içinde olmaları ve birlik ve beraberlik kurumlarını kurmaları gerekiyor. Tembellik mi, gaflet mi, dalâlet mi, vahşî kapitalizmin oyunu mu, ruhsuz materyalizmin karanlık gölgesi mi, nedir üstümüzdeki ölü toprağı bilemiyorum. Fakat iki kişinin bir araya gelip şirketleştiği, herkesin sağda solda birlikler kurduğu, dünya insanının asgarî müştereklerde birleştiği günümüzde, maalesef iki milyar mü’min kardeşlerden oluşan müslüman âlem birlikte hareket etmeyi henüz başarabilmiş değil. Arada mutlaka dehşetli fitneciler var ki, müslüman âlem hakta ve hayırda birleşemiyor.
Diğer yandan herkes imtihandadır. Herkes kendi âhiretini dokuyor. Herkes kendi Cennetini imar ediyor veya ateşini yakıyor. Herkes Allah’ın rızâ makamlarından birinde, kendisine bir rızâ derecesi biçiyor. Kur’ân’ı dinleyip kardeşlik yapan da, düşmanla dost olup kardeşini dışlayan da kendi amel defterini yazıyor. Herkes kendi amel yazılarıyla doldurduğu defterini mahşerde alacak. Elbette ya gülecek, ya ağlayacak.
Müslümanlar neden böyle bölük pörçükler? Arada şeytan var, düşman var, fitneci odaklar var, nefsimiz var. Tüm bu negatif bentleri aşıp pozitif bina dikmek ve kardeşlik ibâdetini yapmak, kolay olmuyor demek. İmtihan şiddetli. Ve kardeşlik ibâdetini başarmak zor. Oysa unutulmamalı; bu, Kur’ân’ın emridir. Kur’ân’ın emri bizim için ibâdettir. Demek ibâdet sadece namaz ve oruçtan ibâret değil.
Şüphesiz kardeşlik ibâdetinin tesisi için hayırlı adımlar atılmıyor değil. Ümitsiz olmayalım. Biz en azından duâ edelim. İnşallah Müslümanların daha güçlü ve daha birlik ve beraberlik içinde günlere doğru gideceklerini Rahmet-i İlâhiye’den umalım ve duamızı kesmeyelim. Çünkü kavgacı ve gürültücü dünyamız böyle bir ortak sese, bir barış ve kardeşlik nefesine, bir adâlet eline ve nice muhabbet fedâisine muhtaç. 4294
Tasavvufta Kardeşlik (İhvân) Anlayışı
Kardeşler anlamına gelen ihvân kavramı; tasavvufta, aynı şeyhe bağlı olan müridleri, aynı tarikatın veya tarikat kolunun mensuplarını ifade eden bir terim olarak kullanılır.
İhvân; Sözlükte "erkek kardeş, arkadaş, yoldaş, dost, meslektaş, ortak" anlamlarına gelen “ah” kelimesinin çoğulu olup Türkçe'de daha çok tekil anlamında yaygınlık kazanmıştır. İslâm dini mü’minlerin birbirinin kardeşi olduğunu
4294] Süleyman Kösmene
KARDEŞLİK
- 1023 -
ilân etmiştir.4295 Kur'an'da İslâm'a karşı oluşturulan grupların da birbirinin kardeşi olduğu belirtilmiş,4296 Hz. Peygamber müslümanları din kardeşliğine bağlı kalmaya çağırmıştır.4297 Hadislerde geçen "din kardeşi, din ve dünya kardeşi"4298 tâbirleri de bu hususun önemini ifade eder. Hiçbir ayırım yapılmadan kadın-erkek bütün mü’minler birbirinin kardeşi kabul edilmekle beraber Rasûl-i Ekrem Medine'ye hicret ettiğinde daha özel bir anlamda Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensarı birbirine kardeş yapmış, böylece göçmenlerle yerlileri kaynaştırmayı amaçlamıştır. 4299
Sûfîler ilk dönemlerden itibaren kendi aralarında farklı gruplar oluşturmaya, birbirine kardeş gözüyle bakmaya başlamışlardır. Tasavvufun giderek tarikat şeklinde kurumsal bir yapı kazanmasıyla birlikte bu durum daha da gelişmiştir. Gazzâlî'nin kaydettiğine göre sûfîler birbirinin yüzüne severek ve merhametle bakmayı ibâdet sayıyor,4300 bazen aralarında yaptıkları sohbetlere yabancıların girmesine dahi izin vermiyorlardı. Bu dönemde müridlerin birbirine hizmet etmeleri, gönül hoşluğuyla birbirinin mallarını harcamaları, ihvâna karşı fedakâr ve tahammüllü olmaları, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınmaları, sevgi ve şefkat duygularıyla dolu olmaları öğütleniyordu. 4301
Başlangıçta daha çok "ashâb" kelimesiyle ifade edilen “ihvân” kavramı, ilk tasavvufî eserlerde sohbet ve müridliğin âdâbına dair bölümlerde işlenmiştir. İhvân kelimesine ilk olarak Kuşeyrî'nin er-Risâle'sinde rastlanmaktadır.4302 Sûfîler, V. (XI.) yüzyıldan itibaren bugünkü mânada tarikatlar halinde örgütlenmeye başlayınca aynı tarikata veya tarikat koluna bağlı olanlara özel anlamda ve bir tasavvuf terimi olarak ihvan denilmiştir. Bütün tasavvufî zümrelerde ihvan terimine veya onunla aynı anlama gelen "ah, fetâ, derviş, pîrdaş" gibi kelimelere tesadüf edilmektedir. Tarikatlar bir kurum olarak ortaya çıkınca ihvan ve pîrdaş olan müridler arasındaki ilişkiler daha düzenli bir şekil almış, bu dönemde yazılan Âdâbü'l-mürîdîn, Avârifü'l-meârif gibi eserlerde ihvanın gözetmesi gereken kurallara özel bölümler ayrılmıştır. Bu eserlerde ihvan arasındaki sevginin sırf Allah için olduğu, maddî çıkar, itibar veya şöhret arzusunun sözkonusu edilmeyeceği, ihvanın her zaman birbirini hayırla andıkları, karşılık beklemeden birbirlerine hizmet ettikleri, kardeşinin hatalarını görmezlikten gelip ezâlarına katlandıkları, ihtiyaçlarını gidermeye çalıştıkları, daima saygılı, hoşgörülü davrandıkları, her zaman kardeşlerini haklı, kendini kusurlu bildikleri, insaflı olup insaf beklemedikleri, birbirinin sevinç ve üzüntülerini paylaştıkları, bir sıkıntıyla karşılaşanın yardımına koştukları, vefâlı olmayı ve sadâkatten ayrılmamayı görev bildikleri anlatılmaktadır. 4303
Aynı tarikatın mensupları, kendi aralarında sırf Hak rızâsına dayanan samimi
4295] 3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10
4296] 59/Haşr, 11
4297] Buhârî, Nikâh 45, Mezâlim 3; Müslim, Birr 23, 32
4298] Buhârî, Nikâh 11; Tirmizî, Menâkıb 20
4299] Buhârî, Nikâh 7; Savm 51, Müslim, Fezâ'ilü'ş-sahâbe 203
4300] İhya, II, 159
4301] Serrâc, el-Lüm’a, s. 234-237; Kuşeyrî, Risale Terc. Uludağ, s. 433-439, 574-580, 746, 749
4302] s. 746
4303] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kütü'l-kulûb, Kahire 1961, II, 442-489; Gazzâlî, İhya', Kahire 1939, II, 154-191; Şehâbeddin es-Sühreverdî, Avârifü'l-maarif, Beyrut 1966, s. 423-442
- 1024 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir dostluğun gereklerini yerine getirmenin yanı sıra tekke düzenine, tarikat kurallarına, şeyhin öğütlerine tam anlamıyla uyar, büyüklerini baba, akranını kardeş, küçüklerini evlât olarak görürler. Şeyh baba, müridleri onun evlâtlarıdır. Şeyhin eşi anne, birbirlerinin eşleri ise hemşiredir (bacı).4304 Bu samimi dostluğun hâtırası ölümden sonra da devam eder. Vefat eden mensuplarının geride bıraktığı aile fertlerini korur, onlarla da dostça ilişkiler kurarlar. Menâkıb kitaplarında ihvanın sadâkatini, vefakârlığını ve fedakârlığını gösteren pek çok örnek kaydedilmiştir.
Ahîlik'te ve fütüvvet ehli arasında da mânevî kardeşlik bağına büyük önem verilmiştir. Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl daima Allah'ı teşbih, takdis ve zikreden tevazu ve huşu sahiplerine "ihvân-ı basîret", "kün makamı" denilen bir mertebede bulunan, irâdeleriyle sûrî şeyleri icat etme gücüne sahip olanlara "ihvân-ı tecrid", beşerî kir ve lekelerden kurtulup ruhlarını kemal halleriyle donatanlara da "ihvân-ı safa" demektedir.4305 Bu son tabirin bir felsefeciler grubu olan İhvân-ı Safa ile ilgisi yoktur. 4306
Radâ; Sütkardeşliği ve Süt Akrabalığı
"Radâ"' veya "rıdâ"; Arapça "radaa" kökünden masdar olup; annesini emmek demektir. Bir isim olarak ise, sütkardeşliği ve süt emme anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerim'de çocuğun kendi annesinden veya başka bir kadından süt emmesiyle ilgili çeşitli âyetler vardır: “Sizi emziren analarınız ve süt cihetinden kızkardeşleriniz (size haram kılındı).”4307; “Emzirmeyi tam yapmak isteyen için anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler”4308; "Çocuklarınıza sütanne istemenizde, bir sakınca yoktur."4309; “Boşadığınız karılarınız kendisinden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Bu konuda birbirinize danışarak hareket edin. Eğer güçlük meydana gelirse, çocuğu başka bir kadın emzirecektir.” 4310; "Kıyâmetin koptuğunu göreceğiniz gün, emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer" 4311; "Biz Mûsâ'nın annesine; ‘Onu emzir, sana ona ait bir tehlike gelince, kendisini denize bırak; korkma, kederlenme. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız’ diye vahyettik"4312; "Biz daha önce ona (Mûsâ'ya) sütanaların sütünü emmeyi haram kılmıştık." 4313
İslâm hukukçuları diyâneten annenin çocuğunu emzirmesi gerektiği konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü anne, çocuğunu korumak zorundadır. Ancak kadın emzirmek istemediği takdirde, kaza yoluyla zorlama yapılıp yapılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Çoğunluk fakihlere göre, kadının çocuğunu emzirmesi menduptur. Zarûret olmadıkça emzirmeye zorlanamaz. Çocuğun emzirilme işi çocuğun babası
4304] Ebu'l-Mefâhir Yahya el-Bâharzî, Evrâdü'l-ahbâb ve fusûsü'l-âdâb, nşr. Efşâr, Tahran 1358 hş., s. 106-127; Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü's-seniyye, İstanbul 1989, s. 27-29
4305] Mecmû'a, II, 242-245
4306] Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 580
4307] 4/Nisâ, 23
4308] 2/Bakara, 233
4309] 2/Bakara, 233
4310] 65/Talâk, 6
4311] 22/Hacc, 2
4312] 28/Kasas, 7
4313] 28/Kasas, 12
KARDEŞLİK
- 1025 -
üzerine vâcibdir. O, karısını emzirmeye zorlayamaz. Çünkü "Emmeyi tamam yaptırmak isteyenler için, anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler"4314 âyeti bir tavsiye niteliğindedir. Ancak çocuğun annesinden başkasının memesini kabul etmemesi durumu müstesnâdır.
Şu üç durumda anne çocuğunu emzirmeye kaza yoluyla da zorlanabilir:
1. Çocuk, annesinden başka kadının sütünü emmezse, çocuğu helâk olmaktan korumak amacıyla annesi emzirir.
2. Başka bir sütanne bulunamaması halinde, kendi annesi yine çocuğun hayatını korumak için emzirir.
3. Çocukla ilgilenecek baba bulunmaması ve çocuğun sütanne tutabilecek bir malının olmaması durumunda anne çocuğu emzirir.
Yukarıdaki durumların dışında anne çocuğu emzirmekten kaçındığı takdirde, babanın bir sütanne tutması gerekir. Sütanne, çocuğu, öz annenin yanında emzirir. Çünkü anne için "hıdâne" hakkı vardır. Bu hak, çocuğun kendi başına temizliğini yapabileceği, yaklaşık yedi yaşlarına kadar sürer. Baba sütanne tutmazsa, kadın, mahkeme yoluyla sütanne ücreti isteme hakkına sahiptir.
Babanın evlilik içinde veya ric'î talâktan sonra iddet beklemekte olan karısına, kendi çocuğunu emzirmesi için ücret vermek zorunda değildir. Çünkü bu durumda karısına nafaka yükümlülüğü vardır. Bâin boşama halinde ise kadın iddet içinde kazaen emzirmeye zorlanamaz. Hanefîlerden sağlam görüşe göre, bu durumda, anne, emzirme ücreti talep edebilir. Çünkü âyette; "Onlar sizin için, kendilerinden olan çocuğunuzu emzirmişlerse, onlara ücretlerini verin."4315 buyrulur. Bu âyet, boşanmış kadınlar hakkında inmiştir. Sütanne, süt emzirme ve örfün gerektirdiği şeyler dışında bir görevle yükümlü tutulamaz. Çocuğun yiyeceğini hazırlama, onu koruma, yıkama ve elbiselerini temizleme gibi hizmetler, örfe göre, sütanneye gerekebilir.
Çocuğun süt emme çağında kendi annesinden başka bir kadından süt emmesi halinde, bu çocukla süt emziren kadın ve bu kadının hısımları arasında bir süt hısımlığı meydana gelir. Kan yoluyla meydana gelen hısımlığa "nesep hısımlığı", evlilik yoluyla doğan hısımlığa ise "sıhrî hısımlık" denir. Süt hısımlığı bazı istisnâlar dışında kan hısımlığı ile aynı yasakları doğurur.
Evliliği Haram Kılan Süt Hısımlığının Şartları:
1. Sütün, bir kadına ait olması gerekir. Çoğunluğa göre, süt emziren kadının evli veya bekâr olması veya kocasının bulunmaması, sonucu değiştirmez. Sütten başka bir şeyi, meselâ; sarı su, kan veya kusuntuyu yemekle süt hısımlığı doğmaz. Erkeğin veya bir hayvanın sütü de hısımlık doğurmaz.
2. Sütün, emen çocuğun midesine ulaşması gerekir. Sütü memeden emmekle, bir kap veya bardaktan içmek birdir. Çocuk memeyi ağzına alır, fakat süt emip emmediği bilinmezse, haramlık doğmaz. Çünkü şüphe ile hüküm sâbit olmaz. Mâlikîlere göre ise bu durumda ihtiyatla amel ederek haramlık sâbit görülür. Şâfiî ve Hanbelîler ise beş ayrı emmeyi şart koşarlar.
4314] 2/Bakara, 233
4315] 65/Talâk, 6
- 1026 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanefilerle Mâlikîlere göre süt emme miktarı az olsun çok olsun sonuç değişmez. Delil: "Süt emziren analarınız (size haram kılındı)." 4316 âyeti ile “Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar”4317 hadisidir. Bu âyet ve hadiste emme miktarı ve sayısı belirlenmemiştir.
3. Emzirmenin ağız veya burun yoluyla olması gerekir. Çünkü süt, ancak bu iki yoldan boğaz yoluyla mideye ulaşır ve gıdalanma meydana gelir. Hanefi, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, idrar yollarına, göze, kulağa veya bir yaraya akıtılacak kadın sütü ile hısımlık doğmaz.
4. Sütün başka bir sıvı ile karışmaması gerekir. Süt başka bir sıvı ile karışırsa, Hanefi ve Mâlikîlere göre çok olanı esas alınır. Süt fazla ise haramlık doğurur. Ebû Hanîfe'ye göre, bir gıda ile karıştırılan süt az olsun çok olsun haramlık doğurmaz. Çünkü bu gıda sütün kuvvetini giderir. Hüküm olarak gıda kısmı sütten fazla sayılır. İmam Ebû Yusuf ve İman Muhammed, burada da çok olanı esas alırlar.
Bir kadının sütü başka bir kadının sütü ile karıştırarak çocuğa içirilse, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, çok olan esas alınır. Sütler eşit olursa, karışma yüzünden her iki kadın bakımından da, haramlık doğar. Mâlikîlere, İmam Muhammed ve Züfer'e göre bu durumlarda her iki bakımdan süt hısımlığı doğar. Sütlerin eşit veya birisinin eksik ya da fazla olması, sonucu değiştirmez. Tercih edilen görüş budur. Çünkü sütler bir cinstir. Aynı cinsten iki şey arasında gâlipliğin hükmü bulunmaz. Günümüzde bazı ülke ve beldelerde görülen "anne sütü bankası"nda karışan anne sütlerini yukarıdaki esaslara göre çözümlemek gerekir 4318.
5. Çoğunluğa göre, hısımlık doğuran sütün ilk iki yaş içinde emilmesi gerekir. Çünkü âyette "Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" buyrulmuştur. Nesep hısımı olan çocuklarla ilgili olan bu hüküm, süt emen diğer çocukları da kapsar. Hadiste "Süt hısımlığı ancak iki yaş içinde emzirilen sütle oluşur." 4319 buyrulur.
Ebû Hanife'ye göre ise emme süresi 30 aydır. Delil şu âyettir: "Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten ayrılmasının süresi otuz aydır." 4320 Burada 30 ay, hem gebeliğin, hem de sütten ayrılmanın ayrı ayrı süresidir.
Çoğunluk fakihlere göre ise, iki yıl emme süresi ile gebeliğin en kısa süresi olan altı ayın toplamı verilmiştir. Nitekim sütten ayrılmanın iki yıl olduğunu belirleyen başka deliller de vardır. Başka bir âyette şöyle buyrulur: "Biz insana ana-babasına itaat etmesini bildirdik. Onun anası kendisini zahmet üstüne zahmetle taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür." 4321
Süt Emme Yoluyla Meydana Gelen Evlenme Yasağı
Kur'ân-ı Kerîm'de; "Sizi emziren analarınız ve süt kızkardeşleriniz (size haram
4316] 4/Nisâ, 23
4317] Buhârî, Şehâdât 7; Müslim, Radâ' 1
4318] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1394/1974, IV, 135 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VII, 537 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır (t.y.), II, 34 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh Dimaşk 1405/1985, VII, 705 vd.
4319] Buhârî, Nikâh 21
4320] 46/Ahkâf, 15
4321] 31/Lokmân, 21
KARDEŞLİK
- 1027 -
kılındı)." 4322 buyrulur. Bu âyette yalnız iki tane süt hısımından söz edilmiştir. Bu konuda genel prensip şu hadisle konulmuştur. “Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar.” 4323 Yine nesep yoluyla, evlenmekle ortaya çıkan sıhrî hısımlıklara kıyasla, süt yoluyla da sıhrî hısımlıklar oluşur. Ancak bunun iki istisnâsı vardır.
Süt yoluyla haram olanlar şunlardır:
l. Bir kimsenin süt cihetinden usûlü. Sütannesi, sütninesi gibi...
2. Süt cihetinden fürûu. Bir kimse sütkızı, sütoğlunun kızı ve ilânihâye bunların çocuk ve torunları ile evlenemez.
3. Sütana ve babanın fürûu. Bir kimse ana baba bir, baba bir veya yalnız ana bir olan sütkardeşleri ve bunların ilânihâye fürûu ile evlenemez.
4. Sütana ve babanın usûlünden yalnız ilk füru'. Bunlar süt emenin, süt cihetinden amca, hala, dayı ve teyzeleri olup bunlarla evlenmesi yasaktır.
5. Sütbaba ve dedelerin eşleri: Burada zifafın olup olmaması, sonucu etkilemez. Nitekim bir kimse, nesep babasının karısı ile de evlenemez.
6. Sütoğlun veya sütoğlun oğlunun yahut sütkızın oğlunun karısı ile evlenmek yasaktır. Burada da zifafın olup olmaması, sonucu etkilemez. Nitekim bir kimse gelinleriyle evlenemez.
Hanefiler şu durumları istisna etmişlerdir:
a. Bir kimse süt cihetinden erkek veya kızkardeşinin annesi ile evlenebilir. Hâlbuki nesepçe kardeşin annesi ile evlenilemez. Meselâ; bir kadın bir çocuğa süt emzirse, bu kadının nesepçe bir oğlu bulunsa, bu oğul, süt emzirilen çocuğun annesi ile evlenebilir.
b. Bir kimse süt bakımından oğul veya kızının sütkardeşi ile evlenebilir. Hâlbuki bu durum nesep bakımından câiz olmaz. Meselâ; bir kadın, bir çocuğa süt emzirse, bu kadının kocası süt emen çocuğun kızkardeşi ile evlenebilir. 4324
Sonuç olarak bu konuda şu esas söylenebilir: Süt emenin nefsi süt emzirenin nesline haram olmaktadır. Ancak süt emen çocuğun daha sonra doğabilecek çocukları dışında diğer nesep hısımları ile süt emziren kadının nesep veya sıhrî hısımları arasında bir akrabalık meydana gelmektedir. Kısaca; süt emen çocuğun nesepten kardeşleri ile süt emziren kadının nesepten çocukları arasında bir evlenme engeli doğmaz. Çünkü onlar aynı kadından süt emmedikleri için, fizik ve biyolojik yapılarında ortak cüz sözkonusu değildir.
Süt Hısımlığının Hükmü
Süt hısımlığı mutlak bir evlenme engeli doğurur. Yukarıda sayılan istisnâlar dışında kalan süt hısımları her nasılsa evlenmişlerse, durum anlaşıldığında birbirlerini terketmeleri gerekir. Bunların nikâhı Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre bâtıl, Ebû Hanîfe'ye göre fâsittir.
Süt hısımları birbirine yabancı olmazlar. Bir fitne tehlikesi yoksa birbirine
4322] 4/Nisâ, 23
4323] Buhârî, Şehâdât 7; Müslim, Radâ' 1
4324] bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 4, 5; el-Meydânî, el-Lübâb, III, 33; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 138, 139
- 1028 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bakabilirler. Süt emmekle bir hısımlık doğarsa da, bununla nafaka, miras, şahitliğin reddi, nikâh ve mal velâyeti gibi diğer nesep hükümleri doğmaz.
Süt hısımlığı, nasslarda belirtilen hususlarla sınırlı kalır. Nesebe her bakımdan eşit haklar sağlamaz. Bu yüzden bir sütana, sütoğlundan nafaka isteyemez, ona mirasçı olamaz ve bu çocuk üzerinde velâyet iddiasında bulunamaz. 4325
Süt Baba:
Sütannede sütün meydana gelmesine sebep olan ve sütanne ile evli bulunan erkek, sütbabadır. Bu arada sütbabanın ölümü veya sütanneden boşanmış olması, sonucu değiştirmez. Süt emen çocuğa bu sütbaba ile nesep ve sıhrî hısımları haram olur. Sütbabaya ait çocukların hepsi de süt emenin sütkardeşleri olur. 4326
Süt Hısımlığının İsbâtı: Süt hısımlığı ikrar veya bir delille ispat edilir.
1. İkrar: Bu, erkeğin ve kadının birlikte veya bunlardan birisinin, süt hısımlığını itiraf etmesidir. Bir erkek ve kadın evlenmeden önce süt hısımlığını ikrar etseler, evlenmeleri helâl olmaz. Buna rağmen evlenseler akit fâsit olur ve kadın mehir isteyemez. İkrar evlilikten sonra olmuşsa, derhal ayrılmaları gerekir. Kendiliğinden ayrılmazlarsa, hâkim zorla ayırır. Çünkü akdin bozukluğu ortaya çıkmıştır. Burada, kadın, belirlenen mehirle, emsal mehirden az olana hak kazanır.
İkrar yalnız erkek tarafından ve evlilikten önce olmuşsa, evlenmesi helâl değildir. Evlilikten sonra olmuşsa derhal ayrılmaları gerekir. İkrar yalnız kadın tarafından ve evlilikten önce olmuşsa, kadının bu erkekle evlenmesi helâl olmaz. Fakat erkek, kadının yalan söylediği kanaatinde ise fetvâya esas olan görüşe göre, bu kadınla evlenmesi câizdir. Kadın evlilikten sonra ikrarda bulunsa, bu ikrar, onu kocası tasdik etmedikçe evliliğin sıhhati üzerinde etki meydana getirmez.
2. Beyyine: Burada beyyineden maksat, hâkim önünde süt hısımlığa şâhitlik yapmaktır. Dört mezhep de adâletli iki erkek veya bir erkekle iki kadının şâhitliği ile süt hısımlığının sâbit olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Ancak tek erkek, tek kadın veya dört kadın şâhitle süt hısımlığının sâbit olup olmayacağı ihtilâflıdır. Hanefilere göre, bu şâhitlikler kabul edilmez. Çünkü Hz. Ömer’den (r.a.); "Süt hısımlığı konusunda iki erkek şâhitten daha az kabul edilmez" dediği rivâyet edilmiştir. Sahâbelerden bu uygulamaya karşı çıkan olmadığı için bu konuda icmâ oluşmuştur.
İmam Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel'e göre dört kadının, İmam Mâlik'e göre bir erkek bir kadın veya iki kadının şâhitliği ile süt hısımlığı sâbit olur. Bu mezhepler süt emzirme konusunda erkek şâhit bulma güçlüğünü dikkate alarak kadın şâhide ağırlık vermişlerdir. 4327
Kankardeşliği ve And İçme
Yemin anlamındaki andiçme: And ve andiçme kelimeleri, Moğolca'dan dilimize geçmiştir. Moğolca anda: Kankardeşi ve amca, dayı anlamına gelir. Türkçeye and şeklinde geçmiştir. Andiçmek, bir Moğol töresi gereğidir. Moğol töresine
4325] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 222
4326] İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 572; el-Meydânî, a.g.e., III, 32
4327] bk. İbnül-Hümâm, a.g.e., III, 19, 20; el-Kâsânî, a.g.e., IV, 14; İbn Kudâme, a.g.e., VII, 558 vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 712 vd.; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 467-469
KARDEŞLİK
- 1029 -
göre, iki ayrı boydan olan kimse, birer damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler. Bu durumda ikisi, birbiriyle kankardeşi olur, buna andiçmek denir. Türkler müslüman olmazdan önce, bu uygulamaları benimsemişler şamanist Türk boylarında eski çağlardan beri bu andiçme geleneğini uygulamışlardır. Eski Türkler; Göktanrı, tapındıkları putlar ve tabiat varlıkları adına andiçerlerdi. En değerli andlardan biri, kan üzerine içilen anddı. Eski Türklerde kankardeşliği çok önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi. Yapılan and töreni, ettikleri kardeşlik yemininin kanıtı sayılırdı. Kardeşleşme ve dostlaşma töreni olarak and merasiminde, kardeş olmaya karar veren şahıslar, topluluk huzurunda kollarını çizerek and kabına kan akıtırlar, kımız, süt veya şarapla karıştırılan bu kan taraflarca içilirdi. Daha sonra, silahlar, atlar veya kızkardeşler değiştirilir ve taraflar andlı adaş (Moğollar devrinde anda) olurlardı. Bu, kan üzerine yapılan yemin demekti.
Bu tür and törenleriyle ilgili ilk bilgilere Herodot tarihinde rastlanmaktadır. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-ı Türk adlı meşhur eserinde; Kırgız, Kıpçak ve daha başka Türk boylarında andiçmenin kılıç üzerine yapıldığını açıklar. Yakut, Altay ve Salcak kabileleri en büyük andlarını eski totem olan ayı üzerine yaparlardı. Türkler İslâmiyetten sonra, şer'î mahkemelerde fıkhî yeminleri uygulamalarına ve giderek çoğalan bir uygulama ile Allah adına yemin etmeye başlamalarına rağmen, eski câhiliyye geleneğinin devamı mâhiyetindeki bazı and gelenekleri sürdü. Anadolu'nun kimi yörelerinde hâlâ benzeri kankardeşliği, yani andiçme görülmektedir.
Kankardeşliği: Kankardeşliği, işte kardeşlik yemini anlamında bu andiçme âdetiyle ilgilidir. Bazı insanların karşılıklı olarak vücutlarından bir yeri kanatarak çıkan kan ile kardeşlik oluşturdukları âdetleri vardır. Bazı farklılıklar gösterse de doğu kavimlerinde, tarih boyunca bu tür kardeşlik anlayışı sözkonusudur. Türklerde kabul görüp uygulandığı şekliyle; birbirleriyle dost olan iki kişinin, karşılıklı kanlarını içerek ya da emerek oluşturdukları düzmece akrabalığa kankardeşliği denilir. Eski Türkler’de kankardeşliği çok önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi. Kankardeşi olmak isteyenler boy’un önünde kollarını çizerek kanlarını ant kabına akıtır, kımız, süt ve şarapla karıştırarak içerlerdi. Daha sonra at, kılıç ve kızkardeşlerini değiştir, böylece antlı, adaş ya da Moğol dönemindeki adıyla anda, yani kankardeşi olurlardı. Aynı oba ya da boy’dan olmayanlar da kankardeşi olabilirlerdi. Kan kardeliği ancak ölümle sona ererdi. Kankardeşleri birbirlerine olduğu kadar, birbirlerinin ailelerine karşı da sorumluluk taşırlardı. Batı Türklerinde bu âdet giderek ortadan kalkmıştır. Doğu Türklerinin çoğu boylarında günümüzde de bu âdetin uygulanageldiğini görüyoruz. Günümüzde gelenekselliğini koruyan bazı yörelerde, hâlâ rastlanmaktaysa da, eski önem ve anlamını, yaygınlığını yitirmiştir. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde yer yer uygulandığı görülmektedir.
Dinimizde insanın kan içmesi, bir damla da olsa kanı emip yalaması câiz değildir. İslâm'da bu çeşit kankardeşliği diye bir kavram yoktur. Bu tür uygulamalar, kanı kutsal sayan bâtıl din ve câhiliyye örfünden etkilenmelerle ilgilidir. Kur’an, bütün müslümanları birbirleriyle en güzel şekilde kardeş kabul etmiş ve bu tüm müslümanlara bu istikamette görevler yüklemiştir. İslâm’ın öngördüğü müslüman kardeşliğinin eksik bir tarafı yoktur ki, kankardeşliği gibi başka bir kardeşliğe ihtiyaç hissedilsin.
- 1030 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik
“Muâhât”, Muhâcir ve Ensârın birbirlerine kardeş olarak ilan edildiklerini ifade eden bir siyer ve İslâm tarihi kavramıdır. Nübüvvetin on üçüncü yılında Evs ve Hazreçli müslümanların daveti üzerine mal ve mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye gelen muhâcirler her şeyden mahrum idiler. Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak ve onları Ensâr ile kaynaştırmak için aralarında mânevî kardeşlik tesis edildi: Bu kardeşlik "hak, eşitlik ve miras" konusunda karşılıklı yardımlaşmaya ve sevgiye dayalı idi.4328 Bu muâhâtın, Enes b. Malik'in evinde Bedir harbinden önce 90 veya 100 kişi arasında yapıldığı rivâyet edilir. 4329
Hazreti Peygamber'in "ikişer ikişer kardeşleşiniz" emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda birçok şeye sahip oldular. Kardeşleşme emri karşısında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali ile kardeşleşmiş: Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr; Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik; Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh; Muâz b. Cebel; Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer sahâbiler de Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât ile kankardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu. 4330
Bu kardeşliğin tesisinden sonra Ensârın, Muhâcirlere karşı gösterdiği fevkalade alâka ve ev sahipliği Hz. Muhammed (s.a.s.), tarafından övülmüştür. 4331 Hicretten sonra Medineli Ensar ve Muhâcirler arasında bir kardeşlik kurulduğu gibi, Hicret öncesi müşriklerin eza ve cefâlarına karşı koymak ve müslümanların daha güçlü olmalarını sağlamak, Hicret esnasında da yardımcı olmak bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.), Muhâcirler arasında da bir kardeşlik tesis etmiştir. Rasûlüllah yine Hz. Ali ile; Hz. Hamza, Zeyd b. Haris ile; Hz. Ebu Bekir, Ömer ile; Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf ile ve diğer Muhâcirlerde birbirleriyle kardeş ilan edilmişlerdir.
Hz. Peygamber'in talimatı üzerine meydana gelen Ensâr ve Muhâcirler arasındaki hak, eşitlik ve miras konularındaki muâhât, miras hükmü dışında devam etmiş, ancak miras hükmü bir müddet sonra Enfâl Sûresi ile kaldırılmıştır. 4332 Bu hükmün kaldırılmasına rağmen muâhât İslâm kardeşliği olarak Ensar ve muhâcirler arasında en güzel örneğini vermiştir.
Ensâr ve Muhâcirler arasında yapılan kardeşlikle Ensar, Muhâcir kardeşlerinin özellikle maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere arazilerinin ikiye bölünmesini, hattâ eşlerinden birisini boşayarak muhâcir kardeşine nikâhlamak üzere vermeyi teklif ettikleri bir vakıadır. Nitekim Abdurrahman b. Avf'ın, Ensâr kardeşi malının yarısını ve hanımlarından birini ona vermek istediği zaman Abdurrahman b. Avf Ensar kardeşine yük olmamak için bunlan kabul etmeyerek kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiş, kısa sürede yaptığı ticaret ile büyük bir servet sahibi olmuştur. 4333
4328] Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 204, 205; İbn Sa'd et-Tabakât, I/238; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd II/63
4329] İbn Sa'd, et-Tabakât, I/238
4330] İbn Hişâm, II/161, Buhârî, Menâkıbül-Ensâr, 3
4331] Müslim, Fedailü's-Sahabe, 171,188-198; İbn Mace, Mukaddime,11
4332] 8/Enfâl, 72-75
4333] Buhârî, Nikâh 68, Menâkıbü'l-Ensâr 3
KARDEŞLİK
- 1031 -
Hz. Peygamber'in tesis ettiği bu kardeşlik, Ensar ve Muhâcirlerin zamanı bile eşit kullanmalarını temin etmiş, bir gün Rasûlullah'ı kardeşlerden biri dinlerken, bir başka gün diğer kardeşi Rasûlullah'ı dinleyerek olup bitenlerden birbirlerini haberdar etmişlerdir. 4334 Bu kardeşlik tesisi ile Medine'de kurulması planlanan sosyal ve siyâsî birlik önce Ensâr ve Muhâcirler arasında sağlanmış, sonra da verdiği iyi örneklerle Medine'deki diğer toplulukların aynı çatı altında toplanmasına imkân hazırlanmıştır. 4335
Günümüzde Müslüman Bireyler ve Cemaatler Arasında Kardeşlik
Batı, felsefe mirasına sahip olduğu ve her filozof, kendinden önceki filozofu tenkit edip onun doğru olarak ileri sürdüğünü eleştirip delillerini çürütmeye çalışmış olduğu için Batılılar, hakikati bulamamışlar ve bulduklarını iddiâ etmeyecek/edemeyecek durumdalar. Demokrasi, biraz da bu anlayışın ürünüdür. Göreceli doğrulara, değişken gerçekliğe sahip olan farklı görüşler değişik partiler şeklinde temsil edilir ve halkın çoğunluğu hakem tâyin edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya birkaçı öne çıkar, kimsenin kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden çıkmaz. Herkes, karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli olduğunu benimser. Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre insanların uymak zorunda olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin doğrusu kendisinedir. Buna karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh geleneğine sahiptir. Şerh geleneği ve velî kültü, şahısları ve onların görüşlerini yüceltme tavrına götürmüştür. Filozofların tam aksine, kendi acziyetini kabul eden halef, hep seleflerini yüceltme gayretindedir. Bu tavrın da mâkul ve meşrû bir tavır olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu rahatlıkla Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirilebilir.
Müslümanların, modernizmi olduğu kadar geleneklerini de sorgulamak zorunda olduğu gibi, aynı zamanda hem birey, hem cemaat olarak yaptıklarını gözden geçirip sık sık otokritik yapmaları, metot ve söylemlerini masaya yatırmaları gerekmektedir. Bu muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve cemaatler, hedeften sapma ve amaçlara uygun araçlar kullanamama yüzünden sadece kendi veballerini değil; ümmetin vebâlinden paylarına düşeni de yüklenme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır.
Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir.
Her konuda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani, göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen
4334] Buhârî, İlim, 27
4335] M. Ali Kapar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 220
- 1032 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir.
Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.” 4336 Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir. Hele, “ben müctehid değilim” diyenlerin dini yorumlaması, sadece kendini bağlar. Allah, falan veya filan zâtların dinî yorumlarına itaat edip etmediğimizden değil; kendi Kitabına uyup uymadığımızdan soracaktır.
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...” 4337 Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. “Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.
Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar
4336] Mecelle, Madde 14
4337] 11/Hûd, 118
KARDEŞLİK
- 1033 -
ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Hâlbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.
Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları, yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir. 4338
Bu anlamdaki hadis rivâyeti uydurma da olsa, ihtilâflar rahmet olabilir; eğer ihtilâfa konu olan beşerî alanla mutlak hakikat ayrımını doğru yapar, ihtilâf edebiyle imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl ihtilâf edeceğimizi bilirsek... Yoksa her grup kendi mezheb veya meşrebini, cemaat prensiplerini Din haline getirir ve onlarla övünmeye kalkarsa 4339 bu, rahmete ulaştıran ihtilâf sınırını aşar, azâb sebebi tefrikaya dönüşür.
Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber’den (s.a.s.) başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.
Bir âlimin, bir müctehid veya müfessirin yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru olarak Din kabul etmek daha başkadır. Aksi halde, ondan önce yaşayan, onu tanımayan müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan veya çok değişik tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne olacaktır? Deliller bırakılarak şahısların ve onların söylemlerinin bayraklaştırılıp tereddütsüz kabulü ve herkesin kabul etmesi gerektiği anlayışı, "ya hep ya hiç" şeklindeki kumarbaz beklentisidir. “Mâ lâ yüdrakü küllühû, lâ yütrakü küllühû” “Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de terkedilmez.”
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın
4338] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 690
4339] 23/Mü’minun, 53;30/Rûm, 32
- 1034 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan zâtın kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.
Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.”4340 Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.”4341 Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” 4342
İslâm inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübûtu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevâtir haberlerdir.
İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani, Kur’an ve mütevâtir hadislerdir. Bunlara sübûtu kat’î deliller denir. Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyet
4340] 41/Fussılet, 33
4341] 30/Rûm, 32
4342] 6/En’âm, 159
KARDEŞLİK
- 1035 -
veya mütevâtir hadislerdeki bazı ifadelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delaleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Bazı kaypak kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters düşmeyecek şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını uygulaması hiç dikkate alınmadan, te’vil etme özgürlüğünü onlara vermeden, kendi anladığımız biçimde küfür olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Kendisi de şu veya bu ölçüde, ama mutlaka düzenin şu veya bu kurumundan geçtiği halde, alternatif bulamadığı için o kurumlara şu veya bu şekilde takılanlara müslüman gözüyle bakmamak... Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...”4343 Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.” 4344
Din, özellikle akîde, haram-helâl ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor.
Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm (toplumsal belâ) niteliğindeki dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara alternatif göster(e)meden onları dinin dışına itmek, Din’i yanlış yorumlamaktır. Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm’ı, günlük hayatta uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret saymaktır. "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular." 4345
Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl, yöntem hatalarından, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
4343] 9/Tevbe, 31
4344] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292
4345] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/127, V/318, 330
- 1036 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konumuzla ilgili empati; muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki cemaatleri, onların dünyasından bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir kısmı kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” 4346
Selâm; Kardeşliğin Göstergesi
“Selâm”, 'selime' fiilinden gelen bir masdardır. Sözlükte, kurtulmak, selâmette olmak, güven, barış, ayıp ve kusurlardan uzak olmak anlamlarına gelir. Selime fiili ve onun türevleri olan kelimeler, barış, teslim olma, güvende olma, ayıp ve kusurdan uzak olma, barışa girme, hayır ve iyilik içinde olma, emniyette olma gibi anlamlara gelirler. Görüldüğü gibi bütün bu anlamların birbirleriyle yakın ilgisi bulunmaktadır.
Allah'ın İsmi Olarak Selâm: ‘Selâm’ Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Kendisi her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak olduğu gibi başkalarına da barış ve esenlik veren anlamına gelir. Bazılarına göre Allah’ın ‘Selâm’ ismi, bütün yaratıkları her türlü bozukluktan uzak tutan, onlara selâmet veren demektir. Kâinatta her şey Allah’ın koyduğu düzene göre devam etmektedir. Allah’ın bütün fiilleri bozukluk ve düzensizlikten uzaktır. O’nun takdirinde ve yaratmasında kusur olmaz.
‘Selâm’, hem Allah’ın noksanlıklardan uzak olduğunu, hem de O’ndan kullarına gelen esenliği, güveni ifade eder. Nitekim namazın sonunda Peygamberimiz, “Allahümme ente’s-selâmü ve minke’s-selâm” demiş ve böyle denilmesini tavsiye etmiştir. Yani, “Ey Allah’ım sen Selâmsın ve selâm Sendendir.”
Esenlik ve Kurtuluş Olarak Selâm: Kur’an’da selâm kelimesi esenlik, kurtuluş ve tehlikeden salim (uzak) olma anlamlarında da kullanılmaktadır. "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan toplulukla, Bizden bir selâm-esenlik ve bereketle gemiden in..."
4346] 39/Zümer, 18
KARDEŞLİK
- 1037 -
4347; "Biz: 'Ey ateş! İbrâhim'e karşı serin ve selâm (selâmetli) ol' dedik." 4348
Selâm Kur’an’da, insanlar hakkında kullanıldığında, selâm vermeyi, sözle esenlik, barış ve güven dilemeyi ifade etmek; Allah hakkında kullanıldığı zaman da, bizzat bu esenliği, barışı ve güveni gerçekleştirmek anlamında gelmektedir.
Cennette Selâm: Allah (c.c.) ayrıca Cenetten olan kimseleri de bizzat selâm sözüyle karşılamaktadır. “Rahman olan Rabbinden onlara bir de sözlü ‘Selâm’ vardır.”4349 "Rablerinden korkup sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, onun kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: 'Selâm üzerinize olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedî kalıcılar olarak ona girin." 4350
Allah (c.c.) mü'minlere; Cennette selâm ve güvenle beraber girmelerini söylüyor. Gerçekten bu, onlar için çok üstün bir mükâfattır.4351 Rabbimiz, özellikle seçtiği Rasullerine selâm sözüyle selâm vermekte ve onlar hakkında övücü sözler sarfetmektedir.4352 Cennete bulunan mü’minler orada boş bir söz, yalan bir lâf işitmeyecek; orada ancak selâm sözü işitecekler. 4353
Kurtuluş Yolu Olarak Selâm: Allah (c.c.), rızâsına uyanları Kur’an ve Hz. Muhammed’le ‘selâm yolları’na ulaştırır, o insanları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır. 4354
Rabbimiz, bütün insanları ‘selâm yurdu’na dâvet eder, insanlardan dilediğine, -bir anlamda hidâyeti isteyene- hidâyetini verir. 4355 İnsanlar İslâm’ı hayat haline getirirlerse, önce kendileri ‘selâm’a ulaşırlar. Böyle insanlardan kurulu bir toplum artık ‘selâm’ toplumu olur ve onların yaşadığı yerler de ‘selâm yurdu’ (dârü’s-selâm) olur.
Selâm Yurdu: Ancak, asıl ‘selâm yurdu’ Cennet’tir. Cennet’te bitmeyecek bir sonsuzluk, fakirliği olmayan bir zenginlik, hastalıksız sağlık, zilleti olmayan bir izzet vardır. İşte Allah (c.c.) insanları böyle bir yurda çağırmaktadır.
Müslümanların Selâm Vermesi: Mü’minler birbirlerine ‘selâm’ vermekle yükümlüdürler. Böylelikle kendilerinin ulaştığı ‘selâm’ halini müslüman kardeşi için de isterler. Onların yeryüzünde ve Cennet’te ‘selâm yurdunda’ olmaları için duâ ederler.
Selâm, her şeyden önce, müslümanlar arasında bir şiardır (alâmettir). Mü’minler birbirlerine selâm vererek tanışırlar, birbirlerinden emin olurlar ve birbirlerine duâ ederler. Bir mü’mine ‘selâmün aleyküm’ veya ‘es-Selâmü aleyküm’ diyen bir kimse, ‘selâm senin üzerine olsun’, selâm üzere olasın, selâmette olasın, benden sâlim ol (benden sana zarar gelmez)’ demiş olur. Böylece mü’minler arası dostluk, güven ve karşılıklı iyi niyet gerçekleşmiş olur.
4347] 11/Hûd, 48
4348] 21/Enbiyâ, 69
4349] 36/Yâsin, 58
4350] 39/Zümer, 73; Ayrıca: 7/A'râf, 46; 10/Yunus, 10; 13/Ra'd, 24; 14/İbrâhim, 23; 16/Nahl, 32 vd.
4351] 15/Hıcr, 46; 50/Kaf, 34
4352] 27/Neml, 59; 37/Sâffât, 79, 109, 120, 130, 181
4353] 10/Meryem, 62; 56/Vâkıa, 26
4354] 5/Mâide, 16
4355] 10/Yûnus, 25
- 1038 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an diyor ki: “Selâm hidâyete uyanların üzerine olsun.”4356 Mü’minler Allah’ın hidâyetine kavuşan insanlardır. Öyleyse ‘selâm’ onların hakkıdır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Siz bir selâm ile selâmlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selâmı aynen iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” 4357 Burada selâm ‘tahiyye’ kelimesiyle ifade ediliyor. “Ey mü’minler! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir.” 4358
Bu âyetler mü’minlerin birbirlerine selâm vermelerini emrediyor. Çünkü selâm insanlar arasındaki emniyeti, barışı, kardesliği pekiştirir, mü’minlerin birbirlerine dua etmeleri sağlar. ‘Selâm’ dini olan ‘İslâm’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.) ‘selâm’ sancağını taşıyan biricik Rasûldür. Öyleyse selâmların en güzeli O’na ve diğer peygamberlere verilmelidir. Et-Tehiyyatü’ aynı zamanda O’na selâm verme duâsıdır. Mü’minler bu duâyı, salli bârik’i okuyarak, salevât getirerek O’na selâm verirler.
İslâm fıkhına göre müslümanların ‘selâm’ vermeleri sünnet, verilen ‘selâm’ı almaları ise farzdır. Bu hüküm, selâmın mü’minler arasında ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bir sahâbi Peygamberimize ‘İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir.” 4359. Peygamberimiz buyuruyor ki: “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe (olgun bir) imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” 4360
Selâmı, ‘es-selâmü aleyküm’, ‘selâmün aleyküm’, ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetullah’, veya; ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llahi ve berekâtühu’ şeklinde vermek mümkündür. Selâm, ‘aleykümü's-selâm’, ‘ve aleyküm selâm’, ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullah’ ve ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuh’ şeklinde iâde edilir. Bütün anlamıyla, bereketiyle ve sonuçlarıyla selâm, Kur'an'ın dediği gibi 'hidâyete tâbî olanların üzerine olsun.' 4361
Îsâr; Kardeşini Kendine Tercih Edecek Özveri
Îsâr; Başkaları için özveride bulunma anlamında ahlâkî bir terimdir. Sözlükte "bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme" mânâsına gelen îsâr, ahlâk terimi olarak "bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasının yararı için fedakârlıkta bulunması" demektir. Cürcânî îsârı, "kişinin başkasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veya bir zarardan, öncelikle onu koruması" şeklinde tarif ederek bu anlayışın din kardeşliğinin en ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsâr anlamında Batı dillerinde kullanılan altrüizm karşılığında modern Arapça'da daha çok gayriyye, Türkçe'de diğergâmlık ve özgecilik terimleri kullanılmaktadır. Bir kimsenin cömertlikte îsâr derecesine ulaşabilmesi için ikram ettiği şeye kendisinin fiilen muhtaç durumda bulunması şart değildir; önemli olan, muhtaç olsa dahi başkasını kendisine tercih edebilecek bir ahlâk
4356] 20/Tâhâ, 47
4357] 4/Nisâ, 86
4358] 24/Nûr/27
4359] Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20
4360] Müslim, İman 93, hadis no: 54
4361] 20/Tâhâ, 47; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 587-590
KARDEŞLİK
- 1039 -
anlayışına ve irâde gücüne sahip bulunmasıdır.
Îsâr kavramı Kur'ân-ı Kerîm'de dört âyette 4362 sözlük mânâsında, bir âyette de 4363 terim anlamında kullanılmıştır. Kelime aynı mânâda hadislerde de geçmektedir. Îsârın terim anlamına esas olarak gösterilen âyette, bütün mal varlıklarını Mekke'de bırakarak Medine'ye göç etmek zorunda kalan Hz. Peygamber'i ve diğer muhâcirleri şefkatle kucaklayıp mal varlıklarını onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medineli müslümanlar (ensâr) övgüyle anılmakta, âyette onların şahsında müslüman toplumun bazı temel mânevî ve ahlâkî özelliklerine temas edilmektedir. Buna göre müslümanlar öncelikle imanı gönüllerine yerleştirmişlerdir; ayrıca muhâcirler gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelenleri severler; din kardeşlerine kendilerinden daha fazla imkân sağlanmasından dolayı içlerinde kıskançlık duymazlar; nihâyet ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendilerine tercih eder, şahsî menfaatlerinden, zevklerinden fedakârlıkta bulunurlar. Âyetin son kısmında, nefsinin cimrilik eğilimlerinden kendini koruyabilenlere ebedî kurtuluşu kazanacakları müjdelenirken dolaylı olarak îsârın bu yöndeki psikolojik etkisine de işaret edilmektedir. 4364
Bu âyet münâsebetiyle îsâr kavramı tefsirlerde, "âhiret saadetini elde etme arzusuyla başkasının iyiliğini ve mutluluğunu kendine ve kendi zevklerine tercih etmek, başkasının ihtiyacını kendi ihtiyaçlarından daha önde tutmak" şeklinde açıklanıp bir cömertlik derecesi olarak gösterilmektedir.4365 Kaynaklarda cömertliğin sehâ, cûd ve îsâr olarak başlıca üç derecesi bulunduğu belirtilir. Buna göre bir kimsenin elindeki imkânların en çok yarısını başkasına ikram etmesine sehâ (sehâvet), çoğunu vermesine cûd, imkânlarının tamamını başkaları için kullanmasına da îsâr denir.4366 Cömertlik, İslâm’ın güzel ahlâk olarak sunduğu temel erdemlerden biridir. Cömertliğin en yüksek derecesinin de îsâr olduğu belirtilir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamberin çok yüce bir ahlâka sahip olduğu bildirildiğine göre, îsâr aynı zamanda Rasûlullah'ın ahlâkının da bir unsurudur. Ancak diğer erdemli davranışlarda olduğu gibi îsârın da belirtilen ahlâkî değeri kazanabilmesi için maddî veya mânevi bir karşılık beklenmeden sırf Allah rızâsı ve insan sevgisinden dolayı yapılması gerekir. Çünkü iyilik karşılığında teşekkür veya övgü bekleyen kişi cömertlik değil alışveriş yapmış sayılır. 4367
Kaynaklarda, bir kimsenin sıkıntı içinde bulunmasına rağmen imkânlarını başkası için kullanıp nefsini mahrum bırakmasının câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluğun benimsediği görüşe göre mahrûmiyet ve sıkıntıya sabredebilenler için îsâr, halinden şikâyet edecek veya başkalarına el açabilecek yapıda olanlar için malına sahip olmak (imsak) daha hayırlıdır.4368 Nitekim Hz. Peygamber, bir kimsenin elindeki imkânların tamamını muhtaçlara verip sonra da başkalarından yardım istemesini kınamıştır. 4369 Ayrıca
4362] 12/Yûsuf, 91; 20/Tâhâ, 72; 79/Nâziât, 38; 87/A'lâ, 16
4363] 59/Haşr, 9
4364] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, XVIII. 27
4365] İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir (nşr. Muhammed Ali es-Sâbûnî), Beyrut 1402/1981, III, 474; Şevkânî, Fethu'l-kadîr, Beyrut 1412/1991, V, 232
4366] Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1385/1966, II, 502
4367] İhyâ, -Beyrut-, III, 260
4368] Kurtubî, XVIII. 28
4369] Dârimî, Zekât 25
- 1040 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir müslümanın malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesini yasaklayan hüküm dikkate alınarak 4370 aile fertlerini maddî sıkıntıyla karşı karşıya bırakacak derecede tasaddukta bulunmanın doğru olmadığı sonucuna varılabilir. Rasûl-i Ekrem konuyla ilgili hadislerinin birinde şöyle demiştir: "Arkanda zengin vârisler bırakman, onları insanların elindekine göz dikecek derecede yoksul bırakmandan daha iyidir. Eşinin ağzına verdiğin bir lokma dâhil olmak üzere iyilik olarak yaptığın her harcama sadakadır." 4371
Îsâr kavramı genellikle malî fedakârlıklar için kullanılmakla birlikte, bazı kaynaklarda "can ile îsâr"dan, yani kişinin sevdiği bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, hatta hayatını fedâ etmeyi göze almasından da söz edilmekte ve bunun malla îsârdan daha faziletli olduğu belirtilmektedir. En yüksek derecede sevgi, seven kişinin gerektiğinde sevdiği için canını fedâ etmeyi göze almasını sağlar. Uhud Gazvesi'nde İslâm ordusunun geçici olarak bozguna uğradığı sırada bazı mü’minlerin Hz. Peygamber'in hayatını korumak için kendi hayatlarını ortaya koymaları da can ile îsâr için örnek gösterilir. Bu arada Ebû Talha adlı sahâbînin kendini Rasûlullah'a siper etmesi ve onu korurken yaralanması4372 özverinin en güzel örneklerinden biri olarak anılır.
Batı ahlâk felsefesinde David Hume, Jeremy Bentham, John Stuart Mill, Henri Spencer, William James gibi faydacı filozoflar insanın aslî tabiatında bencil duyguların hâkim olduğunu, toplumsal gelişme ilerledikçe bu duyguların karmaşık bir yapı değişikliği süreci sonunda altrüist duygulara dönüştüğünü ileri sürerken altrüizmin en önemli temsilcisi olan Auguste Comte, tam aksine insanın fıtratında altrüist duyguların esas olduğunu düşünmüştür. Thomas Hobbes, Arthur Schopenhauer, Max Stirner, Frederic Nietzsche gibi filozoflar ise çok daha köklü bir egoizmi ve bireyciliği savunmuşlardır. İslâm dünyasında bu sonuncu türde bir felsefeye pek rastlanmaz. Fakat kesin bir ayırıma gidildiğini söylemek güç olmakla birlikte Ehl-i sünnet'in faydacı görüşe, Mu'tezile'nin de altrüist görüşe daha yakın olduğu kabul edilebilir. Gazzâlî, ilke olarak insandaki altrüist duyguları ben merkezli eğilimlere bağlar. 4373 İnsanın temelde kendini sevdiğini, "İnsan ihsânın kölesidir" şeklindeki atasözünün de belirttiği gibi kendisine iyilik edenleri de sevmekle birlikte bu sevginin merkezinde yine kendi beninin bulunduğunu ifade eder. Ancak ahlâkî ve estetik duyarlığı gelişmiş insanlar iyilik ve güzellik gibi üst değerleri severler; buna karşılık değerlerin yeterince kavranıp hazmedilmediği durumlarda sevgi ben merkezlidir. 4374
Kur’ân-ı Kerîm’de Kardeşlik Kavramı
Kur’ân-ı Kerîm’de kardeşlik kavramının karşılığı olan uhuvvet kelimesinin kökü “a-h-v” ve türevleri toplam olarak 96 yerde geçer. Kur'ân-ı Kerîm'de ihveh kelimesi dost ve kardeşliği ifâde etmekle birlikte, ana-baba bir evlât, bir kabileye mensup kişi, herhangi bir hizbin mensubu, sahip ve mensup gibi değişik anlamlar için de kullanıldığı görülmektedir.
4370] Buhârî, Vesâyâ 3; Tirmizî, Vesâyâ 1
4371] Buhârî, Vesâyâ 2; Müslim, Vasıyye 5, 8
4372] Müsned, IV, 265, 286; Buhârî, Cihâd 80, Menâkıbü'l-Ensâr 18
4373] Mustafa Çağrıcı, Gazzâlî'ye Göre İslâm Ahlâkı, İstanbul 1982, s. 139-143, s. 139-143
4374] İhyâ, IV, 299-306; Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 490-491
KARDEŞLİK
- 1041 -
Kur'an'da kardeşlik kavramının farklı ilişki biçimlerini ortaya koyduğu görülmektedir.
a- Nesep ilişkisi: Miras, evlenme gibi fıkhî düzenlemeler üzerinde durulurken kardeşlerden söz edilmesi yanında, ahlâk açısından Hz. Adem'in oğullarından Kabil'in kıskançlık ve menfaat duygularına mağlûp olarak kardeşi Hâbil'i öldürmesi,4375 yine kıskançlık yüzünden Hz. Ya'kub'un oğullarının, kardeşleri Yûsuf'a ihânet etmeleri4376 anlatılır. Ayrıca bazı âyetlerde müslümanların putperest akrabalarıyla ilişkileri çerçevesinde kardeşlerden de söz edilmekte ve müslümanların bunları dost kabul etmemeleri gerektiği bildirilmektedir. 4377
b- Aynı soya ve kavme mensûbiyet: Özellikle Hûd, Sâlih, Şuayb gibi peygamberlerin kendi toplumlarıyla ilişkilerinden söz edilirken bunlar kavimlerinin kardeşleri olarak takdim edilir. Kaynaklarda, bu bağlamda kardeşlik kavramının soy birliğini veya bütün insanların aynı atadan geldiğini ifade etmesi yanında peygamberlerin kavimlerine duydukları şefkati, dolayısıyla onların mânevî kurtuluşları için besledikleri arzuyu dile getirdiği belirtilir. 4378
c- İnanç, amaç ve davranış birliği: Kur'an bu açıdan müslümanları birbirinin kardeşleri olarak gördüğü gibi4379 müslümanların dışında kalan inanç grupları arasındaki ortaklık ve iş birliğini de kardeşlik kavramıyla ifade eder. Buna göre inkârcılar ve münâfıklar birbirinin kardeşleridir.4380 Hatta Kur'an münâfıklarla Ehl-i kitap arasında da bir kardeşlik ilişkisi kurar.4381 Mallarını benlik iddiası uğruna saçıp savuran veya müslümanları başarısız kılmak için harcayan putperestler kastedilerek,4382 "Savurganlar (müsrifler) şeytanların kardeşleridir" denilmekte,4383 aynı ilişki A'râf sûresinde de4384 yine kardeşlik kavramıyla belirtilmektedir.
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar.” 4385
“Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kızkardeşlerin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kızkardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemişseniz, size bir sakınca yoktur-, sizin sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kızkardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır,
4375] 5/Mâide, 27-31
4376] 12/Yûsuf, 8-1 5
4377] 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdile, 22
4378] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "ah" md.; Zemahşerî, 11, 86; Şevkânî, II, 249
4379] 3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10
4380] 3/Âl-i İmrân, 156, 168; 33/Ahzâb, 18
4381] 59/Haşr, 11
4382] a.g.e., XX, 194
4383] 17/İsrâ, 27
4384] 7/202
4385] 3/Âl-i İmrân, 103
- 1042 -
KUR’AN KAVRAMLARI
merhametlidir.” 4386
“Senden fetvâ isterler. De ki: "Allah, 'çocuksuz ve babasız olanın (kelale'nin)' mirasına ilişkin hükmü açıklar. Ölen kişinin çocuğu yok da kızkardeşi varsa, geride bıraktıklarının yarısı kızkardeşinindir. Ama (ölen) kızkardeşinin çocuğu yoksa, kendisi (erkek kardeşi) ona mirasçı olur. Eğer kızkardeşi iki ise, geride bıraktıklarının üçte ikisi onlarındır. Ama (mirasçılar) erkekler ve kızkardeşler ise, bu durumda erkek için dişinin iki payı vardır. Allah, -şaşırıp sapmayasınız diye- açıklar. Allah, her şeyi bilendir.” 4387
“Sonunda nefsi ona (Kabil’e) kardeşini (Hâbil’i) öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu.” 4388
“(Mûsâ yalvarıp) Dedi ki: ‘Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.” 4389
“(Şeytan'ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.” 4390
“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer birer açıklarız.” 4391
“Ey iman edenler! Eğer imana karşı inkârı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte bunlar zâlimlerdir.” 4392
“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Rasûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” 4393
“(Babası) Demişti ki: ‘Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” 4394
“Andolsun, Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için âyetler (ibretler) vardır. Onlar şöyle demişti: ‘Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysaki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir.” 4395
“Onların (cennettekilerin) göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.” 4396
“Saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” 4397
“(Mûsâ Allah’a duâ ederek dedi:) “Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; Kardeşim Hâürûn'u; Onun sâyesinde arkamı kuvvetlendir; Ve onu işime ortak kıl; böylece Seni bol
4386] 4/Nisâ, 23
4387] 4/Nisâ, 176
4388] 5/Mâide, 30
4389] 7/A’râf, 151
4390] 7/A’râf, 202
4391] 9/Tevbe, 11
4392] 9/Tevbe, 23
4393] 9/Tevbe, 24
4394] 12/Yûsuf, 5
4395] 12/Yûsufu, 7-8
4396] 15/Hıcr, 47
4397] 17/İsrâ, 27
KARDEŞLİK
- 1043 -
bol tesbih edelim; Ve çok çok zikredip analım Seni.” 4398
“Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.” 4399
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan ittika edip korkun ki, merhamete ulaşasınız.” 4400
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (yoldan çıkma) ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte böyle kimseler zâlimdir.” 4401
“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.” 4402
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı (O’ndan en çok korkanınız, sorumluluk bilincine en fazla sahip) olanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.” 4403
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın hizbi/fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.” 4404
“Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır.” 4405
“Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş
4398] 20/Tâhâ, 29-34
4399] 33/Ahzâb, 5
4400] 49/Hucurât, 10
4401] 49/Hucurât, 11
4402] 49/Hucurât, 12
4403] 49/Hucurât, 13
4404] 58/Mücâdele, 22
4405] 59/Haşr, 9
- 1044 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” 4406
Münâfıklık edenleri görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine derler ki: ‘Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz. Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz.’ Oysa Allah, şâhidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar.” 4407
“İşte o gün kişi o gün, kendi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar; O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” 4408
“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir velî/dost, ne de bir yardımcı vardır.” 4409
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin). Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız (takıyye) başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek O’nun gazabına uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.” 4410
“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.” 4411
“Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah'a aittir.” 4412
“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek mi istersiniz?” 4413
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” 4414
“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır….” 4415
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini
4406] 59/Haşr, 10
4407] 59/Haşr, 11
4408] 80/Abese, 34-37
4409] 2/Bakara, 120
4410] 3/Âl-i İmrân, 28-29
4411] 3/Âl-i İmrân, 118
4412] 4/Nisâ, 138-139
4413] 4/Nisâ, 144
4414] 5/Mâide, 2
4415] 5/Maide, 51
KARDEŞLİK
- 1045 -
seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” 4416
“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” 4417
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” 4418
“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” 4419
“Onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” 4420
“... Siz Beni bırakıp da şeytanı ve soyunu evliyâ/dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.” 4421
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” 4422
“...Onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” 4423
“Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” 4424
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” 4425
“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah,
4416] 5/Mâide, 54
4417] 8/Enfâl, 73
4418] 9/Tevbe, 71
4419] 11/Hûd, 113
4420] 17/İsrâ, 73-74
4421] 18/Kehf, 50
4422] 41/Fussılet, 34-35
4423] 45/Câsiye, 19
4424] 48/Fetih, 29
4425] 60/Mümtehine, 1-2
- 1046 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 4426
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” 4427
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” 4428
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde sayısız ganîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 4429
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda (iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ihtilâf ettiğiniz (ayrılığa düştüğünüz) şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” 4430
“De ki: ‘Allah, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da sizi grup grup, parti parti birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir.’ Bak ki, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!” 4431
“(Bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle) Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” 4432
“Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 4433
“Ve (Allah,) onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, azîzdir/mutlak gâliptir, hakîmdir/hikmet sahibidir.” 4434
“İnsanlar sadece bir tek ümmetti. (Önce hepsi tevhid dinine bağlı iken) sonradan ihtilâf edip ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın ertelenmesiyle ilgili) Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmemiş olsaydı, ihtilâf ettikleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap
4426] 60/Mümtehine, 7
4427] 3/Âl-i İmrân, 105
4428] 3/Âl-i İmrân, 159
4429] 4/Nisâ, 94
4430] 5/Mâide, 48
4431] 6/En’âm, 65
4432] 6/En’âm, 159
4433] 8/Enfâl, 46
4434] 8/Enfâl, 63
KARDEŞLİK
- 1047 -
iner ve işleri bitirilirdi).” 4435
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin rahmetine nâil olanlar hâriçtir. Zaten Rabbin onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı. Rabbinin, ‘andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağım’ şeklindeki sözü yerini buldu.” 4436
"Allah, kendi yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek parça ve müstahkem bir duvar/bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sever." 4437
Hadis-i Şeriflerde Kardeşlik Kavramı
“Mü’min, mü’minin kardeşidir.” 4438
“Müslim, müslimin (müslüman, müslümanın) kardeşidir.” 4439
“Kulların hepsi (Âdem’in çocukları olma yönüyle, insan olarak) kardeştir.” 4440
“Allah'ın, (birbirine) kardeş kulları olun.” 4441
“Ey insanlar, hepiniz kardeşsiniz. Hepiniz Âdem’in oğullarısınız. Âdem de topraktandır.” 4442
“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” 4443
“Zâlim de olsa, mazlum da olsa mü'min kardeşine yardım et!” Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim; ama zâlimse nasıl yardım edebilirim, söyler misiniz?” dedi. Peygamberimiz: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. 4444
"Şeytan, Kıbleye dönen (mü'minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir)." 4445
“Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” 4446
“Biriniz bir meclise gelince selâm versin. Kalkmak isteyince de selâm versin. Birinci selâm sonuncudan evlâ değildir (ikisi de aynı ölçüde önemlidir).” 4447
"Âilene girdiğin zaman selâm ver ki, selâmın, hem senin üzerine hem de âile halkına
4435] 10/Yûnus, 19
4436] 11/Hûd, 118-119
4437] 61/Saff, 4
4438] Ebû Dâvud, Edeb 49
4439] Tirmizî, Hudûd 3
4440] Ebû Dâvud, Vitr 25
4441] Buhârî, Nikâh 45
4442] Vedâ Hutbesi’nden
4443] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
4444] Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Müslim, Birr 62; Tirmizî, Fiten 68
4445] Tirmizî, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65
4446] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
4447] Tirmizî, İsti'zân 15, h. no: 2707; Ebû Dâvud, Edeb 150, h. no: 5208
- 1048 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bereket olsun!" 4448
"Biriniz kardeşini (Allah için) seviyorsa ona sevdiğini söylesin." 4449
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında bir adam vardı. Derken oradan birisi geçti. Hz. Peygamber’in yanındaki: "Ey Allah'ın Rasûlü! dedi, ben şu geçeni seviyorum." "Pekiyi kendisine haber verdin mi?" diye Peygamberimiz sordu. "Hayır!" deyince, "Ona haber ver!" dedi. Adam kalkıp, gidene yetişti ve: "Seni Allah için seviyorum!"dedi. Adam da: "Kendisi adına beni sevdiğin Zât da seni sevsin!" diye mukabelede bulundu." 4450
"Bir kimse, bir başkasıyla kardeşleştiği zaman, ilk iş ismini, babasının ismini ve kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü böyle yapmak, sevginin artmasına daha uygundur." 4451
“Birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında mü'minler tek bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını paylaşır.” 4452
“Mü'minin mü'mine durumu (bağlılığı), parçaları birbirini kenetleyip tutan/bütünleyen bir bina gibidir” deyip Peygamberimiz bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi. 4453
“Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun...” 4454
“Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olun. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır.” 4455
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” 4456
“Sakın (sebepsiz, kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her
4448] Tirmizî, İsti'zân 10, h. no: 2699
4449] Ebû Dâvud, Edeb 122, h. no: 5124; Tirmizî, Zühd 54, h. no: 2393
4450] Ebû Dâvud, Edeb 122, h. no: 5125
4451] Tirmizî, Zühd 54, h. no: 2394
4452] Buhârî, Edeb 27, 41; Müslim, Birr 66, h. no: 2586; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/270
4453] Buhârî, Salât 88, Edeb 36, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/104, 405, 409
4454] Buhârî, Edeb 57; Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24
4455] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57-58, 62; Müslim, Birr 30-32; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5
4456] Tirmizî, Birr 18
KARDEŞLİK
- 1049 -
müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” 4457
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da o kimsenin ayıp ve kusurunu (kıyâmet gününde) örter.” 4458
"Ashâbım, birbirinizle yardımlaşmayı kesmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize hased etmeyin, birbirinizden yüz çevirip ayrılmayın. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeş olun. Bir müslümanın din kardeşini üç günden fazla bırakması (küs durması) helâl değildir." 4459
"İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın." 4460
"Sadece mü'minle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttakî olan yesin." 4461
"Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete girer." 4462
"Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?" "Evet (Ey Allah'ın Rasûlü, söyleyin!)" dediler. "İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır." Tirmizî'de şu ziyade gelmiştir: "Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum)." 4463
“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” 4464
“Müslümanın, müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl değildir. Öyle ki birbirleriyle karşılaşırlar, biri bu tarafa, diğeri öbür tarafa bakıp geçer (birbirlerine selâm verip konuşmazlar). Onların en hayırlısı, ilk selâm verendir.” 4465
“Bir mü'minin diğer mü'mine üç günden fazla küsmesi helâl değildir. Eğer üzerinden üç gün geçer de ona rastlarsa, ona selâm versin. Selâm verilen, selâma karşılık verirse sevapta ortak olurlar. Eğer selâma karşılık vermezse günah ona döner.” 4466
4457] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
4458] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 46, 60, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Benzer bir hadis için Bk. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149
4459] Buhârî, Nikâh 45
4460] Buhârî, Büyû’ 38, Zebâih 31; Müslim, Birr 146, h. no: 2628
4461] Ebû Dâvud, Edeb 19, h. no: 4832; Tirmizî, Zühd 56, h. no: 2397
4462] Ebû Dâvud, Akdiye 31 h. no: 3635; Tirmizî, Birr 27, h. no: 1941; İbn Mâce, Ahkâm 17, h. no: 2342
4463] Ebû Dâvud, Edeb: 58, (4919); Tirmizî, Kıyamet: 57, (2511)
4464] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
4465] Buhârî, Edeb 57, 62, İsti'zân 9; Müslim, Birr 25; Tirmizî, Birr 21
4466] Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4912
- 1050 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Hiçbir müslümanın, müslüman kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz. Kim üç günün üzerinde dargın durur ve bunun üzerine ölürse, ateşe girer.” 4467
“Kim mü'min kardeşine bir sene dargın durursa, onun kanını dökmüş (onu öldürmüş) gibidir.” 4468
“Cennet kapıları pazartesi ve Perşembe günleri açılır ve Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan her kula (günahları) mağfiret buyrulur. Yalnız din kardeşiyle aralarında düşmanlık bulunan kimse müstesnâ. (Onlar hakkında:) ‘Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet verin! Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet verin!’ denilir.”4469 (Ebû Dâvud dedi ki: Darılmak, Allah için olduğu zaman hadiste beyan edilen dargınlıktan sayılmaz.)
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 4470
"Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vâcip olmuştur." 4471
“Dostunu/sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğzet; bir gün dostun olabilir.” 4472
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 4473
"El-mer'ü mea men ehabbe: Kişi, (kıyâmet günü) sevdiği ile beraberdir.” 4474
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” 4475
“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.” 4476
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” 4477
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hastalandığında ziyâretine gitmek, ölünce cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.” 4478
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” 4479
4467] Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4914
4468] Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4915
4469] Müslim, Birr 35, h. no: 2565; Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4916 Ebû Dâvud dedi ki: Darılmak, Allah için olduğu zaman hadiste beyan edilen dargınlıktan sayılmaz.
4470] Ebû Dâvud, hadis no: 4599
4471] Muvatta, Şi'r 16, h. no: 2, 953, 954
4472] Tirmizî, Birr 60
4473] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
4474] Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 161, 165
4475] Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 6/178; Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398
4476] Buhârî, Enbiyâ, 2, 3; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin Hanbel, II/295, 527, 537
4477] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225
4478] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4, h.b no: 2162; Ebû Dâvud, Edeb 98, h. no: 5030; Tirmizî, Edeb 1, h. no: 2738); Nesâî, Cenâiz 52, h. no:4, 52
4479] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
KARDEŞLİK
- 1051 -
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” 4480
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 4481
“Allah’ın kulları arasında bir grup vardır ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Buna rağmen kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim ki onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 4482
“Din nasihatten (samimiyetten) ibârettir!” Yanında bulunanlar; ‘kim için ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine, şöyle buyurdu: “Allah için, Peygamber için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse bunu onda izâle etsin (gidersin).” 4483
“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” 4484
“Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” 4485
“Bereket, cemaatle beraberdir.” 4486
“Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.” 4487
“Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmış olur.” 4488
“İnsanları mâdenler mesâbesinde (kıymet yönünden farklı şekilde) bulursunuz.” 4489
“Sizin için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılıp onların birbirlerine karşı nefsâniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize karşı nefsâniyet gütmeniz ve bu durumun onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesidir.” 4490
"Birbirinize hediye verin ki, dostluğunuz artsın ve kalbinizdeki kin gitsin." 4491
"Sakın iyilikten hiçbir şeyi küçük görme, iyilik yap. İsterse mü'min kardeşini güleryüzle
4480] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
4481] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
4482] 10/Yûnus, 62; Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142
4483] Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95
4484] Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6
4485] Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278
4486] İbn Mâce, Et’ıme 17
4487] Buhârî, Fiten 2
4488] Ahmed bin Hanbel, 5/180
4489] Buhârî, Menâkıb 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 199
4490] Buhârî, 4/117
4491] Muvatta, Husnü'l-Huluk 16
- 1052 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşılama derecesinden hafif olsa bile.'' 4492
"Her iyilik bir sadakadır. Müslüman kardeşini gülümseyerek karşılaman ve kovandan onun kovasına su boşaltman da iyiliktendir." 4493
Bir sahâbi Peygamberimize ‘İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir.” 4494
"Müslüman kişinin kardeşi için ardından ettiği duâ makbuldür. Başının ucunda müvekkel bir melek vardır ki, o müslüman kardeşine hayır duâ ettikçe ona müvekkel olan melek, 'âmin, istediğin gibisi senin için de olsun' der." 4495
"Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse, Allah, kıyâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır." 4496
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.” 4497
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 4498
"(Ancak) Allah için seven, Allah için buğzeden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." 4499
"Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever." 4500
“İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” 4501
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 4502
Ebû Hureyre (r.a.)'den rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)'a bir adam geldi ve: ‘Yâ Rasûlallah! Bana açlık ve meşakkat isâbet etti (yani açlıktan dermansız kaldım)’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.), onu (doyurmak) için hanımlarına haber gönderdi. Fakat onların yanlarında hiçbir şey bulamadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) : “... Bu gece şu adamı konuk edip yemek yedirecek bir adam yok mu ki, Allah, ona rahmet eylesin...” dedi. Ensar'dan bir zat, derhal ayağa kalktı: “Ben, yâ Rasûlallah!” diye cevap verdi. Sonra o adamı, alıp evine götürdü. Hanımına hitâben: “İşte Rasûlullah (s.a.s.)'ın konuğu. Ondan hiçbir şeyi tutup alıkoyma
4492] Müslim, Birr 144
4493] Tirmizî, Birr 36
4494] Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20
4495] Ebû Dâvûd, Vitr 29; Tirmizî, Birr 50; İbn Mâce, Menâsik 5
4496] Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450
4497] Buhârî, İman 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, İman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
4498] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
4499] Et-Tâc, c. 5, s. 78
4500] İbn Mâce, Zühd 16
4501] Buhârî, Edeb 18; Tevhid 2; Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16, Zühd 48
4502] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
KARDEŞLİK
- 1053 -
(konuğa ikram et)” diye tenbih etti. Kadın: “Vallahi, yanımda çocukların azığından başka bir şey yok” dedi. Kocası: O halde çocuklar akşam yemeği yemek istedikleri vakit onları uyut, sonra gel, kandili söndür. Biz bu gece karınlarımızı dürelim (yani Rasûlullah (s.a.s.)'ın konuğu için biz, bu geceyi aç geçirelim)” dedi. Kadın kocasının dilediği işleri yaptı. Sonra o konuk, sabahleyin Rasûlullah'ın huzuruna vardı. Rasûlullah (s.a.s.): “... Andolsun ki, Aziz ve Celil olan Allah, bu gece falan erkek ve falane kadının işlerinden hayret etti -yahut güldü- Yani hayret uyandıracak şekilde râzı ve hoşnut oldu...” dedi. Aziz ve Celil Allah da, (onlar ve bütün Ensar hakkında) şunu indirdi: “... Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhâcirleri) öz nefislerine tercih ederler...” 4503
Hz. Habib bin Ebi Sabit (r.a.)'den rivâylet edilmiştir: Yermuk (savaşı) günü, Hâris bin Hişam, İkrime bin Ebî Cehil ve Ayyaş bin Ebî Rebia, savaş alanında yara ala ala nihâyet yıkılıp can çekiştiler. Bu sırada Hâris bin Hişam su istedi. Askerlerden biri ona su götürürken, İkrime’nin ona baktığını gördü. Bunun üzerine sucuya: “İkrime'ye götür ver” dedi. İkrime de, suyu alırken, Ayyaş'ın kendisine baktığını görünce sucuya: “Götür Ayyaş'a ver” dedi. Fakat sucu, daha Ayyaş'ın yanına varmadan Ayyaş vefat etti. Bunu üzerine İkrime'ye döndü ve fakat daha ona ulaşmadan o da vefat ettiği için bu sefer Hâris'e döndü. Fatat ona ulaştığında Hâris de son nefesini verdiği için her üçü de su içemeden vefat etmiş oldular. 4504
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 4505
“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.” Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” 4506
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” 4507
“Ey diliyle inanıp iman kalbine inmeyenler topluluğu, müslümanları gıybet etmeyiniz. Onların ayıplarını araştırmayınız. Kim onların ayıplarını araştırırsa, Allah da onların ayıplarını araştırır. Allah kimin ayıbını araştırırsa, onun evinin içinde dahi ayıbını açar, perişan eder.” 4508
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye ramak kalırsın.” 4509
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.” 4510
4503] 59/Haşr, 9; Buhârî, Tefsir 409; Müslim, Eşribe 172, h. no: 2054 -173-
4504] M.Yusuf Kandehlevî, Hayatu's Sahabe, çev. Ahmet Meylani, İslâmi Neşriyat, Ank., TY, c. 1, s. 414; Kenzu'l Ummal, c. 5, s. 310 -Ebû Nuaym ve İbn Asâkir'den-
4505] Tirmizî, Zühd 64
4506] Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645
4507] Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
4508] Ebû Dâvud, Edeb 40, hadis no: 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda: İbn Mâce, Hudûd 5, h. no: 2548; Tirmizî, Birri ve's-Sıla 84, h. no: 2101
4509] Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no: 4888
4510] Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no: 4891
- 1054 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kim bir mü'mini, bir münâfığın şerrinden korursa, Allah ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek isteyerek ona söz atarsa, söylediği sözü isâbet edip içinden çıkana kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.” 4511
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.” 4512
Hz. Âişe (r.anhâ), haber verip şöyle dedi: Bir kimse, Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna gelmek için izin istedi. Rasûlullah: “Ona izin verin. O, aşiretin ne kötü kardeşidir (yahut, o, aşiretin ne kötü oğludur.” buyurdular. O kimse, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına girince; Rasûlullah ona karşı yumuşak sözler söyledi. Ben: “Yâ Rasûlallah, biraz önce sen, onun için söylediğin o sözleri söyledin. Sonra da ona yumuşak kelâm ettin?” diyerek bunun sebebini sordum. Rasûlullah: “Yâ Âişe, insanların en şerlisi, çirkin hareketlerinden korunulması için insanların kendisini terkettikleri yahut karşılaşmak istemeyip yalnız bıraktıkları kimsedir.” buyurdular (Not : İbn Battal'ın beyanına göre gelen kişi: Uyeyne b. Hısn El Ferazi'dir). 4513
“Kardeşinle münakaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka yapma ve ona, yerine getiremeyeceğin vaadde bulunma!” 4514
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.” 4515
“Kim bir (din) kardeşini bir günahtan ötürü ayıplarsa, kendisi de o günahı işlemeden ölmez.” Ahmed bin Hanbel diyor ki: Şârihler, (bu hadisin şerhinde) “tevbe ettiği bir günahtan ötürü” dediler. 4516
“Mal veya namus meselesinde bir kardeşi için zimmetinde bir haksızlık bulunup da (dünya hayatından) alınmadan önce onunla helâlleşen kula Allah rahmet etsin. Çünkü orada (kıyâmette) ne dinar, ne de dirhem vardır. Eğer sevabları varsa bu sevablardan alınacak, şâyet sevabları yoksa onların günahlarından (alınıp) bunun sırtına vurulacaktır.” 4517
"Şu hususlar da Allah'ı büyüklemenin birer şubesidir: Bir müslüman yaşlıya ikramda bulunmak. İçindekiyle amel hususunda ölçüyü aşmayan ve ondan uzaklaşmayan Kur'an hâmiline (hâfızına) ikramda bulunmak. Âdil olan iktidar sâhibine ikram." 4518
"Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa, Allah yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder." 4519
"Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize sayı göstermeyen bizden değildir." Bir rivâyette şu ziyâde gelmiştir: "...Ma'rûfu emretmeyen, münkerden nehyetmeyen de
4511] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4883
4512] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4884
4513] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Birr ve's-Sıla, 83; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 58, hadis no: 2064
4514] Bu hadis ğaribtir. Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 57, hadis no: 2063
4515] Bu hadis, hasen ğaribtir. Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Birr ve's-Sıla, 83; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 58, hadis no: 2064
4516] Bu hadis, ğaribtir ve senedi muttasıl değildir. Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyâme 17, hadis no: 2620
4517] Bu hadis, hasen-sahihtir. Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 1, hadis no: 2534
4518] Ebû Dâvud, Edeb 23, h. no: 4843
4519] Tirmizî, Birr 75, h. no: 2023
KARDEŞLİK
- 1055 -
bizden değildir.’’ 4520
Hz. Âişe (r. anhâ)'nin anlattığına göre, "Kendisine bir dilenci uğramıştır, o da bir parça ekmek vermiştir. (Bir müddet sonra) üstü başı düzgün, kıyafeti yerinde bir dilenci daha uğramıştır. Hz. Âişe onu oturtup yemek yerdirmiştir. Kendisine bunun sebebi sorulunca şu açıklamayı yapmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.): "İnsanlara mevkilerine göre ikramda bulunun" buyurmuştu." 4521
“Ölülerinizin iyiliklerini anın (hayırla yâd edin). Kötülüklerini (anmaktan) vazgeçin.” 4522
“Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar, önden göndermiş oldukları amellerinin karşılıklarına ulaşmışlardır.” 4523
“Hasedden sakının, ateşin odunu veya otu yediği gibi, hased de iyi amelleri yer.” 4524
“Sizden biriniz, yaratılış, mal ve evlât husûsunda kendisinden üstün kılınmış kimselere baktığı zaman (üzülmesin), hemen kendisinden aşağı (halli) kimselere baksın!” 4525
"Rasûlullah'a: "İslâm'ın hangi ameli daha hayırlı?" diye sorulmuştu. "Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermen" diye cevap verdi." 4526
"İki müslüman karşılaşıp musâfahada bulununca (tokalaşınca), ayrılmalarından önce (küçük günahları) mutlaka affedilir." 4527
"Musâfaha edin (tokalaşın) ki, kalplerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki düşmanlık bitsin." 4528
"Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine, yerhamukâllah demesi hak (bir vazife)dir. Ancak esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir." 4529
"Hasta ziyaretinde bulunan kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır." 4530
"Kim Allah rızası için bir arkadaşını ziyaret eder veya bir hastaya geçmiş olsun ziyaretinde bulunursa, bir münâdi ona şöyle nidâ eder: "Dünya ve âhirette hoş yaşayışa eresin. Bu gidişin de hoş oldu. Kendine cennette bir yer hazırladın." 4531
“Cebrâil aleyhisselâm bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki,
4520] Tirmizî, Birr 15, h. no: 1920
4521] Ebû Dâvud, Edeb 23, h. no: 4842
4522] Ebû Dâvud, Edeb 50, hadis no: 4900
4523] Buhârî, Cenâiz, 148 -98’inci ölülerin şerlilerini anmak bâbı-
4524] Ebû Dâvud, Edeb 52, hadis no: 4903; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4210
4525] Buhari, Rikaak 77; Müslim, Zühd ve'r-Rekaaik.8, h. no: 2963
4526] Ebû Dâvud, Edeb 142, h. no: 5194
4527] Ebû Dâvud, Edeb 153, h. no: 5211, 5212; Tirmizî, İsti'zân 31, h. no: 2729
4528] Muvatta, Husnü'l-Hulk 16, h. no: 2, 908
4529] Buhârî, Edeb 125, 128, Bed'ül-Halk 11; Müslim, Zühd 56, h. no: 2994; Ebû Dâvud, Edeb 97, h. no: 5028; Tirmizî, Salât 273, h. no: 370, Edeb 7, h. no: 2747, 2748
4530] Müslim, Birr 40, h. no: 2568; Tirmizî, Cenâiz 2, h. no: 967
4531] Tirmizî, Birr 67, h. no: 2009
- 1056 -
KUR’AN KAVRAMLARI
komşuyu vâris kılacağını zannettim." 4532
"Komşusu, zararlarından emin olmayan kimse cennete giremez." 4533
"Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa misafirine ikrâm etsin. Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa hayır söylesin veya sükût etsin." 4534
"Size Ashâbımı, sonra da onların peşinden gelecekleri (sonra da bunların peşinden gelecekleri) tavsiye ediyorum. Daha sonra (gelenler arasında) yalan, öylesine yayılacak ki, kişi, kendisinden yemin taleb edilmediği halde yemin edecek, şâhidliği istenmediği halde şehâdette bulunacak. Haberiniz olsun, bir erkek bir kadınla başbaşa kaldı mı onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur. İki kişiden uzak durur. Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü'mindir." 4535
“Kim sevdiğini Allah için sever, buğzettiğine Allah için buğzeder, verdiğine Allah için verir ve men ettiğini Allah için men ederse, iman kemâle erer.” 4536
“Çok kuvvetli pehlivan, birçok güreşçileri yere serip gâlip olan değildir. Asıl kuvvetli pehlivan, öfkelendiği sırada nefsine mâlik (ve irâdesine hâkim) olan kimsedir.” 4537
“Kim, yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse, kıyâmet günü bütün mahlûkatın önünde Allah onu çağıracak ve sonunda onu cennet kızlarından dilediğin (i almak) de muhayyer kılacaktır.” 4538
“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.” 4539
“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecek ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” 4540
“Enes’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din ve akîde konularında münâkaşa ile) mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden
4532] Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140, h. no: 2624; Ebû Dâvud, Edeb 132, h. no: 5151; Tirmizî, Birr 28, h. no: 1943
4533] Buhârî, Edeb 29; Müslim, İman 73, h. no: 46
4534] Buhârî, Edeb 31, 85, Nikâh 80, Rikaak 23; Müslim, İman 74, h. no: 47; Ebû Dâvud, Edeb 132, h. no: 5154
4535] İbn Mâce, Ahkâm 27, h. no: 2363; Tirmizî, Fiten 7, h. no: 2166
4536] Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4681; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 22, h. no: 2642
4537] Buhârî, Edeb 139; Müslim, Birr 106, h. no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3, h. no: 4779
4538] Bu hadis, hasen-ğariptir. Tirmizî, Birr ve's-Sıla 73, h. no: 2090, Sıfatu'l-Kıyâme 15, h. no: 2611; Ebû Dâvud, Edeb 3, h. no: 4777; İbn Mâce, Zühd 18, h. no: 4186
4539] Buhâri, Edebu'l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce, Zühd 18, h. no: 4189
4540] Müslim, Birr ve's-Sıla, 59 h. no: 2581
KARDEŞLİK
- 1057 -
öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terkedin. Münâkaşayı terkedin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terkedin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terkedin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terkedin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terkedin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terkedin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terkedin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terkedin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terkedin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın kimler olduğu sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir." 4541
“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.” 4542
Uhuvvet/Kardeşlik ve Görevlerimiz
Kalabalıkları bir millet haline getiren en müessir âmil dindir. Aynı inancı paylaşan toplumlar çok kısa zamanda kaynaşıp bütünleşirler. Çünkü aynı dine mensup olmanın en tabii neticesi din kardeşliğidir. Din kardeşi olmanın yüklediği birçok mes’uliyet vardır ki, bu mes’uliyetleri yerine getirmek de inancımızın bir gereğidir.
Durum böyle olunca her müslüman uhuvvet sarayının bir taşı olmaktadır. İslâm sarayının bütün ihtişamıyla devam etmesi için, herkes bulunduğu yerde yapması gerekeni yapacak, asla yerini terketmeyecektir. Duvardan bir taş düşerse, diğer taşların da yerinden oynamasına, binanın yıpranmasına sebep olur. O bakımdan hiçbir müslüman, uhuvveti yani kardeşliği zedeleyecek bir söz, bir harekette bulunmamalıdır. Beşeriyet icabı yapılan hatalar en kısa zamanda giderilmelidir. Küskünlükler, dargınlıklar sürüp gitmeyecek, alâka kesilmeyecektir. Peygamberimiz, dargınlığın sınırını üç gün olarak göstermiştir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Bir müslüman din kardeşine üç günden fazla küs durması helal değildir.” (Buhârî). Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: “Bir müslüman kardeşini üç günden fazla terketmesi (küs durması) helâl değildir. Birbirlerine karşı gelirken o yüz çevirip bu da yüz çevirir. Bunların hayırlısı önce selâm verendir.” 4543
Biz müslümanların kardeşlik hukuku cinsinden, birbirimize karşılıklı olarak yapmamız gereken vazifelerden bir kısmı şunlardır:
Müslüman müslümanı sevecek,
Sevinmesiyle sevinecek, üzülmesiyle üzülecek,
4541] El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226; Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.
4542] İbn Mâce, hadis no: 3991-3993. Not: Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca tartışılmıştır.
4543] Müslim
- 1058 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Madden ve mânen yardımcı olacak,
Irzını, namusunu, malını koruyacak,
Onun bulunmadığı bir yerde, hakkına tecavüz ediliyor, iftira ediliyorsa onu müdâfaa edecek,
Hastalandığı zaman ziyaret edecek,
Vefat ettiği zaman cenâzesine iştirak edecek, yakınlarına taziyede bulunacak,
İstişâre ettiği zaman ona doğru bilgi verecek,
Sır verdiği zaman o sırrı ifşâ etmeyecek,
Kendisinden nasihat istediği zaman hayır nasihatte bulunacak,
İhtiyacı olduğunda emr-i bi’l-ma’ruf ve nehi ani’l-münker yapacak,
Borç istediği, bir hâcet istediği zaman imkânı varsa istediğini verecek, imkânı yoksa tatlı ve güzel sözlerle gönlünü alacak,
Selâm verdiği zaman selâmını aynıyla veya daha güzeliyle alacak,
Müslüman müslüman kardeşini düşmanına teslim etmeyecek, onu himâye edip koruyacak,
Din kardeşinin eziyet ve sıkıntılarına katlanacak, sabredecek, affedecek,
İlişkisini kesmeyecek, beşeriyet icabı aralarında bir dargınlık olursa üç günden fazla küs durmayacak,
Din kardeşine kin tutmayacak, buğzetmeyecek,
Haset etmeyecek, gıybetini yapmayacak,
Gizlice yaptığı bir günahına muttali olursa, o günah da başkalarına zarar vermiyorsa, o günahı terketmesi için nasihatte bulunacak, ama başkalarına duyurmayacak,
Alay etmeyecek, küçümsemeyecek, hakaret etmeyecek,
Sevmediği lakaplarla hitap etmeyecek,
Din kardeşine karşı böbürlenmeyecek, büyüklenmeyecek, kendini ondan üstün görmeyecek,
Sûizan etmeyecek, her zaman hüsnüzanda bulunacak,
Pazarlığının üzerine pazarlık yapmayacak,
Zaman zaman ziyaretinde bulunacak,
Hediyeleşecek,
Büyüklerine hürmette kusur etmeyecek,
Kendinden küçüklere şefkat gösterecek,
Katı yürekli olmayacak,
Her zaman merhametle, şefkatle, rıfkla muâmele edecek,
İki müslüman ya da iki müslüman toplum arasında bir anlaşmazlık olursa aralarını bulacak ve barıştıracak,
KARDEŞLİK
- 1059 -
Zulmedene zulmüne engel olarak, mazluma da zâlimin zulmünü ondan gidererek yardımcı olacak,
Komşuluk hukukuna riâyet edecek,
Alış verişlerde ve diğer hususlarda din kardeşini asla ve asla aldatmayacak.
Müslümanlar burada sıraladığımız ve burada zikretmediğimiz başka vazifelerle görevlidirler. Bu vazifelerini en sağlıklı bir şekilde yerine getirdikleri devirlerde dünyada cennete benzer bir hayat yaşamışlar; bir fazilet, saâdet ve huzur toplumu vücuda getirmişlerdir.
Ancak zamanla bu güzelliklerimizi, bu özelliklerimizi kaybettik. Kendi gafletimizden içimizdeki birkısım beyinsizlerin, idarecilerin gaflet ya da ihânetlerinden, İslâm düşmanlarının çeşit çeşit hile ve tuzaklarından bugünkü perişanlığı, dağınıklığı yaşamaktayız. Uhuvvet sarayı yıprandı. Müslüman cemaat hodgâmlaştı, dünyevîleşti, imanı zaafa uğradı. Yeniden silkinmemiz, yeniden bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkmamız gerekir. Rabbimize yönelmemiz gerekir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) haber verdiği, müjdelediği “Hak üzerine kaim” cemaatten olmak için ve o cemaatin çoğalması, etkin hâle gelmesi için bütün imkânlarımızı seferber ederek canla başla fedâkârane çalışmamız, çaba göstermemiz gerekir. İmanımız bunu gerektirmektedir, müslümanlığımız bunu gerektirmektedir.
Allah Teâlâ biz müslümanları birbirimize kardeş yapmış ve bizi bu kardeşlikle şereflendirmiştir. Efendimiz, canımız Rasûlullah da şöyle buyurmaktadır: “Birbirinize haset etmeyin, müşteri kızıştırmayın. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Kardeş olun ey Allah’ın kulları! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz. Onu tahkir etmez -üç defa kalbine işaret ederek- takvâ şuradadır. Kişiye kötülük adına müslüman kardeşini tahkir etmesi kâfidir. Müslümanın her şeyi kanı, malı, ırzı müslümana haramdır.” 4544
Müslüman kardeşim! Gel hep beraber bir kalp gibi, bir beden gibi olalım. Uhuvvet sarayını bütün ihtişâmıyla yeniden inşâ edelim. Bütün insanlığın hayranlıkla temâşâ edeceği, ondan bir fert olmak için koşacağı bir fazilet toplumu oluşturalım. Canımız, efendimiz Hz. Muhammed’in izini takip edip O’nun peşine düşelim, asr-ı saâdet müslümanları ile buluşalım.
İlahî! Biz âciz, biz günahkâr kullarını bağışla.
Bizi bize, bizi nefsimize bırakma.
Nasıl bir kul olmamızı istiyorsan bizi öyle bir kul eyle.
Bizi son nefesimize kadar İslâm’a hizmetkâr eyle.
Biz günahkârlara acı! Bu zillet ve meskenetten kurtulmamız için bize medet eyle, yardım eyle.
Yeniden inşâ edilecek olan uhuvvet sarayının bir işçisi eyle. Yeniden yükselecek olan fazilet toplumunun bir ferdi eyle.
Bizi Rasûlullah’ın (s.a.s.) haber verdiği, müjdelediği “Hak üzerinde kaim” cemaatten eyle! 4545
4544] Müslim
4545] Zeki Soyak, İlk Adım Dergisi
- 1060 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kardeşlik Konusuyla İlgili Âyet-i Kerîmeler
A- Kardeşlik Kavramının Karşılığı Olan Uhuvvet Kelimesinin Kökü “A-h-v” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 96 Yerde): 2/Bakara, 178, 220; 3/Âl-i İmrân, 103, 156, 168; 4/Nisâ, 11, 12, 12, 23, 23, 23, 23, 23, 176, 176; 5/Mâide, 25, 30, 31, 31; 6/En’âm, 87; 7/A’râf, 38, 65, 73, 85, 111, 142, 150, 151, 202; 9/Tevbe, 11, 23, 24; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 50, 61, 84; 12/Yûsuf, 5, 7, 8, 58, 59, 63, 64, 65, 69, 69, 70, 76, 76, 76, 77, 87, 89, 90, 100; 15/Hıcr, 47; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 28, 53; 20/Tâhâ, 30, 40, 42; 23/Mü’minûn, 45; 24/Nûr, 31, 31, 31, 61, 61; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 36, 106, 124, 142, 161; 27/Neml, 45; 28/Kasas, 11, 34, 35; 29/Ankebût, 36; 33/Ahzâb, 5, 18, 55, 55, 55; 38/Sâd, 23; 43/Zuhruf, 48; 46/Ahkaf, 21; 49/Hucurât, 10, 10, 12; 50/Kaf, 13; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 10, 11; 70Meâric, 12; 80/Abese, 34.
B- Kardeşlik ve Vahdet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
Toptan Allah'ın İpine Sarılmak: 3/Âl-i İmrân, 103.
Parçalanıp Ayrılmamak: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.
Çekişmemek: 8/Enfâl, 46.
Zulme Karşı Birleşmek: 42/Şûrâ, 39
Birlik İçinde Savaşmak: 61/Saff, 4.
Parçalanıp Ayrılarak Anlaşmazlığa Düşmek: 3/Âl-i İmrân, 103, 105; 8/Enfâl, 46.
Fâsıklar Birlik ve Beraberliği İstemez: 2/Bakara, 27.
Yardımlaşmak: 8/Enfâl, 73; 9/Tevbe, 71.
İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
Din Kardeşliği Allah'ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
Mü'minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13
Mü'minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; o/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
İmü'min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
Savaşan Mü'minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
C- Mü’minlerin Birbirini Sevmesi
a- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
b- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
c- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
d- Mü’minlerine Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119; 5/Mâide, 55.
e- Mü’minlere Tevâzu Göstermek: 15/Hucr, 88; 26/Şuarâ, 215-217.
f- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
g- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
D- Arkadaş ve Arkadaşlık Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.
b- Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
c- Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.
E- Dost ve Dostluk
a- Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
b- Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.
c- Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.
d- Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed, 7.
e- Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:48

KALP / GÖNÜL

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KALP / GÖNÜL


- 977 -
Kavram no 111
Nimet 15
Bk. Hikmet; İnsan/Nâs; Ruh; Nefs
KALP / GÖNÜL
• Kalp; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'an'da Kalp
• Kur'an'da Kalbin Halleri
• Kalbin Hastalığı ve Mühürlenmesi
• Kalbin Mühürlenmesi Sebep Değil; Sonuçtur
• Kur’an’da Kalp, Kulak ve Gözün Konumu
"Zira Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır." 4050
Kalp; Anlam ve Mâhiyeti
“Kalp”, bir mastar olarak, Arapçada “bir şeyi bir yönden öteki yöne çevirmek” anlamını taşır. Türkçede kullanılan “kalbetmek” (bir halden bir başka hale çevirmek), “inkılâb” (devrim/bir halden bir başka hale geçiş veya geçirme) bu köktendir. Kalb kelimesinin bu şekildeki eylem bildiren (fiil olarak) türevleri 36 âyette geçer. Bir isim olarak kalp, Kur’ân-ı Kerim’de hep Türkçedeki gönül anlamındadır. Yani, yürek dediğimiz vücudun bir organı olarak kullanılmaz. Kur’an’da “kalb” kelimesi (tekil ve çoğul olarak) 132 yerde geçer. Bu anlamda (gönül anlamında) Kur’an, “fuâd” kelimesini de (tekil ve çoğul olarak) 16 yerde kullanır.
Arap dilcilerine göre, bir masdar olan “kalb”in insanın gönlüne ad olması, gönlün çok sür’atle değişmesinden ve halden hale geçmeye yatkın bir yapıya sahip bulunmasındandır. Nitekim Hz. Peygamberimiz de, Allah’ı “Mukallib el-Kulûb” (kalpleri halden hale sokan) diye anarak,4051 kalbin hem varlık yapısındaki temel özelliğine, hem de filolojik yapısına dikkat çekmiştir. Kur’an, kalb konusunda değişik konulara değinir. Kur’an, kalbin bu değişkenliğini bir olumsuzluk olarak gösterir ve insanı bundan kurtulmaya ve kararlı bir benlik kazanmaya teşvik eder. İman, kalbe bu kararlılığı kazandırmaya yönelik bir olgunluktur. Bu yüzden insana yaraşan; “Allah’ın, bir göğüste iki kalp yaratmadığı”nı bilmek ve gönlünü ilahî hedefe yöneltip tevhidi gerçekleştirmektir.4052 Gönül ülkesinin tek sultanı vardır; bu sultan, Allah'tır; şeytan, ya da onun içimizdeki temsilcisi nefis veya yönetimdeki temsilcisi tâğut olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, atasözüdür: "Bir ülkede iki padişah olmaz."
Kalp, dinî ve edebî literatürde daha çok gönül anlamında kullanılır. Bunun yanında, ruh, öz, her şeyin ortası, özü, ilim ve şecaat anlamlarında da kullanılmaktadır. İnsan ruhunun sevgi ve nefret gibi duyularının merkezi olan yere kalp
4050] 2/Bakara, 7
4051] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
4052] Bk. 33/Ahzâb, 4
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
denilmesi, teşbih/benzetme iledir. Bedendeki kalbin beden için önemi ne ise, ruhun kalbinin de insan için önemi o derecede önemlidir. İslâm terminolojisi ve edebiyat dilinde geçen “kalp”ten maksat, vücudun sol kesimindeki, kanı damarlara pompalayan bir parça etin olmadığını hemen hepimiz biliriz. “Kalbi olan(lar) için onda anlayış ve ibret (dersi) vardır.”4053 Açıktır ki, burada geçen kalp, vücudun kalp denilen organıyla tamamen farklı ve esasen onunla ilgisi olmayan yüce ve mümtaz hakikattir. “Kalplerinde hastalık vardır.”4054 Bu kalp hastalıkları, elbette tıp doktorunun tedavi edebileceği bir hastalık değildir.
Ma'rifet, yani Allah'ı bilmek ve tanımak kalbin işidir.4055 Haset, gazap, buğz ve nefret gibi kötü duyular kalpte bulunduğu gibi; iman, Allah korkusu, hilm ve takvâ da kalbe ait fiillerdir.4056 Mü'mine yakışan, kalbe Allah sevgisini yerleştirmek için onu Allah sevgisinin dışında mal, mülk, para gibi dünyalık şeylerin muhabbetinden uzaklaştırmaktır. Fâni olan her şeyin sevgisi geçici, yalnızca Allah sevgisi bâkîdir.
Kalp, yürek ve gönül mânâlarına gelir; yani kalp iki anlamda kullanılır. Et parçasından ibaret olan kalbe, Türkçede yürek adı verilirken; İkincisi, iman, aşk, sevgi, nefret, merhamet gibi bütün duygularımızın, şuur, vicdan ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı, yani manevî âlemimizin merkezi olan ve yeri belli olmayan kalptir. İnsanın asıl gerçeği bu kalptir. İnsanın, anlayışlı bilgin ve ârif olan bölünmez kısmı, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz öncelikle bundadır. Sezgi, bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine kalp veya “gönül” denir. Kur’an terimi olarak kalp, Türkçede gönül dediğimiz içimizdeki ruhî, manevî duyguların merkezi olan bu özdür.
Kur'an ilimlerinde, din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci anlam, yani gönül kastedilir. Temiz kalpli adam, kalbi bozuk, kalpsiz, taş kalpli gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de onu anlayacağız ki, gaybe imanda, Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Kalp, iman nuru ile dolduğunda gönül; inkâra ve küfre yöneldiğinde ise nefistir. Gönül ulviyete/yüceliğe, nefis süfliyete/alçalmaya yönelir. Allah sevgisi ve tevhid sırrı burada tecelli eder. Gönül, hem çok yüce, hem de çok hassastır. Kırılınca kolay kolay tamir edilemez. Gönül, enfüsteki âyetlerin yazıldığı kitaptır. Onun okunması da yine gönülle, kalp gözüyle olacaktır; çünkü kalpten kalbe yol vardır.
Kur'an'da Kalp
Kur’an’a göre kalp, bir idrâk vesilesi de sayılır. Aslında Kur’an’daki sözlerin büyük bir kısmına muhâtap olan, insanın kalbidir. Zira bu sözleri kalp kulağı duyabilir ancak, başka hiçbir kulağın duymasına imkân bile yoktur. O yüzden Kur’an, bu idrâk aracını iyice arındırmak konusunda kalp temizliği, kalp aydınlığı gibi ifadelerle sık sık insanın bu yönüne hitap etmiştir.
Kur'an, kalbe duyu organlarını sağlıklı kullanmayı, bilmeyi, anlamayı,
4053] 50/Kaf, 37
4054] 2/Bakara, 10
4055] Bk. Buhâri, İman 13
4056] Müslim, İman 230; Tirmizî, Fiten 26; Nesai, Cihad 8; Ahmed b. Hanbel, V/71
KALP / GÖNÜL
- 979 -
düşünmeyi, akletmeyi, öğüt almayı, inanmayı vb. fonksiyonları, olumsuzluklarıyla beraber isnâd etmektedir. Kalp, sağlıklı ise bunlar pozitif; sağlıksızsa negatif bir gelişme arzeder. Kur’an, kötü işlerin ruhu bozup insanı iyiliklerden ve doğru yoldan saptırdığından bahseder. “Öyle değildir, hayır! Kazandıkları, üst üste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur.”4057 “Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola hidâyet ettikten sonra kalplerimizi saptırma.”4058; “Onlar eğrilince, Allah da kalplerini gerçekten bâtıla meylettirdi.”4059; “...Ve (yaptıklarından dolayı) kalplerini perdeledik, artık anlayamazlar onu.”4060; “İşte kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.”4061; “...Onların (ehl-i kitabın, hak ile araları) uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı ve onların çoğu fâsık oldu.” 4062
Bu âyetlerden de anlıyoruz ki, Kur’an, insan için, yüce bir ruhî ve manevî ortam oluşturmak istiyor. Bu ortamın sağlam ve temiz tutulmasını üsteliyor. Öte yandan fertlerin, temiz ve iffetli kalmaları için sarf ettikleri gayretlerin, başarısızlıkla sonuçlanmaması için, Kur’an insanlara, her şeyden önce kendi toplumsal çevrelerini arındırıp temiz bir ortam meydana getirmelerini tavsiye ediyor. Kur’an, açıkça belirtiyor ki, nefsimizde hakiki bir imanı elde etmek ve yüce eğilimler meydana getirmeyi istiyorsak, bunlar ancak toplumun hevâ ve heves, şehvetperestlik gibi her türlü rezâletten uzaklaşmasıyla olabilir. İnsanlık tarihi gösteriyor ki, müstekbir güçler, toplumu sultaları altına almak ve sömürmek istedikleri zaman, önce toplumu manevî, ruhî, kalbî yönden fesâda uğratırlardı ve bu iş için fıskı, fücûru ve cinsel sapıklık ve ahlâksızlıkları halk içinde yaymaya çalışıyorlardı.
Zamanımızda da emperyalist ve zâlim güçler girdikleri ve hâkim oldukları her yerde aynı şeyi yapmaktalar. Onlar, her şeyden önce kalpleri bozmaya çalışıyorlar. Biliyorlar ki kalpler bozuldu mu, artık akıl da bilgi de hiçbir işe yaramaz. Üstelik, bunlar birer zincir olup takılır insanın eline, beynine. Bu yüzden görüyoruz ki onlar, ne okulların açılmasından korkuyorlar ne de üniversitelerin faaliyetlerinden endişe ediyorlar. Hatta kendileri bile okul kuruyorlar. Fakat bir taraftan bütün imkânlarını kullanarak öğrencinin ruh ve kalbini ifsat ediyorlar. Evet, onlar ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar; zira ruhu/kalbi hasta olan birisi hiçbir şey yapamaz, her türlü rezâlet ve sömürüye boyun eğer.
Rivâyete göre; Adamın biri, Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna gelerek:
Yâ Rasûlallah! Soracak sorum var size.
Sorunu sormadan cevabını almak istemez misin?
Buyurun yâ Rasulallah!
Sen, iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sormak istemiyor muydun?
Evet yâ Rasûlallah, aynısını soracaktım size.
Rasûl-i Ekrem, üç parmağını birleştirip, adamın göğsüne hafifçe vurarak:
4057] 83/Mutaffifin, 14
4058] 3/Âl-i İmran, 8
4059] 61/Saff, 5
4060] 6/En’âm, 25
4061] 7/A’râf, 101
4062] 57/Hadîd, 16
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunu sen, kendi kalbine sorsana. İnsanoğlundaki bu kalp, yaratılışı gereği iyiliklerle âşinâdır; Onlarla huzur bulur, mutmain olur. Kötü işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara mâruz kalır. Bu konuda gerçek fetvâyı kalbine danış, ondan al.”
Bizim vicdan azâbı dediğimiz şey, ruhun-kalbin kötülük ve rezaletlerle uyuşmadığının belirtisidir. Bir zaman Rasûlullah’a iman hakkında sorulduğunda, şöyle cevap vermişti: “Bir insan, kötü bir iş yaptığında üzülüp, pişman olur ve iyi bir iş yaptığında sevinirse, bu, onun imanına delâlet eder.” İmam Cafer Sâdık da şöyle der: “Mü’min birisi, dünyaya bağlanmak derdinden kurtuldu mu, işte o zaman Allah sevgisinin tadını anlar ve artık yeryüzü kendisine dar geliyormuş gibi bütün varlığıyla bu maddî dünyanın ötesine çıkıp gitmek ister.”
Kur’an; hem ilim, hem akıl ve hem de kalp silahlarından yararlanan insan tipi oluşturmak istemektedir. Tüm bu silahları, içindeki ve dışındaki düşmanlarına karşı gereği gibi kullanabilsin. 4063
“Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.” 4064
Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı gibi yaradılış bakımından kalp temizdir. Ancak vücut ülkesinin başkenti olduğundan dolayı iman, ruh gibi dostlar da; şeytan, nefis gibi düşmanlar da orada örgütlenmeye çalışır. Devrimler, ihtilaller orada olur. Bu uçsuz bucaksız ülkenin en çarpıcı özelliği adında gizlidir: Kalb; yani değişken olan; halden hale giren; özetle "dönek". Bir kararda durmaması, gördüğüne akması, bir su gibi içine girdiği ortamın rengini yansıtması ona bu ismin verilmesine neden olmuştur. Devrim, eskimez tanımıyla "inkılab" da "kalb"le aynı kökten gelmiyor mu zaten?
Bu dünyanın en büyük devletine sahip olabilmek için, önce böylesine müthiş bir imkânın farkında olmak gerek; içimizdeki sınırsız ve sınıfsız coğrafyanın varlığından haberdar olmak gerek. Kur'an'ın iniş biçimi ve yeri konusundaki tartışmalarda kimi âlimler, "arş"ı kalp olarak kabul ederler. Bu görüşü, kalp konusundaki kimi âyetler de desteklemiyor değil. Mekânsız'a mekân olabilen kalp, insana şahdamarından daha yakın olan Allah'ı konuk edecek kapasitede yaratılmıştır. "Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız."4065; "Biliniz ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız." 4066
Evet, bu müthiş mekân, Allah'a tahsis edilip beytullah ve arşullah kılınmamışsa, imkân zâyi edilmiş demektir. Allah, bir göğüste iki kalp yaratmadığına4067 göre, bir kalp, ya Allah'a tahsis edilmiştir; ya da gayrıya. Eğer Allah’tan başkasına tahsis edilmişse bu durumda beytullah değil; beytülmakam, beytülmal, beytüşşehvet, beytünnefis ve hatta beytüşşeytan olur.
“Değil, başkası değil, onların işlediği günahlar karartmıştır kalplerini.”4068 Bu karayı, bu pası temizlemek elbet kolay olmayacaktır. Nasıl temizlensin ki? En çok
4063] Murtaza Mutahhari, Kur’anî Araştırmalar, Tûba Y., c. 1, s. 71 vd.
4064] Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn Mâce, Fiten 14
4065] 50/Kaf, 16
4066] 8/Enfâl, 16
4067] 33/Ahzâb, 4
4068] 83/Mutaffifin, 14
KALP / GÖNÜL
- 981 -
kullandığımız organlar el, kafa ve kalp. Bunlar içerisinden de en çok kullanılan kalptir. Elimizi birkaç ay yıkamadığımızı düşünelim, tiksinilecek bir durum olur. Ya ondan çok daha fazla kullandığımız kalp? Onun ne kadar kirleneceğini hesaplamak zor değildir. Bu kirlilik, kalbi sonunda öyle bir noktaya getiriyor ki, kalp duyarsızlaşıyor, katılaşıyor, taşlaşıyor. “Sonra kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ortasından sular çağlar, öyleleri de vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” 4069
Kalp katılığı, rahmet kıtlığıyla doğrudan ilgilidir: “Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini kaskatı yaptık.”4070 Âyette kalp katılığının illeti olarak lanetlenmenin gösterilmesi oldukça ürperticidir.
Kalpler aynı zamanda sınanıyor. Küçük kâinat olan insanın bu müthiş dünyası her an sınanmakta ve fitnelerle karşı karşıya kalmakta. Kur’an, “Allah’ın takvâ için kalplerini sınadığı kimseler”den söz etmekte. Hele “kasvet” (kalbin katılaşması), sonunda hidâyetin; kalbin yakıtı olan hidâyetin tümden kesilmesine neden oluyor: “Hatemallahu alâ kulûbihim (Allah kalplerini mühürledi)”4071 Artık dosya kapanmıştır, mühürlenmiş ve imzalanmıştır. Vurandan başkası çözemeyecektir o mührü. Katılık kalbin felâketi; mühürlenmekse kıyâmetidir. Kalp gibi mükemmel bir coğrafyayı elden kaçıran, devlet kuşunu elden uçurmuş demektir. Bu duruma düşmemenin en garantili yolu iç savaştır.
İnsan hayatında her savaş fâni, iç savaş bâkîdir. Çünkü her düşmanın bir gün dost olma ihtimali vardır da şeytanın dost olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Şeytan, savaşı önce yüreğinde kaybetti, ardından cennetini kaybetti. Cenneti kaybetmenin faturasını kendisine değil; Allah'a ve insana çıkarttı: “Madem öyle, Senin beni azdırdığın gibi, ben de onları (azdırmak için) Senin dosdoğru yoluna oturacağım. Sonra da muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” 4072
Savaşın boyutları, düşmanın kini ve gücü oranında büyüyecektir. Şeytanınki bir kuyruk acısıdır, bu acı yeniden diriliş gününe kadar dinecek değildir. Bu azılı düşman (aduvvun mübîn) insana öylesine çok cepheden saldırıya geçmiştir ki, insanın bu hiç uyumayan ve tatil yapmayan düşmana karşı çok uyanık olması ve ömürlük bir iç savaş başlatması gerekmekte.
Şeytanın önlerden gelmesi, insana dengeyi dünya aleyhine bozdurmak için, insanı kendisine verilmiş emanet olan dünyadan soyutlamak için. Klasik yorumlar da bunu güçlendiriyor. Arkalardan gelmesi, kalleşçe gelmesi; insanın dengesini âhiret aleyhine ve dünya lehine bozmak için; malı, kadını, evlâdı, makamı ve diğer dünyalıkları süslemesi. Soldan değil, sollardan yaklaşması, yasaklara, haramlara meylettirmesi; ezelî ve ebedî düşmanı olan insana Allah’ın koyduğu sınırları çiğnetmesi, bunu yaparken de çok cici bahaneler bulup insandan yanaymış gibi görünmesi: “Rabbinizin size bu iki ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız ya da (cennette) ebedî yaşayanlardan olmamanız içindir. Ve, ‘gerçekten ben size öğüt
4069] 2/Bakara, 74
4070] 5/Mâide, 13
4071] 2/Bakara, 7
4072] 7/A’râf, 16-17
- 982 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verenlerdenim’ diye de yemin etti.” 4073
Sağlardan gelmesi... En tehlikelisi de bu galiba. İnsanın güzel eylemlerini, hasenâtını, “sâlih amel”e dönüştürmemek için kibir, gurur, riyâ gibi virüslerle bozması. Çalışıp çabaladığı halde insanın eline bir şey geçmemesi, yani tam anlamıyla iflâsa sürüklenmesi. En yararlı eylemlerin içine attığı mikroplarla onları sahibi için en zararlı bir hale getirmesi. Bütün bunları yaparken “sürekli kötülüğü emreden”4074 nefsi yardımcı olarak kullanması, kötü işlerine, pis işlerine onu koşturması... Dahası, yeryüzündeki dostlarını (evliyâu’ş-şeytan), evliyâsını,4075 “Allah’ı bırakıp şeytanları velî edinenler”i4076 kendi aralarında örgütleyerek bir şeytan partisi (hizbu’ş-şeytan) kurması ve o parti aracılığıyla mü’minler üzerinde şeytanî bir siyaset yürütmesi, onları gütmesi, onları sürüleştirmesi...
Evet, içten ve dıştan çok yönlü bir düşmanın ilk ve son hedefi kişinin imanı; dolayısıyla imanın merkezi olan kalbidir. Bu düşmanlar, kalbi imanın başına yıkmaya, orayı insanın ebedî mutluluğuna yardımcı olmayan mal, makam gibi şeylerle doldurmaya çalışırlar. Bu durumda, vakit geçirmeden bir iç savaş başlatmalı. Bu savaşın ömrü; birkaç ay, ya da birkaç yıl değil; bir ömür olmalı. Sürekli saldırı altında ezilen imanı ve onun mekânını bu saldırılardan kurtarmalı ve korumalı, orayı “kurtarılmış bölge” haline getirmeli ve imanın hâkimiyetini ilan etmeli o bölgede. Sâlih amelden muhâfızlar, nöbetçiler dikmeli; içimizin ahalisini ayaklandırmalı ve önce içimizin dünyasında fitne kalmayıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar sürmeli bu savaş. Ondan sonra da orada kurulan “yürek devleti”ni bileklere, topraklara, coğrafyalara taşımalı.
Esâret içimizde. Bizi önce yüreklerimizde tutsak ettiler. İşgal altındaki bir yürekle, işgal altındaki bir kafayla, hangi toprak parçasını kurtarmaya gidebiliriz? İmanları yüreklere mahkûm etmişler. Yeryüzünün müstekbirleri, bizi önce yüreklerimizden vurmuşlar. Öyle olunca elimiz, imanın iktidarından çıkmış, gözümüz, kulağımız, zihnimiz, şuurumuz imanın iktidarından çıkmış. Bu organlarımız, imanın egemenliği altındaki hürriyetleri kaybetmişler. İmanımızın iktidarını elinden almışlar, hadımlaştırmışlar onu. İmana site olma istidadında yaratılan kalbimiz imana mahbes, imana makber olmuş. “Din, bir vicdan işidir” sloganıyla yola çıkan iman düşmanları, kültürleriyle, eğitimleriyle, medyalarıyla, şeytanca oyunlarıyla koca bir devi Alaaddin’in lambasına geri sokmayı başarabilmişler.
Onlar bilmekteler imanın gücünü. Bilirler; o zorla tıkıldığı yerden çıktı mı bir, kimse zapt edemez onu. Bu nedenle, onu mahkûm etmek için ne lazımsa onu yaparlar, hiçbir şeytanî fedakârlıktan kaçınmazlar. İmana sıradan zincirler vurmazlar. O zincirler, altındandır, gösterişlidir, sanat eseridir, hatta bazen teknolojinin en son harikasıdır, şeffaftır. Onu farkedecek kadar basiretiniz varsa, bu kez de onun tutsaklık zinciri değil; yüce efendilerin hediye ettiği bir kolye olduğuna inandırmaya çalışırlar. Kendilerine hevâ ve heves adına hizmet etmeyeni “dâvâ” adına, “hizmet” aşkına ve hatta “din” adına hizmet ettirirler. Sağmayı, binmeyi ve yük vurmayı iyi bilirler onlar.
Eğer görünen ve görünmeyeniyle, değerli ve değersiziyle imanımıza vurulan
4073] 20/Tâhâ, 20-21
4074] 12/Yusuf, 53
4075] 7/A’râf, 27
4076] 7/A’râf, 30
KALP / GÖNÜL
- 983 -
tüm zincirleri kırabiliyorsak; o zaman iman, gözümüze fer, gönlümüze nur, dizimize derman, dilimize ferman olacaktır. Yani, özetle iman, “iman” olacaktır.
Zorla kurdukları; ezerek, yakıp-yıkarak, asıp-keserek kurdukları düzenlerden korkmayınız. Korkmayınız, çünkü “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”4077 Asıl korkulacak şey, bu düzenlerini kalbimize kadar sokmalarıdır, vücudun başkentini işgal edip ele, ayağa, göze, kulağa, başa, bileğe hükmetmeleri, bütün bunları kendilerine hizmet ettirmeleridir. Örneğin kapitalizm adı verilen zulmün ekonomiyi yönlendirmesinden ziyade, asıl korkumuz bu mikrobun yüreklerimize kadar yayılıp ahlâkımıza, düşüncemize, eylemlerimize, tavırlarımıza yansıması.
İslâm’ın erdemlerine ulaştığımız vakit, “devrim” içimizde gerçekleşecek, gönül ülkemize iman hâkim olacak, yani dâru’l-İslâm olacak kalbimiz. Sınırsız ve sınıfsız yürek devletimizde, bir ferdi dışarıda kalmamacasına konuk edeceğiz İslâm ümmetini. Böylece, önce içimizde oluşturacağız vahdeti. Vahdet tâciri değil; gerçek muvahhid olacağız ve Allah'a lâyık bir hale gelecek gönlümüz. “Kuluna şah damarından daha yakın olan”ı buyur edeceğiz. “Ey mekândan münezzeh olan! Senin için istiğfarımla temizleyip, gözyaşlarımla yıkayıp, zikir ve tesbihle süsleyip, ilim, irfan ve hikmetle döşeyip, takvâ ve ihsanla aydınlattığım kalbime buyur.” diyeceğiz. Elbette Allah o zaman rahmetiyle buyuracak, mağfiretiyle buyuracak, sekînetiyle buyuracak, tecellisiyle doyuracaktır. Asıl o zaman gerçekleşecek selîm kalp, eğer taşa dönüşmemişse kalbimiz, içimizdeki fırtına dinecek, gönül okyanusu sükûnet bulacak, böylece içimizdeki dünyanın keşfi, yeniden gerçekleşecektir: “Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle tatmin olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle tatmin olur.” 4078
İşte bu, iç savaşın zaferidir. Artık kalp devleti kurulmuştur. Onu kurmak bir savaşı gerektiriyorsa, korumak ve dışarı taşımak bin savaş ister. Durmak isteseniz de duramazsınız artık. İçinizdeki saâdetin öbür adı olan yürek devletini, yaşadığınız dünyaya hâkim kılmak için gerekli olan eylemleri, kalbiniz size danışmayacaktır bile. Organlarınız ona muhalefet etse de, aklınız onu onaylamasa da, o kendine özgü yöntemlerle ve imkânlarla gerçekleştirecektir görevini. Biliyorsunuz; “gönül ferman dinlemez.”
Kalbe özgü imkânların başında dünyanın en hassas ve gelişmiş radarı diyebileceğimiz basiret ve ferâset gelir. Herkesin bildiği gözler dışında bir gözden daha söz eden Kitab’ın diline kulak verelim: “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.” 4079
Bu vericimizle, uzaklığı ne olursa olsun bir dostumuza muhabbet sinyalleri gönderebiliriz. İrtidadın ve nifakın tabiat haline geldiği bir toplumda gerçek mü'mini bu radarlarımızla tanıyabiliriz. Bununla okuyabiliriz Allah'ın evrendeki âyetlerini,4080 nefislerimizdeki âyetlerini4081 ve bilgisine sahip olabiliriz. Bu bilgiyi "kitab-ı mestûr"un âyetleriyle çakıştırarak "hikmet"i bulabiliriz. Bilmeliyiz ki;
4077] 26/Şuarâ, 227
4078] 13/Ra’d, 28
4079] 22/Hacc, 46
4080] 51/Zâriyât, 20
4081] 51/Zâriyât, 21
- 984 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Kime hikmetten bir pay verilmişse ona çok hayır verilmiştir." 4082
İşte o zaman nicedir yayınını durduran kalbimiz başlayacak yayın yapmaya. İçimizdeki dünyanın en hassas radarları göğün ve yerin sevap görüntülerini yakalayarak kaydedecek kalp arşivimize. O zaman, yalnız bilmeyip, anlayacak (irfan); yalnız bakmayıp, göreceğiz (basiret). Her âyet, içimizde yeni bir ufuk açacak. "Allah'ın göğsüne bir inşirah verdiği, Rabbinden bir nur üzere olan"4083 biri olacağız. En gelişmiş telsizlere, telefonlara, telexlere taş çıkartan bu imkânı çalışır ve işler duruma getireceğiz. Rabbimizle aramızdaki ilişkiyi o hassas cihazla kontrol edeceğiz. O bizi sürekli uyaracak, otokontrol görevi yapacak.
Karıncanın ayak seslerinden daha usul gelen şirki duyacak, tüm maharetlerini kullanarak ve maskelerini takarak gelen nifâkı bu radarla tanıyacağız. Kulağımıza Rabbimizin adı geldiği zaman onun ibresi oynayıverecek; Allah'ın âyetleri okunduğu zaman kalplerimiz ürperecek ve imanlarımızı artıracaktır. "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman imanları artar ve Rablerine tevekkül ederler." 4084
"Ârif" olmadan "âlim", "müttakî" olmadan "mücâhid" olunamayacağını bilmemiz gerekiyor. Kalbe hangi güç hâkimse o bedene de tüm fonksiyonlarıyla birlikte "o güç" hâkimdir. İşgal olunmuş bir kalbin sahibinin hürlük iddiâsı, beylik bir iddiâdır. Kişi gönlünü neye kaptırmışsa gözü de onda olacaktır. Kişi gönlünü kime kaptırmışsa yüzü de ona dönük olacaktır, başka değil. 4085
"Fitneler, kalplere peş peşe isâbet ederler. Hangi kalp, o fitneleri kabul eder de sindirirse, o kalpte siyah bir nokta oluşur. Hangi kalp de o fitneleri kabul etmezse; o kalpte beyaz bir nokta oluşur. Bu şekilde kalpler iki çeşit olurlar. Beyaz olanı, beyaz ve sert sefâ taşı gibidir. Yeryüzü ve gökler, yerinde kaldığı müddetçe ona fitneler zarar veremez. Siyah olan diğeri ise, içinde olanı dökülmüş bir kap gibi kupkurudur. Ne iyiliği bilir, ne de kötülüğü inkâr eder, ancak hevâ-i nefsiyle hareket eder." 4086
Kur'an'da Kalbin Halleri
Kur'an; kalbin durumlarını, ibâdet ve takvâya meyilli kalplerin değişik yapı ve özelliklerini belirtir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: Mutmain kalpler,4087 selim kalpler,4088 Allah'a yönelmiş kalpler,4089 Allah anıldığı zaman titreyen kalpler,4090 Allah'a bağlı kalpler,4091 mütevâzı kalpler,4092 huşû içerisindeki kalpler. 4093
Kur'an'da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik durum ve
4082] 2/Bakara, 229
4083] 39/Zümer, 22
4084] 8/Enfâl, 2
4085] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 61 vd.
4086] Müslim, 144
4087] 13/Ra'd, 28
4088] 26/Şuarâ, 89
4089] 50/Kaf, 31-32
4090] 8/Enfâl, 2-3
4091] 8/Enfâl, 11
4092] 22/Hacc, 54
4093] 57/Hadîd, 16
KALP / GÖNÜL
- 985 -
özellikleri de şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı) kalpler,4094 eğri kalpler,4095 gâfil ve gaflete düşürülmüş kalpler,4096 taş gibi katı kalpler,4097 kılıflı kalpler,4098 hasta kalpler,4099 mühürlü kalpler,4100 bağlı kalpler,4101 kapalı kalpler,4102 kör kalpler,4103 kilitli kalpler. 4104
Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri: Kur'an'dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar… En sinsi hastalık: Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.
Kalp hastalıklarının ilacı ise; Kur’ân-ı Kerim'i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış. Kalbi arındırma yollarına mürâcaat edip güzel ahlâk ve ihlâslı ibâdet üzere olmak; Cesâret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kalbin Hastalığı ve Mühürlenmesi
Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.4105 Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp, marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı gösterir.4106 Bu âyetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyâkârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır.4107 Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık, hırs,4108 rics (pislik, iğrençlik, sefihlik), şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker.4109 Kalp marazı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onun insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu tıkayan bir belâ olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara.”4110 Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır.4111 Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahûdilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır.
4094] 3/Âl-i İmran, 159
4095] 3/Âl-i İmran, 7
4096] 18/Kehf, 28
4097] 2/Bakara, 74
4098] 2/Bakara, 88
4099] 2/Bakara, 10; 33/Ahzâb, 32
4100] 45/Câsiye, 23
4101] 7/A'râf, 100
4102] 41/Fussılet, 5
4103] 22/Hacc, 46
4104] 47/Muhammed, 24
4105] 47/Muhammed, 22
4106] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12...)
4107] 2/Bakara, 10
4108] Bk. 33/Ahzâb, 32
4109] Bk. 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53
4110] 39/Zümer, 22
4111] 57/Hadîd, 16
- 986 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kalbin paslanması, hak ve hakikate açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur.4112 Hastalanan ve paslanan kalp, nihâyet körleşir. Ve insan için esas körlük budur.4113 Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları dumûra uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faaliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir.4114 Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl faaliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanıyor. 7/A’râf, 179. âyeti ise, inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi;4115 hatmedilmesi/mühürlenmesi4116 ve kalbe kilit vurulması, 4117 kalbe perde çekilmesi4118 deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağı dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur.4119 Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Bir insan, Allah'a karşı sorumluluk ve şükran hissi duymaz, takvâ özelliklerine sahip olmazsa; kalp, kulak ve gözünde meydana gelen cereyan kesilmesi (mühür ve perde) onun idrâk cevherini yok eder. Ona gerçekleri en kesin bir dille anlatsanız da; o, bunu farkedemez. Çünkü Allah'ın yaratış sırrında güzellikler ve ihtişam vardır. Gözü perdeli, kalbi ve kulağı mühürlü olan bunu farkedemez. Dolayısıyla onların uyarılması ve uyarılmaması eşittir; inanmazlar.
Bütün kâfirlerin değil; insanî değerlerden soyutlanmış küfürde inatçı kimselerin kalpleri mühürlenir. Cenâb-ı Hak, küfre düşen bir kimseyi sonsuz rahmetiyle uzun süre gözetimde tutar; yani kalbini hemen mühürlemez. Ona dönüş şansı tanır. Fakat gurur, cimrilik ve azgınlıkta direnirse, İlâhî gazap mührünü vurur ve artık o iflâh olmaz. Artık bu kimse Fâtiha'daki "mağdûb-i aleyhim" grubuna girmiştir. Diğer kâfirler ise "dâllîn"dir; günün birinde, kendi tavırlarıyla liyâkat kesb ettiğinde Rabbimiz hidâyet verebilir.
4112] 83/Mutaffifin, 13-15
4113] 22/Hacc, 46
4114] Bk. 22/Hacc, 46
4115] 7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56
4116] 2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46
4117] 4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24
4118] 6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57
4119] Bk. 2/Bakara, 74
KALP / GÖNÜL
- 987 -
Müslüman açısından kalplerin mühürlenmesi gerçekleşmez; öyleyse bu konu sadece azgın kâfirleri ilgilendirir diyemeyiz. Günümüzde günahlar çok kolaylaşmış, bilerek veya bilmeyerek şirke, küfre düşmek olağan hale gelmiştir. Bir müslümanın, kalplerin mühürlenmesi, Allah'ın lanetine uğramasına giden yolları iyi bilmesi gerekir ki o tehlikeli istikamete meyl etmesin. Günahtan küfre, küfürden kalp mühürlenmesine giden korkunç tehlikelerden uzak kalmak için çok hassas olmalıyız. Şeytanın ve nefsin günah işletmekten muradı; bizi sadece günahkâr kılmak değil; fırsatını bulup kalbi mühürletecek noktaya getirmektir. Her günah da, tevbe edilmediği ve ısrar edildiği müddetçe sonu ümitsizliğe, uydurma te'villerle haramı helalleştirmeye, kalp katılığına, dolayısıyla küfre açılan bir kapıdır. Kur'an, bu nedenle günahlardan kaçmamızı ısrarla emretmektedir. Bir insan günah işleye işleye, adım adım küfre yaklaşır. Günah işleyen, daima günah çevresinde günahkârlarla dost olacağından, yavaş yavaş günahkârlığı karakter çizgisi haline getirir.
Günah işleyen, suçuna karşılık te'vil yolları arar. En tehlikeli oyun da budur. Bu te'vil hastalığı ilerleyerek Kur'an'a saygıyı azaltır. Sonunda küfre götürebilir. Zaten tevbenin temel sırrı budur. Günah işleyen, hiçbir mazeret, bahane icat etmeden, te'vile kapılmadan suçunu idrâk ve kendine itiraf etmelidir. Bu kabul, te'vilden ve küfürden kurtarır. Bu konuda İblis ile Hz. Âdem'in işledikleri hata konusundaki tavırları Kur'an'da ibret alacağımız şekilde vurgulanır. Günah kompleksine/karmaşasına düşerek de insan küfre doğru yönelebilir. Şeytanın bir oyunu da, günah işleyen insanı paniğe kaptırarak saflarına almaktır. Yani "sen nasıl olsa büyük günahkârsın; sen artık iflah olmazsın, öyleyse günaha devam; battı balık yan gider" sloganıdır. Bu yorum, temelden yanlış bir yargıdır. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Allah,(vazgeçilip tevbe edilince) bütün günahları mağfiret eder." 4120
Kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilâh edinme,4121 Allah’ın nimetlerine nankörlük,4122 azgınlık, zulüm,4123 bilgisizlik4124 gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebelir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler.4125 Küfre götüren günahlar açısından önemli bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken yasaklardır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfâz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terketmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zâlimin kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür. Yine küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında
4120] 39/Zümer, 53
4121] 45/Câsiye, 23
4122] 7/A’râf, 101
4123] 10/Yûnus, 74
4124] 30/Rûm, 56; 9/Tevbe, 87, 93
4125] 2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46
- 988 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yalan ve içki gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.
Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde selîm kalp adını almaktadır.4126 Allah’ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O’nun huzuruna selim bir kalple gelmiş olmasıdır.4127 Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana selim kalbi kazandırmaktır. Selim kalbin olmadığı kişide, din sadece bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gaye olan, kalbe sıfat yapılan “selîm” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslâm’la aynı köktendir. Yani selâm ve selâmet kökünden. O halde selîm kalp barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslâm da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslâm’ın teknik anlamı, Allah'a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selîm kalp, Allah'a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.
Kalbin imtihanını4128 başarıyla verenlerin onu rahmet ve re'fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz.4129 Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar. Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu, insanları nefretle kaçıran bir illettir.4130 Kur'an, kalplerin, Allah'ı zikirle yumuşadığını belirtir.4131 Allah'ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itminan ile yani sükûnet, ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur'an'a göre kalplerin itminanı yalnız ve yalnız Allah'ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez. 4132
Kur'an, mühürlenmiş kalplerin mütekebbir, müstekbir kalpler olduğunu beyan eder.4133 "Allah, mütekebbir cebbar (büyüklük taslayan her zorbanın) kalbini mühürler."4134 Burada mütekebbir sıfatına, cebbar vasfının eklendiğini görüyoruz. Cebbar; cebre, şiddete, zora, dehşet ve baskıya başvuran demektir. Anlaşılan o ki, Kur'an, mütekebbirlerde cebbarlık sıfatının da kaçınılmaz olduğunu vurguluyor.
Mühürlenmiş hastalıklı kalplerin bir dâvâ çevresinde birleşmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar, birliğin en emin yolunu, tevhidi, yani Allah'ın birliğini kabullenmeyerek kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların vücut verebilecekleri birlik ve beraberlik ancak dış planda bedensel ve maddesel olabilir. "Sen onları toplu, birlik ve beraberlik içinde sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır." 4135
Kalp bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur'an bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine
4126] 26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84
4127] Bk. 26/Şuarâ, 89
4128] 49/Hucurât, 3
4129] 57/Hadîd, 27
4130] 3/Âl-i İmran, 159
4131] 39/Zümer, 23
4132] Bk. 13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3
4133] 16/Nahl, 22
4134] 40/Mü'min, 35
4135] 59/Haşr, 14
KALP / GÖNÜL
- 989 -
karşı günah işlemesi, kalbine ihânetidir.4136
Kur'an'ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak, kalbin kilitli olmasının en önemli belirtisidir. "Peki bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?"4137 Âyette geçen "tedebbür", okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın manası üzerinde düşünmemek veya "biz Kur'an'dan bir şey anlayamayız" diyerek Allah'ın kelâmını rafa kaldırmak, kalbin mühürlenmiş olduğuna işarettir. Nitekim bu âyetin öncesinde4138 lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekilmiştir. "Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
"İman edenlerin, Allah'ı zikir ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsık kimselerdi."4139 Âyet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri Allah'ın zikrine, yani Kur'an'a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehl-i kitabın zamanla bozulduklarına, kalplerinin karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir. Bu âyet, zaman içinde Kur'an'a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslâm dünyasına mûcize bir Kur'an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur'an'ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.
Kalplerin katılaşmasından sonra fâsıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Kur'an nûruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşû ve huzur ile Allah'ı anması gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emaresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır. Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğzeden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım eder. 4140
4136] Bk. 2/Bakara, 283; Kur'an'ın Temel Kavramları, 269 vd.
4137] 47/Muhammed, 24
4138] 47/Muhammed, 23. âyette
4139] 57/Hadîd, 16
4140] Bk. 58/Mücadele, 22
- 990 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise, insanın kalbini sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur'an'dan ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine kararır ki, Kur'an tâbiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır. Takvâ sâyesinde Kur'an'ın hidâyetiyle, Allah'ın nuruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi iradesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş olur. Kalbi de imandan, sevgiden ibâdetten zevk almaz olur ve küfrü, isyanı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün nedenleri değildir. "Onlar sapınca, Allah da kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." 4141
Kalbin Mühürlenmesi Sebep Değil; Sonuçtur
Kalp nasıl mühürlenir? Bilindiği gibi, üzeri mühürlenmek, zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin zarfları ve kapıları gibidir. Ne kadar anlayışlarımız varsa orada saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki gayb haberleriyle ilgili haberler, kitaplardaki kavramlar duyma yoluyla bilinir. Kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine benzer. Hadis-i şerifteki her günahın, tevbe edilmediğinde kalpte kara bir leke oluşturması ve tekrarlandıkça bütün kalbi kaplaması, kalbin mühürlenmesidir. O salgın leke (virüs, mikrop) kalbe basılıp tab edilir. Başlangıçta, silinmesi mümkün kâğıttaki hata ile yazılmış bir harf, küçük leke iken, silinmez ve hatada ısrar edilirse matbû ve silinmez bir hale gelir. Diğer bir deyişle, alışkanlıkla ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare.
“Kâfirlerin kalbini Allah mühürlemişse, kâfirin müslüman olmamasında kabahati nedir?” sorusu akla geliyor. Allah, "Sen yüzünü hanîf olarak dine çevir. Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevir"4142 buyurur. Bu âyete göre Allah bütün insanları İslâm fıtratı üzerine yaratmıştır. Peygamber Efendimiz "her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsi yapar."4143 buyurur.
Tertemiz, pırıl pırıl yaratılan insan, zamanla çevrenin etkisiyle kirlenmeye başlıyor. Aynanın üzerindeki tozlar silinmeyince zamanla aynayı kapattığı gibi, günahlar da kalbi kapatıyor ve küfür de kalbin kilitlenip mühürlenmesine sebep oluyor. "İnsan, bir günah işlediğinde gönlünde siyah bir nokta belirir. Eğer kişi, günahına tevbe eder, pişman olursa, o siyahlık gider, yeri yeniden parlar."4144; "Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir. Hayır! Onlar şüphesiz o gün
4141] 61/Saff, 5
4142] 30/Rûm, 30
4143] Buhâri, K. Cenâiz 80; Müslim, K. Kader 25
4144] İbn Mâce, Zühd 29; Tirmizî, Tefsiru Sure 83/1; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 2/297
KALP / GÖNÜL
- 991 -
Rablerinden (O'nu görmekten) mahrum kalmışlardır. Sonra onlar cehenneme girerler." 4145
Bu, ömrü deri dibağlamayla geçen kişinin gül kokusundan nefret etmesi gibi, zafiyet hastalığına uğrayan kişinin kendisine yararlı yağlı yiyeceklerden nefret etmesi ve istifra etmesi gibi, kâfirler de küfürle öylesine içli dışlı olurlar ki gül gibi İslâm'dan kaçarlar. Gözleri güzellikleri görmez. Görse de kedinin bülbülü bir yudumluk et görmesi gibi görür. Her şeyin değerini paraya göre ölçer. Kulağı para sözünden başka konuşmalara kapalıdır. O öyle isteyince Allah da onun kalbini mühürler ve gözünü perdeler.
Günahlar art arda gelince kalbi kapatır. Günah onu kapatınca Allah tarafından mühürleme ve damgalama gelir. Bu durumda iman, kalbe girecek yol bulamadığı gibi küfürden kurtaracak bir kurtarıcı da bulamaz. İşte bu, kalbin mühürlenmesidir. Müttakîler için kurtuluş rehberi olan Kitab'ın ve ondaki uyarıcı beyanların inatçı kâfirlerce hiçbir değeri yoktur. Mü'minlerin gönüllerine, ruhlarına açılan bütün pencereler, kâfirlere kapalıdır.
İnatçı kâfirlerin kalp ve kulaklarının mühürlenmesi, gözlerinde perde olması, onların Hakk'ı reddetme nedeninin, kendi hataları olmadığı ve sadece Allah'ın dilemesi ile olduğu anlamına gelmez. Onlar, kabul etmezler, iman etmezler; çünkü Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Bu mühürleme ve perdeler onların Hakk'ı kabul edememelerinin nedeni değil; bilakis reddetmekte inat etmelerinin bir sonucudur. Kur'an, tabiattaki İlâhî kanundan söz eder: Eğer bir kimse, bir şey hakkında aleyhte önyargı sahibi olur ve sürekli bu önyargısını beslerse, o şeyde ne iyi bir taraf görebilir, ne iyi bir şey işitebilir, ne de tarafsızca değerlendirmek için ona kalbini açabilir. Bu, Allah'ın tabiattaki kanunlarından biri olduğu için kalpleri, kulakları mühürlemek ve gözleri perdelemek özellikleri O'na atfedilmiştir.
Bu mühürleme ve tab edilmenin (baskı'nın) kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Mühürlemenin Allah'a isnâdı, mecaz değil; gerçektir ve cebir (zorlama) yoktur. Günahların kalbi paslandırıp leke ve mikroplandırmasıyla ilgili hadis ve kalbin pas tutmasıyla ilgili Kur’an4146 ahlâkta alışkanlık meselesini ne güzel açıklar. Ahlâkın ve dinin kıymetinin, devam ve alışkanlıkta olduğunu ne veciz anlatır. Bir günahta ısrar etmekle etmemenin farkı da bundandır. Günahı helal saymanın, haramı helal kabul etmenin küfür olması da bununla ilgilidir.
İman meselesinde kâfirler için bu alışkanlığın sonucu, bu sonradan edinilen ikinci huy, bu kökleşmiş meleke ne ise; amel konusunda mü'minler için ibâdetlerin durumu da böyledir.
İyiliklere, âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir ikinci huy olur. Hayatın akışı bu alışkanlığın kazanılması demektir. İlk yaratılışta beşer iradesinin ilgisi yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hissesi önemlidir. Bununla beraber, bunun üzerine sonuç olarak yaratma yine Allah'ındır. Ama ilk yaratılış gibi cebr, yani zorlama yoktur. Aynı zamanda insanın yaratıcılığı da yoktur; yalnız eylemi, kesbi, yani kazancı vardır. İnsan bir taraftan yaratılmışı alır, diğer taraftan yaratılacağı kazanır. Onun kalbi, Allah'ın yarattığı ve yaratmasının güzergâhıdır. Allah, insanlara başlangıçta kalp vermeseydi veya kendiliğinden
4145] 83/Mutaffifin, 14-16
4146] 83/Mutaffifin, 14
- 992 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mühürlü olarak kalbi yaratsaydı, o zaman cebr/zorlama olurdu. Allah, mührü, insan irâdesi ve alışkanlığıyla sonradan oluşturduğu ikinci huyundan, kulun istemesinden sonra vurmuştur. Kader, bir bilmedir, zorlama değildir. Bunlar, Allah'ın ilminden dolayı kâfir olmamış; kâfir olduklarından ve olacaklarından ötürü Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.4147
"...Allah, münâfıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür. Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra küfretmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar."4148 Münâfıklar, küfürleri sebebiyle kalpleri mühürlenmiştir de artık hiç anlamazlar. Allah onlara sadık bir müslüman, şerefli bir insan olmayı nasip etmemiştir. Onlarda hakikati kavrama yeteneği kalmayıp onların ahlâkî duyguları silinmiştir. Çünkü böyle bir yolda yürüdükleri, davranışları arasında çelişkilerle yaşadıkları için, bu değerlerden mahrum olmuşlar ve bu zilleti kendileri tercih etmişlerdir. Onlar, mü'min olduklarını söylemelerine rağmen, küfür yolunda ısrar etmiş ve bu yüzden de Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu kimselerdir. Çünkü onlar, kendileri için münâfıklığı tercih etmiş ve Allah da onlara bu ahlâkî rezilliği nasip etmiştir. Allah'ın yarattığı psikolojik yasalar dolayısıyla küfür, kibir ve nifak, kalbin mühürlenmesine neden olur. İnsan inkâr ettikçe kalbi katılaşır, hiçbir şeye inanmaz olur. Allah, hakikati kabul etmek istek ve niyeti gösterenin kalbini mühürlemez. Ancak kâfirlerin, zorbaların kalplerini mühürler. Anlamak istemeye istemeye anlayışsızlık onların huyu, doğal durumu haline gelir. Gönül, alıştığı huylardan başkasına istek göstermez. O insan, vurdumduymaz olur. Allah o kimseleri kendi nefislerine, bâtıl arzularına terkeder. İşte Allah'ın kalpleri mühürlemesi, bu psikolojik durumu anlatmaktadır.
"Ve onlara büyük azap vardır." İnatçı küfrün sonucu budur. Allah'ın uyarıcı beyanlarını hiçe saymanın, azapla korkutulmakla korkutulmamayı eşit görmenin doğal sonucu elbette bu olacaktır. Bu dünyada küfür devletinin yıkılması, zulme dayanan saltanatlarının yerle bir olması onlara büyük azap olduğu gibi; âhirette büyük azap vardır. Bu âyetteki azâbın yalnız âhirette olacağı mânâsına gelmez. Âyetlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenlere dünyada rüsvaylık, âhirette de büyük azap vardır.4149 Mescidlerde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlere, o mescidlerin harap olmasına çalışanlara dünyada rezillik, âhirette büyük azap vardır.4150 Allah ve Rasûlü'ne karşı savaşanların yeryüzünde bozgunculuk yapanların cezası dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır. 4151
Kur’an’da Kalp, Kulak ve Gözün Konumu
Hiçbir şey bilmeden anne karnından çıkan insana Allah’ı hakkıyla tanıyıp şükretmesi için kalp, göz ve kulak gibi nimetler verilmiştir. 4152
Allah’tan gâfil olanlar, kendi iradeleriyle kulak, göz ve kalplerini fıtratları doğrultusunda kullanmadıkları için Allah, onların kulak ve kalplerini mühürlemiş
4147] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 97
4148] 63/Münâfıkun, 1-3
4149] 2/Bakara, 85
4150] 2/Bakara, 114
4151] 5/Mâide, 33
4152] Bk. 16/Nahl, 78
KALP / GÖNÜL
- 993 -
ve gözlerine perde çekmiştir.4153
Kulak, göz ve kalplerini gereği gibi kullanıp Allah'a teslim olamayanlar, insanlıklarını kaybederler; hayvandan daha aşağı derekeye düşerler. 4154
Kulak, göz ve kalp, yaptıklarından (ve yapmak zorunda olup da yapmadıklarından) sorumludur. 4155
Gerçek körler, kafa gözü görmeyenler değil; kalp gözlerini, basiretlerini kaybedip tarihten ibret almayan ve geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar edenlerindir. 4156
4153] Bk. 2/Bakara, 7; 16/Nahl, 108
4154] Bk. 7/A’râf, 179
4155] Bk. 17/İsrâ, 36
4156] Bk. 22/Hacc, 46
- 994 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kalp Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İsim Halindeki Kalb ve Çoğulu Kulûb Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 132 Yerde): 2/Bakara, 7, 10, 74, 88, 93, 97, 118, 204, 225, 260, 283; 3/Âl-i İmrân, 7, 8, 103, 126, 151, 154, 156, 159, 167; 4/Nisâ, 63, 155; 5/Mâide, 13, 41, 41, 52, 113; 6/En’âm, 25, 43, 46; 7/A’râf, 100, 101, 179; 8/Enfâl, 2, 10, 11, 12, 24, 49, 63, 63, 70; 9/Tevbe, 8, 15, 45, 60, 64, 77, 87, 93, 110, 110, 117, 125, 127; 10/Yûnus, 74, 88; 13/Ra’d, 28, 28; 15/Hıcr, 12; 16/Nahl, 22, 106, 108; 17/İsrâ, 46; 18/Kehf, 14, 28, 57; 21/Enbiyâ, 3; 22/Hacc, 32, 35, 46, 46, 53, 53, 54; 23/Mü’minûn, 60, 63; 24/Nûr, 37, 50; 26/Şuarâ, 89, 194, 200; 28/Kasas, 10; 30/Rûm, 59; 33/Ahzâb, 4, 5, 10, 12, 26, 32, 51, 53, 53, 60; 34/Sebe’, 23; 37/Sâffât, 84; 39/Zümer, 22, 23, 45; 40/Mü’min, 18, 35; 41/Fussılet, 5; 42/Şûrâ, 24; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 16, 20, 24, 29; 48/Fetih, 4, 11, 12, 18, 26; 49/Hucurât, 3, 7, 14; 50/Kaf, 33, 37; 57/Hadîd, 16, 16, 27; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 2, 10, 14; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 3; 64/Teğâbün, 11; 66/Tahrîm, 4; 74/Müddessir, 31; 79/Nâziât, 8; 83/Mutaffifîn, 14.
B- Fiil Halindeki Kalb ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 36 Yerde): 2/Bakara, 143, 144; 3/Âl-i İmrân, 127, 144, 149, 174, 196; 5/Mâide, 21; 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 119, 125; 9/Tevbe, 48; 12/Yûsuf, 62; 16/Nahl, 46; 18/Kehf, 18, 36, 42; 22/Hacc, 11; 24/Nûr, 37, 44; 26/Şuarâ, 50, 219, 227, 227; 29/Ankebût, 21; 33/Ahzâb, 66; 40/Mü’min, 4; 43/Zuhruf, 14; 47/Muhammed, 19; 48/Fetih, 12; 67/Mülk, 4; 83/Mutaffifîn, 31, 31; 84/İnşikak, 9.
C- Gönül Anlamındaki Fuâd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 6/En’âm, 110, 113; 11/Hûd, 120; 14/İbrâhim, 37, 43; 16/Nahl, 78; 17/İsrâ, 36; 23/Mü’minûn, 78; 25/Furkan, 32; 28/Kasas, 10; 32/Secde, 9; 46/Ahkaf, 26, 26; 53/Necm, 11; 67/Mülk, 23; 104/Hümeze, 7.
D- Kalb Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- İnsana Verilen Kalp, Allah'ın Nimetidir: Mü'minun, 78; Secde, 9; Ahzab, 4.
b- Kalb-i Selim: Şuara, 89.
c- Kalplerin Huzuru: Ra'd, 27-28.
d- Katılaşan Kalbin Misali: Bakara, 74.
e- Kalp Körlüğü: Hacc, 46.
f- Kalplerdeki Niyetlerde Vebal Vardır: Bakara, 225; Ahzab, 5, 51.
g- Kâfirlerin Kalpleri Birbirine Benzer: Bakara, 118; Al-i İmran, 11; Hûd, 110; Zâriyat, 52-53.
h- Kalplerdeki Niyetlerde Vebal Vardır: Bakara, 225; Ahzab, 5, 51.
i- Allah, Kalplerdeki Niyetleri Bilir: Ahzab, 51, 54; Mü'min, 19.
j- Allah, Yalancıları da Sadıkları da Bilir: Ankebut, 3.
k- Günah, Kalbi Paslandırır: Mutaffifin, 14.
l- Herkese Doğruyu Görecek Basiret (Kalp Gözü) Verilmiştir: En'am, 103.
m-Taş-Kalp İlişkisi: Bakara, 74.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Kalbi karartan ve katılaştıran şey: Kütüb-i Sitte, 12, 324
Kalbin Hususiyeti: K. Sitte, 17, 500
Kalplerin Öldüğü günde kalbin ölmemesi: K. Sitte, 17, 178-179
Maddi ve manevi kalbin birbiriyle alakası: K. Sitte, 10, 289
Gönül zenginliği: K. Sitte, 15, 178
Kalp rikkati: Buhârî, Tecrid, 12, 356
Kalb-i mürekkeb: Buhârî, Tecrid, 1 Mukaddime 309
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’ân’da Kalb ve Mühürlenmesi, Yener Öztürk, Işık Y.
2. Kitabu’l Kalb, -Yürek Çağrısı-, Ramazan Kayan, Çıra Y.
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 190-198
4. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 180-184
5. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 475-495
6. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 83-84
7. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 50
8. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 90-97
KALP / GÖNÜL
- 995 -
9. El-Mizan Fi Tefsiri'l-Kur'an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 81-84
10. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 53-61
11. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 43-45
12. 12- Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 81-119
13. 13- Arınma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. c.1, s. 77-107
14. 14- Kur'ani Araştırmalar, Murtaza Mutahhari, Tuba Y. c. 1, s. 71-82
15. 15- Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 290-291
16. 16- TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y., c. s.
17. 17- Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 20, 176, 267, 310
18. 18- Kur'an'da Nefs Kavramı, Ahmet Ögke, İnsan Y. s. 58-59
19. 19- Kur'an'da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y. s.52 -59 Duyular: 169-185
20. 20- Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 61-72
21. 21- Kur’an’da Kalite Kavramı, Bayraktar Bayraklı, M.Ü. İ.F. Y.
22. 22- Vesvese; Mehmed Paksu, Nesil Y. s. 71-88
23. 23- Kur'an'ın Temel Kavramları, 267-276
24. 24- Kur'an'da Vicdanın Önemi, Harun Yahya, Vural Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:46

KADIN

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KADIN


- 899 -
Kavram no 110
Nimet 14
Bk. İnsan/Nâs; Hilâfet-Halife;
Halk/Yaratma; Âile; Nikâh
KADIN
• Kadın; Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de Kadın Konusu
• Hadis-i Şeriflerde Kadın
• Câhilî Düşünce ve Diğer Dinlerde Kadın
• İslâm'da Kadın
• Aile Hayatında Kadın
• Kadının Örtüsü/Tesettür ve Hicab
• Yozlaşan Geleneksel Tavır
• Toplumsal Hayatta Müslüman Kadın
• Müslüman Kadının Toplumsal Hayata Katılma Âdâbı
• Haremlik-Selâmlık; İhtiyattan Bid’ate
• İslâmî Harekette Kadın
• Kadın-Erkek Eşitliği mi, Adâlet, Uyum ve Birbirini Tamamlama mı?
• Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için; sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde ibâdete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki ittika ederler/korunurlar." 3702
Kadın; Mâhiyeti
Kadın, insan denen varlığın yarısı, bir cinsi, bir elmanın diğer yarısı gibi olan erkeğin eksikliklerinin kendisiyle tamamlandığı kişidir. Kadın denilince, tarih boyunca ve güncel değerlendirmede çoğunlukla mazlum bir tip karşımıza çıkmaktadır. Tarihî süreçte çoğunlukla ezilmiş, hor görülmüş, emeği ve cinsiyeti sömürülmüş, bir hizmetçi ve hatta bir köle statüsünde kabul edilmiştir. Günümüzde de durum pek farklı değildir. Kendisine öncelik ve değer veriliyor gösterilerek kadın, erkeklerin yine kölesi olarak kabul edilmekte, cinsel obje ve reklam aracı olarak yaklaşılmaktadır. Bazı müslümanlar da din adına ayrım ve adâletsizlik yapmakta, geleneksel yaklaşımın Kur’an ve Sünnete ters anlayış ve uygulamalarını örf ve âdet olarak sürdürmekte, kadına zulmetmektedir. Aslında, gerçek İslâm toplumunda kadın sorunu diye bir problemden bahsedilmez. Ancak, ortak
3702] 2/Bakara, 187
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanî problemler sözkonusu olabilir. Asr-ı Saâdet, bunun en güzel örneğidir.
Doğmasından utanç duyulan kadını İslâm, horlandığı mevkîden alıp yükselterek insanlık açısından erkekle aynı düzeye getirmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde erkek ve kadına birlikte hitap edilmektedir. Dünyada kadının ruhunun bulunup bulunmadığının tartışıldığı bir sırada İslâm, kadını erkeğin parçası saymış ve onu erkek gibi teklife ehil (yükümlü), insanlık bakımından tamamen erkekle eşit kılmıştır. 3703
Erkeklere farz olan şeyler, kadınlara da farz, erkeklere yasak olanlar kadınlara da yasaktır. Dinin en önemli emirlerinden olan iyiliği emir, kötülükten men’etme görevi, hem erkeklere ve hem de kadınlara verilmiş bir görevdir.3704 Ma’rûfu emir ve münkerden nehy, bir öğreticiliktir. Demek ki İslâm, kadına toplumda öğreticilik görevini de vermiştir. Nitekim Peygamber’in (s.a.s.) hanımları, onun hadislerini ve dinî hükümleri kadın-erkek ashâba anlatıp öğreterek öğretmenlik görevini yapmışlardır. İlk müslüman kadınlar da Allah’ın bu emrini yerine getirmişler, dinlerini korumak ve savunmak için çeşitli güçlüklere, işkencelere göğüs germişler, yurtlarından çıkarılmışlar, şehid olmuşlardır.
Peygamberimiz, hemen her savaşta hanımlarından birini beraberinde götürürdü. Erkeklerin yanında kadınlar da savaşa katkıda bulunmuş, savaşçılara su taşıma, hastalara bakma, yaralıları nakletme gibi askerî görevler yapmışlardır. Cuma ve bayram namazlarına iştirâk etmişler, kendilerine özgü yerde sıraya girerek erkeklerle birlikte Allah’a ibâdet etmişlerdir.
Hz. Peygamber’in, erkeklerden ayrı olarak kadınlardan da bey’at alması, kadına verilen özgürlüğü ve erkeklerle eşit siyasî katılım hakkını göstermesi açısından çok önemlidir. Hz. Peygamber, hanımlarına son derece nâzik davranmış ve kerîm/olgun insanların kadınlara güzel davranacağını; kadınlara katı davrananların kaba ve kötü insanlar olduklarını belirtmiştir. 3705
Allah, ilk insan Âdem’i (a.s.) topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır.3706 Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz." 3707
Kadın-erkek insan, yeryüzünün halifesidir.3708 Emâneti insan olarak beraber yüklenmişlerdir.3709 Hiç kimse, doğuştan ayrıcalıklı değildir. Erkek ve kadın olarak dünyaya gelmek konusunda hiçbir insanın kendi irâdesi sözkonusu değildir. Dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk veren Allah’tır.3710 Bir kimseyi akîm/kısır kılan da Allah’ın irâdesidir.3711 Allah’ın seçimine rızâ göstermekten, şükretmekten başka yapılacak da yoktur. Allah yanında fazilet ve üstünlüğün ölçüsü cinsiyet değil; takvâdır. 3712
3703] bkz 16/Nahl, 97; 3/Âl-i İmrân, 195; 33/Ahzâb, 35; 9/Tevbe, 72
3704] 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 10, 104
3705] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
3706] 4/Nisâ, 1
3707] 2/Bakara, 187
3708] 2/Bakara, 30
3709] 33/Ahzâb, 72
3710] 42/Şûrâ, 49
3711] 42/Şûrâ, 50
3712] 49/Hucurât, 13
KADIN
- 901 -
Çoğu insanın ve hatta nice müslümanın düşünce, kültür ve uygulamasında kadın hor görülmekte, ikinci sınıf varlık sayılmaktadır. Bu, İslâm’ın yıktığı câhiliyye hayatının kalıntılarından ibâret gayr-i İslâmî bir durumdur. Bu bakış açısı neticesinde, kadının erkeğe kayıtsız şartsız itaati, onun her alanda kendisinden üstün olduğunu bilmesi, fitne çıkarmamak için mescidlere gitmemesi, sesini asla erkeklere duyurmaması, buna rağmen cehennemin çoğunluğunu kendi cinsinin oluşturacağına inanması istenmiş; toplumdan İslâmî kültür ve eğitimden, mescidden soyutlanıp evine kapanabildiği ölçüde takvâda ileri gideceği düşüncesi yerleştirilmiştir.
Kur’an’da bu şekilde bir cinsin toplumda pasifize edilmesi sözkonusu olmadığı gibi, Rasûlullah döneminde de bu şekilde yaşanmamıştır. Aslında, Peygamberimiz’e ilk inanıp ilk müslüman olan kimse bir kadın olduğu gibi (Hz. Hadice), İslâm yolunda ilk şehid düşen kimse de kadındır (Hz. Sümeyye).
Kur'ân-ı Kerim'de Kadın Konusu
Kur’ân-ı Kerim’de insanlığın tek bir nefisten yaratıldığı 3713 bildirilmiş, bütün insanların Allah’a kulluk için yaratıldığı 3714 genel hükmü ile hemen her konuda kadın-erkek aynı emir ve yasaklarla muhâtap tutulmuş, aynı günah ve sevâba erişecekleri bildirilmiştir.
Kur’an’daki hükümler, kadın-erkek bütün müslümanlara ortaktır. Kur’an, kadın ve erkek cinsi için “en-nâs/insanlar” kelimesi kullanır. Kadın-erkek mü’minler için “ellezîne âmenû/iman edenler” ifâdesi dillendirilir. “Ey iman edenler!” veya “Ey nâs -insanlar-!” diye kadın ve erkeklere ortak hitap edilir. Peygamberimiz, kadını ve erkeğiyle bütün insanlığın peygamberidir.3715 O’nun getirdiği hidâyet yoluna, sırât-ı müstakîme uyan kadın ve erkeklere cennet vardır: “...İster erkek, ister kadın olsun, mü’min olarak kim sâlih amel/hayırlı iş yapmışsa onlar cennete girecektir...”3716
Kur’an’da “Nisâ”, yani Kadınlar anlamına gelen ve kadınlarla ilgili birçok hükmü içeren bir sûre vardır. Kur’ân-ı Kerim’in, yine 19. sûresi, bir kadın olan “Meryem” adını almıştır. “Nisâ” (kadınlar) kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 59 yerde geçer. "İmrae" (kadın) kelimesi ise 26 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim, âile konusuna büyük önem vermiş, bu konuyla ilgili ayrıntılı hükümler vaz etmiştir. Kur’an’da “zevc-zevce" (eş) kavramı, tam 81 yerde kullanılırken, “nikâh” kelimesi de 23 yerde geçer.
Kur’ân-ı Kerim’de gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir. 3717
“Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri, kadınların da kazandıklarından nasipleri var.”3718 Bu âyet, erkek gibi kadının da, sadece mânevî kazanımlarını değil; maddî kazanımlarını da vurgulamaktadır. Hukukî ve ticarî işlemleri yapma hususunda
3713] 4/Nisâ, 1
3714] 51/Zâriyât, 56
3715] 7/A’râf, 158; 34/Sebe’, 28
3716] 40/Mü’min, 40
3717] 3/Âl-i İmrân, 195; 9/Tevbe, 71
3718] 4/Nisâ, 32
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadın, erkeklerle aynı konumda kabul edilmiştir.
Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'i topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır.3719 Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz."3720 Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir.3721 Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.
‘Ben cinleri ve insanları, ancak Bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.” 3722
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi uluslara ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı olanınız/O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır.” 3723
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” 3724
“Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniz- içinizden, amel eden/çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi yanında olandır.” 3725
“Erkek olsun, kadın olsun; her kim de mü’min olarak sâlih ameller/iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” 3726
“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..." 3727
“Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” 3728
“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendinizi (temasa) önceden (iyi davranışlarla) hazırlayın. Her davranışınızda Allah’tan korkun. Bilin ki siz O’na mülâkî olacaksınız. Mü’minleri müjdele!” 3729
“...Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde birtakım iyi davranışa dayalı hakları vardır. Ancak, erkekler için kadınlar üzerinde bir derece (âile
3719] 4/Nisâ, 1
3720] 2/Bakara, 187
3721] Bk. 7/A'râf, 26
3722] 51/Zâriyât, 56
3723] 49/Hucurât, 13
3724] 4/Nisâ, 1
3725] 3/Âl-i İmrân, 195
3726] 4/Nisâ, 124
3727] 2/Bakara, 187
3728] 30/Rûm, 21
3729] 2/Bakara, 223
KADIN
- 903 -
reisliği) vardır. Allah azîzdir, hakîmdir.” 3730
“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.” 3731
“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır.” 3732
“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) İkiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız, bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona vâris olmuş ise anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah (tarafın)dan konmuş farzlar (paylar)dır. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.”3733 (İslâm’ın miras hukukunda paylar ile mükellefiyetler arasında dengeleme yolu tutulmuş, daha çok harcama yapmak mecbûriyetinde olanlara çok, daha az harcama yapanlara az hisse verilmiştir. İslâm âile hukukuna göre, evlenirken mehir verecek, düğün masrafı yapacak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın akrabasına ve gerekse eş ve çocuklarına bakacak, onlara yiyecek, giyecek, mesken gibi asgarî ihtiyaçları temin edecek yine erkektir. İşte bu sebepledir ki genellikle mirasta erkeklerin payı, kadınlarınkinin iki misli olmuştur.)
“Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (bilin ki) Allah’ın, hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”3734 (İslâm’dan önce Araplar kadına çok kötü muâmele ediyor, bu cümleden olarak kocası ölen kadını, adamın miras bıraktığı mal gibi telâkkî ediyorlar, kadın istemese bile onunla evlenme veya onu başkasıyla evlendirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar, kadını kullanarak maddî menfaat sağlama yoluna gidiyorlardı. Bu âyet, bütün bu haksızlıklara son vermiş, kadına lâyık olduğu hakları getirmiştir.)
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”3735 (Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Aile küçük
3730] 2/Bakara, 228
3731] 3/Âl-i İmrân, 14
3732] 4/Nisâ, 7
3733] 4/Nisâ, 11
3734] 4/Nisâ, 19
3735] 4/Nisâ, 34
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya edilen bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak şeklinde -ki, acı vermekten çok, psikolojik ceza unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.)
“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 3736
“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” 3737
“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.”3738 (Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa, ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar.)
“Sizi bir tek nefisten yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini (Havvâ’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hâmileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: ‘Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız’ diye duâ ettiler.” 3739
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri/dost ve yardımcılarıdır. İyiliği emreder, kötülükten men’ ederler; namazı kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah azîzdir/dâima üstündür, hakîmdir/hüküm ve hikmet sahibidir.” 3740
“Nâmuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şâhit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şâhitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar.” 3741
3736] 4/Nisâ, 35
3737] 4/Nisâ, 128
3738] 4/Nisâ, 130
3739] 7/A’râf, 189
3740] 9/Tevbe, 71
3741] 24/Nûr, 4
KADIN
- 905 -
“Nâmuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zinâ isnâdında bulunanlar, dünyâ ve âhirette lânetlenmişlerdir. Dilleri, elleri ve ayaklarının, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şâhitlik edeceği bir günde onlar için çok büyük bir azap vardır.” 3742
“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...” 3743
“Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size mi ayırdı?! Rahmân’a isnat edilen kız çocuğuyla, onlardan biri müjdelenince hiddetinden yüzü simsiyah kesilir. Süs içinde yetiştirilip savaş edemeyecek olanı istemiyorlar mı? Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler? Onların bu şâhitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.” 3744
“Onlar (müşrikler), kızları Allah’a -ki Allah bundan münezzehtir-, beğenip hoşlandıklarını (erkek çocukları) da kendilerine nisbet ediyorlar.” 3745 (Huzâa ve Kinâne kabîleleri, ‘melekler, Allah’ın kızlarıdır’ diyorlardı. Hâlbuki kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Nitekim, bundan sonraki âyetler onların kız çocuklarına karşı takındıkları tavrı çok iyi tasvir etmektedir.)
“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur). Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” 3746
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda... her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.” 3747
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer ittika ediyor/(Allah’tan) korkuyorsanız, sözü, (yabancı erkeklere karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse kötü ümide kapılmasın. Mar’rûf/güzel ve münâsip sözler söyleyin. Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, ricsi/şek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.” 3748
“(Allah’ın emrine uyan) Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâata devam eden erkekler ve tâata devam eden kadınlar, (niyet, söz ve hareketlerinde) doğru erkekler ve doğru kadınlar, mütevâzi erkekler ve mütevâzi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, (tesbîh, tahmîd, tehlîl, tekbir, Kur’an tilâveti ve ilimle) Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (işte) Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” 3749
3742] 24/Nûr, 23-24
3743] 24/Nûr, 26
3744] 43/Zuhruf, 16-19
3745] 16/Nahl, 57
3746] 16/Nahl, 58-59
3747] 81/Tekvîr, 8-9, 14
3748] 33/Ahzâb, 32-34
3749] 33/Ahzâb, 35
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve mü’min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 3750
“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftirâ uydurup getirmemek, ma’rûfta/iyi iş işlemekte Sana karşı gelmemek husûsunda Sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”3751 (Biat şartları arasında sayılan, “elleriyle ayakları arasında bir iftirâ uydurmama” tâbiri, gayri meşrû bir çocuk dünyaya getirip onu kocasına nisbet ederek iftirâ etmeme anlamına gelmektedir. Âyet, Mekke fethi günü nâzil olmuş, Hz. Peygamber, erkeklerden sonra kadınların biatini kabul etmiştir.)
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 3752
“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi. Allah, iman edenlere de Fir’avn’un karısını misâl gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Fir’avn’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti. Irzını korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona rûhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.”3753 (Âyetlerde bahsedilenlerden Hz. Nûh’un karısı, kocasına inanmadığı ve Allah’a iman etmediği gibi kavmine kocasının mecnun olduğunu söylerdi. Hz. Lût’un karısı da, kâfirdi ve kocasına gelen erkek misafirleri, gece ateş yakarak, gündüz de duman çıkararak haber verirdi. İkisi de lâyık oldukları cezâya çarptırıldılar. Firavun’un karısı Âsiye, Allah’a ve Hz. Mûsâ’ya iman etmişti. Bundan dolayı kocası Firavun, onu ellerinden ve ayaklarından dört kazığa bağlamış, göğsüne kocaman bir taş koymuş, öylece yakıcı güneşe bırakmıştı. İşkence ânında, zikredilen duâyı yaparken rûhu kabzedilmiştir.)
Tesettürle İlgili Âyet-i Kerimeler:
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.” 3754
“Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan)
3750] 33/Ahzâb, 36
3751] 60/Mümtehıne, 12
3752] 64/Teğâbün, 14
3753] 66/Tahrîm, 10-12
3754] 7/A’râf, 26-27
KADIN
- 907 -
korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları hâriç olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık husûsiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” 3755
“Bir nikâh ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların, ziynetlerini (yabancı erkeklere) göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Yine de iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.”3756 (İhtiyar olan kadınların, kadınlık câzibelerini büyük ölçüde kaybetmiş olmalarından ve bir fesâda yol açmaları ihtimali olmadığından; çarşaf, manto, pardösü gibi dış elbiselerini çıkarmalarına ruhsat verilmiştir. Yaşlı bile olsa, mahremi dışındaki yabancı erkeklere güzel görünmek için süslenmek, özellikle de açılıp saçılmak, bütün müslüman hanımlara haramdır. İhtiyar kadınların dışındaki bayanların da yabancı erkeklere karşı üzerlerinde dış elbiseleri bulunmaları gerekmektedir.)
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 3757
Hadis-i Şeriflerde Kadın
Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik sözleri ve uygulamaları, Kur’an’ın çizdiği; Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyede; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeyde olan, hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresine uygundur. Rasûlullah’ın şahsında kadınlar, her zaman meseleleriyle ilgilenen, eşleriyle olan anlaşmazlıklarında ara buluculuk yapan, haklarını koruyan, erkeklere eşlerine iyi davranmalarını öğütleyen ve kendi yaşayışıyla da buna örnek olan bir dost ve hâmi bulmuşlardır.
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” 3758
"Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme en iyi olanınızım." 3759
"Mü'minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve âilesine nâzik davranandır." 3760
"Uğursuzluk yoktur. Ancak üç şeyde uğur olabilir: Kadında, atta, evde." (Câhiliyye insanları uğursuzluğu bu üç şeyde ararlardı.). 3761 “Uğursuzluk evde, kadında ve kısraktadır” şeklindeki Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği meşhur hadis rivâyetine ise, Hz.
3755] 24/Nûr, 31
3756] 24/Nûr, 60
3757] 33/Ahzâb, 59
3758] Müslim, Birr 149
3759] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214
3760] Nesâî, Işretu'n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612
3761] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 218
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âişe, duyduğu zaman itiraz ederek şunları söylemiştir: “Kur’an’ı Ebu’l-Kasım’a indirenin hakkı için, bu hadisi aktaran yalan söylemiş. Rasûl (s.a.s.) ancak şunu dedi: “Câhiliyye ehli şöyle derlerdi: ‘Uğursuzluk; binek kadın ve evdedir.”
“Kadınlar, erkeklerin kızkardeşleridir.” 3762
“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” 3763
"... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." 3764
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” 3765
“Dünya bir metâ’dır. Dünya metâının en hayırlısı sâliha kadındır.” 3766
“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” 3767
“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” 3768
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” 3769
“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözbebeğim kılınan namaz.” 3770
“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise namazda kılındı.” 3771
“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?” 3772
Ümmü Atiyye (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte yedi ayrı gazveye çıktım. Ordugâhlarda ben geride kalır, askerlere yemek yapar, yaralıları tedâvi eder, hastalara bakardım.” 3773
3762] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 2329
3763] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
3764] Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmâret 20
3765] Tirmizî, Birr 13
3766] Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15
3767] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469
3768] Ahmed bin Hanbel, I/191
3769] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2
3770] Müslim, Talâk 31, 34
3771] Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1
3772] Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340
3773] Müslim, Cihâd 142, hadis no: 1812
KADIN
- 909 -
İbn Abbâs (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kadınları gazveye götürürdü. Onlar yaralıları tedâvi ederlerdi. Kendilerine de ganimetten bir şeyler verilirdi...” 3774
“Hz. Peygamber, savaşa veya sefere giderken kur’a ile hanımlarından birisini beraberinde götürürdü.” 3775
“Peygamber zamanında kadınlar da erkeklerle beraber savaşa katılıp geri hizmetlerde çalışırlardı. Uhud Savaşında müslümanlar kayıp verince Peygamber’in zevcesi Âişe ile Ümmü Süleym, paçalarını sıvamış ve sırtlarında kırba kırba su taşıyarak savaşanların ağızlarına dökmüşlerdi.” 3776
Muavviz kızı Rubeyyi’ şöyle der: “Biz, Peygamber (s.a.s.) ile birlikte savaşa gider, askerlere su verir, yaralıları tedâvi eder, Medine’ye taşırdık.”
"Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir." 3777
"Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır." 3778
"Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir." 3779
"Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının hukukuna riâyet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse; verdiğini başa kakan kimse." 3780
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur.”3781 âyetinde temas edilen iki hakem hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur. 3782
"Kadınların yanına girmekten sakının!" Ensârdan bir zât: "Yâ Rasûlallah! Kayın biradere ne buyurursun?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi: "Kayın ölümdür." 3783
“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum... Onlara hayırlı şekilde davranın.” 3784
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız
3774] Müslim, Cihad 137, hadis no: 1812; Tirmizî, Siyer 8; Ebû Dâvud, Cihad 152
3775] Buhârî, Cihad 1071
3776] Buhârî, Cihad, 1074, Meğâzî 18; Müslim, Cihad 136
3777] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
3778] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
3779] Buhârî, İkrâh 4
3780] Nesâî, zekât 69
3781] Nisâ, 35
3782] Muvattâ, Talâk 72 -2, 584-
3783] Müslim, Selâm 20, hadis no: 2172
3784] Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî, Talâk 12
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” 3785
Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü!, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” 3786
“Kim kız çocuklarla sınanır (kime kız çocuğu verilir) de onlara güzel bakarsa onlar, onun için ateşe karşı koruyucu perde olurlar.” 3787
“Kim iki kıza bakıp ergenlik çağına kadar, onları yetiştirirse, Kıyâmet gününde o, benimle şöyle olur.” (Peygamber, böyle deyip parmaklarını birbirine geçirmiştir.) 3788
“Kimin üç kızı, yahut üç kızkardeşi veya iki kızı, ya da iki kızkardeşi olur da onlara güzel bakar, onlar hakkında Allah’tan korkar (onlara haksızlık etmez)se, onun için cennet vardır.” 3789
“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!” 3790
Cerîr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a ânî bakıştan sordum. Bana: “Bakışını hemen çevir!” buyurdu.” 3791
Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali (r.a.)’ye buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.” 3792
“Kadın dört hasleti için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul.” 3793
“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa da!” buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir, miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdu. 3794
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ebû Süfyan’ın karısı Hind, (bir gün gelerek) “Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Ebû Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek miktarda (nafaka) vermiyor. Durumu idare için, onun bilmez tarafından, almam gerekiyor. (Ne yapayım?)” Rasûlullah (s.a.s.): “Örfe göre sana ve çocuğuna kifâyet edecek miktarda al!” buyurdular.” 3795
3785] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087
3786] Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3
3787] Feyzu’l-Kadîr, II/97
3788] Feyzu’l-Kadîr, III/496
3789] Tirmizî, Tefsîr Sûre 9
3790] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
3791] Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
3792] Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud nikâh 44
3793] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 53, hadis no: 1466; Ebû Dâvud, Nikâh 2, hadis no: 2047; Nesâî, Nikâh 13
3794] Kütüb-i Sitte, 15/515
3795] Buhârî, Büyû’ 95, Mezâlim 1, Nafakat 5, 9, 14, Eymân 3, Ahkâm 14, 180; Müslim, Akdiye 7, hadis no: 1714; Ebû Dâvud, Büyû’ 81, hadis no: 3532; Nesâî, Kudât 30
KADIN
- 911 -
“Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz.” 3796
"Birinizin hanımı mescide gitmek için izin talep ederse ona engel olmasın (izin versin)." 3797
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: “Kadınlar Rasûlullah (s.a.s.)’a dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden (istifâde husûsunda) erkekler bize gâlip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün ayırsanız!” Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine onlara bir gün verdi. O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu. Onlara söyledikleri arasında şu da vardı: “Sizden kim, kendinden önce üç çocuğunu gönderirse, onlar mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde olur!” Bir kadın sormuştu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ya iki çocuğu ölmüşse?” “İki de olsa!” buyurdu.” 3798
Peygamber Efendimiz, nikâhın mescidde ilân edilmesini istemiştir.3799 Merâsimlerin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir.
Câhilî Düşünce ve Diğer Dinlerde Kadın
Eski çağlarda, hemen bütün toplumlarda kadının hiçbir hak ve değere sahip olmadığı yaygın bir görüştür. Eski Çinlilerde kadın, kocasının kölesi sayılırdı. Kocası ve çocuklarıyla birlikte yemeğe oturamazdı; Ayakta durur, onlara hizmet ederdi. Mısır’da başlangıçta kadınlar erkeklerle aynı haklara sahip idiyseler de bu fazla uzun sürmemiş, Firavun’un emriyle yine köleleştirilmişlerdir. Batılılar tarafından uygarlığın beşiği olarak gösterilmek istenen Eski Yunan’da ise kadının hemen hemen kölelerle bir tutulduğunu görüyoruz. Koca karısını keyfince dövebildiği gibi başka birisine de armağan edebilirdi. Tüm miras erkek çocuklara kalırdı. Bir erkeğe edilebilecek en büyük küfür, ona “kadın” demekti. Bu aşağılamaların ötesinde ayrıca kadın tüm kötülüklerin kaynağı olarak da kabul ediliyordu. Eflâtun ve Aristo’nun kadının, erkeğin dûnunda/aşağısında olduğunu resmen ilan ettiklerini görüyoruz. Yunan’da bir erkeğin dengi yine bir başka erkektir. Bu bakımdan Yunan töresinde homoseksüelliğin bir fazîlet olarak algılanmasına şaşmamak gerekir. Eflâtun, bu konudaki görüşlerini günümüz homoseksüellerinin el kitabı durumunda olan Ziyafet adlı eserinde açıklamıştır. Eski Roma’da ise kadın, babasından kocasına aktarılan bir maldı. Sonraları kadına birçok hak tanınmışsa da, eğitim eksikliği yüzünden bu haklarını kullanamamıştır. Açıkça görülmektedir ki gerek Yunan’da, gerekse Roma’da kadın erkeğin dûnunda kabul edilmiştir.
Yahûdilikte de kadının hiçbir değeri yoktur. Yahûdilerin her sabahki duâlarında şu cümle geçmektedir: “Ezelî ilâhımız, kâinatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun.”
Kadını aşağılama geleneğinin Hıristiyanlıkta daha da güçlendiğini görüyoruz. Zira Hıristiyanlara göre kadın, haram meyveyi Âdem’e (a.s.) yedirerek cennetten kovulmasına ve böylece insan neslinin günahkâr olmasına neden olmuştu. Bu yüzden Hıristiyanlık cinsel ilişkiyi bir günah ve kirlenme saymaktadır. Aziz Augustin’e göre insanın karısı veya bir fâhişeyle cinsel ilişkide bulunması
3796] Buhârî, Cum’a 13; Müslim, Salât 36; Ebû Dâvud, Salât 13, 52; Tirmizî, Cum'a 64; Dârimî, Salât 57; Muvattâ, Kıble 12; Ahmed bin Hanbel, II/16, V/17
3797] Buhârî, Cum'a 12, Ezân 162, 166, Nikâh 116; Müslim, Salât 134; Ebû Dâvud, Salât 53; Tirmizî, Salât 400; Muvattâ, Kıble 12
3798] Buhârî, İlim 36, Cenâiz 6, İ’tisâm 9; Müslim, Birr 152, hadis no: 2633
3799] Tirmizî, Nikâh 6
- 912 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arasında maddî bakımdan pek fark yoktur. Zira her ikisi de günahtan hâli değildir. Nihâyet Papa Gregorie, iki asır sonra Aziz Augustin’in öğretisini onaylayacaktır: “Karı kocaların ilişkileri de günahtan hâli değildir.” Kısacası, Hıristiyanlıkta kadın kötülüğü, şeytana uymayı ve ayartıcılığı temsil ediyordu. Bu sebeple büyük ilâhiyatçılardan biri olan İskenderiyeli Clement’e göre, “Kadın, kadın olmaktan ötürü utanmalıdır.”
Açıkça görüleceği üzere Hıristiyanlıkta cinsel ilişki günah sayılmaktadır. Soyun sürdürülmesine yönelik cinsel eylemle günah işleme duygusu ise, ruhsal bir çatışma olmaktadır. Öyle ki Katolik kiliselerinde yapılan evlenme törenlerinde günümüzde bile okunan duâda, “günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken” deniliyor. Bu nedenle Hıristiyanlık giderek cinsel istekle cinsel yasak çatışmasından doğan dinsel, toplumsal ve ruhsal bir korku ve kaygı kaynağına dönüşmüştür diyebiliriz. İşte bu günah işleme ve kirlenme duygusudur ki, birçok insanın evlilikten kaçmasına yol açmıştır (Hemen bütün tarihçilere göre Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına nüfusun azalması yol açmıştır ki, bunda da en önemli etken günah ve kirlenme korkusu olmuştur). Birçok kadın da kurtuluşu manastıra kapanmakta bulmuştur. Onlar artık temizlik sembolü Hz. İsa’nın nişanlıları ve eşleri olacaktır. Hz. İsa temizlik sembolüdür. Çünkü Hz. Meryem onu cinsel ilişkiye girmeden doğurmuştur. Yapılacak tek şey Hz. Meryem gibi temiz ve iffetli kalmaktır.
Kısacası Hıristiyanlık, azizler ve papazlar, kadın ve evliliği kötülemede o denli ileri gitmişlerdir ki VI. yüzyılda Mason Meclisinde, kadının ruhu var mı yok diye ciddi bir şekilde tartışmışlardır ve yalnız bir kişi, kadının özgürlüğüne oy vermiştir. 13. Asırdan itibaren Hıristiyanlık, Batıda insanlığın başına korkunç bir felâket hazırlayacaktır; Büyücü avı. “Şeytanla cinsî ilişkiye giren ve böylece insanlar arasında fuhşu ve kötülüğü yaymak isteyen birçok kadın vardır. Şu halde kilisenin insanlığı tehdit eden bu belâyı def etmede aktif bir rol alması kaçınılmazdır.” Böylece kilisenin büyücü avına çıktığına ve birçok mâsum insanı diri diri yaktığına ya da suda boğduğuna tanık olmaktayız.
İngiltere’de büyücü avı Kraliçe Elizabeth zamanında zirvesine ulaşmıştır. Artık münferit olaylar değil; insanlığın kitle halinde yok edilmesi sözkonusudur. Bir Sakson hâkim, Kitab-ı Mukaddes’i 53 kez okumuş ve bu arada 20 bin büyücüyü ölüme mahkûm etmiş olmakla övünebilmiştir. Tarihçiler yakılan büyücü sayısının iki milyon dolayında olduğunu tahmin etmektedirler.
İşte bu korkunç zulmün ve sürekli aşağılanmanın doğal bir sonucudur ki Feminizm hareketleri ilk defa Batıda ortaya çıkmıştır. 3800
Câhiliyye dönemi Arap toplumunda, genellikle bütün tarihçilerin kabul ettiği üzere kadının hiçbir değeri yoktu. Öyle ki kadın olmak utanç verici bir durumdu. Bu yüzden kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorlardı. Kadının miras hakkı yoktu. Kısaca kadın, erkeğin kölesinden başka bir şey değildi.
Kur'an'dan anladığımıza göre, müşrik Araplar kendi zihinlerinde düşük ve değersiz saydıkları kızları Allah'a lâyık görüyorlar, beğenip hoşlandıkları erkekleri ise kendilerine izâfe ediyorlardı.3801 Meleklerin de Allah'ın kızları olduğunu
3800] Salih Akdemir, Tarih Boyunca ve K.K.'de Kadın, İslâmî Araştırmalar, c. 10, sayı 4, s. 250-252
3801] 16/Nahl, 57
KADIN
- 913 -
iddiâ ediyorlardı.3802 Allah Teâlâ ise Arapların kendilerince değersiz bulduklarını Allah'a, değerli saydıklarını kendilerine ayırmalarını kendilerine ayırmalarını "çarpık bir paylaşma" olarak niteliyor.3803 Ve kızları diri diri toprağa gömecek kadar aşağılamaları hakkında "bak ne kötü hüküm veriyorlar!"3804 buyuruyor.
Yine Kur'an, çeşitli konuları işlerken, kadının toplumsal, hukukî uygulamalarda uğradığı zulümlere işaret ediyor. Meselâ: "Kadına zorla mirasçı olmanız size helâl değildir."3805 mealindeki âyetten, kadının mal gibi miras kalması ve kadına zorla mirasçı olunması şeklindeki zulmün câhiliyye döneminde yürürlükte olduğunu anlıyoruz. Zıhar'ı yasaklayan âyetler de Kur'an'ın tâbiriyle "çirkin" bir geleneğin varlığına işaret ediyor. Boşanma ile ilgili âyetlerde, kadınların haklarını koruma noktasında mü'minlere Allah'tan korkmalarını emrediyor. Bu ve bunun gibi birçok âyetlerle, kadının câhiliyye dönemindeki, hukukî uygulamalarda zulme mâruz kaldığını, yaratılış itibarıyla da hor ve hakir görüldüğünü anlıyoruz.
Batıda ve Batılılaşmış Toplumlarda Kadın: Eski câhilî düşünceler, modern dünyanın "izm"lerinde de farklı biçimlerde bütün çirkinliğiyle gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi Rönesansla başlayıp Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimiyle günümüze kadar devam eden, akılcı ve pozitivist temele oturan modernizm; Batının geçirdiği tarihî sürecin doğal bir sonucudur. Modernizm hayatı sekülerleştirip, her türlü dogmaya karşı olduğunu söylerken sahih-muharref ayrımı yapmamış, tahrif edilmiş dinî düşüncelerden topladığı verileri, sahih din için de genelleştirmiştir. Artık modernizm, sadece Ortaçağ kiliselerinin ruhban sınıflarını değil; tarihte oluşmuş tüm geleneksel değerler yanında sahih din değerlerini de karşısına almaktadır. Modern insanın kadına bakış açısında hiçbir zaman sahih-muharref ayrımı yapılmadığı görülmektedir.
Batı mâcerasında kadın konusundaki yaklaşımlara bir göz atacak olursak, Hıristiyanlığın, Yunan ve Eski Roma kültüründeki "kadının ikinci sınıf bir varlık" olduğu anlayışını düzeltmemiş olduğunu hatta kadının aşağılanmasının Hıristiyanlıkta daha da güçlendiğini görürüz. Kadın öylesine kötülenmiştir ki 6. Yüzyılda Mason meclisinde kadının ruhu var mı, yok mu diye ciddî bir şekilde tartışılmıştır. Batı tarihinde kadına yapılan zulümler önemli bir yer tutar. Acaba bu zulümler, tarih sayfaları arasında mı kalmıştır, yoksa kılık değiştirerek başka şekillerde mi devam etmektedir? Eşitlik, özgürlük, bağımsızlık söylemlerinin bayraklaştırıldığı günümüzde kadının aşağılanması ve sömürülmesi bitmiş midir?
Modernizm bütün değerleri tüketerek, dünya genelinde yepyeni bir sistem oluşturma iddiasında. Bunu yaparken de insanın var oluş nedenini çarpıtarak "insan"ı sömürmektedir. Ve modern düşünce, insanın tüm zaaflarını kışkırtarak korkunç bir tüketim alışkanlığını "moda" adı altında sunmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında "çağdaş kadın" aldatmacası içerisinde kadının sömürülmesi ciddî boyutlara ulaşmıştır. Sanayi Devrimi ile ucuz iş gücüne duyulan ihtiyacı karşılamak üzere kullanılan kadınların, bugün de bir reklam aracı olarak kullanıldığı herkes için âşikârdır. Kadın fizikî güzelliğini sağlamak için kendisine sunulan kozmetikleri tüketirken, başkalarının da tüketmesi için hazırlanan her türlü
3802] 43/Zuhruf, 19
3803] 53/Necm, 21-22
3804] 16/Nahl, 59
3805] 4/Nisâ, 9
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
reklamda bir nesne olarak cinsel kimliği ile kullanılır. Kapitalizmin hayatiyeti için gerekli olan sınırsız tüketim "reklam" ile sağlandığına göre kadın, reklamcıların dolayısıyla kapitalizmin kullandığı vazgeçilmez bir sömürü unsurudur.
Modern düşüncede genellikle kadın, bilgisi, görgüsü ve ahlâkıyla değil; kendi güzelliğini pazarlayabildiği oranda değer kazanır. Öyle ki günümüzde haremin değil; harem duvarlarının kaldırıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. "Modernizmin evleri, işyerlerini ve sokakları kaplayan hareminde sadece genç, güzel ve bu özelliklerini bir şekilde pazarlamaktan kaçınmayan kadınlara yer vardır."
Modernizmde hayat bulan feminist hareketler kadın-erkek arasındaki uyum yerine, haksız bir rekabet ortamı oluşturarak iki cinsi birbirine düşman hale getirip fıtratı bozmaktan başka bir fonksiyon görmemektedirler. Dünyada ve yaşadığımız toplumdaki kadının problemlerini bu şekilde ortaya koymak ise tam bir çözümsüzlüktür. Feminizm, ahlâkî kuralları kadının özgürlüğünü sınırladığı gerekçesiyle protesto etmektedir. Kadın özgürlüğünden anlaşılan ise onun eğitim, sosyal ve siyasî hayata katılımı değil; âile, eş ve çocuğun sınırlayıcılığının(!) keşfedilerek câzibesini kullanma yolunda serbestliğidir.
Türkiye'de kadın özgürlüğü ve bağımsızlığından dem vuran dergilerdeki ağırlıklı konular kadınların gerçek problemleri değil; cinsellik, moda gibi konular olmakta, siyaset ile ilgili verilen haberler ise ancak dedikodu düzeyinde sunulmaktadır. Dergilerin genelinde oluşturulmaya çalışılan kadın tipi ise "akleden, sorgulayan, bilgili" tanımlamalarının çok ötesinde "çağdaş, câzibeli, tehlikeli ve yasak ilişkiler deneyebilen, sıradışı" kadın tiplemesidir. Bu da kadının özgürleştirileceği yerde, kelimenin tam anlamıyla "kullanıldığı"nın göstergesi değil midir?
Kısacası, çağımız câhiliyyesinde kadın, özgürlüğü ve kendi kimliğini bulma adına, onurlu, şerefli konumunu bir kenara itip câhilî oyunların kurbanı olmuştur. Arap toplumunda diri diri toprağa gömülen kadın bugün, kendi mutluluğu ve bağımsızlığı iddiâsıyla tezgâhlanan oyunlarla toplum bataklığına yine diri diri gömülmektedir. Ancak bir farkla; bu defa kadın gerçekten diri diri bir batağa girdiğinin farkında değildir. Modern dünyanın kendisine sunduğu imaj ve kimliği, kutsadığı ve onu gerçekleştirebilmek için tüm değerlerini fedâ ettiği müddetçe de bunu farketmesi mümkün olmayacaktır.
Modern dünyanın, geleneği sorgulayıp reddetmesiyle, kadının İslâm’daki konumu gündeme gelmiş ve temel amacı İslâm’a saldırı olan bu zihniyet, kadın konusunda kültürel İslâm’da kullanılmaya elverişli noktalar yakalayabilmiştir. Müslümanlar yapılan saldırılara cevap verme çabasıyla çeşitli kaynaklara başvurmuşlar, ancak çoğunlukla gerçek İslâm’ın kadına biçtiği konumu yansıtır mâhiyette güncelliği olan veriler ortaya koyamamışlardır. Çünkü pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kalkış noktaları, tarih içinde şekillenen yorumlar olmuş ve bu yorumlar Kur’ânî çerçeveyi ortaya koymada yardımcı olacağı yerde engelleyici bir etki oluşturmuştur. Bu etkinin oluşması, gerek insanların bu yorumları ele alış tarzından, gerekse yorumların bizzat içeriklerinden kaynaklanmıştır. 3806
3806] H. Koç, F. Candan, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 31, Ekim 93, s. 25-27
KADIN
- 915 -
İslâm'da Kadın
19. Asırdan itibaren İslâm toplumunda kadının yeri çok tartışılmış, çeşitli inanç çevreleri ve düşünce akımları bu konuyu kendi açılarından ele almışlardır. "Geleneksel kadın", "Türk kadını", "Avrupaî kadın", "çağdaş kadın", feminist kadın", "özgür kadın", "müslüman kadın" bugün savunulan başlıca kadın tipleridir. Kadın konusunu çeşitli açılardan inceleyen bu tür farklı, hatta birbirine zıt görüşlerin ileri sürülmesi, konunun daha iyi anlaşılması bakımından esas itibarıyla faydalı ise de, bazen kavram kargaşasına yol açtığı için sakıncalı ve hatalı da olabilmektedir. Zâten uzun zamandır yaşadığımız ülkede de kadın hakkında yazı yazmak ve yayın yapmak bir âdet haline gelmiştir. Son yıllarda sadece müslümanlar tarafından bu konuda yazılan iki yüzün üzerindeki kitap ve sayısız makale de bunun bir örneğidir. Kadın konusunda kimin, neyi, ne adına, niçin ve ne maksatla savunduğu iyi bilinmelidir. Aksi halde İslâm'la ilgisi bulunmayan birtakım görüşler İslâm'a mal edilebilir; hakla bâtıl karıştırılabilir. Unutmamalı ki, bâtılın en tehlikelisi, hak adına ve içine haktan bazı şeyler karıştırılmış olanıdır. Az da olsa içinde bâtıl bulunan hak da hak olma özelliğini kaybetmiş olabilir.
Dünyanın çeşitli toplumlarında kadın tümüyle horlanırken gelen İslâm, onu tutup yükseltmiş, erkekle aynı düzeye getirmiştir. Toplumun yanlış anlayışını değiştirerek kız çocuğunun da erkek gibi Allah’ın lütfu olduğunu, Allah’ın dilediğine kız, dilediğine erkek çocuğu vereceğini vurgulamıştır.3807 Arap câhiliyye toplumunda, ölen kişinin karısının da vârislerine intikal ettiğini, kadının üvey oğlunun veya erkeğin en yakın vârisinin, onunla mehir vermeden evlendiğini veya başkasıyla evlendirip mehrini kendisi aldığını biliyoruz.3808 Bazı kimselerin de, vasîsi bulundukları yetim kızların mallarına konmak için onlarla evlendiklerini veya oğullarıyla evlendirip yetim kızın malının başka bir kimseye gitmesine engel olmak istediğini de Kur’an haber veriyor. Kur’an, kadını, miras ile intikal eden bir eşya durumuna düşüren bu aşağılayıcı gelenek ve uygulamaları kaldırıp kadına özgürlük getirmiştir. 3809
İnsanlığı yüceltici Hak inkılâplar manzûmesi olan İslâm Dininin en yüce amelî inkılâplarından biri de; kadınlık toplumunu mümtaz konumuna çıkarmak ve ona temel haklarını vermek olmuştur. Fizikî yapıda, vicdâni kişilikte ve hayatın biyolojik vazifelerinde farklı bir karakter arzeden kadın, İslâm şeriatinde erkekle tam bir eşitlik içindedir.
Rabbimizin “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık...”3810 anlamındaki âyeti ile yaratılış birliği ve eşitliğini açıklayan İslâm Dini, kadının ikinci derecede bir yaratık olduğunu veya varlığının erkeğin mevcûdiyetine bağlı bulunduğu anlayışını kesinlikle reddetmiştir. Kadını özel bir şahsiyet olarak değerlendirmiş ve onun öz varlığını muhâtap tutmuştur. İslâm Dininde namaz, zekât, oruç, hac gibi ibâdetler, erkeklere emredildiği gibi kadınlara da emredilmiştir. Yasaklar her iki cins için müşterek olarak konulmuştur. Mülk sahibi olma gibi tasarruf çeşitlerinin her biri erkekler için olduğu gibi, kadınlar için de garanti altına alınmıştır.
3807] 42/Şûrâ, 49-50
3808] Bk. Buhârî, Tefsîr, Nisâ Sûresi; Ebû Dâvud, nikâh 23
3809] 4/Nisâ, 4, 19-21
3810] 49/Hucurât, 13
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm nizamında, sosyal, iktisadî, rûhî ve bedenî zarûretler nedeniyle, birkaç konuda erkekle kadın arasında kısmî farklılık arzeden durumlar mevcuttur. Ancak bu farklar, sahip olduklar haklar mükellef kılındıkları görevlere tekabül eden erkekler için üstünlük sağlayıcı bir nitelik arzetmez. Bilâkis İslâm nizamının bütünü içerisinde tam bir eşitliği ve adâleti ortaya koyar. İnsan varlığına en üstün değeri veren, beşer topluluğu içinde de kadına mümtaz bir mevki tahsis eden İslâm, kadın erkek eşitliğini tanzim etmekle yetinmemiştir. Fizikî ve rûhî yapısı erkeğe nazaran daha hassas olan kadına, fıtratın gerektirdiği ihtimamı göstermiş ve gösterilmesini öğütleyerek onu yüceltmiştir. İslâm’da kadın varlığına verilen değeri kavrayabilmek için onu kız çocuğu, zevce ve anne olarak ele almak lâzımdır:
a. Erkek çocuk ile kız çocuk arasında ayrım yapan, erkekle gururlanıp kız çocuğunu ikinci derecede değerlendiren câhiliyye mantığı ve uygulamasını şiddetle red ve tenkit eden İslâm, özellikle kız çocuğuna farklı bir şefkat ve ilgi göstermiştir. Peygamberimiz, kız çocuğunu küçümsemeyen ve erkek çocuğunu ona tercih etmeyen kişiye büyük ecirler olduğunu bildirmiştir. Çocuğun terbiyesi üzerinde ciddî ve hassas olunmasını emreden İslâm Dini, gelecek neslin mânevî mimarları olacakları için, özellikle kız çocuklarının eğitimine dikkatimizi çekmiştir. Aziz Peygamberimizin şu sözü, kız çocuklarına gösterilmesi gereken ilginin dinimizdeki önemini ve mükâfatını bildirmektedir: “Bir mü’min iki kızını (bâliğa olup evleninceye kadar) güzelce terbiye eder, ihtiyaçlarını karşılarsa, ben ve o kimse (iki parmağın birbirine yakınlığı gibi birbirimize yakın olarak) Cennette olacağız.” 3811
b. İslâm Dininde, kız çocuğunun şahsında kadın varlığına büyük önem verildiği gibi, zevce olarak da kadına büyük değer bahşedilmiştir. İslâm inkılâbı tarihinin en muhteşem nutkunu irad buyurdukları Vedâ hutbesinde, Yüce önderimiz şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ediyorum. Siz kadınları, Allah’ın emâneti olarak aldınız. Onların nâmuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.” 3812
Peygamberimiz, İslâm nizamındaki öneminden ötürü sık sık değindikleri kadın haklarına riâyet olunmasını ısrarla emir buyurmuş ve mü’minlere daima şu öğüdü vermiştir: “Kadınlar hakkında birbirinize hayrı (ferâgatı, hoşgörüyü, ikrâmı) tavsiye ediniz.” Kur’an’ın, “... kendileriyle iyi geçinin...”3813 şeklindeki düsturu ile haklarına saygı duyulmasını kanunlaştırdığı kadınlarımızın değerini açıklayan hadislerinde Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda yaşamasına yardımcı olan kadındır.”3814 Peygamberimiz, mü’min erkeklerin fazîletini yansıtan değer ölçüsünün kadınlara insanî ve ahlâkî davranışlar göstermek olduğunu şu veciz sözleri ile açıklamıştır: “Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” 3815; “Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” 3816
3811] Tirmizî, hadis no: 1915
3812] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2; Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc. ve Şerhi, 10/432
3813] 4/Nisâ, 19
3814] Tirmizî, Birr 13
3815] Müslim, Birr 149
3816] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
KADIN
- 917 -
c. Kur’an ifâdelerinde yüceleşen, Peygamber hadislerinde kudsîleşen anne olarak, islâm Dininde kadına verilen değeri, kelimelerin dar kalıpları içerisinde ifâde edebilmek cidden kolay değildir. Kadın, anne olarak -Allah’a isyan husûsundaki emirleri hâriç- kendisine her şekilde itaat edilmesi, saygı duyulması gereken aziz bir varlıktır. Ona saygı, Allah’a itaat ve saygıdır. “Cennet annelerin ayakları altındadır.” 3817 buyuran Peygamberimiz, Kur’an’ın Allah’a ibâdet ölçüsünde emrettiği anne sevgi ve saygısını İslâm Dinine imanın gereği olarak tavsif etmiştir. “Allah size, annelerinize itaatsizliği ... haram kıldı.” 3818
Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, iyi davranış ve hoş sohbette bulunmama en çok kim hak sahibidir? Güzel geçinmeme, güzel bakmama en lâyık olan kimdir?’ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Annen!” diye cevap verdi. Adam: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah yine: “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: ‘Sonra kim?’ Rasûlullah bu dördüncüyü: “Baban!” diye cevapladı. 3819 “Allah’a yemin ederim ki, eğer annene yumuşak ve güzel söz söylersen, ona yemek yedirirsen, büyük günahlardan sakındıkça, muhakkak cennete girersin.” 3820
Bu ölçüler ışığında düşünelim: Kız çocuğu olarak yetiştirilmeleri Cennet mutluluğuna iletecek olan; zevce olarak hakları kutsallaştırılıp ilgi ve şefkat gösterilmeleri, sevilmeleri ibâdet olarak vasıflandırılan; anne olarak kendilerine saygı gösterilmesi, Allah’a ibâdet şeklinde değerlendirilen ve Cennet, sevgi ayakları altında kabul edilen kadın, hangi düzende İslâm nizamında olduğu kadar saygıdeğerdir?
İlâhî yasaları kabul etmeyen insanlığın bâtıl inanç ve amel yapısı değişmemiştir. İnsanlık, İlk ve Orta çağda kadına insan hak ve hürriyetini tanımayan sömürücü bir azgınlığın içerisindeydi. Asrımızda ise kadının fıtrat düzenini inkâr eden korkunç bir bencilliğin ve aşırılığın zulüm karanlıkları içerisindedir. Tarihî asırlarda olduğu gibi asrımızda da kadına gerçek değerini verecek ve onu mesut ve huzurlu edecek nizam İslâm’dır. Kesinlikle bilinmeli ve inanılmalıdır ki, toplumda kadın, İslâm nizamının yaşandığı ölçüde değer kazanacaktır. 3821
Aile Hayatında Kadın
Aile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. Aile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Aile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden
3817] Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce; Keşfu’l-Hafâ, hadis no: 1078
3818] Buhârî, Edeb 4
3819] Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1
3820] Buhârî, Edebu’l-Müfred Terc. 1/12
3821] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 2, s. 90-95
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.
Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır. Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması evliliktir. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir.
İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur'ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz.
Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, aile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır."3822; "Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim." 3823
Kadının ailedeki görevleri: İslâm ahlâkı, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi aile kurumunda da başıbozukluğu kabul etmez. Bu sebeple, bir sosyal kurum olması itibarıyla, aile içinde de bir düzenin hâkim olması gerekir ki, bu da ailede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm, bu yetki ve sorumluluğu, belli şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, aile düzeninin huzur ve saadetinin sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, aile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen ailevî sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadın, kocasının hakkına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz."3824; "... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur."3825; "Kocasını memnun bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer." 3826 Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından aile reisliğine getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle mükelleftir. Kocasının
3822] 30/Rûm, 21
3823] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72
3824] İbn Mâce, Nikâh 4
3825] Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmâret 20
3826] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
KADIN
- 919 -
malını, aile sırlarını, namusunu ve çocuklarını da korumak mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla tatmin/memnun etmeye çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara karşı tesettürüyle, davranışlarıyla namusunu muhafaza etmek: Müslüman hanımın ailedeki en önemli üç vazifesi bunlardır. "Sâliha (iyi) kadınlar, itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa, onlar da öylece gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyanlardır." 3827 Peygamberimiz'in müjdesi de şöyledir: "Kadın, namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin." 3828
Kadının en başta gelen görevi, iffet ve namusunu korumasıdır. Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak, görülmesine müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini örterek bu görevini yerine getirir.3829 Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır.3830 Câhiliyye çıkışı, yabancı erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak sokağa çıkmayı içermektedir. Kadınlar, cinselliklerini sadece kocalarına karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların yanında kişi olarak yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibadet bilmeli, onu doyurabilmelidir.
Kadın, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama görevini, sadece fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil; eşinde gördüğü yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına karşı da uygulayabilmelidir.
Hanımların bu aile içi görevleri yanında, tabii ki, erkeklerin de görevleri vardır. Kocanın ailedeki görevleri: "Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır."3831 Hanımını, Rabbinin emaneti olarak alan ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edinen koca da, karısına karşı sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, ona ve yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz söylememek, hoş görülü olmak gibi görevlerle mükelleftir. İslâm'ın aile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış olduğu otorite hakkı, ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı vermez. Zira, bu konuda vârid olan âyet ve hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/avukatı olmak suretiyle ilâhî kaynaklı bir dengeyi temin etmektedir. Yüce Rabbimiz, aile reisliğinin mutlak bir hâkimiyet demek olmadığını açıklayarak şöyle emreder: "Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur."3832 Anlayışlı ve şefkatli bir eş olmanın en güzel örneklerini sunan Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bir mü'min, mü'mine hanıma buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, başka bir huyunu beğenir."3833; "Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır."3834; "Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin."3835; "Kadınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'tan emanet olarak aldınız." 3836
3827] 4/Nisâ, 34
3828] Ahmed bin Hanbel, I/191
3829] Bk. 24/Nûr, 31; 4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59
3830] Bk. 33/Ahzâb, 33
3831] 2/Bakara, 228
3832] 4/Nisâ, 19
3833] Müslim, Radâ 61; Müsned II, 329
3834] Müslim, Birr 149
3835] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
3836] Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Erkek, gözünü harama bakmaktan, ırzını ve nâmusunu zina yapmaktan koruyacaktır.3837 Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten koruduğu gibi; karısının hukukuna da riâyetin bir gereği olmaktadır. "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınlar üzerinde kavvâmdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır." 3838 Âyette geçen "kavvâm" kelimesini 'hâkim' diye tercüme etmek yanlıştır. Eğer Allah'ın muradı bu olsaydı, yine Arapça olan "hâkim" kelimesini kullanırdı; ama "kavvâm" kelimesini kullanmış. Bu kelime, Türkçedeki kayyim kelimesiyle aynı köktendir. Kayyim, tayin edildiği kurumu, canı istediği gibi yönetmez; hâkimin gösterdiği doğrultuda yönetir. İşte evi üzerinde "kavvâm" olan erkek de aileyi kendi keyfine göre yönetemez; Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılar. Erkekler, kadınların kavvâmı, yani Allah'ın hükümleri çerçevesinde onların yöneticisi ve koruyucusudur.
Kayıtsız şartsız hâkimiyet, ancak Allah'ındır.3839 Ailede uyulması gereken ilahî kurallara muhâtap olmada kadınla erkek eşit statüye sahiptir. Ailede Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılma yetkisi kocaya verilmiştir. Evin reisi, Allah'ın koyduğu kurallara göre aileyi yönetecek ve Allah'ın hükmüne zıt bir emir ve yasak koymayacaktır. Eğer İlâhî emir ve yasakları çiğneyen bir istekte bulunursa, hanım bu isteğe itaat etmeyecektir. "Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz."3840 Kadının kocasına itaati, mutlak değil; helâl ve meşrû konularda, Allah'ın hükmü doğrultusundadır ve itaat, daha çok kocanın cinsî konulardaki istekleriyle ve temel dinî hususlarla ilgili olarak değerlendirilmelidir.
Her konuda İslâm'la câhiliyye arasında büyük farklar vardır. İslâm, vahiy kaynağından ilham almayan kanunlar ve geleneklerden farklı olarak aile kurumunu değerlendirir. Aileyi, içinde Allah'a ibâdet edilen bir mâbed olarak tanıtır. Öyle mâbed ki, orada yapılan her müsbet iş, ibadettir. Erkeğin, ailesinin nafakasını temin etmesi, hanımına ve çocuklarına şefkat göstermesi büyük bir ibâdet olarak vasıflandırıldığı gibi; kadının itaati, sevgi dolu bir bakışı da bir ibâdet olarak takdim edilmiştir. En doğal bir davranış olan cinsî ilişkiler dahi, hayırlı bir amel, yani bir sevap olarak kabul edilmiştir. Hele çocuk dünyaya getirmek ve o çocukları İslâm'ın istediği gibi güzel terbiye ile yetiştirmek, çok büyük ecir ve mükâfatla karşılık verilecek olan büyük bir ibâdettir.
Kadının En Saygın, En Mübarek Konumu; Annelik: Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde "bir" iken; annenin hakkı "üç"tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk
3837] Bk. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30
3838] 4/Nisâ, 34
3839] 12/Yûsuf, 40
3840] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
KADIN
- 921 -
okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz. Öyleyse, haydi evlerimizi kurs, mektep, okul ve mescid yapmaya!
Kadının Örtüsü/Tesettür ve Hicab
Tesettür Nedir? “Tesettür”; örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına gelen ‘setr’ kökünden gelmektedir. “Tesettür” sözlükte; örtünmek gizlenmek, bir şeyle kapanmak demektir. Bir şeyi saklayan ve gizleyen nesnelere ‘setr’ denildiği gibi, kapatılması gereken bir şeyi gizlemeye de ‘setr’ denilir. Nitekim namazda ‘avret’ denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını örtmeye de ‘setr-i avret -avret yerlerini örtmek-’ denilmektedir. ‘Mestûr’ veya ‘mestûre’; kapalı, gizlenmiş anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen ‘settâr’, gizleyen, örten, saklayan demektir ki, Kur’an’da geçmemekle beraber Allah için ‘Setttâru’l-uyûb -ayıpları gizleyip örten, ayıpları ortaya dökmeyen’ denilmektedir.
‘Tesettür’ kavram olarak, kadın ve erkek müslümanların ‘avret’ yerlerini örtmelerini ifâde eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden âyetlere ‘hicab’ âyetleri denir. Birçok İslâmî kaynakta kadınların örtünmesi anlamında ‘hicab’ kavramı geçmektedir. Ancak Türkçe’de ‘tesettür’ kelimesi daha yaygındır. ‘Hicab’ sözlükte, bir şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın bir anlamı vardır. ‘Hicab’ isim olarak, örten, gizleyen, saklayan, görülmeye engel olan şey demektir.
Avret Ne Demektir? “Avret”, Ìslâm’a göre insanların örtmeleri ve dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına verilen addır. “Tesettür” ise, avret yerlerini örtme, gizleme, saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir. İslâm’a göre müslümanlar, yıkanma, tabiî ihtiyaç ve temizlenme (tahâret) gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına -bir zarûret olmaksızın- gösteremezler. Bu, Kur’an’ın müslümanlara getirdiği bir ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bir fazilettir.
Avret yerleri neresidir? Kadın veya erkek, avret yerlerini kimlere gösterebilir, kimlere gösteremezler? Tesettür emrinin sebeb-i hikmeti ne olabilir? Şimdi bu sorulara kısa cevaplar bulmaya çalışalım:
Esasen insan için örtünme fıtrî (yaratılıştan gelen) bir özelliktir. Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun hareket eder. Birçok hayvanın örtüleri tüyleridir, kılları veya telekleridir. Onlar, bu dış örtüleri ile güzel, bu dış örtüleri ile doğal olmaktadırlar. İnsan da böyledir. O da örtünmeye yarayan araçlar (elbiseler) giyerek kendisini değerli kılar, yaratılışına uygun davranmış olur.
Kur’an, örtünmesi gereken yerlere çirkin yerler deyip, bunları örtecek elbisenin Allah (c.c.) tarafından verildiğini açıklamaktadır: “Ey Âdemoğulları Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takvâ ile kuşanıp donanmak ise daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp düşünürler.”3841 Rabbimiz, kendi yarattığı insanın bazı organlarına çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber veriyor. Bu, insanı aşa3841]
7/A’râf, 26
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ğılamak değildir. İnsanın böyle oluşu normal bir durumdur. Çevremizde, insanların çirkin veya güzel dediği binlerce bitki ve hayvan bulunmaktadır. Çirkin diye nitelenenler asıl itibarıyla çirkin değildir. İnsan duygusu onları öyle gördüğü için çirkin denilmektedir.
Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden, bir kusur değil ama insana ait bir sır olan ‘avret’ yerlerinin gösterilmesi hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra da böyle bir giyimin insan için yüceltici, değer kazandırıcı bir süs olduğu vurgulanmıştır. Bütün bunların olabilmesi için de insanın teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında ‘takvâ elbisesi’ni kuşanması gerekir. İlk insanlar; Hz. Âdem ile O’nun eşi, cennette giyinmiş olarak yaşıyorlardı. Ancak şeytan onları aldattı ve onların yasak ağacın meyvesinden yemelerini sağladı. Böylece onlar cennetten çıkmak zorunda kaldılar ve ‘ayıp yerleri’ kendilerine göründü. “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın ayıp/çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de fitneye/belâya uğratmasın...” 3842
Tesettür İbâdeti: Mü’min erkek ve mü’min kadın, Kur’an’ın örtünme (tesettür) emrinden sorumludurlar. Tesettür emri Kur’an’da çok açıktır ve başka bir yoruma ihtiyaç yoktur. Şüphesiz Kur’an, Allah’ın sözü ve hükmüdür ve Rabbimiz insanlara ne vahyettiğini bilmektedir.
İnsanların tesettür (örtünme) ile ilgili yorumları, ileri-geri söz söylemeleri tamamen kendi nefislerinin dürtüleri, imanlarının yokluğu veya zayıflığının bir sonucudur. Allah’a hakkıyla teslim olmuş, O’nun azâbından korkan ve O’nun va’dine güvenen bir takvâ sahibi mü’min, nasıl olur da Rabbinin emrini tartışır? Nasıl olur da kendi arzusuna göre Allah’ın âyetlerini sağa sola büker? Kendini Kitab’a uyduracağı halde Kitabı kendine uydurmaya kalkar. Bir insan, nasıl olur da Allah’ın hükmünü kendi aklına, kendi pozisyonuna, kendi zevkine, kendi hükmüne, kendi sistemine, kendi prensibine uydurmaya çalışır? Böyle bir tavır mü’min kimselerin tavrı olamaz!
Kur’an şöyle buyuruyor: “Müm’in erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Böyle (yapmak) kendileri için daha temizdir.”3843 Kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da şöyle buyruluyor: “Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlara dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; bu, onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”3844 Bu ifâdeyi tamamlayan bir başka âyette de şöyle buyruluyor: “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısımlar hâriç. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (örtsünler)...”3845 Âyetin devamında ziynet yerlerini kimlere gösterebileceği sayılıyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) bu âyetleri hem açıklayıp tefsir etti, hem de bizzat uygulayıp uygulatarak maksadın ne olduğunu gösterdi. Bu konudaki haberler hem sağlamdır, hem de açıktır. Bu güne kadar gelen iyi niyetli bütün âlimler de meseleyi Kur’an doğrultusunda böyle anladılar ve bu şekilde açıkladılar.
3842] 7/A’râf 27
3843] 24/Nûr, 30
3844] 33/Ahzâb, 59
3845] 24/Nûr, 31
KADIN
- 923 -
Peygamberimiz’den bu yana hiçbir İslâm âlimi tesettür ve başörtüsünün dinin gereklerinden olduğunu reddetmediği gibi, bütün dünya müslümanları da tarihten günümüze buna uymaya çalışmışlardır.
Kadınların ve Erkeklerin Avreti: Buna göre erkeğin avret yeri diz kapağı ile göbek arasıdır. Bazı âlimlere göre uyluklar avret yeri sayılmaz. Peygamberimiz diyor ki: “Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır.”3846 Müslüman erkek, bir zarûret olmadıkça avret yerlerini hanımından başka hiç kimseye gösteremez, bu helâl değildir.
Kadının avret yeri ise ittifakla el, yüz ve ayaklar dışında bütün bedenidir. Kimileri ayakları da avret sayarlar. Kimileri de “gözün dışında yüzün de kapanması gerekir” derler. Ancak peygamberimizden gelen haberler net ölçüyü ortaya koyuyor: “Peygamberimiz, yanına ince/şeffaf bir elbiseyle gelen Esmâ binti Ebû Bekir’e; “Ey Esmâ! Kadın bülûğa erecek yaşa girdiği zaman ondan sadece şunun ve şunun dışında hiç bir yerinin görünmesi câiz değildir” dedi ve yüzü ile ellerine işâret etti.” 3847
Tesettür Kimlere Karşı Gerekir? Müslüman bir kadın kocasına bütün bedenini gösterebilir. Evlenmesi yasak olan yakın akrabâlarına saçını, boynunu, diz kapağına kadar ayaklarını, kolunu gösterebilir. Bütün yabancı erkeklere karşı eli, yüzü ve ayağı dışındaki bütün vücudunu örtmesi farzdır, Allah’ın emridir. Tıpkı Dinin diğer farzları gibi.
Müslüman kadın ziynet yerleri denilen kol, saç, boyun, dize kadar ayaklarını mahrem olanlara (evlenmesi yasak olanlara) gösterebilir. Bu kimseleri âyet şöyle sıralıyor: Babası, kocası, kocasının babası, oğlu, kocasının oğlu, erkek kardeşi, erkek kardeşinin oğlu, kızkardeşinin oğlu, müslüman kadın, câriyesi ve kölesi, erkeklik duygusu kalmayan kimse, küçük erkek çocuk.3848 Bunlara dede, amca, dayı, sütkardeşler de eklenir. Âyetin devamında “ziynetleri bilinsin diye ayaklarını birbirine vurmasınlar” uyarısı geçmektedir. Bu, kadınların süslenmek için taktıktıkları takıların başkalarına gösterilmesinin, sergilenmesinin de helâl olmadığını gösterir.
İslâm, Allah’ın insanlar için seçtiği bir yaşama biçimi ve saâdet yolu, kurtuluş aracıdır. İslâm’ın bütün ilkeleri, emir ve yasakları kendine aittir. Her bir emrin ve yasağın bir hikmeti, bir sebebi; yasakların insana ve topluma zararı, emirlerin ise kişiye ve topluma faydası vardır. Ama müslüman, bu hikmetlerinden önce, sadece Allah rızâsını kazanmak için, O’nun emri ve yasağı olduğu için o hükümlere uyar. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve mü’min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 3849
İman eden kişiler Rablerinin emrine teslim olurlar ve ellerinden geldiği kadar emirlere uymaya, yasaklardan kaçmaya çalışırlar. Ama asla Allah’ın emirlerini ve yasaklarını münâkaşa konusu yapmazlar. Onlar bu tehlikeli yola girmekten şidetle korkarlar. İslâm sağlam bir kişilik, sağlam bir toplum ve sağlıklı nesiller
3846] Ahmed bin Hanbel, II/187
3847] Ebû Dâvud, Libâs, hadis no: 4104, 4/62
3848] 24/Nûr, 31
3849] 33/Ahzâb, 36
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yetiştirme amacındadır. O, müfsit insanların bozduğu toplumu, kişilikleri ve nesilleri ıslah edip düzetmek istiyor. Bunun tedbirini almalarını müslümanlara emrediyor.
Birçok kötülüğün aşırı isteklerden, dizginlenmeyen şehvetlerden kaynaklandığı bilinen bir gerçektir. Şehvetlerin alabildiğine serbest olduğu yerlerde huzur kalmaz, aile bağları gevşer, nesiller bozulur, kadının ve erkeğin şerefi zarar görür. İnsanın fıtratı, temiz aile ve temiz nesilden yanadır. Eşlerin birbirlerine bağlılığı, insanların birbirine saygısı, kişinin değerinin yüce olması faziletli davranışlardan geçer. İslâm bunun için işe hâin bakışların önüne geçerek başlıyor. Sonra hem kadını, hem erkeği, hem nesli, hem de fazileti korumak için erkeğe ve kadına tesettürü emrediyor.
Tesettür ibâdeti mü’minler için bir güzelik ve erdemdir. Örtünme, aynı zamanda bir ibâdet hürriyeti ve insan hakkıdır. Faydaları ise sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen bazı ülkelerde tesettür, başörtüsü münâkaşalarının, yasaklarının olması çok hazin, üzüntü verici bir şeydir. Tesettür, İslâm’ın emridir, bir ülkenin veya bir halkın geleneği değildir.
Şu noktayı da eklemekte fayda vardır: Nur suresi 31. âyette ‘humur-hımâr’ kelimesi geçmektedir ki, bu, başörtüsü anlamındadır. Yani başı, saçları da kapatacak bir biçimde örten örtü demektir. Âyette kastedilen, müslüman kadınların başörtü örtmeleridir. Bunun uygulaması da böyledir, bütün âlimlerin âyetten anladıkları da bu şekildedir. Tesettür emri geldiğinde ensâr kadınlarının uygulamalarıyla ilgili olarak şu olayı nakledelim:
Safiyye binti Şeybe diyor ki, bir seferinde Hz. Âişe’nin yanında bulunuyorduk. Biz Kureyş kadınlarının faziletlerini anınca dedi ki: “Şüphesiz Kureyş kadınları faziletlidir. Ancak Allah’ın emrini yerine getirme konusunda Ensar kadınlarından daha gayretlisini görmedim. ‘Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar’ emri gelince, onların erkekleri onlara yöneldiler ve Allah’ın ne indirdiğini okudular. Onlar hanımına, kızına, kızkardeşine veya bütün yakın akrabalarına gelen âyeti okuyunca, onlardan her biri, Allah’ın Kitabını tasdik (doğrulamak) için ve iman ettiklerinden, eteklerinin kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Onların başları üstünde sanki kargalar vardı.” 3850
Bütün bu açık hüküm ve ölçülerden sonra, mü’min kadınların ve mü’min erkeklerin Allah’ın emrine bir itirazları olamaz. İnandığını iddiâ ettiği halde tesettüre ve başörtüsüne tavır alanların, kendi durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir. 3851
İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip'te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme,
3850] Buhârî, Nûr Sûresi Tefsiri, 6/136
3851] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 700-704
KADIN
- 925 -
çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de özgürlük bayrağıdır.
Dinimizin örtünme emrini uygulamış olmaları için müslüman kadın ve kızların şu şekilde giyinmeleri gerekir: Eller ve yüzün dışındaki vücudun bütün organlarını örten, vücudun doğal rengini ve çizgilerini (vücut hatlarını) göstermeyecek şekilde kalın ve bol olan, gayri müslim kadınların kendilerine has olan (râhibe kıyafeti gibi) giysilerini andırmayan, toplum örfüne göre erkek elbisesine benzemeyen, dikkatleri çekecek şekilde de süslü olmayan bir giysi. Bu dış giysi, çarşaf, bol ve uzun pardösü ve benzeri olabilir. Mutlaka çarşaf veya şu şekilde bir pardösü denilemez; İslâm tek tip bir kıyâfet emretmemiş, sadece genel ölçüyü kurallaştırmıştır. Ev dışında kadının “cilbâb”ını üstüne alması3852 gerekmektedir. Cilbâb da dış giysi demektir. Bu, dünkü Osmanlı toplumunun örfünde çarşaf olduğu gibi, bugün ve yarın herhangi bir coğrafyada çok farklı bir dış giysi olabilir. Önemli olan, kadının ev dışında, ev elbisesinin üzerine giyeceği bir dış giysi ile örtünmesidir; yeter ki istenen tesettür şartlarına uygun olsun.
Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişört etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik, tavır-yürüyüş-konuşma-gülme-aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı, o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek, pazarlık ve tâviz konusu olabilecek, türbanla, şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor’ deyin, gerisini onlar anlar!” diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür” adını takıyor. “Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmek arası olur mu?” demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş...
Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliğini yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda gibi düşünülüyor. "Tesettür(!) defilesi" denilen ucûbeler, bir taraftan bu talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da bu arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, -kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken- en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam evde, Filistin'li kızların dramını, açlıktan ahlâkını satan kadınları gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.
Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun
3852] 33/Ahzâb, 59
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tesbit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecekti. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara acımaktan da öte, kadın-erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.
Yozlaşan Geleneksel Tavır
Bilindiği gibi İslâm dininin ana kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. İkinci sırada ise Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sözleri, uygulamaları, açıklama ve takrirleri gelir. Kur’ân-ı Kerim, bizzat Hz. Peygamber’in sağlığında yazıya geçirildiği halde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadisleri/sözleri, sonraları yazılmıştır. İşte bu yüzdendir ki, birçok söz Hz. Peygamber’e isnad edilebilmiştir. Bu itibarla Peygamberimizin hadislerinden yararlanırken çok dikkatli olmak gerekir. Şurasını hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak gerekir ki, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sözleri asla Kur’ân-ı Kerîm’e ters düşmez. Çünkü Peygamberimizin görevi, Kur’an’a ters düşmek değil; aksine onu açıklayıp ona uygun hareket etmektir. Bu itibarla Kur’an’a ters düşen bir rivâyetle karşılaştığımızda onun uydurma olduğu husûsunda en ufak bir kuşkumuz dahi olmamalıdır. Yine iyice bilinmelidir ki çeşitli mezhep ve fırkalar tarafından kendi görüşlerini desteklemek üzere birçok hadis uydurulmuştur.
İslâm’a düşmanların İslâm’ı içten yıkmak için hadis uydurmalarının ve dinî, sosyal ve kişisel çıkar temini için bunu yapanların yanında, cehâlet ve bağnazlığın yönlendirdiği şekilde kendi anlayışlarına göre İslâm’a hizmet etmek için de hadis uydurulmuştur. Kadınlara ilişkin uydurulan sözlerin de çoğunlukla “kadınları toplumun fitnesinden, toplumu da kadınların fitnesinden koruyup gözetme” gibi amaçlara mâtuf oluşları muhtemeldir. Ancak, sebebi ne olursa olsun, hadis uydurmayı normal karşılayan kimselerin kapasitesi ve mantığınca maslahat sayılan ifâdeler, kadınları eksik ve kusurlu, fesâda ve fitneye yol açacak ve erkekleri yoldan çıkarmak için şeytana yardımcı olan ikinci sınıf insan cinsi saydıran; bu yönleriyle de İslâm’ın evrensel ve ebedî mesajını bulandıran, İslâm’a yapılan saldırılarda yoğunlukla kullanılan, din düşmanlarının eline fırsat veren ve dine iftira eden dayanaklar olmuşlardır.
Nice konularda olduğu gibi, kadın konusunda da Kur’an’la uyuşmayan birçok hadis uydurulmuş, Kur’an’a ters görüşler din adına ortaya atılmış ve kadını aşağılayıcı uygulamalar din adına ortaya konulmuştur. Kur’an’ın büyük bir devrimle kadın haklarını yerleştirmesi ve asr-ı saâdetteki kadınların hemen her konuda erkeklerle aynı haklara sahip olması gibi prensipler zamanla yozlaştırıldığı ve aslî çizgisinden saptırıldığı halde, evet bütün bunlarla birlikte, Ortaçağdaki Batıda ve tüm dünya ülkelerindeki uygulamalarla karşılaştırıldığında kadınlara
KADIN
- 927 -
en az haksızlık müslüman toplumlarda ortaya çıkmıştır. Buna rağmen, kadını aşağılayıcı mâhiyette olan sözleri, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş ve kadın haklarını topluma yerleştirmede büyük gayretler sarfetmiş Hz. Peygamber’in söylemiş olması asla mümkün değildir.
Bazı dinî eserlerde yer alan, halk arasında da sahih hadismiş gibi kabul edilen rivâyetlerin en meşhur olanlarını gözler önüne sermenin (bazı küçük sakıncalarına rağmen), faydasının daha büyük olduğu kanaatiyle bunlardan yola çıkarak kadın hakkında değerlendirme yapılmasın diye belirtelim. Bunlardan bir kısmı, mevzû/uydurma, bir kısmı zayıf (uydurma olma ihtimali büyük), bir kısmı da anlamı ve üslûbu yönüyle şüphe uyandıran, eğer sahih iseler Kur’an bütünlüğü içinde te’vil edilmesi veya mecâzî olarak yorumlanması gereken sözlerdir:
“Şâyet ben, bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.”
“Eğer kocanın tepesinden ayağına kadar bütün bedeni irinler içinde kalıp hanımı o irinleri diliyle silerse, yine de ona karşı teşekkür etmek vazifesini edâ etmiş sayılmaz.”
"Uğursuzluk üç şeydedir: At, kadın ve evde."
“Erkeğe, hanımını ne sebeple dövdüğü sorulmaz.”
“Kadınlara itaat, pişmanlıktır.”
“Kadınlara danışın, fakat onların dediklerinin tersini yapın.”
“Kadınları Allah Teâlâ geride bıraktığı gibi siz de geride bırakın.”
“Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı fitne fesat olarak hiçbir şey bırakmadım”
“Kadınların akılları şehvetlerindedir.”
“Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin ve Sûre-i Nûr’u da iyi öğretin.”
“Havvâ olmasaydı, hiçbir kadın kocasına ihânet etmezdi. İsrâiloğulları da olmasaydı (bekleyen) et bozulmazdı.”
“Cennet sâkinlerinin en azı kadınlardır.”
“Kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan kadınlardan başkasını görmedim.”
“Kadın üzerinde en fazla hakkı olan kişi kocasıdır; erkek üzerinde en fazla hakkı olan kimse ise annesidir.”
“Hangi kadın, kocası kendisinden râzı olarak vefat ederse, cennete girer.”
"Ey kadınlar! Eğer kocalarınızın size olan haklarını bilseydiniz, ayaklarının tozunu yüzlerinize silerdiniz."
"...Kadınların dinleri ve akılları eksiktir."
"Şüphesiz kadın, karşınıza bir şeytan sûretinde gelir ve bir şeytan sûretinde gider."
“Kadın avrettir, dışarı çıktımı şeytan ona istişrâf eder/muttalî olur.”
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kadınlar arasında sâliha kadın, yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir.”
"Doksan dokuz kadından biri cennette, diğerleri ise cehennemdedir."
"Kadınlara danışmayın, onlara muhâlefet edin. Kadınlara muhâlefet edin, zira kadınlara muhâlefet berekettir."
"Kadınları önünüze geçirmeyin, onların üç adım önünden yürüyün."
"Kadınları yüksek yerde oturtmayın."
"Kadınlar için kabir daha hayırlıdır."
"Kadınların hayırlı işi, yün eğirmektir."
"Kadın, kocasından izinsiz evden çıkarsa, her şey onu lânetler."
"Kadınları aç ve çıplak bırakın."
“...Kadın bir eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi haline bırakırsan eğri halde kalır...”
"Kadınlar (muhâlefette ve istediklerini yapmada erkeklerden) baskındırlar."
"(Namaz kılanın önünden geçen) kadın, köpek ve eşek (ve domuz), namazı keser."
"...Cehennem ehlinin çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüm. 'Neden ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordular. (Cevâben:) "küfürlerinden dolayı" buyurdu. 'Allah'ı mı inkâr ediyorlar?' (diye tekrar) sordular. "Kocalarına karşı nankörlük ederler; iyiliğe karşı nankörlük ederler. İçlerinden birine dünya durdukça iyilik etsen, sonra, senden bir şey görse, (hemen) 'senden asla hiçbir hayır görmedim ki!' der."
Amr bin el-Âs'dan diyor ki: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bir dağ yolunda bulunurken, ansızın şöyle dedi: "Bakın! Bir şey görüyor musunuz?" Biz dedik ki: 'Kargaları görüyoruz. İçlerinde, gagası ve ayakları kızıl renkli, alaca bir karga var.' Rasûlullah şöyle buyurdu: "Kadınlardan cennete girebilecek olanlar, ancak şu (siyah) kargalar içindeki alaca karga gibi olanlardır."
Genellikle bu tür sözler (hadis rivâyetleri) ilim sahipleri ve araştırmacılar tarafından eleştirilmiş veya Kur’an’a uygun şekilde te’vil edilip yorumlanmış ise de; bu eleştiri ve yorumlar, kadını horlayan ve çirkin ifâdeli bu sözleri din gibi, mutlak hakikat olarak ve sahih hadis kabul ederek benimseyen geniş kitlelere ulaşamamıştır. Örneğin İbn Hazm, “İnsanın insana secde etmesi câiz olsaydı, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim” mealindeki hadisi, râvîsi Şerik bin Abdillah, müdellistir, münker hadisleri zayıf râvîlerden alır, onların adını gizleyerek güvenilir râvîlere nisbet eder” diyerek cerhetmiştir. İbn Hazm, Hz. Âişe’den nakledilen, “Kadın üzerinde en fazla hakkı olan kişinin kocası, erkek üzerinde en fazla hakkı olan kimsenin ise annesi olduğu”na dâir hadis rivâyetini reddederken de şöyle der: Ebû Utbe (hadisi rivâyet eden şahıs), meçhuldür, onun kim olduğu bilinmiyor. Üstelik Kur’an ve sahih hadis, böyle bir hükmü geçersiz kılmaktadır.” 3853
Bu rivâyetlerden yola çıkılarak kadının küfre yakın nankörlüğüyle birlikte, âile reisi erkeğin kutsallığı(!) ile ilgili Kur'an ve Sünnet çizgisinden nasıl
3853] Bk. İbn Hazm’ın Kütüb-i Sitte’ye Bakışı, Selman Başaran, İslâmî Araştırmalar, c. 2, sayı 19-20, s. 6
KADIN
- 929 -
uzaklaşılıp yozlaşıldığı konuda yüzlerce örnekten birini, ibret olsun diye verelim. "...Onlardan (kadınlardan) birine dünya durdukça iyilik etsen, sonra senden bir şey görse (hemen) 'senden asla hiçbir iyilik görmedim ki!' der." Bu rivâyette tarif edilen "katıksız nankörlük" durumunu izah sadedinde İbn Hacer'in haber ile ilgili yorumları, Buhârî'nin İman bölümü içinde -sözkonusu rivâyete dayanarak- bir alt başlığın adını: "Kocaya Karşı Nankörlük ve Küfür Olmaksızın Küfür" şeklinde belirleyerek verir. İbn Hacer'in Kadı Ebû Bekir b. El-Arabî'den naklettiği görüşler, bu rivâyetin içine yerleştirildiği bağlamı ortaya koyması açısından oldukça ilginç ve önemlidir. Buhârî'nin meşhur şerhi Fethu'l-Bârî'den iktibas edelim:
"Kadı Ebû Bek bin el-Arabî, bu (bab başlığının) şerhi sadedinde, şunları söylemiştir: 'Musannıfın bundan murâdı, itaatin iman olarak isimlendirildiği gibi, meâsînin (günahların) de küfür olarak isimlendirilebileceğini beyan etmektir. Fakat kadına küfrün atfedildiği yerlerde kastedilen, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Birçok günah çeşidi arasında, kocaya karşı nankörlüğün özel olarak seçilmesi (Rasûlullah'ın şu sözüne atfen), hoş bir inceliktir. Hadis şöyledir: 'Eğer birinin birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.' Buna göre, kocanın hakkı, Allah'ın hakkı ile eş düzeyde mütâlaa edilmiştir. Kocanın karısı üzerindeki hakkı bu dereceye ulaşmışken, kadın kocasına karşı nankörlük ederse, bu onun, Allah'ın hakkını küçük gördüğüne dâir bir delil olur. Bu sebeple ona küfür ıtlak edilir; ancak bu dinden çıkarmayan bir küfürdür." 3854
“Uğursuzluk evde, kadında ve kısraktadır” şeklindeki Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği meşhur hadis rivâyetine ise, Hz. Âişe, duyduğu zaman itiraz ederek şunları söylemiştir: “Kur’an’ı Ebu’l-Kasım’a indirenin hakkı için, bu hadisi aktaran yalan söylemiş. Rasûl (s.a.s.) ancak şunu dedi: “Câhiliyye ehli şöyle derlerdi: ‘Uğursuzluk; binek kadın ve evdedir.”
Bu bağlamda bir hadis rivâyetinin eleştirisine, Mısır’lı mütefekkir Muhammed Gazzâli, şöyle yer veriyor: Buhârî’nin isnâdıyla rivâyet ettiği hadisin metni şöyle: “Havvâ olmasaydı hiçbir kadın kocasına ihânet etmezdi. İsrâiloğulları da olmasaydı (bekleyen) et bozulmazdı.” Muhammed Gazzâli, bu rivâyete ilişkin olarak şunları söylüyor: “Âdem’e ihânet eden Havvâ, nasıl ve kiminle ihânet etmiştir? Bu söz, tamâmen Hıristiyan akîdesine benziyor. Kâ’bu’l-Ahbar’ın söylediği bu sözü, Kur’an reddetmiştir. Bilakis Kur’an, Âdem’i cennetten çıkaranın Havvâ değil; şeytan olduğunu belirtmiştir. Havvâ’nın Âdem’e ihâneti kesinlikle İslâmî bir anlayış değildir. Ahd-i Atîk’ten kalma bir sözdür. Etin bozulup bozulmaması ise, tamâmen tabiî bir kanundur. Bekletilen et bozulur. Bu rivâyetin akla ve mantığa ters düştüğü âşikârdır. Kabulü mümkün değildir. 3855
Uydurma veya Peygamber’in (s.a.s.) konuşmalarından yanlış aktarılan hadislerin yanında; mantık ve anlam itibarıyla çirkin ve zorlayıcı, Kur’an ahkâmına ve sahih sünnete aykırı da olsa halk içinde dinî bir hassâsiyetle ve teslimiyetle kabul görerek yaptırım gücüne sahip olan kıssalar da, kadına uğursuzluk ve aşağılama atfeden anlayışları besleyip desteklemiştir. Bu kıssalarda genellikle kadının zihinsel yetersizliği ve akılsızlığı, irâdesizliği ve güvenilmezliği, nankörlüğü ve kadirbilmezliği, cinsel açıdan zaaf içinde ve dirençsiz oluşu, gösteriş düşkünlüğü
3854] Fethu'l-Bârî, 1/105; Umdetu'l-Kari, 1/203
3855] Bk. Sünnet Üzerine Bir Kitap ve Bir Açıkoturum, İslâmî Araştırmalar, c. 5, sayı 2, s. 100-118
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüzünden denetlenmesinin gerekliliği, okuyup yazmasının sakıncaları gibi konuların; zaman zaman edebe aykırı, müstehcenliğe varan bir üslûpla işlendiği görülmektedir. Bu tür kıssa ve menkıbelerin müslümanlar nezdinde yüzyıllardır mûteber olan âlimlerin/yazarların kitaplarında kayıtsız yer edişleri ise ayrı bir problem teşkil etmektedir. 3856
Geleneksel bakış açısında müslümanların, kadını bu derece aşağılayan ve Kur’an’a tamamen ters söylemleri Rasûlullah (s.a.s.)’ın ağzına nasıl yakıştırdıklarını doğrusu anlamak mümkün değildir. Kadını ikinci sınıf varlık gören, erkeği dünyada ve âhirette üstün sayan, bunun sebebini de savaş gücünün olmasında, Cuma namazına iştirâk edebilmesinde, sakallı ve sarıklı olmasında bulan bir düşünce ile; üstünlüğü takvâda gören Kur’anî bir anlayış elbette bağdaşamaz. Geleneksel değerlendirmeler, maalesef bize, üstünlüğün takvâda olduğunu vurgulayan İslâm değerleri yerine, kadını hor gören, ikinci sınıf varlık sayan câhiliyye düşüncelerini hatırlatmaktadır.
Bu bakış neticesinde, kadının erkeğe kayıtsız şartsız itaati, onun her alanda kendisinden üstün olduğunu bilmesi, iki adım gerisinden yürümesi, fitne çıkarmamak için mescidlere gitmemesi, namazını evinin en ücrâ köşesi olan yatak odasında kılması, sesini erkeklere hiçbir şekilde duyurmaması, buna rağmen cehennemin çoğunluğunu kendi cinsinin oluşturacağına inanması, kemikleşmiş gelenek içinde kadına “takvâ” başlığı altında sunulmuş, toplumdan soyutlanıp evine kapanabildiği ve bunları uygulayabildiği ölçüde takvâda ileri gideceği düşüncesi yerleştirilmiştir. Bugün de, bu düşüncelerin hâkim olduğu kitle çoğunluktadır. Kadınların kendilerine biçilen bu konumu kabul edip benimsemeleri, bu anlayışın “din” adı altında sunulmuş olması ve kadınların ilmî birikimlerinin az olmasından kaynaklanmıştır. Çünkü Kur’an’da bu şekilde bir cinsin toplumda pasifize edilmesi sözkonusu olmadığı gibi Rasûlullah (s.a.s.) döneminde de bu şekilde yaşanmamıştır. Hz. Peygamberle istişâre eden, savaşlara katılan, şehid olan, mescidleri kullanıp Cuma ve vakit namazlarını ikame eden, ilim öğrenen ve öğreten, vahyî sorumluluklarını gerçekleştirmek için çaba sarfeden son derece aktif kadınların olduğunu biliyoruz. Hz. Âişe’nin bir ordu komutanı olarak savaşa katılması, muhâlefet lideri olması da önemli bir veridir. Savaştaki tarafı konusunda eleştiri almış olsa da kadın olmasından dolayı herhangi bir tenkit ve itirazla karşılaşmamıştır. Bu da bize ilk dönemlerde kadının toplumda sahip olduğu aktif rolü ve kadına bakış açısının bugünkünden ne kadar farklı olduğunu göstermektedir.
Daha sonraki dönemlerde başlayan yozlaşma ve câhilî düşüncelerin İslâm adı altında canlanması konusunda, sorumluluk sadece müslümanlara âittir. Çünkü İslâm, insan olma, sorumluluğu yerine getirme noktasında ayrım gözetmemiş, getirdiği prensiplerle kadın ve erkeğin fıtrî yönlerine uygun bir şekilde hayatı tanzim etmelerini istemiştir. İslâm, kadın ve erkeğin birbirini tamamlar mâhiyetteki yönlerini hiçbir zaman birinin üstünlüğü ve avantajı, diğerinin eksikliği, noksanlığı olarak görmemiş ve böyle görülmesini eleştirmiştir. Kadının hor ve aşağılık görülmesi, erkeğin emrinde ve onun hizmeti için yaratılmış olduğu düşüncesi câhiliyye Arapları tarafında da söylense, bozulma sürecindeki müslümanlar tarafından da söylense “câhilî düşünceler”dir. Ve Kur’an bu sapma
3856] Cihan Aktaş, Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İs. Araş. c. 10, sayı 4, s. 245
KADIN
- 931 -
hallerinin ıslahı için gelmiştir.
Bugün müslüman kadının düşünmesi gereken, kendisinin yeryüzünün imarı için yaratılmış bir halife olduğu, yeryüzünde İslâm’ı hâkim kılma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve fitneyi kaldırma gibi çok büyük bir “emânet”i yüklendiğidir. Ve herkes Allah huzurunda hesap verirken “yalnız” olacaktır. Kimse cinsiyetini mâzeret göstererek bu sorumluluktan kaçamayacaktır. Müslüman kadının bu asil ve öncelikli görevlerini bir kenara itip ayrıntılarla uğraşmasının zamanı geçmiştir. Çünkü şu anda yeryüzünde büyük bir fitne, şirk ve fesat hâkimdir. Bunun sebebi ise tevhidî bilinci yitirmemiz ve sorumluluklarımızı unutmamızdır. O halde, kadın-erkek hepimize düşen, vahyî doğruları anlamaya ve hayata hâkim kılmaya çalışmak olacaktır.
Bu veriler ışığında kadın konusunda üç temel yaklaşımın varlığından söz edilebilir: Bir: Vahyi tamamen gözardı ederek akıl ve nefislerini ilâh edinenlerin oluşturduğu dünkü ve bugünkü câhilî düşüncede kadın. İki: Vahyin belirlediği modele, tarih içinde şekillenen bazı câhilî etkileri eklemleyen geleneksel yaklaşımda kadın. Üç: Kur’an’ın şekillendirdiği anlayışta kadın. Hepimizin özlediği ve gerçekleştirme için çaba sarfetmesi gerektiği yaklaşım, elbette üçüncüsüdür. Ve bu yaklaşım, sadece kadın konusunda değil; hayatı anlama ve değiştirmede ihtiyaç duyduğumuz ve her konuda başvuracağımız temel dinamiğimiz olmalıdır.3857 (Yozlaşan geleneksel tavırla Kur’an’ın bakış açısı arasındaki farkın anlaşılmasına yönelik geniş bilgi almak isteyenler şu kitaplara bakabilirler: 3858
Kadının Fitne ve Fesat Unsuru Oluşu: Kadının toplumdaki konumunu ve hareket alanının kısıtlama yönünde bir gerekçe olarak fitne, kadın evden çıktığında, başta cinsel günahlar olmak üzere erkek ve kadının günaha düşmeleri ve dinî hayatlarının bozulması ihtimali olarak tanımlanmaktadır. İçinde yaşanılan zamanın fitne zamanı olduğu, bu yüzden müslüman kadının evinden çok zarûrî durumlar dışında çıkmaması gerektiği görüşü, kadının İslâm’a hizmetini, cihadını, insanî etkinliklerini eviyle sınırlandırır. Ancak, İslâmî ve insanî hakların; tebliğ, cihad, ilim öğrenme ve öğretme, doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma gibi hak ve sorumlulukların, sûistimal edilebileceği gerekçesiyle ve sınırsız bir zaman için kayıtsız şartsız yürürlükten kaldırılmasını veya yasaklanmasını kabullenmek mümkün değildir ve zaten hayatta bu yaklaşımın somut, kalıcı karşılığını bulmak zordur. Kadının din adına, sosyal felâket ve zararlardan korunması adına veya toplumun salâhı için toplum hayatından yalıtılması sûretiyle salt eve ve ev işlerine uygun bir kişiliğe büründürülmesi; giderek onun Kur’an’ın muhâtap aldığı sorumlu, akleden, düşünen, duyarlılıkları körelmemiş kul olmaktan uzaklaştıracaktır. Bu tür kısıtlamaların, kişide hayata gerçek anlamda ve dolaysız katılım imkânlarını yok edeceği ve psikolojik rahatsızlıklara sebebiyet vereceği de büyük ihtimal dâhilindedir.
Öte yandan, toplumda fesad çıkması muhtemelse, Kur’an buyrukları gözönünde tutularak bu konuda kadın kadar erkeğin de sorumlu tutulması ve
3857] H. Koç, F. Candan, a.g.m. s. 28-29
3858] 1- İslâm Kadın Ansiklopedisi -Tahrîru'l-Mer'e- 1-4, Abdülhalim Ebu Şakka, Denge Y., 2- Kadın Karşıtı Söylemin İslâm Geleneğindeki İzdüşümleri, Hidayet Şefkatli Tuksal, Kitâbiyat Y., 3- Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, Ali Osman Ateş, Beyan Y., 4- Uydurma Hadislerle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y., 4- Hatalı Atasözleriyle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hassâsiyet göstermesi beklenmelidir. Fesâda yol açmak elbette her iki kesim için de haramdır. “Kadın şeytanın ağıdır” şeklinde, Hıristiyan meczuplarının söylemlerini, İsrâiliyyatı hatırlatan ifâdelerin ne denli İslâmî olduğu, Kur’anî ifâdelere başvurularak anlaşılabilir. Sözgelimi, yeryüzünde gezerek geçmiş kavimlerin bıraktıklarından ibret alması istenenler, yalnızca Allah’ın erkek kulları değillerdir. Ayrıca Kur’an’da kadının varlığı erkek için, erkeğin varlığı da kadın için bir “iyilik ve hayır” unsuru olarak nitelenmektedir.
Fitneye yol açacağı varsayılan kadın bütün ömrünü dört duvar arasında geçirse bile, günah işlemesi ihtimaline karşı ruhbanlığa, inzivâya başvurma eğilimlerini hatırlatan bu önlem, hele ki iletişimin, telekomünikasyonun günümüzde ulaştığı boyutlar düşünülünce, fitne sorununun çözümü için asla yeterli olmayacaktır (Gerçekte günümüzde televizyon ve video, CD player, insanları eve bağlayan ve kapatan; ancak, seyredilen programların genel niteliğiyle uyutma ve suskunlaştırma araçları haline gelmişlerdir). Hem, insanlık tarihi incelendiğinde kadınların ya bütünüyle toplumdan tecrit edildiği veya istismâra ve yozlaşmaya müsâit bir tarzda topluma “katıldığı” durumlarda özellikle cinsel kaynaklı fitnenin daha kolay ve müsâit yayılma zemini bulduğu anlaşılmaktadır. Sultanların haremleri, derebeylerin şatoları ve ruhbanların manastırları yüzyıllarca, doğunun ve batının bütün entrika yüklü öykülerinde okunabileceği üzere, dört duvar arasında cinsel ahlâkın ille de güvencede olamayacağının ibret verici örnekleri olmuşlardır.
Hem tesettür de zâten kadının fitneye yol açmadan topluma katılmasını sağlayan bir yol, bir üslûp değil midir? Ve tesettür, gözleri sakınma yükümlülüğü, sadece kadınlar için değil; erkekler için de vardır. Yalnız kadınlar değil; erkekler de, toplum içinde veya tek başına, dört duvar arasında ya da sokakta, insanî faâliyetlerini sürdürebilmek, Allah’a ve insanlığa karşı ödevlerini yerine getirebilmek, kendi kendine yeterliliğe sahip olabilmek için dikkatli hareket edebilmelidir. Fitne ihtimaline karşı yaptırımlar, bir insan cinsinin insanlık durumunu ezip geçecek boyutlara uzatılmamalıdır. Zaten Kur’an, insanların nefislerini düzelterek fitneden kaçınmaları için ölçüleri ve yaptırımları belirlemiştir. Kadında İslâmî örtü, cinsel özelliğine bağlı olarak toplum içine gereğince çıkabilişinin ölçüsü olmuştur. Ve zaten örtünün varlığı, kadının toplum içindeki varlığıyla tanımını bulmaktadır. Bir başka ifâdeyle, örtü olgusu zaten özünde toplumsal olanla ilgilidir.
Gerçi İsrâiliyyat kökenli olduğundan kuşku duyulamayacak kimi menkıbelerde ne kadar örtülü olursa olsun, “toplumun selâmeti ve kendisinin de hayrına olacağı üzere” kadının sokağa çıkmaktan kaçındırılması; mümkün olduğunca da en iç odalara kapatılması öğütlenir. Hicap ve iffet gibi erdemler kadın için, varlığını mümkün olduğunca kamufle edişle, unutturuşla eş anlamlı tutulur. Ve öyle olur ki, olağan ifâdeli sesiyle yabancı bir erkeğin duyabileceği ortamda meramını anlatışı bile, fitneye yol açacağı endişesiyle haramdan sayılır. Bu konuda ilginç bir örnek, benzeri bir yaklaşımla, başkalarının yanında erkeğin hanımına adıyla hitap etmesinin günah sayılması, bazı düğün dâvetiyelerine fitneye sebep olmasın diye evlenecek kızın adının yazılmayışıdır.
Gerçi çok zaman kimi müslüman kadınlar da, tarihsel ve toplumsal şartların kendilerini mahkûm kıldığı geri planda bu edilgenleştirilmiş kadın kimliğini
KADIN
- 933 -
iffetli ve takvâlı İslâm kadını olma adına harâretle savunmuşlardır. Kuşkusuz bunun en çok görülen nedenlerinden biri, İslâmî duyarlılıktır; dinin emirlerine sorgulamadan teslim olmaya sevkeden iman düşüncesidir. Oysa iman, sosyal görevler unutulup sadece bireysel bir endişe halini aldığında yeryüzündeki harekete geçirici ve itici tarihsel mesajı son bulur. Ancak, bu kabulleri hazırlayan daha önemli bir nedenin kadınlardaki bilgi, bilinç yetersizliği ve öğrenip araştırma imkânlarının kıtlığı olduğu da bir gerçektir. 3859
79 Devriminin lideri, bu konuyla ilgili şunları söyler: Kadınlar İslâm toplumunda özgürdürler ve topluma katılmaları önlenemez. Önlenmesi gereken şey ahlâkî fesattır; bu hususta da hem erkek, hem kadın aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Fesad, her iki kesime de haramdır ve İslâm nizamında kadın, erkeğin sahip olduğu tahsil hakkı, çalışma hakkı, mülkiyet hakkı gibi tüm haklara sahiptir. Erkek hangi haklara sahipse kadın da onlara sahiptir. ama kimi işler vardır ki, fesâda sürüklemesi ihtimalinden dolayı erkeğe haramdır. Aynı şekilde kimi işler de vardır ki fesâda sürüklediği için kadınlara haramdır. İslâm erkek ve kadının insanî yapısını muhâfaza etmek ve kadının oyuncak haline gelmemesini sağlamak istemiştir. 3860
Bütün bunların yanında, kadının dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı, onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları görülen bir vâkıadır. Şuh kahkahalar, yabancı erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir kimliksizlik ya da çok kimlilik problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan “çeyrek tesettürlü” bayanlar da yok değildir. ama bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.
Kadının Okumasının Câiz Görülmeyişi: İslâm’a yapılan saldırılarda, bu dinin kadınların okumasını uygun bulmadığı iddiâsı sıklıkla kullanılır. Bunun için de Hz. Âişe’ye atfedilen şu hadis rivâyetine sıklıkla başvurulur: “Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin ve Sûre-i Nûr’u da iyi öğretin.”3861 Kadınlara okuma yazma öğretilmemesi, onların yanlış şeyler okuyup yazabileceği, yazı vâsıtasıyla yabancılarla temas kurabileceği, mektuplaşabileceği gibi gerekçelere dayandırılmıştır. Oysa, ilim öğrenmenin hem erkeğe hem kadına farz olduğu bilinir/bilinmelidir. Kur’ân-ı Kerim’e göre, bilenlerle bilmeyenler hiçbir zaman bir tutulmazlar.3862 Ve Rasûl-i Ekrem, ilim için bir yola giren kimseye Allah’ın cennet yolunu kolaylaştıracağını 3863 belirtmiştir.
3859] C. Aktaş, a.g.m. s. 244
3860] Âyetullah Humeyni, İran İslâm Cumh. Ank. Kültürevi'nin 1987 Şubat'ında Kadınlar Günü Broşürü
3861] Râmûzu’l-Ehâdîs, c. 2, s 480
3862] 39/Zümer, 9
3863] Ebû Dâvud, İlim 1; Tirmizî, İlim 19; İbn Mâce, Mukaddime 17
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dindarlık adına veya dindarlığı öne sürerek kadınlara ilim yolunu kapatmak isteyenler ise, İslâm’a saldıran yarı aydınlara ve müsteşriklere hizmet etme yolundan, dine iftira atmak ve kadınların cehâletinin vebaline ortak olmaktan öte gidememişlerdir.
Örneğin, müsteşrik Goldziher, yukarıdaki hadis rivâyetini öne sürerek İslâm tarihinde kadınlara yazı öğretme işine aralarında ahlâksızlığa yol açacağı gerekçesiyle kısıtlama getirildiğini, kadınlara yazı öğretilmemesi konusunda resmî düzeyde tâlimatlar yayınlandığını savunmuştur. Her ne kadar Goldziher bu görüş ve tutumların İslâm'ın temel öğretilerine uygun prensipler olamayacağını ve zâten kadınlara yazı öğretilmesine karşı yaygın olan görüşün Şam'ın birçok bilgin kadını tarafından çürütüldüğünü kaydetse de; bu konudaki incelemesinde "kadınların işi ip eğirmektir, bunun için ilme gerek yoktur" ve "yazı öğretilen kadın zehirli yılan gibidir" tarzındaki halk arasında yaygınlıkla kullanıldığını belirttiği deyişlere, atasözlerine itibar etmekten geri durmamıştır.
Kadınları fitne ve fesat kaynağı telâkki eden, onlara okuma ve benzeri hakları çok gören yukarıda örneklerini verdiğimiz sözlerin önyargılı bir yazar için nasıl kolay ve uygun malzeme teşkil ettiğinin somut ve ibret verici örneklerinden biri, İlhan Arsel'dir. Şeriat ve Kadın adlı bilimsel olmaktan uzak kitabında yazar, her türlü kitaptan rastgele derlediği deyişlere hiçbir kayıt koymadan dayanarak ve bazen de açıklamakta yetersiz kaldığı hadis ve âyet-i kerimeleri keyfince yorumlamak sûretiyle İslâm'ın temel kaynaklarına ilişkin güvenleri sarsmak gibi bir amaç taşıyor görünmektedir.
Kur'anî ruhla uyuşmayan, çakışmayan tarihsel ve geleneksel bir anlayış; müslüman kadını hurâfelerin belirlediği gibi yeniden câhiliyyenin karanlıklarında tanımlamak istiyordu. Tebaaya hilâfet vesâyeti adına yaklaşan saltanat geleneği, âile içine de erkeğin kadına vesâyeti adına, dayatmacı ve buyurgan bir hiyerarşi anlayışını meşrûlaştırmıştı. Sonuç olarak Hz. Peygamber'in risâletiyle yeniden câhil ve unutkan insanlığa hatırlatılan kadının insanî hak ve ödevleri, bir kez daha "istismar ve fitne ihtimali" öne sürülerek sınırlandırılmış; böylece kadının Kur'an'la ilişkisinin yok olmaya gittiği; âile içinde Kur'anî istişare anlayışı yerine tek taraflı vesâyetin hâkimiyet kazandığı, eşlerin birbirine "dost, arkadaş ve yardımcı" olacak yerde "efendi-kul" oldukları bir sürece girilmişti. 3864
Yüce Allah, ilk emrini "Oku!" olarak indirirken, kadın-erkek ayrımı yapmamıştır. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"3865 derken de cinsiyet ayrımı yok. "Allah'tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar"3866 âyetinde Allah "kulları" kelimesini kullanıyor; bu kelime de kadın ve erkeği içine alıyor. Kur'an âyetlerini tefsir eden, hadis rivâyet eden, hukukî konularda görüşüne mürâcaat edilen kadınlarımızın sayısı az değildir. Halife Hz. Ömer'in halka konuşurken yaptığı hukukî bir hatayı düzelten kadın sahâbeyi hemen hepimiz biliriz. "İlim, her müslüman erkek ve kadına farzdır." Hükmüne dayanarak İslâmî bir devlette zarûrât-ı dîniyye dediğimiz ilimlerin beşikten mezara kadar her ferde öğretilmesini zorunlu kılmıştır. Günümüzde hiçbir devlet on sekiz yaşına kadar öğretimden kaçmayı başarmış birine bu yaştan sonra okumayı ve eğitimi zorlayamaz. Ama İslâm devleti, her
3864] C. Aktaş, a.g.m. s. 246
3865] 39/Zümer, 9
3866] 35/Fâtır, 28
KADIN
- 935 -
imkânını kullanarak ölüm ânına kadar dinin gerekli bilgilerini insana ulaştırmak mecbûriyetindedir.
Toplumsal Hayatta Müslüman Kadın
Toplumsallaşma, insanın içinde yaşadığı topluma bir şeyler katabilmesi, sunabilmesi; ya da kendisini geliştirmek için topluma açılabilmesi yönünde sürekli gelişen bir harekettir. İnsan, içinde yaşadığı toplumun kendisinden beklediği ilkeleri ve değer yargılarını benimseyebilir ve kendi inandığı değer yargılarını topluma anlatmayı ve benimsetmeyi dileyebilir. Hatta kimi zaman bu durum, müslümanların doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma ve tebliğ ödevlerinde olduğu gibi “dileme”yi aşarak bir “görev” haline geline gelir. Bu durumda toplumsallaşma, bireyin inanç ve önerilerini içinde yaşadığı toplumun anlayabileceği uygun dille ifâde edebilme süreci de demektir. Sözgelimi bir müslümanın içinde yaşadığı topluma İslâm dinini anlatmayı dileyişi, o toplumun ayırt edici özelliklerini iyi bilmesine ihtiyaç duyar. Gayri İslâmî veya İslâmî, İslâm’ın bilindiği veya bilinmediği toplumlarda nasıl davranmak, nelere dikkat etmek gerekiyor; müslüman bireyin “toplumsallaşması” sorunu, bu soruların cevabına da ihtiyaç duyar.
Diyebiliriz ki toplumsal bir kişilik her durumda, zamanının çoğunu toplumun, toplumsal faâliyetlerin içinde geçiren bir kişilik demek değildir. Yine, zamanının çoğunu evinde veya kapalı bir mekânda geçirmesi, her zaman bireyin toplumsallaşamadığı ve toplum dışı kaldığı, “anti-sosyal” olduğu anlamına gelmez. Toplumsallaşma övgüsü etrafında yanlış tanımlar ve rol beklentileri, toplumları ve bireyleri mustarip eden problemlerin belli başlı nedenlerinden biri sayılabilir.
Örneğin, modernleşme hedefi yolundaki yaşadığımız ülkede “kadınların toplumsallaşması”, onların zamanlarının çoğunu ev dışında bir işte veya bir dernekte/vakıfta ya da popüler gazetelerin “cemiyet haberleri”ne, magazin sayfalarına konu olan salon faâliyetlerinde geçirmesi şeklinde anlaşılmıştır. Ev kadınlığının aksaklık, anneliğin değersiz bir yatırım sayıldığı bir düzenekte kadınlar “sosyal olmak”, “sosyal kişilik kazanmak” adına, nereye ve niçin gitmek üzere olursa olsun, anneliği çağrıştıran ev ortamından uzaklaşma çabasına düşmüşlerdir. Oysa geçmiş çağlarda “toplumun hayrına” denilerek bütünüyle evlerine kapatılıp toplum hayatından soyutlanmaları gibi; “modern çağ” diye adlandırılan zamanımızda da “toplumun hayrına” denilip bütünüyle evlerinden kopmaları da, onları fıtratlarına yabancılaştırarak veya fıtratlarıyla savaşmaya sevkederek mutsuz kılmıştır.
İslâmî öğretide kadının toplumsal kişiliğini geliştirip koruma hakları teminat altına alınmıştır. Kur’ân-ı Kerim, hiçbir cinsel ayrım kaydı koymadan, toplumsallaşma sürecinin insan fıtratına yerleştirildiğini ve yaratılışında zâten var olduğunu bildirir. “Ey insanlar, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız, birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, takvâca en üstün olanınızdır.”3867 Bu âyet-i kerimede, insanların birbirleriyle canlı ilişkilerini teşvik eden bir işleyiş öğütlenmektedir. Renk, dil ve fiziksel özelliklerin farklılığı, bir aşağılama vesilesi değil; zenginlik vesilesidir. Farklılıklar, insanların birbirlerini tanımalarını teşvik eder; kendinde olanla diğerlerine katkı3867]
49/Hucurât, 13
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da bulunmaya sevkeder. Böylece fiziksel farklılıklar ve tanışma eylemi, toplumsal hayatı olumlu anlamda motive edebilir. Doğruyu emredip yanlıştan sakındırma ödevi, insanın kendisinden olduğu kadar toplumdan da sorumlulukları somutlaşırken; kadın olsun erkek olsun bütün insanlara (mü’minlere), bulundukları şartların elverdiğince İslâm’a hizmet etmelerinin gereği duyurulur. Dini sevdirmek, güzelleştirmek ve kolaylaştırmak, tebliğci mü’minlerin dikkat etmesi gereken ilkelerdir. Mü’minlerin birbirlerini sevmesi ise, iman’la bağlantılıdır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamıyla iman etmiş olamazsınız.” 3868
Kadının toplumsal konumu insanlık tarihi boyunca üç belirgin durum ortaya koymuştur: Bazı dönem ve değerlendirmeler açısından kadın, sadece ev içinde ve ev-çocuk-eş üçgeninde gerekli bir varlıktır. Kimi dönemlerde ise, toplum içinde insanî yetenekleriyle değil de cinsel özelliği itibarıyla ön plana çıkarılan, annelik özelliği gözardı edilerek salt cinselliğiyle, (cinselliğini sunabilişiyle) kabul gören bir varlık sayılmıştır. Üçüncü durumda, toplumsallaşmayı talep eden kadın cinsel kimliğine (fıtratına) yabancılaşmadığı ve cinselliği istismar edilemeyen bir kişilik konumu kazanmaktadır. Bu üç toplumsal konumdan ikisi kadını değersizleştiren ve mutsuz eden sonuçlar vermişken; “orta yol”un tutulduğu son konum, ona saygın bir insanî hüviyet/kişilik kazandırmıştır.
Öte yandan, ilk yaklaşımda kadın neredeyse, ev ortamlarını tamamlayan bir eşya telâkki edilmiştir. Bu durumda kadının insanî yetenekleri körelmekte, irâdesi yok sayılmakta; bunlarla birlikte sorumlu bir kul olarak Allah yolunda ârifâne çalışmalar yapabilme yolları bile tıkanmaktadır. Bu konumda kadın kendi adına ve başkaları adına fikir yürütebilecek; âilenin problemleri için istişâre edilecek biri de değildir. Sürekli evin içinde bulunduğu ve çevresi sınırlı olduğundan, kendisine dışarıdan herhangi bir etkinin erişemediği hesap edildiğinden; evin erkeği için, âile için değerli ve saygın telâkki olunur.
Ancak, ona atfedilen bu saygınlık ve değer, bilincinin dışında gelişen bir şeydir. Bu anlamda kadın elmas ve pırlanta gibi mücevher cinsinden bir eşya mesâbesindedir. Kendi başına hareket edebilme ve katılım gücüne sahip değildir. Toplumla ve dünyayla ilişkilerinde (toplumsallaşma durumunda) önce babası, sonra kocası aracılığıyla gelen bir dolaylılıkla çevrilmiştir. Diyebiliriz ki, ataerkil (eril) nitelikli uzun tarihî dönemler boyunca ve çok yakın zamanlara kadar kadının var oluş durumu, aşağı yukarı böyle bir çerçevede şekillenmiştir.
Kimi tarihî dönemlerde ise kadının “topluma katılım” veya “özgür olmak” adına fıtrî özelliklerini gözardı ederek anne ve eş sorumluluklarından uzaklaştığı görülür. Nedenleri ve sonuçlarıyla günümüzde de izlendiği üzere bu durumda kadın genellikle, bireysel ve toplumsal kişiliğine kavuşma adına, tıpkı eski yüzyılların köle pazarlarında (agoralarda) veya sarayların haremlerinde izlendiği gibi; podyumlarda, vitrinlerde ve reklam panolarında salt cinsel bir imajla öne çıkarılarak, cinselliğiyle “pazara sürülerek” kişiliksizleştirilmiştir. Bu, insan haklarından ve kadın haklarından oldukça çok söz edilen bir dönemde ve moda, sanat, cinsel özgürlük gibi süslü kılıflarla gerçekleştirilen bir kişiliksizleştirme sürecidir.
Avrupa’da kadın hakları hareketlerini de içine alan insan hakları alanındaki
3868] Müslim
KADIN
- 937 -
girişimlerin, İslâmî öğretinin hayata geçirilen ilkelerinden örnek ve ilham aldığı söylenebilir. Bununla birlikte, neredeyse yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar, müslümanların tarihinde yalnızca İslâm’ın ilk yayılış döneminde kadınlar siyasî, askerî ve kültürel açılardan toplumlarında etkin roller üstlenebilmişlerdir. Sonra bu roller giderek zayıflamaya başlamış; kadının sokağa çıkmasının fitneyi dâvet, toplumu ifsad edeceği; kadınların “şeytanın ağı” oldukları şeklindeki kanaatin yayılmasıyla da giderek anılmaz olmuştur. Bu kötü kanaat, öylesine dinden bilinmiştir ki, günümüzde de müslümanlar arasında kadının toplum içindeki rolü, İslâmî harekete katılımı etrafındaki tartışma ve yaklaşımlar, Asr-ı Saâdetten günümüze çeşitlenerek gelen “kadın ve fitne” arasında irtibat kuran iddiâ ve kabullerden bağımsız olamamaktadır. 3869
Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde erkeğin bulunduğu ortamlarda kadının sosyal hayata katılımını onaylayan üç yüzden fazla hadis vardır. Bu sahih hadis-i şeriflerden açıkça anlaşıldığına göre Peygamberimizin devrinde;
Müslüman kadın, Rasûlullah’ın mescidinde cemaate katılır, yatsı ve sabah namazı kılardı.
Müslüman kadın, Cuma namazına gider ve Rasûlullah’ın dilinden Kaf sûresini ezberlerdi.
Müslüman kadın, küsuf namazına katılır, uzun süre Rasûlullah ile beraber olurdu.
Müslüman kadın, Ramazanın son on gününde Rasûlullah’ın mescidinde itikâfa girerdi.
Müslüman kadın, mescidde itikâfta bulunan kocasını ziyâret ederdi.
Müslüman kadın, Rasûlullah’ın müezzini tarafından duyurulan çağrıya icâbet edip mescidde yapılan genel toplantıya katılırdı.
Müslüman kadın, erkekler mescidde kadınlardan daha fazla olduğundan, kadınlar için özel eğitim yapılmasını istemiştir.
Müslüman kadın, bizzat Rasûlullah’a giderek özel ve genel konularda O’na soru sorardı.
Müslüman kadın, erkeklere iyiliği emreder, onları kötülüklerden sakındırırdı.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber ziyâfetlere katılır ve onlara da yemek ikram edilirdi.
Müslüman kadın, kocasıyla beraber gelen misâfirin sofrasına oturup akşam yemeği yerdi.
Müslüman kadın, düğün yemeğinde erkek misâfirlere hizmet eder ve Rasûlullah’a güzel içecekler ikram ederdi.
Müslüman kadın, evini ilk muhâcir müslümanlara açmıştır.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber savaşlara katılır, su dağıtır, yaralıları tedâvi eder, ölü ve yaralıları Medine’ye taşırdı.
3869] C. Aktaş, a.g.m. s. 242-243
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslüman kadın, meselâ Ümmü Haram, ilk deniz savaşlarında şehid olması için Rasûlullah’ın duâ etmesini ister, Rasûlullah da onun için duâ ederdi.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber bayram namazını kılar, Rasûlullah bayram hutbesinden sonra özellikle kadınlara öğüt verirdi.
Rasûlullah, müslüman kadına, -genç olsun, küçük olsun, örtülü olduktan sonra farketmez- bayram namazına gelmelerini emreder; iyiliğe, müslümanlara duâ etmeye çağırırdı.
Rasûlullah, müslüman kadına, -isterse hayızlı olsun- bayram günü namazgâha gelmelerini, cemaatle beraber duâ etmelerini emretmiştir.
Kadınların sosyal hayata katılımıyla ilgili Kur’an, sünnet ve asr-ı saâdetteki uygulamalardan yola çıkarak İslâm’ın ilkelerini şu maddeler halinde özetleyebiliriz:
a- Evde, perde arkasında durmak, yalnızca Rasûlullah’ın hanımlarına mahsustu. “...Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin...”3870 Diğer sahâbe hanımları bu konuda mü’minlerin annelerine uyma gereği duymamışlardır.
b- Asr-ı saâdetteki kadınlar, sosyal hayata iştirak eder, özel ve genel birçok konularda erkeklerle karşılıklı münâsebetler kurarlardı. Amaç, aktif yeni hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek ve kadın-erkek müslümanların işlerini kolaylaştırmaktır.
c- İslâm, kadına bu katılımı sağlarken, yüce ahlâk kurallarından başka bir şeyle sınırlandırmamıştır. Zaten bu kurallar da her durumda korunmuş ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan kurallardır.
d- Risâlet çağında müslüman kadın, ihtiyaca ve hayat şartlarına göre toplumsal faâliyetlere, siyaset ve meslekî çalışmalara katılmıştır. Toplumsal faâliyet alanında; müslüman kadın pek çok hizmet vermiştir; kültür ve eğitim, birr/iyilik ve toplumsal hizmet vb. konularında kadın erkekten geri kalmamıştır. Müslüman kadın, siyasî işleyişe, statükonun ve toplumun bâtıl inancına karşı çıkabiliyordu. Bu uğurda zorluklarla ve işkenceyle karşılaşınca inancı uğruna hicret edebiliyordu. Ayrıca müslüman kadın, bazı siyâsî istişârelere katılabiliyor, kimi zaman da siyâsî muhâlefete iştirak edebiliyordu. Meslekî alanda ise; hemşirelik, temizlik ve ev işleri gibi sahalarda çalışıyordu. Bu çalışmaları iki şeyi gerçekleştirmesine yardımcı oluyordu: 1) Fakirlik ve güçsüzlük durumunda kendisine ve âilesine temiz bir hayat sunmak, 2) Kazandığını tasadduk edip Allah yolunda harcayarak kendisine yüce bir konum ve fazîlet kazandırmak.
e- Aktif siyâsî, sosyal ve meslekî sahalardaki katılım, çağımızda yeni sosyal oluşumları zorunlu kılıyorsa, şeriatın ilke ve kuralları bu oluşumları daha ciddî değerlendirmektedir. Her çağda bu ihtiyaçlara din cevap vermektedir.
f- Toplumsal hayata katılımın en önemli sonucu kadının anlayışının gelişmesi ve en üstün olgunluk düzeyine ulaşarak pek çok faydalı işler yapmasına imkân tanımasıdır. 3871
3870] 33/Ahzâb, 53
3871] Abdülhalim Ebu Şakka, Tahrîru'l-Mer'e, Kadın ve Aile Ansiklopedisi, c. 1, s. 30, 50
KADIN
- 939 -
Müslüman Kadının Toplumsal Hayata Katılma Âdâbı
Kadının toplumsal hayata katılmasının ve bunun gereği olarak erkeklerle görüşmesinin İslâmî âdâbını, Kur’an ve Sünnet belirlemiştir. Din, âdâbın, terbiyenin zirvesidir. O edepleri, ahlâkı ve nâmusu korur, iyi ve faydalı hayatın akışını durdurmaz, münkerden uzaklaştırır, iyi ve güzele yöneltir, kötü eğilimleri terbiye eder, kadın ve erkeği eşit olarak huzura kavuşturur. Böylece farklı cinse karşı küçük düşürücü, saygınlığı giderici, aşırı duygusal davranıcı hareketler olmaz. Gerek elbise, gerek konuşma, gerekse bazı zorluklara sebep olan hareketler konusunda olsun müslüman hanımın, erkeğe oranla bağları daha fazladır. Kadın bunlara, erkeklerle görüşmeyi zorunlu kılan meşrû ihtiyaçlarını ve hayatî maslahatlarını gerçekleştirmek için tahammül eder. Bu tür ihtiyaç ve maslahatlar artarak görüşme de artabilir, ihtiyaç ve maslahatlar azalarak görüşme de azalabilir. Şâriin/Kanun koyucunun çizdiği edepleri sunmadan önce o âdâbı gerçekleştirmeye yardım eden bazı temel faktörleri başlıklar halinde hatırlatalım:
a- Terbiye ve yönlendirmeye önem verme,
b- İffeti korumak için erken evlenme,
c- İyi kontrol etmekle birlikte, küçük yaşta belirli ölçüde topluma katılma ve görüşmeyi kolaylaştırma.
A- Kadın ve Erkek Arasındaki Müşterek Edepler:
1) Görüşme ortamının ciddî olması: “Güzel (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin.”3872 Âyet, konuşma konusunun, münkeri içermemesi, iyilik sınırları içerisinde olması gerektiğini işaret ediyor. Kadın ve erkekler arasındaki ciddiyet; güzel söz söylemedir. Oyun ve eğlence havası, gereksiz şakalar, cıvık kahkahalar, aşırı serbest tavırlar, kadınsı işve ve cilveler ise, münkerdir ve nâmahrem olan kadın-erkeğin karşılıklı görüşme ve ilişkilerinde yasaktır. Töhmet altında bulunulacak, eğlence yerleri ve gayr-i İslâmî ortamlar veya gayr-i ciddî konu ve yaklaşımlar içinde olmamalı. Başka insanların gördüğünde ahlâkî olarak yadırgayacağı veya ahlâksız bazı şeylerden şüpheleneceği durumlardan uzak olunmalıdır.
2) Gözü çevirme: “Mü’min erkeklere söyle: Bakışlarını çevirsinler, gözlerini (harama) dikmesinler, nâmuslarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar, bazı bakışlarını çevirsinler, nâmuslarını korusunlar...”3873 Gözü çevirmenin anlamı; fitne korkusu yüzünden uzun uzadıya bakmaya engel olma, demektir. Âyette geçen “min -den-” edâtı, “teb’îz” içindir; her bakış değil, bakışların bazısı yasaktır; fitneden korkulduğu zaman kadına bakmanın haram olduğu hususunda ihtilâf yoktur. Fitne durumunda gözü ondan çevirmek gerekir. Âyet, mutlak anlamda, yani şehvet duygusundan uzak olarak gözü çevirmenin gerektiğini ifâde etmez. Kadının el ve yüzüne kötü niyet ve şüphe olmaksızın bakmak câizdir. Şehvetle bakmaya gelince; elbisenin üstünden bile şehvetle düşünmek haramdır, kaldı ki açık yüze bu şekilde bakmak! Bazı âlimler de, âyette bazı bakışların çevrilmesinin emredildiğini, ancak kadının yüzünün bunun dışında olduğunu belirtirler.
3872] 33/Ahzâb, 32
3873] 24/Nûr, 30-31
- 940 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Teâlâ, bir başka âyette de şöyle buyurur: “Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.”3874 Câbir bin Abdullah’dan: “Rasûlullah’a (s.a.s.) ânî bakıştan sordum. Bana: “Bakışını hemen çevir!” buyurdu.” 3875 Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali (r.a.)’ye buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.”3876; “Hiç şüphesiz Allah, Âdemoğluna yaptığı zinâdan payına düşeni yazmıştır. Gözün zinâsı bakmaktır, dilin zinâsı konuşmaktır. Nefis arzular ve şehvet duyar. Tenâsül uzvu da bunu ya doğrular ya da yalanlar.”3877 Bu hadis, şehvetle bakmanın haram olduğu hususunda açıktır. Bunun için, “nefis arzular ve şehvet duyar” buyruldu. Bunun anlamı, şehvetsiz olduğu zaman günah değildir, demektir.
Rasûlullah (s.a.s.) Kurban günü Fadl’ı bineğinin arkasına bindirdi. Fadl, yakışıklı bir gençti. Rasûlullah, insanların kendisine fetvâ sormaları için durdu. Hes’am kabilesinden güzel bir hanım gelerek Rasûlullah’a fetvâ sormaya başladı. Kızın güzelliği Fadl’ın hoşuna giderek ona bakmaya başladı. Bunun üzerine Peygamber, Fadl’ın çenesine tutarak öbür tarafa çevirdi ve genç kadının yüzüne bakmasına engel oldu.3878 Hâfız İbn Hacer diyor ki: “İbn Battal şöyle diyor: “Hadiste fitneden korkulduğu zaman yüzü çevirme emri vardır. Bunun gereğine göre, fitneden emin olunursa yasak değildir. Bunu Rasûlullah’ın Fadl’a yaptığı şey de te'kid ediyor. Fadl, hoşuna giderek genç kıza iyice baktığında Rasûlullah fitneden korkup onun yüzünü çevirmiştir. Çünkü erkeklerin tabiatında kadınlara karşı meyil vardır.” 3879
Âişe (r.a.)’den: “... Bayram günü önden gelen insanlar, savaşçılık (savaş oyunları cinsinden folklorik oyun) oynuyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bana: “Bakmak ister misin?” dedi. Ben de: ‘Evet’ dedim. Beni arkasına alarak seyrettirdi...”3880 Dolayısıyla kadının erkeğe -gösteri yapmakta, oyun oynamakta olsa bile- bakması câizdir. Özet olarak; görüşmenin bir neticesi olarak, erkekler kadınları, kadınlar da erkekleri görebilir. Birbirlerine makul ve meşrû ölçüler içinde bakabilirler. Her iki taraf da, gözlerini harama bakmaktan sakındırdıkları ve şehvetten uzak oldukları sürece bunda bir sakınca yoktur. Kur’an’ın ve Sünnetin emretmediği peçe, eğer olması gerekiyorsa, kadınların yüzünde değil; erkeğin gözünde olmalıdır.
3) Genel olarak tokalaşmaktan kaçınma: Allah, kadın ve erkek olarak gözleri harama bakmaktan çevirmemizi emretmiştir.3881 Çünkü harama bakma insanı şehvete götürür. Tokalaşma ise bakmaktan daha fazla insanı şehvete götürür. İbn Mes’ud’dan (r.a.): “Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam gelerek bir kadını öptüğünü ya da eliyle dokunduğunu (onu okşadığını) söyledi. Sanki bağışlanması için gereken keffâreti soruyordu. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl; çünkü hasenât/iyilikler, seyyiâtı/
3874] 40/Mü’min, 19
3875] Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
3876] Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44
3877] Buhârî, 14/305; Müslim, 8/52
3878] Buhârî, 13/245; Müslim, 4/101
3879] Fethu’l-Bârî, 13/245
3880] Buhârî, 2/95
3881] 11/Hûd, 14
KADIN
- 941 -
kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.”3882 Ma’kul bin Yesâr’dan rivâyetle Rasûlullah şöyle buyurdu: “Sizden birinin başına demirden büyük bir iğnenin batırılması, kendisine helâl olmayan bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır.”3883 Hz. Âişe (r.a.) “Andolsun ki Rasûlullah kadınlardan bey’at alırken kesinlikle elini bir kadına dokundurmadı” diyor. 3884
Enes bin Mâlik’den: “Rasûlullah (s.a.s.) Ümmü Haram binti Milhan’ın yanına giriyordu. O Rasûlullah’a ikram ediyordu. Ümmü Haram, Ubâde bin Sâmit’in nikâhı altındaydı. Rasûlullah’a yemek yediriyor ve başını temizliyordu.”3885 Yine Enes bin Mâlik’den: “Medine’li câriyelerden biri, Rasûlullah’ın elinden tutarak istediği yere onu götürünceye kadar elini bırakmıyordu.”3886 Ebû Râfi’nin hanımı Selmâ’dan rivâyetle: “Rasûlullah’a hizmet ediyordum. Onun bir yarası olduğu zaman, bana üzerine kına koymamı emredinceye kadar yarası iyi olmazdı.”3887 Abdullah bin Muhammed bin Abdullah bin Abdullah bin Zeyd, kadınlarından birinin şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Rasûlullah yanıma geldiğinde, sol elimle yiyordum. Ben fakir bir kadındım. Rasûlullah elime vurarak lokmamı düşürdü ve bana: “Sol elinle yeme, Allah sana sağ elini vermiştir” buyurdu. Böylece sağ elimle yemeğe başladım. Bundan sonra asla sol elimle yemedim.” 3888
Rasûlulullah’ın bey’at esnâsında kadınlarla musâfaha etmemesiyle, bazı zamanlarda herhangi bir kadına dokunması olaylarını birleştirebiliriz. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, dokunma biçimlerinden biri olan ve özel bir anlam ifâde eden tokalaşmadan kaçınmıştır. Gerek kadın veya erkeklerle karşılaştığında, gerek selâmlaşma, duâ ve yakınlaşma için onun mübârek vücuduna dokunma isteği ve İslâm üzere bey’at etme durumlarında Rasûlullah kadınlarla tokalaşmaktan kaçınmıştır. Bu durumlarda Rasûlullah’ın tokalaşmaktan kaçınması, başka durumlardaki dokunma biçimlerinden uzak kaldığı anlamına gelmez. Çünkü diğer durumlarda Rasûlullah (s.a.s.) bir yönden pek nâdir olan fıtrî ihtiyaçlarını gidermek için bunu yapıyordu, diğer bir yönden ise o, kadınların fitnesinden emindi. Yani Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, genel olarak kadınların fitnesinden emin olmadığı gibi tokalaşmak için de ciddî bir gerekçe görmüyordu. İkinci durumda ise, gerekli sebeplerden dolayı bunu uygun görüyordu. Buna şu da eklenebilir: Rasûlullah’ın biat alırken kadınlarla tokalaşmaktan kaçınması, bu meselenin kesin olarak haram olduğu anlamına gelmez. Nitekim vârid olan deliller bu durumun Rasûlullah’a özel olduğunu ifâde ediyor: “Ben kadınlarla tokalaşmam!”3889 hadisinde kullanılan zamir, sadece Rasûlullah’a âittir.
Özet olarak: Rasûlullah (s.a.s.)’ın kadınlarla tokalaşmaktan kaçınması; ümmetine öğretmek ve kanun olarak koymak için sedd-i zerâi bâbında çoğu durumlarda bunu kerih görmesi anlamındadır. “Sedd-i zerâi kesin değil; daha evlâdır” diyen usûlcülerin görüşü de bunu te’kid etmektedir. Biz de çoğu zaman tokalaşma ve dokunmadan kaçındığımızda; fitne ortadan kalkıp uygun bir gerekçe olduğu
3882] 11/Hûd, 14 , Müslim, 8/102
3883] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4921
3884] Buhârî, 10/261; Müslim, 6/29
3885] Buhârî, 6/350; Müslim, 6/49
3886] Buhârî, 13/102; İbn Mâce
3887] Mecmeu’z-Zevâid 5/95
3888] Mecmeu’z-Zevâid 5/26
3889] Mecmeu’z-Zevâid 8/266
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman da buna müsâmaha gösterdiğimizde Rasûlullah’a en güzel şekilde uyanlardan olacağımız kanısındayız. Böyle olduğu takdirde tokalaşma müslümanlar arasında karşılıklı iyi duygu alışverişine ve ilişki kurulmasına vesile olur. Nitekim akrabalar, yakın arkadaşlar arasındaki tâziyelerde, yolculuklarda, misâfirliklerde ve güzel bir işe teşvik etme durumları gibi özel münâsebetlerde yapılan tokalaşmalar bu türdendir. Fakat biz, günümüz toplumunda karşılıklı münâsebetlerde kadın ve erkek arasında tokalaşma yaygın olduğundan, bir açıdan zorluğu kaldırmak, diğer bir açıdan ise haram oluşuna dair kesin bir hükmün bulunmayışını gözönünde bulundurarak hükmü kolaylaştırmak zorunda kalıyoruz. Buna rağmen, gerekmediği müddetçe kadın erkek birbiriyle tokalaşmaktan kaçınırsa daha ihtiyatlı ve takvâya daha uygun olur.
4) Kadın ve erkek arasını ayırma ve karışmaktan kaçınma: Ümmü Seleme (r.a.)’den rivâyette: “Rasûlullah (s.a.s.) namazda selâm verdiği zaman, kadınların kalkıp gitmeleri için bir süre kalkmadan bekliyordu.” İbn Şihab diyor ki: “Rasûlullah’ın beklemesi topluluğun kadınları görmeden ayrılmaları içindir sanıyorum.”3890 Bu anlamı Rasûlullah’ın “Şu kapıyı kadınlara bıraksak...”3891 sözü de te’yid etmektedir. Yine bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) mescidden çıkınca erkeklerle kadınlar yolda birbirine karıştılar. Bunun üzerine Rasûlullah kadınlara şöyle buyurdu: “Geç çıksanız yahut o yolun hakkını verseniz, yolun kenarında yürüseniz!” 3892
Kadınların yolda karışıklıktan kaçındıkları gibi, kamuya âit yerlerde de karışılıktan kaçınmaları gerekir. Bu mescidlerde olduğu gibi, diğer yerlerde de sadece arka tarafların kadınlara âit olduğu anlamına gelmez. Kadınların arka saflarda yer almaları, gerek mescidde olsun, gerekse kocası ve mahremleriyle beraber yabancıların bulunduğu evlerde olsun namaza âit özel bir durumdur. Fakat namazın dışında uyulması gereken âdâp, erkeklerle kadınların arasının ayrılması ve karışıklığın önlenmesidir. Bu oturma yerlerinde yer ayırarak ya da iş yerlerinde karışıklığı önleyerek düzenleme yapılarak sağlanabilir.
(Sözgelimi kalabalık bir ortamda kadın-erkek birbirine değmeden yürünemeyecek şekildeki semt pazarlarına alışveriş amaçlı da olsa gitmenin câiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak, pazarların tenha saatlerinde ve de çok dikkat ederek ihtiyaç karşılanabilir. Bu yasağın sadece müslüman kadın için değil; elbette müslüman erkek için de geçerli olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mıdır? Aynı sakıncayı büyük şehirlerdeki kalabalık dolmuş ve otobüslerde özellikle ayakta yolculuk için de çoğu zamanki uygulamadan yola çıkılarak söylemek mümkündür. Düğün salonlarında, özellikle düğün ve benzeri dâvetlerde kadın-erkek karışık oturmanın câiz olduğunu iddiâ etmek de pek mümkün değildir.
Ama eğitim gibi ciddî amaçlar için, tesettür ve karşılıklı edeplere riâyet şartıyla, başka uygun alternatif yoksa kadın-erkek aynı salonu paylaşmanın haram olduğunu iddiâ etmek delillendirilmesi zor bir çıkarım olmakla birlikte; mevcut düzen ve çevre şartları açısından insanımızı sosyal açılım ve toplumsal nimetlerden mahrum etmenin vebâlini de gerektirecektir. İdeal olanla reel olanı, takvâ
3890] Buhârî, 2/467
3891] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 5134
3892] Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, hadis no: 856
KADIN
- 943 -
ile ruhsat ve fetvâyı karıştırmamak; en iyi yok diye elde edilebilecek iyiliklerden de uzak olmamak, bir şeyin tümüne sahip olunamıyorsa bir kısmından olsun mahrum olmamak gibi meşrû ve ma’kul yaklaşımları ihmal etmemeliyiz diye düşünüyorum.)
5) Halvetten kaçınma (Kapalı bir yerde yabancı bir erkekle yabancı bir kadının töhmet altında bulunacak şekilde yalnız kalmaları): İbn Abbas (r.a.)’dan: “Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!” 3893
Aşağıdakiler, yasak olan halvet kavramının dışında kalır:
a- İnsanların huzurunda olan halvet: Enes bin Mâlik (r.a.)’den: “Ensardan bir kadın Rasûlullah’a geldi ve Rasûlullah onunla başbaşa kalarak: “Allah’a yemin olsun ki, sizler bana insanların en sevimlilerisiniz” buyurdu.”3894; “Yabancı bir kadınla gizli görüşme, fitneden emin olunduğu sürece dini zedelemez.” 3895
b- İki ya da üç erkeğin bir kadınla halvet etmesi: “Bu günden sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi olmadan girmesin.”3896 İmam Nevevî diyor ki: “Bu hadisin zâhiri, iki ya da üç erkeğin, yabancı bir kadınla halvet edebileceğinin câiz olduğunu gösteriyor. Bu hadis, iyilikleri, mürüvvetleri ya da başka sebeplerden dolayı zinâ üzerine ittifak etmeleri oldukça uzak olan bir cemaate te’vil edilir.”
c- Bir erkeğin kadınlar topluluğuyla halvet etmesi: Yasak olan halvet, bir erkeğin bir kadınla halvet etmesidir. Ancak, erkeklerin veya kadınların birden çok olmasıyla bu yasak kalkar.
6) Kocası yanında olan kadının yanına girerken kocasından izin almak gereklidir: “Kocası evde olduğu halde, kocasının izni olmadan evine birisini alması câiz değildir.” 3897 Amr bin Âs, bir ihtiyaçtan dolayı Ali bin Ebî Tâlib’in evine gitti ve Ali’yi evde bulamadı. Ali (r.a.) geldiğinde ona şöyle dedi: “Bir ihtiyacın varsa, hanıma bildirseydin ya!” Amr da: “Kocaların izni olmadan hanımların yanına girmekten men olunduk” dedi.3898 Bununla birlikte, ihtiyaç duyulduğu zaman, koca evde olmasa da kadınla görüşmek için mutlaka kocasının izni alınmasına gerek yoktur: “Bu günden sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi olmadan girmesin.” 3899
7) Tekrarlanan uzun görüşmelerden kaçınmak: Bu tür görüşmelerin örnekleri, akrabalar ve arkadaşlar arasındaki karşılıklı ziyaretleşmeler ve bu ziyaretlerin uzun saatler sürmesidir. Yine bu tür görüşmelerin örnekleri, kadın ve erkekleri uzun süre iş icabı aynı yerde tutan günlük meslekî çalışmalar, eğitim amaçlı kurslar, çalışmalar ve derslerdir.
Bu âdâp hakkında nass bulunmasa da, fitneye fırsat verilmemesi için
3893] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
3894] Buhârî, 11/246; Müslim, 7/174
3895] Fethu’l-Bârî, 11/246-247
3896] Müslim, 7/8
3897] Müslim, 3/91; Buhârî, 11/206
3898] Silsiletü’l-Ehâdîsisi’s-Sahîha, hadis no: 652
3899] Müslim, 7/8
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uygulanması gerekir. Çünkü bu tür görüşmeler, hareketteki vakar, konuşmalarda ciddiyetin devamı ve gözü harama bakmaktan çevirme gibi birçok âdâbın gerçekleştirilmesini zorlaştırır. Bu, görüşme esnâsında sürekli kadın ve erkeğin bulundurması gereken ciddiyet ve çekingenlik derecesini çoğu zaman zayıflatır. Bu sedd-i zerâî sebebiyle, bu tür uzun ve sık görüşmelerden kaçınılması gerektiği görüşündeyiz. Ancak, yapılan iş karşılıklı görüşmeyi sürekli zorunlu kılıyorsa, sakıncasıyla birlikte, ihtiyaç duyulduğu sürece ve fitneden korunma gayretiyle birlikte bu yapılabilir. Genellikle akıl ve kalbi meşgul eden ciddî çalışmalar vakarı korumaya yardımcı olur. (Ama ciddî olmayan konular, samimî ve sıcak davranışlar, şakalar ve eğlenceli konuşmalar da şeytanın araya girmesine ve konunun istismar edilip cevaz sınırlarının aşılmasına sebep olur.)
8) Şüpheli yerlerden kaçınma: Kadınların şüpheli yerlerde erkeklerle bir araya gelmekten kaçınması gerekir. Bilinen misâfirler ve uzak da olsa güvenilir akrabâ ve samimi dostlar gibi güvenilir kişilerle görüşmede bir sakınca yoktur. “Sana şüpheli geleni, şüphe vereni bırak, şüphe vermeyeni al.”3900 Abdurrahman bin Avf şöyle dedi: “Biz kadınlarımızın yanında olmuyoruz ve misâfirlerimiz oluyor. Rasûlullah (s.a.s.): “Onlara bir zorluk yoktur” buyurdu. 3901
9) Açık ve gizli günahtan kaçınma: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın...”3902; “Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezâsını mutlaka çekeceklerdir.”3903 Konumuzla ilgili açık olan günah; görüşme âdâbındaki hatalardır. Gizli olan günah ise; haram olan bir şeyi arzulama, ondan yararlanma ve bunu daha da ileri götürmedir.
B- Kadınlara Âit Edepler:
1) Mütevâzi giysi: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “...Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler...”3904; “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar (vücutlarını örtsünler)... 3905; "Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardır. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar... Bunlar cennete giremeyecek, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Hâlbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır." 3906
Ümmü Atiyye’den: “Rasûlullah (s.a.s.)’a şöyle sordum: ‘Bizden birisinin (dış) elbisesi olmazsa dışarı çıkmasında bir sakınca var mı?’ Rasûlullah (s.a.s.): “Kocasının elbisesini giyinerek çıksın” buyurdu. 3907
Erkeklerin dikkatini çekecek şekilde çok câzip, örtülü olduğu halde vücut hatlarını belli edecek şekilde dar veya ince/şeffaf olan giysiler veya zâhiren tesettüre uygun gözüktüğü halde, iffetli ve olgun bir müslüman hanıma yakışmayacak
3900] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 3372
3901] Fethu’l-Bârî, 10/264
3902] 6/En’âm, 151
3903] 6/En’âm, 120
3904] 24/Nûr, 31
3905] 33/Ahzâb, 33
3906] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
3907] Buhârî, 1/439; Müslim, 3/20
KADIN
- 945 -
şekilde “çeyrek tesettür” veya tesettür defilesindeki manken görünümlü giysi ve tavırlardan uzak olmak gerekir. Ayrıca, her çeşit makyajdan uzak bir doğallık şarttır.
2) Güzel kokudan (parfümden) kaçınma: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar. Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.” 3908
3) Konuşurken ciddî olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “... Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır...” 3909
4) Hareketlerde ağırbaşlı olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “... Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).”3910 Peygamberimiz (s.a.s.)’den de şöyle rivâyet edilmiştir: "Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardı. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar; dikkatleri çekmek için salınarak yürüyen, kırıtan ve başlarını deve hörgüçleri gibi yapan kadınlar! Bunlar cennete giremedikleri gibi, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Hâlbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır." 3911
(Müslüman bayan, erkeklerin bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama onunla da her şey tamamlanmış değildir. Bırakın kahkahayı, aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslüman insanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman kadının bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.)
Bazı müşterek görüşme âdâbı kaybolduğunda ne yapılmalıdır? Daha önce ifâde edilen görüşme edeplerine müslüman erkek ve kadının önem vermesi ve bunlara bağlı kalması gerekir. Fakat herhangi bir yerde bu âdabın tamamı ya da bir kısmı kaybolduğu zaman yapılması gereken davranış ne olmalıdır?
Edeplerin kaybolduğu ölçüde bozulma olur; görüşme ve bir araya gelmelerde müslüman erkek ve kadının duyacakları rahatsızlık olur, günahlara kapı açılır, şeytana dâvetiye çıkarılabilir. Bazı edeplerin kaybolması durumunda müslümanın, mevcut maslahatı ve muhtemel bozulmayı kıyaslayarak, hangisi daha ağır basıyorsa ona göre hareket etmesi gerekir. Bu konuda ölçü, nefis ve hevâ, çevre ve özgürlük anlayışı değil; İlâhî sınırlar ve takvâ bilinci, hayırda yardımlaşma olmalıdır.
3908] Ebû Dâvud, hadis no: 351
3909] 33/Ahzâb, 32
3910] 24/Nûr, 31
3911] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Görüşme ortamından ve sosyal ilişkilerden kaçınmak, müslümana çeşitli zorluklar getiriyorsa, müslüman erkek ve kadının zorluğu kaldıracak şekilde, zarûret miktarı mevcut durumu kabul etmesi, kesin haram olan sınırlara geçmemek şartıyla kolaylığı ve ruhsatı tercih etmesi gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah dinden sizin üzerinize bir zorluk kılmadı.” 3912
Müslüman kadın veya erkeğin bir sosyal ortamda bulunması, hayra götürüyor veya şerden uzaklaştırıyorsa, Allah’a tevekkül ederek orada bulunmaları, bazı yanlışları düzeltmek için çaba göstermeleri gerekir.
Bazı müslümanlarda, cehâlet veya zarûretten dolayı bazen görüşme âdâbına aykırı davranma olabilir. Mü’minlerin kardeşleri hakkında dikkatli olmaları, Allah’tan sakınmaları, dillerini kötü sözlerden korumaları ve asılsız iftiradan uzak durmaları gerekir. Bu hususta ifk hâdisesi bir ibrettir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur. Onu duyduğunuzda: ‘Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz, hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır’ demeli değil miydiniz?”3913 Rasûlullah da: “Kişinin her duyduğunu söylemesi, kendisine günah olarak yeter”3914 buyurmaktadır.
Asılsız zinâ iftirası, kişinin kendi istek ve arzularına uyarak insanları suçlamasıdır. Bu da bazı müslümanların görüşme âdâbına riâyet etmemelerinden kaynaklanır. Çoğu zaman yapılması gereken, zâhire bakmakla yetinip görüşme âdâbına riâyet etmeyenlere itibar etmemek ve onları şer’î âdâba sarılmaya çağırmaktır. Allah gizli olanları en iyi bilendir. Aynı zamanda, hata yapmakta olan müslümanları kendilerini düzeltmeleri ve ellerinden geldiği kadar töhmetli yerlerden uzak durmaları konusunda uyarıyoruz. 3915
Haremlik-Selâmlık; İhtiyattan Bid’ate
Kadının sosyal hayatta yer almasına İslâm izin verir, hatta sadece izin vermekle kalmaz, kadın-erkek müslümanların görevi kabul ederken haremlik-selâmlığın dinde yeri olmadığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Haremlik-selâmlık uygulaması, Emevîlerle birlikte İslâmî hilâfetten uzaklaşılıp krallık ve saray hayatına geçişle birlikte birçok konuda olduğu gibi, komşu ülke Bizans'tan adapte edilerek alınmış bir uygulamadır. Asr-ı Saâdette kesinlikle böyle bir uygulama yoktur. Hiçbir âyet ve hadis-i şerifle de kadının sosyal hayattan kopması demek olan haremlik-selâmlık emir veya tavsiye edilmemiştir. Tam tersine; kadının sosyal hayatta erkeklerle beraber yer aldığı hususlarla ilgili yüzlerce hadis Buhârî ve Müslim'de yer almaktadır.
Seyyid Kutub, bu uygulamanın İslâm'a Osmanlı Türkleri tarafından sokulduğunu söyler. "Bir kuşku daha var: Bu da İslâm'ın ruhuna tamamen yabancı olduğu halde, sonradan ona bulaştırılmış olan harem meselesidir. Haremlik ve selâmlık kelimeleri Türkçe olup haremin İslâm'a ne zaman girdiğini açıkça gösterir... İslâm'ın tebliğcisi Hz. Muhammed'in gününde kadınlar ibâdethânelere
3912] 22/Hacc, 78
3913] 24/Nûr, 15-16
3914] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4358
3915] A. Ebu Şakka, a.g.e. 1/327-346
KADIN
- 947 -
gidiyor, alışveriş için sokaklara çıkıyor, savaşlara katılıyorlardı. Zulüm ve istibdat çağlarında kadın, ticaret malı haline getirildi... Kadınları hareme tıkmaları için erkeklere öğüt veren bir anlayış İslâm'ı temsil edemez. Böyle bir anlayış kadın ve erkeği aynı anda kurban seçmiş açık bir zulümdür... İslâm, harem ve salonda aynı şekilde ihânete uğrayan ruhu kurtaracaktır. Kadın, haremde zorbalık ve zulümle kahra uğratılmıştı, modern salonlarda ise başıboşluk ve sefillikle öldürülmektedir."3916 Seyyid Kutub'un haremlik-selâmlığın Osmanlılar tarafından İslâm'a sokulduğunu iddiâ etmesine rağmen, Emevî döneminden itibaren başta yöneticilerin saraylarında ve köşklerinde olmak üzere bunun uygulandığı, Osmanlı yönetiminde ise daha da yaygınlaşıp kurallaştığı anlaşılmaktadır.
Haremlik-selâmlık konusunun İslâm'a nasıl mal edildiğini anlamak için, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hanımlarıyla ilgili olan Hicab âyeti üzerinde kısaca durmak gerekir. Zira, bu âyete dayanılarak haremlik-selâmlık müessesesi oluşturulmuş ve bu kurum tüm ümmete şâmil kılınmıştır. Aslında bu müessese Kur’an’ın ortaya koyduğu bir kurum değildir. Zira Yüce Allah bu iki cinsin birbirlerinden ayrılmalarını değil; aksine âdâb-ı muâşeret ve iffet kaidelerine uymak şartıyla, sürekli dayanışma içinde bulunmalarını istemektedir. Zira unutulmamalıdır ki, “mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velîleridir/dostlarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar.”3917 “Velîler/dostlar” demek, birbirini tanıyan, seven ve dolayısıyla sürekli dayanışma halinde bulunan insanlar demektir. Kurân-ı Kerim, bu iki cinsin böyle bir dayanışma içinde bulunmalarını öngörmektedir. Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak gören bir zihniyetin, Kur’ân-ı Kerim’in hedeflerini kavraması beklenemez. İşte fitneye yol açacağı gerekçesiyle kadın sürekli olarak, perde arkasında gizlenmiş ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Kadın-erkek işbirliği sözkonusu olmayınca, toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir. Kadının toplumdan soyutlanması zorunlu olarak câhil kalması sonucunu da doğurmuştur. Câhil kalan bir annenin çocuğunun da yetişmesinde başarılı olamayacağı açıktır.
Haremlik ve selâmlığa delil olarak getirilen âyetin, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hanımlarıyla ilgili olduğu açıktır. “Peygamber’in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman, hicâb/perde arkasından isteyin. Böyle davranmak, gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların kalpleri için daha temiz bir yoldur.”3918 Böyle bir yola başvurulup onlar hakkında bazı farklı uygulama öngörülmesinin sebebi, davranışlarının toplum içinde büyük fitnelere yol açmasına imkân vermek istemeyişidir. Zira Hz. Âişe anamızın başından geçen bir “ifk” hâdisesinin yol açtığı fitne, Medine’de büyük çalkantılara yol açmış ve hatta bu yüzden bir iç savaş tehlikesi bile yaşanmıştır.
Diğer taraftan bazı kimselerin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun hanımlarıyla evlenmek istediklerini ifâde ettikleri, bazılarının, bu düşünceleri sadece gönüllerinden geçirdikleri görülmektedir. İşte Yüce Allah, ümmet içinde fitneye yol açacak bu gibi sözlere ve düşüncelere son vermek amacıyla Hz. Peygamber’in vefatından sonra hanımlarıyla evlenilmesinin yasak olduğunu açıkça ifade etmiş3919; O’nun hanımlarının mü’minlerin anneleri olduğunu
3916] S. Kutub, İslâm-Kapitalizm Çatışması, s. 127, 129
3917] 9/Tevbe, 71
3918] 33/Ahzâb, 53
3919] 33/Ahzâb, 53-55
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belirtmiştir.3920 Şu halde, fitnelere imkân verilmemesi bakımından onlara düşen, mecbur kalmadıkça evlerinden çıkmamaları, evlerinde vakarla oturup vakitlerini ibâdetle geçirmeleridir. 3921
Ancak, doğrudan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımlarıyla ilgili bir âyetin bütün topluma mal edilmesi yanlıştır. Zira Kur’an bu iki cinsin bir arada bulunmasını, ma’rûfu/iyiliği emredip münkerden/kötülükten alıkoymasını emretmektedir. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerim, hem mü’min erkeklere hem de mü’min kadınlara, iffetli olmaları gerektiğini îmâ etmek için, başlarını eğmelerini, gözlerine sahip olmalarını emretmektedir.3922 Her nedense, tarih boyunca iffetli davranmak hep kadınlardan beklenen bir davranış olmuştur. Bu ise iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira iffet her iki cins için aynı ölçüde gereklidir. 3923
İslâm’ın tesettür 3924 ve gözleri sakınma 3925 emrinin hikmeti, kadının toplum hayatında ve yabancı erkeklerle şu veya bu şekildeki ilişkileri içindir. Bir başka deyişle, kadın zarûret dışında erkeklerle beraber olmayacaksa, ona tesettürün emredilmesi ve erkeklerin de gözlerini sakınmaları emri gereksiz olacaktır. Haremlik-selâmlık hayatı yaşayan ve birbirleriyle hiç ilişki ve görüşmeleri olmayan kadın-erkek için bu emirlerin bir anlamı olmaz. Bütün bunlarla birlikte, müslüman bir âile, evlerinde haremlik-selâmlık uygulayabilir, ev sahibi erkek, bunun kendi hanım veya kızları ve misâfir erkekler açısından daha ihtiyatlı olduğu anlayışında olabilir; buna kimsenin bir şey diyeceği olamaz. Ama bunu İslâm’n emri olarak görüp göstermek istemesi önemli bir yanlış ve dine bir iftiradır, bir bid’attır; hiçbir müslümanın bu hakkı yoktur.
Günümüzde İslâmî hassâsiyetleri olan nice müslüman âile, kadın-erkek misafirlerini ayrı odalarda kabul etmekte, ya da eş veya kızlarını misafir erkeklerin bulunduğu salona almamaktadır. Bunu yapan müslümanlar hiçbir şekilde kınanamaz. Özellikle, kadının gerekli tesettürü ve mahrem erkeklerle görüşmede "dişiliğiyle değil; kişiliğiyle" yer almayı beceremediği ve her iki cinsin hayâ, edep ve takvâ sınırlarına sahip olmada ciddî problemlerin olduğu ve karşı cinslerin müslümanca oturup konuşma örfü oluşturulamadığı yer ve durumlarda haremlik-selâmlık uygulaması, belki daha ihtiyatlı ve takvâya yakın kabul edilebilir. Ama bu konu, tâviz meselesi gibi ele alınmamalı, özellikle ihtiyaç olduğunda veya uzak da olsa akrabaların kadın-erkek birbirlerini hiç tanımayacakları, ya da ev sahibi bayanların “hoş geldin!” demelerinin bile sakıncalı olduğu anlayışı vermemeleri, meşrû kıyâfet ve tavır içinde insanî ilişkiler gerektiğinde gösterilebilmelidir. Akrabaların birbirleriyle darılmaları, ya da müslümanların yakınlarındaki hatta yaşlı erkeklerden bile hanımlarını kıskandıkları ve onlara kuşkuyla baktıkları imajı vermenin de vebali unutulmamalı, kaş yapayım derken göz çıkartılmamalıdır.
Kadın ile erkek el ele vererek toplumun meselelerini birlikte çözmeye başladıkları an, Kur'ân-ı Kerim'in amaçladığı hedef gerçekleşmiş olacaktır: Mü'min
3920] 33/Ahzâb, 6
3921] 33/Ahzâb, 32-34
3922] 24/Nûr, 30-31
3923] Salih Akdemir, Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerim'de Kadın, İslâmî Araştırmalar, c. 10, sayı 4, s. 257
3924] 33/Ahzâb, 59; 24/Nûr, 31
3925] 24/Nûr, 30
KADIN
- 949 -
erkekler ile mü'min kadınlar birbirlerinin velîleri/dostlarıdır; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Gerçek bir İslâm toplumunun ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır.
İslâmî Harekette Kadın
Kur'an, hayatı yönlendiren, hayatın her alanına müdâhale eden bir hidâyet rehberidir. Bu rehberi hayatının düstûru edinmiş ve yaşadığı çağı Kur'an ile aydınlatmış Rasûlullah (s.a.s.) ise mü'minler için en güzel örnektir. O, vahyi sadece insanlara aktarmakla kalmamış, vahyî ilkeleri hayata nakşetmiştir. Bu yüzden, Kur'an'a sadece bilgilenme ve teorik bazda yaklaşım, Rasûl'ün bütün bir ömür boyunca verdiği mücâdeleyi anlamamaktır. Bu nedenle Kur'ânî bilginin pratik hayattan kopuk olmaması gerekir. Çünkü Kur'an ilk elde kişiyi tevhîdî bir bilince ulaştırmayı, tevhîdî şuur da imanı eyleme dönüştürmeyi gerektirir.
Teori ve pratiğin ayrılmazlığı gereğince, müslüman kadının Kur'an ve sünnet çizgisinde belirtilen konumunu, hayat alanı içerisinde ne şekilde yerleştireceğini ve bu noktada karşılaşılan problemleri değerlendirmek gerekmektedir. Emânetin, kadın-erkek ayrımı yapılmadan tüm müslümanların sorumluluğu olduğunu biliyoruz. Bu sorumluluğun bilincine varmış müslümanların inançları gereği olarak toplumu dönüştürme hedeflerini nasıl gerçekleştirecekleri, nasıl çözüm bulabilecekleri ve bu konuda karşılaşabilecekleri engeller, bugün hepimizin cevaplamaya çalıştığı soruların başında gelmelidir.
Yüzyılların verdiği sinmişlikle, toplumun gidişâtını yönlendirme konusunda yaşadığımız coğrafyada gerçekleştirilmiş ciddî ve sürekliliği olan bir çaba ve örnek olmadığı için, İslâmî hareket mensupları; kadınıyla, erkeğiyle bu konuyu ciddî bir şekilde gündemlerine almaları gerekmektedir. Biz, her şeyden önce inancımız gereği olan tevhîdî yaşam biçimini kendimizde ve çevremizde doğru birliktelikler oluşturarak yaşayabiliriz. Bunun için de toplumumuza egemen sistemi Kur'ânî ilkeler doğrultusunda değerlendirmemiz ve tevhidî mücâdeleyi hep birlikte yüklenmemiz gerekmektedir.
Bu konuda öncelikli görevimiz, tarihsel yanlış birikimlerin şartlanmışlığını terkederek ve Kur'an dışı sistemlerin etkisini aşarak Kur'an bütünlüğünden çıkaracağımız mücâdele metodunu hayata uygulamamızdır. Bu alanda erkeğin öğrenme ve mücâdelesi kadar, kadının da gayret göstermesi, öncelikle fikrî açlığını gidermesi, Kurânî bilgi ve eğitimi alarak güncel sorumluluklarını îfâ etmesi gerekmektedir. Toplumdaki yanlış inanışları değiştirmek, siyasî ve ahlâkî fitneyi kaldırmak, yerine alternatif bir sistem kurup, toplumun her alanına yaygınlaştırmak hedefinin zorunlu gerekleri bunlardır. Bu görevleri yerine getiremeyen kadın, İslâmî harekete katılamayacağı gibi, hareketin gelişimini engelleyici bir rol de alabilmektedir. Toplumun yarısını teşkil eden önemli bir kitle için düşünsel gelişimini sağlayacak ortamların hazırlanmaması ve İslâmî mücâdelede âtıl bırakılmasının harekete ket vurması doğaldır.
Kadın unsurunun İslâmî harekete engel olması yerine, bizzat İslâmî mücâdelenin bu alandaki boşluğunu doldurması elzemdir. Müslüman kadının, özellikle yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş olan bu kesimin pasifize oluş nedenlerinin araştırılması, İslâmî mücâdeledeki eksiklik ve ihtiyaçlarının tesbit edilmesi gerekir. Bundan sonra da, kadının yeniden aktif hale getirilmesi yolları
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
araştırılmalıdır. Bu yapılırken din iyi tanınmalı, Kur'ânî eğitim alınmalı ve bayanların fikrî seviyesinin yükseltilmesine çalışmalıdır. Müslüman kadın her şeyden önce kendi konumunu belirlerken de kulluk görevi olan toplumu dönüştürme hedefini gözönünde bulundurmalıdır. Toplumsal hayatı yönlendirmede fikrî aydınlanma kadar, sosyal hayatı tâkip edip doğru yorumlamak da önemlidir. Yani kadın da siyasî bir sorumluluğa sahip olmalı, yaşanan olaylarla Kur'an arasında bağlantılar kurarak Kur'ânî mesajı güncelleştirebilmelidir.
Siyasî sorumluluğunun farkına varmış ve bu bilinçle İslâmî görevlerini yerine getiren kadın, müslümanlara âit karar mekanizmalarında ehliyeti oranında yer alabilmelidir. Mücâdele sahasında toplumun önemli bir kesimini temsîlen istişârî organlara katılmalıdır. Bu yetkinliğe erişmiş müslüman kadının, ehil olduğu bir konuda söz sahibi olmasına ve birtakım görevleri üstlenmesine kadın olduğu için engel konulamaz. Kanaatimizce kadın, yönetim için ehliyetli ise, yani İslâmî sorumluluğunun bilincinde, yeterli Kur'an bilgisine sahip, siyasî konulara ve siyasî tarihe vâkıf ve toplumun yapısını tanıyan, yönetme işini yapabilecek kapasitede ve genel yeterlilikte ise, cinsiyetinden ötürü gerekli yönetim görevlerini almasına engel olmak doğru değildir. Yönetme, temsilcilik gibi görevlerde esas olan ehliyettir ve en ehil kim ise görev ona verilir. Kadının böyle bir görevi almasına engel olacak kesin bir nass yoktur. Hz. Peygamber döneminde kadınların biatı, savaşlara bizzat katılımı, yine halifeler döneminde bir Peygamber hanımının ordu komutanlığı ve siyasî muhalefe liderliği yapması konu için önemli işaretlerdir. Kaldı ki o döneme çok yakın câhiliyedeki kadının konumunu hatırlarsak verilen haklar ve katedilen mesâfe oldukça önemlidir. Bu bağlamda herhangi bir görev için yetkinliğe sahip müslümanın o görevi üstlenmesi gerekir.
Tabii müslüman kadınları bugün öncelikle ilgilendiren sorumluluklarını dar bir çerçeveden çıkarmak ve onu en iyi şekilde yerine getirebilecek bilinç ve yetkinliğe ulaşmaktır. Buna, sorumluluk ve haklarını bilmek, Kur'an'ı iyi tanımak, sosyal ve siyasî olaylarla ilgilenerek kendilerini ve çevrelerini aydınlatmak şeklinde işe başlayabilirler. Yükselen İslâmî mücâdeleye katılmak, katkıda bulunmak ve ona ivme kazandırmak için yapılaması gereken öncelikli görevler bunlardır. Ancak, gösterilen gayretlerin istişârî bir denetimle birbiriyle irtibatlı, ölçülü ve her kesimden müslüman kadına ve kıza hitap edebilecek kapsamlılığa ulaşabilmesi de şarttır.
Burada, üzerinde önemle durulması gereken bir nokta da, kadınları bilinçlendirme, birbirleriyle ve diğer müslümanlarla irtibatlı bir şekilde hareket etme sürecinde kadın-erkek ilişkilerinde oluşturacakları gelenek veya kurumlaştıracakları örnekliktir. Gelişen İslâmî hareketlerin karşılaşabilecekleri önemli aksaklıklardan biri de bu alanda görülebilmektedir. İslâmî bilgilenme ve faâliyet gösterme süresince fıtrî özellikler gözönünde bulundurulmalı ve kadınlar öncelikle hemcinsleriyle ilgilenmelidir. Zira tebliğ ettiğimiz vahyî mesaj, muhâtabın bütün hayatını kuşatmaktadır. Kişinin yaşantısını, özel sorunlarını, özel alışkanlıklarını kuşatabildiğimiz oranda muhâtabımızı daha iyi tanımış olur ve mesajımızla hayatını kuşatabiliriz. Kişiyi bu yakınlıkta tanımak ise, onun mahremi olmakla yakından ilgilidir. Muhâtaplarımızla ilgilenme ve onlara tebliğ etme konusuna ve bu konunun süreklilik gerektirdiğine dikkat edecek olursak, tebliğde yakın ilgi kurma olayı, kadınlar ve erkekler arasında kendiliğinden bir iş bölümünü zorunlu kılmaktadır. Bu, meydana gelebilecek olumsuzlukların önlenmesi açısından
KADIN
- 951 -
dikkat edilmesi gereken önemli bir husustur.
Kadınların her alanda olduğu gibi, faâliyet sahasında da diğer kesimden tamamen ayrı ve arada geçilmez duvarlar tesis edilmesi ifrat çizgisidir. Geleneksel kesimin düştüğü bu yanlış örf düzeltilmeli ve aşılmalıdır. Ancak, geleneksel düşünce eleştirilip aşılmaya çalışılırken ikinci bir yanlışa düşülmemelidir. Müslüman kadınların kendi aralarında iletişim kurma, çalışma yapma ve faâliyet gösterme imkânları varken ve bu yeterliliğe sahiplerken bu imkânı kullanmayıp erkeklerle birlikte denetimsiz, örneklik teşkil etme açısından bütünlükten kopuk ve sorumsuz ilişkiler kurulması veya çalışmalar yapılması gereksiz ve beraberinde sakıncalar taşıyan bir durumdur. Ancak, sözlerimiz İslâmî mücâdelede kadınlarla erkeklerin irtibatsızlığı şeklinde de anlaşılmamalıdır. İslâmî hareketin bütünlük içinde ve her alanda sürdürülebilmesi için böyle bir irtibat gerekli ve aynı zamanda zorunludur. Ancak, bu irtibat ölçülülük, saygı, iffet duygularıyla kurulan denetimli ve sınırlı bir ilişkiye dayanmalıdır.
İslâmî mücâdelede gerek bilgi, gerekse tecrübe açısından erkeklerin birikimi daha fazladır. Bu hüküm, olanı mutlaklaştırmayı değil; olanı ifâde etmeye yöneliktir. Ve bu birikimlerden, tecrübelerden faydalanılması zorunludur. Kadınların bu alandaki eksikliğini gidermesi ve uygun bir seviyeye gelmesi için mârufu gözeten irtibatlar oluşturulmalıdır. Ayrıca, kadınların kendi alanlarında gösterdikleri faâliyetlerinin gelişme ve sonuçlarının değerlendirilmesi, hareketin diğer alanlarıyla irtibatlandırılması ve genel politikaların belirlenmesi için, tabii ki istişâreye ve temsil sorumluluğuna ehil kişilerin uygun form ve birimlerde bir araya gelmesi de kaçınılmazdır. 3926
Kadın-Erkek Eşitliği mi, Adâlet, Uyum ve Birbirini Tamamlama mı?
Gül bayramında güller yarıştırılır ve güllerden bir gül birinci seçilir. Güllerle lâleler yarıştırılmaz. Elmayla armut toplanmaz; iki elma üç armut toplansa beş eder denilmeyip iki elma üç armut eder denilir. Evrende yaratılanların içinde en değerlisi Âdemoğludur, yani kadınla erkektir. Her ikisi de aynı topraktan yaratılmışlar. Toprağın diğer toprağa üstünlük sağlamaya kalkması yanlıştır. Aynı toprak ayrı özelliklerde yaratılmıştır. İkisine de verilen ortak özellikler yanında, kadına verilip erkeğe verilmeyen, erkeğe verilip kadına verilmeyen özellikler de vardır. Herkes kendi özellik ve güzellikleri içinde birincidir, yarış yapmıyoruz; yapacaksak, kadın-erkek hayırda, Allah'a güzel kulluk yapmada yarışmalıyız.
Allah, bir kısmımızı diğerlerine üstün kıldığını, herkesin diğerinden üstün bir tarafı olduğunu, kimsenin başkasındaki üstünlüğü istememesi gerektiğini haber veriyor.3927 Biz, kendimizdeki özellikleri keşfedip geliştirmeli ve üstünlüğün sadece takvâda olduğu bilinciyle Allah'a yakın olmaya çalışmalıyız. Kadın-erkek olarak da birbirimizin beşer olarak doğal olan eksiklerimizi tamamlamaya, yardımlaşmaya çalışmalı, yeryüzündeki hilâfet görevimizi beraberce yerine getirme gayretinde olmalıyız.
"İnsanlar, tarağın dişleri gibi birbirleriyle eşittir" buyuran Peygamber Efendimiz
3926] H. Koç, F. Candan, a.g.m. sayı 34, Ocak 94, s. 19-20
3927] 4/Nisâ, 32
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadınla erkeğin hukuk karşısında ve insan olarak denk olduklarını vurgulamıştır. Allah huzurunda dereceler alma konusunda ise iki cinse de eşit haklar verilmiş ve Allah'ın emir ve yasaklarına kim fazla riâyet ederse o daha değerli olur denilmiştir. Doğuştan, şu veya bu şekilde yaratılmaktan dolayı üstünlük iddiâsı, şeytanın iddiâsıdır. İslâm, ancak sonradan çalışılarak elde edilecek üstünlüğe değer verir. Şeytanî çıkarımlarla ve bâtıl üstünlük savları yerine; ilimde, imanda, ahlâkta, fazîlette, Allah'a hakkıyla itaat ve ibâdette üstün olma yarışına girmeli, bu konuda da birbirimizi rakip değil; yardımcı görmeliyiz. "O (Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır." 3928
Kadın-Erkek Farklılığı: Yaratılışta, Allah’a kul olmada, sorumluluk yüklenmede, yüklendiği sorumlulukları yaşama ve yaşatmada kadın ve erkek arasında bir ayrımın yapılamayacağını biliyoruz. Ancak insanın kadın ya da erkek olarak yaratılması, her birinin kendine has fiziksel ve ruhsal farklılıklarla birbirinden ayrıldığını göstermektedir. Bu durumda zorunlu eşitliğin ötesinde, birbirini tamamlayıcılık özelliğinin ele alınması ve bu anlamda erkek ve kadının birbirine eşit olmadığının vurgulanması gerekmektedir. Bu farklılığın gözardı edilmesi, hele bunun kadın hakkı ve özgürlüğü adına yapılması, öncelikle kadına zulüm olacaktır. Çünkü eşitlik başka, adâlet başkadır. Kadınla erkek arasında doğal farklılıkları görmezden gelerek yapılan bir eşitleme, kimlik bunalımına neden olmaktadır.
Rabbimiz, insan soyunun devamı için farklı fizyolojik özelliklerle donattığı kadın ve erkeği; birbirlerinde sükûn bulmaları ve aralarında sevgi ve merhamete dayalı ilişkinin temellendirilmesi için âdeta birbiriyle örtüşen bir kimlikle yaratmıştır. “Kaynaşmanız, sükûnet ve tatmine ermeniz için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.”3929 Fizyolojik farklılıkların oluşturduğu bu tamamlanmışlık kadına; anneliği, anneliğe hazırlayan biyolojik farklılıkları ve dış görünümünden kaynaklanan çekiciliği tanırken, erkeğe; fizikî güç ve gücün hayata geçirilmesine imkân sağlayan özellikleri tanımıştır. Kadının erkeğe oranla daha çekici olduğu gerçeğini Kur’ân-ı Kerim belirtmiştir: “Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.” 3930
Cennet tasvirlerinde kadının cinsel kimliğinin kullanılması,3931 Âl-i İmrân Sûresi, 14. âyette bahsedilen “züyyine -süslendi-” ifâdesiyle daha iyi anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde kadının erkeğe sunulmasının temel nedeni kadındaki bu câzibedir. Zâten bunun farkında olan kadınlar, insanlık tarihi boyunca bu özelliklerini erkeklere karşı kullanmışlardır. Ancak, burada sorun, kadının bu âyetlerde câzibesinin vurgulanmasıyla, onun onuruna bir eksiklik gelip gelmeyeceğidir. Kanaatimizce âyetlerdeki tasvirler, kadının yaratılış itibarıyla câzip kılınmışlığının anlatımıdır.
3928] 67/Mülk, 2
3929] 30/Rûm, 21
3930] 3/Âl-i İmrân, 14
3931] 44/Duhân, 53-54; 52/Tûr, 20; 55/Rahmân, 56; 56/Vâkıa, 35, 38
KADIN
- 953 -
Cinsellik, hem kadın ve hem de erkek için “...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..."3932 âyetinde görüldüğü gibi nikâh akdi ile meşrûlaştırılmıştır. Bu noktada, salt kadın ya da erkeği öncelemekten öte bir birliktelik, birbirleriyle huzura kavuşma ve aralarında sevgi ve merhametin olduğu bir beraberlik3933 sözkonusudur. Ayrıca Kur’an toplumsal ahlâkı da gözönünde bulundurarak kadının câzibesinin istismarını örtünme emri ile engellemiştir. Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi cinselliği lânetleme yerine olumlarken, bir taraftan örtünme emredilmiş ve bir taraftan da cinslere irâde eğitimi tavsiye edilmiştir 3934. Ancak, şu tekrar vurgulanmalı ki; kadın-erkek farklılığını birinin diğerine üstünlüğü olarak almak, üstünlüğü takvâ çizgisinde değerlendiren İslâm’ı değil; maddeci görüşün güç anlayışını ön plana çıkarmak olacaktır. 3935
İslâm, saâdet asrında, kadınlara yüzyıllardır gasbedilen haklarını tam olarak vermiştir. İslâm öncesi kadın aleyhindeki statüyü, yeni düzenlemelerle kadın lehinde değiştirmiştir. Bu düzenlemelerle İslâm tarafından kadına temel insan hakları tanınmış, yaratılışının farklı oluşundan ileri gelen farklı haklar ve sorumluluklar da akılcı ve gerçekçi bir biçimde düzenlenmiş, böylece erkeklerle kadınlar arasında hak ve görevler itibarıyla bulunması gereken dengeler âdil bir şekilde ve her iki tarafın yararına olacak şekilde ortaya konmuştur.
Ancak, ayrıntılar itibarıyla sözkonusu durum, o döneme ve o dönemde toplumda geçerli olan geleneklere ve görüşlere göredir. O zaman, o bölgede ve o toplum için biçilen hak ve sorumluluklar elbisesi, başka zaman ve mekânlarda ve farklı toplumlardaki kadına bol veya dar gelebilir. Elbisenin kumaşı tarihe karışmış, modeli terkedilmiş olabilir. Bu takdirde Kur’an ve Hadiste açık ve kesin biçimde ifâdesini bulan kadınla ilgili temel ve genel esaslar korunarak kadın-erkek ilişkileri ve aralarındaki haklar ve görevler dengesi gözden geçirilerek yeniden kurulabilir.
Sadece kadının değil; erkeğin de hakları ve sorumlulukları (Kur’an ve Sünnet prensipleri doğrultusunda) yeni baştan ele alınarak çağın gereklerine ve toplumun ihtiyaçlarına uygun hale getirilebilir. Buna şiddetle ihtiyaç vardır. (Kadının tarihî süreç içinde ve genelde hâlâ devam eden çok çeşitli zulümlerine keffâret şeklinde kadının lehine olumlu ayrıcalık yapılarak) erkeğin hak ve görevlerini, âilenin yapısını dikkate alarak kadınların haklarını geliştirmek ve genişletmek kaçınılmazdır.
Müslüman kadının sosyal durumunu belirlemede başvurulan kaynak eserler olan fıkıh kitapları bazı konularda kadınlara gerçekten mâkul ve faydalı haklar tanımıştır. Bu takdir edilecek bir husustur. Ancak, bazı yerlerde de kadın haklarını ve özgürlüğünü (fitne endişesi ve sedd-i zerâi gerekçesi ve ataerkil örf-âdet yaklaşımıyla) gereğinden fazla kısıtlamış, onu erkeğin bir uydusu haline getirmiştir. Kadınların, Allah’ın kendilerine bahşettiği yetenek ve nitelikleri sonuna kadar serbestçe geliştirmeleri erkekler kadar onların da haklarıdır. Onların bu haklarına saygı göstermek, bunların gerçekleşeceği sosyal ortamı hazırlamak, bu konuda kadınlara destek olmak, erkeklerin görevleridir. Sosyal imkân ve
3932] 2/Bakara, 187
3933] 30/Rûm, 21
3934] 24/Nûr, 30-31
3935] H. Koç, F. Candan, a.g.m. sayı 32, Kasım 93, s. 26
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fırsatlardan yararlanmayı sağlayan ortamın hazırlanması, erkekler kadar hatta onlardan daha çok kadınların görevidir. Kadınlar buna tâlip olmalı, bu uğurda mâkul bir mücâdeleyi/çabayı bile göze almalıdırlar.
Kadının haklarını ve sosyal hayattaki hareket alanını kısıtlayan fıkıh kitaplarından çok; gelenekler, töreler ve Doğu zihniyetidir. İslâm’la ilgisi bulunmayan, çoğu zaman İslâm’a zıt düşen sözkonusu gelenekler, töreler ve zihniyet dinî bir renge, İslâmî bir kıyafete sokularak sunulduğundan; bunlara karşı olan, İslâm’a da karşı çıkmış gibi gösterilebilmektedir. Sözünü ettiğimiz Doğu zihniyeti ve onu yansıtan kadın aleyhinde oluşmuş gelenekler ve görenekler baskıcıdır, kadına karşı şüphecidir, ona güvenilmemesini ister. Kadını kayıtsız şartsız erkeğin egemenliğine sokar. Onun bir gölgesi ve uydusu haline getirir. Kadının da, toplumun da doğasına aykırı olunduktan başka İslâm’ın da reddettiği ve zulüm saydığı bu anlayışı ve ona bağlı uygulamaları kaldırmak veya etkisiz hale getirmek kadın-erkek her mü’minin görevidir.
Hak ve sorumluluklarını bilen, kişilikli, aydın ve bilgili müslüman bir kadın, İslâm toplumunun güvencesidir. Bu nitelikteki kadınların bulunduğu bir toplumun erkekleri de daha kişilikli olur. Yüce Allah: “Sizi eşler olarak yarattı”3936 diyor. Kadınlı-erkekli yaratılmış olmayı büyük bir lütuf ve nimet olarak gösteriyor. Eşlerin ayrı cinsten olmalarını kalp huzurunun, ruh sükûnunun sebebi olarak zikrediyor.3937 O halde eş sahibi olmak en büyük nimet, eşi mutlu etmek en büyük görevdir. Babasız, kardeşsiz, oğulsuz, kocasız, amcasız, dayısız ve dedesiz bir hayat bir kadın için anlamsız ve çekilmez olduğu gibi; annesiz, bacısız, kızsız, karısız, halasız, teyzesiz ve ninesiz bir hayat da bir erkek için anlamsız ve çekilmezdir.
Mutlak kemâl, Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Kadın da, erkek de noksan ve kusurlu tarafları olan varlıklardır. Kadında bulunan bazı özellikler ve nitelikler erkeklerde, erkeklerde bulunan bazı hususlar da kadınlarda yoktur veya zayıf olarak vardır. Bu durumda, evlilik bağı ile bir araya gelen bir kadınla erkek birbirinin eksiğini tamamlayarak daha mutlu, daha huzurlu, daha güvenli bir hayat yaşama imkânına sahip olur. “...Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...”3938 Kadın-erkek birbirinde kusur arayacağı yerde, var olması tabiî olan bu kusurları/eksiklikleri tamamlamanın yolunu ve çarelerini ararlarsa daha mutlu olurlar.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın.”3939 “Allah’ın koyduğu hududu aşanlar zâlimlerdir.”3940 buyruluyor. Allah’ın koyduğu sınırlar vardır, erkeğe erkeklik tabiatının koyduğu sınırlar vardır, kadına ise kadınlık tabiatının koyduğu sınırlar vardır. Bu sınırlarda durmak, sınırları zorlamamak, sınırları aşmamak mutluluğun temel şartlarından biridir. Kadın kadın olduğu için, erkek de erkek olduğu için memnun, bahtiyar ve mutlu olmalı ve şükretmeli, biri öbürüne özenmemeli, onun gibi yaratılmadığı için kendisini talihsiz veya talihli saymamalı, Allah’ın kendisi için seçtiği cinsiyeti şükür ve iftiharla kabullenmeli, bu konudaki İlâhî takdîre râzı olmalıdır.
3936] 35/Fâtır, 11
3937] 30/Rûm, 21
3938] 2/Bakara, 187
3939] 2/Bakara, 229
3940] 2/Bakara, 229
KADIN
- 955 -
Bir kadının bir erkeği sırf erkek olduğu için ayıplaması ne kadar saçma ve sakat ise, bir erkeğin de sırf kadın olduğu için bir kadını ayıplaması o kadar saçma ve gülünçtür. Aslında bir kadını kadın olduğu için ayıplamak onu kadın olarak yaratan Allah Teâlâ’yı ayıplamak anlamına gelir ve bunu ancak aklen ve fikren nâkıs, mantıken zayıf kimseler (din ve akıl yönünden eksik) kimseler yapar.
Kadınlar hür ve serbest olmalıdır, diyoruz. Ancak, Allah Teâlâ’nın, Rasûlullah’ın ve kadınlık fıtratının koyduğu sınır zorlanmamalı, bu sınır aşılmamalıdır. Bir insanın haddini bilmesi, durması gereken noktada durması özgürlükten beklenen faydaların hâsıl olmasını sağlar. Özgürlük; başıboşluk, keyfîlik, sorumsuzluk değildir. Özgür olmak isteyen İlâhî ve tabiî kurallar çerçevesinde nefsine hâkim olmalı, kendini disipline etmelidir. Haklar ve özgürlükler konusunda anlamı ve içeriği olmayan bir eşitlikten söz edip kadını erkekle yarıştıranlar ona en büyük haksızlığı yapmaktadır. Kadın-erkek birbiriyle yarışsın, birbiriyle rekabete girsin diye değil; birbirini tamamlasın, birbirine destek olsun diye farklı iki cins olarak yaratılmışlardır (Beşerî ve İslâm dışı bir anlayış olduğu kadar, adâlete ters yanlış bir eşitlik savunusu olan feminizmin yanlışlığının temeli de bu fıtrî farklılık ve tamamlayıcılığı inkâr etmesidir.). Kadın ve erkek tabiatını ve fıtratı bilmeyenler, onların gereklerini dikkate almayanlar er geç bu tabiatın hışmına uğrarlar. 3941
Kadın hakları konusunda aşırı davrananlar da olmuştur. Bu ifratçılar, Allah’ın koyduğu kanuna ve kadının durumuyla ilgili İlâhî yasalara karşı çıkmışlar, kadını her konuda erkekle yarıştırmışlardır. Tefritçiler kadını Doğunun çürümüş taklitçiliğine terkederken, ifratçılar da Batı taklitçiliğine mahkûm etmişlerdir. Bu ifratçıların amacı, erkekle kadını her konuda eşit kılmaktır. Onlara göre her konu ve konumda kadın erkekle eşittir. Ama şunu unutuyorlar: Allah’ın fıtrat kanunu, bu iki cinse bazı hususlarda farklı özellikler vererek onları birbirinden ayrı ve birbirini tamamlayıcı kılmıştır. Yüce Allah’ın hikmeti gereği, fizikî yapıları farklıdır. Her birinin yeteneğine ve tabiatına uygun bir görevi vardır. Bütün özellikleri, güzellik, fazîlet ve zorluklarıyla birlikte annelik görevi kadına aittir. Bu nedenle kadın, genel olarak erkekten daha fazla evde kalır.
Fıtrattaki bu ayrılık, kadının eğitimini ve çalışmalarını ihmal etmemizi gerektirmez. Kadın hakları konusunda ifrâta giden modernist yaklaşımdaki bazıları, Yüce Allah’ın, adâleti sağlamak gibi bazı zor şartlarla birlikte erkeklere bir’den fazla kadınla evlenme müsâadesi vermişken, onlar bunu uygun ve câiz göremiyorlar. Kur’an’ın genelde kadınla erkek arasındaki miras paylarındaki âdil taksimine rızâ göstermiyorlar; kızlara da erkek gibi eşit miras takdir ediyorlar. Yine onlar Allah’ın kanunda haram sayılan şeyleri helâl göstermek için Kur’an ve Sünneti bilmiyorlar veya bilmezlikten geliyorlar. Neticede mevcut bâtıl düzeni temize çıkarmaya yelteniyorlar yahut da yöneticilerin helâli haram, haramı helâl kılma gibi sapkınlıklarını görmezlikten geliyorlar. (Zinâyı hoş gören kanuna karşı susarlarken, şeriatta mevcut olan bazı esasları inkâr ediyorlar veya olmadık te’villerle kâfirlerin hoşlanacakları bir din oluşturmaya çalışıyorlar. Meselâ, bayanların başını açmasının haram olmadığını, hele üniversitelerde okumak için rahatlıkla baş açmak gibi teferruat sayılacak konularda mevcut düzenin kurallarına uyulması gerektiğini iddiâ ediyorlar.) Yine, “Allah, peruk takana ve taktıran
3941] Süleyman Uludağ, Sûfî Gözüyle Kadın, (Önsöz) s. 9-11
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadına lânet etsin!”3942 hadis-i şerifi varken; kadınların peruk takmasına fetvâ veriyorlar. Ayrıca, bu modernistlere göre "kadının ev dışında (pardösü vb. şekilde) dış elbise giyme zorunluluğu yoktur; kol, boyun ve başı açıkta bırakan ve çok uzun olmayan elbiseler giymek câizdir!" Onların bu tutumları, namaz ve benzeri ibâdetleri inkâr etmekten farksızdır.
Bu düşünceye sahip olanların câhilliğini veya hâinliğini ispat eden en önemli belge, Hz. Peygamber’in “elbise giydiği halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymış olmasıdır 3943 Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani şeffaf ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Âlimler bunu şöyle ifâde etmişlerdir: “Sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”
(Müslümanlara karşı acımasız ve hor görülü, kâfirlere karşı ise zelil ve hoş görülü bu televizyon şeyhülislâmlarına göre kamusal alanlarda, üniversite ve diğer eğitim kurumlarında başörtüsü yasağı zulmü diye bir problem yoktur. Düzen ve tâğutların “irticâ” adıyla İslâm’ın sosyal hayata yansıyan her görüntü ve düzenlemesine düşmanlığına karşı bunlar kör ve dilsiz kesilmişlerdir.) İfratçı modernistler, geleneksel örfe ve Doğu hayranlığına karşı çıkarlarken, Batı hayranı olmuşlardır. Her iki zümre de aynıdır. Yüce Allah, ne Doğuya ne Batıya uymamızı; ne eskinin, ne de yeninin peşinden gitmemizi istiyor. En doğrusu Hz. Peygamber’in yoluna, hak dine tâbi olmaktır. Bu nedenle ifrat ve tefritten uzak, azgınlığın ve bozgunculuğun bulunmadığı, İslâm’ın gösterdiği sırât-ı müstakîmde, orta yolda yürümek gerekir. “Tartıyı adâletle yapın, terâzide eksiklik yapmayın.” 3944
Toplumumuzda kadının konumu, erkekle uyumu, -istisnâlar dışında- insanî alanların hemen tümünde eşit hak ve yetkileri, adâletle ele alınmamış, kadın ya çok yüceltilerek(!) Batı ve bâtıl oyunlara âlet edilmiş veya Allah’ın verdiği, erkeğinkiyle benzer hakları elinden alınmıştır. Yani ya ifratla veya tefritle bakılıp değerlendirilmiştir. Kadınlara alaylı ve de yüksekten bakanlara göre de kadın, erkekle insanî konularda eşit olmak bir yana, şeytanın tuzağı, İblis’in oltasıdır. Aklı ve dini noksan bir yaratıktır. Bu geleneksel yaklaşıma göre de kadınların ehliyeti noksandır. Erkeğin câriyesi konumundadır. Erkek dilerse onunla evlenir; ona bir miktar mal vererek her şeyine sahip olabilir. Dilediğinde keyfî olarak boşar. Boşanma sonucunda kadın ne mal, ne de tazmînat alabilir. Derler ki: “kadınlar ayakkabılara benzer. Erkek dilediğinde bu ayakkabıları giyer, dilediğinde çıkarır.” Kadının çapkınlığı fâhişelik kabul edilirken, erkeğin çapkınlığı suç bile sayılmaz, hatta açıkgözlülük olur.
Kadın, evlendiği erkeği sevemese, sabretmekten ve kendisine zehir olan hayata katlanmaktan başka çaresi yoktur. Kurtuluşu, erkeğin boşamasına veya
3942] Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25
3943] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
3944] 55/Rahmân, 9
KADIN
- 957 -
elinde avucunda ne varsa ona vererek boşanmaya râzı olmasına kalmıştır. Aksi halde ona kul olmaktan başka hiçbir çıkar yol yoktur. Kimileri câhiliyye anlayışlarına dönerek kız çocuklarına mirastan hiç pay vermezler. Terekesini alış-veriş yoluyla erkek çocuklarına aktarırlar ve böylece kadınlara mirastan pay kalmamış olur (veya hiçbir gerekçe göstermeden sadece erkek kardeşler kendi aralarında miras taksimi yaparlar. Bazıları, kız çocuklarını evlâttan bile saymazlar. “Kaç çocuğun var?” sorusunun cevabı olarak, erkek çocuklarının sayısını söyler. Ayrıca sorarsanız, utana sıkıla “sözüm meclisten dışarı, şu kadar da kızım var!” diye cevap verir.)
Müslümanların çoğu, günümüzde hanımlarını evlerine hapsetmiş, ilim öğrenmelerine müsâade etmeyerek topluma faydalı olan hiçbir aktif faâliyete sokmamışlardır. Kimileri sâliha bir kadının evinden ancak iki defa çıkabileceğini belirtmiştir: Babasının evinden kocasının evine, kocasının evinden de kabre... (Tabii, bu tefrît, ifrâtı doğurmuş, böyle kimselerin kızları evlerine zor girer hale gelmiş veya evlerinde bile Allah’a isyan etmenin bin bir yolunu icat etmişlerdir.)
Müslüman kadın, çoğu kez hayat ortağı olarak eşini seçme hakkından bile mahrumdur. Velîsinin dilediği eşi kabul etme veya reddetme hakkı bile yoktur. Kimi babalar, kızlarının rızâsını almadan ve hatta istişâre bile etmeden, görüşünü bile sormaya lüzum görmeden evlendirme hakkını kendilerinde görürler. 3945
"Kadınlar, erkekleri tamamlayan diğer yarılarıdır." 3946. Kadın ve erkeğin bir elmanın iki yarısı gibi kabul edilmesi, kadın-erkek arasındaki adâlet, toplumun büyük kesimi tarafından, bırakın uygulamayı; teoride bile kabul edilmez: "Kadınların saçı uzun, aklı kısadır", "Kadın yüzünden gülen, ömründe bir kere güler", "Kadını sırdaş eden tellâl aramaz", "Kadının sofusu, şeytanın maskarasıdır", "Kadının yüklediği yük şuraya varmaz" "Karıdan korkmayan yanılır", "Kızı olan tez kocar", "Kız yedi yaşından sonra ya erde, ya yerde", "Kızı kendi arzusuna bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya." Bunlar, kadın aleyhtarı onlarca atasözünden/atesözünden birkaçı.
Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi
İslâm hukukunda "aile reisliği" denebilecek "kavvâm olma" yetki ve sorumluluğu kocaya verilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür." 3947 denilmektedir. Burada "kavvâm" kelimesi, koruma ve yönetme hak ve yetkilerine müştereken sahip olmayı ifâde etmektedir. Aile reisliğinin kocaya verilmesi, toplumun bu en küçük biriminde ortaya çıkabilecek karmaşayı önleme ve huzuru sağlama hedefine yöneliktir. Dolayısıyla burada ontolojik bir üstünlükten ziyâde, fonksiyonel bir yetki farklılığının sözkonusu olduğunu söylemek gerekir. Bu genel kural, ye3945]
Abdülhalim Ebu Şakka, Tahrîru'l-Mer'e, Kadın ve Aile Ansiklopedisi, c. 1, s. 17-19, 13
3946] Câmiu's-Sağîr, hadis no: 2329
3947] 4/Nisâ, 34
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tenek ve harcama yükümlülüğünün yer değiştirdiği münferit örneklerde farklı bir durumun ortaya çıkmasına engel teşkil etmez. Nitekim bazı çağdaş İslâm âlimleri, harcama yükümlülüğünün yer değiştirebildiği zamanımızda bu kuralın değişmez olmadığı hususu üzerinde durmaktadır. 3948
Kur'ân-ı Kerim, bilindiği gibi meseleler hakkında genel prensipler vazeder, çoğunlukla ayrıntıya girmez. Ancak, âile ile ilgili düzenlemelere baktığımızda şaşırtıcı bir şekilde ayrıntıya girdiğini ve kesin hükümler koyduğunu görürüz. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir toplumda varlığı inkâr olunamamış âile kurumunu İslâm'ın da bu derece önemsemesi ve en ince ayrıntısına kadar hükümler vazetmiş olması, sağlıklı bir toplum oluşturulmasında âilenin öneminin ne derece büyük olduğunu göstermektedir. Toplumun düzenli bir işleyişe sahip olması, onu oluşturan alt birimlerin de düzenli ve sağlıklı bir yapıda olmasına bağlıdır.
Bu noktada toplumun en küçük birimi olan âileye düzenli bir işleyiş kazandırılmalı ve devamı sağlanmalıdır. Her topluluğun işleyişinde farklı sorumluluklar, görevler ve bu görevlerin îfâ edilmesi için verilmiş yetkiler olduğu gibi, âilede de bu durum sözkonusudur. Erkeğin yöneticiliği meselesi de bu bağlamda ele alınmalı, eşler arası ve âile içi hukukta doğru ve geçerli ilkeler yakalanmaya çalışılmalıdır.
Konuyla ilgili tartışmalar, Nisâ Sûresi 34. âyette geçen "kavvâmûne" kelimesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. "Yönetici" olarak meallendirilen kavvâmûne kelimesinden yola çıkarak pek çok müfessir, erkeğin dünya işlerinde mutlak bir üstünlük ve mutlak bir yöneticilik vasfına hâiz olduğunu ifâde etmişlerdir. Hatta bazı müfessirler, bu üstünlüğü âhirete de taşımışlardır. Kavvâmûne kelimesini doğru şekliyle anlayabilmek için Kur'an'da geçtiği diğer âyetleri de incelememiz yerinde olacaktır:
"Ey iman edenler, adâleti ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne bi'l kıst)" 3949; "Ey iman edenler, âdil şâhidler olarak Allah için hakkı ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne lillâhi şühedâe bi'l kıst)"3950 Âyetlerde görüldüğü gibi kavvâmûne kelimesi, sadece yöneticilik anlamı ifâde etmemektedir. Öncelikle içerdiği anlam; koruyup gözetmek,3951 işleri güzel idare etmek,3952 bir şeyi hakkıyla yerine getirip ayakta tutmaktır. Dolayısıyla kelimenin sadece yöneticilik mânâsına hamledilmesi eksik ve yanlış olacaktır.
Erkeklerin kadınlar üzerinde kavvâm olması, yaygın olarak anlaşıldğı gibi ontolojik, fazîlet vb. alanlarda mutlak üstünlüklerden kaynaklanan bir yöneticilik değildir. Âilenin korunup gözetilmesinde, temsil edilmesinde ve işleyişinde sahip oldukları sorumluluğun daha fazla olmasından kaynaklanan bir görev ve yetkidir. Âyette "erkeklerin kendi mallarından harcaması dolayısıyla..." şeklinde bir ifâde bulunması, verilen hükmün illetini anlamak açısından önemlidir. Âyetin evlilik hayatı ve âile düzeni ile ilgili olduğu açıktır. Allah Teâlâ, tüm düzenlemelerde fıtrî kabiliyetler ölçüsünde sorumluluk yüklediği ve yetkilendirdiği gibi, burada da erkeği daha fazla sorumlu tutmuştur. Bu sorumlulukta ve âileyi idâre
3948] Meselâ, Bk. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, s. 93-94
3949] 4/Nisâ, 135
3950] 5/Mâide, 8
3951] Râgıp el-İsfahânî
3952] Mu'cemu'l-Vecîz
KADIN
- 959 -
etme ve yönetmede erkek bir önceliğe sahiptir. Yukarıda da ifâde edildiği gibi küçük dahi olsa bir topluluğun düzenli işlemesinde böyle bir hiyerarşiye ihtiyaç vardır ve bu çok doğaldır.
Ancak, burada yönetme olayının algılanışı da çok önemlidir. Yönetme deyince akla baskı, emir ve cezâ değil; istişâre ile oluşan, insanın düzenli hayat sürmesini sağlayan bir olgu gelmelidir. Hz. Peygamber'in uygulamasında da bunu görebiliyoruz. Peygamber olması, onu çevresindekilerle istişâreden alıkoymamış, bizzat Kur'an'ın teşvîkiyle bunu her zaman gerçekleştirmiştir. Ancak bu dönemden günümüzedek süren sultacı yönetimler "yönetme" kavramının baskıcı, totaliter bir anlam kazanmasına sebep olmuştur. Bu etkinin erkek yöneticiliği konusunda zihinlere ve dolayısıyla âileye de yansıdığı söylenebilir. Hâlbuki devlet yönetimi konusunda Hz. Peygamber'in uyguladığı bu istişârî metod, her konuda olduğu gibi âilenin işleyişinde de erkeğin yönetici olması konusunda bize ışık tutacak önemli bir veridir. Kısacası, erkek, sahip olduğu özellikler doğrultusunda yüklendiği sorumlulukları, âilenin korunup gözetilmesini, idâresini, istişâre ile gerçekleştirecek, bu konuda kendisine verilen önceliği bir zulüm vesilesi olarak kullanmayacaktır. Çünkü zulümle İslâm'ın bağdaşması mümkün değildir. 3953
Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm'da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâreye uyarak yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya edilen kimse bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur'an'ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi "kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?" buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak -ki, acı vermekten çok, psikolojik ceza unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.
Ailede karı koca arasında bir anlaşmazlık çıkması durumunda bunun nasıl halledileceği meselesi önemli bir problem teşkil etmektedir. Burada kadının aile içindeki konumunu yakından ilgilendiren nokta, böyle durumlarda kocanın karısı üzerinde ne gibi bir yetkisinin bulunduğu hususudur. Koca, âile reisi olduğuna göre, bu yetkinin aşırı kullanımının bir taraftan âile birliğini, diğer taraftan kadının kişiliğini etkileyeceği açıktır. Kur'ân-ı Kerim de, kocasına karşı itaatsizlik ve ahlâksızlık/sadâkatsizlik (nâşize) durumuna düşen kadının önce nasihatle yola getirileceği, ardından yatakların ayrılacağı, bunun da etkili olmaması halinde dövülebileceğinin (darb) belirtilmesi3954 üzerinde en fazla tartışılan konu3953]
18- H. Koç, F. Candan, a.g.m. sayı 32, Kasım 93, s. 30
3954] 4/Nisâ, 34
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ların başında gelmektedir. Âyette geçen "darb" kelimesinin yaygın anlamı olan "dövme"den başka bir anlam taşıyıp taşımadığı günümüzde çok tartışılmaktadır. Burada, İlâhî mesaja doğru mânâ verilmesi açısından âyette sadece darb kelimesinin değil; "nâşize"nin de ne anlamda ve hangi kapsamda kullanıldığının belirlenmesi gerekmektedir.
Genel olarak "itaatsizlik" mânâsına gelen "nüşûz" kelimesi, âilenin huzurunu bozan basit bir davranıştan iffetsiz yaşamaya kadar geniş bir alanı içine almaktadır. Huzuru bozan her davranışın ağırlığına denk bir yaptırımla karşılanması, hem âilenin birliğini koruma noktasından hem de fiil ve yaptırım arasında, gözetilmesi gereken denge açısından önemlidir. Kur'an'ı yorumlamada birinci kaynak olan Hz. Peygamber'in uygulamaları bu konuya da ışık tutacak niteliktedir. Hadis kitapları ve Rasûl-i Ekrem'in hayatından bahseden eserler, Onun eşlerini dövdüğüne dâir herhangi bir olaydan asla söz etmemektedir. Hz. Âişe, Rasûlullah'ın eşlerini ve hizmetçilerini asla ve hiçbir zaman dövmediğini söylemektedir.3955 Ayrıca Hz. Peygamber, kendisine karşı olumsuz davranışından ötürü Hz. Âişe'nin babası tarafından cezâlandırılmasına da rızâ göstermemiştir. Şu halde basit uyuşmazlık durumunda şiddete başvurulması önerilen bir yöntem değildir. Rasûl-i Ekrem Vedâ hutbesinde kadınlara iyi davranılmasını öğütlemekte, bunun yanında "yataklarını herhangi bir kimseye çiğnetmemeleri"nin (zinâ etmemelerinin) kocaların eşleri üzerindeki hakkı olduğunu söylemekte, aksi takdirde hafifçe dövülebileceklerinden bahsetmektedir.3956 Âyette geçen "nüşûz"un hangi davranışları içermesi halinde dövme cezâsının uygulanabileceğini göstermesi bakımından Vedâ hutbesindeki bu ifâde dikkat çekicidir.
Kadını dövme meselesi, bugüne kadar ve günümüzde de İslâm düşmanlarının, özellikle feministlerin kullandığı önemli noktalardan biri olduğu gibi, bazı müslümanların da şartları gözetmeden mutlak biçimde meşrûlaştırdığı bir konu olmuştur. Konuyla ilgili Nisâ sûresi 34. âyette, öncelikle sâliha kadınların "görünmeyeni koruyanlar" olarak tanımlanması ve devamında da dövme olayından bahsedilmesi, bir nâmussuzluk olayını çağrıştırmaktadır. Ancak metinde "nüşûz" kelimesinin geçmesi, olayın sadece nâmussuzluk ile sınırlandırılamayacağını göstermektedir. Kelime olarak isyan, başkaldırı, geçimsizlik hali anlamlarına gelen “nüşûz” ile âile içinde sürekli problem çıkarma, dikkafalılık, huysuzluk, geçimsizlik gösteren, yani olgun bir kişiliğe ulaşamamış kadınlar anlaşılmaktadır. Bu âyet, sürekli bu fiilleri yapma eğilimini taşıyan kadınların terbiye metodunu göstermektedir. Nüşûz hali gösteren kadınların âile huzurunun yeniden elde edilmesi konusunda âyet bir metod göstermektedir. Bu metodda erkek, kadının işlediği fiile göre tavır takınmalıdır. Anca yine de kadının davranışlarında bir düzelme değil de; aksine bir bozulma görülürse, bu bozulmaya karşılık erkeğin tedrîcen daha sert tedbirler olarak en son dövme olayına başvurması, âilenin kurtarılması açısından son bir çâre olabilir. Âile huzurunu tek taraflı bozan kadın, dövülme gibi onur kırıcı bir olayla karşılaştığında âile saâdetini kurtarma konusunda daha sıhhatli düşünebilir. Bayılıp kendinden geçmiş bir hastayı uyarmak için doktorun hastanın yüzüne tokat atması gibidir bu.
Ancak, şu unutulmamalıdır ki, "dövme" sınırları belli özel bir durum için
3955] İbn Mâce, Nikâh 51
3956] Müslim, Hac 47; Ebû Dâvud, Menâsik 56; Tirmizî,Tefsîr 9
KADIN
- 961 -
sözkonusudur. Başka bir deyişle âyet, âile içinde tüm kadın-erkek ilişkileri için genelleştirilemez. Çünkü âile ortamında esas olan eşler arasında sürekli istişâreyle saygı ve sevgi unsurunun temellendirilmesidir. Sözkonusu âyet, dövme olayını, bu saygı ve sevgi unsurunu tek yönlü olarak bozan ve istismar eden, şirret kadınlar için sınırlandırmıştır. O halde, özel şartlar için geçerli olan dövme olayını "erkek, eşini dövebilir" şeklinde genelleştirmek kişinin kendi zâlimliğini Kur'an'a âlet etmek olacaktır.
Burada şu soru akla gelebilir: Âile huzurunu bozan kişinin kadın değil de; erkek olduğu zamanlarda problem nasıl çözülecektir? Kadın, erkeğin âile içindeki geçimsizliklerine, sorumsuzluklarına katlanmak zorunda mıdır? Elbette ki kadın da eşini düzeltme yönünde bazı girişimlerde bulunup öğüt verebilir. Ancak kadının erkeği dövmesi, kadının yapısı gereği üstlenemeyeceği bir davranış olduğu gibi, çoğunlukla vâkıaya da tekabül etmediğinden erkek yüzünden bozulan ve boşanma noktasına yaklaşılan bir durumda ise, kadının yapacağı âileler arası (kadın ve kocanın yakınlarından veya temsilcilerinden oluşan) hakem heyetine veya meşrû mahkemeye başvurarak problemin çözülmesi yönündeki talebi olacaktır.
Kişiliğini oluşturamamış, şirret, laftan anlamayan, huzursuzluk çıkarıp âilenin işleyişini tek taraflı bozan kadınlar için boşanma öncesi önerilen bu metodu, âilenin saâdeti için çalışan, sorunlara yaklaşımda ölçülü, vakarlı kadınlar için de, onların belki haklı olarak karşı gelmelerine teşmil etmek Kur'an'a aykırıdır. Rasûlullah'tan gelen haberlerde birçok problemlerine rağmen hanımlarının hiçbirini dövmemiş olduğunu görüyoruz. Bu da bizim için önemli bir veridir.
Dövme, hangi suçun veya suçların karşılığı olacaktır? Âyette bu suçla ilgili "nüşûz" kelimesi kullanılıyor. Bazıları bu kelimeye "huysuzluk, geçimsizlik, dikbaşlılık" anlamı vermiştir. Aslında nüşûz, bu anlamlardan daha büyük bir suçtur. Râgıb el-İsfahanî şöyle der: "Nüşûz; kadının kocasına kin tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır." Âsım Efendi, el-Kamusu'l-Muhît tercümesinde şu açıklamayı verir: "Nüşûz; hâtun, zevcine buğz ve adâvet idüp isyan ile muâmele eylemek mânâsınadır." Yani "nüşûz; hanımın, kocasına düşmanlık ve kinle isyan etmesidir." Bu lügatçıların açıklamalarına göre nüşûz; düşmanlık, başkasına göz koyma, kin tutma, sadâkatsizlik sonucu kocaya karşı bir isyanın başlatılmasıdır. Kısacası, bir iffetsizlik ve sadâkatsizlik sözkonusudur.
Ayrıca, Kur'an'da geçen "fa'dribûhunne" emrindeki "darb" kelimesinin âyetlerde sadece dövme anlamında değil, çok farklı anlamlarda kullanıldığından yola çıkılarak, Zuhruf sûresi 5. âyette olduğu gibi, bu âyette de uzaklaştırmak, uzakta tutmak anlamında olabileceğini iddia edenler de vardır. O takdirde bu âyetteki "fa'dribûhunne" emri "dövün" anlamında değil; "onları bulundukları yerden uzaklaştırın!" mânâsındadır. Yalnız, bu yorum, şâz bir yorumdur, müfessirler ve âlimlerin cumhûru bu yoruma katılmazlar.
Aslında, klasik dönemin bazı âlimleri de dövme yetkisine çok ihtiyatla yaklaşmışlardır. Hz. Peygamber'in, müslümanların en hayırlılarının eşlerine en iyi davrananlar olduğunu ve kendisinin bu konuda örnek teşkil ettiğini söylemesini, eşlerini ancak kötü kimselerin döveceğini ifâde ederek onlara böyle davranılmamasını emretmesini gözönüne alan bazı âlimler, kadının dövülemeyeceğini veya fazîletli davranışın onlara böyle bir cezâyı uygulamamak olduğunu
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belirtmişlerdir. 3957 Fakat tatbikatta her zaman Rasûlullah'ın bildirdiği bu esaslara göre davranıldığını söylemek mümkün değildir. Bunların büyük çoğunluğu, kadınlarını dövme yetkisini Kur'an'dan değil; nefis ve hevâlarından, câhilî örf ve âdetten almakta, Rasûlullah'ın ifâdesiyle leîm/kötü koca sıfatını hak etmektedir.
"Sâliha bir kadın, dine ne güzel bir yardımcıdır." 3958
"Sayınız kadınları! Onlar fâni hayatı cennet bahçelerinin gülleriyle süslerler."
"Sevilen kadın bütün kadınların daima en güzeli değil midir?"
“Her başarılı erkeğin arkasında ona destek ve yardımcı olan mutlaka bir kadın vardır.”
"Kadın, kocasının, delikanlılıkta sevgilisi, olgun çağda arkadaşı, yaşlılıkta da hastabakıcısıdır."
"Bir erkeği eğitin, bir insanı yetiştirmiş olursunuz. Bir kadını eğitip terbiye edin; bir âileyi, hatta toplumun büyük bölümünü yetiştirmiş olursunuz."
"Kadın kendi başına ne gül goncasıdır, ne de diken. Koklamasını bilirsen gül olur, tutmasını bilmezsen diken."
"Adamı deli eden her kadına karşılık, deliyi adam eden bir kadın vardır."
"Kadınlar sadece insan oldukları için o kadar mutludurlar ki... Onları ille şeytanlar ya da melekler haline koymaya ne diye çalışırız sanki."
"Kadın melektir. Onu şeytan eden erkeklerdir."
"Kadınlar, erkeklerden daha çok hikmet sahibidirler; daha az bilir, daha çok anlarlar."
"Kadınlar şefkat kahramanıdır. En korkağı bile kahramanca ruhunu yavrusuna fedâ eder."
"Kadınların en yanıldıkları nokta, erkeklere benzemek istemeleridir."
"Allah kadınları, erkekleri evcilleştirmek için yarattı."
"Kadın öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen incele, her zaman yepyenidir." 3959
"Elbet sefîl olursa kadın, alçalır beşer." 3960
"Her iyi kadın, erkek için mukaddes bir kalkandır." 3961
Kadın hakkında Meşhurların Yanlış ve Çarpık Sözleri; Saçmalardan Seçmeler:
(Kadını hor gören ve yanlış yargılarla itham eden görüşlerin sahiplerini de belirtiyorum ki, sadece Doğuluların kadını aşağıladığı zannedilmesin. Nice Batılı ve Batılılaşmış yazar ve bilgin de cinsiyet ayrımcılığını çirkin şekilde vurgulamıştır.
3957] Bk. Abdülkerim Zeydân, el-Mufassal fî Ahkâmi'l-Mer'e ve'l-Beyti'l-Müslim, Beyrut, 1993, c. 7, s. 316-317
3958] Hadis-i şerif rivâyeti
3959] Tolstoy
3960] T. Fikret
3961] Halide Edip Adıvar
KADIN
- 963 -
İbret olsun diye örnekler geniş tutulmuştur. Aslında Doğululardan ziyâde, Batılıların temel kültürleri ve din anlayışları kadın düşmanlığına ve istismarına uygundur ve Batılıların kahir ekseriyeti, bayanları ya hor görür, ya da değer verir gözükerek istismar eder.)
"Her parasız kadın, koca peşinde koşan bir mâcerâperesttir." 3962
"Kadının sözüne, bülbülün sesine pek kulak asma!" 3963
"Kadın: Kaçınılması imkânsız bir kötülük kaynağı... Vesvese yatağı... Hoşa giden bir belâ... Bir iç tehlike. Gönülleri avlayan güzel eşkıya. Süslü püslü bir musîbet..." 3964
"Kötü kadınlar bunaltır, iyi kadınlar da sıkar." 3965
"Kadınlar, genellikle, ağırbaşlı erkeklere karşı iffetli görünürler, ama çapkınlara karşı değil!" 3966
"Kadınları çok sevmiş olmanın cezâsı, onları daima sevmektir." 3967
"Kadın; yılanların en tehlikelisi, zehrinin ilâcı bulunmaz." 3968
"Kadında hayvan niteliği üstündür. Çünkü kadın, renge ve kokuya düşkündür." 3969
"Pek az kadın vardır ki, değeri güzelliğinden ömürlü olsun." 3970
"Aşk ve kadın; bütün öteki fenâlıklar, cinâyetler bunlardan dal budak salarlar." 3971
"Kadın erkeklere zevk vermez, keder verir, dert verir." 3972
"Kadınlar Cehennemin kapısıdır." 3973
"Kadın kısmı kediye benzer. Sevmek istersen kaçar, yüz vermediğin zaman yaltaklanır." 3974
"Dünya, kadınlarla doludur, kadınlar ise hile ve desise ile dolu." 3975
"Akıllı bir kadın, iki kere budaladır." 3976
3962] G. Bernard Shaw
3963] Kalevala -Fin Destanı-
3964] Hıristiyan Büyüğü, Aziz Chrysostem
3965] Oscar Wilde
3966] Fonvizin
3967] André Maurois
3968] Bhartrihari
3969] Celâleddin Rûmî
3970] La Rochefoucauld
3971] Hüseyin Rahmi Gürpınar
3972] Anatole France
3973] Hıristiyan Büyüğü, Aziz Hieronymus
3974] Hüseyin Rahmi Gürpınar
3975] Gelett Burgess
3976] Erasmus
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Bir kurşunla vurul da, bir kadına vurulma!" 3977
"Kadınlar mâbedlerde evliyâ; sokaklarda melek; evlerinde şeytandırlar." 3978
"Kadın, insanın kalbine, şeytanın girmesini temin etmek için açılan bir kapıdır. Erkeği, yasak ağaca sürükleyen varlıktır. İlâhî kanunu bozan, Allah'ın yeryüzündeki sûreti, çehresi olan erkeği aldatan iğrenç bir mahlûktur." 3979
"Kadınlarla görüşmeye mi gidiyorsun? Kamçını unutma!" 3980
"Kadından azgın hayvan, kadından azgın ateş yoktur." 3981
"Kadınlar sade bal değil; zehir tesiri de yaparlar." 3982
"Erkekler, bilgiç kadınlardan nefret ederler." 3983
"Kadın devamlı erkeğin sessizliğinden; erkek de kadının o ebedî çenesinden şikâyetçidir." 3984
"Kadının huyu, giydiği elbise ile değişir." 3985
"Bir kadınla konuşurken ona gülümse, fakat dinleme." 3986
"Kadın her yerde kadındır. Bir melekle konuşmaktansa bir erkekle konuşmayı daha çok ister." 3987
"Kadınların yanına mı gidiyorsun? Sakın kaçmayı unutma." 3988
"Kadınların çoğu, uyandırılmadıkları için iffetli kalmışlardır." 3989
"Kadınlar, başka kadınlar için giyinirler, başka kadınların kocaları olduğu için evlenirler, başka kadınları kıskandırmak için evlerini süslerler. Başka kadınlar olmasaydı, kadınlar ne iyi olacaktı." 3990
"Bir tek kadın cana yakın olabilir, fakat iki kadının bir araya gelmesi bir fâciadır, çünkü iki kadının, ancak üçüncü bir kadını fedâ etmek pahasına anlaşabileceğine inanıyorum." 3991
"Kadın, gerekli olan bir kötülüktür. İstenen bir belâdır. Evin ve âilenin en büyük tehlikesidir. Ahlâksız ve edepsiz bir sevgilidir. Yaldızlı, aldatıcı bir musîbettir." 3992
3977] Faruk Nâfiz Çamlıbel
3978] George Wilkins
3979] İlk Hıristiyan liderlerinden Tertullian
3980] Nietzsche
3981] Aristophanes
3982] Halide Edip Adıvar
3983] Tennyson
3984] Raif Necdet Kestelli
3985] La Bruyére
3986] Ly-Kin
3987] M. W. Holmes
3988] Nietzsche
3989] Ovidius
3990] Paul Corey
3991] Sacha Guitry
3992] Hıristiyan Büyüğü, Aziz Sustam
KADIN
- 965 -
"İki kadın birbirleriyle sıkı fıkı arkadaş olunca, bu üçüncü bir kadının iki arkadaş kaybettiğini gösterir." 3993
"Bir kadının yüreğindeki kötülük, yüzünde okunur." 3994
"Kadın, köpek ve dut ağacı, onları ne kadar döversen o kadar kazanırsın." 3995
"Kadın, insanın gölgesi gibidir; kovalarsanız kaçar, kaçarsanız kovalar." 3996
"Kadın; en kederlisi eğlence düşkünü bir tâife." 3997
"Kadın olsun da bir sözü cevapsız bıraksın, olacak şey değil; meğer ki dilsizini bul!" 3998 "Kadın nedir ki? Doğanın işlediği bir yanlışlık." 3999
"Kadın, istenildiği sürece melekten farksız, elde edildikten sonra da şeytandan beterdir." 4000
"Kadın, Cehennemin kapısıdır." 4001
"Kadının istediği iki şey vardır: Erkeğin gözüne girmek, kadının gözüne çarpmak." 4002
"Az güzel bir kadın, çirkin erkekten çok daha çirkindir." 4003
"Kadınları güzel yapan Tanrı, sevimli yapan şeytandır." 4004
"Kızların çoğu, hiçbir yere gitmemektense yanlış yolda yürümeyi düşünürler." 4005
"Bütün kadınlar, sönmektense, yana yana tükenmeyi tercih ederler." 4006
"Kadınlar kendilerini sevenler için değil; onlara hükmedenler için can verirler." 4007
"Her dilde, şiirin konusu zevce değil sevgilidir. Kahramanı zevce ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir?" 4008
"İnsanın karısı ile geçirdiği iki zevkli gün vardır: Birincisi, karısı ile evlendiği gün; ikincisi, karısının gömüldüğü gün." 4009
"Öyle sanıyorum ki, insanın uygar yapabileceği son şey kadın olacaktır." 4010
3993] S. L. Perssey
3994] Stendhall
3995] Thomas Fuller
3996] Chamfort
3997] Abdülhak Hâmid Tarhan
3998] Shakespeare)
3999] Congreve
4000] Decourcelle
4001] Eflatun
4002] Franz Werfel
4003] Gautier
4004] Victor Hugo
4005] Doris Marie
4006] Montherlant
4007] Halide Edip Adıvar
4008] Ahmet Hâşim
4009] Thomas İngeland
4010] G. Meredith
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Kadınların bizi mutlu etmek için bir tek usûlleri vardır; hâlbuki bizi mutsuz etmenin bin bir türlü yolunu bilirler." 4011
"Kadın zayıftır, gariptir; kendini beğenmişlik onu kör eder, boş arzular onu etkisi altında tutar." 4012
"Düşünen bir kadın, boyanan bir erkek kadar iğrençtir." 4013
"Kadın, üzerinde her şeyin döndüğü bir vidadır." 4014
"Yanındayken bal, uzaklaşınca zehir; kadın öyledir." 4015
"Kadın, çok defa en çok hoşlandığı şeye dudak büker." 4016
"Hiçbir zaman hem zeki, hem güzel bir kadına rastlamadım." 4017
"Sözden hafif ne var? Şimşek. Şimşekten hafif? Rüzgâr. Rüzgârdan? Kadın. Kadından? Hiçbir şey!" 4018
"Kadın, o bir kelebektir ki, her önüne gelen ağaca konar ve sonra uçar." 4019
"Kadının nefes aldığı yerde hava bozulur." 4020
"Kadın, süslü ve büyülü bir hiledir." 4021
"Kadın, erkekten arslan yüreği içinde, kuzu itaatı ister." 4022
"En tatlı kadın dahi acıdır." 4023
"Kedi, ağzı şapırdayanın, kadın kesesi şıkırdayanın yüzüne bakar ve dizine çıkar." 4024
"Dünyada en iyi kadın, anasından doğmayandır." 4025
"Kadını yedir, giydir, mücevherlerle ve başka güzel şeylerle süsle, fakat ona akıl danışma!" 4026
"Kadınlar, erkeklerle eşit olmak için uğraşırlar, bunu sağladılar mı, o andan sonra erkeğe üstün olurlar." 4027
4011] Heinrich Heine
4012] George Sand
4013] Lessing
4014] Tolstoy
4015] Bhartrihari
4016] Shakespeare
4017] Montherlant
4018] Seneca
4019] Süleyman Nesib
4020] K. Kisfaludy
4021] Raif Necdet Kestelli
4022] Cenap Şehabettin
4023] Nietzsche
4024] Refik Halit Karay
4025] Firdevsî
4026] Pançatantra
4027] Cato
KADIN
- 967 -
"İşte kadın! Ne olurdu ellerine düşmeden kollarına düşebilseydik." 4028
"Kadın; saçı uzun, aklı kısa bir varlıktır." 4029
"Bir kadının sevgilisine söyledikleri, rüzgârların ve hızla akan suların üzerine yazılmalıdır." 4030
"Ne gariptir ki kadınların çoğu sevdikleri halde sevmiyor, sevmedikleri halde seviyor görünürler." 4031
"Hâtun kişidir düşmeni her hâb u huzûrun -Kadındır düşmanı, her uyku ve huzurun-." 4032
"Kadın erkek birbirini ikmâl eder, diyorlar; hâlbuki çoğunlukla biri diğerini noksanlaştırır." 4033
"Kadın, her şeyi gören gözü bile aldatır." 4034
"Kadınlar kadar intikam almaktan zevk duyan canlı yoktur." 4035
"Kadınlar güller gibidir, bir defa açıldılar mı, yaprakları hemen dökülmeye başlar." 4036
"Kadın, deniz gibidir, hiç güvenmek olmaz." 4037
"Kadın erkeği kılıçsız zapteder ve ipsiz bağlar." 4038
"Kadınlar istediler mi "sâhiden" hasta olurlar, hattâ kibirleri uğruna ölürler bile." 4039
"Kadınlarda fecî olan şey, ne onlarla, ne de onlarsız yaşanabilmesidir." 4040
"Her kadın ağlayıncaya kadar haksızdır, ağlar ağlamaz hak kazanır." 4041
"Bana göre; en çok korkulacak şey kadınlardır." 4042
"Dünyada en güç şey, kadını memnun edebilmektir." 4043
"Akmayan dam, tütmeyen baca, kaynanasız koca." 4044
4028] A. Birce
4029] Schopenhauer
4030] Catuli
4031] Raif Necdet Kestelli
4032] Fâzıl Ahmet Aykaç
4033] Cenap Şehabettin
4034] Dostoyevski
4035] Juvenal
4036] Shakespeare
4037] Tevfik Fikret
4038] Tos
4039] André Maurois
4040] Byron
4041] Haliburton
4042] Said bin Müseyyeb
4043] Rıfat Necdet Evrimer
4044] Atasözü
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Koca; devamlı kiracı." 4045
"Kocasının hastalığından en çok üzgün görünen bir kadın bile içinden sevinir. Çünkü kocası daima gözünün önünde ve avucunun içindedir." 4046
"At, at oluncaya kadar sahibi mat olur, derler. Bazı koca da, karısı kadın oluncaya kadar iki kat olur." 4047
"Bir koca, eşinin iyi bir kadın olup olmadığını gösteren evlilik belgesini yüzünde taşır." 4048
"Evindeki şerefsizliği en son koca öğrenir." 4049
Allah'a teslim olmuş, sorumluluk ve yetkilerini bilen, görevlerinden kaçmadığı gibi İslâmî ve insanî haklarını da savunup mücâdelesini veren, onuruna sahip, tesettür ve iffetini bayraklaştırmış, İslâmî hareketin gönül dinamiği kadınlara selâm olsun! Selâm olsun analarımıza, eşlerimize, kızlarımıza ve bacılarımıza!
4045] Âlî Bey
4046] Raif Necdet Kestelli
4047] Refik Halit Karay
4048] G. Gardony
4049] Juvenalis
KADIN
- 969 -
Kadın Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kadın Kavramıyla İlgili Kelimelerin Geçtiği Âyetler:
a- "Nisâ" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (59 Yerde): 2/Bakara, 49, 187, 222, 223, 226, 231, 232, 235, 236; 3/Âl-i İmrân, 14, 42, 61, 61; 4/Nisâ, 1, 3, 4, 7, 11, 15, 19, 22, 23, 23, 24, 32, 34, 43, 75, 98, 127, 127, 129, 176; 5/Mâide, 6; 7/A'râf, 81, 127, 141; 12/Yûsuf, 30, 50; 14/İbrâhim, 6; 24/Nûr, 31, 31, 60; 27/Neml, 55; 28/Kasas, 4; 33/Ahzâb, 30, 32, 33, 52, 55, 59; 40/Ğâfir, 25; 48/Fetih, 25; 49/Hucurât, 11, 11; 58/Mücâdele, 2, 3; 65/Talak, 1, 4.
b- "İmrae" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (26 Yerde): 2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 35, 40; 4/Nisâ, 12, 128; 7/A'râf, 83; 11/Hûd, 71, 81; 12/Yûsuf, 21, 30, 51; 15/Hicr, 60; 19/Meryem, 5, 8; 27/Neml, 23, 57; 28/Kasas, 9, 23; 29/Ankebût, 32, 33; 33/Ahzâb, 50; 51/Zâriyât, 29; 66/Tahrîm, 10, 10, 11; 11/Mesed, 4.
c- "Nikâh" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/Nisâ, 3, 6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne, 10.
d- "Zevc-Zevce" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde): 2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234, 240, 240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En'âm, 139, 143; 7/A'râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24; 11/Hûd, 40; 13/Ra'd, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72; 20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/Hacc, 5; 23/Mü'minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman, 10; 33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37, 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır, 11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü'min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/Kaf, 7; 51/Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52; 56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehıne, 11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric, 30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe', 8; 81/Tekvîr, 7.
B- Kadın ve Hakları:
a- Kadın, Erkek İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
b- Kadın, Evlât Yetiştiren Tarladır: 2/Bakara, 223.
c- Kadın, Erkek Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.
d- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.
e- Kadınların Miras Hakları: 4/Nisâ, 7, 11-12, 19, 33, 127, 176.
f- Kadınların Mehir Hakları: 2/Bakara, 229, 237; 4/Nisâ, 4, 20-21, 24-25.
g- Kadınların Şâhitliği: 2/Bakara, 282.
h- Kadınlarla İyi Geçinmek: 4/Nisâ, 19, 128.
i- İyi Kadınlar: 4/Nisâ, 34.
j- Kadının Kocasına İtaati: 4/Nisâ, 34.
k- Kadınların Haklarını Allah Korumuştur: 4/Nisâ, 34.
l- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: 64/Teğâbün, 14.
m- Kadının Yaratılışı: 4/Nisâ, 1; 7/A'râf, 189; 30/Rûm, 21; 39/Zümer, 6.
n- Huysuz ve Geçimsiz Kadınlara Karşı İzlenecek Yol: 2/Bakara, 232; 4/Nisâ, 19, 34, 128.
o- Nâmuslu Kadınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.
p- Peygamber Hanımlarına Kur'an'ın Tavsiyeleri: 33/Ahzâb, 28-34.
r- Peygamberimizin Kadınlarla Biatı: 60/Mümtehıne, 12.
s- Annenin Emzirme Süresi: 2/Bakara, 233; 46/Ahkaf, 15.
t- Anneler Emzirmeye Zorlanamaz: 65/Talak, 6.
u- Mekke Müşrikleri Kadınlara Değer Vermezdi: 6/En'âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
C- Tesettür (Örtü ve Örtünmek):
a- Maddî Örtü ve Takvâ Örtüsü: 7/A'râf, 26, 32; 16/Nahl, 5, 81.
b- Kadınların Örtünmesi: 24/Nûr, 31, 60; 33/Ahzâb, 59.
c- Kadınlarda Örtünme Şekli: 24/Nûr, 31; 33/Ahzâb, 59.
d- Süs Yerlerini Göstermenin Haram Olmadığı Kimseler (Nâmahrem Olmayan Kimseler: 24/Nûr, 31.
e- Baş Örtüsü: 24/Nûr, 31.
f- Örtünen Erkek ve Kadınların Mükâfatı: 33/Ahzâb, 35.
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
g- Namazda Güzel Elbiseler Giymek: 7/A'râf, 31.
h- Süslenmek: 7/A'râf, 32; 16/Nahl, 14.
i- Kadınların Süslenmesi: 43/Zuhruf, 18.
j- Cennet Süsü: 18/Kehf, 31; 22/Hacc, 23; 76/İnsan, 15-16, 21.
D- Erkek ve Hakları:
a- Erkek, Kadın İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
b- Erkek, Kadın Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.
c- Erkeğin Sorumluluk Yönünden Üstünlüğü: 2/Bakara, 228; 4/Nisâ, 34.
d- Kadının Her Türlü İhtiyacı Erkeğin Üstünedir: 2/Bakara, 233.
e- Erkek Kadın Üzerine Kavvâmdır/Sorumlu-Yöneticidir: 2/228; 4/Nisâ, 34.
E- Nikâh:
a- Evlenmenin Fazileti: 24/Nûr, 32.
b- Bekârları Evlendirmek: 24/Nûr, 32.
c- Evlenmede Bolluk ve Bereket Vardır: 16/Nahl, 72; 24/Nûr, 32.
d- Evlenmeye Güç Yetiremeyenler: 24/Nûr, 33.
e- Nikâhı Helâl Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 24; 5/Mâide, 5.
f- Yetim Kızların Nikâhı: 4/Nisâ, 3, 127.
g- Evlâtlıkların Boşanmış Hanımlarıyla Nikâh: 33/Ahzâb, 37.
h- Câriyelerin Nikâhı: 4/Nisâ, 24-25.
i- Ehl-i Kitabın Nikâhı: 5/Mâide, 5.
j- Vefat İddeti Bekleyen Kadını Nikâhlama İsteği: 2/Bakara, 235.
k- Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 228, 231-232.
l- Üçüncü Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 230.
m- Münâsebet Helâl Olan Kadınlar: 70/Meâric, 29-30.
n- Nikâhı Haram Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 22-24.
o- Müşriklerin Nikâhı: 2/Bakara, 221.
p- Zinâ Eden Erkeklerin ve Zinâ Eden Kadınların Nikâhı: 5/Mâide, 5; 24/Nûr, 3, 26.
r- Mut'a Nikâhı (Geçici Nikâh): 23/Mü'minûn, 7; 70/Meâric, 29-31.
s- Nikâhın Şartları: 33/Ahzâb, 50.
F- Mehir:
a- Nikâh Edilen Kadının Mehrini Vermek: 4/Nisâ, 4, 24-25.
b- Boşanan Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 229; 4/Nisâ, 20-21.
c- Temastan Önce Boşanmış Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 237.
G- Teaddüd-i Zevcât (Çok Evlilik)
a- İki, Üç, Dört Evlenmek: 4/Nisâ, 3; 33/Ahzâb, 50.
b- Bir Kadınla Yetinmek: 4/Nisâ, 3, 129.
c- Zevceler (Hanımlar) Arasında Adâlet: 4/Nisâ, 3, 129; 33/Ahzâb 50.
H- Talâk (Boşama ve Boşanma):
a- İyilikle Tutmak veya Güzellikle Boşamak: 2/Bakara, 229, 231; 65/Talâk, 2.
b- Uygun Boşama: 65/Talâk, 1-3.
c- Talak İkidir: 2/Bakara, 229, 231.
d- Üçüncü Defa Boşama: 2/Bakara, 230.
e- Hülle: 2/Bakara, 230.
f- Temastan Önce ve Mehirsiz Olarak Boşanma: 2/Bakara, 236-237.
g- İ'lâ Yoluyla (Yaklaşmamaya Yemin Ederek) Boşama: 2/Bakara, 226-227.
h- Temastan Önce Boşama: 33/Ahzâb, 49.
i- Boşanan Karı-Koca: 4/Nisâ, 130.
j- Kadının Kendisinin Fidye Vererek Boşanması: 2/Bakara, 229; 4/Nisâ, 19.
k- Boşanan Kadınları İddet Süresi İçinde Barındırmak: 2/Bakara, 241; 65/Talâk, 6.
l- Müslüman Kadının Kâfir Olan Kocasından Boşanması: 60/Mümtehıne, 10-11.
KADIN
- 971 -
m- Boşanan Kadına İddeti İçinde, Çocuk Emzirmesi İçin Ücret Vermek: 65/Talak, 6-7.
n- Araları Bozulmuş Karı-Kocanın Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 35, 128; 60/Mümtehıne, 1.
o- Zıhar Yapmak (Hanımı Anneye Benzetmek): 33/Ahzâb, 4; 58/Mücâdele, 1-2.
p- Zıhar Keffâreti: 58/Mücâdele, 3-4.
İ- İddet (Boşanan veya Kocası Ölen Kadının Bekleme Süresi):
a- Boşanmış Kadınların İddeti: 2/Bakara, 228, 231; 65/Talak, 4.
b- Kocası Ölen Kadınların İddeti: 2/Bakara, 234.
c- Hâmile Kadınların İddeti: 65/Talak, 4.
d- İ'lâ (Kadına Yaklaşmamaya Yemin): 2/Bakara, 226-227.
J- Emzirme:
a- Annelerin Emzirme Süresi: 2/Bakara, 233; 46/Ahkaf, 15.
b- Anneler Emzirmeye Zorlanamaz: 65/Talak, 6.
c- Sütanneye Emzirtmek: 2/Bakara, 233; 65/Talak, 6-7.
d- Sütannenin Nikâhı Haramdı: 4/Nisâ, 23.
e- Sütanneye Ücret Vermek: 65/Talak, 6.
L- Aile Yuvası:
a- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.
b- Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Çözümü: 4/Nisâ, 35, 128.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Kadın, Rıza Savaş, Ravza Y.
Kadın, Emine Şeyma, Sezgin Neşriyat
Kadın ve Aile, Seyyid Kutup,. Çev. Halit Yılmaz, İhtar Y.
Kadın ve Aile Ansiklopedisi (İslâm Kadın Ans) (Tahrîru'l-Mer'e), 1-4, Abdülhalim Ebu Şakka, Denge Y
Kadın ve Sosyal Adalet, Enis Ahmed, Murat Çetinkaya, Beyan Y.
Kadının Adı, Zeynep Burucerdi, çev. Mehmet Durmaz, Dünya Y.
Kadının Çalışması, Sosyal Güvenliği ve İslâm, Faruk Beşer, Nûn Y.
Kadın Oradaydı, Vahiy Sürecinde Kadın Rolleri, Heyet, Elest Y.
Kadının Onuru, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
Kadının Özgürlüğü, Safinaz Kâzım, çev. Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
Kadının Özgürlük Savaşı, Muhammed Kutup, Ravza Y.
Kadının Sağlık Kılavuzu, Naciye Akyıldız, Seha Neşriyat
Kadının Serüveni, Cihan Aktaş, Demir Kitabevi Y.
Kadının Toplumdaki Yeri, Abdülkadir Duru, Özden Y.
Kadının Yeri, Mustafa Sıbâî, çev. Abdullah Yalçın-Mehmet Yolcu, Akabe Y.
Kadınla İlgili Görüşüm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Esra Y.
Kadınlar, Şemseddin Sâmi, Gündoğan Y.
Kadın Aile ve Sevgi Üzerine Söyleşiler, Ali Rıza Demircan, Eymen Y.
Kadın-Erkek Üzerine, Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.
Kadın Evlilik ve Aile, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
Kadın, Modernizm ve Örtünme, Abdurrahman Kasapoğlu, Esra Y.
Kadının Değeri, Ölçüsü, Örtüsü, Necdet Kutsal, Selâmet Y.
Kadın ve Evi, İnci Beşoğul, Şamil Y.
Kadın Nedir, Alaaddin Başar, Zafer Y.
Kadın Hakları, Ney Bendeson, çev. Şirin Tekeli, İletişim Y.
Kadın Hareketinin Kurumlaşması, Heyet, Metis Y.
Kadın Karşıtı Söylemin İslâm Geleneğindeki İzdüşümleri, Hidâyet Şefkatli Tuksal, Kitâbiyat Y.
Kadının Yeri, Mustafa Sıbai, Akabe Y.
Kadın Aşk Aile, Peyami Safa, Ötüken Y.
Kadın İlmihali, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kadın İlmihali, M. Cemal Öğüt, Bahar Y.
Kadınlar İçin İlmihal, Muhammed Vâhidî, çev. Cafer Bayar, Kevser Y.
Kadınlar İçin İrşad, halid Çelik, SelâmetY.
Kadınlara Dinî Bilgiler, Hacı Şakir Efendi, çev. Şevket Gürel, Sağlam Y.
Kadınlarımız, Celâl Nuri, Kültür Bakanlığı Y.
Kadınlarla İlgili 40 Hadis ve Fetvâlar, Selahaddin Yıldırım, Bayram Ali Öztürk, Seha Neşriyat
Peygamberimiz Kadınlara Nasıl Davranırdı? Nuriye Çeleğen, Nesil Y.
Kur’an Yorumlarında Kadın, İbrahim H. Karslı, Rağbet Y.
İslâm'da Kadın, Bekir Topaloğlu, Yağmur Y.
İslâm'da Kadının Yeri, Muhammed Taki Misbah, İslâmî Tebliğ Teşkilatı, Uluslararası İl. Bl. Y.
Philo Sophia Loren, Dücane Cündioğlu, Gelenek Y.
Kadın ve Aile, Seyyid Kutub, İhtar Y.
İslâm Kadınları, Mehmed Emre, Çile Y.
İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, Melâhat Aktaş, Misak Y.
İslâmiyet'te Kadın Öğretimi, Tayyib Okiç, D.İ.B. Y.
İslâm'da Kadın Hakları 1-2, Heyet, Rehber Y.
İslâm'da Aile ve Çocuk Terbiyesi 1-2, Heyet, (Tartışmalı Toplantı), İSAV, İlmî Neş./Ensar Neşriyat
İslâm ve Kadın, Âyetullah Murtaza Mutahhari, çev. Kadri Çelik, Evrensel Y.
İslâm’a Göre Cinsel Meseleler, Abdullah Aydın, Metin Yay.Dağ.
İslâm’a Göre Evlilik ve Mahremiyetleri, Ali Kayıkçıoğlu, Şelale Y.
İslâm’da İzdivaç ve Aile, Mehmet Hulusi İşler, Hisar Y.
İslâm’da Kadının Hakları, Aysel Zeynep Tozduman, Seha Neşriyat
İslâm’da Kadın Hakları, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
İslâm’da Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
İslâm’da Tesettür ve Haya, Mustafa Uysal, Uysal Y.
İslâm’da Kadın ve Aile, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat
İslâm’da Kadın ve Cinsellik, Oral Çalışlar, Afa Y.
İslâm’da Kadının Yeri ve Vazifeleri, M. Naci Orhan, H. Ali Bozkurt, Can Kitabevi
İslâm’da Kadının Konumu, Cevad Behanar, M. Tâki Misbah, Lamia Faruki, Endişe Y.
İslâm’da Kadının Yeri veVazifeleri, H. Ali Bozkurt, Berekât Y.
İslâm’da Kılık Kıyafet ve Örtünme, Heyet, İlmî Neşriyat
İslâm’da Kadın ve Aile, Mehmet Emre, Bedir Y.
İslâm’da Evlenme Âdâbı ve Müslüman Kadını, Ahmet Arslantürkoğlu, Can Kitabevi Y.
İslâm’da Evlilik ve Aile, Heyet, Seha Neşriyat
İslâm’da Evlilik ve Aile Eğitimi, Ali Eren, Merve Yayın Pazarlama
İslâm’da Evlilik ve Aile Mutluluğu, Muhammed Ali es/Sâbûnî, çev. Nihat Yatkın, Ravza Y.
İslâm’da Evlilik ve Cinsel Mutluluk, Mahmut Mehdi İstanbulî, Çağrı Y.
İslâm’da Evlilik ve Mahremiyetleri, Abdullah Aydın-Salih Uçan, Mehdi Y.
İslâm'da Evlilik ve Mahremiyetleri, Osman Karabulut, Uysal Kitabevi Y.
İslâm Toplumunda Kadın, N. M. Şeyh, çev. Ali Zengin, Fikir Y.
İslâm’da Aile, Âyetullah İbrahim Emini, Sekaleyn Y.
İslâm’da Aile Ahlâkının Dinamikleri, Âyetullah Hüseyin-i Mezâhirî, çev. Kadri Çelik, Hamd Y.
İslâm Aile Hukuku, Ömer Ferruh, Sebil Y.
İslâm Ailesi ve Evlilik, M. İbrahim Kaysî, Hisar Y.
İslâm’da Geçici Evlilik (Müt’a), Cevad Hacızade, çev. Kadri Çelik, Evrensel Y.
Peygamberimizin Sünnetinde Evlilik, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.
İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Emine Özkan Şenlikoğlu, Mektup Y.
İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhalim Hamid, Mektup Y.
İslâm'da Nikâh ve Düğün, Kemal Solak, Şelale Y.
İslâm'a Göre Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircen, Eymen Y.
KADIN
- 973 -
İslâm'da Aile Eğitimi, Abdullah Ulvan, 1-2, Uysal Kitabevi Y.
İslâm’da Aile Hukuku, Abdülaziz Amir, Mektup Y.
İslâmî Açıdan Kadın Sorunu, Muhammed Fadlallah, Şûrâ Y.
İslâm’ın Kadına Verdiği Değer, Muhammed Fatih Hikmet, Alper Kitabevi Y.
İslâmî Açıdan Kadının Değer ve Hakları, Osman Ersan, Erkam Y.
İslâm’da Evlilik ve Aile Hukuku, Fikri Yavuz, Hisar Y.
İslâm’da Dört Evlilik ve Rasûlullah’ın Çok Evlenmelerinin Hikmetleri, İsmail Kaya, Uysal Kit. Y.
İslâm ve Cinsellik, Fethi Yeken, Petek Y.
Müslüman Kadın ve Görevleri, Hasan Benna, Ravza Y.
Müslüman Kadının El Kitabı, Arif Aslan, Adese Y.
Müslüman Kadının Kimliği, Abdülkadir Telidi, Ravza Y.
Müslüman Kadının Fıkıh Kitabı, İbrahim Cemal, Risale Y.
Müslüman Kadınların Kahramanlıkları, Seyyid Süleyman Nedvî, çev. Ramazan Yıldız, Özel Y.
Müslüman Kadını, Ferid Vecdi, çev. Mehmed Âkif Ersoy, sadeleştiren: Mahmut Çamdibi, Sinan Y.
Müslüman Kadının Görevleri, Şehid Hasan el-Benna, Ravza Y.
Müslüman Aile, M. Ertuğrul Düzdağ, İz Y.
Müslüman Aileye Doğru, Zeynep Gazali, Madve Y.
İslâm’ın Kadın Kahramanları, Ahmed Abdül Cevad Dûmî, HisarY.
Mü’minlerin Anneleri, Mustafa Şeker, Nizam Y.
Allah Rasûlü’nün Dilinden Kadınlara Hitap, Ali Arslan, Arslan Y.
Kızımın Din Kitabı, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.
Hanımlar Rehberi, B. Said Nursi, Sözler/Yeni Asya (G) N./Envar N./İhlâs-Nur Neşriyat
Hanımlara Fetvâlar, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
Hanımlara Özel Dinî Bilgiler, Mustafa Kasadar, Ravza Y.
Hanımlara Özel İlmihal, Faruk Beşer, Nûn Y.
Hanımlara Özel Fetvâlar 1-2, Faruk Beşer, Nûn Y.
Hanımlara İslâm İlmihali, Enbiya Yıldırım, Umran Y.
Hanımların Din Rehberi, Mehmet Emre, Çile Y.
Hanımların Vazifeleri, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
Hanımların Saadet Yolu, İnci Beşoğul, Yener Y.
Hanım Sahabiler, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
Kaynaklarıyla Büyük Kadın İlmihali, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
Çalışan Kadın ve Problemli Çocuklar, Sefa Saygılı, Feza Y.
Modern ve Postmodern Feminizm, Zekiye Demir, İz Y.
Kendini Okuyan Kadın, Hülya Kartal, Nesil Basım Yayım
Devrim ve Kadın, Cihan Aktaş, Nehir Y.
İslâm’a Şan ve Can Veren Kadınlar, F. Bozer, Fatih Enes Kitabevi Y.
Nurdan Anneler, Haluk Nurbaki, Damla Y.
Râşid Halifeler Devrinde Kadın, Rıza Savaş, Ravza Y.
Tarihte Kadın ve Cilbab, Fatma Temir, Şahsi Basım
Kur’an Açısından Kadın, Ebu’l-A’lâ Mevdûdî, Fikir Y.
Kuvâ-yı Milliyenin Kadın Kahramanları, Aynur Mısıroğlu, Sebil Y.
Osmanlıda Kadın, Meral Altındal, Altın Kitaplar Y.
Şeyhülislâm Fetvâlarında Kadın ve Cinsellik, Gökçen Art, Çivi Yazıları Y.
Fâtıma Fâtımadır, Ali Şeriati, Dünya Y.
Sahabe Hayatından Tablolar (Hanım Sahâbîler), Abdülaziz eş-Şennâvi, Uysal Kitabevi Y.
Dokunmayın Bacıma, Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
Bacımın Gözyaşları Ne Zaman Dinecek, Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
Gerçeği Arayan Genç Kız, Gülay Atasoy, Türdav A.Ş. Y.
Kur’an ve Sünnete Göre Tesettür, Lütfü Aydın, Nursan Y.
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sohbet ve Tesettürde Âdâb, İsmail Çetin, Dilara Y.
Bir Genç Kız Yetişiyor, Esra Nuray Sezer, Nesil Y.
Sosyal Hayatta Kadın, Heyet, İSAV, Ensar Neşriyat
Sosyal Hizmetlerde Hanımlar, M. Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
Mahremiyetin Tükenişi, Cihan Aktaş, Nehir Y.
Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Nilüfer Göle, Metis Y.
Türkiye’de Kadın Olgusu, Ender Aral, Say Y.
Türkiye’de Kadın Olmak, Necla Arat, Say Y.
Türkiye’de Kadın, Aytunç Altındal, Anahtar Kitaplar Y.
Risâle-i Nur’da Kadın ve Evlilik, Faruk Beşer, Nûn Y.
Feminizm Nedir, Muhammed Emin, Türdav A.Ş. Y.
Biz Kadınlar, Gülay Atasoy, Nesil Basım Yayın
Erkeklerin İpi Kızların Elinde, Abdülkadir Duru, Özden Y.
Başörtü Meselesi, Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.
Başörtülü Melek, Ertuğrul Düzdağ, İz Y.
Verdiğim Rahatsızlıktan Dolayı Özür Dilemiyorum, Sevda Köse, Birun Y.
Direniş Güncesi, Ayşe Gül Çetin, Ekin Y.
İzdivaç ve Mahremiyetleri, Ali Eren, Erhan Yay. Dağ.
Kur’an ve Sünnete Göre Örnek Aile, Necip Ammare, Görüş Y.
Örnek Aile, Necip Ammere, Risale Y.
Sünnet ve Aile, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
Hatalı Atasözleriyle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Tarihte İz Bırakan Meşhur Kadınlar, Mehmet Zihni Efendi, Şamil Y.
Aile Sırları, Mehmet Çizgi, Mektup Y.
Evlilik ve Nikâh, Faruk Beşer, Nûn Y.
Erkeklerin Vazifeleri, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
İnsan ve Cinsî Hayat, H. İbrahim Erbıyık, Nesil Basım Yayın
Kur’an ve Sünnete Göre Müslüman Kadının Şahsiyeti, M. Ali Haşimî, Risale Y.
Müslüman Kadının Şahsiyeti, Kültür ve Dâveti, Abdulhalim Nuhoğlu, Ravza Y.
Peygamber ve Kadın, Şehid Bintül Hüda, Yedi İklim Y.
Peygamberimizin Dilinden Müslüman Kadını ve Yuvası, Abdullah Naim Şener, Bahar Y./Sönmez Neşriyat
A’dan Z’ye Cinsel Konular ve Aile Sırları, Mehmet Çizgi-Ayşe Çizgi, Mektup Y.
Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çile Y.
Tesettür ve Toplum, Cihan Akteş, Nehir Y.
Örtülü Olmayan Hanımlara, Abdülhamid Bilali, çev. Fatma Zehra, Şafak Y./Buruc Y.
Örtünme ve Çıplaklık, Hasan Çalışkan, Esra Y./Rahman Y./Tekin Kitabevi Y.
Açıklamalı Hanımlar Rehberi, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
Celâl ve Cemal Aynasında Kadın, Mustafa Yağmurlu, Beyan Y.
Günümüzde Kadının Kimliği, Heyet, Pendik Belediyesi Kültür Y.
Genç Kızlarla Başbaşa, Mü’mine Güneş, Nesil Basım Yayın
İhtilâfların Çemberinde Kadın, Serpil Bahtiyar, Esra Y.
İlâhî Hikmette Kadın, Kadının Çıkış Yolu, Hüseyin Hatemi, İşaret Y.
Bir Başka Açıdan Kadın, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
Sistem İçinde Kadın, Cihan Aktaş, Beyan Y.
Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Kadın, Rıza, Savaş, Ravza Y.
Bilinmeyen Kadın, A. Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y.
Çağımızda Kadın Sorunu, Mustafa Yağmurlu, Beyan Y.
Kur'an'ın Gölgesinde Kadın, Seyyid Kutub, çev. M. Nuhoğlu, Ravza Y.
Bir Dünyanın Kadınları, Yıldız (Kavuncu) Ramazanoğlu, Ekin Y.
KADIN
- 975 -
Dâvetçi Müslüman Kadın, M. Hasan Bureyğiş, Çev. Mehmet Çelen, Seçkin Y.
İzahlı Kadın İlmihali, A. Uysal, M. Uysal, Uysal Kitabevi Y.
Savaş Çağrısı, İslâmi Bir Yaklaşımla Kadın, Melahat Aktaş, Düşünce Y.
Hz. Havvâ'nın Kızları, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
Rasûlullah'ın Kızları ve Torunları, Âişe Abdurrahman, Uysal Kitabevi Y.
Rasûlullah'ın Annesi ve Hanımları, Âişe Abdurrahman, Uysal Kitabevi Y.
Rasûlullah'ın Pâk Zevceleri, Mahmud es-Savvaf, Nur Y.
Peygamberimizin Hanımları (Mü'minlerin Anneleri), Mustafa Eriş, Erkam Y.
Hz. Zeyneb, Cihan Aktaş, Beyan Y.
Hz. Fâtıma, Cihan Aktaş, Beyan Y.
Cennetle Müjdelenen Sahabe Hanımları, Muhammed Ali Kutub, Esra Y.
Delilleriyle Aile İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
Sûfî Gözüyle Kadın, Süleyman Uludağ, İnsan Y.
Uydurma Hadislerle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Bacı'dan Bayan'a, İslâmcı Kadınların Kamusal Tecrübesi, Cihan Aktaş, Pınar Y.
İslâm'da Erkeğin Eşine Karşı Görevleri, M. Abdulhalim Hamid, Mektup Y.
İslâm'da Erkek, Emine Şenlikoğlu, Mektup Y.
İslâm'ın Işığına Uyanmak, Aişe Aslı Sancar, Medine Y.
Kur’an ve Sünnet’te Kadın Hakları, Mübâşir et-tirazi el- Hüseynî, Nursan Y.
Toplum ve Dinlere Göre Kadın ve Erkek, Abdülbâki Remdûn, Nursan Y.
Müslüman Kadın ve Sorunları, (Heyet) Hazırlayan: Sefer Turan, Selâm Y.
Hicab, Mevdûdî, Hilâl Y.
Hicab, Muhammed Salih bin el-Useymin, Tevhid Y.
Çıplaklık Kültürü, Kültürel Çıplaklık, Gulam Ali Haddad Adil, Seçkin Y.
Tesettür-i Şer'î, İskilipli Âtıf Efendi, Bedir Y.
Kadın Tesettürü ve Zinanın Hükmü, Ekrem Doğanay,
Başörtüsü Ne Her şey, Ne Hiçbir Şey, Bütün Yönleriyle Başörtüsü Sorunu, Mazlum-Der İst. Şb. Y.
Kur'an Ailesi, Musa Kâzım Yılmaz, Hilâl Y.
Ailede İslâm Nizamı, Mehmet Altunkaya, Bahar Y.
Muvahhid Aileyi Kurmak, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
Aile Bilinci, Aysel Zeynep, Denge Y.
Gençlik ve Evlilik, Yusuf Özcan, Türdav Y.
Gençlere Aile Eğitimi, Abdullah Nâsıh Ulvan, Ravza Y.
Aile Saâdeti, Sadık Dânâ, Erkam Y.
Kur'an ve Sünnette Annelik, Muhammed Seyyid, Uysal Kitabevi Y.
Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği, Cihan Aktaş, Beyan Y.
Kur’an ve Sünnete Göre Evlenme ve Boşanma Mehmet Soysaldı, Şûle Y.
Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
Evlilik ve Âile Hayatı, Ahmed Kalkan, Özel Y.
Evlilikte Mutluluğun Yolları, W.E. Sargent, çev. Ömer Rıza Doğrul, Toker Y.
Evlilik ve Cinsel Hayat -Dinî ve Tıbbî-, Âsım Uysal, Uysal Y.
Ailede Saâdet Prensipleri, Mehmed Said, Bahar Y.
Mürşid-i Müteehhilîn, Evli Müslümanlara Rehber, Kutbüddin İznikî, Bedir Y.
Sivil Kadın: Türkiye'de Sivil Toplum ve Kadın, Ömer Çaha, Çev. E. Özensel, Vadi Y.
Osmanlıda Kadınlığın Durumu, Salahaddin Asım, Arba Y.
Sıfır Noktasındaki Kadın, Neval el Seddavi, Metis Y.
Türkiye'de Kadın (Marksist Bir Yaklaşım), Aytunç Altındal, Birlik Y.
Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Fatmagül Berktay, Metis Y.
İslâm'ın Bilinçaltında Kadın, Fetna Ayt Sabbah, çev. Ayşegül Sönmezsay, Ayrıntı Y.
İslâmcı Kadınların Yaşam Alanı: Tepkisel İndirg. mi? Türkiye'de Kadın Olgusu, Serpil Üşür, Say Y.
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ey Müslüman Kızkardeşlerim, Ağlayın!, Zübeyde Bittari, Rek-Tur Kitap Servisi
Aile Çevresi Kadın-Erkek İlişkileri, Servet Serdaroğlu, Redhouse Y.
Kadınlara Hitap, Ali Arslan, Hikmet Neşriyat
Nisâdan İnsana, Kadir Canatan, Çıra Y.
Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Neşriyat
Büyük Kadın İlmihali, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat
İslâm’da Kadın, Evlilik ve Aile Hayatı, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat
Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Neşriyat
Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 84-158
TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 24, s. 82-94 (M. Âkif Aydın)
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 270-277
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Mustafa Armağan), c. 2, s. 323-329
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 700-704
Başörtüsünün Kaynağı Kur'an ve Rasulullah'ın Fiili Sünnetidir, Haksöz, sayı 45, Aralık 94
Gündemdeki Konu: Başörtüsü, Ahmed Kalkan, Qıyam, s. 4, Ocak 87
Nebevî Sünnet, Muhammed Gazâlî, İslâmî Araştırmalar Y. s. 59-95
Akaid ve Şeriat, Mahmud şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 13-121
İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 269-304
Kur'an'da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 59-112
Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 121-131
Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 69-73, 109-112
İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Yeni Boyut Y. s. 332-381
Uydurulan Din ve Kur'an'daki Din, Ozan Y. s. 209-245
İslâmiyât, Kadın Özel Sayısı, c. 3, s. 2, Nisan-Haziran 2000
İslâmî Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı, V, 1989; c. 10, sayı. 4, 1997
Kur'an Çerçevesinde Kadın, Hülya Koç, Fatma Candan, Haksöz, 31-34, Ekim 93-Aralık 94
Tezkire, Kadın ve Beden Siyaseti Dosyası, yıl 10, sayı 19, Şubat-Mart 2001
Hadislere Göre Kadının Sosyal Durumuna Umumi Bir Bakış, Neda Armaner, A.Ü.İ.F.D. 1961/9
Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, Cihan Aktaş, İslâmî Araştırmalar, V, 1989, 4, s. 251-259
Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, Hayrettin Karaman, İslâmî Araştırmalar, V (1989)

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK


- 845 -
Kavram no 109
Ahlâkî Kavramlar 23
Bk. Emr-i Bil’ma’ruf; Güzel Söz; İnzâr; Sanat
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE
KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
• Leyn; Anlam ve Mâhiyeti
• Sözün Güzelliği, Tatlı Dille Allah’a Dâvettedir
• Kur’ân-ı Kerim’de Yumuşaklık, Nezâket ve Tatlı Söz
• Hadis-i Şeriflerde Yumuşak Usûl ve Üslûp Konusu
• Hılm (Hilim); Yumuşak Huylu Olmak
• Halîm; Allah’ın Güzel İsimlerinden Biri
• Yumuşaklık ve Kibarlığın Zıddı; Gazap ve Öfke
• İslâm Ahlâkı Açısından Öfke
• Ya Susun Ya da Susmaktan Daha Güzel, Daha Tatlı Şeyler Söyleyin!
• Kalp/Gönül ve Kalbin Halleri
• Kalbin Katılaşıp Hastalanması ve Mühürlenmesi
• Katı Yürek (Ğalîz ve Kasvet İçindeki Kalp)
• Tefsirlerden İktibaslar
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri kendisine sığınanları sever.”3342
Leyn; Anlam ve Mâhiyeti
Leyn: Yumuşaklık, zariflik demektir. Katılığın, kabalığın tersidir. Kur'an, daima yumuşak huylu olmayı, kabalık ve katılıktan kaçınmayı emreder. Tatlı söz, gönülleri fetheder. Bu kökten gelen "lîne" taze hurma fidanı demektir. İşte Hak sevgisiyle yumuşamış, olgunlaşmış mü'min, taze fidan gibi zarif, yumuşak ve tatlıdır. Katı, kaba adam kuru odun gibidir. Islah bilmez, kırar, düzeltmeye kalksan kendisi de kırılır.
Hak sevgisi, ihlâslı mü'minlerin sadece gönüllerini değil; derilerini dahi zarifleştirir, yumuşatır: "Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar (telînu)."3343; "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman yürekleri ürperir. O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler." 3344
İnsan, kendisine iyilik edeni sevmek üzere yaratılmıştır. Katılık ve kabalık bazen onu kibir, inat ve nefrete sürükleyebilir. O zaman günah işlemekten kıvanç duymaya bile başlar. Yumuşak davranmaktan maksat; yağcılık, riyâ ve münâfıklık
3342] 3/Âl-i İmrân, 159
3343] 39/Zümer, 23
3344] 8/Enfâl, 2
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değildir. Öğüt ve iyiliği, kalp ve gönülleri etkileyecek bir tarzda yumuşak ve etkili bir üslûpla tebliğ etmektir. Özellikle dâvet, müslümanlara yapılıyorsa. Onları azarlamak ve onlara katı davranmak genel olarak doğru değildir.
Güzel üslûp konusunda Hz. Mûsâ ve Hârûn'a Rabbânî öğüt verilirken azgın Firavun'a, iyilik ve yumuşaklıkla hitap etmeleri tavsiye ediliyor: "(Gidin de) ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler yahut (Allah'tan) korkar."3345 Kur'ân-ı Kerim'in yumuşaklığa teşvik katılıktan sakınma konusundaki uyarılarıyla Peygamberimiz'in (s.a.s.) bu husustaki işaretleri, şüpheye yer vermeyecek şekilde bu üslûbun "etkinliği" açıkça ifâde edilmektedir.
Allah Teâlâ, Peygamberimizi, insanlara dâvetle görevli kılarken hikmetten ayrılmamasını tavsiye ederek şöyle buyuruyor: "(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücâdeleni en güzel (yol) hangisiyse onun yap. Şüphesiz ki Rabbin, O, yolundan sapan kimseyi en çok bilendir. O, hidâyete ermiş olanları da en iyi bilendir."3346 İbn Kesir, bu âyeti açıklarken şöyle diyor: "Yani, başkasıyla tartışma ve mücâdeleye girme ihtiyacını duyan bir kimse, yumuşak ve güleryüzlü olsun. Bir de karşısındakine güzel söz söylesin."
Kur’an’da, yumuşak davranmanın yardımcı ve taraftar kazanma ve en sonunda dâvetin yayılıp kalplerin ısındırılmasında rolü olduğuna işaret edilir.3347 Bu âyetin tefsirinde Abdullah bin Amr'ın bir sözü rivâyet edilir. Abdullah şöyle der: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) sıfatını eski kitaplarda gördüm. O, ne kaba ve ne de katı yüreklidir. Çarşılarda bağırıp çağıran biri de değildir. Kötülüğü kötülükle cezâlandırmaz. O, affedici ve bağışlayıcıdır.
Peygamber sîretinde Rasûlullah'ın tebliğini yaptığı ölçülülük ve hikmetle dolu alıcı ve etkileyici çeşitli üslûplar vardır. Ebû Ümâme rivâyet eder ki: Genç biri Peygamberimiz'e gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü, zina konusunda bana izin verir misiniz?" dedi. Bunu duyan halk galeyana geldi. Rasûlullah ona: "Yaklaş!" dedi. O da yaklaşarak Rasûlullah'ın önünde oturdu. Rasûlullah kendisine: "Onu annen için ister misin?" dedi. O genç: Allah beni sana fedâ etsin ki hayır!" dedi. O zaman Peygamberimiz: "Aynen öyle, insanlar da kızları için bunu istemez." Dedikten sonra: "Kızkardeşin için olmasını ister misin?" diye sordu. Hala ve teyzesini de zikretti. O gencin her cevabında: "Allah beni sana fedâ etsin ki, hayır!" dediğini ve ondan sonra da Rasûlullah'ın, elini o gencin her cevabında: "Allah beni sana fedâ etsin ki, hayır!" dedi. Ondan sonra da Rasûlullah, elini o gencin göğsü üzerine koyarak şöyle buyurdu: "Allah'ım, onun kalbini temizle. Günahlarını affet ve onu iffetli kıl." Hâlbuki Peygamberimiz'in en çok hoşlanmadığı şeylerden biri zinâdır." 3348
Dâvetçi, İslâm'ın tanıdığı sınırlar içerisinde metodunu daima yenilemelidir. İslâm'ın esnekliği, dâvetçinin, çağın üslûbu, dili ve İslâm'ın en güzel şekilde halka ulaştırılmasını sağlayan meşrû bütün vâsıtalara başvurma imkânını vermektedir.
Hakk'a dâvetin en temel prensibi sevgi, zerâfet ve tatlılıktır. Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır. Yumuşak söz, katı gönülleri yumuşatır. İnsan, fıtratı icabı kabalıktan hoşlanmaz. Kabalık, insanları hakka yaklaştırma şöyle dursun, tam
3345] 20/Tâhâ, 44
3346] 16/Nahl, 125
3347] 3/Âl-i İmrân, 159
3348] Ahmed bin Hanbel
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 847 -
tersine ondan uzaklaştırır.
Güzel bir hayat isteyen insanın güzellikleri teşvik etmesi, iyilik isteyenin iyiliği yaymak için çaba harcaması, zulme râzı olmayanın zâlimleri uyarması ve onlara tepki göstermesi, kısacası doğruluk isteyen insanın diğer insanları da doğruya dâvet etmesi şarttır. Bu dâveti yaparken aklından çıkarmaması gereken en önemli noktalardan biri, bu çağrıyı güzel bir üslûp ve metotla yapmasının gerektiği, yumuşaklıktan ayrılmamasıdır.
Bir mü’min, muhâtabına âhireti açısından ne hayırlı ise onu çekinmeden açık sözlülükle dile getirmelidir. Fakat bununla birlikte bu açık sözlülüğün ardında son derece ince düşünceli, karşısındakine saygılı, sevgi ve şefkat dolu bir anlayış da olmalıdır. Örneğin bir kişinin Kur’an’a göre eksik ya da hatalı bir yönünü uyarmadan önce, nasıl söylerse daha etkili ve yapıcı olabileceğini, yani konuşmanın usûl ve üslûp yönüyle de güzel olmasını düşünmelidir. Kişinin şevkini arttırıcı bir konuşma yapmayı, ama bunun yanında konunun önemini de vurgulamayı unutmaz. Kısaca, karşısındaki kişiyi hem içerik hem de şekil yönünden “sözün en güzeli” ile uyarabilmek için, önceden düşünüp tasarlar ve ona faydalı olmaya çok büyük bir titizlik gösterir.
Dünya ve Âhiret Kapılarını Açan Anahtar; Güzel ve Yumuşak Üslûplu Söz: Allah, Kur’an’da insanların birbirlerine güzel sözler söylemelerini, güzel bir şekilde hitap etmelerini emretmiş, kötü lakap takmayı, alay etmeyi, gıybeti, iftirayı, yalanı yasaklamıştır. Mü’minlerin birbirlerini onore edici, ıslah özelliği belirgin, içerik yönüyle olduğu kadar üslûp yönüyle de güzel şekilde, tatlı dil ve yumuşak/kibar sözlerle konuşmalarını emretmiştir. Hayatımızı İlâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken şöyle buyurur: “Allah'a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel şeyle sav; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” 3349
İnsanlara karşı iyi muâmele, güzel, tatlı ve yumuşak söz söyleme, İslâm’ın prensiplerindendir. Firavun’u hak dine dâvet için giden Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a Allah; “Ona yumuşak konuşun.”3350 emrini vererek, İslâm’a karşı (henüz) savaşçı konumunda olmayan kâfirlere bile tebliğin yumuşak ve güzel söz ile yapılmasını istemiştir.
İnsanların çoğunu güzel söz söylemekten ve güzel söze icâbet etmekten alıkoyan şeytandır. Kur’an, bize şeytanın insanları güzel söz söylemekten uzaklaştırmaya çalışacağını; çirkin ve kötü sözlerle aralarına düşmanlık sokmak isteyeceğini haber verir: “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”3351 Nefsine uyup da şeytanın adımlarını takip edenler için dünyevî zevkler, her türlü güzel gayelerin üstündedir. Meselâ vicdanları onlara hata yapan birine karşı affedici olmayı, kötü söz söyleyene karşı güzel sözle mukabele etmeyi bildirse bile, onlar nefislerine uyup affetmemeyi veya kötü söze daha kötüsüyle karşılık vermeyi tercih ederler.
3349] 41/Fussılet 33-34
3350] 20/Tâhâ, 44
3351] 17/İsrâ, 53
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fikirlerin değil nefislerin konuştuğu, kibir ve hakaret dolu sözler, alaycı ve itici ifadeler, bir üstünlük gibi görülebilmektedir. İşte bu gibi insanlar, bencillikleri, kendi akıllarını beğenmeleri, büyüklenmeleri ve şeytanın fısıltılarına kulak vermeleri nedeniyle vicdanlarının sesini dinlemez, kendilerine hatırlatılan güzel söze uymazlar. “Vicdanları da bunların doğruluğuna tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” 3352
Bazen dâvetçiler tarafından bile daha çok da münâkaşa ortamında, güzel olmayan söz ve tavırlar, muhatabın da kışkırtmasıyla ortaya dökülebilmektedir. Bu gibi kaba söz ve davranışlar, muhâtaplarımızın bizden uzaklaşmasına, yakınımızdakilerin de etrafımızdan dağılmasına sebep olacaktır: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et.” 3353
İnsan, yaratılışı gereği güzellikten, sevgi ve saygıdan, güzel hitaplardan zevk alır. Bozulmamış fıtrata zor gelen, insanın kendi hevâsının, kötü arzularının izinden gitmesi, güzel yolu bırakıp kötü davranmasıdır. Çünkü bunlar vicdanı rahatsız eder, huzursuzluk ve stres kaynağı olur. Güzel, tatlı ve yumuşak/nâzik sözler, karşıdaki insan için olduğu kadar, konuşan insan için de huzur ve mutluluk vesilesidir; her ibadette olduğu gibi, esas karşılığı âhirette alınacak olması yanında dünyada da avansın, peşin ödüllerin alındığı hayırlardır. Sözün en güzeline uyanlara müjdeler vardır.3354 Sadece âhirette değil, dünyada da huzur içinde, izzetli ve onurlu bir şekilde, güzel bir hayat yaşayacaklardır: “Erkek veya kadın, kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayatla yaşatırız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz.” 3355
Eski şeriatlarda “söz orucu” şeklinde bir ibâdet vardı. Bu, Muhammed (s.a.s.) ümmetinde denge üzere konuşmak şartıyla kaldırıldı. Yani, bizim şeriatımızda susarak oruç olmamakla birlikte, konuşmada şer’î ölçülere riâyet etmek kaydıyla dengeli olmak, az ve öz konuşmak, yani sözü güzelleştirmek, inceltip kibarlaştırmak ısrarla tavsiye edilmiştir. Zira konuşulan her sözün hesabı verilecektir. Çok konuşmak, konuşma israfı ve söz kirliliğidir. Gıybet, iftira, hakaret, yalan vb. şöyle dursun; boş konuşmak, yerli yersiz laf ebeliği, karşımızdakinin kulaklarını rahatsız etmek demektir ki o da, kul hakkıyla ilgili veballerin kapısını aralamaktır.
Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedir; Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...”3356 Dili, gereksiz ve boş sözlerle meşgul etmek, insan hakkına tecâvüz sayılan hakaret, kaba ve çirkin söz, gıybet, iftira, dedikodu, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günaha sevkettiği gibi; dinleyeni de yanlış kararlara, hatalara ve felâketlere sürükleyebilir. Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşâ etmek, birçok tehlikeli olayların meydana gelmesine sebep olabilir.3357 Allah, râzı olduğu kullarının vasıflarını
3352] 27/Neml, 14
3353] 3/Âl-i İmrân, 159
3354] 39/Zümer, 17-18
3355] 16/Nahl, 97
3356] 23/Mü’minûn, 1-3
3357] 60/Mümtehine, 1
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 849 -
sayarken şöyle buyurur: “Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarsa ‘selâm’ derler.”3358 Lüzumsuz söz ve sataşmalardan sakınan mü’minler, böylece övülürken, bunun aksine boş ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de şu ikaz yapılmaktadır: “İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah’ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence (türünden boş) sözleri (lehv el-hadisi) satın alırlar (bâtıl ve boş söze müşteri çıkar, kıymet verirler). İşte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (arkasını) döner. Onu, acı bir azap ile müjdele.”3359 Bazı masal kitaplarını getirip Mekkelilere okuyarak onları eğlendiren, dolayısıyla Kur’an’ı dinlemelerine engel olan Nadr bin Hâris ve benzerleri hakkında nâzil olan bu âyet, boş lafların, hakkı dinlemeye engel olduğunu veciz bir şekilde ifade etmekte, bu tür meşguliyetleri yasaklamaktadır.
Şefkat ve Merhamet: Şefkat ve merhamet, kalplerdeki katılığı yumuşatan, insanlar arasında yakınlaşmayı, sevgi ve kardeşliği sağlayan bir duygudur. Bu ise, İlâhî tebliğin insanlar arasında gerçekleştirmeye çalıştığı bir hedeftir. Çünkü Allah; “Biz, Kur’an’da mü’minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz.”3360 âyetiyle bunu açıkça vurgulamaktadır.
Rahmet, merhamet ve Allah’ın merhamet sahibi olduğu hususları Kur’an’da pek çok âyette işlenerek, bu konunun mü’min, tebliğci ve insanlık açısında önemine işaret edilmektedir. Hz. Peygamber hakkındaki “Biz seni ancak âlemlere rahmet rahmet olarak gönderdik.”3361 âyeti de rahmet olarak zikredilen ve aynı kökten gelen merhametin Peygamberimizin belirgin özellikleri arasında yer aldığını belirtmektedir. Şefkat ve merhametin toplumsal hayattaki yansıması, sosyal ilişkilerde yumuşak davranmaktır. Kur’an, Hz. Peygamber’in sosyal hayatta bu yönünü vurgular.3362 Bu âyet, insanî ilişkilerde ve tebliğde yumuşak davranmanın önemini açıkça belirtmektedir. Tebliğde yumuşak davranmak, çoğunlukla katı kalpleri hidâyete erdirir, nefret besleyen gönülleri yumuşatır, sıkıştırma ve korkutma ile elde edilemeyen hayırlar doğurur. Yine Kur’an, Hz. İbrâhim’in putperest babasına karşı onu imana sevketmek için, merhamet dolu hitaplarını, uyarılarını, âdetâ yalvarışlarını ve duygularını nakletmektedir.3363 Hz. Peygamberimiz de, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez”3364 “Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.”3365 buyurarak, şefkat ve merhametin insan tabiatı ve insanlar arası ilişkiler açısından önemini ve gereğini belirtmiştir.
Esâsen bir mü’minin, İlâhî mesajı ondan haberdar olmayanlara ya da uyarılmaya ihtiyacı olanlara duyurması, yani tebliği, o mü’minde şefkat ve merhametin varlığının tezâhürüdür. Çünkü hakikat mesajını iletmek olan tebliğ, o kimseyi uyarma, karanlık ve sapıklıktan nûra/aydınlığa ve hakikate çağırma gayretidir. Yani onun bulunduğu hüsrâna götürücü durumda kalmasına rızâ göstermemektir. Tebliğcinin kişisel dünyevî çıkarının olmadığı böyle bir görevi bütün zorluk
3358] 25/Furkan, 63
3359] 31/Lokman, 6-7
3360] 17/İsrâ, 82
3361] 21/Enbiyâ, 107
3362] 3/Âl-i İmrân, 159
3363] 19/Meryem, 42-48
3364] Buhârî, Edeb 18, 27; Müslim, Fezâil 65
3365] Tirmizî, Birr 15; Ahmed bin Hanbel, I/257, II/207
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve güçlüklerine rağmen yapması, onun uhrevî sorumluluk duygusunun yanında, başkalarına karşı şefkat, merhamet ve fedâkârlık duygularının da varlığına, Yaratan’dan ötürü yaratılanı sevdiğine işarettir. Bu duyguların sonucudur ki, İslâm tebliğcileri, düşmanları konumundaki inkârcılara ve din düşmanlarına bile tebliğ görevlerinden vazgeçmemişlerdir.
Tebliğci, muhâtabın kusur ve hatalarına karşı hoşgörülü olmalı, yanlış düşünen ve yanlış yolda olanları kırıcı bir şekilde tenkit etmemelidir. Tebliğci, Hz. Peygamber’in hadisi gereği daima “zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı; nefret ettirici değil, sevdirici”3366 olmalıdır. Tebliğcinin muhâtap nazarındaki sevimliliği ve câzibesi, tebliğin etkinliğini arttıran etkenlerden birisidir. 3367
Sözün Güzelliği, Tatlı Dille Allah’a Dâvettedir
Kur’an’da güzel sözkonusunda; “Kuulû li’n-nâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin”3368 ve “Ve kul li ıbâdî yekuulu’l-letî hiye ahsen: Kullarıma söyle: ‘Sözün en güzelini konuşsunlar.”3369 ifadeleri geçer.
Güzel söz; gönül alan, onur kırmayan, hak ve doğruyu gösteren tatlı sözlerdir. Fertler arasında sevginin, hak ve doğrunun üstün tutulması; nefret ve düşmanlığın giderilmesi, hakka uygun sözlerle mümkün olmaktadır. Kur’an, sosyal ilişkilerdeki nezâket ve yumuşaklığı, dâvet ve tebliğde kibarlık ve tatlı üslûbu emreder.3370
Allah'ın isim-sıfatlarından biri "muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır.3371 İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır. Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.3372
Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.3373 Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür.3374 Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.3375 En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir.3376 Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (el-esmâul-hüsnâ) da O'nundur.3377
3366] Buhârî, İlim 11, Cihad 164; Müslim, Cihad 6, 7; Ebû Dâvud, Edeb 17; Ahmed bin Hanbel, I/239, 283, 365; IV/399, 412, 417
3367] Mehmet Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Pınar Y. s. 115-117
3368] 2/Bakara, 83
3369] 17/İsrâ, 53
3370] 16/Nahl, 125, 17/İsrâ, 53; 2/Bakara, 83
3371] bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4
3372] 4/Nisâ, 79
3373] 39/Zümer, 23
3374] 39/Zümer, 55
3375] 39/Zümer, 18
3376] 4/Nisâ, 125
3377] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 851 -
Kur'an, kendi bağlılarını "sözleri dinleyip onların en güzeline uyan insanlar" olarak tanıtmaktadır.3378 Bu demektir ki, güzellikten uzak bir çağrı, adına ne denirse densin, hangi iddia ile ortaya sürülürse sürülsün, Allah'ın değer vereceği bir dâvet değildir. Çirkinliği güzelle değiştirme veya çirkinin ardından güzel sergileme, çirkinin sonuçlarını silip süpürür ki, bu da Allah'ın af ve bağışının bir uzantısıdır. Bu yüzden Kur'an, insanı sürekli olarak çirkini güzelle değiştirmeye çağırır.3379 Çirkine güzelle karşılık verme yeteneği, en azılı düşmanı en samimi dost haline getirebilir.3380
Allah güzeldir, muhsindir. En büyük ihsan sahibi Allah olduğu için Kur’an’da “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı."3381 denilmektedir. Eğer insanlar hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsân’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsân’ görürler, güzellikle muâmele edilirler. 3382
Allah, bir toplumun, diğerini ayıplamamasını, kusurlarını araştırmamasını, aleyhinde iftira ve gıybette bulunmamasını emretmektedir.3383 Konuşma kabiliyeti, Allah tarafından insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir. Bu yetenek ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkânına sahip olur. Toplum halinde yaşamak mecburiyetinde olan insan, her gün defalarca bu yeteneğini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir.
Kur’ân-ı Kerim’de, güzel sözün O’nun katına çıktığı; güzel sözü Allah’a çıkaranın da sâlih amel olduğu belirtilirken3384 eylemle desteklenmeyen sözün güzel olmayacağı vurgulanmış olmaktadır. Sözün Allah indinde makbul olması için söze uygun eylem yapılması gerekir. Kur’an, ister mü’min olsun ister kâfir, insanlarla konuşurken güzel konuşmayı emreder.3385 Sözlerin en güzeliyle konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar.3386 Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere, arkadan çekiştirme (gıybet), söz taşıma, jurnal etme, yalan, iftira vb. sözlerdir. Bunlar, insanın içinden geçebilirse de başkasına açıklamak ve söylemek câiz değildir. Bir kimse başkasına bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bunu başkasına söylemek de kötü söze girer; ancak, kötülük ve haksızlık gören kimse, ya ıslah etmek yahut da suçlunun ceza görmesini sağlamak maksadıyla bunu açıklamak mecburiyetindedir; buna izin verilmiştir.3387 Bunun dışında, kaba ve çirkin sözler yasaklanmış, yumuşak ve nâzik sözler tavsiye edilmiştir.
Kur’an’da Allah, güzel sözü, güzel ağaca benzetmiştir.3388 Çünkü güzel sözün meyvesi güzel amel; güzel ağacın ürünü de faydalı meyvedir. Kötü söz, pis bir
3378] 39/Zümer, 18
3379] 13/Ra'd, 22; 28/Kasas, 54; 11/Hûd, 113; 25/Furkan, 70; 27/Neml, 11
3380] 41/Fussılet, 34
3381] 32/Secde, 7; ayrıca bkz. 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24
3382] 55/Rahmân, 60
3383] 49/Hucurât, 11-12
3384] 35/Fâtır, 10
3385] 2/Bakara, 83; 17/İsrâ, 53; 20/Tâhâ, 44
3386] 17/İsrâ, 53
3387] 4/Nisâ, 148
3388] 14/İbrâhim, 24
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ağaca benzetilir.3389 Çirkin söz, rüzgârın şuraya buraya savurduğu köksüz, hafif, yararsız, hatta zararlı ota benzer. Çirkin söz, ruha zararlı olan köksüz, dikenli ağaç/bitkidir. Çünkü hem söyleyenin kendisine zarar verir, hem de başkalarını incitir, yaralar. Kötü kelime, her türlü fitnenin, fesadın, felâket ve musibetin kaynağıdır. Kötü söz, hem dünyada hem de âhirette insanın felâketlere sürüklenmesine sebep olur.
Dâvetçi ince ve yumuşak huylu, efendi karakterli ve hoşgörülü olacak; kırıcı, kaba ve sert tavırlı olmayacaktır. Firavun'a peygamberlerini gönderirken, onlara şöyle vasiyet etmişti: "Firavun'a gidin, çünkü o taşkınlık edip azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar."3390 Sonra bu yumuşak sözü de şöyle açıklamıştır: "De ki; 'Seni Rabbimin yoluna iletmemi ister misin? Böylece O'ndan korkarsın."3391 Firavun'un yola gelmeyeceği bellidir, ama buna rağmen yine dâvet üslûbu yumuşak olmalıdır. Firavun bile yumuşaklıkla dâvet edilirse, demek ki ne kadar aşırı inkârcı ve zâlim olursa olsun, insanlar Hakk'a yumuşaklıkla ve hikmetle çağrılmalıdır.
Hakk'a başkaldıran ve hak yoldan sapan azgın zorba insanların simgesi haline gelen Firavun'un dahi yumuşak sözle hakka çağrılması emredildikten sonra, elbette ondan başka bütün insanların da böyle çağrılması gerekir. Çünkü bugün hakka dâvet edilenler, Firavun'dan daha isyankâr ve zorba olmadığı gibi, onları hak yoluna çağıran hiçbir dâvetçi de Firavun'u dâvet için görevlendirilen Hz. Mûsâ ve Hârûn rütbesinde değildir. O iki peygamber, dünyanın en zorba insanını tatlı sözle, yumuşak üslûpla hakka dâvet etmişken, günümüz dâvetçilerinin kaba, alaycı tarda dâvet etmeleri ne yakışık alır, ne de bir hayırlı sonuç getirir. Gönülleri fetheden, iyi sonuç doğuran, ancak tatlı söz ve yumuşak üslûptur.
İşte Hakk'a dâvetin en temel prensibi budur. Yaratıkların doğası kabalıktan hoşlanmaz. Kabalık, insanları hakka yaklaştırma şöyle dursun, tam tersine ondan uzaklaştırır. Yüce Allah, Mûsâ'ya ve kardeşi Hârun'a, tanrılık iddiâ edecek kadar kibirli Firavun'u tatlılıkla, nezâketle Hak yoluna çağırmalarını emretmiştir.
Yine, dâvetindeki başarısından ötürü Peygamberimizi överek onun yumuşak davranmasını Allah'ın rahmetine, lutfuna bağlar.3392 En büyük Hak dâvetçisi Hz. Muhammed'in "âlemlere rahmet"3393 olduğunu, yaratıklara karşı çok merhametli olduğunu3394 ve onun bu merhametli, nezâketli tutumunun, insanları Allah'ın dini çevresinde topladığını, bu yumuşaklığın ona Allah'ın lütfu olduğu belirtilir. Rahmet, merhamet edilene iyilik etmeyi gerektiren bir yufka yürekliliktir. Rikkat ve ihsan olmak üzere iki anlamı içeren rahmet kelimesi, yaratıklar hakkında bu iki anlamda da kullanılırken; Allah hakkında sadece ihsan anlamında kullanılır.
Âl-i İmrân, 159.âyeti, Hz. Peygamber'in yüksek ahlâkını, onun kaba davranışlardan uzak bulunduğunu, her zaman merhametli, şefkatli, yumuşak huylu olduğunu göstermektedir. Bu yüksek ahlâk, onun peygamberliğinin gereği, liderliğinin sırrıdır. Eğer kendisine kaba davrananlara, kusur işleyenlere karşı o da
3389] 14/İbrâhim, 26
3390] 20/Tâhâ, 43-44
3391] 79/Nâziât, 18-19
3392] 3/Âl-i İmrân, 159
3393] 21/Enbiyâ, 107
3394] 9/Tevbe, 128
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 853 -
kaba davransaydı, çevresinden dağılıp giderlerdi. Onun belirgin niteliklerinden biri de yumuşak huylu, yufka yürekli oluşudur.
Hadis mecmuaları, sünnet ve sîretten bahseden kitaplar; Peygamberimiz'in dâvetindeki inceliği ve yumuşaklığı hakkında konuşan canlı birer tanıktırlar. O bu şefkat ve yumuşak davranışıyla kapalı kalpleri açmış, insanların güven ve sevgisini kazanmıştır. En azından onların ezâlarından ve şerlerinden kurtulmuştur.
Bedevî Araplarından birisi Peygamberimiz'in de içinde bulunduğu bir sırada mescidin içine işer. Mescidde bulunan sahâbîler ona vurmak için ayağa kalkınca Peygamber (s.a.s.): "Bırakın onu, üzerine bir kova su dökün. Zira siz kolaylaştırmak için gönderildiniz, zorlaştırmak için gönderilmediniz." 3395
Hz. Âişe (r.a.) rivâyet ediyor: "Bir grup yahûdi, Peygamber'in (s.a.s.) yanına gelerek "es-sâmu aleyküm" dediler (Selâm verir gibi yaparak, hakaret edip bedduâ ettiler). Âişe (r.a.) de: "Sizin üzerinize olsun. Allah size lânet etsin, size gadab etsin!" dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): "Yavaş, ey Âişe! Senin yumuşak davranman; sert ve kaba davranmaktan sakınman lâzımdır" dedi. Âişe (r.a.): "Ne dediklerini işitmedin mi?" deyince; Peygamberimiz: "Sen benim ne dediğimi işitmedin mi? Ben (sözlerini) onlara geri çevirdim. Onların benim için dedikleri kabul olmaz, ama benim onlar için (dediğim) kabul olur" buyurdu.3396 Başka bir rivâyette de: "Yavaş ol ey Âişe! Muhakkak ki Allah her işte yumuşaklığı sever." şeklindedir. 3397
Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.)'e yirmi yıl hizmet ettim. Bana asla "öf!" bile demedi. Yaptığım bir şey için "niye bunu yaptın?", terkettiğim bir şey için de "niye bunu yapmadın?" demedi. 3398
Yüce Allah, En'âm sûresinde iki kez "O, rahmet etmeyi kendi üstüne yazmıştır."3399 buyurarak yaratıklarına acımayı üstlendiğini vurgulamıştır. Kendi üstüne yazmıştır" demek, kendisine prensip edinmiştir demektir. Allah'ın gazabı da vardır, ama rahmeti gazabından fazladır. O'nun, kâfirlere ve zâlimlere fırsat vermesi, bu ezelî acıma prensibinin gereğidir. O, yaratıklarına merhametinden dolayı inkârcıları ve haksızları hemen cezâlandırmaz. Doğru yola gelmeleri için onlara fırsat verir. Yine kullarına acımasından dolayı onları mutlaka Kıyâmet gününde toplayacaktır. Tâ ki, herkes dünyada yaptığının karşılığını görsün. Âhiret, Allah'ın rahmetinin eseridir. Cennet, O'nun rahmetinin, Cehennem ise gazabının görüntüsüdür. Ancak, Allah'ın rahmeti, gazabından fazladır. Peygamberimiz (s.a.s.), "Allah, yaratmayı bitirince 'Rahmetim gazabımı geçti' diye yazdı."3400 İlâhî rahmetin genişliğini Peygamberimiz şu ilginç misalle anlatmıştır: "Allah rahmeti yüz parça yarattı. 99'unu yanında tuttu, yeryüzüne sadece bir parçasını indirdi. İşte bu bir parça rahmet iledir ki yaratıklar birbirine acımaktadırlar. At, süt emen yavrusuna engel olmaması için ayağını o rahmet sâyesinde kaldırır."3401 Öyle ise Hak dâvetçisinin Allah'ın ve Paygamber'in
3395] Buhârî, Kitabu'l-Vudû', I/65; Edeb, 8/14; Müslim, Tahâre, I/236; Ebû Dâvud, Tahâre, I/90; Tirmizî, Tahâre, I/275
3396] Buhârî, Edeb, 8/14, İsti'zân, 8/70; Deavât, 8/104; Müslim, Birr, hadis no: 2003, Selâm, 4/10, hadis no: 2165
3397] a.g.e.
3398] Müslim, fezâil, hadis no: 2309; Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 4773, 4774
3399] 6/En'âm, 12, 54
3400] Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16; İbn Mâce, Zühd 35
3401] Buhârî, Edeb 19
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
merhamet prensibini dâvet metodu yapmalı ve tatlı sözle insanları doğru yola çağırmalı, kırıcı olmaktan kaçınmalıdır.
"Kullarıma söyle: 'En güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına girer (insanları birbirine düşürmeye çalışır). Doğrusu şeytan, insanın apaçık düşmanıdır."3402 Bu âyette, tatlı sözün, iyi ve güzel konuşmanın önemine dikkat çekilmiştir. Bir çift söz, büyük kavgalara neden olabilir. Bir çift söz de, düşmanları dost edebilir. Yüce Allah, söylenecek söze dikkat edilmesini, insanları birbirine düşürecek, yanlış anlamalara, kavgalara sebep olacak kaba, çirkin sözlerden kaçınılmasını, en güzel biçimde konuşulmasını emretmektedir. Çünkü "Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı" sözünde anlatıldığı gibi, söz vardır ki savaşı yatıştırır, kırgınları barıştırır; söz de vardır ki kardeşleri birbirine düşürür, kavgayı, savaşı körükler.
"Allah'a çağıran, sâlih amel işleyen ve 'ben müslümanım' diyenden daha güzel sözlü var mı? İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) En güzel olan şeyle sav. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dosttur. Bu (kötülüğü iyilikle savma olgunluğu)na ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak büyük nasibi olanlar kavuşturulur." 3403
Her dönemde güzel kulların ayırıcı vasıflarından biri olan sabır ve kötülüğü iyilikle savma davranışı, bu âyetlerde Hz. Muhammed'in (s.a.s.) şahsında müslümanlara emredilmektedir. Çünkü iyilikle kötülük bir olmaz. Yumuşak ve tatlı söz, katı kalpleri yumuşatır. Kötü, kaba söz düşmanlık uyandırır. Onun için Hakk'a çağıran Peygamber'e ve bütün mü'minlere, dâvâlarını en güzel tarzda savunmaları, böylece düşman olan kimselerin dahi güzel sözlerin etkisiyle samimi dost oluverecekleri açıklanmaktadır.
En güzel söz, Allah'a iman edip O'nun yoluna çağıranların sözüdür. Allah'a iman ve sâlih amel ile beslenen insanın ahlâkı olgunlaşır, ruhu merhametle dolar, kalbi incelir, o kimse kaba konuşmaz, kötülüğü iyilikle savar. Kötülüğe iyilik, kaba sözü dahi yumuşaklıkla, hilm ile karşılama, katı kalpleri yumuşatır. Bu husus belirtildikten sonra, insanın nefsine ağır gelen bu davranışın, ancak sabreden, çok nasipli kimselerin özelliği olacak yüksek bir davranış biçimi olduğu vurgulanmaktadır. En güzel biçimde Hakk'a çağırmak, kızmamak, öfkesine hâkim olmak, akıllı ve sabırlı mü'minlerin işidir. Herkes nefsine egemen olamaz. Onun için Allah'ın, güzel konuşma, en güzel biçimde Hakkı savunma hususunda buyruklarını ancak sabırlı mü'minler tutarlar. İşte dünya ve âhiretten payı olanlar onlardır. Birden bire kızıp taşanlar kimseyi iknâ edemezler, dâvâlarını yayamazlar. Ancak akıllı, hikmetli dâvetçilerin sözleri gönülleri etkiler, dâvâyı yayar.
"Kötülüğü en güzel şeyle sav. Biz onların (seni nasıl) vasıflandıracaklarını biliyoruz. Ve de ki: 'Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım ve onların yanıma gelmelerinden Sana sığınırım Rabbim!"3404 Burada, Hz. Peygamber'e ve onun şahsında tüm mü'minlere, kötülüğü en güzel biçimde savmaları, şeytanların kışkırtmalarına, sert tartışma ve kavgalara sürüklemelerine kapılmamaları emredilmektedir. Çünkü nefsin arzusuna, bencilliğe kapılarak tartışmaya girmek, artık gerçeğin ortaya çıkması amacından çıkıp nefsin üstünlüğünü sağlamak amacını taşır ki,
3402] 17/İsrâ, 53
3403] 41/Fussılet, 33-35
3404] 23/Mü'minûn, 96-98
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 855 -
bu da kırgınlıklara, kavgalara yol açar. İnsanlar birbirlerini anlayışla dinlemeli ve öfkeye kapılmadan hikmetle, sağduyu ile konuşup düşüncelerini anlatmalıdır. Kırmadan, incitmeden konuşmak, hem gerçeklerin kabulüne ve yayılmasına yardım eder, hem de Allah için yapılırsa O'nun katında makbul bir ibâdet olur. Zira O; "Güzel söz ve bağışlamak, ardından başa kakma gelen sadakadan daha iyidir."3405 buyurmuştur. "Allah onların kalplerinde olanı bilir. Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine işleyecek güzel söz söyle!" 3406
Din dâvetçisinin etkili, hikmetli konuşması, hurâfeler değil; hikmetler anlatması, gerçekleri tatlı ve ruha işleyecek bir üslûpla söylemesi gerektiği vurgulanıyor. Bu âyette geçen "belîğ söz söyle" cümlesinde üç anlam muhtemeldir: 1) Zemahşerî'nin verdiği anlam: "Onların nefislerini, yani ruhlarını etkileyecek, belî, güzel söz söyle." 2) "Onlara nefisleri hakkında güzel söz söyle; onları ruhlarının geleceği hakkında uyar, ruhlarını azaptan kurtaracak işler yapmaları için onları uyar ki, içlerini düzeltmeye çalışsınlar." 3) "Onlara tenha yerlerde, boş zamanlarda güzel söz söyle ki, başkalarının etkisinde kalmadan sağlam kafa ile senin sözlerini düşünüp anlasınlar da doğru yolu bulsunlar" anlamıdır.
"İman edenler için hâlâ vakit gelmedi mi ki kalpleri Allah'ın zikrine ve inzâl edilen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine Kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış, çoğu da fâsık/yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar."3407 Allah'ın gökten indirdiği yağmur suyu nasıl toprağı canlandırır, çeşit çeşit ekinler bitirirse, Peygamber kulunun gönlüne indirdiği vahiy de ruhları diriltir. O vahyi kabul eden gönüller açılır, huzur bulur, incelir, duyarlı olur. Onlar, Allah'tan gelen nur ile yürürler. Fakat Allah'ın zikrini, uyarısını kabul etmeyenlerin gönülleri katılaşır. Şimdi Allah'ın indirdiği vahiyleri kabul edip huzur bulan ve Allah'ın nûru altında yürüyen mü'minler, Allah'ın zikrini kabul etmediği için kalbi katılaşan ve sapıklığın karanlıkları içinde kalan insanlarla bir olur mu? Elbette olmaz. Gerçek din duygusu, Allah'ı son derece sevme, O'na saygı ve O'nun buyrukları uyarınca hareket etme, doğruluk, dürüstlük, merhamet, yufka yüreklilik; Yaratanı sevdiğinden dolayı yaratılanlara merhamet şeklinde kendini gösterir. Allah'ı zikretmedikleri için kalpleri katılaşanların vay haline! İşte o katı kalpliler, apaçık bir sapıklık içindedir. "Allah'ı zikretme dışında fazla konuşmayın. Çünkü Allah'ın zikri dışında fazla konuşmak, kalbi katılaştırır. Allah'tan uzak olan da katı kalpli insandır." 3408
Tebliğ ve dâvette yumuşaklık denilince, bu konudaki tavırların özelliklerini âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:
1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek.3409 Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir.
2-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası. 3410
3405] 2/Bakara, 263
3406] 4/Nisâ, 63
3407] 57/Hadîd, 16
3408] Tirmizî, Zühd 61
3409] 41/Fussılet, 34
3410] 41/Fussılet, 34
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Sabırlı ve hayırlı olmak;3411 Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
4- Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak. 3412
5- Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek,3413 (bu konudaki diğer âyet ve hadislerde emir ve tavsiye edilen güzel öğüt kurallarına uymak:) tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak, alternatif göstererek kötülüğü değiştirmek, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
6- Tartışmadan, münâkaşadan kaçınmaya çalışmalı, tebliği bir boks maçına çevirmemeliyiz. Bizim bütün gayretimize rağmen, münâkaşaya mecbûren çekiliyorsak, yine inisiyatifi elden bırakmamalı, ağırlığımızı ve olgunluğumuzu kaybetmemeliyiz. En son söylememiz gereken sözü en başta söylememeliyiz. En son yıkacağımız put, muhâtabımızın nefis putu olmalıdır. Kişinin nefsini açık ve ağır biçimde suçlayarak işe başlarsak, muhâtabımız, o putun dayanağı olan diğer putları savunmuş olacaktır. Ama nefis putunu ilk anda görmezden gelir, hatta yanlışa ve abartıya kaçmaksızın onun güzel tarafları öne çıkartılıp övülürse, diğer putlar daha rahat alaşağı edilecek, en sonunda dayanaksız kalan nefis putu, kendiliğinden devrilecektir. Her sarayın açık bir kapısı vardır. Kilitli kapıları kırarak oradan girmek olgun insana yakışmaz.
7- En güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek.3414 Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”3415; “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”3416; “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.” 3417
Meşhur hadisi bilirsiniz:“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin/buğzetsin (onu hoş görmeyip kabullenmesin)
3411] 41/Fussılet, 35
3412] 16/Nahl, 125
3413] 16/Nahl, 125
3414] 16/Nahl, 125
3415] 4/Nisâ, 63
3416] 4/Nisâ, 148
3417] 6/En’âm, 108
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 857 -
ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”3418 Bu hadiste "münkerin eleştirilmesi" veya "kaldırılması" değil; değiştirilmesi emredilmektedir. Kötülüğü kaldırıp yerine iyisini yerleştirme, yani alternatif sunma. Bu özellik, çoğu zaman gözardı edilir. Sadece kötülük eleştirilir, yasaklanır. Hâlbuki hayat boşluk kabul etmez. Alternatif gösterilmeyince kötülüğün kaldırılması çok zordur; bu zorluk aşılsa bile başka bir kötülük onun yerini alabilecektir.
Münker işleyen kimseleri, elindeki basit oyuncakla oynayan çocuklara benzetmek mümkündür. Çocuk, çocukluk edip eline kendisine zarar verecek bıçak alıp onunla oynamaya başladıysa, onu gören adam, onu zorla almaya çalışır, ya da kızarak bağırıp çağırırsa, büyük ihtimalle çocuk elindekini vermek istemez, vermemek için koşmaya başlar ve bıçağı bu usûlle almaya çalışan kimse, istemeden de olsa çocuğa zarar verebilir. Böyle yapmaktansa, çocuğun hoşlanacağı zararsız ve güzel bir şey, meselâ bir şeker çocuğa gösterilirse, çocuk kendiliğinden elindeki bıçağı atacak ve şekere koşacaktır. Dâvetçi de münker işleyen çocuk akıllı kimselere böyle davranabilmeli ki, netice alabilsin ve kimse zarar görmesin. Yasaklardaki câzibe, fıtrî bir câzip şeyle değiştirilmeli, önündeki engeller kaldırılan fıtrat, güzeli seçip tercih edebilecektir. Tattırmak gerekiyor. Muhâtap görmek, örnek olunmasını, yapılması gerekenleri yapanları görmek istiyor, tebliğcinin sözünün eri olmasını istiyor.
Tekrarın, ısrarın, kontrolün, takibin önemi büyüktür. Reklâmın etkisi, biraz da tekrardan olmaktadır. Yasak savma cinsinden söylenilip geçilmemeli, en tesirli olacak şekilde en güzel şekilde tebliğ yolları aranmalıdır. Müjde, kolaylık yolları ihmal edilmemelidir. Akla hitap edildiği kadar, hatta ondan daha çok duygulara, gönle hitap edilmeli. İlgi ve ilişki sürdürülmeli. Kıssa ve mesel, hikmet ve mev'ızeler gerektiği oranda sıklıkla kullanılmalı.
İnsan, ihsânın kölesidir. Tebliğci bunu unutmamalı, gücü ve imkânı ölçüsünde ikramlarda bulunmalı, hiç değilse güleryüzünü ve tatlı dilini, ikrâm olarak sunabilmelidir. Muhâtabının sözünü kesmemeli, onu sonuna kadar dinleyebilmelidir. Kendisi konuşurken, karşısındakinin sıkılma ihtimalini gözönünde bulundurmalı, gönülden gelen bir dinleme yoksa konuşmanın faydası olmayacağını unutmamalıdır. Az ve öz konuşmalı, sözleri dikkatli seçmeli, kırıcı ve gereksiz tartışmalara yol açıcı ifadelerden kaçınmalıdır. Dile hâkim olmalı, hitâbet tekniğine ve insan psikolojisine uygun şekilde hitap edebilmelidir.
Tebliğ ederken yumuşak olmak, tedrîcîlik ve neticeyi Allah'ın tâyin edeceğini bilerek, esas sonucu âhirette beklemek gibi esaslar, misyoner tavrına yol açmamalı. Bir yüzüne tokat vururlarsa diğer yüz çevrilmemeli. Zulmetmek de, zulme uğramak da, zulme rızâ göstermek de yasaklanmıştır. Dâvâ ve dâvet için her yol mubah değildir. Amaç gibi araçlar da meşrû olmalıdır. İnatçı, alaycı müstekbir kâfirlerle karşılaşınca, bilinçli şekilde kibirli ve müslümanları aşağılayan kimselere muhâtap olunca; gereken tâvizsiz tavır, ölçülü sert yaklaşım dinin ve dindarın izzeti açısından tercih edilmelidir. Televizyon kanallarının reyting derdiyle sık sık başvurduğu tartışma programlarında müslüman konuşmacılar, kendilerini hor gören kişileri hep hoşgören tavırlar takınıyorlarsa, bilinsin ki, din bunu emrediyor diye bu tavır yapılmıyor, dine rağmen yapılıyor. "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin
3418] Müslim, İman 78
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi korursunuz."3419; "(Hakkı aramayan inatçı) Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran..."3420 Kibirliye ve zâlime karşı tevâzu, onun kibrini ve zulmünü artırır.
Tebliğ demek, müslümanca sanat demektir; ille Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa bu sanat olduğu kadar tebliğ de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif'in şekilden ziyâde sunulanın önemli olduğunu belirten bir sözü vardır: "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek." Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun; yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun yanmağa yararken, kalem gibi yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.
Kur’an, dâvetin nasıl olacağını, dâvet metodunu, kısaca Hz. Muhammed’in şahsında müslümanlara şu güzel ifadelerle bildirmiştir: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et …”3421 Son derece tutarlı, akla uygun, inandırıcı, mantıklı ve sistemli bir şekilde dâvet metodu izleyen Allah’ın Rasûlü dâvetinde başarılı olmuştur. Emin (güvenilir) bir kişiliğe ve Yüce bir ahlâka sahip olan Peygamber (sav), samimi bir şekilde, söylediklerini yaşayarak insanları Hakk’a çağırmıştır. O, hitap ettiği insanları iyi tanıyordu ve onlara kendi durumlarına göre davranıyordu. Karşısındakine değer veriyor, konuşurken onların özelliklerini gözönünde bulunduruyordu. İnsanlara af, hoşgörü, yumuşak huyluluk (hilm), tatlı dil ile yaklaşıyor; onlara tepeden bakmıyor, kin ve intikam duygusu taşımıyor, zorbalığa başvurmuyor, şefkat ve merhamet gösteriyor.
Kur’an, dâvetin bir gereği olmak üzere Peygambere şöyle sesleniyor: “Allah’ın bir bağışı sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın çevrenden dağılıp giderlerdi.”3422 İslâm’ın fıtrat dini olması, getirdiği ilkelerin kolay, kapsayıcı, iyi olan her şeyi öngörmesi, kötülüklere karşı olması, Kur’anın, Yüce ve etkileyici üslûbu (ifade tarzı) ve verdiği ümitler, Peygamberin dâvetini kolaylaştırmıştır. O, sosyal ilişkilerden faydalanmış, kabileleri, panayırları, pazar yerlerini ziyaret etmiş, toplumun önde gelenlerine özel ilgi göstermiş, çağrısını duyurmak için çeşitli toplantılar düzenlemiş, hatta bazı evliliklerinde bile dâvet amacı gözetmiştir. Şüphesiz O’nun dâveti, Allah’ın ona yüklediği elçilik görevi idi. O’nun bu dâveti, kesinlikle çıkar için dünyalık bir hedef, ya da üstünlük sağlama amacı olamazdı.
Dâvet faâliyetinin müspet netice vermesi için, bu işin plânlı, programlı, metodlu ve muntazam bir şekilde yapılması kadar onun insan psikolojisinin etkileneceği yumuşaklıkta olması gereklidir. Dâvetçi, gayesine ulaşabilmek için sıhhatli ve doğru olan usûl ve metodlara başvurmak zorundadır. Şayet metod, hatalı ve uzaklaştırıcı ise sadece dâvânın Yüceliği yetmez. Bu bakımdan dâvette metod,
3419] 2/Bakara, 179
3420] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9
3421] 16/Nahl, 125
3422] 3/Âl-i İmrân, 153
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 859 -
dâvetin bir parçası sayılmalıdır. Esasen bizzat Cenâb-ı Hak da dâvet faaliyetinin metodik yürütülmesini emretmiştir. Şu âyet-i kerimelerde dâvette metodun yerini açıkça görmekteyiz: "(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap."3423; "Ehl-i kitap ile ancak en güzel (metod) hangisi ise onunla mücadele ediniz."3424; "De ki (Habîbim:) İşte bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allah'a (körü körüne değil) bir basîret üzere dâvet ediyorum. Ben de, bana tâbî olanlar da (böyleyiz)." 3425
İslâm dâvetinin ilk tatbikçisi ve rehberi olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de yaşayışı, davranışı ve sözleriyle dâvet faaliyetinde metodun önemini vurgulamış, bu konuda en güzel ve en geçerli örnekleri vermiştir. Çevreye dâvet için görevli olarak gönderdiği ashâbına: "Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz."3426; "Halkın seviyesine ininiz."3427 gibi tavsiyelerde bulunarak uygulanacak bazı metodları onlara göstermiştir. 3428
“Fe kuulâ lehû kavlen leyyinâ: Ona yumuşak bir üslûpla söyleyin.”3429 Bu İlâhî uyarı, Firavun’u uyarmakla görevlendirilen Hz. Mûsâ ve Hârun’a yapılıyordu. Aslolan İslâm’ı insana taşımaksa, bu uğurda meşrû olan her yöntem denenmeliydi. Bunların başında da tatlı dil ve güleryüz geliyordu. Hz. Mûsâ ve Hârun’a bu İlâhî tâlimat verildiğinde Firavun henüz dâvete muhatap olmamış bir “câhil” idi. İçinde bulunduğu küfür, bir “küfr-i inâdî” değil; bir “küfr-i cehlî” idi. Onun dâvet karşısındaki tavrı netleşip küfründe direndikçe sözkonusu peygamberlerin ona karşı takındıkları üslûp da doğal olarak değişmişti. Günümüzde müslüman kardeşine bir doğruyu ileten, hatada gördüğü bir kardeşini uyaran kimi müslümanların takındığı üslûp, Firavun’a dahi takınılmayacak kadar nefret ettirici ve gaddarca olabilmektedir. Ünlüdür, Abbâsi halifesi Hârun Reşid’in, kendisini çok uygunsuz bir üslûpla uyaran bir nasihatçiye Tâhâ sûresinin yukarıda geçen âyetini kastederek şöyle dediği rivâyet edilir: “Yavaş ol! Allah senden daha hayırlısını (Hz. Mûsâ ve Hârun) benden daha şerlisine (Firavun) gönderirken yumuşak konuşmasını emretti.”
“Ve kuulû linnâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin.”3430; “Ve kul li ıbâdî yekûlu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle; Sözün en güzelini konuşsunlar.” 3431
Hz. Peygamber’in dâvet üslûbu, ilkelerden tâviz vermeyen fakat olguları da gören bir üslûptur. Rasûlullah, etrafındaki insanları terbiye ederken oldukça sevecen ve şefkatli davranır, onların hatalarını kendilerini kırmadan düzeltirdi.
Allah’ın temel vasfı merhamettir. O Rahmân ve Rahîmdir. İnsanlara, kaldıramayacağı yükü, zorlukları yüklemez; ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.3432 “Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah, daima bir güç3423]
16/Nahl, 125
3424] 29/Ankebût, 46
3425] 12/Yûsuf, 108
3426] Buhârî, Cihâd 164
3427] Ebû Dâvûd, Edeb 20
3428] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 136
3429] 20/Tâhâ, 44
3430] 2/Bakara, 83
3431] 17/İsrâ, 53
3432] 2/Bakara, 286
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lükten sonra bir kolaylık yaratır.”3433 Allah, insanlara zorluk dilemez, kolaylık ister.3434 İnsan zayıf olarak yaratıldığı, zorlukların altına girmek istemediğinden, Allah ağır yükleri hafifletmek ister. 3435
Din hidâyet işidir, iman ve tercih işidir, hür irâdeyi kullanmaktır. Bir insanı zorla müslüman etmek, dinde zorlamak, farkında olmadan da olsa, çoğunlukla muhâtabı münâfık yapmakla sonuçlanır. Dinde zorlama yoktur.3436 İman etmeleri için insanları zorlamak yanlıştır, yasaktır; çünkü Rabbimiz dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi. 3437
Kur’ân-ı Kerim’de Yumuşaklık, Nezâket ve Tatlı Söz
Kur’an ahlâkı, kötülüğe iyilikle muâmele etmeyi, bunun ancak sabredenlere mahsus bir meziyet olduğunu hükme bağlar: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete), ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce (vesvese) seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.”3438 Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ gazaba sabır, kötülüğe af ile karşılık verilmelidir.
Kur’an, fevrî ve fanatik hareketleri hoş karşılamaz: “Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 3439
Sabredip suç bağışlamanın işlerin en hayırlısı olduğu vurgulanır: “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımıyladır. Onlara üzülme, kurmakta oldukları tuzaktan dolayı sıkıntıya düşme.” 3440
Kur’an, mü’minlerin gazap ettiklerinde, kızdıran insanların kusurlarını bağışlamaları gerektiğini belirtir, gazap edene affı tavsiye eder: “Onlar (mü’minler), büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar; gazap ettikleri, kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar.” 3441
“Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir (Mert ve azimli insanların yaptığı işi yapmıştır).” 3442
Bir kötülüğün aynen benzeriyle mukabele edilerek önlenmesi değil; en güzel şekilde, olgun mü’mine yakışacak tarzda önlenmesini Kur’an tavsiye eder. Meselâ gazaba sabır; câhilce davranışa, bilgisizliğe hilim; kötülüğe af ile karşılık; kötülüğün önlenmesi için tavsiye edilir. “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan
3433] 5/Talâk, 6-7
3434] 2/Bakara, 185
3435] 4/Nisâ, 28
3436] 2/Bakara, 256
3437] 10/Yûnus, 99
3438] 41/Fussılet, 34-36
3439] 49/Hucurât, 5
3440] 16/Nahl, 126-127
3441] 42/Şûrâ, 37
3442] 42/Şûrâ, 43
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 861 -
bir dost olur.” 3443
Kur’an, herkese karşı hoşgörülü ve yumuşak olmayı onaylamaz. Kur’an’ın ölçüsü, müslümanlara karşı merhametli, kâfirlere karşı onurlu, sert ve şiddetli olmaktır. “Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli/çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” 3444
İslâm’ı çevreye yayıp hâkim kılma gayreti demek olan cihad için gazap, olmazsa olmaz özelliktir. O yüzden cihadı emreden Kur’an, İslâm’a savaş açan kâfirlere karşı sert davranmayı da emreder. “Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş ânında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.”3445; “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O, gidilecek yer ne de kötüdür!”3446; “...Onlar, sizinle karşılaştıklarında ‘iman ettik’ derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” 3447
“...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” 3448
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da ihsân sahiplerini (güzel davranışta bulunanları) sever.” 3449
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri kendisine sığınanları sever.” 3450
“Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır.” 3451
“Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.” 3452
“Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.” 3453
“... İyi ve güzel olan şeylerde ve takvâda (yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmada) yardımlaşın.” 3454
“Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da
3443] 41/Fussılet, 34
3444] 48/Fetih, 29
3445] 9/Tevbe, 123
3446] 66/Tahrîm, 9
3447] 3/Âl-i İmrân, 119
3448] 2/Bakara, 195
3449] 3/Âl-i İmrân, 134
3450] 3/Âl-i İmrân, 159
3451] 4/Nisâ, 28
3452] 4/Nisâ, 63
3453] 4/Nisâ, 148
3454] 5/Mâide, 2
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilmeyerek Allah'a söverler.” 3455
“Affetme yolunu tut, iyilik ve güzel davranışla emret, kendini bilmeyen câhillerden yüz çevir.”3456
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” 3457
"Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çünkü o, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatli (ve) merhametlidir." 3458
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman etmez. O, murdarlık (azâbını), akıllarını kullanmayanlara verir.”3459
“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir sözü; kökü (yerde) sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzer. Allah, iman edenleri dünya hayatında da âhirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür. Buna mukabil Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.” 3460
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.” 3461
“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” 3462
“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” 3463
“Orada (cennette) boş söz değil; sadece ‘selâm’ duyarlar. Orada, sabah akşam rızıkları da kendileri için hazırdır.” 3464
“Tâ Hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik. Huşû duyan/içi titreyerek Allah’tan korkanlara, ancak öğüt ve hatırlatma olsun diye indirdik.” 3465
“Rabbim, göğsüme genişlik ver; kolaylaştır işimi. Çöz düğümü dilimden, ki anlasınlar sözümü.” 3466
“(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona
3455] 6/En’âm, 108
3456] 7/Arâf, 199
3457] 9/Tevbe, 73
3458] 9/Tevbe, 128
3459] 10/Yûnus, 99-100
3460] 14/İbrâhim, 24-27
3461] 16/Nahl, 125
3462] 17/İsrâ, 7
3463] 17/İsrâ, 53
3464] 19/Meryem, 62
3465] 20/Tâhâ, 1-3
3466] 20/Tâhâ, 25-28
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 863 -
tatlı ve yumuşak söz söyleyin.”3467
“O çok merhametli Allah’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında ‘selâm’ derler (geçerler).” 3468
“Sizden faziletli ve varlıklı olanlar yakınlara yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayandır esirgeyendir.”3469
“Onlar (mü’minler) ki, yalan şâhitlik etmezler, boş bir şeye rastladıklarında, vakar ile (oradan) geçip giderler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” 3470
"(Önce) En yakın akrabalarını uyar. Sana uyan mü'minlere (merhamet) kanadını indir."3471
“Onlar (mü’minler), boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.” 3472
"...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile..."3473
“... O’na (Allah’a) ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır...” 3474
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” 3475
“Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler. Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve mükerreren gelen Kitab’ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu Kitaptan derileri ürperir, sonra hem ciltleri ve hem de kalpleri, Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın dilediğini onunla doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” 3476
“(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih/iyi ve güzel iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? Hasene/güzellik, iyilik ile; seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen, çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” 3477
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar,
3467] 20/Tâhâ, 44
3468] 25/Furkan, 63
3469] 24/Nûr, 22
3470] 25/Furkan, 72-73
3471] 26/Şuarâ, 214-215
3472] 28/Kasas, 55
3473] 28/Kasas, 77
3474] 35/Fâtır, 10
3475] 39/Zümer, 17-18
3476] 39Zümer, 22-23
3477] 41/Fussılet, 33-34
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işle böyle kimseler zâlimlerdir. Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin/arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” 3478
“Ey iman edenler gerçek şu ki sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu halde onlardan sakının. Yine de affeder hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız artık elbette Allah bağışlayandır esirgeyendir.” 3479
Hadis-i Şeriflerde Yumuşak Usûl ve Üslûp Konusu
Sözlerin en güzeli olan Allah kelâmını ümmetine tebliğ eden Peygamberimiz de birçok hadislerinde, insanlara karşı tatlı dilli olmayı, güzel söz söylemeyi emir ve tavsiye etmiş; bizzat kendisi de hayatı boyunca kaba sözlerden sakınmış; şahsına hakaret eden insanlara bile; “Allah’ım! Onlara hidâyet et; onlar gerçeği bilmiyorlar” diyerek duâda bulunmuştur.
“Yumuşak ve kolaylaştırıcı davranmayan kimse bütün hayırlardan mahrum kalmış olur.” 3480
“Hangi işte kolaylık ve yumuşaklık varsa o işi güzelleştirir. Kolaylık ve yumuşaklığın kendisinden çekilip çıkarıldığı her iş ise onu çirkinleştirir.” 3481
“Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.” 3482
“Allah kullarına merhametle ve büyük lutfuyla muâmele eder. Bütün işlerde de kolaylık ve yumuşaklık gösterilmesinden memnun olur. ” 3483
Rasûlüllah (s.a.s.) Abdulkays oğullarından Eşecc’e: “Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve acele etmeden sabırla hareket etmek.” 3484
“Allah kullarına karşı daima kolay ve yumuşak olanı yapar onlar hakkında yumuşak davranır. Her işte ve tüm kişilere karşı yumuşak davranılmasını sever ve memnun kalır. Katılık ve zorla yapılana ve başka işlerde vermediği sevabı kolaylık gösterilerek yapılan işlere verir.” 3485
“Yarım hurmayla da olsa (onu infak ederek) kendinizi cehennemden koruyunuz. Bunu da bulamazsanız güzel ve tatlı sözlerle...” 3486
"Size ma'rûf getirene (ikram edene), karşılık veriniz."3487
3478] 49/Hucurât, 11-12
3479] 64/Teğâbün, 14
3480] Müslim, Birr 74
3481] Müslim, Birr 78
3482] Buhârî, İlim 11, Cihad 164; Müslim, Cihad 6, 7; Ebû Dâvud, Edeb 17; Ahmed bin Hanbel, I/239, 283, 365; IV/399, 412, 417
3483] Buhârî, Edeb 35; Müslim, Birr 48
3484] Müslim, İman 25
3485] Müslim, Birr 77
3486] Buhârî, Edeb 34; Müslim Zekât 66
3487] Nesâî, Edeb 108; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/68
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 865 -
Âişe (r. anha) şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.) iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman günah olmadığı sürece mutlaka en kolay olanını tercih ederdi. Yapılacak iş günah ise ondan daima en uzak kalan kendisi olurdu. Allah’ın yasakladığını çiğnemediği sürece şahsı adına hiç bir şeyden intikam almamış; Allah’ın yasağı çiğnenmiş ise onun cezasını mutlaka Allah için vermiştir." 3488
“Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!” 3489
“Her ma’rûf/iyilik, güzel söz bir sadakadır.” 3490
“Hayırlı söz söyleyip de insanlar arasını düzelten, yahut hayır ileten, yalancı değildir.” 3491
“Allah güzeldir, güzelliği sever.” 3492
“Öğretiniz ve kolaylaştırınız.” (Bu sözü üç defa söyledi.) “Bir de öfkelendiğin zaman sus!” (Bunu da iki defa söyledi.) 3493
“Sizden biriniz kendisi için arzu edip istediği şeyi din kardeşi için de arzu edip istemedikçe iman etmiş olamaz.” 3494
Ebû Vâil Şakık İbn Seleme (r.a.) şöyle demiştir: İbn Mes’ud (r.a.) bize perşembe günleri va’z ederdi. Adamın biri ona: "Ey Abdurrahman, bize her gün va’z etmeni istiyoruz" deyince İbn Mes’ud: "Sizi usandırmamak için her gün va’z etmiyorum. Ben Rasûlullah (s.a.s.)’in bize usanç gelir endişesiyle ara ara va’z ettiği gibi ben de size vaazlarımı her gün değil de böylece haftada bir gün yapıyorum." 3495
“Namazı uzatmak hutbeyi kısaltmak kişinin dini iyi bilip anlayışlı olduğunu gösterir. O halde namazı uzunca kıldırıp hutbeyi kısa kesiniz.” 3496
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” 3497
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.” 3498
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” 3499
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür
3488] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 77
3489] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120
3490] Müslim, Zekât 16, Ebû Dâvud, Zekât 60; Buhâri, EdEbû ’l Müfred, I/245
3491] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101
3492] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10
3493] Ahmed bin Hanbel, Müsned Hadis no: 2136, 2556
3494] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71
3495] Buhârî, İlim 11-12
3496] Müslim, Cuma 47
3497] Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156
3498] Tirmizî, Birr 48, hadis no: 1978
3499] Buhârî, Edeb 44; Müslim, İman 112
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” 3500
“Bir adam Müslüman kardeşine “Ey Kâfir” derse bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylendiği gibi ise bu söz yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner.” 3501
Bu son üç hadis-i şerif müslümana yakışmayan “kâfir” ve “Allah’ın düşmanı” gibi sözlerin söylenemeyeceğini ve büyük günah olduğunu bildirir. Câhillik ve bilgisizlik yüzünden ve aşırı kindarlık sebebiyle İslâm düşmanlarına hizmet ettiklerinin farkında olmayan bazı Müslümanlar tarihin her döneminde var olagelmiştir.
Gerçekten müslümanın vazifesi bir Müslüman kardeşini işlediği bir hatadan dolayı İslâm toplumundan dışlaması değil, onu kardeşçe ve İslâm âdâbına uygun biçimde uyarıp ikaz etmek, hata ve günahlarından kurtulmasına vesile olmaktır. Peygamberimiz bizden bu hassasiyete riayet etmemizi istemiş ve böyle bir hata yapan kimseye o sözün geri döneceğini bilmesi gerektiğini bildirmiştir. Çok tehlikeli olan bu sözden Müslüman daima kaçınmalı ve uzak durmalıdır. Bilerek veya bilmeyerek düşmanlara hizmet etmemelidirler.
Câhillik ve bilgisizliğin yanı sıra bir de bilerek tekfirci olmak durumu vardır ki, bugün yeryüzünde İslâm âleminin durumu meydandadır. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde birbirlerini tevhid inancına çağırmaları küfür ve şirke düşmelerini engelleyecek esasları ortaya koyarak birbirlerini ikaz ve irşadla doğru öğrenme ve İslâmî eğitim kurumlarını çalıştırmaları ve kardeşlik üzere birbirlerine nasihat etmeleri ve birbirlerini ikaz ederek düzeltmeleri uygun olur.
“Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan kimseler helâk oldular” buyurdu ve bu sözü üç defa tekrarladı.3502 Dikkatimiz çekilmek için üç sefer tekrarlanan, dengeli ve ölçülü olmamızı tavsiye eden bu hadis-i şerife göre, edebiyat parçalamak için sözde ileri giden, her türlü farz ve nafile ibadetlerde başkalarına farklı davranışlarıyla dikkat çekmek isteyenler, aşırı nezaket ve kibarlık budalası durumuna düşenler tüm Müslümanlar arasında yalnızlığa itilmiş olur. Böylece İslâm cemaatı içinde yalnızlığa itilmiş olmaktan daha büyük bir bela da düşünülemez. Bu hadisle dinde ve sosyal hayattaki her türlü aşırılıklardan uzak durularak ne sivrilip ne de geri kalarak göze batan insan durumuna düşmemek öğütleniyor.
“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi sözü ağzında evirip, çevirerek lugat parçalayan kimselere buğzeder.” 3503
Allah her işte samimiyet ve iyi niyeti esas alır. Hava atmak ve gubuzluk yapmak için konuşmada ağzı evirip çevirmek durumu yasaklanmış ve kişi sığır gibi büyük baş hayvana benzetilmiştir. Güzel konuşmak ve doğal bir yumuşaklıkla yapmacık konuşmayı ve kibarlık taslayan zoraki yumuşaklığı birbirine karıştırmamalıdır. Konuşurken kendini farklı gösterme ve bilgiçlik taslama İslâmî edebe aykırı kabul edilip yasaklanmıştır. Göründüğünden başka tavırlar sergilemek münâfıklık alameti sayılır. “İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyâmet gününde bana en yakın olacak olanlar güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. Güzel konuşuyor dedirtmek için
3500] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
3501] Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman 111
3502] Müslim, İlim, 7
3503] Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 72
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 867 -
uzun uzun ve edebiyat yaparak konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler, bilgiçlik taslayarak lügat parçalayanlar ise hiç sevmediğim ve kıyâmet günü bana en uzak olan kimselerdir.” 3504
“Allah’ın zikri dışında kelâmı çok yapmayın (çok konuşmayın). Zira Allah’ın zikri dışında çok söz, kalbe kasvet (katılık) verir. Şunu bilin ki, insanların Allah’a en uzak olanı kalbi katı olanlardır.” 3505
"Şüphesiz Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)..." 3506
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” 3507
“İnsana lutfedilen en değerli nimet, güzel ahlâktır.” 3508
“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güleryüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap)." 3509
“Sözlerin (en) hayırlısı Allah’ın Kitabı, yolların (en) hayırlısı Muhammed’in yoludur.” 3510
“Bazı sözde büyüleyen bir kudret vardır.” 3511
“Beyandan bir kısmı sihirdir ve şiirden bir kısmı da hikmettir.” 3512
“Kıyamet gününde sizden kendilerini hiç mi hiç sevmeyeceğim ve benden pek çok uzakta kalacak olanlarınız, çok konuşanlarınız, sözleriyle insanlar üzerinde üstünlük sağlamak isteyenleriniz ve bir de kendilerini büyük görenlerinizdir.” 3513
“Ben, haklı bile olsa münakaşayı terkeden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terkedene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlâkı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum.” 3514
“Acı da olsa doğruyu söyle... Yalandan da sakının. Çünkü yalan imana aykırıdır.” 3515
“Hayırlı söz söyleyip de insanlar arasını düzelten, yahut hayır ileten, yalancı değildir.” 3516
“Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler! Yazık ona, yazık ona!”3517
Peygamber (s.a.s.)’den müşriklerin aleyhine Allah’tan beddua etmesini isteyen birine O, şöyle buyurmuştur: “Ben, lânet edici olarak gönderilmedim; ancak
3504] Tirmizi, Birr 71
3505] Tirmizî, Zühd 62; Kütüb-i Sitte Terc. 16/394
3506] Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ, 22
3507] Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8
3508] Ahmed bin Hanbel, 4/278
3509] Ebû Dâvud, Libas
3510] Müslim
3511] Buhârî, Tıbb 51; Muvattâ, Kelâm 7; Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Birr 81
3512] Ebû Dâvud, Edeb 87; İbn Mâce, Edeb 41
3513] et-Tâc, 5/64
3514] Ebû Dâvud, Edeb 7; Kütüb-i Sitte Terc. 16/391
3515] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1890, 865
3516] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101
3517] Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Zühd 10
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rahmet olarak gönderildim.”3518 Rasûlullah’ın âlemlere rahmet olarak gönderildiğini Kur’an da haber vermektedir. 3519
Hadis-i Şeriflerde Öfke ve Gazap: Rasûl-i Ekrem’in -tutum ve davranışlarında aşırılığa yol açmasa da- özellikle dinin yasakladığı konulardaki ahlâkî ve sosyal yanlışlık ve haksızlıklar karşısında, yani din gayretinden dolayı, gerekli hallerde sadece Allah için öfkelendiği ve bu durumun, yüzünün kızarması gibi fizyolojik belirtilerden anlaşıldığı ifade edilir.3520 Bazı hadislerde, öfke ve gazap duygusunun yok edilmesinden ziyade, bu duygunun etkisiyle yanlış hüküm veya karar verilmesinden kaçınılması gerektiği üzerinde durulur. “Yiğit o kimsedir ki, öfkelendiği sırada kendine hâkim olur.”3521; “Hâkim öfkeliyken taraflar arasında kesinlikle hüküm vermemelidir.”3522 mealindeki hadisler bunu ifâde eder. Hadislerde kişiye, öfkesini yatıştırabilmesi için abdest almak ve ayakta oturmak gibi pratik tedbirlere başvurması da önerilmiştir. 3523
Evrenlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, kendi nefsi için hiç öfkelenip gazaplanmaz; gazabını sadece Allah’ın dini için, Allah'a isyan edilen durumlarda ortaya çıkarırdı. Rasûlullah (s.a.s.) öfkelenme durumunda bunun nasıl giderileceği hakkında şöyle buyurur: “Biriniz gazaba geldiğinde abdest alsın. Ayakta ise otursun, gazabı yine gitmezse uzansın.” 3524
“Gazap şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığı/öfkelendiği zaman abdest alsın.” 3525
Rasûlullah, huzurunda, birbirine hakaret eden iki kişiden birisinin yüzünde öfke belirince şöyle buyurmuştu: “Ben bir kelime biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer. O kelime: ‘Eûzü billâhi mine’ş şeytâni’rracîm (kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım)’dir.” 3526
“Gazap, bütün kötülükleri kendinde toplar.” 3527
“Gazap şeytandandır.” 3528
“Siz, aranızda kimi pehlivan sayarsınız?” diye Rasûlullah sordu. Ashâb: “Adamların yenmeye muvaffak olamadığı kimseyi!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır, gerçek pehlivan, gazaplandığı zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” 3529
“Gerçek yiğit (kuvvetli kimse), güreşte güçlü olanı yenen değil; gazaba geldiğinde nefsine hâkim olandır.” 3530
3518] Müslim, Birr 87
3519] 21/Enbiyâ, 107
3520] Buhârî, İlim 28, Lukata 9, Edeb 75; Müslim, Salât 128, fezâil 127
3521] Buhârî, Edeb 76, 102; Müslim, Birr 107, 108
3522] Buhârî, Ahkâm 13; Müslim, Akdıye 16; Nesâî, Kudât 18
3523] Meselâ, bkz. Ahmed bin Hanbel, 4/226, 5/152; Buhârî, İman 71
3524] Ahmed bin Hanbel, 1/283, 5/152; Ebû Dâvud, Edeb 4, 11
3525] Ebû Dâvud, Edeb 4
3526] Tirmizî, Daavât 52, 53; Ebû Dâvud, Edeb 4
3527] Ahmed bin Hanbel, 5/373
3528] Ahmed bin Hanbel, 4/226
3529] Müslim, Birr 106; Ebû Dâvud, Edeb 3
3530] Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 106,107, 108; Ebû Dâvud, Edeb 3; Muvattâ, Hüsnü’l-Halk 12; Kütüb-i Sitte, 12/294
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 869 -
“Allah indinde kişinin yuttuğu en savap olan yutkunma, Allah’ın rızâsını düşünerek kendini tutup yuttuğu öfke yudumudur.”3531
“Gazaptan sakının; çünkü gazap, Âdemoğlunun kalbine konmuş bir ateş parçasıdır. Baksanıza öfkelenen adamın boyun damarları nasıl şişer ve gözleri nasıl kızarır! İçinde gazap hisseden, hemen yere yapışsın.” 3532
“İnsanlardan kimi vardır, yavaş gazaplanır/öfkelenir, (öfkesinden) çabuk döner; kimi vardır, çabuk öfkelenir, çabuk döner; kimi vardır, yavaş öfkelenir, yavaş döner. İşte bunlar birbirlerini dengeler. Haberiniz olsun, onlardan bir kısmı vardır; çabuk döner, çabuk kızar. Bilin ki bunların en hayırlısı, ağır/yavaş öfkelenen çabuk dönendir. En şerlileri de çabuk öfkelenip yavaş dönendir. Bilin ki, öfke, âdemoğlunun kalbinde bir kordur. Gözlerinin kızarmasını, avurtlarının şişmesini görmüyor musunuz?! Kim gazaptan/öfkeden bir başlangıç hissederse, yere yaslansın, (öfkesi geçinceye kadar öyle kalsın.)” 3533
“Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde öfkesini tutan kimseyi, Allah Teâlâ, Kıyâmet günü, mahlûkatın başları üstüne dâvet eder; tâ ki, (diğer insanlardan önce) dilediği hûriyi kendine seçsin.”3534
Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden öğüt isteyen birine, şöyle buyurur: “Öfkelenmeyeceksin!” 3535
Bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana kısa bir nasihatte bulun; uzun yapma! Tâ ki nasihatini unutmayayım” demişti (ve bu isteğini birkaç kere tekrar etmişti). Rasûlullah (s.a.s.) (çok kısa) cevap verdi: “gazab etme/öfkelenme!” 3536
“Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” 3537
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” 3538
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” 3539
"Din kolaylıktır." 3540
"Amellerinizde îtidâli ve doğruyu bulmaya çalışın." 3541
“Allah, koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da sever.” 3542
“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” 3543
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç
3531] Kütüb-i Sitte Terc. 17/583
3532] Tirmizî, Fiten 26; Ahmed bin Hanbel, 3/19, 61; Müslim, Birr 109; Ebû Dâvûd, Edeb 3
3533] Tirmizî, Fiten 26
3534] Tirmizî, Birr 74; Ebû Dâvud, Edeb 3
3535] Buhârî, Edeb 76
3536] Buhârî, Edeb 76; Tirmizî, Birr 73; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 11
3537] Buhârî, İman 29
3538] Ahmed bin Hanbel, III/479
3539] Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Eşribe 70-71
3540] Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28
3541] Müslim, Birr 52; Tirmizî, Tefsîr Nisâ Sûresi, hadis no: 3041
3542] Ahmed bin Hanbel, II/108
3543] Buhârî, İman 69
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
defa söyledi. 3544
“Kul, Rabbinin affını nasıl seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle sever.” 3545
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” 3546
"Amelin az da olsa devamlı olanı, Allah yanında daha makbuldür." 3547
Hılm (Hilim); Yumuşak Huylu Olmak
Hılm: Yumuşak huyluluk, yumuşak karakterlilik, sâkin tabiatlılık, nefse hâkim olma halidir. Nefsi ve huyu, gazabın heyecanından alıkoymaktır.
Nefsini kızgınlığın heyecanından koruyan, hilm sahibi olan kimseye "halîm" denir. Halîm, Kur'an-ı Kerîm'de çeşitli âyetlerde Allah Teâlâ'nın sıfatı olarak geçer. Çok sabırlı, isyanlarına rağmen âsîlere cezâ vermekte aceleci olmayan, gazabın kendisini kızdırmadığı, bir dalâlete düşenin düşüncesizliğinin, bir asînin isyan etmesinin kendisini öfkelendirmediği, af ve teennî sahibi kimse gibi anlamlara gelir. Halîm aynı zamanda, güçlü kuvvetli olduğu halde affeden, ceza vermekte acele etmeyen, teennî gösteren kimsedir. Cezâlandırmaktan âciz olarak affeden kimse ise, hilm sahibi olamaz. Bu gibilere halîm denilmez.
Hilm "bulûğ çağı" mânâsına gelmekte olan "hulüm" ile aynı köktendir. Çünkü ancak bu çağa ve yaşa erişen kimse, hilm vasfını taşıyabilir. Çocukluk çağlarında iken bu vasfın dile getirilip zikredilmesi mümkün değildir. Zira hilm, güçlü olmayı gerektirmektedir.
Hilm Kur'ân-ı Kerîm'de zikredildiği âyetlerin birinde şöyle geçer: "Doğrusu, zevâl bulmasın diye, gökleri ve yeri tutan Allah'tır. Eğer onlar zevâle uğrarsa, O'ndan başka andolsun ki onları kimse tutamaz; muhakkak ki O Halîm'dir, Gafûr'dur."3548 Sûrede bu âyetten önce geçen iki âyet ile bundan sonra gelen âyette, inkâr edenlerin davranışları anlatılmaktadır. Kullarını kendisine karşı isyan içinde gördüğü halde, O, halîm sıfatıyla onlara muâmele ediyor, sabır gösteriyor, suçtan vazgeçme imkânı veriyor. Arkasından, bu inkârdan dönenleri bir mağfiretin beklediğini ilân ediyor. İşte bundan dolayı, "Halîmdir, Gafûr'dur" buyurmuştur.
Hilm; Kur'an-ı Kerîm'de mühlet verme, yumuşak davranma anlamlarına gelmek üzere de kullanılmıştır.3549 Allah Teâlâ'nın hilm sıfatı Kur'ân-ı Kerîm'de aşağıda zikredilen şu hâdise ve davranışlardan sonra geçmektedir. Ağız alışanlığı ile yapılan yeminler.3550 Kocası ölen kadınlara, iddet müddetleri bitmeden önce yapılan evlenme teklifleri;3551 Verilen sadakaları minnet ederek boşa çıkarmak, sevâbını yok etmek;3552 Allah Teâlâ'nın emirlerini güç yettiğince yerine getirmek,
3544] Müslim, İlim 7
3545] et-Terğîb ve’t-Terhîb, II/135
3546] Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
3547] Buhârî, İman 16; Müslim, Salât 283
3548] 35/Fâtır, 41
3549] 17/İsrâ, 43-45
3550] 2/Bakara, 225
3551] 2/Bakara, 235
3552] 2/Bakara, 263
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 871 -
cimrilikten sakındırmak, Allah yolunda harcayıp sarfetmek;3553 Mü'minlerden cihad etmekten ve savaştan geri dönenler;3554 Bildirilen mîras paylarına riâyet etmek,3555 Rasûlullah’ın (s.a.s.) eşlerinin kendisine karşı davranışları,3556 dînî hükümlerde zorluğa götürecek lüzumsuz soruların Hazreti Peygamber (s.a.s.)'e tevcih edilmesi,3557 vb. maddeler halinde zikrettiğimiz bu âyetlerde geçen hilm cezalandırmakta aceleci olmamak, affetmek ve müsâmahakârlık etmek anlamındadır.
Tolerans diye de ifade edilen müsâmahakârlığı (hilm'i) dînî esaslardan fedâkârlık etme şeklinde anlamak ve yorumlamak doğru değildir. Zira buna kimsenin yetkisi yoktur. Dîn, Allah'ın dîni; o esasın uygulanmasını isteyen de Allah'tır. Yapılan bir kötülük veya ayıp, şayet toplumu ilgilendiriyorsa, onu hoş görmeye ve affetmeye çalışma, o hususta halîm-selîm davranma hakkı kimseye verilmemiştir. Hazreti Âişe (r.a.) Peygamber Efendimiz'in hilm anlayışını ve müsâmahasını anlatırken şahsî hiç bir meselesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseyi incitmediğini, hiç bir kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki: "Allah'a ait bir hak ayaklar altında çiğnenirse, onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı" 3558
Hilm sahibi ve hoşgörülü olmak, büyük gönüllerin işidir. Kendinden emîn, yaptığının doğruluğundan şüphe etmeyen ve ilâhî hikmet gereği, insanoğlunun çeşitli hazımsızlık ve zaaflarla mâlûl olduğunu bilen asîl ve güçlü insanlar halîm ve müsâmahakâr olabilirler. Yüce Peygamberimiz, olgunluğun yüce doruğunda bulunduğu için şahsına karşı yapılan kabalıkları hilmle ve tebessümle karşılamıştır. 3559
Halîm; Allah’ın Güzel İsimlerinden Biri
El-Halîm: Yüce Allah'ın esmâü’l-hüsnâsından, güzel isimlerinden biridir. "İnsanın kendisini veya yaratılışında mevcut olan öfke ve kızgınlığı kontrol altına alması ve öfke anında, nefse hâkim olup aşırı gitmemesi" mânâlarına gelen "hilim" kelimesinden türemiştir.
Sıfat olan "Halîm" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de hem Allah Teâlâ hakkında, hem de bazı peygamberler hakkında kullanılmıştır. Meselâ Yüce Allah'ın sıfatı olarak bu kelimenin geçtiği iki âyet şöyledir. “Güzel bir söz (söylemek) ve affetmek, peşinden eziyet gelen sadakadan iyidir. Allah her şeyden müstağnî ve halîmdir (ceza vermekte acele etmez).”3560 “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu (Allah'ı) övgü ile (hamd ile) tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halîmdir, çok bağışlayıcıdır.”3561 Bunun gibi diğer âyet-i kerimelerde Yüce Allah bazı konuları açıklayıp, kullarını inzar ettikten sonra, onların
3553] 64/Teğâbün, 17
3554] 3/Âl-i İmrân, 155
3555] 4/Nisâ, 12
3556] 33/Ahzâb, 51
3557] 5/Mâide, 101
3558] Müslim, Fedâil, 79
3559] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 441-442
3560] 2/Bakara, 263
3561] 17/İsrâ, 44
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her türlü işlerine vâkıf olduğunu, kalplerinden geçenleri bile bildiği halde,3562 kullarına olan bağış ve merhameti sebebiyle onları hemen cezalandırmadığını, tevbe etmeleri için fırsat vererek kıyamete kadar mühlet verdiğine işaretle kendisinin halim olduğunu hatırlatmaktadır.
İşte bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, "Halîm" sıfatı Allah Teâlâ, hakkında kullanıldığında "isyanlarına rağmen, âsileri, cezalandırmada aceleci olmayan, gazabı kendisine gâlip gelmediği gibi, sapıkların düşüncesizlikleri ve âsilerin isyanları kendisini öfkelendirmeyen, teennî ve af sahibi" mânâlarına gelmektedir.
Öbür taraftan halîm sıfatı Kur'ân-ı Kerim'de sadece bazı peygamberler hakkında kullanılmakta; diğer insanlar için konu edilmemektedir. Meselâ Şuayb (a.s.)'a kavmi şöyle seslenmektedir: “Ey Şuayb, dediler, senin namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor? Çünkü sen halîm (yumuşak huylu) akıllı birisin.”3563 Yine, Kur'ân Hz. İbrâhim'i de "içli ve halîm" olarak vasıflandırırken3564 onun, Allah'tan bir çocuk vermesini isteyip duâ ederek "Rabbim, bana iyilerden (bir çocuk) lutfet!" dediği; bunun üzerine duâsının kabul edilerek ona Allah tarafından kendisi gibi halîm olan bir erkek çocuk ihsan edildiği anlatılmaktadır.3565 (4)
Yumuşaklık ve Kibarlığın Zıddı; Gazap ve Öfke
Gazap; kızmak, öfkelenmek, kızgınlık, intikam alma ve cezalandırma isteği anlamlarına gelir. Nefsin hoşa gitmeyen bir şey karşısında intikam arzusuyla heyecanlanması; infiâle kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık ve saldırıya meyleden haline gazap denilir.
Fıkıh açısından gazap halinde yapılan işlerde bazı istisnalar getirilmiştir. Meselâ, gazap halinde kinâye sözlerle boşama, niyet olmadıkça geçerli değildir. Kocanın kızarak eşine, “babanın evine git” demesi gibi. Hâkim gazaplı iken hüküm veremez.3566 Ahlâkî yönden, gazap hakkında şu hükümler dikkate alınmalıdır: Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Gazap, bütün kötülükleri kendinde toplar.”3567 “Gazap şeytandandır.”3568
Kur’ân-ı Kerim, takvâ sahibi olan mü’minlerin öfkelerini yuttuklarını ve affedici olduklarını vurgular.3569 Öfkesini yutkunmayan insanların nasıl kötülükler işledikleri, bir hiç yüzünden nasıl birçok cinayet işlendiği ve kötülükten sonra öfkesi geçenlerin nasıl pişman oldukları her zaman görülmektedir. “Öfkeyle kalkan zararla oturur” denilir. Haklı bir dâvâda bile olsa gazabı yenip karşı tarafı affetmek, büyük bir meziyettir. Mü’minlerin örnek alması gereken Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı böyle idi. İslâm’da nefis için kızmak yoktur. Mücâdele ve mücâhede Allah içindir. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde bir sarhoşa rastlayıp had uygulatması üzerine sarhoş ona sövmüş, Hz. Ömer onu bırakarak şöyle demiştir: “Beni
3562] 33/Ahzâb, 51
3563] 11/Hûd, 87
3564] 11/Hûd, 75
3565] 37/Sâffât, 100-101; Talat Sakallı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 312
3566] Müslim, Akdıye 16
3567] Ahmed bin Hanbel, 5/373
3568] Ahmed bin Hanbel, 4/226
3569] 3/Âl-i İmrân, 134
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 873 -
gazaplandırdı. Ceza verirsem nefsime yardım etmiş olurum. Ben bir kimseyi nefsim için azarlayıp dövmeyi sevmem.”
Aşırı gazap, aklın öyle bir âfetidir ki, en latif varlığı bile mecnun haline getirip hunhar bir canavara dönüştürebilir. Hiddet; akıl ve idrâkin yerine heyecan, dürüstlüğün bitişi, gözlerin görmemesi, kulakların duymaması demektir ve böyle birini ne din, ne kanun ne de nasihatçilerin öğütleri engelleyemez. Hiddetle başlayan, cinnet geçirerek kötülük yapar, sonra da pişman olur.
Rivâyete göre, Hz. İsa’ya “Âlemde en zorlu ve şiddetli olan şey nedir?” diye sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: “Her şeyden şiddetli olan Allah’ın gazabıdır. Ondan cehennemler bile bizim gibi titrer.” ‘Bundan kurtuluş yolu nedir?’ diyene de: “Kendi gazabını terk” demiştir. Gazap, kişiye edebi kaybettirir; edep kaybolunca da insanın yapamayacağı rezillik yoktur. Çoğunlukla hiddetlenmenin zararı sahibine aittir. En kötü gazap hali tez gelip geç gidendir. Bu, kişiyi intikamcı yapar ve helâkine sebep olur. Rahmet peygamberi ve en güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Önderimiz: “Mü’minlerin imanca en olgun olanları ahlâkça en iyi olanlarıdır” buyurmuştur. 3570
Öfke ve Fıtrî Duyguların Eğitilmesi: Hadis-i şerifler, gazaplanan kimsenin öfkesinin sevkedeceği şeyi yapmamasını emretmektedir. Kişi, öfkesi icabı bir şeyler yapmaya kalkarsa, mâkul ve meşrû bir şey yapamaz. Öfkesi geçince pişman olacağı şeyler yapar. Öyleyse Rasûlullah (s.a.s.), kişinin öfkeliyken bir şeylerle oyalanmasını veya öfkesi doğrultusunda faâliyetten kaçınmasını sağlamaya çalışır. Rasûlullah’ın öfkesini yenen insanı, kuvvetçe insanların en güçlüsü olarak ilân etmesi gösteriyor ki, nefis mücâdelesi, düşmanla (hasım veya rakiple) yapılacak mücadeleden daha zor ve belki daha faziletlidir.
Hadislerde gazaplanan kimsenin ayaktaysa oturması, öfkesi yine geçmezse yatmasının tavsiye edilmesini şöyle yorumlayabiliriz: Ayakta olan kimse, bir fiil/eylem yapmaya hazırdır; oturan bu durumdan uzaklaşır; yatan daha da uzaklaşır. Öyle anlaşılıyor ki, gazaplanan kişi, ayakta veya otururken kendisinden, sonra pişman olacağı bir şey sâdır olmaması için, farklı bir eylem olarak bunu tavsiye etmiştir.
Rasûlullah’ın “gazaplanma!” tavsiyesi, mümkün ki, çabuk öfkelenen biri için yapılan tavsiyedir. Çünkü Peygamberimiz, herkesin mîzâcına göre emreder, en uygun olanı tavsiye ederdi. Hadis-i şeriflerdeki “öfkelenme!” tavsiyesi de gösteriyor ki, öfke, nice kötülükleri kendinde toplamaktadır. Rasûlullah’ın “öfkelenme!” diye tavsiye etmesi, “öfke sebeplerinden kaçın, öfkeyi çekecek şeylere yer verme” demektir. Öfkenin bizzat kendisinin yasaklanması düşünülemez. Çünkü öfke, fıtrî/doğal bir haldir; insan karakterinden yok edilemez. Bu yasaktan maksat, aynı zamanda öfke gibi duygularımızı bastıracak alışkanlıklar kazanmak, ruh terbiyesine önem vermek demektir. Yine, öfkeyi ortaya çıkaran en büyük kaynak kibirdir. Çünkü insanın arzu ettiği bir şeye muhâlefetten kibir ortaya çıkar; kibir de onu öfkeye atar. Bu durumda, mütevâzi olan kimseden nefsi savunma duygusu çabuk geçeceği için, kibirlenmeyen kimse, öfkenin şerrinden selâmette kalır.
Sadece gazap değil; fıtratımıza verilen bütün duygular, yok edilemez; zaten
3570] H. Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 224
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yok edilmiş olsa, insanın dengesi sarsılır, o duyguların hayırlı istikamette ve ölçülü olarak kullanılmasından doğacak dünyevî ve uhrevî güzellikler iptal edilmiş olur. O yüzden “öfkelenme!”, “inat etme!” demek, “fıtratını değiştir!” emrinde bulunmak gibi, yapılması mümkün olmayan bir şeydir. Bu değerlendirmeye göre, hadis-i şeriflerdeki “gazaplanma!” emri, “meşrû olmayan konularda ve aşırı şekilde öfkelenme!” anlamındadır. Böylece, bu fıtrî duyguları, sadece “hayırda kullanma” tavsiye edilmiş olmaktadır. Her uzvun ve her duygunun meşrû ve ölçülü bir kullanma yönü vardır. Allah’ın yarattığı ve ihsan ettiği özellik ve nimetler, insana zulüm olsun diye değil; rahmet ve sınav aracı olarak verilmiştir. Özellikle tasavvufî yaklaşımda “nefsi öldürmek” tâbiriyle, olumsuz kabul edilen duyguların tümüyle yok edilmesi ısrarla tavsiye edilir. Bu, hem imkânsız, hem de yanlış bir yaklaşımdır. Yapılacak iş, onları yok etmeye çalışmak değil; hayır yolunda ve ölçülü bir tarzda kullanmaktır. Öfke konusunda, nefsin isyanlarına öfkelenip terbiyesine çalışmak, küfür, zulüm ve fesat sergileyenlere öfkelenip İslâm’ın hâkimiyeti için gayret göstermek en mâkul yoldur. Ölçü bellidir: Allah için sevmek, Allah için öfkelenip buğzetmek.
Rasûlullah (s.a.s.), şahsını ilgilendiren meselelerde sabredip öfke göstermediği halde; dini ilgilendiren konularda öfkesini izhar etmiştir. Bu hususta birçok örnek verilebilir. Bunlardan biri, şu hadis-i şeriftir: İbn Mes’ûd anlatıyor: “Bir adam gelerek Rasûlullah’a: ‘Ben sabah namazına falanca (imam) yüzünden gelemiyorum, çünkü namazı fazla uzatıyor’ dedi. Ben, Rasûlullah’ın o günkü kadar öfkelendiğini hiç mi hiç görmedim. Gazapla şöyle dedi: “Ey insanlar! Sizden bazıları nefret ettiricidir. Hanginiz halka namaz kıldırırsa, kısa tutsun; zira cemaatte hasta var, yaşlı var ve ihtiyaç sahibi vardır.”3571 Rasûlullah (s.a.s.)’in bu şekilde Allah için öfkelendiği olaylar çoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin de Allah için öfkelendiği belirtilir. Meselâ, Hz. Mûsâ’nın, kendisi Tur’da iken, kavminin altından buzağı heykeli yapıp bu puta tapmalarından dolayı gazaplandığını, hatta kızgınlığından Tevrat levhalarını yere attığını ve kardeşi Hârun (a.s.)’un başını ve sakalını çekip asıldığını Kur’an haber vermektedir.3572 Yine, bu olay üzerine kavmine çok gazaplı/öfkeli ve üzgün bir şekilde döndüğünü ve onlara kızarak nasihat ettiğini, bunun Allah’ın gazabını, dünyada da alçaklığı istemek olduğunu açıkladığını, Kur’an bize bildirir.3573 Demek ki, öfke yasağı mutlak bir yasak değildir; bu fıtrî özelliğin kullanılması gereken durumlar vardır.
İslâm Ahlâkı Açısından Öfke
İslâm ahlâkıyla ilgili eserlerde, öfke duygusunu ortadan kaldırmak yerine; öfkeli halde iken yanlışlık yapmaktan sakınmanın gerekliliği üzerinde durulmuştur. Buna göre, gazap sırasında kalp atışının hızlanması ile kanın damarları ve beyni zorlaması, aklın normal görev yapmasını önler; yanlış ve zararlı işler yapılmasına yol açar. Bu sebeple, “gazap, muvakkat (süreli) bir deliliktir” denilmiştir. Gazap halindeyken sağlıklı düşünmenin mümkün olmadığı, bu durumdaki kişiyle bir deli arasında fazla fark bulunmadığı ifade edilir. Hüküm, karar ve ceza verme durumundaki kişilerin öfkelenmeden, soğukkanlı olarak bu eylemlerini yerine getirdiklerinden emin olmaları için, suçluyu hemen cezalandırma yoluna
3571] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 12/300
3572] 7/A’râf, 150
3573] 20/Tâhâ, 86
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 875 -
gitmeyip bir süre beklenilmesi veya suçluyu gözaltında tutmanın yerinde olacağı ve uygulamanın da bu şekilde sürdürüldüğü ahlâk ve hukuk kitaplarında belirtilir. Adâletin tam olarak yerine getirilmesi için, hem öfke ve kibir gibi haksızlığa yol açabilecek duyguların etkisinden sıyrılmanın, hem de âcizlik ve aldırmazlık şeklindeki tutumlardan uzak durmanın gerekliliği de İslâm âlimlerince vurgulanmıştır.
Gazapla hilim arasındaki ilişki, hilimle/yumuşaklıkla ilgili tarifte açıkça görülür: Râgıb ve Mâverdi’ye göre hilim, “nefsi gazabın azgınlaşmasından korumaktır.” Hadis-i şerife göre, gazap duygusu bakımından insanların dört farklı karaktere sahip olduğu belirtilir. Bazıları çabuk öfkelenir, çabuk yatışır. Bazıları nâdiren öfkelenir, fakat zor teskin edilir. Bazıları da çabuk öfkelenir, zor yatışır. Nihayet nâdiren öfkelenip çabuk yatışanlar gelir ki, en iyi olanlar, bunlardır. Gazap duygusu, mizaçlara, alışkanlıklara, eğitime, yaş ve cinsiyete göre değişir.
Her fıtrî duygu gibi, gazabın da hedefi İslâm’ın gösterdiği istikamette olmalıdır. Yine tüm duygular gibi ölçülü, dengeli olmalı, ifrat ve tefritten uzaklaşılmalıdır. Yersiz gazap veya haddi aşan ifrat noktasındaki gazap yerilmiştir. Gazap, fıtrî bir duygu olduğundan, hiç gazaplanmayan kimse, dininin, dâvâsının ve şahsının onurunu koruyacak ve düşmanlara tepki gösterecek cihadı gerçekleştiremez. Ilımlı bir gazap duygusu, fazilet sayılır. Ilımlı bir öfke duygusu, “şecaat” veya “hamiyet” diye adlandırılır. İnsanın onurunu, haklarını ve değerlerini korumak için hamiyet ve şecaat sahibi olması gereklidir. Gazap gücünün ifratına tehevvür (saldırganlık), tefritine de cübn (korkaklık) denilir.
Öfke olayı, insanın içinde ve dışında değişmeyi beraberinde getirir. İç organlarının çalışması daha çok olumsuz şekilde bundan etkilendiği gibi; rengin değişmesi ve organlardaki titreme gibi dışa da etki eder. Öfkenin diğer bir sonucu da, davranışların tertipsiz olarak ortaya çıkması ve doğal mîzâcın değişmesidir. İçteki değişme, dışta görülen olumsuzluklardan daha fazladır. Öfke, kalpte kin ve hased meydana getirir ve çok çeşitli kötülükleri içe yerleştirir. Dıştaki değişme de, aslında içteki değişmenin neticesi ve meyvesidir.
Öfkenin dildeki etkisine gelince; aklı başında bir kimsenin söylemekten hayâ edeceği, öfkesi geçince pişman olacağı kötü, kaba ve çirkin sözlerin söylenmesi çoğunlukla ortaya çıkar. Öfkenin insan davranışlarındaki eseri ise, kaba kuvvet kullanma, dövme, hatta yaralama ve öldürme gibi nâhoş olaylardır. Eğer öfkelenilen kişinin kaçması veya orada bulunmayışıyla bunlar yapılamazsa, öfkeli kendine yönelir; elbisesini yırtar, kendi kafasına vurur, bazen yıkılır düşer veya kap-kacak, araç-gereç kırar, bu işle hiç ilgisi olmayan başka insanları incitir.
Bu tür zararları düşünen kimse, Peygamberimiz’in “öfkelenme!” diye tavsiyesinin nice hikmetlere şâmil olduğunu anlar. Tabii, öfkenin bütün bu zararları, dünyevî öfke hakkındadır; yani, Allah için ve meşrû hedefe yönelik olmayan öfke içindir.
Ya Susun Ya da Susmaktan Daha Güzel, Daha Tatlı Şeyler Söyleyin!
Lokman sûresi, 6. âyette geçen “lehv el-hadis”, boş söz, eğlence sözü anlamına gelir. “İnsanı, gerekli olan ibâdetleri yapmaktan alıkoyan asılsız haber,
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yalan söz ve insanları sadece güldüren, haktan uzaklaştıran, Allah’ı unutturan her türlü oyun, eğlence, lehv el-hadis olarak değerlendirilmiştir. İnsanı oyalayan, ciddî işlerden alıkoyan sözler, asılsız hikâyeler, gevezelikler, efsâneler, sırf güldürmek için edilen lakırdılar, teğanniler (şarkı-türküler) gibi eğlendirici ses ve sözlerdir.”3574 Mevdûdî, bu âyetin tefsiri olarak lehv el-hadis kavramını şöyle açıklıyor:
“Lehv el-hadis” deyimi, metinde, dinleyeni meftun eden, tamamıyla kendi atmosferine çeken ve etrafındaki başka şeylerden habersiz hale getiren bir şeyi tazammun eder. Lügat anlamı itibarıyla bu tamlamanın herhangi bir kötü çağrışımı yoktur; fakat günlük kullanım içinde bu tamlama; dedikodu, saçma sapan konuşma, sulu şaka ve hareket, romanlar, hikâyeler, masallar, şarkı söyleme, cümbüş... vs. kötü ve faydasız şeyler için kullanılır.
Peygamberimiz şöyle buyurur: “Selâmı yayınız, selâmet bulursunuz. Boş şey/eğlence, kötüdür.”3575 Her iş ve sözü imanı ile uygunluk gösteren müslüman, âhirette lüzumsuz söz söyleme ve dinlemeden uzaktır: “Orada boş söz değil; yalnız selâm (huzur veren sözler) işitirler.”3576 Lüzumsuz söze kulak asmayan müslümanlar, daima hakkı dinler, hakkı söyler ve yalandan sakınırlar.3577 Dünyada lüzumsuz söz ve boş dâvâlarla meşgul olanlar, yalan, iftira, dedikodu gibi çirkin ve kötü sözlerle kalplerini karartanlar, âhirette hesaba çekildikleri zaman, dünyada olduğu gibi lüzumsuz ve yalan lakırdılar etmeye başlayınca, onların ağızlarına mühür vurulur ve diğer organları, aleyhlerinde şâhitlik etmeye başlar. 3578
Her çeşit kaba ve çirkin söz ve davranışlardan, lüzumsuz ve faydasız sözlerden kaçınmak, daima hak ve doğruyu konuşmak, mü’minin prensibidir. Önemsenmeden söylenen öyle lüzumsuz söz vardır ki, insanı cehennemin en derin yerine sevk eder. 3579
Söz Var İş Bitirir, Söz Var Baş Yitirir: Söz; kişinin inanç, görüş, düşünce ve davranışlarının dilidir. Kişinin aynasıdır, portresidir, için dışa yansımasıdır. Hz. Ali (r.a.): “Kişi, dilinin altında gizlidir” buyurarak bu gerçeği dile getirmiştir. Yine o şöyle buyurur: “Bana soru soranın zekâ seviyesini, sorduğu sorudan anlarım.”
Yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime ve cümlelerle ifade edilse (şiirleşse, hikâyeleşse, edebiyat ve sanat kostümüyle makyajlansa da merduttur.3580 Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur.3581 Dinlediklerinden de.3582 Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir.3583
Küfür, gıybet, lâf taşıma, iftira, yanlış, yalan, çirkin ve kaba söz söylemek, zâten güzel insanların işi değil. Ancak bunun da ötesinde, boş (lâğv) söz söylemekten de nehyedilmişiz. Rabbimiz, kurtulan/kurtulacak olan mü’minlerin
3574] İbn Arabî, Ahkâmu’l Kuir’an, 3/1493; Elmalılı, 7/3883
3575] Buhâri, Edebu’l Müfred Terc. 2/144
3576] 19/Meryem, 62
3577] 25/Furkan, 72; 33/Ahzâb, 70
3578] 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22
3579] Müslim, hadis no: 2988
3580] 6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun, 4
3581] 2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18
3582] 17/İsrâ, 36
3583] 2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 877 -
vasıflarını sayarken: “Onlar ki lâğvden (boş söz ve faydasız işten) yüz çevirirler.”3584 buyuruyor. Yine, mü’minlerin vasfını şöyle açıklıyor: “Faydasız bir söz işittiklerinde oradan vakarla uzaklaşırlar.”3585 Bu gerçeği, Kutlu Önderimiz de (s.a.s.) şöyle dile getiriyor: “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, mutlaka hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin; ya da sussun, konuşmasın.”3586 Gereksiz tartışmaları da hoş görmüyor Rabbimiz. 3587
Konuşmanın kısa, öz ve anlaşılır olmasına da özen gösterilmelidir. Bu konuda Hz. Ali (k.v.): “Çok konuşanın hatası çok olur” diyor. Hz. Ali’nin şu sözleri de önemlidir: “Konuşmadığın sürece söz sana tâbidir. Söyledikten sonra sen, onun mahkûmu olursun.” Çok, gereksiz ve dikkatsiz konuşmamak demek, haksızlık karşısında susmak anlamına gelmez elbet. Yerinde olursa söz altındır. Rabbimizin ikazı hepimizin mâlumudur: “Hakka bâtılı karıştırmayın. Bile bile hakkı gizlemeyin.”3588 Konuşmak gerektiğinde susmak, susmak gerektiğinde konuşmak, kişinin akıl ve inanç zâfiyetine delâlet eder. Hele zulme ve haksızlıklara uğrayanların, onu ortadan kaldırmak için var güçleriyle mücadele etmeleri gerekir. 3589
Kur’an, içerik ve üslûp yönüyle güzel sözün, bazı sadakalardan daha hayırlı olduğunu belirtiyor: “İyi bir söz ve bir ayıp örtme, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır.” 3590
Güzel söz, güzel insanlara, kötü söz de kötü insanlara yaraşır. Rivâyete göre, Hz. İsa, bir gün insanlara güzel, yumuşak ve etkileyici bir dille İslâm’ı tebliğ ediyor. Toplumun içerisinden biri, devamlı çirkin sözlerle hakaret ediyor İsa Peygambere. Havârilerinden biri dayanamayıp: “Ey İsa! Sen de ona söyledikleriyle mukabele et” diyor. Hz. İsa’nın cevabı çok mânidar: “Herkes torbasında olanı satar. Benim yanımda bu var; onun yanında o.” Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur: “Sağında ve solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.” 3591
Konuşmalar; yumuşak, tatlı, yalın, doğal ve sade olmalı. Bağırıp çağırmanın gereği yok. Rabbimiz, Lokman’ın oğluna tavsiyesini şöyle anlatıyor: “Yürüyüşünde mûtedil ve mütevâzi ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) eşeklerin sesidir.” 3592
Hiç şüphesiz sözün en güzelini, bütün güzel vasıflara sahip Güzelller Güzeli Allah söylemiştir. O’nun kutlu kitabından daha güzel söz söylenmiş değildir.3593 Herkes kendini bir hesaba çeksin. En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa, gazeteler, televizyonlar, radyolar ve başka sözler mi vaktini daha çok alıp kendisini
3584] 23/Mü’minûn, 3
3585] 25/Furkan, 72
3586] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s Sâlihîn, 3/103
3587] 18/Kehf, 54
3588] 2/Bakara, 42
3589] 27/Neml, 221-227
3590] 2/Bakara, 263
3591] 50/Kaf, 17-18
3592] 31/Lokman, 19
3593] 39/Zümer, 23
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yönlendiriyor?
Kuşkusuz; sözün en güzelini dinlemek, anlamak, yaşamak ve konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecektir bizi. Olgunlaştıracaktır, çirkinlikten, kötülük ve hamlıktan koruyacaktır bizi. Fertlerin, ailelerin ve toplumların rahatsızlıklarının şifâ bulması, en doğru ve en güzel söz olan reçeteye (Allah sözüne) yönelmekle mümkündür.
Karanlıktan hoşlanan “yarasalar”, iletişim araçlarıyla, saçma sapan sözleriyle, yalan ve iftiralarıyla, kin kusan, hakaret dolu tavır ve ifâdeleriyle İslâm’ı söndürmeye muvaffak olamayacaklardır. “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır.”3594 Her müslüman; Kur’an’dan enerji alan bir nur/ışık olmaya gayret etsin. Göreceksiniz; İslâm’ı karartmak için saldıranlar, bir gün İslâm ile aydınlanacaklar veya kendi zindanlarında cehennemi dünyadayken yaşamaya başlayacaklardır. 3595
Konuştuğumuz dili düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak meşrû, üslûp olarak güzel, tatlı, yumuşak ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir.3596 Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en büyük özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifadelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanlar bir benzerini meydana getirmekten âcizdir. Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifadeli Kitabın benzerini meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak ifade eder. 3597
En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel kullanmalarını emreder. “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.” 3598 Benî İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir. 3599 Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir.3600 En fasih konuşan ve muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden, onlara karşı en güzel ifadelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et/öğüt ver, onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.” 3601
Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir.3602 Ma’rûfu emir, münkerden nehiy, dâvet ve tebliğ görevleriyle mükellef olan mü’minler, bu vazifelerini diledikleri gibi, gelişigüzel ve kendi mantık ve karakter yapılarına
3594] 61/Saff, 8
3595] H. Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 224
3596] 39/Zümer, 23
3597] Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...
3598] 17/İsrâ, 53
3599] 2/Bakara, 83
3600] 39/Zümer, 18
3601] 4/Nisâ, 63
3602] 3/Âl-i İmrân, 159
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 879 -
göre değil; Kur’an’ın gösterdiği usûlle yapmak zorundadır. Hakkında özel sûre ve âyetler olan Cuma namazının ehemmiyeti herkesçe mâlumdur. Cuma namazının şartlarından birinin “hutbe” olduğu düşünüldüğünde, insanlara güzel bir şekilde hitap etmenin, yani hutbe okumanın dindeki yeri de kavranmış olur.
Dili güzel kullanmak, yani edebiyat bir sanattır; güzel sanatlardan biridir. Peygamber lisanıyla güzellikler ve meşrû sanatlar şöyle taltif ve tavsiye edilir: “Allah güzeldir, güzellikleri sever.”3603 Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli şairlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı yücelterek övmüş, teşvik etmiş, hatta bir kere de, memnuniyetini belirtmek için kendi hırkasını çıkarıp bu şaire hediye ederek iltifat etmiştir.
Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor. Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesadı kaldırmak için, yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir. İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, en büyük insan şöyle buyurmaktadır: “Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.”
Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah'a duâ gibi ibâdetlerin yanında; gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleneceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.
Dinin güzel, tatlı ve yumuşak şekilde kullanılmasını, özellikle tebliğ çalışmalarında bu hususlara riâyet edilmesinin gerektiğini ifade etmesine rağmen, güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gâye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gayeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Din, amaç; dil araçtır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gayeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken, vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir. Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere
3603] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kan dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, edebiyat yapma) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.
Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifadeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların en güzeli olan Kitab’ına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ (şâirler) sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilmiştir. 3604
Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir. Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir. Sözü sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması, değer vermemesi gerekir. Müslümanın, güzel rolündeki büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü bir şeyin sahtesini farkedebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir.
Bazen, dinî nasihatler yapan, vaaz, hutbe ve sohbetlerle insanlara hakkı göstermeye çalışan kimselerin, özellikle mevlit okuyan veya radyo ve televizyon programlarında duâ yapan bazı görevlilerin samimiyetsizliği sırıtmakta, bu yapay süsleri bolca kullanarak, makyajı suratından akan kimselerin görüntüsünü oluşturabilmektedir. Allah rasûlü, bu konuda şöyle buyurur: “İneğin geviş getirmesi gibi, dilini sağa sola çevirerek belâğat göstermeye çıkan kimselere Allah buğzeder.”3605 Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifadesini, doğruluğu aramalıyız. Mehmed Âkif Ersoy: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!” diyerek buna işaret etmiştir. Ama sözümüz odun gibi olacaksa, Yûnus’un, dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun, yontulmamış olmasın.
3604] Bkz. 26/Şuarâ, 224-227
3605] Ebû Dâvud, Edeb
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 881 -
Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.
Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir.3606
Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsada yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman kendini dinletir. Söylenecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak.
Kalp/Gönül ve Kalbin Halleri
Kalp, dinî ve edebî literatürde daha çok gönül anlamında kullanılır. Bunun yanında, ruh, öz, her şeyin ortası, özü, ilim ve şecaat anlamlarında da kullanılmaktadır. İnsan ruhunun sevgi ve nefret gibi duyularının merkezi olan yere kalp denilmesi, teşbih/benzetme iledir. Bedendeki kalbin beden için önemi ne ise, ruhun kalbinin de insan için önemi o derecede önemlidir. İslam terminolojisi ve edebiyat dilinde geçen “kalp”ten maksat, vücudun sol kesimindeki, kanı damarlara pompalayan bir parça etin olmadığını hemen hepimiz biliriz. “Kalbi olan(lar) için onda anlayış ve ibret (dersi) vardır.”3607 Açıktır ki, burada geçen kalp, vücudun kalp denilen organıyla tamamen farklı ve esasen onunla ilgisi olmayan yüce ve mümtaz hakikattır. “Kalplerinde hastalık vardır.”3608 Bu kalp hastalıkları, elbette tıp doktorunun tedavi edebileceği bir hastalık değildir.
Ma'rifet, yani Allah'ı bilmek ve tanımak kalbin işidir.3609 Haset, gazap, buğz ve nefret gibi kötü duyular kalpte bulunduğu gibi; iman, Allah korkusu, hilm ve takva da kalbe ait fiillerdir.3610 Mü'mine yakışan, kalbe Allah sevgisini yerleştirmek için onu Allah sevgisinin dışında mal, mülk, para gibi dünyalık şeylerin muhabbetinden uzaklaştırmaktır. Fâni olan her şeyin sevgisi geçici, yalnızca Allah sevgisi bâkidir.
Kur'an ilimlerinde, din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci anlam, yani gönül kastedilir. Temiz kalpli adam, kalbi bozuk, kalpsiz, taş kalpli gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de onu anlayacağız
3606] Bkz. 3/Âl-i İmran, 159
3607] 50/Kaf, 37
3608] 2/Bakara, 10
3609] bkz. Buhâri, İman 13
3610] Müslim, İman 230; Tirmizî, Fiten 26; Nesai, Cihad 8; Ahmed b. Hanbel, V/71
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki, gaybe imanda, Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Kalp, iman nuru ile dolduğunda gönül; inkâra ve küfre yöneldiğinde ise nefistir. Gönül ulviyete/yüceliğe, nefis süfliyete/alçalmaya yönelir. İlahî sevgi ve tevhid sırrı burada tecelli eder. Gönül, hem çok yüce, hem de çok hassastır. Kırılınca kolay kolay tamir edilemez. Gönül, enfüsteki ayetlerin yazıldığı kitaptır. Onun okunması da yine gönülle, kalp gözüyle olacaktır; çünkü kalpten kalbe yol vardır.
Kur'an, kalbe duyu organlarını sağlıklı kullanmayı, bilmeyi, anlamayı, düşünmeyi, akletmeyi, öğüt almayı, inanmayı vb. fonksiyonları, olumsuzluklarıyla beraber isnâd etmektedir. Kalp, sağlıklı ise bunlar pozitif; sağlıksızsa negatif bir gelişme arzeder. Kur’an, kötü işlerin ruhu bozup insanı iyiliklerden ve doğru yoldan saptırdığından bahseder.
“Öyle değildir, hayır! Kazandıkları, üstüste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur.”3611
“Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırma.”3612
“Onlar eğrilince, Allah da kalplerini gerçekten bâtıla meylettirdi.”3613
“...Ve (yaptıklarından dolayı) kalplerini perdeledik, artık anlayamazlar onu.”3614
“İşte kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.”3615
“...Onların (ehl-i kitabın, hak ile araları) uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı ve onların çoğu fâsık oldu.” 3616
“Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.”3617 Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı gibi yaratılmış bakımından kalp temizdir. Ancak vücut ülkesinin başkenti olduğundan dolayı iman, ruh gibi dostlar da; şeytan, nefis gibi düşmanlar da orada örgütlenmeye çalışır. Devrimler, ihtilâller orada olur. Bu uçsuz bucaksız ülkenin en çarpıcı özelliği adında gizlidir: Kalb; yani değişken olan; halden hale giren; özetle "dönek". Bir kararda durmaması, gördüğüne akması, bir su gibi içine girdiği ortamın rengini yansıtması ona bu ismin verilmesine neden olmuştur. Devrim, eskimez tanımıyla "inkılâb" da "kalb"le aynı kökten gelmiyor mu zaten?
“Değil, başkası değil, onların işlediği günahlar karartmıştır kalplerini.”3618 Bu karayı, bu pası temizlemek elbet kolay olmayacaktır. Nasıl temizlensin ki? En çok kullandığımız organlar el, kafa ve kalp. Bunlar içerisinden de en çok kullanılan kalptir. Elimizi birkaç ay yıkamadığımızı düşünelim, tiksinilecek bir durum olur. Ya ondan çok daha fazla kullandığımız kalp? Onun ne kadar kirleneceğini hesaplamak zor değildir. Bu kirlilik, kalbi sonunda öyle bir noktaya getiriyor ki,
3611] 83/Mutaffifin, 14
3612] 3/Âl-i İmran, 8
3613] 61/Saff, 5
3614] 6/En’âm, 25
3615] 7/A’râf, 101
3616] 57/Hadîd, 16
3617] Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn Mâce, Fiten 14
3618] 83/Mutaffifin, 14
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 883 -
kalp duyarsızlaşıyor, katılaşıyor, taşlaşıyor. “Sonra kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ortasından sular çağlar, öyleleri de vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” 3619
Kalp katılığı, rahmet kıtlığıyla doğrudan ilgilidir: “Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini kaskatı yaptık.”3620 Âyette kalp katılığının illeti olarak lanetlenmenin gösterilmesi oldukça ürperticidir.
“Kasvet” (kalbin katılaşması), sonunda hidayetin; kalbin yakıtı olan hidayetin tümden kesilmesine neden oluyor: “Hatemallahu alâ kulûbihim (Allah kalplerini mühürledi)”3621 Artık dosya kapanmıştır, mühürlenmiş ve imzalanmıştır. Vurandan başkası çözemeyecektir o mührü. Katılık kalbin felâketi; mühürlenmekse kıyametidir. Kalp gibi mükemmel bir coğrafyayı elden kaçıran, devlet kuşunu elden uçurmuş demektir. Bu duruma düşmemenin en garantili yolu iç savaştır.
Kur’an’da Kalbin Halleri: Kur'an; kalbin durumlarını, ibadet ve takvaya meyilli kalplerin değişik yapı ve özelliklerini belirtir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: Mutmain kalpler,3622 selim kalpler,3623 Allah'a yönelmiş kalpler,3624 Allah anıldığı zaman titreyen kalpler,3625 Allah'a bağlı kalpler,3626 Mütevazı kalpler,3627 Huşû İçerisindeki Kalpler. 3628
Kur'an'da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik durum ve özellikleri de şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı) Kalpler,3629 Eğri Kalpler,3630 Gâfil ve Gaflete Düşürülmüş Kalpler,3631 Taş Gibi Katı Kalpler,3632 Kılıflı Kalpler,3633 Hasta Kalpler,3634 Mühürlü Kalpler,3635 Bağlı Kalpler,3636 Kapalı Kalpler,3637 Kör Kalpler,3638 Kilitli Kalpler.3639
Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri: Kur'an'dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsi
3619] 2/Bakara, 74
3620] 5/Mâide, 13
3621] 2/Bakara, 7
3622] Ra'd, 28
3623] 26/Şuarâ, 89
3624] 50/Kaf, 31-32
3625] 8/Enfâl, 2-3
3626] 8/Enfâl, 11
3627] 22/Hacc, 54
3628] 57/Hadîd, 16
3629] 3/Âl-i İmran, 159
3630] 3/Âl-i İmran, 7
3631] 18/Kehf. 28
3632] 2/Bakara, 74
3633] 2/Bakara, 88
3634] 2/Bakara, 10; 33/Ahzâb, 32
3635] 45/Câsiye, 23
3636] 7/A'râf, 100
3637] 41/Fussılet, 5
3638] 22/Hacc, 46
3639] 47/Muhammed, 24
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hastalık: Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.
Kalp hastalıklarının ilacı ise; Kur'an-ı Kerim'i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış. Kalbi arındırma yollarına müracaat edip güzel ahlak ve ihlâslı ibadet üzere olmak. Cesaret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kalbin Katılaşıp Hastalanması ve Mühürlenmesi
Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.3640 Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp, marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı gösterir.3641 Bu ayetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyakârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır.3642 Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık, hırs,3643 rics (pislik, iğrençlik, sefihlik), şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker.3644 Kalp marazı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onun insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu tıkayan bir bela olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara.”3645 Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır.3646 Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahudilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikata açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur.3647 Hastalanan ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük budur.3648 Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları dumûra uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faaliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir.3649 Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl faaliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanıyor. 7/A’râf, 179. ayeti ise, inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan
3640] Muhammed, 22
3641] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12..
3642] 2/Bakara, 10
3643] bkz. 33/Ahzâb, 32
3644] bkz. 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53
3645] 39/Zümer, 22
3646] 57/Hadîd, 16
3647] 83/Mutaffifin, 13-15
3648] 22/Hacc, 46
3649] bkz. 22/Hacc, 46
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 885 -
tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi;3650 hatmedilmesi / mühürlenmesi3651 ve kalbe kilit vurulması,3652 kalbe perde çekilmesi,3653 deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağı dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur.3654 Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Bir insan, Allah'a karşı sorumluluk ve şükran hissi duymaz, takva özelliklerine sahip olmazsa; kalp, kulak ve gözünde meydana gelen cereyan kesilmesi (mühür ve perde) onun idrak cevherini yok eder. Ona gerçekleri en kesin bir dille anlatsanız da; o, bunu farkedemez. Çünkü Allah'ın yaratış sırrında güzellikler ve ihtişam vardır. Gözü perdeli, kalbi ve kulağı mühürlü olan bunu farkedemez. Dolayısıyla onların uyarılması ve uyarılmaması eşittir; inanmazlar.
Bütün kâfirlerin değil; insanî değerlerden soyutlanmış küfürde inatçı kimselerin kalpleri mühürlenir. Cenab-ı Hak, küfre düşen bir kimseyi sonsuz rahmetiyle uzun süre gözetimde tutar; yani kalbini hemen mühürlemez. Ona dönüş şansı tanır. Fakat gurur, cimrilik ve azgınlıkta direnirse, ilahî gazap mührünü vurur ve artık o iflah olmaz. Artık bu kimse Fatiha'daki "mağdûb-i aleyhim" grubuna girmiştir. Diğer kâfirler ise "dâllîn"dir; günün birinde, kendi tavırlarıyla liyakat kesbettiğinde Rabbimiz hidâyet verebilir.
Müslüman açısından kalplerin mühürlenmesi gerçekleşmez; öyleyse bu konu sadece azgın kâfirleri ilgilendirir diyemeyiz. Günümüzde günahlar çok kolaylaşmış, bilerek veya bilmeyerek şirke, küfre düşmek olağan hale gelmiştir. Bir müslümanın, kalplerin mühürlenmesi, Allah'ın lanetine uğramasına giden yolları iyi bilmesi gerekir ki o tehlikeli istikamete meyl etmesin. Günahtan küfre, küfürden kalp mühürlenmesine giden korkunç tehlikelerden uzak kalmak için çok hassas olmalıyız. Şeytanın ve nefsin günah işletmekten muradı; bizi sadece günahkâr kılmak değil; fırsatını bulup kalbi mühürletecek noktaya getirmektir. Her günah da, tevbe edilmediği ve ısrar edildiği müddetçe sonu ümitsizliğe, uydurma te'villerle haramı helalleştirmeye, kalp katılığına, dolayısıyla küfre açılan bir kapıdır. Kur'an, bu nedenle günahlardan kaçmamızı ısrarla emretmektedir. Bir insan günah işleye işleye, adım adım küfre yaklaşır. Günah işleyen, daima günah çevresinde günahkârlarla dost olacağından, yavaş yavaş günahkârlığı karakter çizgisi haline getirir.
Günah işleyen, suçuna karşılık te'vil yolları arar. En tehlikeli oyun da budur. Bu te'vil hastalığı ilerleyerek Kur'an'a saygıyı azaltır. Sonunda küfre götürebilir. Zaten tevbenin temel sırrı budur. Günah işleyen, hiçbir mazeret, bahane icat etmeden, te'vile kapılmadan suçunu idrak ve kendine itiraf etmelidir. Bu kabul, te'vilden ve küfürden kurtarır. Bu konuda İblis ile Hz. Âdem'in işledikleri
3650] 7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56
3651] 2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46
3652] 4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24
3653] 6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57
3654] bkz. 2/Bakara, 74
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hata konusundaki tavırları Kur'an'da ibret alacağımız şekilde vurgulanır. Günah kompleksine düşerek de insan küfre doğru yönelebilir. Şeytanın bir oyunu da, günah işleyen insanı paniğe kaptırarak saflarına almaktır. Yani "sen nasıl olsa büyük günahkârsın; sen artık iflah olmazsın, öyleyse günaha devam; battı balık yan gider" sloganıdır. Bu yorum, temelden yanlış bir yargıdır. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Allah,(vazgeçilip tevbe edilince) bütün günahları mağfiret eder." 3655
Kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilah edinme,3656 Allah’ın nimetlerine nankörlük,3657 azgınlık, zulüm,3658 bilgisizlik3659 gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebelir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler.3660 Küfre götüren günahlar açısından önemli bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken yasaklardır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfaz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terketmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zalimin kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür. Yine küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.
Kalplerin katılaşmasından sonra fâsıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Kur'an nuruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşu ve huzur ile Allah'ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emaresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır. Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğzeden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım eder. 3661
İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır,
3655] 39/Zümer, 53
3656] Câsiye, 23
3657] 7/A’râf, 101
3658] 10/Yûnus, 74
3659] Rum, 56; Tevbe, 87, 93
3660] 2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46
3661] bkz. 58/Mücadele, 22
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 887 -
öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise, insanın kalbini sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur'an'dan ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine kararır ki, Kur'an tabiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır. Takva sayesinde Kur'an'ın hidayetiyle, Allah'ın nuruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi iradesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş olur. Kalbi de imandan, sevgiden ibadetten zevk almaz olur ve küfrü, isyânı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün nedenleri değildir. "Onlar sapınca, Allah da kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." 3662
Katı Yürek (Ğalîz ve Kasvet İçindeki Kalp)
Yaratılış itibarıyla duyarlı, yumuşak ve ince bir yapıya sahip olan kalp, çeşitli sebeplerle bu özelliklerini kaybederse katılaşmış olur ki Kur’an, kalbin bu halini ğılzat ve kasvet kelimeleri ile ifâde eder. Tabiî olarak etkiye açık bir nesnenin, ârızî bir sebeple yapısal değişikliğe uğraması, etkilenmez bir şekle bürünmesi, Arap dilinde “kasâ el-kalbu” veya “ğaluza’l-kalbu” ifâdeleriyle beyan edilmiştir. Lugatta “kasvet” kelimesine “katılık” ve “sertlik” gibi mânâların yanı sıra, “hâlis olmayan”, “kuruluk” ve “kuraklık” gibi anlamlar da verilmiştir. Kasvet kelimesiyle hemen hemen aynı anlama gelen “gılzat” kelimesi de esâsen maddî nesnelerde kullanılmakta ise de, istiâre yoluyla zaman zaman mânevî şeylerde de kullanılmıştır. 3663
Müfessirler kalp katılığını genel olarak, “kalbin Hakk’a yönelmekten ve Allah’ın âyetlerini anlamaktan uzak olması” ,“öğütlere kulak asmayıp bâtıla dalması” ve “inkâr ya da ma’siyette ısrar etmesi” olarak açıklamışlardır. Kalp katılığını ifade eden âyetleri iki grupta incelemek mümkündür. Bazı âyetler İlâhî öğüt ve tâlimlere direnen inkârcı kalbi ele alırken, diğer birkısım âyetler de imandan sonra çeşitli sebeplerle hassâsiyeti kaybolan ve zamanla donuklaşan kalbi ifâde etmektedir.
Peygamberler aracılığıyla gönderilen İlâhî vahye gönüllerini açmayıp direten ve bu sebeple kalpleri âdetâ gerilip kasılan kimseler hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o kimse, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah’ı hatırlamak husûsunda kalpleri katılaşmış (kaasiye) olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.” 3664 Âyette geçen “el-kaasiyetu kulûbuhum min zikrillâh” tâbiri, Allah adı zikredildikçe nefret ve kini artan ve bu sebeple kalp katılığı artan kimseler diye tefsir edildiği gibi, gönüllerinin katılığı sebebiyle Allah adını dâhi kabul etmeyen inkârcılar olarak da yorumlanmıştır.
Kur’an, imandan sonra kalbi katılaşanlara misal olarak yahûdileri gösterir.3665 Kur’an, mü’minleri sık sık ehl-i kitaba benzememeleri gerektiği husûsunda uyarır. Bu uyarılardan birisi de kalp katılığı hakkındadır: “İman edenlerin Allah’ı zikretme ve
3662] 61/Saff, 5
3663] Râğıb, Müfredât, s. 364
3664] 39/Zümer, 22
3665] 2/Bakara, 74; 5/Mâide, 13
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Mü’minler, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onların birçoğu fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir.”3666 Bu âyet, açık bir şekilde imandan sonra gevşemenin, çözülmenin ve dinî konularda duyarlığın kaybolmasının kalp kasvetine sebep olacağını beyan etmektedir. Denilebilir ki, dinî hassâsiyetin ve iman coşkusunun kaybolmasında belki de en önemli iki etken, gaflet ve ülfettir. İman nûru gaflet ve ülfetle zayıflayınca, kalp gözü Mevlâ’dan ve ukbâdan dünyaya çevrilecek ve kişi dünya muhabbetiyle uzun emeller peşinde koşarken kulluğu unutacaktır. Bu unutma ise hassas gönlün donmasına sebep olacaktır. Nitekim Allah Rasûlü bu gerçeğe şu sözleriyle işaret etmişlerdir: “Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın. Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır.”3667 Yine Hz. Peygamber’in, “Allah’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah hatırlanıp zikredilmeden yapılan uzunca konuşmalar kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır.”3668 beyanları, Allah’ı görür gibi ihsân duygusu içinde yapılmayan her türlü söz ve davranışın, kalbî hassâsiyetin bir ölçüde kaybolmasına sebep olacağını vurgulaması bakımından dikkat çekicidir.
Kalp katılığının acı sonuçlarını Kur’ân-ı Kerim, “Allah’ın âyetlerini tahrîfe yönelmek, İlâhî uyarılara aldırmamak, nasihatten etkilenmemek, hiyânete saplanmak”3669 ve “şeytanın fitnesine düşmek”3670 şeklinde açıklar.
Allah’a yakınlığın önemi ve O’ndan uzak olmanın üzüntüsü, kul için vazgeçilmez bir mesele olmalıdır. Mâlik bin Dînar’dan (öl. 131/748) şöyle bir söz nakledilir: “Hiçbir kul, kalp katılığından daha ağır bir cezâ ile cezâlandırılmamıştır. Allah bir topluma ancak gönüllerindeki merhamet duygusunu sökünce gazap eder.” Bu hassâsiyetle harekete geçen bir sahâbî, Allah Rasûlü’ne, kalbinin katılığından şikâyette bulununca Hz. Peygamber: “Gönlünün yumuşamasını istiyorsan, fakiri doyur ve yetimin başını okşa”3671 cevabını vermiştir. Ebû Mûsâ el-Eş’arî de Basra’lı bir grup hâfıza, “Kur’an’ı okuyun! Sakın, uzun müddet Kur’an okumayı terketmeyin! Aksi halde sizden öncekiler gibi sizin de kalpleriniz katılaşır”3672 tavsiyesinde bulunarak, Kur’an’ın gönüllere şifâ olan yönüne dikkat çekmiş ve İlâhî kelâmla irtibatın koparılmaması gerektiğini bildirmiştir.
Bütün mü’minlerin duyarlı bir gönle sahip olmaları gerektiği Kur’an tarafından sıkça vurgulanmakla birlikte,3673 özellikle toplum önderlerinden bu konuda çok daha hassas olmaları istenir. Nitekim Hz. Peygamber’e hitâben şöyle buyrulmuştur: “Allah’tan bir rahmet sâyesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli (ğalîzu’l-kalb) olsaydın, onlar etrafından dağılıp giderlerdi.” 3674
İnsanın şefkat, merhamet ve muhabbet gibi ulvî duygularının mahalli olan
3666] 57/Hadîd, 16
3667] İbn Mâce, Mukaddime 7
3668] Tirmizî, Zühd 62
3669] 5/Mâide, 13; 6/En’âm, 44
3670] 22/Hacc, 53; 6/En’âm, 43
3671] Ahmed bin Hanbel, II/263, 387
3672] Müslim, Zekât 119
3673] 8/Enfâl, 2; 22/Hacc, 35
3674] 3/Âl-i İmrân, 159
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 889 -
gönül dünyası, ezelî mîsâkın3675 bir gereği olarak iman nûru ile aydınlanmamış ya da aydınlandıktan sonra, gaflet neticesi işlenen günahlar sebebiyle katılaşmışsa, fonksiyonlarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış demektir. İlâhî nûr ile yumuşamamış bir gönül kuru demektir. Kalp kuruluğu, haşyetullah ve yaratılana şefkat sularının eksikliğinden ileri gelir. Hangi kalpte bunlar eksikse, işte taş gibi ya da taştan daha katı olan kalpler3676 bu çeşit kalplerdir. Susuz, kupkuru çölden meyveli bitkiler yetişmeyeceği gibi, susuz gönülden de güzel neticeler çıkmayacaktır. Yapılması gereken; İlâhî rahmeti celbedecek Allah’ın zikri ve Kur’an gibi vesîlelere sarılmak ve şefkat damarlarını açacak davranışlar sergilemektir. 3677
Tefsirlerden İktibaslar
“Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın; eğer kaba ve katı kalpli olsaydın elbette etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için bağışlanma dile. İş hususunda onlarla istişare et. Azmettiğin zaman da, artık Allah’a tevekkül et. Elbette Allah tevekkül edenleri sever.” 3678
Ey Muhammed! Allah’ın rahmeti sebebiyle sen Uhud savaşından kaçanlara yumuşak davrandın, onları azarlamadın; eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, kırıcı sözlerle onurlarını rencide etseydin elbette onlar da etrafından dağılırlar ve sapıklığa düşerlerdi. Artık onların Allah hakkı dışında, sana karşı işledikleri hatalarını affet, görmezlikten gel ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Hakkında vahiy bulunmayan önemli işlerde takva sahibi mü’minlerle istişare et. İstişare sonucunda senin ve ümmetin için faydalı olacağını zannetiğin bir şeye karar verdiğin zaman da, artık Allah’a tevekkül et, O’na dayan, O’na güven ve işini yap, birtakım vesveselere kapılma, azimli ve kararlı ol. Elbette Allah tüm tedbirleri aldıktan sonra kendisine tevekkül edenleri, gönülden bağlananları, kaza ve kaderine teslim olanları sever. İstişare sonucu mü’minlerin menfaatine uygun kararların çıkmasına yardım eder. İstişare sonucu çıkan görüş Kur’an ve sahih sünnete aykırı ise bu görüşün İslam’da hiçbir değeri yoktur, reddedilir.
Şimdi ey Muhammed! Şu ilâhî nimete özellikle şükretmelidir ki, Allah katından büyük bir rahmet ile yaratılmış olduğun güzel ahlak gereğince sen onlara yumuşak, nazik bulundun, azarlamayı hak ettikleri halde kusurlarını yüzlerine vurup da sert muamele etmedin. Yoksa sen huysuz, katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz etrafından darmadağın olurlar, seni bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına toplanmazlardı. Bu ise en büyük bir felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik haklarıyla ilgili kusurlarını affet ve Allah haklarını Allah affettiğinden, onlar için istiğfar et ve iş de onlarla istişare et. Yani vahy gelmeyip rey ve ictihada dayanan, savaş gibi, genel işlere ilişkin durumlarda onların oyunu al ki emir, iyiliği emir olsun. Müşavereden sonra karar verip azmettiğin zaman da Allah'a dayan ve itimad et, icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever. 3679
16/Nahl, 125: Mevdudi diyor ki: "Bu emir, İslâm'ın tebliği ile ilgilenenler için
3675] 7/A’râf, 172
3676] 2/Bakara, 74
3677] Adem Ergül, Kalbî Hayat, s. 390-395
3678] 3/Âl-i İmrân, 159
3679] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok önemlidir. Onlar şu iki şeyi de gözönünde bulundurmalıdırlar: "Hikmet" ve "güzel öğüt" Hikmet; kişinin tebliği sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarının gözönünde bulundurulmasını ve Mesaj'ın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. Bundan başka aynı metod herkese veya her gruba uygulanmamalı, aksine önce muhatabın hastalığı teşhis edilmeli, ona göre zihin ve kalbi uyarılarak tedavi edilmelidir.
"Güzel öğüt" iki noktayı vurgulamak ister:
1) Kişi muhatabını sadece mantıki ikna metodlarıyla değil aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmalıdır. Aynı şekilde kişi sadece sapıklık ve kötülüklerin yasak olduğu konusu üzerinde durmamalı, aynı zamanda insan doğasında var olan kötülük aleyhtarı tutumu, karşısındaki insanda da uyandırmaya çalışmalıdır. Bu kötülüklerin sonuçlarıyla da muhatabını uyarmalıdır. Bunun yanısıra kişi karşısındakine hidayetin ve iyi amellerin mükemmel ve doğru olduğunu mantıken kabul ettirmeye çalışmakla kalmayıp aynı zamanda onu sevdirmeye de çalışmalıdır.
2) Öğüt, karşıdakinin mutluluğu ve refahını düşündüğünü gösterir bir tarzda olmalıdır. Öğüt verenin karşısındakini küçük gördüğünü veya kendi üstünlüğü ile övündüğünü gösterecek hiç bir davranışı olmamalıdır. Aksine karşıdaki kimse, öğüt verenin kendisini düzeltmeye ve mutluluğa ulaştırmaya çabaladığını hissetmelidir.
"En güzel şekilde mücadele et" emri, kişinin tatlı bir dile sahip olması, soylu bir davranış göstermesi, akli ve cezbedici fikirler öne sürmesi ve polemik, tartışma ve karşıtlıklar içine düşmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Başkalarıyla en güzel şekilde mücadele eden kimse, suçlamalara, çarpık fikir ve iğneli sözlere yönelmez; karşısındakini mat etmek ve tartışmada kendi üstünlüğünün alkışlanması için onunla alay da etmez. Çünkü bu tür davranışlar inatçılık ve dikbaşlılığa neden olur. Bunun tam tersine öğüt veren kişi karşısındakini alçak gönüllü ve basit bir şekilde ikna etmeye çalışır ve karşısındakinin çarpık fikir ve kısır döngülere girdiğini gördüğü zaman onun daha çok sapıtmaması için tartışmayı bırakır." 3680
Mevdudi diyor ki: "Allah kendisinden korkanlarla beraberdir." Çünkü onlar kötü yollardan sakınırlar ve daima doğru bir davranış içinde olurlar. Onlar eylem ve davranışlarının, kendilerine yaptıkları kötülükler tarafından değil, kendi doğruluk duygularından kaynaklandığını bilirler. Bu nedenle kötülüğe iyilikle karşılık verirler." 3681
20/Tâhâ, 44. Mevdudi diyor ki: "Bir insanı doğru yola götürmenin iki yolu vardır: 1) Onu tartışma ve öğüt ile ikna etmek. 2) Onu sapıklığın sonuçları ile uyarmak.” 3682
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla. Kendileri için
3680] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 3/63
3681] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 3/64
3682] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 3/226
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 891 -
Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."
Ayetlerin akışı burada Resulullah'a ve O'nun şahsında da Medine'den çıkmak için başta öne atılan, sonra safları karışan ve böylece savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını tevcih etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve Resulullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında zayıflık göstermişti. Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş, O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde çağırır halde bırakıp, buna rağmen hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi. Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için onlara yönelmekte ve çevresinde kalplerin toplandığı Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan Allah'ın rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte ve bu davranış sonucu kalbinde yer eden kırgınlığı da gidermektedir. Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları affetmeye, onlar için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi onlarla müşavere yapmaya çağırmaktadır.
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı." Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve son derece yumuşak kılmıştır. Şayet kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü insanlar sürekli; şefkatli üstün bir gözetime, güleryüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, kendilerine veren; ancak onlardan bir şey beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat, hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar. İşte Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi şahsı için onlara kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir sıkıntı hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine, elinde ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi. Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran sevgi duygularıyla dolmasın.
Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni yerleştirmek için hatırlatmaktadır. 3683
“Sen ve kardeşin ayetlerimle, mucizelerimle gidiniz. Bu arada adımı anmayı hiç ihmal etmeyiniz. Firavun'a gidiniz. Çünkü o gerçekten azıttı. Ona yumuşak sözler söyleyiniz. Belki aklı başına gelir ya da kötü akıbete uğramaktan korkar.” 3684
Sen ve kardeşin mucizelerimin itici enerjisinden güç almış olarak yola çıkınız. Bilindiği gibi Hz. Musa, bunlardan değneğin yılana dönüşme mucizesi ile ak
3683] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an
3684] 20/Tâhâ, 42-44
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
parıltı saçan el mucizesini gözleri ile görmüştü- Bu arada adımı anmayı hiç ihmal etmeyiniz. Bu sizin cephaneniz, silahınız, sırtınızı vereceğiniz sağlam dayanağınız, düşmez kalenizdir. Firavun'a gidiniz. Ben seni vaktiyle onun kötülüğünden korumuştum. O zaman yeni doğmuş bir bebektin. Bir sandukaya kapatıldın, sanduka nehre atıldı ve dalgalar onu kıyıya bıraktı. Bu terör senin kılına dokunamadı, bu korkular sana hiçbir zarar vermedi. Oysa şimdi eğitimlisin, donanımlısın, göreve hazırsın. Şimdikinden çok daha kötü, çok daha büyük tehlikelerden kurtulduğuna göre artılı sana bir şey olmaz.
Kardeşinle birlikte Firavun'a gidiniz. Çünkü o iyice azıttı, gemiyi azıya aldı, zorbalığını ayrı boyutlara vardırdı. Okuyalım: "Ona yumuşak sözler söyleyiniz." Çünkü yumuşak söz, karşı tarafı kızdırmaz; onun günahla, kötülükle gururlanma damarını kabartmaz. Azgın zorbaların başını döndüren kof bencillik kompleksini depreştirmez. Tersine kalbi uyarır. Uyanan kalp ise öğüt alır, azgınlığın sonundan korkmaya başlar.
Kardeşinle Firavun'a gidiniz. Giderken doğru yola dönmez önyargısına kapılarak umutsuzluğa kapılmayınız. Öğütlerinizi dinleyebilir, kötülüklerinden korkup vazgeçebilir iyimserliği içinde olunuz. Çünkü eğer bir çağrı görevlisi, çağrısının etkisi ile karşısındaki kimsenin doğru yola gelebileceğini ummazsa, coşku için çağrı görevini yapamaz, karşı tarafın ayak diremeleri ve inkârcılığı ile yüz yüze gelince tüm gücü ile davasını savunmayı sürdüremez.
Hiç kuşkusuz Yüce Allah, Firavun'un başına neler geleceğini, sonunun nasıl olacağını biliyor. Fakat her işte olduğu gibi, çağrı görevinde de sebeplere yapışmak gereklidir. Yüce Allah, insanları yaptıklarına göre, bu yaptıkları kendi dünyalarında meydana geldikten sonra, hesaba çeker. Gerçi O, olup-bitenlerin öyle olacağını baştan bilir. Çünkü yüce Allah'ın olayların geleceğine ilişkin bilgisi şimdiki zamana ve geçmişe ilişkin bilgisi gibidir, O'nun bilgisi açısından zaman dilimleri arasında hiçbir fark yoktur. 3685
“Sözün âfeti yalandır.”3686
“Belâ, insanın sözü üzerine gelir.”3687
“Ya hayır söyle, ya sus!”3688
“Ya hayır konuşup da sevap kazanan yahut susup da selâmet bulan kişiye Allah rahmet etsin.”3689
“Senden soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır.”3690
"Nezâket ve yumuşaklık, muhâtabı kabalık ve şiddetten daha kolaylıkla yumuşatıp nezâkete zorlar."
3685] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an
3686] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3687] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3688] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3689] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3690] Hz. Ali r.a.
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 893 -
"Her zaman yumuşak huylu ol. Sertlik, kabalık ve kötü sözden sakın."3691
"Kendisine karşı kusurlu olana yumuşak davrananın ilk mükâfâtı, bütün insanların ona yardımcı olmasıdır."3692
"İnsan kalbi, her çeşit bilgiden daha çok, yumuşaklık ve sözle okşamak sûretiyle kazanılır."
"Nezâket ve yumuşaklık, para ile alınmaz, ama her şeyi satın alır."
"Nâzik ve kibar insan, nezâketi nezâketsizden öğrenir."
"Kaba bir kimsenin elinden, hayat suyu olsa bile su içme."3693
"Doğru olsa da, sert söz insanı yaralar."
"Güzel söz, en etkili bir sinir ilâcıdır."
"Tatlı söz söyleyen, hiç kimseden kötü söz işitmez."
“İnsan dilini tutup konuşmadıkça, ayıbı da hüneri de gizli kalır.”3694
“Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz; Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”
“Ya susun, yahut susmaktan iyi şeyler söyleyin.”
“Konuşması insanı hayvanlardan, söylediği şeyler de meleklerden ayırır.”
“Gelür kem sözle başa çok belâlar.
Savar mâkul söz nice kazâlar.”
“Tatlı sözle yılan ininden çıkar. Kaba sözle kişi dininden çıkar.”
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz.”3695
“Ve susmak altın olmadı hiçbir zaman; Sözün bir anlamı oldukça.”
“Çok kez, en güçlü eleştiri, ses çıkarmamaktır.”
“Bazen susmak, söylenen bir sürü sözden çok daha fazlasını ifade eder.”
“En kuvvetliniz, hiddet ânında nefsine hâkim olanınız ve en halîm olanınız da kudreti yeterken affedeninizdir.”3696
“Kahraman, hiddet ânında nefsine hâkim olan kimsedir.”3697
“Asıl mücâhid, Allah rızâsı için kendi nefsi ile mücâdelede bulunan kimsedir.”3698
“Kulun yutkunduğu şeylerde Allah katında en büyük mükâfat kazanacağı,
3691] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3692] Hz. Ali r.a.
3693] Hz. Ali r.a
3694] Şeyh Sâdi
3695] Yunus Emre
3696] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3697] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3698] Hadis-i Şerif Rivâyeti
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiddeti ânında Allah rızâsı için yutkunarak hiddetini yenmesidir.”3699
“Hiddetlenen herkes, kendini Cehenneme doğru sürüklemiş olur.”3700
“Hiddetini yenen kimsenin kusurunu Allah örter.”3701
“Tartışmalarda öfkelendiğiniz an, hak ve hakikat için değil; kendi hevânıza, kendi nefsiniz hesabına çalışmaya başlarsınız.”
“Bir anlık öfke her şeyi mahvedebilir.”
“Hiddet ekilen yerden pişmanlık biçilir.”
“Öfkenin başlangıcı çılgınlık, sonu pişmanlıktır.”
“Kızgınlık, geçici bir deliliktir. Bu yüzden duygularınıza sahip olun; yoksa onlar size sahip olurlar.”
“Zorluklara karşı kızmak, onu yenemeyeceğinizi anlamak demektir.”
“Üç özellik sahibinin imanı kemâle ermiştir. Bunlar: Bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği halde haddi aşmamaktır.”
“İnsanın kızması, başkalarının hatalarının intikamını kendinden alması demektir.”
“Kızan bir kimse, aklı başına gelince bu sefer de kendisine kızar.”
“Öfke, eğer Muhammedî terbiyeden geçerse, küfre karşı kesin bir tavır; mü’minlere karşı hilm ve silm şeklinde kendini gösterir.”
“Sabırlı adamın öfkesinden sakının.”
“Allah’a sığın şahs-ı halîmin gazabından;
Zira yumuşak huylu atın çiftesi pektir.”
“Oturur yerine zararla elbet; Âhir, öfke ile kalkan demişler.”
“Öfkenin ateşi, önce sahibini yakar; sonra, kıvılcımı düşmana ya varır, ya varmaz.”
“Öfke ile beraber akıl da uçup gider.”
“Doğada taşkın bir öfke kadar insanı insanlıktan çıkaran, hayvanlaştıran bir şey yoktur.”
“Öfke, kısa bir deliliktir.”
“Öfkeli kişinin ağzından yalnızca azarlayıcı, suçlayıcı sözler çıkar.”
“Öfke, savunma için silâh sağlar.”
“Öfke şahlandımı vicdan uyuşur.”
“Öfkeliyken konuş. Göreceksin ki pişman olacağın en güzel konuşmayı yapacaksın.”
3699] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3700] Hadis-i Şerif Rivâyeti
3701] Hadis-i Şerif Rivâyeti
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 895 -
“Öfke, çöken bir yapıya benzer, nereye düşse orayı da yıkar.”
“Öfke ile kalkan zararla oturur.”
“Keskin sirke, küpüne zarar verir.”
“Öfke, zekânın alevini söndüren büyük bir rüzgârdır.”
“Öfkeli bir insan, ağzını açar; gönlünü ve gözlerini kapar.”
“Kızgınken karar veren, fırtınalı havada yelken açan bir insandır.”
“Nâmertler, samimi olarak öfkelenmezler. Bunlar, gösterecekleri öfkenin şiddetini karşısındakilerin âcizliklerinden alırlar.”
“Haddinden fazla hiddet, gayedeki hikmeti yok eder.”
“Hiddet ekilen yerden pişmanlık biçilir.”
“Hiddet, cinnetin küçük kardeşidir.”
“Hiddetini yenenleri kimse yenemez.”
“Hiddetin devamı, kin denilen feci hastalığı doğurur.”
“Hiddet, azgın bir ata benzer, haline bırakılırsa kendi ateşiyle yıpranır.”
“Kindarlık ve sertlik şeytanı dışa kovmaz, içe iter.”
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yumuşaklık, Kabalık, Katı Yüreklilik Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A. Yumuşaklık Anlamındaki “Leyn” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam 5 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 159; 20/Tâhâ, 44; 34/Sebe’, 10; 39/Zümer, 23; 59/Haşr, 5.
B. Katı kalpli, Taş Yürekli, Kaba, Sert, Haşin Anlamındaki Fazz Kelimesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 159.
C. Katı Olmak, Sert Davranmak Anlamındaki “Ğ-l-z” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam 13 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 159; 4/Nisâ, 21, 154; 9/Tevbe, 73, 123; 11/Hûd, 58; 14/İbrâhim, 17; 31/Lokman, 24; 33/Ahzâb, 7; 41/Fussılet, 50; 48/Fetih, 29; 66/Tahrîm, 6, 9.
D. Tebliğde Yumuşaklık ve Kabalık Konusu:
a- Sözü, Güzellikle ve Yumuşak Söylemek: 2/Bakara, 83, 263; 16/Nahl, 125; 17/İsrâ, 53; 20/Tâha, 42-44
b- Sert Davranmaktan Sakınmak:3/Âl-i İmrân, 159; 26/Şuarâ, 29.
c- Tebliğ Sırasında, Karşılaşılacak Hakaret ve Saldırılara Sabretmek: 3/Âl-i İmrân, 186, 195; 6/En’âm, 10, 34; 7/A’râf, 127-128; 10/Yûnus, 109; 15/Hicr, 97-98; 16/Nahl, 96; 31/Lokman, 17; 38/Sâd, 17; 45/Câsiye, 14; 46/Ahkaf, 35; 50/Kaf, 39; 73/Müzzemmil, 10; 74/Müddessir, 7.
E. Kalp ve Kalbin Halleri Konusu:
a- Katılaşan Kalbin Misali: Bakara, 74.
b- Kalp Körlüğü: Hacc, 46.
c- Günah, Kalbi Paslandırır: Mutaffifin, 14.
d- Herkese Doğruyu Görecek Basiret (Kalp Gözü) Verilmiştir: En'am, 103.
e- Taş - Kalp İlişkisi: Bakara, 74.
f- Gazap Edip Kızdıklarında Kusurları Bağışlayanlar: 42/Şûrâ, 37
g- Öfkeyi Yutmak: 3/Âl-i İmrân, 134.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 11, s. 138-141; c. 9, s. 16-19
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 224, 312, 441-4421
3. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 453-463, 22-24; c. 20, s. 80-90
4. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 91-94; 131-136; 384-385; 452-454,
5. Kur’an ve Sünnet’te Kalbî Hayat, Âdem Ergül, Altınoluk Dergisi Y.
6. Arınma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. c. 1, s. 51-75; 88-90
7. Münkerden Sakındırma Yolu, Abdulhamid Bilali, Buruc Y. s. 158-159
8. Kur'an'da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Mehmet Şanver, Pınar Y. s. 110-117
9. Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 158-160
10. Kur'an'da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 165-188
11. Fussılet Sûresi Işığında Dâvetçinin Eğitimi, Hamid bin Nâsır bin Abdurrahman el-Ammar, Trc. M. Ali Kara, Karınca Y. s. 231-236
12. İslâmî Kavramlar, Mevdudi, s. 27-30
13. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 282-290
14. Kur'ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılab Y. s. 105-106, 157-158
15. Elmalılı Tefsirinde Kur'ânî Terimler ve Deyimler, M. Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 210, 238
16. Kur'an'da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 97-108
17. Kur'an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, Fahrettin Yıldız, İşaret Y. s. 25-28, 107-111, 151
18. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 113-123
19. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. 237-240
20. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 170-171
21. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 331-342
22. Kur'an'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Y. s. 353-354, 380-382, 572-579, 77-84
23. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 189-209
24. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 89-91
25. Kur’an-ı Kerim’de Ma'rûf ve Münker, Ömer Dumlu, Ravza Y.
26. Kur'an'da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Mehmet Şanver, Pınar Y.
YUMUŞAKLIK, KİBARLIK VE KABALIK, KATI YÜREKLİLİK
- 897 -
27. Rasülüllah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Ahmed Önkal, Esra Y.
28. Peygamberimizin İnsan Kazanma Metodu, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
29. Münkerden Sakındırma Yolu, Abdülhamid Bilali, Buruc Y.
30. Kur’an’da Dâvet Metodu, S. Hüseyin Fadlullah, Seçkin Y.
31. Sünnetullah’ta Dâvet Metodu ve Evrensel Mesaj, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
32. İslâm Dâvetçilerine, Mevdudi, Dünya Y.
33. İslâm Dâvetinin Esasları, I, II, Abdülkerim Zeydan, Risale Y.
34. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir bin Awad el-Elmaî, Pınar Y.
35. Buhari ve Müslim’den İslâm Dâvetçilerine Öğütler, Seyfullah el-Muvahhid, Hak Y.
36. Ellinci Yılında Müslüman Kardeşler Hareketi, Said Havva, Uysal Kitabevi Y.
37. Dâvetin Esasları, Gençliğin Meseleleri, Hasan el-Benna, Esra Y.
38. İslâm’a Dâvet, Muhammed Ebû Zehra, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
39. İslâm Dâvetçilerinin Vasıfları, Muhammed Sabbağ, Bahar Y.
40. İslâm’a Dâvet Metodu, Said Ramazan el-Bûti, Madve Y.
41. Hizmet İnsanı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
42. İslâm’da İrşad, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
43. Peygamber Efendimizin Hitâbeti, Ahmet Lütfi Kazancı, Maritfet Y.
44. Hitabet ve İrşad, Abdurrahman Çetin, Aksa Y.
45. Tebliğ, İsmail Çetin, Dilara Y.
46. Tebliğ ve İrşad Çalışmaları, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat
47. İslâm’da Dâvet, Hekimoğlu İsmail, Yeni Asya Y.
48. Allah Erinin Yolu, Adil Akkoyunlu, Vahdet Y.
49. Dâvet, Şevki Saka, Seha Neşriyat
50. Dâvetin Başlangıç Noktası, Muhammed Ahmed Raşid, Madve Y.
51. İslâm’a Dâvet, Gereklilik ve Yöntem Üzerine, Muhammed Ebû Zehra, Birleşik Dağ. Kit. Ank.
52. İslâm’a Dâvet, Türkân Namlı, Salah Bilici Kitabevi Y.
53. Hakkı Tavsiye Metod ve Vâsıtaları, İsmail Lütfi Çakan, Büşra Y.
54. Nebevî Tebliğ, Ubeyd Küçüker, Seçkin Y.
55. Kalk ve Korkut, Ali Esen, Ribat Neşriyat
56. Çocuklar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
57. Kızlar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
58. Kadınlar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
59. Dâvâ Erlerilen Mesaj ve Metod "Teşkilatçılık", Ahmet Akgül, Doğuş Y.
60. Ferdî Dâvet Fıkhı, Seyyid Muhammed Nuh, Ravza Y.
61. Çağdaş Dâvetin Problemleri, Fethi Yeken, İlim Y.
62. Dâvet Yolunda Dökülenler, Fethi Yeken, Seçkin Y. / Ravza Y
63. Dâvet Yolunda Hazırlık, Fethi Yeken, Ravza Y. ,
64. İslâm Dâvetçisine Notlar, Fethi Yeken, İlim Y.
65. İslâm Dâvetçilerine Notlar, Fethi Yeken, Hayra Hizmet Vakfı Y.
66. İslâm’a Nasıl Dâvet Edelim? Fethi Yeken, İlim Y. / Ravza Y.
67. Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Ravza Y.
68. Dâvet Yolunda Temel Meseleler, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
69. Dâvet Yolunda Örneklik, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
70. Dâvet Yolu Üzerine Sorular, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
71. Dâvet Yolunda Duâlar, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
72. Sapmalara Karşı Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
73. Üyelik ve Liderlik Açısından Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
74. Hak Yolda Yürürken, Mustafa Meşhur, Fecr Y.
75. İslâm’ın Genç Dâvetçilerine, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
76. İyiliği Emretmek, Kötülükten Alıkoymak, İbn Teymiyye, İhya Y.
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
77. Hisbe, İbn Teymiyye, İnsan Y./İhya Y.
78. Hisbe Teşkilâtı, Yusuf Ziya Kavakçı
79. Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, Ziya Kazıcı, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
80. İslâm Hukukunda Örf, Mehmet Şener,
81. Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
82. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç
83. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, A. Mustafa Nevin, İz Y.
84. Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y.
85. Türkiye'de Vâizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar, İFAV Y.
86. Va'z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, T. Diyanet Vakfı Y.
87. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 142-152
88. İhyâi Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 3, s. 245-365
89. Kur’an ve İnsan, Celâal Kırca, Marifet Y. s. 299-304
90. Tenbihu’l Gâfilin, Ebû lleys Semerkandi, Bedir Y. s. 221-248
91. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, c. 3, s. 85-96
92. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 64-72
93. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, Çizgi Y.
94. Kur’an’da Edebî Veche, Safvet Senih, Nil A.Ş.
95. Güzel Söze Uymanın Önemi, Harun Yahya, Vural Y.
96. Güzel Konuşmanın Sırları, Şadi Eren, Nesil Basım Yayım
97. Güzel Konuşma ve Yazma Sanatı, Ömer Sevinçgül, Zafer Y.
98. Güzel Konuşma, Cevdet Tellioğlu, Timaş Y.
99. Güzel ve Etkili Konuşma Sanatı, Emin Özdemir, Remzi Kitabevi
100. Konuşma, Yavuz Özdem, Atika Y.
101. Konuşma Eğitimi, Suat Taşer, Papirus Y.
102. Konuşma Eğitimi, Sandy Linver, Star Yaprak Y.
103. Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi, Walter J. Ong, Metis Y.
104. Sözün Özü (Kelâm-ı İlâhî’nin Tabiatına Dair), Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.
105. Söz, Haydar Murat Hepsev, Söz Kitap Y.
106. Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı, Dale Carnegie, Timaş Y.
107. Söz ve Diksiyon, Nüzhet Şenbay, Yapı Kredi Y.
108. Türkçe Diksiyon, Raif Özben, İnkılap Kitabevi
109. Meşhur Sözler Antolojisi, Ahmet Seven, Seha Neşriyat
110. Özlü Sözler Antolojisi, Yakup Sarı, Ravza Y.
111. Özlü ve Güzel Sözler, Şerif Öktürk, Toker Y.
112. Güzel Konuşma Sanatı, Mehmet Kaplan, Nesil Basım Yayım
113. Güzel Konuşmanın Anahtarı, İlyas Albayrak, Remzi Kitabevi
114. Güzellikler Dini İslâm, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
115. Güzel Sözler Antolojisi, Bilal Eren, Türdav A.Ş.
116. İletişim ve Dil, İsa Kayaalp, T. Diyanet Vakfı Y.
117. Dinî Hitabet, Çeşitleri, İlkeleri, Örnekleri, İ. Lütfi Çakan, İFAV Y.
118. Hitabet ve İrşad Güzel Konuşma ve İnsanları Etkileme Yolları Abdurrahman Çetin, Aksa Y.
119. Hitabet, Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayım
120. Hatiplik Sanatı, J. Brun-Ros, Remzi Kitabevi
121. Edebiyata Müslümanca Bakmak, Selim Çoraklı, Birleşik Y.
122. Lisan ve İnsan, Yusuf Alan, T.Ö.V. Y.
123. Peygamber Efendimiz’in Hitabeti, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y.
124. Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, Şerif Aktaş, Akçağ Y.
125. Yanlışları ve Doğrularıyla Güzel Konuşma, Ülkü Giray, Bilgi Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:42

İZZET – ZİLLET

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

İZZET – ZİLLET


- 815 -
Kavram no 108
Nimet 13
Ahlâkî Kavramlar 23
Bk. İslâm; Felâh-Gâlibiyet; Ensârullah
İZZET – ZİLLET
• İzzet; Anlam ve Mâhiyeti
• İzzet-i Nefs
• El-esmâul-Hüsnâdan el-Azîz, el-Muızz ve el-Müzill İsimleri
• Kur’ân-ı Kerim’de İzzet ve Zillet Kavramı
• Azizler ve Zeliller
• Allah'ın İzzeti ile İzzetlenmek
• İzzeti Yanlış Yerde Aramak
“De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın, dilediğini aziz eder, yüceltirsin, dilediğini zelil eder alçaltırsın. Hayır Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen her şeye kaadirsin.” 3229
İzzet; Anlam ve Mâhiyeti
“İzzet”in kelime anlamı, insanın yenilmesine engel olan şeydir. Bu da onun hakkında üstünlük, şeref ve haysiyet, kuvvet ve güç sahibi olmayı ifade eder. Kişinin şerefinin yüceliğini ve değerini anlatır. Onu zillete (alçaklığa, şerefsizliğe) düşmekten alıkoyan bütün üstünlükler, yücelikler ve sahip olunan imkânlardır. Düşmanı karşısında gâlip gelen kimse için de ‘izzetli’ denilmiştir.
Aynı Kökten türemiş “Azîz” kavramı ise, her türlü üstünlüğü, gâlibiyeti, güçlü olmayı ve en üstün şerefi ifade eder. Bu sıfat Kur’an’da hemen hemen tamamen Allah hakkında kullanılmaktadır. Azîz, yani en üstün, en yüce, en mutlak izzet sahibi yalnızca Allah’tır. Peygamber ve mü’minler de Allah’ın emrine itaat ettikleri için O’nun yanında üstünlük ve şeref kazanırlar, İslâm’ı yaşadıkları için de izzet/üstünlük elde etme imkânına kavuşurlar.
“İzzet Allah’ındır, Rasûlünündür ve mü’minlerindir.”3230 Bu âyet, müslümanlara tepeden bakan, onlarla alay eden münâfıklara cevap vermektedir. Peygamber zamanında bazıları müslümanlara yukarıdan bakıyorlardı; onları mal, dünyalık, makam açısından, kuvvet yönünden ‘zelîl’ (aşağı) görüyorlardı. Kur’an onlara bu âyetle kesin bir cevap veriyor ve izzetin kime âit olduğunu belirtiyor.
İslâm, insan fıtratına aykırı, insanın değerini düşürecek bütün davranışları yasaklar. İçki içmek, zinâ etmek, hırsızlık yapmak gibi. Bunlar ve bunlara benzer bütün fiiller insanın kalitesini düşürür. İşte bu günahlardan sakınanlar izzet, şeref ve haysiyet sahibidirler. Bunları yapanlar ise şereflerini kaybederler, zelîl/değersiz olurlar.
3229] 3/Âl-i İmrân, 26
3230] 63/Münâfikûn, 8
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kişiye İzzet Kazandıran Davranışlar: İnsana izzet kazandıran birkaç önemli davranış vardır. Bunlardan biri, Allah’ın adını zikretmektir. Bu da Allah’ın sevgisi ve rızâsı için yapılan kulluktur, O’nun adına amel işlemektir, O’nun korkusundan haramları terketmektir, O’nu ve O’nun vereceği cezâyı ve mükâfâtı düşünmektir, daima O’nu hatırlamaktır. Bu şekilde Allah’ı hatırlayanlar izzete ulaşırlar.
Bir diğeri Allah yolunda infak etmektir. Veren el alan elden sürekli üstündür. Dilenen, başkalarına muhtaç yaşayan, sürekli borç içinde sürünen, maddî imkânsızlıktan dolayı perişan olan, bu yüzden başkalarına el açan izzetini kaybeder. Ama çalışır, maddî açıdan kuvvetli olur ve Allah yolunda infak ederse izzet sahibi olur, şerefi ve değeri artar.
Bir diğeri ilimdir. Bilenlerin sorumlulukları büyük olduğu gibi, ilimlerinin gereğini yaptıkları sürece dereceleri daha da artar. İlmi olduğu halde ilmiyle âmil olmayanlar, bilgilerini Hak uğruna ve Allah’a kulluk yolunda kullanmayanlar ile ilimle zâlimlere ve tâğutlara destek olanların kazancı zillettir ve aşağılayıcı azaptır. İlim güçtür, zenginliktir ve izzettir. Allah’ın kulları içinde O’ndan en çok ilim sahipleri korkarlar. Çünkü onlar Allah’ın azametini idrâk ederler.
Gerçek mü’min, şeref ve izzetini kaybetmemek için küçültücü davranışlardan uzak kalır. Küçük ve boş işlerin peşinden gitmez, yalan ve çirkin sözlere aldırmaz, küçük çıkarlar peşinde koşmaz. O küçük değil, büyük hedeflerin adamıdır. O, çıkarının karşısında eğilmez. O ucuz kazançların arkasına düşmez. O kimsenin karşısında iki büklüm olmaz. Hele hele inançsızların yanında başı dik ve onurludur. Kimseye yağcılık yapmaz, yağdanlık olmaz. Bir makama çıkmak için üçkağıtçılık yoluna baş vurmaz. Onun davranışları orta halli, sözleri doğru ve oturaklı, ahlâkı ağır başlı, hedefi yücedir. Allah, dilediğini azîz (izzet sahibi) kılar, dilediğini zelîl (zillet sahibi) eder. 3231
Gerçek İzzet: Bazı insanlar, Allah’ı bırakıp putları ilâh edindiler. Onlar bu yalancı, işe yaramaz, bir faydasını görmedikleri, hayalî tanrılarının yanında izzet bulacaklarını zannederler. Bu elbette mümkün değildir. 3232
Bazı insanlara ‘Allah’tan ittika et, O’ndan sakın ve hakkıyla kork’ denildiği zaman, o bu dâvete karşı kibirlenir, bu gibi çağrılara kulak asmaz ve günah işlemekle izzet kazanacağını zanneder 3233. Allah, bazı câhillerin ve hevâsını ilâh haline getirip de O’nun hakkında kısır düşünenlerin niteledikleri, ya da kendi uyduruk tanrıları gibi değildir; O Sübhân’dır (Çok yücedir) ve O gerçek izzetin sahibidir. 3234
Mü’minler, kendi kardeşleri olan müslümanlara karşı gâyet alçakgönüllü (zelîl), mütevâzî ve merhametli; ama düşmanlarına karşı izzet (güç ve şeref) sahibidirler. Onların karşısında pısırık, sünepe, teslimiyetçi ve hakkını bile savunamayacak kadar korkak değildirler.3235 Zâlim sultanlar/yöneticiler, bir ülkeye zorla girdikleri zaman orasının huzurunu bozarlar (ifsat ederler), mallarına ve onları ayakta tutan değerlerine saldırırlar. Şerefli insanları (izzetli kimseleri) zelîl hale
3231] 3/Âl-i İmrân, 26
3232] 19/Meryem, 81
3233] 2/Bakara, 206
3234] 37/Saffât, 180
3235] 5/Mâide, 54
İZZET – ZİLLET
- 817 -
getirirler, onları aşağı bir duruma düşürürler 3236.
Kur’an gerçek izzetin iman etme ile elde edilebileceğini müjdeliyor. Bir başka ifadeyle Allah (c.c.), Kur’an’ın dâvetine uyarak iman edenlere iki dünyada da saâdetin yanında, izzet de vereceğini duyuruyor. Mü’minler gerçek izzet sahibidirler ve onlar her bakımdan üstün ve şereflidirler. Ancak, ne yazık ki, modern zamanlarda müslümanların arasından çıkan bazıları kendilerini ve sahip oldukları değerleri aşağı ve zelîl; buna karşın Kur’an’ın müşrik, müfsit ve zâlim dediği kimseleri üstün görüyorlar. Onlara hayran oluyor, onların peşinden gitmeye, onlar gibi olmaya çalışıyorlar. Onların bu zayıf tarafını bilenler de onlara tepeden bakıyor, onlara karşı kibirleniyor ve onları kullanabiliyorlar.
Kimileri de münâfık tavırlarla müslümanlara karşı kibirleniyorlar. Kendilerini izzetli, mü’minleri zelil ve hakir kabul ediyorlar. Onlara sefih (kafasız) gerici, çağdışı, çember sakallı, fundamentalist gibi çirkin şeyler söylüyorlar. Hâlbuki Kur’an’a göre üstünlük, şeref ve izzet soyla, zenginlikle, bir ülkeye mensup olmakla, diploma ile değil; iman ve o imanın getirdiği ahlâkla kazanılır. Mü’min, fakir olsa da izzet sahibidir. 3237
İzzet; Yenilgiye uğramayı ve aşağılanmayı önleyen güçlü ve saygın konum anlamında bir Kur'an tâbiridir. Sözlükte "güçlü ve üstün olmak, gâlip gelmek, saygın olmak" gibi mânâlara gelen ızz kökünden isim olan izzet, bu anlamları yanında, bir kimsenin başkaları karşısında bedensel, psikolojik, ekonomik, sosyal statü vb. yönlerden güçlü, etkin ve saygın olması, baskı altına alınamaz bir konumda bulunması durumunu da ifâde eder ve "âcizlik, alçaklık" mânâsındaki "zillet"in karşıtı olarak kullanılır. Râgıb el-İsfehânî Kur'an'da Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere mahsus olduğu bildirilen izzeti3238 kesintisiz ve sonsuz olduğu için "hakiki izzet", bunların dışında kalanların kendilerinde vehmettikleri izzeti de "sun'î izzet" şeklinde değerlendirir. Aynı kökten sıfat olan azîz; "güçlü, üstün ve hâkim konumda bulunan, yenilmeyen, eşi benzeri olmayan" anlamlarında hem Allah'ı hem de insanı nitelemek için kullanılmaktadır. Kaynaklarda "izzet bahşeden" mânâsında muizz kelimesi esmâ-i hüsnâdan biri olarak kaydedilmektedir.3239 Kur'ân-ı Kerim'de izzet on bir yerde, aynı kökten fiil ve isim kalıbında kelimeler ise 120 defa geçmekte, bunlardan azîz, büyük çoğunluğu Allah'ın isimlerinden olarak doksan dokuz âyette yer almaktadır. Bu âyetlerin tamamında azîz, Allah'ın başka isimleriyle birlikte geçmektedir. Bu isimler Allah'ın mutlak gücünü ve tasarrufunu veya rahmet, mağfiret ve lutufkârlığını ifâde eden ya da ilim ve hikmetine vurgu yapan isimlerdir. Bir düşünceye göre Allah'ın isimlerinin her birinde kullara bir mesaj vardır. Bundan dolayı azîz isminin bu sıfatlarla birlikte kullanılmasında insanlara hem güçlü olmaları, hem de merhamet, bağışlama, bilgi, hikmet gibi erdemlerle de donanmaları gerektiği yönünde bir mesaj bulunduğu da düşünülebilir. İzzet ve türevlerinin Kur'an'da geçen anlamlarıyla hadislerde de kullanıldığı görülmektedir.
İzzet kelimesi Allah ve mü'minler hakkında olumlu bir anlam ifâde ederken inkârcı ve münâfıklar hakkında kullanıldığında onların İslâm, Kur'an ve gerçekler
3236] 27/Neml, 34
3237] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 323-325
3238] 63/Münâfıkun, 8
3239] İbn Mâce, Duâ 10; Tirmizî, Deavât 82
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşısında bilinçsizce kapıldıkları kibir, gurur, inat ve öfke duygularını, bu duyguların etkisiyle işledikleri kötülükleri sürdürmelerini anlatır. Meselâ 38/Sâd sûresinin ikinci âyetinde Kur'an'ın irşâd edici önemine dikkat çeken âyetin arkasından inkârcıların Kur'an karşısındaki olumsuz tavırları, "inkâra sapanlar izzet ve sapkınlık içindedir" şeklinde ifâde edilir. 2/Bakara sûresi 206. âyette münâfıkların karakteristik davranışlarına dâir bilgi verilirken böylelerine Allah'a saygıyla itaat etmeleri tavsiye edildiğinde izzet duygularının kendilerini günaha sevkettiği belirtilir. Râgıb el-İsfehânî bu âyetteki izzeti "yerilen anlamıyla öfke ve sertlik" şeklinde açıklar. Fahreddin er-Râzî de aynı kelimeyi "kibir, cehâlet ve delilleri kavrama yoksunluğu" olarak izah ederken,3240 İbn Aşûr bunun, bir kimsenin sosyal statüsüne aldanıp böbürlenmesi ve bu yüzden nasihatlere kulak asmaması mânâsına geldiğini belirtir. Gazzâlî, İhyâ'sında olumsuz izzeti kibirle eş anlamlı olarak kullanmaktadır. Onun yaptığı psikolojik tahlillere göre kişi bazı yüksek niteliklere sahip olduğunu düşününce kendisinin başkalarından üstün olduğu vehmine kapılır. Bu kanaate "kendini büyük görme" (izzü'n-nefs, teazzüzü'n-nefs), bu duygunun etkisiyle olumsuz davranışlarda bulunmaya da "tekebbür" denir. Gazzâlî, bu anlamdaki izzetin ve kibir duygusunun "cennetin kapıları" dediği güzel huyların kazanılmasına engel olacağını söyler; sevgi, tevâzu, hoşgörü ve doğruluk gibi erdemlerden yoksun kalma ile kin, öfke, kıskançlık gibi kötü huylara bulaşmada kibir ve izzetin mutlak etkisinin bulunduğunu belirtir.3241 Ancak Gazzâlî'ye göre insan, alçakgönüllü olmaya çalışırken tevâzu sınırını aşarak kendini aşağılık (mezellet) durumuna da düşürmemelidir.3242 Fahreddin er-Râzî de gerçek mü'minlerin iman edenlere karşı alçakgönüllü ve şefkatli, inkârcılara karşı güçlü, dirâyetli ve onurlu olduklarını bildiren âyette3243 geçen "ezille" kelimesini açıklarken bunun "alçalma ve küçülme" (mehânet) olarak anlaşılmaması gerektiğini söyler.3244 Bu açıdan bakıldığında izzetle kibrin farklı iki kavram olduğu anlaşılır. İzzet mü'minin kendi varlığının hakikatini bilmesi, tanıması ve ona dünyevî ihtiyaçlarını gerektiği kadar sağlamasıdır. Kibir ise, kişinin kendini doğru tanımaması ve olduğundan büyük görmesidir. Şu halde izzet şeklî olarak kibre benzerse de, mâhiyet itibarıyla ondan farklıdır. Nitekim tevâzû da zillete benzemekle birlikte; tevâzu erdem, zillet erdemsizliktir. Ahlâk kitaplarında insanın kendini zilletten koruması, çoğunlukla "hürriyet" kelimesiyle ifâde edilir ve bu hususta kişinin kendi şerefini (izzü'n-nefs, şerefu'n-nefs) korumasının, kimsenin elindekine göz dikmeden minnetsiz bir hayat yaşamasının, yalnız Allah'a dayanıp güvenerek hakiki izzeti O'ndan beklemesinin gerekliliği üzerinde önemle durulur. Buna göre kişi izzeti, kendi nefsini başkalarından üstün görme eğiliminin bir ifâdesi olarak değil; sahip olduğu dinden ve temsil ettiği, inanıp bağlandığı yüce değerlerden gelen bir güç ve onurun ifâdesi olarak görmelidir. İnsan, İslâm'dan ve onun kazandırdığı değerlerden uzaklaşması halinde izzetten de yoksun kalır. Çünkü izzet sadece Allah'a mahsus olup3245 mü'minlerin, hatta peygamberlerin sahip olduğu izzet İlâhî bir lütuftan ibârettir.3246 Bu lutfa erişebil3240]
Mefâtihu'l-Gayb, 5/173
3241] İhyâ, 3/344-345
3242] A.g.e. 3/368-369
3243] 5/Mâide, 54
3244] Mefâtihu'l-Gayb, 12/21-22
3245] 4/Nisâ, 139; 35/Fâtır, 10
3246] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 11/64
İZZET – ZİLLET
- 819 -
mek için samimi bir imana sahip olmanın yanında Allah'ın çizdiği yolda yürümek gerekir. İnsanlar izzetin kaynağı olan Allah'a ne kadar yakın olursa izzetten de o kadar pay alırlar.
İslâm'daki ulûhiyet anlayışına uygun olarak Kur'an'da izzetin tamamen Allah'a mahsus olduğu ve O'nun dilediğini aziz, dilediğini zelîl kıldığı belirtilir.3247 Fahreddin er-Râzî bu âyeti açıklarken izzetin din veya dünya ile ilgili olacağını, dinle ilgili olan en yüce izzetin Allah'a iman olduğunu ifâde eder. Zilletlerin en aşağısı ise inkârdır. Böylece Allah bazı insanları iman ve irfanla aziz, bazılarını da inkâr ve sapkınlıkla zelil kılar.3248 Bu düşünceden hareketle son dönem İslâm bilgin ve düşünürleri, müslüman toplumların kendi dinlerinin ilkelerinden uzaklaştıkça izzetlerini de kaybettiklerini, onları içine düştükleri durumdan kurtaracak gücün yine İslâm'ın izzeti olduğunu söylemektedir. 3249
İzzet-i Nefs
İzzet-i Nefs; İnsanın insanlık, şeref ve haysiyetini koruması demektir. İzzet kelimesi kuvvet, üstünlük, şeref ve galibiyet anlamlarını dile getirdiği gibi, insanı zillete düşmekten alıkoyan iyi nitelikler anlamına da gelir. İzzet'in zıddı zillettir. İnsan, nefsinin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah'a iman etmek, hayatını O'nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete düşürür. Mü’min, imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır.
Kur'an, "İzzet Allah'ın Rasûlünün ve mü’minlerindir" () buyurur. Bu, Allah'ın kendilerini izzetli, Hz. Peygamber ve mü’minleri zelil gören münâfıklara cevabıdır. Buna göre gerçek mü’minler izzet, üstünlük ve şeref sahibidirler. Çünkü gerçek mü’minler geçici, değersiz şeylere bağlanmaz. Allah'tan başkasına boyun eğmezler. el-Münâfikûn Sûresinin yukarıdaki âyetini izleyen âyetlerinde, "Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır. Biriniz kendisine ölüm gelip de, 'Rabbim beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!' demeden önce size verdiğim rızıktan infak edin" 3250 buyrularak gerçek mü’minleri izzetli kılacak nitelikler açıklanır. Bunlar "zikrullah" ve "infak"tır.
Müfessirlere göre zikrullah, namaz gibi ibadetlerle, bunların semeresi olarak Allah sevgisiyle yapılan kulluktur. Bu yorumla zikrullah emri, mü'minlere, evlat ve mallarınız ile uğraşmak yüzünden, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın ifadeleriyle, "Hak mâbud olan Allah Teâlâ'yı ve O'nun esmâsı, sıfatı, emirleri ve yasakları, sevap ve ikabı ile ahkâmı izzetini düşündürüp andıran, rızâsına vesile olan farz ve nâfile ibâdetlerden cuma ve cemaatten, namaz, oruç, zekât, hac, cihad, kıraat-ı Kur'an, vaaz ve nasihat, tehlil, tesbih, tahmid gibi sırf Allah'a yaklaşmak için yapılan ve daima Allah'ı hatırlatıp Allah için Allah'a lâyık güzel işler düşündürmeye alıştıran tâatlerden gaflet etmeyin" anlamına gelir 3251. Bunlardan gaflete düşenler ziyan etmişlerdir. Çünkü mal, evlat ve dünya hayatı ge3247]
3/Âl-i İmrân, 26
3248] Mefâtihu'l-Gayb, 8/7-8
3249] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 555-556
3250] 63/Münâfikûn, 9-10
3251] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 5011
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çip gider; Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. İnsanı izzetli kılacak ikinci neden de infaktır. Gerçek mü’minler Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan Allah yolunda harcamak, infâk etmekle yükümlüdürler. Çünkü izzet yemekte değil, yedirmektedir. Kendileri patlayıncaya dek yiyip Allah için yedirmekten kaçınanlar, yanı başındaki komşusunu, toplumdaki muhtaçlarını ihtiyaçlarını düşünmeyenlerin insanlık izzetiyle bir ilgileri olamaz. Böyle yapanlar, izzeti zilletle değiştirmiş olurlar.
Gerçek mü’min, izzetini korumak için küçültücü davranışlardan kaçınmak, ağırbaşlı, vakur olmak zorundadır. Fakat bu durum kibirle karıştırılmamalıdır. Şihâbuddîn Ömer el-Sühreverdî, "insanın nefsinin hakikatini bilmesi ve dünyevî istekleri sebebiyle zelil etmeden ona ikram etmesi" biçiminde tanımladığı izzetin, "insanın nefsini tanımayarak onu kendi yerinden daha yukarı koymaya çalışması" şeklinde tanımladığı kibirle karıştırılması tehlikesine dikkat çekerek ikisi arasındaki farkı şöyle belirtir: "Meskenet ve zillete düşmeden tevâzû sınırında durmak, kibir ateşinin ortasına kurulmuş izzet köprüsünde durmak gibidir. Bunu becerebilen ve bu hususta sâbit kadem olabilenler ancak râsih ulemâ, kurb makamına ermiş sâdât-ı kirâm ile sıddîklerdir" 3252
El-esmâul-Hüsnâdan el-Azîz, el-Muızz ve el-Müzill İsimleri
el-Aziz: İzzet sahibi, yüce, büyük, her şeye gâlip olan, mağlûp edilmesi imkânsız olan kimse. Allah Teâlâ'nın esmâ-i hüsnâsından, doksan dokuz güzel isminden biridir. Allah'ın emir ve irâdesine karşı koyacak yoktur. O her şeye gâlip gelir. O'nu mağlûp edecek hiç bir kuvvet yoktur. Allah'ın bu ismi Kur'an-ı Kerîm'de bazen "Doğrusu Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır. Allah güçlüdür, intikam sahibidir, " 3253 âyetinde olduğu gibi, azap ve intikam yerinde gelmiştir. Fakat birçok yerde "hakîm": hikmet sahibi ismiyle beraber zikredilmiştir 3254. Bunun mânâsı; ‘Allah azîzdir, gücü her şeye yeter, her şeye gâlip gelir, fakat hikmeti ile kötülerin cezâsını te’hir eder’ demektir.
Kıymetli, değerli seçkin izzet sahibi, muhterem, kuvvetli, üstün, yüce, şeref sahibi, bulunmaz derecede az ve nâdir olmak; her şeye gücü yetmek, hiç bir zaman yenilmemek. Aziz, Arapça "azze" kökünden gelmekte olup, "ızz" masdarından bir sıfattır, "eızze" ve "eızzâ" şeklinde gelen kalıpları da vardır.
Istılahta ise; "Aziz" Yüce Allah'ın isimlerinden birisidir. O'nun mutlak hâkimiyet ve üstünlüğünü ifade eder. O hiç bir şekil ve sûrette asla yenilgiye uğramayan, her şeye gücü yetendir. O, haksızlık yapılamayacak kadar güçlüdür. O en üstündür, en yücedir, şeref ve izzet sahibidir.
İzzet; tam olarak zilletin, yani aşağılık, düşüklük ve âcizliğin zıddıdır. Aziz ve izzet ile bunların zıddı olan zelil ve zillet kelimeleri halk arasında da kullanılmakta ve genellikle aynı lugat anlamını korumaktadır. Bir hitap sözcüğü olarak kullandığımız "aziz" kelimesi, hitap ettiğimiz topluluğa veya kişiye bir şeref ve üstünlük atfetmekte ve bir iltifat ifâde etmektedir. Aynı zamanda bir saygı ve bağlılık sözcüğüdür.
3252] Sühreverdî, Avârifu'l-Maarif, s. 305; Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 250
3253] 3/Âl-i İmrân, 4
3254] 2/Bakara, 209, 220, 228, 240, 260
İZZET – ZİLLET
- 821 -
Yüce Allah'ın isimlerinden olan "el-Aziz" ismi, Kur'ân-ı Kerîm'de doksan bir yerde geçmektedir. Fakat hiç bir yerde tek başına zikredilmemiş; daima Esmâ-ı Hüsnâ'dan diğer bir isimle beraber vârid olmuştur. Bunların başında el-Hakîm gelmektedir ki, toplam kırk yedi yerde beraber geçmektedir. Bunu on beş yer ile el-Alîm, daha sonra sırasıyla el-Kavî, er-Rahîm, Zuntikâm, el-Hamîd, el-Gaffâr, el-Cebbâr, el-Gafûr, el-Vehhâb, el-Kerîm ve el-Muktedir isimleri takip eder. Aziz isminin geçtiği doksan bir âyetin ellisi Mekkî, kırk biri ise Medenî'dir. Burada dikkati çeken önemli bir husus da, Yüce Allah'ın azamet ve kudretini ifade eden bu Aziz sıfatının daha ziyade Cemâl sıfatlarıyla beraber zikredilmesidir. Bu doksan bir ayetin on üçünde Zuntikâm, el-Kavî ve el-Cebbâr isimleriyle yani Celâl sıfatlarıyla beraber geçmektedir. Geriye kalan yetmişsekiz ayette ise Cemâl sıfatlarıyla beraber geçmektedir. O ne kadar merhametli ve ne kadar affedicidir. Zirâ O azîzdir, izzet sahibidir, kullarına en çok acıyandır. 3255
Aziz isminin geçtiği ayetlerden birkaç tanesi şunlardır: 2/Bakara, 129, 209, 220, 228, 240 ve 260; 3/Âl-i İmrân, 6, 18, 62 ve 126; 11/Hûd, 66; 26/Şuarâ, 9 ve 68; 34/Sebe’, 6; 38/Sâd, 9 ve 22; 40/Mü’min, 2; 44/Duhân, 49
“Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir.”3256 Allah'ın 'Aziz' sıfatı, O'nun hiçbir zaman mağlup edilemeyeceğini, her zaman gâlip olanın Kendisi olduğunu ifade eder. Allah kâinatta mutlak kuvvet sahibidir ve O'ndan üstün hiçbir güç, hiçbir kuvvet yoktur. Kâinattaki tüm düzeni, insanların sırrını kavramaya güç yetiremedikleri veya yeni yeni keşfedebildikleri her türlü kanunu yaratan Allah'tır. Ve bunun yanı sıra yeryüzünde bulunan her canlıyı yaratan da O'dur. Allah'ın kâinatta Kendini gösteren sonsuz gücü ve kudreti karşısında, yarattıklarının âcizliği ise apaçıktır. Yarattığı tüm varlıklar ancak O'nun emriyle hareket edebilmekte, yaşamlarını sürdürebilmekte, belirli bir düzen içinde var olabilmektedirler.
Kuşkusuz bu âcizlik yeryüzüne hâkim olduğunu zanneden insan için de geçerlidir. Bir insan ne kadar güçlü, zengin ve itibar sahibi olsa da, Allah karşısında âcizdir, güçsüzdür. Ne malı, ne parası, ne de ona itibar eden insanların sayısı, onu Allah'a karşı koruyamaz. Ancak Allah'a teslim olan, O'nun emirlerine uygun yaşayan, rızâsını kazanmaya çalışanlar hâriç... Allah Kuran'da her zaman kendi taraftarlarına üstünlük vereceğini vaat etmiştir.
Azîz, ızz masdarından sıfattır. Izz bazen galebe, bazen şiddet ve kuvvet, bazen değer yüksekliği veya nâdir olmak anlamlarına gelir. Allah’ın bu vasfını târif eden zâtlar, bu mânâları gözönünde tutarlar. El-Hattâbî, birinci olarak, “Kendisine üstün gelinemeyen Güçlü”, ikinci olarak da “Eşi, benzeri olmayan” tarzında tanımlar. Et-Taberî, yalnız galebe ve kuvvet mânâları üzerinde durarak, “İrâde ettiği hiçbir şey Kendisine mümtenî olmayan, cezâlandıracağı ve intikam alacağı hiçbir kimsenin elinden kurtulamadığı” şeklinde târif eder. Gazzâlî’nin, sadece üçüncü anlamı gözönüne alarak, “Ender, ulaşılması güç olan” olarak tanımlayıp galebe ve kudret mânâlarını hiç düşünmemiş olması şaşırtıcıdır.
Izz maddesinin Kur’an’da fiil şekilleri çok azdır. Sadece 3 âyette vârid
3255] Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 188-189
3256] 14/İbrâhim, 47
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmuştur: Fe azzeznâ (takviye ettik)3257, Tuızzu (azîz edersin)3258 fiillerinde fâil Allah’tır. Azzenî (bana üstün geldi)3259’de ise fiil, insana izâfe edilmiştir. Bu kökten isim olan “izzet” ise 11 yerde görünür; 6’sı Allah hakkındadır. Bu âyetlerde: İblis Allah’ın izzetine kasem eder,3260 “bütün izzetin Allah’a âit olduğu” bildirilir.3261 Allah, Rabbu’l-ızzeh (izzet sahibi Rab)dir.3262 Medenî olan bir âyette “izzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerindir” buyrulur.3263 Aziz olan Allah’a tabiyyet cihetiyle, böylece mahlûklara da bu sıfat verilmiş olmaktadır. Bu şart gerçekleşmezse, izzet “kibir” mânâsına gelen mezmûm bir vasıf olur.3264 Bir âyetten de, Firavunlar Mısır’ında yeminin, tanrılaştırılan Firavun’un “izzeti” üzerine yapıldığını öğreniyoruz.3265 Bu kökün ism-i tafdîl şekli, e’azz, üç yerde mukayese ifâde eder; “daha güçlü”, “daha kıymetli” anlamlarından,3266 Allah hakkında olmaksızın getirilmiştir. Müennes ism-i tafdîl şekli el-Uzzâ, müşriklerin taptığı bir putun adıdır.3267
Hadis-i şerifte “Ve mâ kaderullahe hakka kadrihî...”3268 âyetinin tefsirinde Cenâb-ı Allah’ın “Ene’l-Azîzu, ene’l-Cebbâru, ene’l-Mütekebbir = Azîz Benim, Cebbar Benim, Mütekebbir Benim” buyurduğu bildirilmektedir.
Bu kökün az kullanılmasına rağmen “Azîz” sıfatı çok görünür. 99 yerden 90’a yakını hep Allah’ı tavsif eder. İzzet masdarının başta saydığımız belli başlı üç anlamı, sıfat şeklinde de vâriddir. Aziz vasfı, büyük bir ekseriyetle Allah’ın mutlak kudret ve üstünlüğünü belirten muhtevâlarda yer alır: “Tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. İşte bu, Azîz, Kadîr olanın nizâmıdır.”3269 gibi birçok âyette durum böyledir. Fakat meselâ Zu’ntikam ismine bitiştiğinde, galebe mânâsı ağırlık kazanır: “... Alllah’ın rasullerine verdiği sözden cayacağını sanma; doğrusu Allah Aziz u Zu’ntikamdır.”3270, yani mutlak gâlip ve cezâlandırandır. Üçüncü anlam olan “ender olmak, eşi benzeri bulunmamak” ise, Allah’tan başka şeyler hakkında gelmiştir: “Andolsun, size, içinizden azîz bir rasûl geldi.”3271; “Muhakkak ki O, azîz bir Kitab’dır.”3272 gibi. Fakat Allah hakkında, sarîh olarak böyle bir muhtevâda geldiğine rastlamadık. Azîz, bazen güç, zor anlamına da kullanılmıştır: “Dilerse sizi ortadan kaldırır ve yeni mahlûklar getirir. Bu, Allah’a güç (azîz) değildir.”3273 âyetinde görüldüğü gibi. Bu ismin Allah hakkında kullanılması şu özellikleri gösterir:
Münferid olarak hiç gelmemiştir.
3257] 36/Yâsîn, 14
3258] 3/Âl-i İmrân, 26
3259] 38/Sâd, 23
3260] 38/Sâd, 82
3261] 35/Fâtır, 10; 10/Yûnus, 65
3262] 37/Sâffât, 180
3263] 63/Münâfıkun, 8
3264] 2/Bakara, 206); 38/Sâd, 2
3265] 26/Şuarâ, 44
3266] 63/Münâfıkun, 8; 11/Hûd, 92; 18/Kehf, 34
3267] 53/Necm, 19
3268] 6/En’âm, 91
3269] 6/En’âm, 96
3270] 14/İbrâhim, 47
3271] 9/Tevbe, 128
3272] 41/Fussılet, 41
3273] 35/Fâtır, 17
İZZET – ZİLLET
- 823 -
İlk olarak 27. sıradaki el-Burûc sûresiyle başlayarak, vahyin bütün safhalarında görünmüştür.
Esmâ-i hüsnâdan en fazla Hakîm ismine iktiran etmiştir: “Azîz Hakîm” 16 defa Mekke, 31 defa ise Medine’de görünür. Mekkî olanların ekseriya tâbî (sıfat) durumda irad edildiği görülür.
“Azîz Rahîm” şekli 13 defa görünüp, Mekke devrine inhisar eder.
“Azîz Alîm” yalnız Mekke’ye inhisar olup 6 âyette yer alır. Bu 6 zikirden 4’ünde mevsufsuz, yani özel isim durumundadır.
“Kavî Azîz” şekli 2 Mekkî, 5 Medenî âyette yer alır.
“Azîz Zu’ntikam” 2 Mekkî, 2 Medenî âyette gelmiştir.
“Azîz Ğaffâr” sadece 3 Mekkî âyette bulunur.
“Azîz Hamîd” 3 Mekkî âyette görülür.
“Azîz Ğafûr” 2 Mekkî âyette bulunur.
“Azîz Vehhâb” sadece 1 Mekkî âyette vârid olmuştur.
“Azîz Muktedir” yalnız bir defa Mekke’de vârid olur; özel isim durumundadır.
Demek ki “Azîz” ismi, esmâ-i hüsnâdan değişik 10 isimle terkip edilerek geniş bir alana yayılmıştır. Bu isimler bazen birbirini te’yid eder (“Kavî Azîz”, “Azîz Muktedir”, “Azîz Zu’ntikam”), birçok hallerde birbirini dengeler (“Azîz Hakîm”, “Azîz Rahîm”, “Azîz Ğafûr”, “Azîz Ğaffâr”) veya âyetin muhtevâsını hülâsa etmek gibi başka özellikler ortaya koyarlar.
Hamîd, Rahîm, Alîm, Ğafûr, Vehhâb, Muktedir, Ğaffâr isimleriyle birleştirilmesi Mekkî sûrelere mahsustur. Medenî sûrelerde yeni şekiller ortaya çıkmamış, ancak Kavî, Zu’ntikam, Hakîm isimleriyle terkip edilmesi orada da devam etmiştir. “Azîz Hakîm” neredeyse tek şekil halinde kalmıştır. Bu şekil 47 defa görünmesine rağmen, mevsufsuz olarak hiç gelmemiştir. Hâlbuki çok az sayıda iktiran ettiği müteaddit isimlerle mevsufsuz özel isim durumunda kullanılmıştır. Toplam olarak 10 kadar âyette özel isim durumunda görünür ki, bu onu, er-Rahmân, Rabbu’l-âlemîn vasıflarından sonra, en fazla mevsufsuz kullanılan isim durumuna getirir. Dolayısıyla ulûhiyetin başlıca husûsiyetlerinden birini ifâde ettiğini, neredeyse bizzat O’na alem olduğunu gösterir. 3274
el-Muızz: Allah'ın kullarını üstün kılıp onurlandırdığını, onlara şeref bahşettiğini ifade eder. İnsanları hidayetle onurlandırdığı için Muızz adı da ancak O'na mahsustur.
el-Muzill: Herhangi bir konuda yetki ve söz sahibi kişilerin bu durumlarını yitirmeleri ve itibarlarını tamamen kaybederek haysiyetsiz duruma düşmeleri Müzill isminin tecellisidir.Bu isim asıl âhirette tecellî edecektir. O gün zillet içinde bırakılanlar artık telâfîsi mümkün olmayan bir perişanlığa mahkûm olmuşlardır. Kâfirlerin, nankörlerin ve mücrimlerin seçtikleri yol budur. Kurtuluş sadece iman ve teslimiyet ile mümkündür.
3274] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 149-152
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muzill: Zillete düşüren, hor ve hakir eden. “Bundan böyle yeryüzünde (size tanınmış bir süre olarak) dört ay dolaşın. Ve bilin ki Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten Allah, inkâr edenleri hor ve aşağılık kılıcıdır.” 3275
Hor ve hakir edilme, Allah'ın inkârcılara tattırdığı "dünya azâbı"nın bir parçasıdır. Tüm hayatlarını başkalarına gösteriş yapmak, onlardan takdir toplamak için sürdüren inkârcılar için 'hor ve aşağılık kılınma', son derece büyük bir azaptır. Allah Kuran'da dünyada verilen bu azâbın özelliğini şöyle bildirir: “Onlardan öncekiler de yalanladı; böylece azap onlara hiç şuurunda olmadıkları bir yerden gelip çattı. Artık Allah, onlara dünya hayatında 'horluğu ve aşağılanmayı' taddırdı. Eğer bilmiş olsalardı, âhiretin azâbı gerçekten daha büyüktür.”3276 İşte Allah, bu hor ve aşağılık kılıcı sıfatını mü’minlerin ve özellikle de elçinin eliyle gösterir. Bu gerçeğe, yani müminlerin inkârcılara musallat kılınmasına Kuran'da şöyle işaret edilmiştir: “... Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü'minler topluluğunun göğsünü şifâya kavuştursun. Ve kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 3277
Kuran'da bize bildirildiğine göre, Hz. Süleyman kendi iktidarında, inkârcılara korku salmış ve onları hor ve aşağılık kılma konusunda hiç tâviz vermemiştir. Hz. Süleyman inkârcı kavme yolladığı mesajda şöyle demişti: "Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları oradan horlanmış, aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız." 3278
Öte yandan Allah pek çok âyetinde, âhirette inkârcılara alçaltıcı bir azap olduğunu haber verir. Bu, inkârcıların dünya hayatındaki kibir ve büyüklenmelerine karşılık Allah'ın takdir ettiği bir cezadır. Çünkü dünya hayatında inkârcının en büyük hedeflerinden biri, başka insanların kendisini takdir etmeleridir. Bu nedenle de hayatını Allah'ı övmekle değil, kendisine övgü toplamakla geçirmiştir. Allah da cehennemdeki azaplarını bunun üzerine kurmuştur. Cehennemde müstekbir inkârcı korkunç şekilde rezil olur, en büyük yıkımı ise insanların karşısında küçük düşüp aşağılanınca yaşar.
“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) ‘Siz dünya hayatınızda bütün güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip yok ettiniz, onlarla yaşayıp zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız.” 3279
Allah'ın cehennemde hazırladığı horlanma ve aşağılanma benzersizdir ve bin bir çeşidi vardır. Cehennemdeki bu aşağılanmanın inkârcıların ruhunda yarattığı küçülmüşlük, fiziklerine de yansır, yüzlerini bir zillet sarıp kaplar. “O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır.”3280; “Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.” 3281
3275] 9/Tevbe, 2
3276] 39/Zümer, 25-26
3277] 9/Tevbe, 14-15
3278] 27/Neml, 37
3279] 46/Ahkaf, 20
3280] 88/Ğâşiye, 2
3281] 10/Yûnus, 27
İZZET – ZİLLET
- 825 -
Kur’ân-ı Kerim’de İzzet ve Zillet Kavramı
İzzet ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 120 yerde geçer. Bunlardan “el-Izzetu” 10 yerde, “Azîz” ismi ise 99 yerde kullanılır. Zillet ve türevleri ise toplam 24 yerde kullanılır.
“(Verilen nimetlere karşılık, soğan-sarımsak cinsinden yemekler isteyen İsrâiloğulları) Üzerlerine zillet/alçaklık ve meskenet/yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar...” 3282
“(O münâfıklara:) ‘Allah’tan kork!’ denilince, işlediği günahlar sebebiyle izzet-i nefis (benlik ve gurur) kendisini yakalar (da, daha çok günah işler). Cezâ ve azap olarak ona Cehennem yetişir. Ne kötü yataktır o!” 3283
“De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın, dilediğini aziz eder yüceltirsin, dilediğini zelil eder alçaltırsın. Hayır Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen her şeye kaadirsin.” 3284
“Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar -Allah'ın ipine ve insanların ipine (ahdine, sisteme) sığınanlar başka- onlara (yahûdilere) zillet (horluk damgası) vurulmuştur. Onlar, Allah'tan bir gazaba uğradılar da üzerlerine aşağılanma (damgası) vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri nedeniyledir. (Yine) Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları dolayısıyladır.” 3285
“Andolsun, sizler güçsüz (ezille) olduğunuz halde Allah, Bedir’de size yardım etmişti. Öyle ise Allah’tan ittika edip sakının ki O’na şükretmiş olasınız.” 3286
“Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a âittir.” 3287
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki); Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli -ezilleh-), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu (eızzeh) bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (Hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” 3288
“Şüphesiz, buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte Biz, yalan düzüp uyduranları böyle cezalandırırız.” 3289
“İhsân/Güzellik yapan, güzel amel işleyenlere daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir toz (kara leke) sarar, ne bir zillet/horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler; orada süresiz kalacaklardır. Kötülükler kazanıp kötü amel işlemiş olanlar ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir de zillet kaplayacaktır. Onları Allah'tan (O’nun azâbından kurtaracak) hiçbir koruyucu yoktur. Onların yüzleri (kapkara olmuş), sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz
3282] 2/Bakara, 61
3283] 2/Bakara, 206
3284] 3/Âl-i İmrân, 26
3285] 3/Âl-i İmrân, 112
3286] 3/Âl-i İmrân, 123
3287] 4/Nisâ, 139
3288] 5/Mâide, 54
3289] 7/A’râf, 152
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalacaklardır.” 3290
“Onların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet (güç ve üstünlük) Allah'ındır. O, (her şeyi) işitendir, bilendir.” 3291
“(Şuayb:) ‘Ey kavmim, size göre benim rahtım/kabilem Allah’tan daha mı azizdir/şereflidir ki, (aşiretimin hatırı için beni öldürmüyorsunuz da) onu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atılmış (değersiz) bir şey kabul ediyorsunuz? Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır’ dedi.” 3292
“Onların (ana-babanın) üzerlerine merhametle kanat ger ve ‘Rabbim, küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirip terbiye ettilerse, Sen de onlara merhamet et!’ diye duâ et.” 3293
“Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, aczinden (züllden) ötürü bir velîye de ihtiyacı olmayan Allah’a hamdederim’ de ve O’nun için gereği gibi tekbir getir.” 3294
“Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet (vesîlesi -ızz-) olsun diye Allah’tan başka tanrılar edindiler.” 3295
“Eğer Biz, bundan önce onları helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: ‘Yâ Rabbi! Bize bir rasûl/elçi gönderseydin de, şu zillete/aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine tâbî olup uysaydık!” 3296
“Bunun üzerine (Firavun’un sihirbazları) iplerini ve değneklerini attılar ve ‘Firavun’un kudreti ve hakkı için (bi-izzet-i Fir’avn) elbette biz gâlip geleceğiz’ dediler.” 3297
“Melîke (Saba kraliçesi), ‘hükümdarlar bir memlekete girdilermi, orayı perişan ederler ve halkının azizlerini/ulularını zelîl/hakîr hâle getirirler. (Herhalde) Onlar da böyle yapacaklardır’ dedi.” 3298
“(Süleyman şöyle dedi: ‘Ey elçi!) Onlara var (söyle); iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde (ezilleten) oradan çıkarırız.” 3299
“Kim izzet (ve şeref) istiyorsa, bilsin ki, bütün izzet Allah'ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a sâlih amel ulaştırır. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli biz azap vardır. Onların tasarladıkları tuzak boşa çıkıp bozulur.” 3300
“Bu hayvanları onların emrine âmâde kıldık (zellelnâ -zelîl kıldık-). Onların bazısını binek olarak kullanırlar, bazını besin olarak yerler.” 3301
“Senin izzet (kudret ve şeref) sahibi Rabbin, onların isnâd etmekte oldukları vasıflardan
3290] 10/Yûnus, 26-27
3291] 10/Yûnus, 65
3292] 11/Hûd, 92
3293] 17/İsrâ, 24
3294] 17/İsrâ, 111
3295] 19/Meryem, 81
3296] 20/Tâhâ, 134
3297] 26/Şuarâ, 44
3298] 27/Neml, 34
3299] 27/Neml, 37
3300] 35/Fâtır, 10
3301] 36/Yâsîn, 72
İZZET – ZİLLET
- 827 -
yücedir, münezzehtir.” 3302
“O şanlı Kur’an’a yemin ederim ki, küfredenler, (iddia ettiklerinin) aksine, bir izzet (gurur) ve tefrika içindedirler.” 3303
“(İblis) Dedi ki: ‘Senin izzetin adına (mutlak kudretine) andolsun ki, ben onların tümünü mutlaka azdırıp kışkırtacağım." 3304
“Ateşe arzolunurlarken onların zilletten/aşağılıktan başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin. İman edenler de, ‘işte asıl ziyana uğrayanlar, kıyâmet günü kendilerini ve âilelerini ziyana sokanlardır’ diyecekler. Kesinlikle bilin ki, zâlimler, sürekli bir azap içindedirler.” 3305
“Hiç şüphesiz Allah'a ve Rasûlü'ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendileri sınır koymaya kalkışmakla) başkaldıranlar; işte onlar, en çok zillete düşenler arasında olanlardır. Allah ‘elbette Ben ve rasullerim/elçilerim gâlip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, azizdir/gâliptir.” 3306
“Onlar (münâfıklar) ‘Andolsun, Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan (eazz -en aziz olan-), düşkün ve zayıf olanı (ezell) elbette oradan sürüp çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Rasûlü'nün ve mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmiyorlar.” 3307
“Yeryüzünü size boyun eğdiren (zelûl kılan) O’dur. Şu halde yerin sırtlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.” 3308
“Gözleri korkudan ve dehşetten düşük bir halde, kendilerini de zillet sarıp kuşatmıştır. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye dâvet edilirlerdi (fakat yine secde etmiyorlardı).” 3309
“O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!” 3310
Azizler ve Zeliller
İzzet, ancak Allah'tandır, kimde ne izzet varsa, O'nun ihsânı... Zillet de ancak Allah'tan, kimde ne zillet varsa O'nun vergisi... İzzet tâcı da zillet gömleği de O'nun hazinesinde... Bunları mahlûkatına sıra sıra giydirir... Önceki günün azizleri, dün zelil oldular. Bugünkü azizler de zilleti tatmak için yarını bekliyorlar... Etrafımız, bu iki ayrı tecellînin misalleriyle kaynaşmada...
Bir meyve ağacı yazın yaprak, çiçek açar, meyvelerle bezenir; seyrine doyum olmaz. Kış geldimi her şeyini soyunur, kuru bir iskelet kalır. Başına karlar yağar, gölgesinde kimsecikler oturmaz. Şu var ki, o ne ihtişamıyla mağrur olur, ne de
3302] 37/Sâffât, 180
3303] 38/Sâd, 2
3304] 38/Sâd, 82
3305] 42/Şûrâ, 45
3306] 58/Mücâdele, 20-21
3307] 63/Münâfıkun, 8
3308] 67/Mülk, 15
3309] 68/Kalem, 43
3310] 70/Meâric, 44
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
perişanlığıyla mahzun. Bu haliyle bize şu dersi verir:
"Ben Allah'ın askeriyim. Beni yokluktan varlık âlemine O çıkardı. Dilerse dallarımda izzet çiçeklerini açtırır; isterse üzerime zillet karları yağdırır. Benim iç dünyam her iki halde de değişmez. Ben O'nu daima tesbih ederim. Mevsimlerin değişmesiyle tesbihim de değişir, o kadar. Gerçekte sizin de benden pek farklı bir yanınız yok. Siz de çekirdek, fidan devrelerinden geçtiniz; olgunluğa erdiniz. Sizde de çeşitli çiçekler açtı. İlminiz, sanatınız, servetiniz ayrı birer çiçek gibi. Benden farkınız şu ki, siz bu güzelliklerinizle mağrur oldunuz. Takdirden hoşlandınız, tenkidden üzüldünüz. Gün gelir, sizin de devranınız döner, gücünüz kuvvetiniz azalır, sıhhatiniz bozulur. Hayatınızdan bu çiçekler döküldükçe siz üzülür, mahzun olursunuz, derken iyice ihtiyarlarsınız. Sizi seyredenler, 'ne halden ne hâle düştü' diye mırıldanırlar. Siz bundan çok rahatsız olursunuz. Takdire alıştırdığınız nefsiniz, bu hâle tahammül edemez. Hâlbuki ben, izzeti de zilleti de Allah'tan bildiğim için, insanların övmesi ile yermesini bir tutarım. Siz bunu kolay kolay başaramazsınız. Nefsiniz buna mânidir. Şeytanınız buna fırsat vermek istemez."
Bu izzet ve zillet safhalarından geçen, sadece meyve ağaçları değildir. Güneş de doğarken azizdir, batarken zelil... Bahar gelirken azizdir, giderken zelil... İnsan yürürken azizdir, uyurken zelil... Bir meyvenin gündüz ve gece iplikleriyle dokunması gibi, insan ömrü de izzet ve zillet cilveleriyle nakışlanıyor, örülüyor, şekil alıyor. Nutfede zillet hâkim, alekada ona göre bir izzet cilvesi var. Dokuzuncu ayın sonunda insan, o rahim âleminin en izzetli devresini yaşamakta... Derken dünyaya geliyor ve bu yeni hayatın en zelil devresine adım atıyor.
Çocukluk, gençlik derken olgunlukta bir izzet tecellîsi görülüyor. Onu tâkip eden ihtiyarlık, zillet ve hakaret yüklü... Derken ölüm... Zilletin doruk noktası ve imanla göçenler için izzetin ilk basamağı... Önünü göremeyen ihtiyar, ölünce Cenneti seyre başlıyor. Bu izzeti bir yeni zillet tâkip ediyor: Surdan korkma ve mahşere fırlama safhası...
Mahşer: Dünyanın mahsül verdiği bütün azizlerin zelillerle karışık olduğu müstesnâ meydan, eşsiz toplantı, benzersiz muhâsebe. Herkeste heyecan, herkeste korku! İnsan dünyada ne kadar izzet taslamışsa, orada o kadar zillet çekecek... Başını burada ne kadar dikmişse orada o kadar fazla eğecek... Ne kadar harcamışsa, o kadar hesap verecek. Ve sonunda bütün azizler bir yana, bütün zeliller bir yana ayrılacak. Mü'minler, Allah'ın azizler diyarı olarak terbiye ettiği Cennete doğru şevkle yol alırken, münkir ve müşrikler, zeliller diyarında, Cehenneme düşecekler... "İzzet ve zilletin ancak Allah'tan olduğu" hakikati bütün haşmetiyle görünecek.
Evet, Muizz ve Müzill ancak Allah'tır, izzet veren de, zelil eden de O'dur. Başa izzet veren O olduğu gibi, ayakları en aşağı atan da yine O. Kulun Allah'a en yakın olduğu secde ânında, başla ayak bir hizaya gelir. İzzetle zillet birleşir, kahırla lütuf bir olur. O âzâlar, bu halleriyle, "Muizz ve Müzill ancak Allah'tır" derler.
Karıncalar yerde sürünürken, arılar havada rakseder. Onlar da bu halleriyle "izzet ve zillet ancak Allah'tandır" mânâsını birlikte yâd ederler. Derken bir de bakarsınız, birkaç karınca bir arının cesedini sürüklemekte, yuvalarına
İZZET – ZİLLET
- 829 -
taşımaktalar. Azizle zelil yer değiştirmiş... Bu manzara da aynı hakikati haykırır: Muizz ve Müzill ancak Allah'tır.
Otobüste veya takside koltuğumuza kurulurken, bu izzetin Allah'tan geldiğini düşünmeliyiz. Az sonra bir trafik kazasında vefat edebiliriz. Ve bedenimiz bu defa bir başka vâsıtanın bagajına atılır, diğer eşyalar gibi...
Öyle ise üzerimizde izzetin tecellî ettiği dönemleri çok iyi değerlendirmek mecbûriyetindeyiz. Aziz iken Hakk'ın dergâhında zelil olalım ki, zelil olduğumuzda O'nun lütfuyla yine izzete kavuşalım. 3311
Allah'ın İzzeti ile İzzetlenmek
İnsan eşref-i mahlûkat... Ahsen-i takvîm sırrı ile mücehhez varlık... Arzın halîfesi, ulvî emânetin yükleneni... Hâlık'ın mükerrem ve muhterem eseri... Allah izzetli kıldığı insanı izzetli görmek ister... Menşe-i iman olan bir izzetle yeryüzünde var olmanın bir anlamı da, izzet ve zillet kavgasında onurlu bir duruştur... Muiz olan Allah mü'minlerin izzetini oldukça önemsiyor. Meselenin ciddiyetini Kur'an âyetlerine mürâcaat ile anlamak mümkün...
İşte Benî Müstalik Gazvesi... Müreysî suyunun başında İbn Ubeyy es-Selûl... Fitnenin başı, şedid münâfık. İslâm saflarını çözme, nifak tohumlarını ekme hesabında. Ensarı muhâcirîne karşı tahrik ediyor. Kavmiyetçilik gayreti ile zehrini kusuyor: "Medine'ye dönersek izzet sahibi olan şerefliler, zelil olan alçakları dışarı atacak!" Mü'minlerin izzetine uzanan çirkin bir dil... Olaya bizâtihî Allah müdâhale ediyor ve Kur'an'a konu oluyor. Mü'minlerin şerefine yönelik bu saldırı Allah'a yapılmış bir isyan olarak değerlendiriliyor. Çünkü mü'mindeki izzet Yüce Allah'ın izzetinden alınmadır. O İlâhî izzet ki kendisi zayıf düşmez ve bulunduğu kimseyi de düşürmez. Eğilmez, bükülmez. Ve Kur'an'ın konuyu ele alış tarzı: "Onlar; 'şayet Medine'ye dönersek andolsun ki izzetliler zelil olanları oradan çıkaracaktır' diyorlardı. Hâlbuki izzet Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler." 3312
İzzeti kimlik edinen o müslümanların dünyasında zillete hayat hakkı yoktu. Aynı olayda Hz. Ömer’in (r.a.) ictihadı: "Yâ Rasûlallah, bırak şu münâfığın boynunu vurayım!" İman edenlere bu düzeyde yapılan bir hareketi ancak kılıç temizler görüşünde. Allah Rasûlü siyâseten bunu uygun görmez. İbn Übey es-Selûl'ün oğlu, sâdık ve sâlih mü'min Abdullah (r.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü, babamın cezâsı eğer ölüm ise bu göreve gönüllü olarak ben tâlibim. Tâ ki diğer bir kardeşimin eliyle gerçekleşecek infâz ile ona karşı içimde yanlış bir duygu oluşmasın." Böylesine onurlu ve kararlı bir tavır... İşte Allah'ın izzeti ile izzetlenmek. Kuvvet ve cesâretin menbaı. Erdem ve onur hâlesi.
"İzzet Allah'ındır, rasûlünündür, mü'minlerindir." O halde izzet nedir, zillet nedir biliyor muyuz? İzzet; cesaret iksiri, özgürlük bilinci, kendini aşabilme gücü, ulvî olanı süflî olana tercih melekesi. Yani başı dik tutabilme becerisi. Zillet; tutsaklık ruhu, dünyevî tutku, beşerî korku. Kısaca Bâkî'ye değil; fânîlere boyun eğmek...
İşte Kur'an ahlâkı ile ahlâklanmak isteyenlere Kur'an'ın öğretisi, izzet sahneleri; Hz. İbrâhim (a.s.)... Allah'a baş kaldıran Nemrut'un neler yapacağını bile
3311] Alâaddin Başar, Nur'dan Cümleler, 2/12-14
3312] Münâfıkun, 8
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bile haykırıyordu: "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" 3313. Karşı karşıya kaldığı ateş-i Nemrut da olsa tavrında bir tereddüt mümkün mü? Allah'tan gelen, baş-göz üstüne... Aynı İbrâhim (a.s.) günü gelince, elindeki bıçağı İsmail'in boynuna tereddütsüz çalacaktı. Böylece millet-i İbrâhim için İbrâhimî izzet dersi verilmiş olacaktı. Bu izzeti çağa taşıyan el-Halil kentinde, İbrâhim Mescidindeki aziz cemaat...
Ashâb-ı Uhdûd... Erdem ve onurun, kan ve ateş hendeğinde sınanması. Emin adımlarla, yılmadan yürümek... Ateşten kurtulmak için ateşe yürümek... Ebedî izzet için giyilen ateşten gömlek... "Kahrolsun ashâb-ı uhdûd" (Burûc, 4) seyrede dursun... Onlar izzetlerine gölge düşürmeden dimdik ayakta; mütevekkil ve mutmain. Verilmek istenen mesaj; ölümün üstüne yürümek...
Aynı izzeti Hz. Yusuf (a.s.) kuyuda ve zindanda kuşanacak, Ashâb-ı Kehf mağarada uyku halinde yakalayacaktı. Muhammedî terbiye ile izzet bulanların ödedikleri bedel... İşte Kerbelâ... Aziz ve asil bir neslin geçit alanı. İzzetin zilleti dize getirdiği sahne... Parola: "Heyhât minnâ'z-zilleh: Zillet bizden uzaktır!" Toprağa düşen 72 can... Ve gövdesinden ayrı düşen başlar. Hz Hüseyin (r.a.)'in kesilmiş başı. Allah Rasûlü'nün (s.a.s.) okşadığı, öptüğü, sevdiği baş... Kimi zaman kucağında taşıdığı, kokladığı, kolladığı Cennet gülü Hüseyin... Yerde toz-toprak içinde, çünkü İslâmî izzet öyle gerektiriyordu. Zulme öfkeli, tuğyâna tahammülsüz bu baş kılıçla kesildi ama zulme eğilmedi, Yezid'in hesabı tutmadı. Dâvâya baş koydu. "Başıma dert alırım" korkusuna kapılmadı. Hüseynî mektep böyle oluştu. Muallimesi Zeynep, onur kıvılcımı... Mazlumların yüz akı, zâlimlerin baş ağrısı... İşte Kerbelâ'dan Hüseyin'in çağrısı, çağları aşan evrensel mesaj... Ve suyunu susuz Kerbelâ'dan alan nesiller...
Zilleti doğuran ve besleyen işleyiş ise Kur'an'ın tesbiti ile: "O (Firavun) kavmini küçümsedi, onlar ise boyun eğdiler..."3314 Zilletin temelinde boyun eğmek, uysal bir bağlılık mevcut. Firavun'un gücünü, horladığı toplumun tepkisizliğinden, eylemsizliğinden aldığı açık bir gerçek... Dün böyle olduğu gibi bugün de böyle değil mi? Anlaşılan o ki, aşağılandığı halde boyun eğen toplumlar oldukça, Firavunlar da iktidarlarını sürdüreceklerdir. Velev ki yüzde doksanı kendilerini İslâm'a nispet eden bir toplum olsa...
Bu tesbitler doğrultusunda acaba fiilî durumumuz nedir? Kendi gerçeğimizi görebilecek miyiz? Bizlere dayatılan zelil ve sefil bir hayatın izahı mümkün mü? Bu ne zillet? Biz buna lâyık mıyız? Yâ Rabbi, ne zamana kadar başımız eğik kalacağız? Gözlerimizin içine bakakalan, "İmam Hatibim!, Kur'an Kursum!, Medresem!, Mescidim!" diyen yavrularımızdan gözlerimizi nasıl kaçıracağız? Başımızı hangi tarafa döndüreceğiz? Üniversite kapılarında başörtüsü direnişini sürdüren, izzet ve iffet sembolü, yağmurun altında sırılsıklam, ıslak gözlü boynu bükük bacılar karşımızda... Başımız eğik, kalbimiz ezik...
Câmilerde bile yakamızı bırakmayan meskenet... Ve mihrâba sirâyet eden zillet. Uydu aracılığıyla cemaati uyutma taktik ve teknikleri... Aile boyu tutkunu olduğumuz ekran. Yuvamıza sıçrayan çirkef... Yüz kızartıcı görüntüler. Yarınlarda da bizleri yüzsüzleştirmez mi acaba? Başımızı ekrandan çevirip Kur'an’a
3313] Enbiyâ, 67
3314] Zuhruf, 54
İZZET – ZİLLET
- 831 -
yönelebilecek tâkati kendimizde görebilecek miyiz?
Endişemiz, dünyevî mahcûbiyetin uhrevî mahcûbiyete dönüşmesidir. Gözlerimiz harama kaymasın diye başımız önümüzde mi yürüyüp duracağız? Başımızı kaldıramayacak mıyız? Ekonomi dünyasında girişimcilerimizin, akîdelerinin öngördüğü ilke ve ahlâk ile müslümanların yüzünü ağartmaları gerekmiyor mu? Kapitalizmin sürüklemesine karşı izzetli bir duruşu bekleme hakkımız yok mu? Dâvâ adına politik arenada kürek çekenler, postmodern darbe sürecinde Rabbimiz'in şu uyarısını hatırlamak istemiyor mu dersiniz? "Mü'minleri bırakıp kâfirleri mi dost ediniyorlar? Onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a âittir."3315 Ve müslüman bulunduğu her platformda izzeti ile var olmak mecbûriyetinde değil midir? Silik ve sönük bir varlık, yok oluştan beter olmaz mı?
Tüm bunları düşünürken; Filistin'de intifâda çocuğunun attığı taş, sanki başımıza değecek gibi. Evrensel bir sorumluluğun ağırlığı kuşatıyor çepeçevre dünyamızı, başımızı kaldıramıyoruz. "Kaldır başını, gör beni!" diyor. Aynı dünyanın insanıyız... Aynı zulme mâruz mazlumlarız. Aynı peygamberin ümmeti. Aynı Kitab'ın muhâtabı olan bizler... Yoksa?
Başımızı kaldırıp kendimize ördüğümüz dünyanın dışına uzanabilmek... Beton yığını binaların gurbetinde yalnızlaşan boynu büküklerin dünyası ile tanışmak... Başımıza gelen her musîbet kendi ellerimizle işlediklerimizden dolayı değil mi? 3316. Bizler değil miyiz birbirimizin etini yiyen? Rüzgârımızı götüren nizâlarımız, cedelleşmelerimiz son buldu mu acaba? Atâlet, zâfiyet ve zillet neyin ürünü? Kardeşlik hukuku, uhuvvet, muhabbet, merhamet kimler için? Gıybet, haset, zan, tecessüs... Yaralı gönüller, sönen ümitler, tükenen özgüven... Kim kimin yüzüne nasıl bakacak? Kardeşinin izzet-i nefsini kendine tercih etmeden...
"İman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız" buyuruyor mürebbî-i âhir zaman. Kendi izzetini kardeşinin izzetinde bulan bir kişilik... Evet, izzetimizi zedeleyen korkularımız, tutkularımız, tutarsızlarımız ne zamana kadar? Zilleti kimlik edinme sefâletinden kurtulamayacak mıyız? Başı eğiklerin, boynu büküklere vereceği ne olabilir ki? Elbette başı dik tutmanın bir riski, izzetli duruşun ödenmesi gereken bir bedeli vardı. O halde, izzeti hangi zeminde arayacağız? Bürokratik tırmanışta mı? Ekonomik büyümede mi? Kaypak ve kaygan demokratik platformlarda mı? Evet, Nasıl yakalayacağız izzeti? Sünerek mi? Sürünerek mi? Yoksa, ayağa kalkıp yürüyerek mi? Evet, yürümek... Kehf'e, Uhud'a, Kızıldeniz'e, ateş-i Nemrut'a, Yesrib'e... Ya da oturmak..."O halde oturun oturanlarla beraber..." 3317. Elinde mendil, başı tülbentliler gibi... Zelil ve sefil...
Onurumuz... Nedir onurumuz? Ciromuz mu, üretim rekoltemiz mi, sicil notumuz mu? İnsan hak ve hürriyetini kime emânet edeceğiz? ABD'nin insafına mı? BM'ye mi? Uluslar arası Af Örgütü'ne mi? Barış Gücüne mi? Ama tüm olumsuzluklara rağmen, imtihan sürecimiz işlediğine göre, ne pahasına olursa olsun, başımızı kaldırabilmeliyiz. Mezellet ve meskenet duvarını aşarak... Ye'se
3315] 4/Nisâ, 39
3316] Şûrâ, 30
3317] 9/Tevbe, 46
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve yenilgiye yenik düşmeyecek bir izzetle bilenmek... Secdeye kapanarak aklamalıyız alnımızı. Allah'a yakınlaşarak, Kitab'a tutunarak...
"Andolsun, size içinde şerefiniz bulunan bir Kitap indirdik. Hâlâ akıllanmaz mısınız?" 3318 İşte şeref: Vahiyle akıllanmak... Akılla vahyi zorlamak değil... Rabbin huzurunda bel bükerek, kıyâma yol aramak... "Rükû edenlerle beraber rükû ediniz."3319 Saf tutarak, hablullah'a tutunarak savunma siperlerini tahkim ederek... "Muhammed, Allah'ın Rasûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidir. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'ın lütuf ve rızâsını isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir..." 3320
Kaybolan değerleri hayata geçirerek. Sarsılan umutları onararak. Kendi ayaklarımız üzerinde doğrularak Rabbimize yol aramak... Onun görmek istediği istikamette durarak lutfettiği izzetle donanarak... Gevşemeden, üzülmeden, inançla ve ısrarla, basîret ve cesâretle... Ölümlü bir hayatın zorunlu yolcularıyız. Ölülümü hangi koşullarda beklemekteyiz? Putların gölgelediği bir hayat... Kirli bir hayatın kuşatması altında bizleri bekleyen ölümün nasıl gerçekleşeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek... Azrâil (a.s.) ile randevumuz başımız eğik olarak mı gerçekleşecek yoksa? Haşre taşınmamız hangi kimlikle olacak? Aziz olarak mı, yoksa zelil olarak mı? Allah'ım, Sen koru bizleri! Ve duâmız: "De ki: 'Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Her türlü hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kaadirsin." 3321
İzzeti Yanlış Yerde Aramak
Çeşitli müslüman grup ve tarikatların liderlerinin büyük bir heves ve istekle, şirk yönetimlerinin önde gelen kadrolarıyla, laik partilerin liderleriyle uzlaşmak ve birlikte olmak için yarışmaları, dikkat çekici boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Allah’a ve Allah’ın dinine karşı olanların yanında izzet ararken kaçınılmaz olarak zillete düşen çok sayıda şeyh, hoca, üstad, âbi, bu zillet ortamında, rahatsız edici, uzlaşmacı tavırlarla, İslâm’ın mazlum halk nezdinde yanlış tanınmasına, âdil, emin, güvenilir nitelikleri taşıması gereken İslâmî kimliği, peygamberî örnekliği ayaklar altına alacak derecede sapmasına yol açmışlardır.
Tâğûtî sistemi, devleti, hükümet, parlamento ve diğer kurumları ve bunların kadrolarını benimseyen, bunlarla uzlaşan ve bunların söylemlerini, ideolojik yaklaşımlarını, kavram ve kurumlarını paylaşarak, bunlarla ortak zeminlerde buluşup birlikte görünmekten haz duyan, böylece itibar ve izzet kazanacağını zanneden pek çok müslüman grup ve tarikat önderi, akademisyen ve entelektüele rastlamak mümkündür. Maalesef son yıllarda ve özellikle 28 Şubat sonrasında çeşitli hesap, endişe ve dünyevî çıkarlar sebebiyle bu sayıda büyük artışlar görülmektedir. Müşriklerden izzet kazanacağını zanneden, izzetin tamamının Allah’ın yanında olduğunu unutan nice müslüman ortaya çıkmıştır.
Bireysel ve toplumsal alanda İslâmî değişimin ilk basamağı, tâğutu, tâğûtî sistem, ideoloji ve buna dayalı kurum, kural ve kadroların reddi, bunlardan
3318] Enbiyâ, 10
3319] 2/Bakara, 43
3320] 48/Fetih, 29
3321] 3/Âl-i İmrân, 26; Ramazan Kayan, Vahiyle Doğrulmak, Çıra Y. s. 79-85
İZZET – ZİLLET
- 833 -
berâetin ilân edilmesi, “velâyet”in sadece Allah’a ve mü’minlere tahsis edilmesidir.
Tıpkı Firavun’un yanında yer almaya zorlanan kitleler gibi, ondan sonra da geniş mazlum kesimler İslâmî olmayan iktidarların yanında yer almaya ya zorlanmışlar ya da bazı payandalar vâsıtasıyla iknâ edilmişlerdir. Bilindiği üzere, Firavun’un iktidarının sürekli olabilmesi, ayakta kalabilmesi için Hâmân ve Karun’un desteği sözkonusu olmuştur. Ondan sonraki dönemlerde ve bugün de İslâmî olmayan zâlim otoritelerin ayakta kalmasının en büyük destekçilerinden biri yine büyük sermaye çevreleri (yani Karun), diğeri ise geniş müstaz’af kesimlerin kafalarını bulandırarak onları kandırıp iknâ ederek bu otoritelerin yanında yer almaya sevkeden (Hâmân veya Bel’am konumundaki) sözde din adamları, teşkilât liderleridir.
Resmî din oluşumuna katkıda bulunmak, hak ile bâtılı karıştırarak kafaları bulandırmak sûretiyle geniş halk kitlelerinin laik rejimin yanında uzlaşmacı bir konuma sürüklenmelerine sebep olan bazı hoca efendi, şeyh, âbi olarak nitelendirilen şahsiyetleri günümüzde çok yaygın olarak görebiliyoruz.
Yani Firavun-Hâmân-Karun üçlü ittifakı günümüzde laik yönetimler-Bel'am tipli mollalar-büyük sermaye ittifakı ile sürdürülmekte ve insanların net bir Kur'ânî anlayışa, tevhidî bilince ulaşmasının önü kesilmeye çalışılmaktadır. Kâfir iktidarların yanında yer alarak onlara meşrûiyet kazandırma gayretiyle Karun ve Hâmân her dönemde bu çizginin takipçisi temsilcilerini bulmaktadır.
Ebû Hanife, İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel, İbn Teymiyye gibi âlimler hayatları pahasına ilimlerinin gereğini yerine getirip zâlim iktidarlara destek vermekten, zâlim sultanın yanında yer almaktan ve böylece ona meşrûiyet kazandırmaktan uzak dururlar. Her türlü baskı ve işkenceye rağmen hakkı haykırmaktan vazgeçmezler. Hak ile bâtılı karıştırmaya yanaşmazlar. İslâmî bilgiye sahip olan diğer bazı âlimler ise iktidarların câzibesine kapılarak veya baskılarından çekinerek, zâlim sultanların tekliflerine uzun süre direnemezler. Emevî, Abbâsî, Selçuklu, Osmanlı saltanatları, istisnâî olarak dürüst, âdil şahsiyetler de yönetimlere gelse, genelde zâlim olma vasfını taşımışlardır. Ve bu âdil olmayan yönetimler, Ebû Hanife'nin öğrencisi Ebû Yusuf'un sultanların emrindeki adâlet mekanizmasının başında görev kabul etmesinden itibaren meşrûiyet kazanmışlardır.
Daha sonraki dönemlerde bu meşrûiyet daha da genel bir kabul görmüştür. Böylece iktidardan yana olmak, zâlim de olsa iktidarlara başkaldırmamak bir gelenek halini almıştır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte, laik ve batıcı bir tercihin baskıyla halka dayatılması üzerine, önemli ölçüde sarsılan bu meşrûiyet ve iktidara başkaldırmama geleneği, 1950'li yıllardan itibaren zâlim tek parti yönetimine alternatif olarak çıkarılan DP iktidarı ile birlikte tekrar aynı çizgiye oturmuştur.
Dine karşı açık tavır alan CHP zulüm iktidarı, halkta var olan iktidardan yana olma eğilimlerini önemli ölçüde törpülemiş, asırlardır ilk defa sınırlı da olsa bazı kitleler gayri İslâmî olarak nitelendirdikleri iktidarın karşısına geçebilmişler, karşısına geçme cesaretini gösteremeyenler de tasvip etmekten uzak durmuşlardır. Bu sebepten dolayı da laik-kemalist rejim 1950'li yıllara kadar bir türlü yerine
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oturmamış, istikrara kavuşamamıştır. 1950'li yıllardan itibaren bu zulüm yönetimine alternatifmiş gibi sunulan DP, sanki daha İslâmî ve daha âdil bir alternatifmiş gibi takdim edilmiştir. Müslümanlara daha hoşgörülü bakan ve Arapça ezan gibi birkaç İslâmî motifle müslümanların gönlünü kazanan bu parti, CHP'nin içinden çıkmış, aslında aynı şekilde laik, kemalist ve batıcı bir parti olduğu halde, insanlar tek parti yönetiminin zulmünden bıkmış olmanın yol açtığı bunalım ve can havliyle yılana sarılmış ve iktidardan yana bir konuma, yani tarihî geleneğe tekrar sürüklenmişlerdir. Laik rejim de ancak DP iktidarından sonra oturabilmiş, halk ancak bundan sonra rejimle uzlaşabilmiştir. Böylece müslüman kimliğini inkâr etmeyen bu ülke insanı, tarihî birikimin istikametinde yeniden iktidardan, statükodan yana, sağcı bir konumu benimsemiştir. 1980'lerden itibaren sağcılıkla İslâm'ın bağdaşmayacağını farkedenler, sağcılıktan ayrışarak tevhidî çizgiye gelirken, 28 Şubat sonrası bazılarında da tekrar iktidardan ve iktidar yetkilerini ellerinde bulunduran kadrolardan yana olma eğilimleri güçlenmeye başlamıştır.
Laik, batıcı sistemden, laik devletten ve onun kanunlarından, hayat modelinden beraatini ilan etmiş, izzet ve şerefin gayri İslâmî devlet ve kadroların yanında olmadığının bilincine varmış az sayıda müslümanın istikrarlı ve ilkeli tutumlarının devamı için duâ ediyoruz.
Rabbimiz, 48/Fetih sûresi 29. âyette mü'minler için; "... Kâfirlere karşı zorlu/şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidirler" ifâdesini kullanırken, bazı müslüman gruplar kâfirlere karşı merhametli, hoşgörülü; mü'minlere karşı ise oldukça uzak, şiddetli ve horlayıcı bir yaklaşım içinde olabiliyorlar. Kâfirlere yakınlaşma, onlarla beraberlik ve dostlukları Allah Teâlâ çok sayıda âyetinde yasaklamış, izzetin başka yerde aranmamasını, izzetin tamamının Allah'ın yanında olduğunu da ikaz etmiştir. 60/Mümtehıne sûresi 4. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır: "İbrâhim ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan berîyiz (gerçekten uzağız). Sizi (artık) tanımayıp inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin başgöstermiştir..." Bu dinî ikazlara rağmen, nice müslüman cemaat ve gruplar, İslâm düşmanlarıyla beraber olabiliyor, “biz sizden farklı değiliz; biz de demokratız, biz de laiğiz, hatta biz de Atatürk’ü seviyoruz” mesajını vermeye, onların yanında izzet ve şeref kazandıkları, onlarla birlikte görünmek sûretiyle itibar elde ettikleri inancıyla, güç gösterisinde bulunmaya çalışıyor.
Dünyevî hesap ve endişelerini, kulluk bilinci ve âhiret hesabının önüne alanlar, bu tercihlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, zâlimlerin saltanat ve makamlarını kutsamalarına, laik rejimin önder kadro ve kurumlarını üstün ve önemli görerek komplekse düşmelerine yol açan bu serüvenin içine sürüklenmişlerdir. İslâm’a hizmet amacıyla, ümmetin maddî imkânlarıyla oluşturulan okul, yurt, kurs vb. araçları amacın yerine ikame edenler, bu araçları muhâfaza edebilmek, daha da büyütebilmek uğruna, amacı, yani Allah’ın dinini fedâ etmekten çekinmeyecek sapmalara yönelmişlerdir. İşte bu süreçte, giderek laik devletin makam ve mevkilerini kutsamak, rejimin üst kadrolarında yer alanları büyük görüp aşırı önemsemek sebebiyle düştükleri aşağılık kompleksiyle, izzet ve itibarı onların yanında aramak zilletine düşmüşlerdir.
Maalesef her geçen gün nice müslümanın sisteme doğru savrulmakta
İZZET – ZİLLET
- 835 -
olduğunu tesbit ediyoruz. Sistemin makam ve mevkilerini yüce görerek, oralardan izzet ve şeref uman bazı müslümanlar, kulluk bilincinden, tevhidî netlikten biraz daha uzaklaşmakta, âhiret bilinci ve hesap şuuru giderek biraz daha kaybolmaktadır. Hak ile bâtıl sürekli birbirine karıştırılmaktadır. Böylece, belli bir gayretle oluşan İslâmî birikimler zamanla bu tür savrulmalarla hebâ olup gitmekte, İslâmî uyanış gelişiyor gibi görülse de, flûlaşma ve “gri”leşme sebebiyle net bir tevhidî bilinç seviyesine bir türlü, yaygın biçimde ulaşılamamaktadır. Müslümanlar veya müslüman olduklarını iddia edenler, iktidardan, laik sistemin politik, bürokratik kadrolarından yana tavırlara doğru kaymaya başladılar. Onları üstün görme kompleksiyle onlarla birlikte görünmenin kendilerine güç, itibar ve şeref kazandıracağını zannediyorlar. Laik politik veya bürokratik kadrolar veya laik entelektüeller, sanatçılar(!) vb.leriyle birlikte olduklarında, onları yücelten, onları ve görüşlerini önemseyen ve hatta onlara kendilerini kabul ettirebilmek için ilke ve ölçülerinde rahatlıkla tâviz veren onursuz ve kaypak tavırlar sergiliyorlar. İslâm’ın şiarlarını yüceltmeleri gerekenler, tam tersine ulusal bayrak, ulusal marş gibi unsurları kutsamak, önemsemek ve bunlara karşı ta’zimde bulunmakta birbirleriyle yarışıyorlar.
Laik rejimin ulularının, politik, bürokratik üst kadrolarının yakınında bulunmak, onlarla birlikte görünmek, onları toplantılarına dâvet edip güçlü olduğu imajı vermek sûretiyle itibarlarının, şereflerinin artacağını zannedenler giderek daha büyük zilletlere yuvarlanmışlardır. Sağcı, kapitalist, laik, ulusalcı iktidarların veya lider kadrolarının yakınında, hatta bu kadrolarla dostluk ilişkisi içinde görünerek izzeti yakalayacaklarını, itibar kazanacaklarını umanlar izzeti yanlış yerde aradıkları için, İslâmî tavırdan uzaklaşmışlardır. Zillet ise kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Rabbimiz bu husustaki uyarısını Nisâ sûresinde çok açık olarak yapmış bulunuyor. Ama ne yazık ki insanlar öğüt almıyor, hevânın arzuları istikametinde savruluyorlar. “Onlar mü’minleri bırakıp kâfirleri dost mu tutuyorlar; onların yanında izzet (şeref) mi arıyorlar? Bütün izzet (şeref), tamamen Allah’a âittir.”3322 İzzet ve şerefin tamamı Allah’ın yanında iken, bir nebzesi bile kâfirlere, müşriklere verilmemişken, tam tersine bunlar pis de değil; “pislik”3323 ve “hayvandan bile aşağı”3324 olarak nitelendirilmişken, müslüman olmayan liderlerin, yetkililerin yanında yer almakla izzeti yakalayacaklarını zannedenlerin çabasının boşa çıkması ve onlara yaklaşmakla Allah’ın yanından uzaklaştıkları için de izzet ve şereften tamamen mahrum kalarak zillete yuvarlanmaları kaçınılmazdır.
Münâfıkun sûresinde Rabbimiz aynı uyarıyı açarak tekrarlamaktadır: “Hâlbuki izzet (üstünlük ve şeref) ancak Allah’ın ve Peygamberi’nin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bilmezler.”3325 İzzet ve üstünlük Allah’ın, Peygamberi’nin ve mü’minlerin yanında olduğu halde, müşrik önderlerin veya mevkî sahiplerinin karşısında komplekse düşüp veya korku, endişe ve dünyevî hesaplarla Peygamber’in bize sunduğu “güzel örneklik”le bağdaşmayan bir zillet içinde onların veya mevkîlerin üstün olduğu zehâbına kapılanlar, hallerini yeniden sorgulamalıdırlar. Bu tavırlarıyla, kâfirlerin yanında yer alarak, onlara meşrûiyet kazandırdırlarını, onları halk nezdinde akladıklarını bilmelidirler. Hem “Peygamber vârisi”
3322] 4/Nisâ, 139
3323] 9/Tevbe, 28
3324] 7/A’râf, 179
3325] 63/Münâfıkun, 28
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu iddia edip hem de Peygamber’in “güzel örneklik” mirasına ihânet etme noktasından kurtulmalıdırlar. Peygamber’in yapmadıklarını (berî olduğu hususları, kâfirlerle uzlaşmayı, onlara izzet ve üstünlük tanımayı) hem de O’nun yolunda olduğunu iddia ederek yapmak, bir yandan Peygamber’e karşı çıkmak, diğer yandan Peygamberî çizgide yürüyen mü’minlerin yolundan ayrılmak tehlikesine sürükleyebilir. Böyle bir hale düşenler ise Rabbimizce cehennemlik olmakla tehdit edilmişlerdir: “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” 3326
Bu tehdidin muhâtabı olmak istemiyorsak, gerçek ve güçlü bir imanın gerektirdiği azim ve kararlılık içinde izzetli tavırlar ortaya koymalıyız. İşte gerçek üstünlük ve gâlibiyet böyle güçlü bir imanın tezâhürü olan net, tâvizsiz ve Allah yolunda riski göze alan fedâkâr tavırların sonucu olarak mü’minlerin olacaktır. Ve Rabbimiz bize bu müjdeyi vermektedir: “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”3327 Rabbimiz, kendi hudutlarını tanımayarak hükümlerini benimsemeyerek aşırı gidenleri, tuğyan edenleri, “tâğut” olarak nitelendiriyor. Tâğût, İslâm dışı tüm güçleri, laik devleti, laik iktidarı, laik yöneticileri, laik partileri, laik kadroları, laik politik ve bürokratik mevki sahiplerinin tamamını kapsamına almaktadır. Rabbimiz: “Kim tâğutu inkâr edip (reddederek) Allah’a iman ederse, muhakkak ki o kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır.”3328 buyurmaktadır. Peki, red ve inkâr etmedikçe gerçek bir iman sahibi olmamız bile mümkün olmayan, tâğûtî önderleri, kadroları nasıl benimseyebilir, kucaklayabiliriz? Nasıl onlara meşrûiyet kazandıracak birliktelikler oluşturabiliriz? Onları nasıl üstün görebilir, onlarla birlikte olmaktan nasıl izzet ve itibar bekleyebiliriz?
Gerçek üstünlük sebebinin “takvâ” olduğunu haykıran bir dinin 3329 müntesipleri olarak nasıl olur da laik, batıcı, ulusalcı, sağcı, solcu liderlerin, mevkî sahiplerinin, entelektüellerin üstün olduğu zehâbına kapılabiliriz ve nasıl olur da onlarla birlikte olmaktan itibar umabiliriz? Bir müslümana bile ancak İslâmî kimliği ve takvâsı sebebiyle değer vermesi gerekenlerin, laik sistem içindeki makam ve mevkîini dikkate alarak değer vermeleri, yani müslüman kardeşlerini bile laik sistemin verdiği unvanlarını esas olarak sıralamaya koymaları akıl alacak gibi değildir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ı, O’nun Rasûlünü ve mü’minleri dost tutarsa (bilsin ki), gâlip gelecek olanlar, yalnızca Allah’ın taraftarlarıdır.”3330 Görüldüğü gibi, gâlip ve üstün gelecek olanlar, kâfirleri dost edinip onların yanında yer alanlar değildir; gâlip ve üstün gelecek olanlar, sadece Allah’ı, O’nun elçisini ve mü’minleri dost edinip Allah taraftarı olma vasfı kazanmış olanlardır.
Genelde sistemin imkânlarından yararlananlarda nükseden hastalık, akademik çevrelerde ileri boyutlarda kendisini göstermektedir. Statükonun içinde birtakım makam ve mevkîleri elde etmiş olanlar, statükonun değişmesi halinde bunları kaybetme korkusu sebebiyle olsa gerek, giderek statükocu bir konuma geliyorlar. Bürokrat, politikacı ve patronların önemli kısmı, elde ettikleri makam,
3326] 4/Nisâ, 115
3327] 3/Âl-i İmrân, 139
3328] 2/Bakara, 256
3329] 49/Hucurât, 13
3330] 5/Mâide, 56
İZZET – ZİLLET
- 837 -
mevkî, mal mülk gibi imkânlarla statükoya eklemlenerek, ya bunları kaybetmek endişesi, ya da daha yükseğini, daha fazlasını ele geçirmek ihtirâsı sebebiyle, rejime ve rejimin ulularına, kendilerine bu imkânları sağladıklarına inandıklarına doğru meyletmektedirler. Akademisyenlerin büyük çoğunluğunda da doktoradan itibaren profesörlüğe kadar devam eden sürecin herhangi bir noktasında aynı savrulma, eklemlenme ve uzlaşma yaşanmaktadır. Neticede bu insanların önemli bir kısmı inkılâpçı vasıflarını kaybetmekte, eğer varsa “tevhidî” istikamette bir değişim taleplerinden vazgeçerek mevcutla yetinmeye başlamakta, yaşantılarını daha müreffeh bir noktaya getirme dışında bir mücâdeleleri kalmamaktadır.
Tâbiri câizse, laik rejim, içine aldığı kadroları işte böyle “iğdiş” edip kendi kurum ve ilkelerinden yana bir kimlik değişimine uğratmakta, entelektüeller, bürokratlar, politikacılar, sermayedarlar ve akademisyenlerin büyük çoğunluğu, kendilerini koruyamamakta, bir süre sonra Türkiyeci, devletçi, düzenin kurumlarının savunucusu konumunda bulabilmektedirler, hatta bazıları daha da ileri gidip laikliği, demokratikliği İslâm’la özdeş ilan edecek kadar da sapıtabilmektedirler. En azından, oldukça büyük çoğunluğun rejimle, laik devletle ve önder kadrolarıyla birlikte olmanın kendilerine izzet ve itibar kazandırdığını zanneder konuma geldiklerini gözlemlemekteyiz.
İzzeti yanlış yerde aradıkları için zillete düşen tüm bu çevreler, bir süre sonra artık, hallerinden memnun hale gelmekte, değişim iddiâsıyla ortaya çıkanlar bile İslâmî değişime direnir konumlara sürüklenmektedirler.
Bu açıklamalardan, müslüman olmayanlarla ilişki kurulmamalıdır, sonucu çıkarılamaz. Hiç şüphesiz müslümanlar kâfir ve müşrik olanlarla da diyalog kuracaklardır. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah’ın koyduğu sınırlara, ölçülere riâyet etme mecbûriyetimiz vardır. İşte bu ölçüler aşılmış, tutarsız, ilkesiz, çelişkili tutum ve davranışlarla, kâfirleri velî/dost edinme, onlardan itibar, izzet ve şeref bekleme ve onları üstün görme zaafları, kompleksleri yaygınlaşmıştır. Müslüman olmayanlarla ilişki; onların kötü, aşağı, çirkin bir şirk halinden; izzetli, şerefli, itibarlı, üstün bir tevhidî bilince yükselmelerine vesile olmaya yönelik bir tebliğ ilişkisi olmak durumundadır. Hâlbuki tam tersi olmakta, kendilerini aşağı ve kötü durumda gören kompleksli müslümanların, onları dünyevî mevkî ve makamları sebebiyle üstün görüp onlara yaklaşarak izzet, itibar kazanma, güçlü olduğu imajı verme gayreti ön plana çıkmaktadır. Bunun yanında ele geçirmiş oldukları imkânları, yani saltanatlarını muhâfaza etme telâşı da güçlü ve üstün gördükleri düzenden ve kadrolarından yana oldukları mesajını vermeye yönelik bu çabaları tahrik etmektedir. Mümtehine sûresi 8. âyeti şartları içinde, bizimle dinimiz konusunda savaşmayan, bizi yurtlarımızdan çıkarmaya çalışmayan gayri müslimlerle, ancak iyilik yapma çerçevesinde ilişki kurulabilir.
Ya bu zilleti tercih edenler kendilerini düzeltip İslâm’ın izzetiyle bağdaşır âdil, emin, güvenilir, mazlumdan yana, zâlime karşı, kâfire dost olmayan bir İslâmî kimliğe sarılmalıdır ya da Allah’ın dinini rahat bırakıp kendileriyle birlikte zillete düşürmekten vazgeçmeli, geniş mazlum kesimlerin hidâyetinin önünde engel teşkil etmekten uzak durmalıdırlar. 3331
3331] Mehmet Pamak, İzzeti Yanlış Yerde Aramak, s. 181-219, 297-298
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kapitalizm ve materyalizm, izzet için yanlış adresler gösteriyor. “Ye kürküm ye!”, “parayı veren düdüğü çalar”, “paran kadar konuş!” deyimleri bu yanlış adreslerin çıkmaz sokaklarını haber veriyor. Câhiliyye insanı için motor önemli değildir, önemli olan kaportadır, süstür, cilâdır, vitrindir. Çünkü o aklıyla değil, gözüyle düşünür ve gönle değil göze hitap eder. Aslında insan, cesedi, maddesi veya sahip olduğunu zannettiği maddeyle değil; rûhuyla aziz olur. Çünkü izzet mânevî bir özelliktir. Öyleyse rûhu ibâdet ve tâatle basleyip doyurmak izzet için şarttır. İzzet; değerli demektir. "Değerli" de, "değerlenen" ve "değerlendiren" şeklinde iki özneyi gerektirir. İnsana izzet verecek, değer verecek zâtın, önce kendisinin tümüyle buna sahip olması gerekir. Mutlak izzet sahibi ise ancak Allah'tır. O'nun dışında kimse, kimseyi değerlendiremez/ şerefli kılamaz. Muizz olan sadece O'dur. İzzet; insanların katında değildir; onların övmesi de yermesi de çok önemli değildir. İnsanların çoğunluğuna uymak, sapıtmayı neticelendirir.3332 Herkesi memnun etmeye kalkan kişi, fıkradaki, oğluyla birlikte insanları memnun etmek için her alternatifi deneyerek farklı şekilde eşeğe binmeye kalktığı halde halkın eleştirisinden bir türlü kurtulamayan Nasreddin Hoca gibi eşeği sırtlanmak zorunda kalır. Aziz mü'min, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaz. 3333
Allah'a; "kahrın da hoş, lütfun da hoş" diyebilen kişi, O'nun kahrının bile zillet değil; izzet olduğunu idrâk eder. O, sevdiklerini gök ehline ve onlar da insanların kalplerine o kişinin sevgisini yerleştirir. “Allah bir kulu sevdimi, Cebrâil’e (a.s.) şöyle seslenir: ‘Ben falanca kişiyi seviyorum, sen de sev!’ Bunun üzerine semâda da aynı şekilde nidâ edilir. Sonra, arz ehli arasına onun sevgisi indirilir. Bunu şu âyet ifâde etmektedir: ‘İmane edip hayırlı iş işleyenleri Rahmân sevgili kılacaktır.”3334 Allah bir kula buğzettimi, Cibrîl (a.s.)’e seslenir: Ben falancaya buğzediyorum. Bu şekilde semâda nidâ edilir. Sonra, yeryüzüne onun hakkında buğz indirilir.”3335 Allah sevgisinden mahrum insanların değer vermesi, kişinin zilletini arttırabilir.
Buna rağmen, töhmet altında bulunmak, insanların gereksiz yere suçlamasına, ithamına sebep olmak ve insanların yanında da izzetini ayaklar altına alacak hususlara ses çıkarmamak güzel değildir. Hz. Yusuf, zindandan rüya yorumu için çıkarılırken öyle demişti: "Ellerinin parmaklarını kesen kadınlara durumu sorun bakalım, ellerini niçin doğramışlardı?" Yani, kamuoyu önünde yeniden yargılanıp aklanmak istiyordu Hz. Yusuf. O, bir suçlu olarak tanınıp afla dışarıya çıkarılan biri şeklinde tanınmak istemiyordu. Allah katında suçsuz olduğu gibi, halk nazarında da suçsuz olarak değerlendirilmek ve izzetini korumak istiyordu.
İzzet, öncelikle imandadır, sonra ilimde, haramları terketmekte, başkalarının mallarında gözün olmaması ve onlara karşı istiğnâda, zikir ve ibâdetlerdedir. İnfakda da izzet vardır. Arı, ürettiğini insanlara infak yapmasından ötürü başlar üstünde gezer. Bencillikte, mal yığmada, cimrilikte zillet vardır; karıncalar ayaklar altında ezilir. Ama izzet ve zillet Allah'ın elindedir. O dilediğini aziz eder, dilediğini de zelil. Bir de bakarsınız birkaç karınca, bir arı cesedini yuvalarına taşıyor. Aziz ve zelil yer değiştirmiş olur. Çalışan, başı dik duran azizdir. Ölü, uyuyan ve yatan, miskin miskin oturan da zelil. Veren, istemeyen azizdir, dilenen ve isteyen
3332] 6/En'âm, 116
3333] 5/Mâide, 54
3334] 19/Meryem, 96
3335] Tirmizî, Tefsir Meryem, hadis no: 3160
İZZET – ZİLLET
- 839 -
de zelil.
"Aziz Allah!" Ezan okunmaya başlarken müslüman halkın dilinden bu ifâde şuurlu-şuursuz dökülür. Allah'ın ismi anıldı ve O'na ibâdet için çağrıya icâbet anlamında ve izzetin Allah'ta ve namazda olduğunu hatırlama ve hatırlamadır bu "Aziz Allah!" sözü. Secde, bedenin zilleti olsa da, rûhun en büyük izzet makamıdır, insanın şerefli başı yere değerken, rûhu miraca yükselir. Secde etmeyen zelildir; çünkü o, Allah'a secde etmeyi gururuna yediremezken, kesinlikle değersiz/izzetsiz birinin önünde boyun eğiyor, kulluk yapıyordur. Allah eri azizdir; kâfirin, zâlimin emrinde memur da zelil. Kâfirlere aziz mü'minlerin korkusu salınır. Bir canlı şehidden bütün dünya müstekbirleri korkar. İzzetten uzak bir milyarı aşkın müslüman siyonist İsrail ve onun sömürgesi Amerika’yı hiç korkutmazken, bıyığı yeni terleyen gençler taştan başka silâhı olmadığı halde onların uykularını kaçırtmaktadır. İzzeti kâfirlere karşı olmada aradıkları içindir bu başarı.
Ama unutmamak lâzımdır ki, izzetle kibir birbirinden çok farklıdır; zilletle tevâzuun farklı olduğu gibi. Onurlu/aziz olmalı; ama kibirli değil. Mütevâzi olmalı; ama zelil, miskin değil. Yahûdiler izzeti yanlış yerde arayan ve sahte izzete, yani gurur ve kibire saplanan, dünyevîleşen ve zenginliğin sahte izzetine sahip karakterlerdir. Hıristiyanlar ise tevâzu tercihi yapayım derken zillete batan karaktersizlik timsali olarak gösterilir İncillerde. "Bir yüzüne tokat vuran (zâlime) diğer yüzünü çevirme”yi tavsiye eder muharref İnciller. "Ceketini alanlara gömleğini de ver" der, yani zillet içinde yaşayış kutsanır. Müslümanın anlayışnda ise vasat/denge sözkonusudur. Kâfirlere karşı aziz, mü'minlere karşı zelil, yani tevâzulu, yani onların izzetini öne çıkaran.
Zelil olmak; zavallı olmak, acınacak durumda bulunmak olduğu gibi, aynı zamanda alçak ve aşağılık olmak, esfel-i sâfilînde durmaktır. Kâfirler zelildir; onların emrinde olmak, putlara ve putçulara eğilmek, paranın, makamın kulu olmak, kendi hevâsının oyuncağı/kulu olmak hep zilletin dışa yansımasıdır. Zillet, emânete hiyânetliktir. Nefse zulümdür zillet. Tasavvufa göre hep savaşılması, öldürülmesi gereken nefsin aslında izzeti sözkonusudur. Kur'an, "Nefislerinizi öldürmeyin."3336 buyuruyor. Bırakın öldürmeyi, nefislerin kınanmasını bile Kur'an hoş görmüyor: "Nefislerinizi (kendinizi) ayıplamayın."3337 diye emrediyor. Aziz Peygamber de: "Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır." diyor.
Zillet; özgüven noksanlığıdır, aşağılık duygusudur, müstaz'af kimliğini kabuldür. Miskinlik, şahsiyetsizlik ve mezellettir. Kâfirlerin yanında ezik, zâlime karşı sessizliktir. Gayri müslimlere karşı efendilik, müslümanlara karşı efeliktir. Tasavvufta Melâmîlik diye bir tarikat vardır. İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gitmek, çevresindekilerin onları kusurlu kimseler sanarak ayıplaması ve kınaması esasına dayanır. Melâmîler Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler. Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar. Özel bir tarikat olarak ortaya çıkan bu mistik anlayışın, bâtınî gruplarla içiçe olması ve bazılarına göre özel bir tarikat sayılmayıp tüm tasavvufî tarikatlerin temel prensiplerini içermesi dolayısıyla, tüm tarikatler üzerinde büyük bir etkisi vardır.
Müslümanlar izzetin nerede aranmasını bilmek zorundadır. İzzeti kâfirlerin
3336] 4/Nisâ, 29
3337] 49/Hucurât, 11
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yanında, ABD'ye abd olmakta, ya da Avrupa Birliği'nde arayanlar, tâğûtî yönetimde ya da onlara yakınlaşmakta arayanlarıı Allah dünyada bile zelil kılar. Günümüzde etiketlere, makam ve mevkîlere, tâğûtî kurumlara, diplomalara "müslümanım" diyenler bile maalesef çok önem veriyor. Bunlara sahip olanları yüceltip diğer müslümanlara tercih ediyorlar. Üstünlüğün takvâda olduğunu unutuyorlar. "Profesör", "doktor" gibi etiketler isim gibi görülüyor, bu gibi unvanlar olmaksızın isim söylenmiyor. Sanki öldükten sonra bu unvanların yararı olacak gibi mezar taşlarında bile bu unvanlar yazılıyor. Müslümanlar, kendilerinin kâfir, müşrik veya münâfıklardan üstün olduğunu, onların Allah’la irtibatları olmadığı ve O’nun sevgisini yitirdikleri için onları gözünde çok küçük görmelidir. Hadis-i şerifte, “Münâfıklara ‘efendim’ demeyin” buyrularak ister sözle ister davranışla olsun onları aziz kabul etmek yasaklanmıştır. Cellâdına âşık olan mahkûm gibi dünya ve âhiret saâdetine engel olan gayrı müslimleri sevip onların değer yargılarını tercih etmek, onlara benzemek, Kur’an tâbiriyle “aşağılık maymun olmak” 3338 demektir. Verilen güzel nimetleri beğenmeyip soğan-sarımsak isteyenlere zillet ve meskenet damgası vurulur.3339 Kâfirlere fitne olarak verilen geçici dünyevî metâları Allah’ın müslümanlara verdiği başta iman olmak üzere gerçek nimetlere tercih, zillet sebebidir. Mü’minleri bırakıp kâfirleri velî/dost edinenler, izzeti onların yanında arayan ve tüm izzetin Allah’a ait olduğunu bilmeyenlerdir.3340 Mürtedler bilsinler ki, Allah onların yerine mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı aziz ve insanların kınamasına aldırış etmeyen gerçek mü’minler ortaya çıkarır.3341 İslâm’ın askerleri, Allah hizbi/erleri iki cihanda da en büyük izzete sahip olduğu halde, tâğutların askerleri zilletin her çeşidine muhâtap olur. Müslümanları aşağılayan, dini suçlayan, “gerici, bağnaz, çember sakallı, yarasa, kara fatma...” diyenler âhirette Allah nazarında aşağılanacakları gibi, dünyada da mü’minler nazarında aşağılanmalıdır.
Devletleri, yönetimleri ve toplumları da aziz kılan Allah’a bağlılıktır, İslâm’a teslimiyettir. İzzetten uzak bir şekilde, diğer kabilelere saldırarak çöllerde bedevî olarak hayat süren câhiliyye Arapları İslâm’la izzet kazandı; Türkler için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. Bu toplumlar, devlet ve hüküm olarak ne zaman İslâm’ı terkettiler, zilletin en acısını tattılar. Dünkü kölelerine yenildiler, ezildiler, sömürüldüler ve hâlâ bu zilleti çekmeye devam ediyorlar...
Devletler ve toplumlar gibi bireyler de İslâm’la izzete kavuşurlar. Ama hiç kimse İslâm’a şeref katamaz. İslâm’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Falan meşhur Batılı veya filan şöhret sahibi kâfir müslüman olmuşsa, izzeti kendinedir, İslâm’la şereflenen kendisidir.
Mü’min, izzetini korumak için, müslümana yakışmayacak, insan onuruyla bağdaşmayacak davranışlardan uzak durmalı, ağırbaşlı ve vakur olmalıdır. Fazla şaka yapmamalı, ciddiyetten uzak ve cıvık tavırlar sergilemelidir. Yerinde ve ayarında nezih nükteler yapmalı, ama kârfirlere karşı onuruna toz kondurmamalıdır. Müslümanlara karşı tevâzu ve zelil olmak, kardeşini kendi nefsine tercih etmekle ilgilidir. Yani, karşısındaki müslümanların izzet-i nefislerini, onurlarını kendi nefsinin izzetine tercih etmektir. Ama kâfirlere karşı uysal koyun gibi zulme rızâ
3338] 2/Bakara, 65
3339] 2/Bakara, 61
3340] 4/Nisâ, 139
3341] 5/Mâide, 54
İZZET – ZİLLET
- 841 -
gösteren, “lâ ilâhe”si olmayan, hiçbir şahsa ve özelliğe karşı isyanı, tepkisi, itirazı düşünmeyen bir yaklaşım İslâm olamaz; olsa olsa reddedilmiş haniflik olabilir.
Müslümanların çoğunun yaşantısı izzetten öyle yoksun ki; câmilerde vaaz eden, hutbe okuyan vâiz ve hatiplerin "aziz cemaat" yerine "aziz olması gereken cemaat" demelerini gerektiriyor. Bir milyardan fazla olduğu iddia edilen dünya müslümanlarının beş milyonluk yahûdi siyonistlere gâlip gelemeyen bir yapısı, ekonomik yönden kâfirlerin yardım ve insaflarını bekleyen tavırları, siyasî yönden 40 küsur devlete ayrılmış yamalı bohçaya benzeyen görüntüsü ve bunların hemen tümünün kâfirlerin piyonları tarafından ve Allah’ın indirdiklerine zıt şekilde yönetilir olması, her türlü fesadın müslümanların yaşadığı yerlerde bolca işlenmesi... müslümanların izzet ve şeref sahibi “aziz” olmadıklarını göstermektedir. Kur’an’ın izzeti müslümanların hakkı olarak göstermesi, elbette doğrudur; doğru olmayan, müslümanların yaşayışıdır. Bireysel, sosyal ve siyasal yönden İslâm’dan uzak yaşayan kimselerin izzete lâyık olmadıkları bir vâkıadır.
Sadece Allah’a boyun eğip mutlak olarak sadece O’na itaat etmesi gereken müslümanlar, izzeti Allah düşmanlarının yanında aradıklarının cezâsını, dünyevî avans olarak zillet içinde bir hayatla çekiyorlar. Kâfirlerin lütuflarını dilenen, onların kurumlarında, sadece şekilsel olarak kıyâfetlerine müsâade edilmesini talep eden, insanî ve İslâmî haklarını almak için İslâmî tavırlarını, hele cihadla ilgili görevlerini kuşanmayan müslümanların izzete hakları elbette olmayacaktır. Allah’ın küçülttüklerini gözlerinde büyüten ve dünyayı âhirete tercih etmenin alçaltıcı zilletini tadan insanların dünyada aziz olma hakları yoktur. Tâğûtî şahsiyet ve makamları önemseyip benimseyen, dolayısıyla Allah nazarında zelil olan kimseleri aziz/şerefli kabul edenler, onların boyunlarına taktıkları zillet tasmalarını nasıl çıkarabilirler? Kurtuluşu İslâm’da arayacaklarına, Batıda arayanlar, kâfirlerin ölçülerini İslâmî esaslara tercih edenler iki dünyada da azîz olamazlar. Diplomalı bir mü’mini diplomasız bir mü’minden üstün görenleri, İslâmî olmayan bir kurumda Allah’ın indirdiklerinin dışında hükümlerle insanları yönetenleri şerefli sananları Allah insanların nazarında da alçaltır, zelil eder. Üstünlüğün Kur’anî ölçüsünün takvâ, ilim ve cihad olduğunu bilmek istemeyenler; dış görünüşte, parada, maddede, hatta kâfirlerde ve küfürde izzet aramaya kalkarlar. Bu arayışlarının cezası olarak yücelttikleri bu değersiz şeylerin altında kalır, değersiz bir şekilde yaşarlar. En büyük zararı kendilerine verirken, dâvâlarını küçük duruma düşürdüklerinin vebalini de öteki dünyaya götürürler.
İzzet ne zenginlikte, ne şanda şöhrette, ne makam ve mevkîde, ne diplomadadır; izzet ve şeref Allah katında, İslâm safındadır. İzzetin sadece Allah katında olduğunu bilip bu dünyada aziz yaşayanlar, âhirette de aziz olacak, şeref sahiplerine verilecek ödüle lâyık olacaklardır. Ne mutlu alçak dünya için alçalmayan, Azîz olan Allah’ın azîz diniyle izzet bulanlara!
"İzzet ve erdem rûhun süsüdür; bunlar olmasa, beden asla güzel gözükmez."
"Önce izzet, sonra hayat."
"Şöhret, -eğer gerekliyse- kazanmak zorunda olduğumuz bir şeydir; izzet/şeref, kaybetmemek zorunda olduğumuz bir şey."
"İzzet ve şerefini kaybedenin, kaybedecek başka şeyi yoktur."
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"İzzet ve şeref, kumsalı olmayan ârızalı bir adadır; bir bırakırsak bir daha geri dönemeyiz."
"Zilletten daha sert yatak, daha keskin soğuk, daha acı sefâlet olur mu?"
"İzzetim/şerefim zedeleneceğine binlerce defa ölürüm, daha iyi."
"Değerli adam için izzet/şeref, hayattan çok daha ağır basar."
"İzzete/şerefe hak kazanmak, ona sahip olmaktan daha değerlidir."
"Zenginlik ve şeref, herkesin istediği şeylerdir. Eğer bunlar doğru bir yolda kazanılmazsa çabuk kaybedilir."
"İzzetini/şerefini kaybettikten sonra yaşamaktan daha fecî ölüm olur mu?"
"Ölüm hiçbir şeydir; asıl zillet ve şerefsiz yaşamak her gün ölmektir."
"İzzetle/şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev hayattır."
"İzzet/şeref ister isen kendin azîz/şerîf ol; Mezar taşı ile iftihar olmaz."
"İzzet/şeref, fazîletin kazandığı bir mükâfattır."
"İzzet ve şerefli olmadıkça hiç kimse âdil olamaz."
"İnsanlığın karın doyurmaktan daha faza izzet ve şerefe ihtiyacı vardır."
"İnsan olana, öldükten sonra güzel bir ad bırakmak, belki hiç ölmemekten daha iyidir."
"İzzet, erdemin parmağına taktığı bir pırlanta yüzüktür."
"İnsanlar önünde inlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi alçalmaktır."
"Her cinâyet alçaklık değildir; ama her alçaklık bir cinâyettir."
"Alçağın korktuğu tek şey ölümdür, başka şeye aldırmaz."
"Alçaklık, güzelliğin ölümüdür."
"Baş eğmeyiz alçaklara alçak dünya içün / Allah'adır tevekkülümüz itimâdımız."
"Âzâdeser ol, kimseye etme minnet / Minnettir eden şahsı karîn-i zillet.
Zilletse eğer bahtına hâkim, / Git sırtını ver kabrine rahat rahat."
"Her zilletün elbette bir izzet var içinde / Seyr et çeh-i Ken'ân'ı ne devlet var içinde."
"Aç kalır zillet kabul etmez azîzü'n-nefs olan; / Bir kemik gördükçe kuyruk sallayan dûnâna (alçaklara) yuf!"
"Aceb mi meyl eder ise denîlere dünyâ"
İZZET – ZİLLET
- 843 -
İzzet ve Zillet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
İzzet ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 120 Yerde; Azîz ismi dışındakiler, 21 yerde): 2/Bakara, 206; 3/Âl-i İmrân, 26; 4/Nisâ, 139, 139; 5/Mâide, 54; 10/Yûnus, 65; 11/Hûd, 92; 18/Kehf, 34; 19/Meryem, 81; 26/Şuarâ, 44; 27/Neml, 34; 35/Fâtır, 10, 10; 36/Yâsîn, 14; 37/Sâffât, 180; 38/Sâd, 2, 23, 82; 53/Necm, 19; 63/Münâfıkun, 8, 8;
Azîz isminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 99 yerde): 2/Bakara, 129, 209, 220, 228, 240, 260; 3/Âl-i İmrân, 4, 6, 18, 62, 126; 4/Nisâ, 56, 158, 165; 5/Mâide, 38, 95, 118; 6/En’âm, 96; 8/Enfâl, 10, 49, 63, 67; 9/Tevbe, 40, 71, 128; 11/Hûd, 66, 91; 12/Yûsuf, 30, 51, 78, 88; 14/İbrâhim, 1, 4, 20, 47; 16/Nahl, 60; 22/Hacc, 40, 74; 26/Şuarâ, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217; 27/Neml, 9, 78; 29/Ankebût, 26, 42; 30/Rûm, 5, 27; 31/Lokman, 9, 27; 32/Secde, 6; 33/Ahzâb, 25; 42/Şûrâ, 19; 43/Zuhruf, 9; 44/Duhân, 42, 49; 45/Câsiye, 2, 37; 46/Ahkaf, 2; 48/Feth, 3, 7, 19; 54/Kamer, 42; 57/Hadîd, 1, 25; 58/Mücâdele, 21; 59/Haşr, 1, 23, 24; 60/Mümtehıne, 5; 61/Saff, 1; 62/Cum’a, 1, 3; 64/Teğâbün, 18; 67/Mülk, 2; 85/Bürûc, 8.
Zillet ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 24 yerde): 2/Bakara, 61, 71; 3/Âl-i İmrân, 26, 112, 123; 5/Mâide, 54; 7/A’râf, 152; 10/Yûnus, 26, 27; 16/Nahl, 69; 17/İsrâ, 24, 111; 20/Tâhâ, 134; 27/Neml, 34, 37; 36/Yâsîn, 72; 42/Şûrâ, 45; 58/Mücâdele, 20; 63/Münâfıkun, 8; 67/Mülk, 15; 8; 68/Kalem, 43; 70/Meâric, 44; 76/İnsan, 14, 14.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İzzeti Yanlış Yerde Aramak, Mehmet Pamak, Selâm Y. 1995
2. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 323-325
3. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Ahmet Özalp, Şamil Y. c. 3, s. 250 (İzzet-i Nefs Maddesi); Abdrülaziz Güzel, c. 1, s. 188-189 (Aziz Md.)
4. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D. Vakfı Y. c. 23, s. 555-556; c. 4, s. 332
5. Vahiyle Doğrulmak, Ramazan Kayan, Çıra Y. s. 79-85
6. Nur'dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s. 12-14
7. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1987, s. 149-152
8. Esmâül Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. İst. 1984, s. 82-84, 56-57
9. Esmâ-i Hüsnâ Allah'ın Güzel İsimleri, Alâaddin Başar, Zafer Y. İst. 2001, s. 76-78, 46-47
10. El-Esmâ'ül-Hüsnâ Şerhi, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 2000, s. 71-72, 42-43
11. Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. İst. 1997, s. 138-141, 95-96
12. Esmâü'l-Hüsnâ, Afîfüddin Süleyman et-Tilmisânî, Terc. S. Alpay, İnsan Y. İst. 1996, s. 95-100, 57-59
13. Esmâ-i Hüsnâ Allah'ın İsimleri, Metin Yurdagür, Marifet Y. 2. Bsk. İst. 1996, s. 121-123, 84-86
14. Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Said el-Kahtânî, Trc. Ahmet İyibildiren, Uysal Kit. Y. 2. Bsk, Konya, 97, s. 89-93
15. El-Esmâü'l-Hüsnâ, İzzeddin Cemel, Terc. A. Poyraz, Ravza Y. 2. Bsk, İst. 2000, s. 190-191, 155
16. O'nun Güzel İsimleri, M. Nusret Tura, İnsan Y. 2. Bsk. İst. 1997, s. 71-73, 62
17. 99 Esmâ-i Hüsnâ'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. İst. 1998, s. 53-55.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:40

İ’TİKÂF

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İ’TİKÂF


- 783 -
Kavram no 107
Ahlâkî Kavramlar 22
Bk. Oruç; Takvâ
İ’TİKÂF
• İtikâf; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de İtikâf Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İtikâf
• İ’tikâfın Amacı
• İ’tikâfın Hükmü: Vâcip İ’tikâf, Sünnet İ’tikâf
• İ’tikâfın Vakti ve Müddeti
• İ’tikâfa Giriş ve Çıkış
• İ’tikâf Yapılan Yer
• İ'tikâfın Âdâbı
• İ'tikâfı Bozan Hâl ve Hareketler
• İ’tikâfın Faydaları
• İ’tikâfın İnsana Kazandırdıkları/Hikmetleri
• İ'tikâf, Bir Kutlu Arınış; İnzivâ, Bir Görevden Kaçıştır
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için; sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde i’tikâfa/ibâdete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki ittika ederler/korunurlar." 3161
İ’tikâf; Anlam ve Mâhiyeti
İ’tikâf kelimesinin kökü olan “a-k-f”, “bir şeye yapışmak, tutunmak, ondan ayrılmamak, kendini bir şeye vermek, hasretmek, vakfetmek, bir şeyle meşgul olmak, vaktini onunla doldurmak, bir şey içinde sürekli kalmak, bir yerde inzivâya çekilmek” mânâlarına gelmektedir.
İ’tikâfın terim anlamı ise, “Bir mescid veya o hükümdeki yerde ibâdet için özel şekilde beklemek ve bulunmak”, “Ramazan ayı içinde -ve bazen diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak bütün dünyevî faâliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibâdete ve tefekküre hasretmek” demektir. İ’tikâf yapana “mu’tekif” denir.
İ'tikâf; mü'minlerin Allah için her şeylerini fedâ edebilecek bir bilinç kuşanmak maksadı ile belirli bir süre, özellikle Ramazan ayının son on günü içerisinde, kendilerini ibâdete kapatmaları demektir.
3161] 2/Bakara, 187
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’de İ’tikâf Kavramı
İslâmî literatürde i'tikâf olarak meşhur olan, kendini ibâdete ve ideallerine adama eyleminin Kur'an'daki karşılığı "ukûf"tur. İ'tikâf kelimesi Kur'an'da doğrudan doğruya kendi kalıbından değil; kök harfleri aynı olan if'âl kalıbından türetilmiş kelimeler şeklinde, dokuz âyette geçmektedir. Yani, İ’tikâf kavramının türediği kök olan “a-k-f” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 9 yerde geçer. Ukûf ile i'tikâf arasındaki anlamı belirleyen, etkenlik edilgenlik mânâsı kazandıran türetme kalıplarının farklı olması bakımındandır. Buna göre ukûf; basit bir ifâde ile adamak anlamına gelirken, i'tikâf adanmak mânâsına gelmektedir. Birinin fâil ismi (o eylemi yapanın isimlendirilmesi), "âkif/adayan" olurken; diğerinin "mu'tekif/adanan" olmaktadır. Ukûf kelimesi, dokuz âyetin altısında olumsuz, üçünde olumlu bir bağlam içinde kullanılmıştır. Bu âyetlerin hepsinin ortak teması; "insanların hedef ve idealleri için yoğun bir fedâkârlık göstermeleri, kendilerini amaçlarına kilitleyip bütün benlikleri ile dünya görüşlerine adanmaları" şeklindedir.
Ukûf, sadece Allah'a gösterilmesi gereken bir davranış olması gerektiği halde, Kur'an'a göre i'tikâf, müşriklerin de tavrı olabilmektedir. Putperestlerin putlarına olan sınırsız sevgi ve bağlılık hissiyatı beslemesi i'tikâf eylemi olarak Kur'an'da anılır.3162 Sâmirî gibi putperestler, putlarının âkifidir, taptığı putların uğrunda kendini adamış neferleridir.3163 İbrâhim Peygamberin babasının ve ve halkının, nihâî kurtuluşa götürmesi asla mümkün olmayan putlara, her şeyleri ile adanmaları, tüm benlikleri ile bağlanmaları, gönüllerini kaptırmaları tavrının Kur'an'daki adlandırılma şekli de, bir ideal için kendini hebâ edercesine adamak anlamına gelen "ukûf" kelimesi olmuştur. İbrâhim’in (a.s.) babası ve halkı, putları için âkifâne bir bağlılık tavrı içinde olmuşlardır.3164 Müşriklerin i'tikâfı; "bâtıl ideolojileri için kendilerini ve imkânlarını var güçleri ile ortaya koymaları, bütün benlikleri ile putlarına bağlanmaları, onlara toz kondurmak isteyenleri engellerken de hiçbir fedâkârlıktan kaçınmamaları" şeklindedir.
Kur'an'da olumsuz anlamda kullanılan ukûf, "insanların kendilerini adadıkları beşerî değerlere, putlara ideolojilere olan sınırsız bir sevgi ile bağlanmaları" anlamına gelmektedir. Diğer üç âyetteki olumlu bağlam içinde geçen i'tikâfın if'âl bâbından fâili/öznesi olan âkif; adayan mânâsına gelmekte, edilgenlik anlamı veren iftiâl kalıbından türetilmiş bir masdar olan i'tikâf ise adanmak mânâsını kazanmaktadır.
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için; sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikâfa/ibâdete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki ittika ederler/korunurlar."3165 İbn Kesîr, bu âyet ile ilgili ola3162]
7/A'râf, 138; 20/Tâhâ, 91, 97; 21/Enbiyâ, 52; 26/Şuarâ, 71; 48/Fetih, 25
3163] 20/Tâhâ, 97
3164] 21/Enbiyâ, 52; 26/Şuarâ, 71
3165] 2/Bakara, 187
İ’TİKÂF
- 785 -
rak şunları kaydetmiştir: Ali bin Abû Talha, İbn Abbas’tan nakleder ki; bu âyet Ramazan’da veya Ramazan dışında mescidde i’tikâfa giren kişiler hakkındadır. İ’tikâfa girenlere i’tikâf süresi bitinceye kadar, gece veya gündüz kadınlara yaklaşmayı Allah yasaklamıştır. (...) İbn Ebû Hâtim der ki; İbn Mes’ud; Muhammed bin Ka’b, Mücâhid, Atâ, Hasan, Katâde, Dahhâk, Süddî, Rebî’ bin Enes ve Mukatil’in, i’tikâfta iken hanımlara yaklaşılmayacağını söylediklerini nakletti. Bu nakil, ulemâ katında ittifak edilmiş olan bir husustur. İ’tikâfa giren kişiye, mescidde bulunduğu sürece hanımına yaklaşmak haram olur. (...)
Fukahâ oruç kitabından sonra i’tikâf kitabını tasnif ederlerdi. Bunu yaparken Kur’ân-ı Azîm’e uyarlardı. Çünkü Kur’ân-ı Azîm orucu zikrettikten sonra, i’tikâfı bahis konusu yapmıştır. Oruçtan sonra i’tikâfın zikredilmesi Allah Teâlâ tarafından i’tikâfın oruçlu iken yapılmasına dikkatleri çekmek içindir. Ya da Ramazan ayının son günlerinde i’tikâfa girmeyi teşvik içindir. Sünnet-i seniyyede sâbit olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.s.) Ramazan ayının son on gününde i’tikâfa girerdi. Allah Azze ve Celle onu kendi katına yücelttiği zamana kadar böyle yapmıştır. (...) Âyet-i kerimede geçen, “yaklaşmak”tan maksat, cimâ (cinsel temas)dır. Cinsî temas ve bunun gerekleri olan öpme, sarılma vb. hallerdir. 3166
“O zaman Biz Beyt’i (Ev’i, Kâbe’yi) insanların tekrar tekrar yöneleceği bir hedef ve bir kutsal sığınak yapmıştık. Öyleyse İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn (Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve secde edecekler için temiz tutun.”3167 Âyet-i kerimedeki “âkifîn” kelimesi hakkında es-Sâbûnî: “Âkif kelimesinin çoğulu olup, bir yerde durmak ve ondan ayrılmamak” mânâsına gelen ukûf kökündendir. İbâdet maksadıyla Harem’de ikamet edenler ve oradan ayrılmayanlar demektir” 3168 şeklinde açıklama getirirken, Hasan Basri Çantay, kelimeye “ibâdet kasdıyla orada kalanlar, Elmalılı Hamdi Yazır ise “ibâdete kapananlar” mânâsını vermiştir.
Bazı müfessirler, âyet-i kerimedeki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenlere de işaret edildiğini belirtenler bulunmaktadır. Üstelik, bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e hitap ettiğine göre- eski ümmetlerlerin şeriatlerinde de i’tikâfın mevcut olduğunu göstermektedir.3169 Katâde’den rivâyet edilmiştir ki; “önceleri bir adam i’tikâfa girerdi ve arada çıkar, eşiyle yatar, yine geri dönerdi. Bu nass ile bu durum yasaklanmıştır.” 3170
“Mûsâ ile otuz gece (Bana ibâdet etmesi için) sözleştik ve bu otuz geceye on gece daha kattık. Böylece Rabbinin tâyin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı.” 3171
Hadis-i Şeriflerde İ’tikâf
“Kim benden sonra terkedilmiş sünnetimden bir sünneti ihyâ ederse, ona, insanların o sünnetle amel etmesinin ecri kadar ecir verilir.” 3172
3166] İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Y. c. 3,s. 737-738
3167] 2/Bakara, 125
3168] Safvetu’t-Tefâsir, İz Y. c. 1, s. 170
3169] Sâbûnî, Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, Şamil Y. c. 1, s. 176; V. Akyüz, Mukayeseli İbâdetler İlmihali, İz Y. c. 2, s. 431
3170] Elmalılı, a.g.e. c. 2, s. 19
3171] 7/A’râf, 142
3172] İbn Mâce, Mukaddime, hadis no: 210
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Ramazanın son on gününde i’tikâfa çekilirdi.” 3173
Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: “Nebî (s.a.s.) her Ramazan on gün i’tikâfa girerdi. Vefat ettiği senenin Ramazanında yirmi gün i’tikâfa girdi.” 3174
Enes ve Ubey bin Kâ’b (r.a.) anlatıyor: “Peygamber (s.a.s.) Ramazan’ın son on gününde i’tikâfa girerdi. Fakat bir sene (seferde olduğu için) i’tikâfa girmedi, müteâkip yıl yirmi gün i’tikâf yaptı.” 3175
Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre “Nebî (s.a.s.), vefat edinceye kadar Ramazanın son on gününde i’tikâfa girmiştir. Vefatından sonra eşleri i’tikâfa girmeye devam ettiler.” 3176
Ümmü Seleme (r.a.)’den: “Peygamber (s.a.s.), ilk sene Ramazan’ın ilk on gününde, sonra orta on gününde, sonra son on gününde i’tikâfa girmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Bana Kadir gecesi, onda (son on gün içinde) gösterildi, sonra unutturuldum.” Ondan sonra ölünceye dek son on günde i’tikâfa girerdi.” 3177
Zührî şöyle demiştir: “İnsanların i’tikâfı nasıl terkettiklerine şaşıyorum. Oysa Rasûlullah (s.a.s.) bazı şeyleri bazen yapar, bazen de terkederdi. Fakat vefat edinceye kadar i’tikâfı terketmemiştir.” 3178
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: “Biz Peygamber (s.a.s.)’le birlirlikte Ramazan’ın orta on gününde i’tikâfa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı (evlerimize) taşıdık. Rasûlullah (s.a.s.) (bir hutbe îrâd etti ve) sonra şunu söyledi: “İ’tikâfa girmiş olanlar, i’tikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir gecesinin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son on’da ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Rasûlullah (s.a.s.) i’tikâf mahalline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescid o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Peygamber’in (s.a.s.) burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığı gördüm. Bu gece 21. gece idi.” 3179
Diğer rivâyette: “(Allah Rasûlü) Ramazan’ın ilk on gününde i’tikâfa girdi. Sonra orta on gününde Türk çadırında i’tikâfa girdi. Kapısında bir hasır vardı. Eliyle hasırı alıp çadırın kenarına koydu. Sonra başını çıkardı, insanlarla konuştu; halk onun yanına yaklaştılar. Buyurdu ki: “Ben Ramazan’ın ilk on günü i’tikâfa girip bu geceyi aradım. Sonra ayın ortasındaki on gününde i’tikâf yapmaya başladım. Bunun üzerine bana o gecenin son on günlerin içinde olduğu söylendi. İçinizden kim i’tikâfa girmek isterse girsin.” Bunun üzerine cemaat de onunla birlikte i’tikâfa girdiler. Devamla şöyle buyurdu: “Şüphesiz bana (Kadir gecesi) tek gece olarak gösterildi. O gecenin sabahında sanki ben su ile çamur arasında secde ediyordum.” 3180
Âişe’den (r.a.): “(Allah Rasûlü) Her Ramazan’da i’tikâfa girerdi. Sabah
3173] Buhârî, İ’tikâf 1, 6; Müslim, İ’tikâf 1-4; Ebû Dâvud, Savm 77, 78; Tirmizî, Savm 71; İbn Mâce, Sıyâm 58
3174] Buhârî, İ’tikâf 17; Ebû Dâvud, Savm 78; İbn Mâce, Sıyâm 58
3175] Ebû Dâvud, Savm 77; Tirmizî, Savm 79; İbn Mâce, Sıyâm 58
3176] Buhârî, İ’tikâf 1; Müslim, İ’tikâf 5; Ebû Dâvud, Savm 77
3177] Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr; Mecmau’z-Zevâid, c. 3, s. 173
3178] Buhârî, İ’tikâf 6; Müslim, İ’tikâf 5
3179] Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 2, 3, İ’tikâf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213-215
3180] Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 2, 3, İ’tikâf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213-215
İ’TİKÂF
- 787 -
namazını kıldırdığında i’tikâf yaptığı yerine gelirdi. Âişe de i’tikâfa girmek için Rasûlullah'tan izin istedi. Ona izin verdi ve mescidde kendisine bir çadır kurdu. Hafsa bunu duyunca, o da bir çadır kurdu. Zepnep bunu duyunca o da çadır kurdu. Sabah namazından çıkınca dört çadır kurulduğunu görünce; “Nedir bunlar?” diye sordu. Durumu ona bildirdiler. Ondan sonra: “Onları buna iten nedir? İyi bir şey mi yaptığınızı zannediyorsunuz? Sökün onları, bir daha görmeyeyim!” buyurdu. Bu nedenle Ramazan’da i’tikâfa girmedi. Şevval ayının son on gününde i’tikâfa girdi.” (Diğer rivâyette: “Şevval’in yirmisinde” diye geçmektedir.) 3181
“Câmî (toplayan, büyük) bir mescidden başkasında i’tikâf olmaz.” 3182
“İ’tikâfa giren kişi, günahları hapsedip, sevapların tümünü elde eden kişi gibi kendisine sevaplar kazandıran kişidir.” 3183
“Ramazan’da on gün i’tikâf yapmak (nâfile) iki hac ve iki umre gibidir.” 3184
“... Kim kardeşinin ihtiyacını karşılamak üzere yürür de maksada erişebildiği kadar erişirse, bu onun için on yıllık i’tikâftan hayırlıdır. Kim de Allah’ın rızâsını gözeterek bir gün i’tikâf ederse, Allah onunla cehennem ateşi arasında her biri yerle gök arası kadar uzak üç hendek meydana getirir.” 3185
“Oruç olmadıkça i’tikâf yoktur.” 3186
Hz. Âişe (r.a.)’nin anlattığına göre: “Hz. Peygamber (s.a.s.) mescidde i’tikâfda olduğu sırada, kendisi de (odasında ve) hayızken, Rasûlullah’ın (s.a.s.) saçlarını taramıştır. Bu hizmeti yaparken kendisi odasından ayrılmamış; Rasûlullah (s.a.s.) başını ona uzatmıştır. Peygamber (s.a.s.) i’tikâfda iken, (büyük veya küçük abdest bozmak gibi) zarûri bir ihtiyaç olmadıkça (mescidden çıkmaz) odasına girmezdi.” 3187
“Rasûlullah (s.a.s.) i’tikâfta iken hastaya uğrar, oyalanmadan halini sorar geçerdi. Hz. Âişe buyurdu ki: “Aslında mu’tekif (i’tikâf yapan) için sünnet olan, hasta ziyâretine gitmemesi, cenâze merâsimine katılmaması, kadına (şehvetle) dokunmaması, kadının tenine tenini değdirmemesi, zarûri ihtiyaç dışında (i’tikâf yerinden) çıkmamasıdır. Oruçsuz i’tikâf yoktur. Kezâ, Cuma kılınan mescid dışında da i’tikâf yoktur.” 3188
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber’in (s.a.s.) zevcelerinden biri, müstehâza (hayızlı olmadığı halde, hastalık sebebiyle kanı akan kadın) haliyle Rasûlullah (s.a.s.)’la birlikte i’tikâfa girdi. Öyle ki, kadın elbisesinde lekeyi de görüyor ve bu halde de namaz kılıyordu...” 3189
Ali bin Hüseyin (r.a.) anlatıyor: Safiyye (r.a.) buyurdu ki: “Hz. Peygamber (s.a.s.) i’tikâfta iken ziyâret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet
3181] Buhârî, İ’tikâf 6-7, 14; Müslim, İ’tikâf 6
3182] Ebû Dâvud, Savm 80
3183] İbn Mâce, hadis no: 1781
3184] Taberânî ve Beyhakî’den; Terğîb ve Terhîb, c. 2, s. 526
3185] Beyhakî; Taberânî ve Hakim’den; Terğîb ve Terhib, c. 2, s. 527
3186] Dârimî, Mukaddime 20; Muvattâ, İ’tikâf 4
3187] Buhârî, İ’tikâf 2, 3, 4, 19; Müslim, Hayız 6-7
3188] Ebû Dâvud, Savm 80
3189] Buhârî, Hayz 10; Ebû Dâvud, Savm 81
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere O da kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, ensârdan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ağır olun” dedi. “Şu yanımdaki Huvey’in kızı Safiyye’dir.” Onlar: “Sübhânellah!” dediler. “Bu da ne demek ey Allah’ın Rasûlü?” Hz. Peygamber: “Şeytan, insana damarlardaki kan gibi nüfûz eder. Ben, onun kalplere bir kötülük atmasından korkarım” buyurdu.” 3190
İbn Ömer (r.a.)’den: “(Babam) Ömer dedi ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Ben câhiliyet devrinde, Mescid-i Haram’da bir gece i’tikâfta kalacağımı adamıştım.’ “Öyle ise o adağını yerine getir” buyurdu. 3191
İ’tikâfın Amacı
İ’tikâfın amacını şu iki noktada toplayabiliriz:
1- Mü’minin/dâvetçinin, dünya meşgalelerinden kendini soyutlayarak Rabbi ile yalnız kalması ve nefsini muhâsebe etmesi sâyesinde, hayatını ve amellerini O’nun rızâsı doğrultusunda tanzim etme, takvâ sahibi bir insan olma hal ve şuuruna erebilmesidir.
2- Ramazan ayının son on gününde girilen i’tikâf sâyesinde -ki bu en fazîletli i’tikâftır- Kadir gecesine rastlanarak, onun idrâk ve ihyâ edilebilmesidir.
İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd adlı eserinde “Rasûlullah’ın Ramazan’da İ’tikâf Yapışları” başlığı altında şunları ifâde etmektedir: “Kalbin düzeltilmesi ve Allah’a giden yol üzerinde istikamet bulabilmesi, Allah’a muvâfakat edip, Allah’a bütünüyle yönelerek dağınıklığını toplamasına bağlıdır. Çünkü gönül perişanlığını Allah’a yönelmekten başka bir şey derleyip toplayamaz. Fuzûlî yemek-içmek, lüzumsuz sokakçılık, boş sözler, aşırı uyku gönül perişanlığını artırıp onun her bir parçasını bir vâdiye atar, onun Allah’a gidişine engel olur, onu zayıflatır, yolunu geciktirir ve yolculuğunu durdurur. Azîz olan Allah’ın merhametiyse kullarına lüzumsuz yeme ve içmeyi kaldırıp kalbi Allah yolundan alıkoyan çeşitli şehevî duyguların gönülden sökülüp atılmasını meşrû kılmıştır. Hem onu maslahat (yarar) miktarınca meşrû ederek kulun bu meşrû şeyden dünya ve âhiretinde faydalanarak ona zarar vermemesini, onun dünya ve âhiret; şimdi ve gelecekte yararlarına mâni olmamasını temin etmiştir.
Kullarına, maksadı ve rûhu “kalbin Allah’a tam bağlılığı, ona muvâfakati, O’nunla başbaşa kalması, insanlardan kopması, sadece Allah’la ilgilenmesi” demek olan “i’tikâf”ı meşrû yapmıştır. Şöyle ki, i’tikâf ile O’nu anmak, O’na muhabbet etmek ve ve O'na yönelmek gönül endişelerinin ve kalbî duygularının yerine geçer. Onlara karşı kalbi istilâ eder de artık kalp bütün düşüncesini (O'na yoğunlaştırır), gönle gelen bütün fikirler O’nu zikretmeye, O’nun rızâsını kazanıp O’na yakın olmaya çalışır. Halk ile ünsiyet yerine Allah’a ünsiyet meydana gelir. Böylece kulu, hiçbir dost sîmânın olmadığı, Allah’tan başka kimsenin sevindirmesinin mümkün olmadığı kabirdeki korkunç yalnızlık günlerinde Allah’la dostluğu hazırlamış olur. İşte i’tikâfın en büyük maksadı budur.
Bu gâye, ancak oruç ile tamamlanınca, Allah i’tikâfı oruç günlerinin en fazîletlileri olan Ramazanın son on gününde meşrû kılmıştır. Efendimiz (s.a.s.)’in
3190] Buhârî, İ’tikâf 8, 11, 18; Müslim, Selâm 23-25
3191] Buhârî, İ’tikâf 5, 15, 16; Müslim, Eymân 27
İ’TİKÂF
- 789 -
oruçsuz olarak i’tikâf yaptığı asla rivâyet edilmemiştir. Aksine “Oruç olmadıkça i’tikâf yoktur.” 3192 buyrulmuştur. Yüce Allah kitabında i’tikâfı oruçsuz zikretmemiştir. Rasûlullah da oruçsuz hiç i’tikâf yapmamıştır. Selef-i sâlihînden olan âlimlerin ileri gelenlerince en üstün kabul edilen görüşe göre, i’tikâfta oruç şarttır. Bu görüş Şeyhü’l-İslâm İbn Teymiye’nin de tercih ettiği görüştür.
Konuşmaya gelince; Muhammed ümmetine âhirette faydası olmayan her sözden dili alıkoymak şeriat gereği olmuştur. Lüzumsuz ve çok uyku ise insanı gaflete götürür, sâlih amellerden ve nâfile ibâdetlerden alıkoyar. Bu ümmete meşrû kılınıp tavsiye edilen uykusuz kalmanın en üstünü, sonucu en güzel olan gece namazı için olmuştur. Bu uykusuzluk, orta dereceli -aşırı olmayan- kalbe ve vücuda faydalı, kulu yararlı işlerden alıkoymayan bir uykusuzluktur. (...) Bütün bunlar, i’tikâfın maksadına ve rûhuna ulaşmayı elde edebilmek için olup, câhillerin i’tikâf yerlerini sohbet meclisleri ve ziyâretçi çekme yeri -tuzakları- haline getirip aralarında bıktırıcı laflarla sohbet etmelerinin aksinedir. Bu ayrı bir renk, Efendimiz’in i’tikâfı ayrı bir renktir.” 3193
Ahmet Önkal ise, konu ile ilgili olarak şunları ifâde etmektedir: “Çağdaş İslâm dâvetçilerinden Hasan el-Hudaybî der ki: ‘İslâm’ı önce göğüslerinizde, gönüllerinizde hâkim kılın; yeryüzünde, beldenizde de İslâm hâkim olacaktır.’ Evet, İslâm dâveti önce dâvetçinin kendi nefsinden başlar. Bu sahada yapılacak ilk iş, İslâmî bir şahsiyete ve irâdeye sahip olmak, nefsi tezkiye etmek, mâsiyetlerden, günahlardan, ayıp ve ahlâksızlıklardan arınmaktır. Nefsine ihtimam göstermeyen bir dâvetçinin Cenâb-ı Hak’tan hidâyet ve nusret beklemeye hakkı yoktur. Zira, “bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.”3194 Bu sebeple her şeyden önce dâvetçi, selîm bir akîde sahibi olmaya çalışacak, dâvâsına azim ve irâdeyle sarılacak, bozuk inanç, fikir ve düşüncelere kalbinde, rûhunda, gönlünde yer vermeyecektir. Onun kalbi, zuhûru muhtemel fitneler için hazırlıklı olmalıdır. Fitnenin olmadığı sükûnet ve saâdet devresinde belki bu hazırlığın lüzumu hissedilmez; fakat ortalık karışmaya, fitne dalgaları kabarmaya başladığı zaman ortaya çıkıverir. (...) Bir havuz düşünelim: Suları durgundur, içinde gömük vardı, çamur vardır; fakat dibe çökmüş, su berraklaşmıştır. Bu havuza küçük bir taş attığınız zaman, bu taş gömüğü harekete geçirir ve bir de bakarsınız havuzun içi karışıvermiş, bulanmıştır. Küçük bir taş, böylece karışıklığı ortaya çıkarır. Fakat bu havuzdaki suyun tertemiz olduğunu düşünün; bibinde çamur, gömük, kir-pas yok, sâfi, berrak bir su... Böyle bir havuza atılan taş, onun güzelliğini artırır. Taşın atıldığı merkezden başlayarak hâleler, daireler meydana gelir. Suya akseden ağaçlar, eşya ve tabiat hareketlenir ve bir canlılık sergilenir; taşın yaptığı iş, ancak onun güzelliğini artırmak olur. İşte hazırlıklı, tertemiz, ihlâslı bir kalbe de fitnelerin, sapık cereyan ve fikirlerin yapacağı da budur. Fakat kendini kontrol altında tutmayan, hazırlığı olmayan kalpler, er geç bu toplumun çirkefliklerine bulaşacak, sapıklık ve ahlâksızlıklarından müteessir olacaktır.
Sonra dâvetçilerin mazbut bir yaşayışı, ibâdetlere son derece bağlı bir anlayışı ve her çeşidi ile nefsinde tatbik ettiği güzel ahlâkı olmalıdır. Şüphesiz onlar, dâvette bulunurken insanlar onların sözlerinden çok; yaşayışlarına, ibâdetlerine
3192] Dârimî, Mukaddime 20; Muvattâ, İ’tikâf 4
3193] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, Cantaş Y. c. 2, s. 669-672
3194] 13/Ra’d, 11
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve ahlâklarına bakacaklar, kendileri için onların örnek olmasını bekleyeceklerdir. İşte bu durumda dâvetçiler yapmadıklarını söyleyenler, insanlara iyiliği emredip kendi nefislerini unutanlar ve kendileri sakınmadıkları halde insanları kötülükten nehyedenler durumlarına düşmemelidirler. (...)
Hz. Peygamber’in dâvete rûhen hazırlanmasında (Hira’daki) uzletin ise, şüphesiz ayrı bir yeri vardır. (...) Uzlet, kulun Rabbi ile başbaşa olduğu anlardır; Allah ile irtibat ve sılayı sağlayan yegâne unsur, kişiyi rûhen olgunlaştırıp geliştiren en önemli vesiledir. Ve Hz. Peygamber’in uzletinde umûmen bütün müslümanlar, husûsuyla İslâm dâvetçileri için önemli bir delâlet, güzel bir tevcih vardır: Bir müslüman ve dâvetçinin İslâm’ı, her ne kadar fazîletlerle donanmış, ibâdetlerin her türlüsüyle bezenmiş de olsa, bütün bunlara ilâveten nefis murâkabesi yaptığı, Allah’ın murâkabesini üzerinde hissettiği, kâinatın eşsizliği ve bu eşsizlikteki Allah’ın azametini düşündüğü uzlet ve halvet saatlerini eklemedikçe kemâle ermiş olamaz. Zevcini, çocuklarını, dünya meclislerini, ticaret meşgale ve telâşelerini terkederek, her gün birkaç saat uzlet... Modern tâğutların kurbanı haktan inhirâf etmişleri hidâyete erdirmede yardımcı olmasını niyaz ederek Allah’a yönelmek üzere... Kendini muhâsebeye çekmek, dâvetteki eksikliklerini telâfi etmek ve dâvete hazırlanmak üzere uzlet... Kat’iyyen cihaddan ve birtakım sıkıntılardan, fedâkârlıklardan kaçmak üzere değil... Veya yaygın bir yanlış anlayışta olduğu gibi insanlardan tamamen uzaklaşarak, dağları ve mağaraları veya loş hücre ve odaları mesken tutarak sadece kendi nefsiyle uğraşmak üzere değil... Evet, her müslüman ve dâvetçi için rûhî hazırlıkta uzlet gereklidir ve Rasûlullah (s.a.s.) bunun örneğini vermiştir.
Bu şekilde devam edegelen hazırlık, dâvet yüküne tahammül edecek bir merhaleye geldiği anda hareket başlayacak ve dâvetçi tebliğe yönelecektir. Peki, bu noktada artık rûhî hazırlık bitmiş, sona ermiş midir? Hayır, asla! Zâten hazırlık safhasıyla hareket merhalesini kesin hat ve çizgilerle birbirinden ayırmak kesinlikle mümkün ve doğru değildir. Dâvet boyunca hazırlık yine devam edecektir. Zira dâvetçi, her an Rabbi ile irtibat halinde olma mecbûriyetindedir; her vakit O’nun lutfedeceği destek ve inâyete muhtaçtır. İşte bu sebeple dâvetinin hemen başlangıcında Cenâb-ı Hak, Rasûlüne hazırlığa devamı emrediyordu: “Ey (elbisesine) bürünen (Rasûlüm)! Gece(nin) birazından hâriç (saatlerinde) kalk (namaz kıl). Gecenin yarısı miktarınca, yahut ondan birazını eksilt; veya (o yarının) üzerine (ilâve edip) artır. Kur’an’ı açık açık, tane tane oku.”3195 Hazırlık gerekliydi; çünkü: “Hakikat Biz sana ağır bir söz vahyediyoruz.” 3196 “Telâkkisi ağır, mükellefiyeti ağır, dâveti ağır bir söz.”3197 Ve bu ağır mükellefiyet için gece namazı emrediliyordu. Zira “Gerçek, gece (yatağından ibâdete) kalkan nefis (yok mu), hem (istenen hudû ve ihlâsa) uygunluk itibarıyla daha kuvvetlidir, hem kıraatçe daha sağlamdır.”3198 Hiçbir azık ve hazırlık, gece namazının yerini tutamazdı; o, dâvetçiyi Allah’a bağlı, ruhu aydın, kalp gözü açık, zihni parlak, düşüncesi ateşli, Rabbânî bir kul olmaya hazırlayan, gelecek ağır emirlerin icrâsına kabiliyet ve yatkınlık kazandırmak üzere nefislerin terbiyesi ve mücâhede kuvvetlerinin ilerlemesi ve meydana çıkması için ihzârî bir riyâzet olan bir vesile, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsânı idi. Şüphesiz ki bu kalbi
3195] 73/Müzzemmil, 1-4
3196] 73/Müzzemmil, 5
3197] Buhârî, Bed’u’l-Vahy 2
3198] 73/Müzzemmil, 6
İ’TİKÂF
- 791 -
yaratan Allah, onun girdisini çıktısını, gizlilik ve sırlarını, tesir altında kalacağı an ve durumları en iyi bilendi ve O, gece namazını emrediyor, Rasûlüne teheccüdü farz kılıyordu: “Gecenin bir kısmında da uyanıp sırf sana mahsus nâfile/fazla (bir ibâdet) olmak üzere onunla (Kur’an ile) gece namazı kıl.”3199 Allah’ın en sevdiği kul olduğu, geçmiş ve gelecek günahları mağfûr olduğu halde Peygamberimiz teheccüdle emredilirken -tâkat getiremeyecekleri için diğer müslümanlara farz kılınmayan- teheccüde, gece namazına, ilk dâvetçi Hz. Peygamber’in yolundan gitmek isteyenlerin ne kadar da çok ihtiyacı vardır! Dâvet yolunun ve âhiret yolculuğunun azığı işte budur. Yolculuğa azıksız ve hazırlıksız çıkılmayacağını bilenler, İslâmî faâliyetlerde gayret gösterenler, bu azığı elde etmeye önem vermelidirler. Nitekim Rasûlullah Efendimiz de bize gece namazını tavsiye eder: “Size gece namazını tavsiye ediyorum. Şüphesiz o, sizden önceki sâlih kulların âdetidir. Sizin için de Rabbinize yakınlık, günahlarınıza keffâret, hatalardan selâmet ve bünyeyi hastalıklardan koruma vesilesidir.” 3200
Yukarıda verdiğimiz, Rasûlullah’a gece namazını emreden her iki âyette de bir husus dikkatimizi çekiyor. Birincisinde gece kalkılması O’ndan istenildikten sonra deniliyor ki: “Kur’an’ı da açık açık, tane tane oku.” İkincisinde ise Kur’an ile gece namazı kılması emrediliyor. Şu halde rûhen dâvete hazırlanmada Kur’an’ın gerçekten büyük fonksiyonu vardır. Askerî bir harekette ikmâl ve bakımı sağlayan lojistik ne derece önemliyse, İslâmî faâliyette de kişiyi dâvete hazırlayan, onun mânevî gıdasını temin eden ve ikmâlini yapan Kur’ân-ı Kerim’in o derece ehemmiyeti vardır.
Dâvet boyunca devam edecek rûhî hazırlığın başka nüveleri olarak Hz. Peygamber’in titizlik ve itinâ ile tatbik ettiği, ümmetine bir sünnet ve örnek olarak sunduğu diğer nâfile ibâdetlere dikkat, bolca duâ ve istiğfâr, zikir ve tesbihi de kaydedelim. Şüphesiz bütün bu hususlarda O’nu Cenâb-ı Hak, irşâd ve tevcih ediyor, tâlimatını veriyordu: “Günahının bağışlanmasını iste. Akşam sabah Rabbini hamd ile (tenzih ve) tesbih et.”3201; “Ne derlerse sen (şimdilik) sabret. Rabbini güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce hamd ile tesbih (ve tenzih) et.”3202 Hz. Peygamber de, bu tevcih doğrultusunda bütün bir hayatının ortaya koyduğu gibi, dâveti için her an Rabbine ilticâ ediyor, hazırlığını ikmâlde bulunuyordu.
Rûhî hazırlığı sağlayan unsurlar olarak belirttiğimiz bu hususların yanında, hiç şüphe ve tartışma götürmez bir gerçektir ki, farz olan ibâdetlerin dosdoğru, yerli yerince, zamanında, eksiksiz ve ihlâsla îfâsı en başta gelen şarttır. Henüz ibâdetlerin rûhuna erememiş, cemaat şuuruna varamamış, üzerine farz olan hususları bile tam bilmeyen ve vecîbelerini îfâda gevşeklik ve ihmalkârlık gösterenlerin -günümüzde olduğu gibi- İslâmî dâvet yükünü taşıma, cihad bayrağını çekme gibi büyük iddiâlarla ortaya çıkmaları, ne hazindir! Elbette bu sahayı onlara, sorumsuzca ve idrâksizce dolduruvermek üzere boş bırakan müslümanlar vebâl altındadırlar ve dâvet vazifesini samimiyet ve ihlâsla yürütecek, ehl-i takvâ, ehl-i hâl, ilim ve ahlâk sahibi, dâvete her yönüyle hazır dâvetçi elemanlar yetiştirmekle mükelleftirler.” 3203
3199] 17/İsrâ, 79
3200] Tirmizî, Deavât 101
3201] 40/Mü’min, 55
3202] 50/Kaf, 39
3203] Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Esrâ Y. s. 108-115
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanın en yakın çevresi, işi ve meşgaleleri dolayısıyla ilgilerinin de en yoğun olduğu yerdir. Böyle bir yerde bulunan kişinin dikkati de o nisbette dağınık demektir. Çevre ve kişisel ilişkilerden kaynaklanan bu bağımlılıktan fizik olarak kurtulan ve mânen sıyrılan kimse ancak kendisini yapacağı işe bütünüyle verebilir. Kendini bir şeye vermek, o konudaki dağıtıcı düşünce, ferdî irâde ve zihnî yönelişleri bütünüyle silmek ve yalnız ona vermekle olur. Her konuda olduğu gibi, kişinin kendini Allah’a vermesi de insanın maddî ve mânevî gücünü teksif etmesi ve aynı hedefe yoğunlaştırması ile mümkün olur. Yarışmalardan önce sporcuların özel hayatlarından koparılarak kampa alınmaları, belli bir süre enerji depolamak için olduğu kadar, onları gerideki ilgilerin etkisinden sıyırmayı da hedef alır. Gözlerinden biri hastalanan kimse için eşyanın yarısı nasıl bulutların arkasında gölge bir varlık gibi silik ve bulanık gözükürse, dikkati vâkıalara takılıp kalan, kendine bakmasını ve kendisini Hakka vermesini bilmeyenler için de hakikatin yarısı kaybolmuş demektir.
Özellikle i’tikâfla elde edilen, başka şeyleri bırakıp sadece Allah’la beraber olmanın faydası meydandadır: Meşgaleyi azaltır, insanın gözünü ve kulağını korur. Zira göz ve kulak kalbin yoludur. Kalp bir havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis ve bulanık, mikroplu sular dökülür. İ’tikâftan maksat, kalbi o pis sulardan ve bunlardan meydana gelen çamurdan temizlemektir ki, bu sâyede havuzun ana kaynağı temiz su ile dolsun. Pis suyu akıtan derelerin havuza akan yolları açık iken havuzu temizlemek nasıl mümkün olur? Her an yeni bir pis su havuzu doldurur. O halde ilk önce o pis derelerin yolunu kesmek lâzımdır, yani kalbe yönelen duyuların akıntısını kesmek gerekir, ancak zarûret miktarı açık kalır. Bu da i’tikâf ve benzeri uygulamalarla mümkün olur. Ayrıca i’tikâfla gözü hâriçten çekmekle bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek, perde tabakalarını kaldırıp atmak sûretiyle içinden hikmet gözlerini akıtıp kalbi doldurmak da mümkündür.
İ’tikâfın Hükmü
Hüküm yönünden i’tikâflar, vâcip ve sünnet i’tikâflar olmak üzere iki çeşittir.
1- Vâcip İ’tikâf
a) Adak İ’tikâfı: İ’tikâf yapmayı adayan (meselâ; “benim falan işim olursa Allah için şu kadar gün i’tikâf yapacağım” diyerek Allah’a söz veren) kimseye, bu sözünü yerine getirmek vâciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hanefî mezhebine göre, i’tikâfın oruçlu geçirilmesi de vâciptir. Muayyen (belirlenmiş) olmayan adak i’tikâfını, Ebû Hanife’ye göre aralıksız yapmak şartken, Şâfiî’ye göre şart değildir. Şâfiîlere göre bir kimse i’tikâf adarsa, adadığı şekilde peş peşe veya değişik şekillerde onu yerine getirmesi vâciptir.
b) Başlanan Sünnet İ’tikâfı Tamamlamak: Hanefî mezhebinde İmam Muhammed’e göre, başlanan i’tikâfı tamamlamak vâciptir. İmam Ebû Hanife ve İmam Ebû Yusuf’a göre başlanan i’tikâfı tamamlamak gerekmez. Cumhûra göre, özürsüz yere kesilen i’tikâfların kazâsı gerekir.
2- Sünnet İ’tikâf
a) Ramazan İ’tikâfı: Ramazanda özellikle son on gün içinde yapılan i’tikâf, Hanefî mezhebine göre, sünnet-i kifâye-i müekkededir. Bir kişinin bunu
İ’TİKÂF
- 793 -
yapması, bir yerleşim birimindeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi, Cenâb-ı Hakk’ın i’tikâf yapanın ecrini o beldedeki bütün müslümanlara da vereceği umulur. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre sünnet-i müekkede; Mâlikî mezhebine göre müstahaptır.
b) Ramazanın Dışındaki İ’tikâflar: Hanefî mezhebine göre, Ramazan dışında yapılan i’tikâflar müstahaptır. Bunun belirli bir vakti ve süresi yoktur. Hatta mescide giren kimse, çıkıncaya kadar i’tikâfa niyet etse, orada kaldığı sürece i’tikâfta sayılır. Bu i’tikâfta oruç şart değildir. Şâfiî mezhebine göre ise sünnet-i müekkededir. (5)
İ’tikâfın Vakti ve Müddeti
İ’tikâf Ramazanda ve Ramazan dışında her vakitte müstehaptır.
Hanefîler, vâcip olan adak i’tikâfının bir günden az olmayacağını söylemişlerdir. Nâfile olan i’tikâfla ilgili İmam Ebû Hanife’den “en az bir gündür” ve “azı için bir had yoktur” şeklinde iki görüş rivâyet edilmiştir. Mutlak bekleme yeterlidir; bir an beklese câiz olur ve i’tikâfı sahihtir. Çünkü nâfilede müsâmaha vardır. Bir i’tikâfın en az süresi İmam Ebû Yusuf’a göre bir gündür. İmam Muhammed’e göre ise bir saattir. Bundan maksat, kısa bir süre de olabilir.
Şâfiîlere göre ise; Şâfiîlerin cumhûrunun benimsediği, Nevevî’nin de “sahih” diyerek kabul ettiği görüşte, i’tikâf “bir an” da olsa geçerlidir. (Bu husûsu, ‘sübhânallah’ denilmesinden biraz fazla zaman, diye örneklendirenler olmuştur.) Mescidde mutlak bir bekleme, şartın tahakkuku için yeterlidir. İmam el-Haremeyn diyor ki: “İ’tikâfta ‘ikamet’ denecek kadar bir zaman eğleşmek şarttır. Öyle ki bunun zamanı, rükû ve benzeri namaza âit rükünlerde ta’dîl-i erkân miktarından daha fazla bir zaman olmalıdır.” Yine Şâfiîlerden: “Âdetin ibâdetten ayrı olması gerekir. İnsanlar, namazı beklemek, hutbe dinlemek, ilim veya başka bir şey için bir miktar câmilerde beklemektedirler. Buna i’tikâf denmez. İbâdetin âdetten ayrılması için, biraz daha fazla beklemek şarttır” görüşünde olanlar vardır.
Cumhûr, i’tikâf için az bir zamanın yeterli olacağı görüşündedir. Mâlikîler ise i’tikâfın en az sınırı için bir gün bir geceyi şart koşarlar. İ’tikâfın çoğu için bir sınır yoktur.
İ’tikâfa Giriş ve Çıkış
Hanefîlere göre: Bir kimse kendisine iki veya daha fazla gün i’tikâfa girmeyi vâcip kılarsa, geceleriyle birlikte i’tikâfa girmesi gerekir. Çünkü geceler gündüzlere tâbidir. Peş peşe olma şartı koşulmasa bile peş peşe yapılması gerekir. Çünkü i’tikâfın temeli peş peşe olmaya dayanmaktadır. İ’tikâfa birinci gece de dâhildir. Kişi i’tikâf için mescide ilk gece (önceki gün) güneş batmadan önce girer, son gün güneş battıktan sonra çıkar.
Şâfiîlere göre: Bir kimse bir gün i’tikâfa girmeyi adasa, gecesinde de i’tikâfa girmesi gerekmez. Bunda ihtilâf yoktur. Çünkü gece gündüzden değildir. Bu kişinin i’tikâf yerine sabah vaktinden önce girmesi, güneş battıktan sonra çıkması gerekir. Çünkü günün hakikati sabah vakti ile güneşin batması arasında geçen zamandır. Bir kimse peş peşe i’tikâfa girmeye niyet eder yahut bunu açıklarsa o
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
takdirde gecelerinde de i’tikâfa girmesi lâzım gelir. Eğer açıklamamış yahut niyet etmemişse geceleri lâzım gelmez. Doğrusu şart koşmaksızın peş peşe i’tikâfa girmek vâcip değildir.
İ’tikâf Yapılan Yer
Hanefî mezhebine göre, erkekler câmide, kadınlar ise evlerinin mescidinde, yani evlerindeki mescid edinilen veya mescid olarak ayıracakları bir odada; namaz kılmaya alıştığı veya âdet haline getirdiği yerde i’tikâfa girerler. Kadınların dışarıdaki mescidlerde i’tikâf etmeleri câiz ise de kerâhetten hâlî/boş değildir. Kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, Hanefî fukahâsına göre mescidlerde namaz kılmalarından daha fazîletli olduğu gibi, evde i’tikâfları, mescidde i’tikâftan daha fazîletlidir. İçinde cemaatle namaz kılınan her mescidde i’tikâf yapılabilir; i’tikâfın büyük câmilerde yapılması efdaldir.
Şâfiî mezhebine göre, ister üst kısmında, ister bağlı birimlerinde olsun mescidde i’tikâfa girmek sahihtir. Gerek erkekler, gerekse kadınlar mescid olduğu kabul edilen her yerde i’tikâfa girebilir. İmam Şâfiî’ye göre i’tikâf ta’zîme lâyık bir yerde yapılabilir ki, buna en uygun yer mesciddir. Evlerde mescid edinilen yerler bu ta’zîme uygun değildir. Çünkü evde mescid edinilen yer değiştirilebilir, orada cünüp olarak gezilebilir. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımları mescidde i’tikâfa girerlerdi. Eğer onların evleri i’tikâf için yeterli olacak olsaydı, evlerinde i’tikâfa girmeleri daha iyi olurdu. Câmide i’tikâfa girmek, câmi dışındaki mescidlerde i’tikâfa girmekten daha iyidir. Bunun sebebi câmide i’tikâfa girmenin vâcip olduğunu söyleyenlerin ihtilâfından kurtulmaktır. Ayrıca hem câmide cemaat daha fazladır, hem de Cuma namazı farz olan ve Cuma için çıkmayı şart koşmamış olan kimse tarafından içlerinde Cuma günü bulunan ve peş peşe tutulması adanan i’tikâflarda câmilerde i’tikâfa girmek vâciptir.
Özet olarak, Mâlikîler ve Şâfiîler hangi mescid olursa olsun i’tikâfı câiz görüyorlar. Hanefîler ve Hanbelîler i’tikâfta mescidin câmi olmasını şart koşuyorlar. Cumhûra göre ev mescidlerinde i’tikâf câiz olmayıp sadece Hanefîlere göre kadınlar için câizdir.
İ’tikâfın Sahih Olması İçin Şartları:
1- Müslüman olmak,
2- Akıllı olmak yahut temyiz çağında olmak,
3- Kadının kocasından izin alması: Hanefî mezhebine göre; kadın, kocası izin vermediği takdirde, -vâcip bile olsa- kesinlikle i'tikâfa giremez. Koca eşine i'tikâf izni verince, artık bundan dönemez. Şâfiî mezhebine göre kadın, kocasından izin almadan i'tikâfa girerse, bu sahihtir; ancak, kadın günahkârdır.
4- İ'tikâf mescidde olmalıdır. Ancak, Hanefîler kadınların evlerindeki mescidde i'tikâfa girmelerini câiz görmüşlerdir.
5- Niyet etmek,
6- Oruçlu olmak. Hanefî mezhebine göre, vâcip i'tikâflar için oruçlu olmak şarttır. Ramazananın içindeki sünnet i'tikâf, kendiliğinden oruç zamanına rastlar. Ramazanın dışındaki sünnet i'tikâfta (bu husustaki rivâyetler değişiktir) oruç şart değildir. Şâfiî mezhebine göre, vâcip i'tikâflarda da oruç tutmak şart değildir;
İ’TİKÂF
- 795 -
müstehaptır.
7- Cünüplükten, hayız ve nifastan temizlenmiş olmak. Zira bunların mescide girmesi câiz görülmemiştir. Mu'tekif, vakitlerini, namaz, tilâvet gibi çeşitli ibâdetlerde geçirecektir; bunların her biri için de temiz olma şartı vardır. Hanefî mezhebine göre, cünüplükten temizlenmek i'tikâfın helâl olması için şart olup i'tikâfın sahih olması için şart değildir. Böyle bir durumda, i'tikâftan hemen çıkılır, gusledilir ve aralıksız biçimde i'tikâfa dönülür. Şâfiî mezhebine göre, bütün i'tikâflar için cünüplükten temiz olmak şarttır. Hanefî mezhebine göre, vâcip i'tikâf için hayız ve nifastan temizlenmek şarttır. Sünnet i'tikâf için, hayız ve nifastan temizlenmek şart değildir. Fakat, i'tikâfa temizlenmeden girmek, -sahih olmakla birlikte- haramdır. Şâfiî mezhebine göre, bütün i'tikâflar için, hayız ve nifastan temizlenmek şarttır.
İ'tikâfın Âdâbı
1- İ'tikâfa giren kimsenin gücü yettiği kadar gece ve gündüz namaz kılması, Kur'an okuması ve Allah'ı zikir ile meşgul olması müstehaptır. Allah'ı zikretmeye örnek: "Lâ ilâhe illâllah" demek veya istiğfârda bulunmak, göklerin ve yerin yaratılışı ve hikmet inceliklerini kalpten düşünmek, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salevât getirmek, Kur'an tefsiri okumak, hadis, siyer okumak, ilim müzâkerelerinde bulunmak ve benzeri tâatlerdir. Mâlikîlere göre, bunları yapmak mendup olmak üzere i'tikâfın şartlarındandır. Fakat Mâlikîler ve Hanbelîler i'tikâfa giren kimsenin şer'î de olsa ilim ile meşgul olmasını mekruh olarak görmüşlerdir. Çok olduğu takdirde ister öğrenmek için ister öğretmek için olsun farketmez. Az olursa bir mahzur yoktur. Çünkü i'tikâftan maksat, murâkabe ve tefekkür sûretiyle kalbi temizlemektir. Bu da genellikle zikir ve insanlarla meşgul olmamak sûretiyle gerçekleşir. İ'tikâfın maksadı çok sevap kazanmak değil; iki dünya saâdetini sağlayacak olan kalp aynasını berraklaştırmak, temizlemektir.
2- Mâlikîlerin dışındaki cumhûra göre, i'tikâfa giren kimsenin oruç tutması sünnet olup şart değildir. Mâlikîler ise i'tikâfta oruçlu olmayı şart koşmaktadırlar. Hanefîler ise sadece adanan vâcip i'tikâflarda orucu şart koşuyorlar.
3- En büyük ve efdal câmilerde i'tikâfa girmek. Şâfiîlere göre, i'tikâfın câmi durumundaki mescidlerde yapılması mendup olup şart değildir. Hanefîler ise i'tikâfın Cuma namazı kılınan câmide olmasını şart koşmaktadırlar. İ'tikâfa girmek için en fazîletli mescidler Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ'dır. (Fakat, normal mahalle mescidleri, i'tikâf için büyük câmilerden daha kolaydır. Bu mescidlerin girip çıkanları da az olduğundan daha sâkin i'tikâf ortamı olur. Özellikle günümüzde, insanlardan sıyrılıp kendisini ibâdete vermek isteyen için küçük mescidler genellikle daha münâsiptir.)
4- Ramazanda i'tikâfa girmek menduptur. Çünkü Ramazan, ayların en fazîletlisidir. Özellikle Ramazanın son on gününde i'tikâfa girmek, ittifakla daha fazîletlidir. Çünkü Ramazanın son on gününde, içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi bulunmaktadır.
5- İ'tikâfa giren kişi, gereksiz söz ve işlerden sakınır, çok konuşmaz. Başkaları ile ihtiyaç ölçüsünde konuşmasında bir beis yoktur. Ayrıca, i'tikâfa giren kişi münâkaşa, mücâdele, sövme, kötü söz sarfetme gibi fiillerden de sakınır. Çünkü bunları yapmak i'tikâf dışında da mekruhtur/çirkindir; i'tikâfta ise daha kuvvetli
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mekruhtur. Ancak, bunlardan birini yapmakla i'tikâf bozulmaz.
6- Temiz elbise giyinip güzel kokular sürünmek.
7- Niyeti diliyle de söylemek.
İ'tikâfın Mubahları: Mu'tekifin mescidde yiyip içmesi, mescidi kirletmemek için sofra koyması mubahtır. Çünkü yiyip içmek, kaçınılması imkânsız bir zarûrettir. Mescidden fazla çıkmamak için elini yıkayıp abdest alacağı bir leğen de bulundurabilir. Kimsesi yoksa, yiyeceğini satın almaya çıkabilir. Abdesti sıkışınca çıkabilir, yenilemek için çıkmamalıdır. Çeşitli şekillerde temizlenmesinde bir mahzur yoktur. Rasûlullah (s.a.s.) i'tikâfta iken saçlarını tarıyordu. Koku sürünebilir, kıymetli elbiseler giyebilir. Yastık ve havlu ya da benzer şeyler bulundurmasında bir beis yoktur. Yalnız bunları namaz kılanlara ve mescide zarar verecek şekilde kullanamaz.
Yanında tefsir, hadis veya fıkıh kitabı bulundurması ve kendisi okuyup, yanındakilere, talebelerine okutmasında da bir mahzur yoktur. Bu Hanefî ve Şâfiîlerin görüşüdür. Mu'tekifin öğretmek veya öğrenmek için ilimle meşgul olmasına cevaz veriyorlar. Bunda ibâdetlerin tashihi vardır. Yanlışların düzeltilmesi ve ilimle uğraşmanın fazîleti Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisi ile sâbittir: "Bir grup, Allah'ın evlerinden bir evde toplanıp Allah'ın kitabını okudular veya aralarında müzâkere ettilermi, onlara sekînet/huzur iner, rahmet onları kuşatır, melekler etrafını çevirir. Allah Teâlâ yanındakilere onları anar." 3204
İ'tikâfın Mekruhları
1- Satılacak bir malı mescide getirmek, (satma gâyesiyle) orada bulundurmak tahrîmen mekruhtur. Çünkü mescid, kul haklarından arındırılmıştır. Kişi mescidi bir dükkân gibi kullanmamalıdır. Mescidde i'tikâfta iken ticârî bir sözleşme yapmak mekruhtur. Çünkü i'tikâfa giren kişi, kendini Allah'a ayıran kişidir. Bu çeşit dünya işleri ile meşgul olmamalıdır.
2- İbâdet kasdı ile mescidde susup durmak da mekruhtur. Çünkü böyle davranmak (hiç konuşmayıp gün boyunca devamlı susmak) yasaklanmıştır. Susup durmak, ehl-i kitabın orucudur. Bunların dininin hükmü ise neshedilmiştir.
3- Sövme, tartışma, dedikodu gibi gereksiz ve üstelik çirkin olan şeyleri konuşmak mu'tekif için daha çok mekruhtur.
İ'tikâfı Bozan Hâl ve Hareketler
1- Birleşme Yapmak: Mu'tekifin cinsî birleşme yapması haramdır. Tüm mezheplere göre, kasıtlı olarak yapılan cinsî birleşme i'tikâfı bozar. Mu'tekif için cimâ sakıncası i'tikâftan dolayıdır. Her ne kadar Bakara 187. âyetinin zâhirinde i''tikâf halinde mescidde cimâdan nehyetme varsa da, gâye i'tikâf halinde nehiydir. Âyet, mescidlerde i'tikâflı oldukları halde evlerine gidip cimâ ettikten sonra yıkanıp geri dönenler hakkında inmiştir. Buradan anlaşılıyor ki, i'tikâf halinde cimâdan nehiy, i'tikâf sebebiyledir. O halde cimâ, i'tikâf için mahzurludur ve i'tikâfı ifsâd eder. Mu'tekif, eve gidip birleşme yapınca, hangi cezânın uygulanacağı ihtilâflıdır. Cumhûra göre, hiçbir cezâ uygulanmaz, sadece i'tikâfı bozulmuş olur.
3204] Müslim, Zikir 38
İ’TİKÂF
- 797 -
2- Öpmek ve Okşamak: Hanefî ve Şâfiî mezheplerine göre öpmek ve okşamak, -boşalma olmadıkça- i'tikâfı bozmaz; ancak, bunlar haramdır.
3- Bakma, Düşünme ve Rüyada Boşalma: Hanefîlere göre i'tikâfı bozmaz. Şâfiîlere göre bakma ve düşünmeyle boşalma olması halinde, bu, mu'tekifin âdetiyse i'tikâf bozulur.
4- Mescidden Çıkmak: Fakîhler, zorlayıcı bir sebep ve mühim bir zarûret dışında i'tikâf yerini terketmenin i'tikâfı bozacağında ittifak ettiler. Zira i'tikâf, mescidde kalmaktır. Çıkması halinde, özürsüz olarak bu kalmanın zıddını yapmıştır. İbâdeti bâtıl olur. Yapılması zorunlu ve mescidde olmayacak her şey için dışarı çıkılabilir; normalden fazla uzamadıkça i'tikâfı bozulmaz.
Hanefî mezhebine göre: Vâcip bir i'tikâfta, mu'tekif gece veya gündüz mescidden özürsüz bir şekilde bilerek veya yanlışlıkla çıkacak olsa i'tikâfı bozulmuş olur. Bu süre İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre bir günün yarısından fazla bir süredir. Bir görüşe göre ise bir günün bir cüz'ünden ibârettir. Kadın da i'tikâf yaptığı odadan özürsüz yere evin diğer kısımlarına çıksa i'tikâfı bozulmuş olur. Hasta ziyâreti, cenâze, cenâze namazı veya şâhitlik yapmak için dışarıya çıkılması i'tikâfa engeldir. Hastalıktan dolayı bir saat kadar dışarı çıkılması da i'tikâfı bozar. Ancak adak/vâcip i'tikâfta, hasta ziyâreti veya cenâze namazı için mescid dışına çıkmak şart koşulmuş olursa, bunlar için çıkılması i'tikâfı bozmaz.
Ancak mûteber sayılan şu özürlerle çıkıldığı takdirde i'tikâf bozulmaz. Bu özürleri de üç kısma ayırabiliriz:
Birinci kısım: Tabiî özürler ki, büyük ve küçük abdest, üzerindeki bir pisliği temizlemek, ihtilâm sebebiyle cünüplükten yıkanmak gibi. Böyle ihtiyaçlar için câmiden çıkılır ve ihtiyaçtan fazla beklenmez. İhtilâm sebebiyle cünüp olan da, câmide yıkanacak yeri yoksa bunun için çıkar ve tahâretini yaparak boş zaman geçirmeksizin i'tikâfına döner. İ'tikâf yapan, ezan okumak için minâreye çıkabilir. Minârenin kapısının câmi dışında olması da zarar vermez. İ'tikâfta olan kimsenin yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması câmide olur. Câmiyi işgâl etmeyecek şeyleri oraya getirebilir.
İkinci kısım: Şer'î özürlerdir. İ'tikâfa girilen câmide Cuma namazı kılınmıyorsa, Cuma namazı için başka câmiye çıkılır. İç ezandan önce dört rekât kılabilecek bir zamanda Cuma'nın evvelinde bulunur ve farz namazdan sonra da dört veya altı rekât kılabilecek bir zaman beklenebilir. Bunlardan fazla ikinci câmide beklemek i'tikâfı bozmazsa da tenzîhen mekruh olur; çünkü ikinci câmi de i'tikâf yeridir.
Üçüncü kısım: Zarûrî özürlerdir. İçinde bulunduğu câmiden zorla çıkarılma ya da şahsı veya eşyası hakkında korkma sebebiyle mescidden çıkılır ve başka bir câmiye i'tikâf niyetiyle girilir. Birinci câmideki i'tikâf geçerli olur ve ikinci câmideki i'tikâf da buna ilâve edilir. Ancak ikinci câmiye geçiş hemen olmalıdır. Nâfile ve sünnet-i müekkede bir i'tikâfta, câmiden çıkmak özürsüz dahi olsa i'tikâfı bozmaz. (Fakat bir kimse niyet ederek Ramazanın son on gününde i'tikâfa başlasa, sonra bunu bozsa kazâsı vâcip olur. Yani on günün tamamını İmam Ebû Yusuf'a göre kazâ etmesi gerekir. Hanefîlerin büyük çoğunluğuna göre ise i'tikâfı bozduğu günü kazâ etmesi gerekir; çünkü her bir gün müstakildir.) Çünkü nâfile i'tikâf için belirli bir zaman yoktur ki, çıkış buna bağlı bulunsun. Câmide geçen zaman i'tikâf olur ve bâtıl olmaz. Eğer ikinci câmiye dönülür
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve i'tikâfa niyet edilirse, bunun da mükâfatı olur. Fakat vâcip i'tikâfta, özürsüz câmiden çıkılırsa, günah işlenmiş olur ve yapılan i'tkâf da bâtıl olur.
Şâfiî mezhebine göre: Adanmış ve bu sebeple aralıksız-peş peşe yapılan i'tikâfta, mûteber özürler dolayısıyla mescidden çıkmak, i'tikâfı bozmaz. Sayılan özürler bulunmadığı halde, mu'tekif kasıtlı olarak ve bilerek mescidden çıkacak olursa, i'tikâf bozulmuş olur (Esah ve meşhur olan görüşe göre, Cuma namazı kılınmayan mescidde i'tikâf yapan kimse, Cuma namazına çıkmakla i'tikâfı peş peşe edâ ettiği kısım iptal olunur. Öyleyse i'tikâf bir hafta devam edecekse, Cuma namazı kılınan bir mescidde yapılmalıdır). Unutarak, zorla veya şe'an makbul bir bilgisizlikle çıkmak, i'tikâfı bozmaz. Şer'an makbul özürlerle mescidden çıkmak, i'tikâfın devamını zedelemez. Bu sebeple, mescide dönüşte yeniden niyetlenmeye ihtiyaç yoktur. Mescid dışında ihtiyaçtan fazla durulmuşsa, geçen zamanı kazâ etmek gerekir.
Bir kimse ishal, sidiğini tutamama gibi mescidi kirletmeyeceğinden emin olunmayan bir hastalığa yakalanırsa başka tabiî ihtiyaçlarda olduğu gibi dışarı çıkabilir. Meşhur ve sahih olan görüşe göre, bununla peş peşelik hükmü kesilmez. Eğer i'tikâflı kişi, baş ağrısı, diş veya göz ağrısı ve benzeri zorluk çekmekten mescidde kalması mümkün olan basit hastalıklara yakalanırsa, bunlardan ötürü dışarı çıkamaz. Eğer dışarı çıkarsa i'tikâfı bozulur. Eğer mescidde kalmasını zorlaştıracak bir hastalığa yakalanırsa döşeğe, hizmetçiye ve doktorun gidip gelmesine ihtiyaç duyulacağı için, dışarı çıkması mubah olur. Esah olan görüşe göre bununla da peş peşelik hükmü kalkmaz.
Mutlak adak veya aralıksız yapılması şart koşulmayan ve mendup i'tikâflarda, -özürsüz bile olsa- mescidden çıkmak câizdir. Fakat, bu çıkışla i'tikâf ibâdeti kesilmiş olur; tekrar mescide dönülürken niyet yenilenir. Tabiî bir ihtiyacını gidermek için mescidden çıkan mu'tekifin niyeti yenilemesine gerek yoktur. Bir kimsenin i'tikâfta iken mescidde yemek yemesi câizdir. Çünkü bu, yapılması gerekli ve az olan bir iştir. Mescidde sofra kurması da câizdir. Çünkü bu, mescidin daha temiz tutulmasını sağlar. Mescid içinde ellerini yıkayabilir. Eğer bir tas yahut leğende yıkarsa daha iyi olur. Yemek yemek için evine gitmesi de câizdir, i'tikâfı bozmaz. Çünkü mescidde yemek yemek mürüvveti bozar, dolayısıyla mescidde yemek yemesi şart değildir. İ'tikâfta bulunan kişi, susadığı zaman, mescid içinde su yoksa su içmek için de dışarı çıkabilir. Sünnet/nâfile i'tikâflarda i'tikâfa giren kişinin cenâze namazı kılması, hasta ziyâret etmesi câizdir, vâcip olan i'tikâflarda câiz değildir. Eğer onun yapması gerekli ise, i'tikâfta bulunan kişi şâhitlik görevini yerine getirmek için mescidin dışına çıkabilir. İnsanî bir hak, i'tikâftan önce gelir.
5- İrtidat,
6- (Delilik, Baygınlık veya Sarhoşlukla) Aklî Dengenin Bozulması: Hanefî mezhebine göre, bir gün devam eden baygınlık, i'tikâfı bozar ve düzelince i'tikâfa yeniden başlar. Şâfiîlere göre baygınlık zamanları i'tikâftan hesap edilir. Çünkü kendi isteği ile çıkmamaktadır.
7- Âdet Görme ve Lohusalık: Hanefî mezhebine göre, vâcip i'tikâf için bu hallerden temizlenmek şart olduğu gibi, aynı zamanda onu bozar; ancak sünnet i'tikâf bu hallerle bozulmaz. Fakat helâl olmasına engeldir. Mescidde i'tikâf halindeki kadın, hayız görmeye başladımı, mescidi terketmesi gerekir. Evine gidip
İ’TİKÂF
- 799 -
hayzı bitinceye kadar normal hayatını devam ettirir, sonra da i'tikâfına döner. Zira hayız, mescidde kalmaya engeldir. Şâfiî mezhebine göre, on beş günden az olan âdet, i'tikâfı bozar, fazla olanı bozmaz.
8- Gündüzün Kasıtlı Yemek İçmek. Mâlikî ve Hanefîlere göre i'tikâfı bozar. Çünkü bu iki mezhep, i'tikâfta orucu şart koşmaktadırlar. Fakat unutarak yemek yemekle i'tikâf bozulmaz. Cumûhara göre büyük günah işlemek, i'tikâfı bozar.
Bozulan İ'tikâfın Hükmü:
Hanefîlere göre: Bozulan vâcip i'tikâf, adanmış muayyen bir ay olursa, bozulan günler sayısınca oruçlu olarak i'tikâfı kazâ etmek icap eder. Yeni baştan i'tikâfa girmek gerekmez. Ramazan orucunda bir günün orucunu yiyen kimseye, bu bir günü kazâ etmek gerektiği gibi. Eğer i'tikâf, belirtilmemiş bir ay olarak adanmış olursa, bozulma hâlinde yeniden i'tikâfa girmek ve günleri arka arkaya getirerek bir ayı tamamlamak gerekir. İ'tikâf ister özürle ve ister özürsüz olarak bozulmuş olsun, hüküm değişmez. Bozulan, nâfile i'tikâf ise, i'tikâfın en az zamanını bir gün kabul edenler için, bir gün tamam olmadan önce bozulması hâlinde bu günün kazâ edilmesi ihtilâflıdır. Fakat daha ziyâde i'tikâfa devam edildikten sonra i'tikâfın özürlü veya özürsüz bozulmasıyla bir şey lâzım gelmez. Yapılan i'tikâf tamamlanmış olur. Nitekim bir kimse adak yapmaksızın i'tikâfa girer de sonra câmiden çıkarsa, üzerine bir şey lâzım gelmez.
Şâfiîlere göre: Mu'tekif i'tikâfı bozan işler yaparsa; eğer sünnet i'tikâfta ise bu yapılan işler geçmiş olan i'tikâfı bozmaz. Çünkü bu kadarı ile yetinecek olsa yeterli olur. Tamamlamak vâcip değildir. Eğer girilen i'tikâf vâcip bir i'tikâf ise ve peş peşe olmasını şart koşmamışsa geçmiş i'tikâfı bozulmaz. Fakat burada adanmış olan günleri tamamlamak gerekir. Çünkü hepsi kendisine vâciptir, bir kısmını yapmış, diğer kısmı ise kalmıştır; kalanını tamamlaması icap eder. Eğer i'tikâfta peş peşe olma şartını ileri sürmüşse, peş peşelik bozulur, yeniden kendisine vâcip olan şekilde i'tikâfa başlaması gerekir.
İ’tikâfın Faydaları
İ’tikâf, pek çok ibâdeti içeren ana ibâdettir. Başka bir ibâdette bu kadar çok özellik bulunmaz.
1- İ’tikâf yapanın namazı vaktinde edâ etmesine neden olur. Zaten mescidde i’tikâftadır, namazını da cemaatle kılacaktır. Sahih hadislerle sâbit olduğu gibi, cemaatle kılınan namazın tek başına kılınan namazdan yirmi yedi defa daha fazîletli olması da bir örnektir. Mu’tekif (itikâf yapan) dışındaki bir müslümana ise, özellikle asrımızın meşgaleleri gözönüne alındığında böyle düzenli bir şekilde cemaat nasip olmayabilir.
2- İ’tikâf, insanın namazı huşû ve huzur içinde kılmasına yardımcı olur. Çünkü mu’tekif, i’tikâf ile beraber kalbini ve âzâlarını Allah’a itaat ve tâate götüren şeyler dışında her şeye kapamıştır.
3- İnsana nâfile namaz kılma imkânı sağlar.
4- Mu’tekif ilk saflarda namaz kılma imkânı bulur. Çünkü birinci saftaki ecir ve fazîleti insanlar bilselerdi, kura çekmek durumunda kalırlardı.
5- Mu’tekif, cemaatle namazı bekleyen kimsenin sevâbını elde eder.
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
6- Nefis, mescidlerde durmaya alışır, kalp oraya bağlanır. Câmi ve cemaatle ünsiyet oluşur.
7- Nefse gece kıyâmını/teheccüdü kolaylaştırır ve bunlara alışmak için adım atılır.
8- Hayat gereklerinin ve dünya metaının, süslerinin körelttiği kalplere; böylece dünyaya bağlanıp ebedî orada kalacakmış gibi davranıp, âhireti unutmaları, sanki ölmeyecekmiş gibi yaşamalarına karşı, kalbe zühdün ve hafifliğin gelmesine vesile olur.
9- Mu’tekifin orucunu, gıybet, arabozuculuk gibi, fısk ve günahlardan korur. İ’tikâf özellikle fesâdın yayıldığı günümüzde, gözün haramlardan korunmasına vesiledir. Sapkın toplumlardaki kadınların, çıplakların şerrinden müslümanın kendisini koruyabilmesi, i’tikâf dışında oldukça zordur. Aynı zamanda kulağı da korumak pek kolay olmayacak kadar yayılan değişik haramlardan korur. Cennetten başka karşılığı olmayan makbul bir orucun, sahibi tarafından muhâfaza edilmesi gerekir. Bu da en iyi şekliyle i’tikâfta ve benzerinde gerçekleşir.
10- Nefsi sabır ve tâata alıştırıp eğitir. Zira nefis kötülüğü emreder. İnsanoğlunun damarlarında dolaşan şeytan da onu itaatten alıkoyup ona devam etmesini engeller.
11- Nefis günahlardan alıkonularak arzulara muhâlefete sabretmeyi öğrenir.
12- Nefsin -muhâsebeye tâbi tutularak- eksiklikleri, yanlışlıkları ve hastalıklarının belirlenmesine fırsat sağlar. 3205
13- Dilin âfetlerinden selâmet: Zira konuşacak kimseyi bulamadığı için kişi yalnız başına kötü söz söyleyemez ve bu sûretle dilini korumuş olur. Dilin âfetinden ancak yalnızlıkta tümüyle kurtuluş olur.
14- Gözün âfetlerinden kurtuluş: Çünkü i’tikâf ve benzeri ibâdetler içindeki kimse, insanların üzerine titredikleri göz kamaştırıcı şeyleri görüp onlara heves edemez. Nice insanın hayran olup bayıldığı o aldatıcı şeyleri görmez ki heves etsin. “Bir şeye dönüp dönüp tekrar bakanların hasretleri çoğalır.”
15- İ’tikâfta kalbi; riyâ, yağcılık ve benzeri kalp hastalıklarından korumak vardır.
16- Dünya hırs ve tamahından yüz çevirip elindeki helâl ile yetinmek vardır ki, kişinin şeref ve kemâli de buradadır.
17- Aralarında bulunmakla fesâda düşülebilecek kötüler ile beraberlik ve dâvâ adamı olmayan ayak takımlarıyla düşüp kalkmaktan kurtuluş vardır.
18- İbâdet ve zikir için hazırlanıp takvâ ve iyiliğe yönelmek vardır.
19- Tâatin zevkine varmak ve sırrını serbest bırakmakla münâcâtın zevkine yol bulmak vardır.
20- Kalp ve bedenin huzuru vardır. Zira insanlar arasına fazla karışmakta çeşitli huzursuzluklar olur.
3205] Abdürrezzak el-Kubeysî, İ’tikâf, s. 85-96
İ’TİKÂF
- 801 -
21- İnsanlarla fazlaca ilişkinin sebep olduğu husûmet ve kötülüklerden kendini korumak vardır.
22- İ’tikâfın gâyesi olan Allah’ın rızâsı için gerekli olan ibâdet, zikir, ibret, tefekkür, muhâsebe, nefsi kontrol, geleceği planlama ve tekâmül vardır. 3206
İ’tikâfın İnsana Kazandırdıkları/Hikmetleri
Yüce Allah, insanın kalbini ve bedenini yalnız Kendisine itaatle geçirmede birleştirecek pek çok ibâdet vazetmiştir. Bu ibâdetlerin en şereflilerinden biri de i’tikâf sünnetidir ki, kişi onun sâyesinde Rabbi ile başbaşa kalır, O’nun azametini idrâk edip O’na gönülden boyun eğer, günahlarını itirafla O’na yalvarır. Yine bu sünnet sâyesinde insan dünyadan yüz çevirmek ve nefsini tezkiye etmek/arındırmak sûretiyle yücelir.
Bu ümmetin Peygamberi, dâvet, terbiye, tâlim ve cihat faâliyetleriyle meşgul olmasına rağmen, i’tikâfa çok önem vermiştir. Bu yönüyle O, kendisini örnek almak ve metoduna tâbi olmak isteyenlere, dâvette ve ilimde hangi derecede olursa olsunlar, bütün meşgalelerden ve sorumluluklardan bir müddet sıyrılarak yalnız Allah’la başbaşa kalmalarının önemi hususunda büyük bir ders bırakarak dünyadan irtihal etmiştir. Hiç şüphesiz i’tikâf sünneti büyük hikmetlerle meşrû kılınmıştır. Bu hikmetlerden bazıları şunlar olabilir:
1- İ’tikâf yaparak, Allah ile olan imânî bağı kuvvetlendirmek, nefsi tezkiye etmek, dünyanın fitnelerine karşı daha dayanıklı hale gelmek ve böylece başkalarını da fitnelerden kurtarmaya yönelmek mümkün olur.
2- İ’tikâf, ilim tahsil eden, sonra da onu öğretenler için iki bakımdan önemli bir fırsattır: a) Amel, ilmin meyvesi ve gerçek gâyesidir. Amelsiz ilim, sahibinin aleyhine bir delil olacaktır. b) Akıl sahipleri, insanlara kurtuluşlarına vesile olacak ilmi öğretip de kendisi ondan soyutlanan ve amel etmeyenleri reddetmiş, kınamışlardır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlara hayrı öğretip de kendisini unutanların misali, bir fitile benzer ki, insanlara ışık verirken kendini de yakar.” 3207
3- İ’tikâf sünneti iki yönüyle de dâvetçiler ve eğitimciler için büyük bir fırsattır: a) Sürekli halkla meşgul olmaktan kaynaklanan eksikliklerden kurtulabilinir ve Allah ile olan bağlar kuvvetlendirilebilinir. b) Dâvetin muhâtapları ve öğrencilerin iman, ibâdet gibi hususlardaki seviyeleri yükseltilebilinir.
İşte bunlar akıllı insanların istifâde edebilecekleri apaçık hikmetlerdir. Bu istifâde, pek çok şuurlu gencin -gerek bizzat kendisiyle, gerek dinî, ahlâkî ve aklî yönlerden kendilerine güvenilen insanların yönlendirmesiyle- hak yola girmelerine vesile olmak şeklinde gerçekleşecektir.
İ’tikâf konusu, şu üç sebepten dolayı günümüz müslümanları için çok lüzumludur: Birinci sebep; yaşadıkları toplumu selef-i sâlihîn toplumuna benzetmek amacıyla ıslah etmeye yönelen dâvetçilere ve eğitimcilere, ahlâk ve ibâdetlere ilgili konulardaki zaaflarını selef-i sâlihîn ile kıyaslamalarında yardımcı olmak. İbnü’l-Cevzî şöyle diyor: “Birlikte yaşadığımız şu kimselerin gidişatlarından Allah’a sığınırım. Çünkü onlarda zühd yoluna yeni giren birinin örnek
3206] Ebuzer Çetin, Fıkhî ve Ahlâkî Boyutuyla İ’tikâf, Eğitim Yazıları, sayı: 2, s. 96-123
3207] Buhârî, hadis no: 5837
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alabileceği ne yüce bir himmet (kuvvetli bir azîmet) görebiliyoruz, ne de takvâ.” O, kendi zamanında yaşayan insanlar için bunları söylüyordu. Dünyanın en geniş imkânlarının açıldığı günümüz insanı için bu ifâde, daha bir geçerlidir. Hiç şüphesiz bizler fertleri esas almak sûretiyle bütün bir toplumun ıslahını gerçekleştirmek için i’tikâf fırsatını değerlendirmeliyiz. O halde i’tikâf, umûmî mânâda dindarlığımızı kuvvetlendirmede bir vesile olacak şekilde acaba nasıl değerlendirilebilir?
İkinci temel sebep şudur: Bu sünnet, insanlardan ayrılıp Yüce Allah ile başbaşa kalmanın önemine işaret etmektedir. Bu sâyede mü’min, nefsinin boyunduruğundan kurtulur, insanları Hakka dâvet ederken karşılaşacağı zorluklara tahammül etmeye alışır. Nitekim Fî Zılâl sahibi şöyle demiştir: “Toplum hayatında bir dönüşümün gerçekleşmesini murâd eden/düşünen her rûhun bazı vakitlerde insanlardan ayrılıp sadece Allah’la olması gerekir. Aksi takdirde kişi toplumun mevcut yapısına alışır, zamanla durumunu kabullenir de değiştirmek için gayret etmez olur. Toplumdan ayrılıp i’tikâfa çekilmek, rûhu basit vâkıaların ve önemsiz meşgûliyetlerin esiri olmaktan kurtarır, tam bir hürriyet içinde yaşamasını sağlar, neyin daha önemli olduğunu gösterir.” 3208
Üçüncü temel sebep, i’tikâfın, kişinin yaptığı her işte, bulunduğu her durumda yalnız Allah’a olan bağlılığının (samimiyetinin) sınanması bakımından büyük bir fırsat oluşudur. Bu husus ilk etapta ferdi ilgilendiren bir şey gibi görünmektedir. Ancak, bizim bunu burada ele almamız, şeriata uygun yapılan her amelin Allah katında makbul olmasının ihlâs şartına bağlı olduğu şeklindeki bilgimiz nedeniyledir. Nitekim dâvet, eğitim ve öğretimle ilgili yapılan ameller de bu kabildendir. Hakikaten, insanın malını harcayıp çokça gayret sarf ettikten sonra, sırf ihlâsıyla ilgili bir engelden dolayı arzuladığı hedefe ulaşamayıp, bir ecre nâil olmaması, ne büyük bir kayıptır!
Şöyle bir soru akla gelebilir: Kalbi, ihlâsa zararlı bir şeyi bulaştırmaktan koruyacak i’tikâf nasıl olur? İ’tikâf, mescidleri, uyuyacaklar için yatma yeri, ziyâretleşecekler için buluşma yeri, yemek yiyecekler için sofra, gülüşme ve boş sözlerin çokça bulunduğu halkaların oluşturulduğu bir yer haline getiren bir amel değildir. Çünkü kişilerin kalplerinin daha da katılaşmasına yol açan bir i’tikâf, dinin bizden istediği i’tikâf değildir. Yine i’tikâf, itikâfa giren kişinin arkadaşlarının çoğalması, sosyal ilişkilerinin kuvvetlenmesi, tıbbî ve nefsî konularda görüş alışverişinin yapılması için bir vesile de değildir. İstenilen i’tikâf, insanı her hususta selef-i sâlihîne benzemeye götüren i’tikâftır. Böyledir, çünkü i’tikâf, Allah’tan korkanların, tefekkür edenlerin, muttakîlerin gözyaşlarının aktığı, kendisini Allah yoluna adayanların ellerinin duâ için kalktığı bir ameldir. Mü’min bu ameli yaparken, kurtuluş kervanına katılma heyecanıyla bir an için bile ibâdetten uzaklaşmamaya gayret eder. İ’tikâf, muhsinlere benzemeye yönelik yapılaşacak şahsiyet terbiyesinde önemli bir yer tutar.
İ’tikâfın Diğer İbâdetlere Vesile Olması
a- Devamlı Allah’ı zikretmek: Hiçbir şey, Aziz ve Celil olan Allah’ı zikretmekten daha lezzetli değildir. Hiçbir amel, zahmetin azlığına karşın verdiği lezzetin çokluğu, kalbe verdiği sevinç ve huzurun büyüklüğü bakımından zikrullah gibi
3208] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, c. 6, s. 3741
İ’TİKÂF
- 803 -
olamaz. İnsanların çoğu Allah’ı zikretmekte devamlılık konusunda gaflet içindedir ve bu nedenle de Allah’ı çokça zikredenlerin aldığı lezzeti alamamaktadır.
Gerçekten i’tikâf, mü’minin yüksek bir mertebeye ulaşabilmek için değerlendirmesi gereken büyük bir fırsattır. Böylece dili Allah Teâlâ’yı zikre bağlanır. İ’tikâfa giren kişi, çoğu insanın ihmal ettiği sabah ve akşam zikirlerini ihmal etmez, kaçırmaz. Yine ezan duâsı, yatarken ve kalkarken okunan duâlar, mescide girerken ve çıkarken okunan duâlar, bir şey yiyip içerken okunan duâlar gibi pek çok zikri de ihmal etmez. Her zikri vaktinde yapma hususunda hassas olur. Nefis muhâsebesi yapmaya imkân bulur. Gönlünden Allah’tan başka her şeyi (mâsivâyı) çıkarır. İşte on gün süresince bu hali yaşayan bir insana, Allah’ın lütfu keremiyle büyük hayır/ecir vereceği umulur.
Zikrin en büyüğü/güzeli Kur’ân-ı Kerim okumaktır. Akıllı bir mü’min, Allah’ın kitabıyla bağını, okuma, düşünme, anlama ve gereğince yaşama şeklinde arttırabilmek için i’tikâfı bir fırsat/vesile bilmelidir. Doğrusu bu on günlük i’tikâf süresinde Kur’an’ı meâliyle birlikte ve düşünerek okuyup hatim etmemek, bir ihmalkârlık olarak değerlendirilir. Öyle ya, i’tikâfta mü’min vaktini Kur’an okumakla geçirmeyecekse neyle, nasıl geçirecektir? Şâyet i’tikâfa giren mü’min, i’tikâf süresince sadece Allah’ı zikreder ve Kur’ân-ı Kerim okursa, duyduğu mânevî haz büyük olur. Mü’minin Allah’ı zikirde devamlılığının meyvelerinden biri, günlük hayatında sâlih amel yapma şevkinin ve ahlâkının artmasıdır. Kızı Fâtıma (r.a.), Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelip O’ndan bir hizmetçi istemişti. Peygamberimiz Fâtıma ve Ali’ye her gece uyumadan önce Allah’ı tesbih etmeleri, O’na hamd etmeleri ve tekbir getirmeleri gerektiğini öğretmiş ve “Bu (zikir) sizin için bir hizmetçiden daha hayırlıdır”3209 buyurmuştu. Bu hadis-i şerifle ilgili olarak, “zikrullahta devamlılığın, günlük hayatta bir hizmetçiye ihtiyaç duymayacağımız bir kuvveti ve kolaylığı kazandırdığı” yorumu yapılmıştır. İ’tikâfa giren mü’minin, Ramazan ayı gibi önemli bir dönemde ibâdetlerini arttırmak için kendisine yardım edecek böyle bir kuvvete ihtiyaç duyduğu da açıktır.
b- Namaz: İnsan, kendi namazını ne denli önemsediğini ve hangi ruh hâletiyle namaz kıldığını değerlendirmelidir. Eğer bu hususta kendindeki eksiklikleri tesbit etmişse, işte i’tikâf, namazlarının edâsında yüksek mertebelere ulaşmak için bir fırsat olarak onu beklemektedir. Bir mü’min, Allah Teâlâ’nın râzı olmayacağı dünyalık işler yapmaktan korkmalı, bunun için günlük hayatında namazdaymışçasına davranmalı, unutma hali hâriç, abes şeylerle meşgul olmamalı, Hak’tan uzaklaştıracak hususlara veya lüzumsuz hiçbir şeye iltifat etmemelidir. Bunlar da en doğal şekilde i’tikâfta kazanılır ve sonraki hayatta devam ettirilebilir alışkanlık ve ahlâk haline getirilebilir.
Mü’minin, ulaşmak için gayret sarfetmesi gereken bir başka seviye de, nefis ve şeytanla mücâhede gayretleridir. Bu mücâhede sâyesinde namazda gönül huzuru, huşû ve haşyet duygularını kazanması mümkün olur. Böylece i’tikâfa giren mü’min pek çok dünyevî meşgûliyetle ilgisini kesmek sûretiyle, başka insanların tatmadığı lezzetleri tatmış, ulaşamadıkları derecelere ulaşma fırsatını yakalamış olur.
3209] Buhârî, Menâkıb, hadis no: 3705; Müslim, Zikir, hadis no: 2727; Tirmizî, Deavât, hadis no: 3408
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İ’tikâfla mümkün olan Allah’a yakınlaşma vesilelerinin en önemlisi/şereflisi, özellikle de Ramazan ayında geceyi ibâdetle, teheccüdle ihyâ etmektir. Doğrusu bu da insanlardan çoğunun ihmal ettiği, gâfil olduğu büyük bir imkândır. Yine bu sâyede fecr ve işrak vakitlerinde edâ edilen sünnetlere (İşrak, duhâ, evvâbin namazlarına), mutlak ve mukayyet nâfilelere dikkat edilebilir. Böylece mü’min, çok çeşitli ibâdetleri edâ etmiş ve diğer günlerde yapamadığı bu ibâdetler konusunda bir alışkanlık kazanmış olur.
Ramazan gecelerinin i’tikâftaki insana verdiği önemli bir imkân da, Allah’ın Kitabı ile olan birlikteliği uzun tutabilmektir. Geceyi ihyâ edenlerin duyduğu haz, aldığı lezzet, eğlenen insanların eğlencelerinden aldığı lezzetten daha fazladır. Geceler olmasaydı, Kur’an’ın “gece neşesi” 3210 dediği geceyi teheccüd ve Kur’an okumayla ihyâ olmasaydı, hayat bu kadar güzel olmazdı.
İ’tikâfın Mubahlarla İlgili İnsana Kazandırdıkları
İ’tikâftaki mü’minin, insanların çoğunun yaptığı yanlışlardan kaçınması da kolay olacaktır. Bunlara örnek olmak üzere, insanı hüsrâna götüren pek çok şeyi kendisinde toplayan üç yanlış davranışı gündeme getirebiliriz. Bunlar, fuzûlî konuşma, isrâfa varan yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkidir.
a- Fuzûlî konuşma: Ömer bin Abdülaziz bazı arkadaşlarına şöyle yazmıştır: “Muhakkak ölümü çok anan, dünya hayatında aza kanaat eder. Sözlerinin de amelleri kapsamında olduğunu bilen, az konuşmaya başlar ve sadece faydası olan sözler söyler.” Asr-ı saâdet insanı, fuzûlî sözleri çirkin görürlerdi. Onlar, Aziz ve Celil olan Allah’ın Kitabını okuma, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma veya maîşetle ilgili gerekli bir konuşmanın dışındaki (hayır sözün hâricindeki) konuşmaları fuzûlî konuşmalardan sayarlardı. Mü’min, kirâmen kâtibîn meleklerinin kendisini devamlı gözetlediğinin farkında olmalı, her söylediğinin kasete alındığını, her yaptığının kameraya çekildiğini unutmamalıdır.
Zamâne gençlerinin çoğu, hatta dâvâ adamı olanları bile, bu konuda kaybetmekteler. Nice gençler, konu üzerinde düşünmüyorlar bile. O nedenle de bugün pek çok dindarda, dâvetçide ve ilim talebesinde görülen üslûpsuzluk, yerinde söz söyleyememe, geyik muhabbeti, ciddiyetle somurtkanlığı karıştırma, samimiyetle sululuğun arasındaki dengeyi bulamama gibi özellikleri yaygınlaşmaktadır. Ayrıca bütün bunlar, gıybet etme, yalan söyleme gibi günahlarla birlikte işlenmektedir. Mü’min için i’tikâf, Allah’ı anmaya ve zarûrî ve hayırlı konuşmanın dışında ağızdan çıkan her ses için nefis muhâsebesi yapmaya bir fırsat ve vesiledir. İ’tikâftaki mü’min, kendini böylesi bir ortama alıştırmalı, i’tikâfına zarar verecek kişilerle ilişkisini ve onlarla gereksiz konuşmalarını (iyi niyet ve edebe riâyet kasdıyla) kesebilmelidir.
b- Fazla yemek: Kim midesini kontrol etmesini bilirse, dinini korumuş olur. Açlığa dayanmasını bilen güzel ahlâka erişmiş olur. Muhakkak ki günahlar aç olana uzak, tok olana daha yakındır. Şüphesiz ki az yemek, kalbe incelik kazandırır, nefsinin isteklerini dizginler, öfkeyi azaltır. Ayrıca, kişiyi tembellikten, hastalıktan ve gevşeklikten kurtarır. Nitem Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: “Ey oğulcuğum! Mide dolarsa düşünme uykuya dalar, hikmet dilsiz kalır, uzuvlar da ibâdet için hareket etmez.” Fazla yemek, pek çok şerre sebep olur. Çünkü
3210] 73/Müzzemmil, 6
İ’TİKÂF
- 805 -
fazla yemek, uzuvları ma’siyetlere yöneltir, tâatlerden alıkoyar. Doğrusu şer olarak da bu ikisi yeter. İ’tikâftaki mü’minin, kendisini ibâdetten alıkoyacak her şeyden, bu arada çok ve çeşitli yemekten uzaklaşması gerekir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Çok yemek yiyen, Allah’ı zikretmekten bir lezzet alamaz.”
İ’tikâf, mü’min için, daha önce lezzetine varılmış pek çok şeyden uzak kalma hususunda nefsini terbiye etme ve alışkanlık haline gelmiş pek çok şeyden müstağnî kalma husûsunda nefsiyle mücâhede imkânıdır. Çay tiryâkilikleri, çerez ve benzeri alışkanlıkları gibi bağımlılıkları varsa, sık sık ağzına giren şeyleri tekrar gözden geçirme fırsatıdır. İ’tikâftaki mü’min, yemeğin çeşitliliğine ve çok yemeye önem vermemekle vakit kazanmış olur; zikir ve tâate yönelebilir, kötü alışkanlıklardan bu vesile ile kurtulabilir.
c- İnsanlarla çok ve gereksiz ilişki: Bu da önemli bir durumdur. Çünkü insanların çoğu, diğer insanlarla bir araya gelmeye öyle düşkündürler ki, kendi başlarına ibâdetlerini yapma ve tamamlama konusundaki güçlerini kaybederler. Bu temâyülün i’tikâftaki tezâhürü, birbirleriyle tanışan insanların bir mescidde ya da herhangi bir mescidin belli bir köşesinde i’tikâfa girmek için toplanmalarında görülür. Bu tip uygulama, her ne kadar dâvetçinin eğitimi açısından önemli faydalara sahipse de, kişinin bilip gözetmesi gereken bazı hususlar vardır:
İnsanlar arasına çokça karışmak, insanlarla lüzumundan fazla birlikte olmak, kulun Allah’a karşı gayretini/azmini azaltır. İnsanlar arasına fazlaca karışmak, ibâdet zamanının ve mekânının heybetini azaltır; gıybet, yalan söyleme, aşırı şaka yapma gibi birtakım günahlara önayak olur. Âlimler, kötü sonuçlara sebebiyet verdiği ve kardeşlik duygusunu ifsâd edip kin ve düşmanlığa kapı araladığı için aşırı olan ve latîf olmayan şakaya dalmayı hoş görmezler. İnsanlarla çokça bir araya gelmek, boş konuşmaya ve uykuya ayrılan vaktinin çoğunun zâyi olmasına sebebiyet verir. Bu, kişiye Allah’a gizlice yakarma lezzetini kaybettirir. İ’tikâf, kişinin ibâdetlerini gözlerden ırakta yaparak ihlâsını denemesi için bir fırsattır.
Kişi, murâkabe şuurunu kazanabilmek ve âniden gelebilecek ölümü devamlı hatırında tutabilmek, böylelikle yüksek mertebelere ulaşabilmek için, nefsiyle devamlı bir sûrette mücâdele etmesi gerekir. Nefsin ıslahı ve eski alışkanlıkların terkedilmesi, niyetini ihlâslı kılan ve azîmetinde de doğru olan için zor değildir. Kişi, hikmetli şeyleri ne kadar beller ve yaşarsa, arzuları da o derece düzgün olur. Ahlâkının güzelleşmesi ve kuvvetlenmesi ise ancak ona sunulan her fırsatı ganîmet bilmesiyle gerçekleşir. 3211
Değişiklik, bulunulan konumdan dışarı çıkmak, hicretin farklı bir açılımıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine dışarıdan bakabilmeli, zaman zaman farklı bir kimse gibi kendini gözlemleyebilmeli ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. Rüyâda kendini sanki başka biri imiş gibi dışarıdan görüp gözleyebildiği gibi, meselâ (rûhunun hayâl âleminde bedeninden soyutlanarak bindiği helikopterden, aşağıda yürüyen) kendisine bakabilmeli, her şeyini bir yabancı gibi gözden geçirebilmelidir. Bu nefis muhâsebesi/otokritik, öyle bir otomatik hale gelmeli ki, kişi bir taraftan konuşurken, diğer taraftan yabancı
3211] Muhammed bin Yahyâ el-Yahyâ, Selef-i Sâlihînden İ’tikâf Dersleri, Eğitim Yazıları, s: 2, s. 137-147
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir kimse gibi bu konuşmayı eleştiri gözüyle dinleyip kritik edebilmeli, sokakta yürürken, nehy-i ani'l-münker görevini kendi nefsine de yapabilecek kontrole ve olgunluğa sahip olabilmelidir. İşte bu özellikleri insan, i'tikâf rûhunda yakalayabilir, bu ruhu koruyarak tüm zamanlarda tümüyle hayatına geçirebilir. İ'tikâf, insana kendini gözlemleyebilme, sorgulayabilme, hesaba çekebilme ve öncelikle kendine emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yapıp kendini ıslah edebilme yolunun anahtarını kazandırır.
Hindistan'ın İngiliz işgalinden kurtulmasında en önemli rolü oynayan Hind lideri Mahatma Gandi'nin önemli bir karar arefesinde müslümanlar gibi oruç tutup uzlete çekildiğini biliyoruz. Eski büyük liderlerin çoğunun dünyevî faydalarından dolayı da olsa bu özelliklere sahip olduklarını görüyoruz. Bu açlık ve uzlet hayatının ruhu arındırıp düşünceye açıklık getirmesinin tecrübe edildiğinden, İbrâhimî çizginin ana hatları üzerinde yaşayan Hanîflerde gördüğünden ve fıtratının yönlendirmesinden dolayı peygamberliğinden önceki günlerde çevresindeki toplumun ve tüm insanlığın durumunu düşünüp tahlil etmek için Hira'da inzivâya çekilen Peygamberimiz'in bu davranışı, i'tikâfın eski şeriatlerde de olduğunu gösteren çıkarımlardır. Zâten şu âyet de i'tikâfın eski ümmetlerdeki mevcûdiyetine işaret etmektedir: “... İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn (Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve secde edecekler için temiz tutun.”3212 Bu âyetteki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenler”e de işaret edildiği bazı müfessirlerce belirtilmiştir. Bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e hitap ettiğini bildirdiğine göre- eski ümmetlerin şeriatlerinde de i’tikâfın mevcut olduğunu göstermektedir.
Mekân önemlidir; bulunulan yer, insanı etkileyen ciddî bir unsurdur. Bir sefâhet mekânı, çokça haramlar işlenen yer ile Mescid-i Haram'ı mukayese edince, insanın inanç, düşünce ve davranış yönleriyle nasıl farklı mekânlarda çok farklı etkiler altında olacağı daha iyi anlaşılır. İşte i'tikâfın Allah'ın evi kabul edilen câmilerde yapılması, insana kazandıracağı olumlu açılımlar yönünden değerlendirilmelidir. İnsan üzerinde büyük etkisi olan lerden biri de "zaman"dır. İ'tikâfın herhangi bir zaman diliminde yapılmasının câiz olmasıyla birlikte Ramazan'da ve özellikle de Kadir gecesinin bulunduğu tahmin edilen zamanlarda olması boşuna değildir.
İnzivâ hayatı ve tümüyle yalnızlık; aslında riskli bir durumdur. Bunalımlara, psikolojik sorunlara sebep olabilir; vesveseye kapılar açabilir. Hadis rivâyetlerinde, mecbûri olmadan yalnız yolculuk tavsiye edilmemiştir, yalnız olanın şeytanla arkadaş olacağı belirtilmiştir. İşte i'tikâfta bu tür riskler bertaraf edilmiştir. Mu'tekif, yalnız değildir; o Allah'la birliktedir, O'nunla başbaşadır. O'nun evinde, O'nun misâfiri olarak O'nun ikram ve ihsanlarına muhâtaptır. Yine manastıra kapanmış veya bin bir gün çilehaneye tüm insanlardan soyutlanarak çekilmiş kişilerden farklı durumdadır i'tikâftaki mü'min. O, toplumla, cemaatle, insanlarla bağını tümüyle koparmamış, sadece asgarîye indirmiştir. Cemaatten kopmadan ve cemaati ıslah etmek için, cemaatle günde beş kez birlikteliği sürdürerek, onların iyi ve kötü taraflarını değerlendirme fırsatıyla câmide Allah'a yönelmiştir. Mistisizm, ferdî inzivâ ile toplumdan tümüyle koparak sadece kendini ıslahı
3212] 2/Bakara, 125
İ’TİKÂF
- 807 -
düşünürken, mu'tekif topluma daha faydalı olmak, onlara dâvet ve tebliğ ulaştırmak, onları ıslah etmek için kendini ıslah isteği içindedir. Günümüzde müslümanların hayatını bile hemen tümüyle kuşatan modern hayat, kalabalık içinde yalnızlığın, âile içinde bireyselliğin, topluluk içinde bencilliğin öne çıktığı bir yaşam tarzı sunmaktadır. İ'tikâf rûhunda ise yalnızlık içinde toplum; yalnızken bile cemaatle birlikte, onun için planlar sözkonusudur. Dünya içinde ama dünyadan/dünyevîlikten uzak ve Allah'a, rûhî özelliklere yakın bir yaşama tarzı vardır.
İ'tikâf, mü'min için, özellikle dâvetçi için mânevî azıktır. Sporcular, önemli maç öncesi hazırlık için kampa alınır, enerji depolar ve dış dünya ile ilgi ve ilişkilerini koparır; tebliğci bir mü'min için de içindeki ve çevresindeki düşmanlara karşı yapacağı mücâdele için kampa çekilmedir. Koruyucu hekimliktir, chek-up yaptırmak, tedâvi olmaktır i'tikâf. Her gün yarım saat-bir saat olsun tefekkür, zikir, yatakta da olsa ölüm/şehâdet tefekkürü yapmak, i'tikâf rûhunun insana kazandırdığı lezzetli bir gıdâdır.
Toplumun yanlışlıklarına alışmış, artık yadırgamaz hale gelmiş dâvetçi, bazı zamanlarda sadece Allah'la kalabilmeli ki, toplumu hayra doğru değiştirme bilinci bilensin. İnsan, kendine bakmasını bilmeli, alıcılarını ıslah edip parlatmalı ki; kendini ve çevresini objektif ve sâlim olarak gözlemleyebilsin; alıcı sağlam değilse, vericilerden gelen etkilerin doğru algılanması mümkün değildir çünkü. Günahlarla kirlenmiş/hastalanmış gözünü, gönlünü, beynini temizleyip tedâvi ederek sağlığına ve uzaklaştığı fıtratına yeniden kavuşmalı ki; tanım, yorum, bakış ve değerlendirmeleri doğru yapabilsin; işte i'tikâf bunu sağlar. Göz ve gönül aynasını berraklaştırır, paslarını siler, temizler i'tikâf.
İ'tikâfı, sadece Ramazandan Ramazana yapmak, günümüz şartlarında ölümcül hastalıkların tedâvisini geciktirmek ve belki de o hastalıklarla ölmeyi göze almak demektir. İhtiyaç duydukça, hemen her gün beş-on dakika da olsa Allah'ın evine bu gâye ile sığınmalı, O'ndan yardım istenmeli, O'nun dâvetine icâbet edip ziyâfetine katılmalıdır. Câmilere sığınma imkânını da sıkça bulamayan kimse, evinde, işinde, sokakta ve hatta yatakta i'tikâf rûhunu yakalayabilmelidir; zâten Allah'ın arzı mescid değil midir? Öyleyse en güzel i'tikâf câmilerde yapılır ama i'tikâf rûhunu başka alanlara taşıma gayretinde bulunmamak, ibâdetleri câmi gibi alanlara mahkûm edip diğer yerleri başka ilâhlara ayırmak gibi fecî durumlara yol açabileceğinden, her an i'tikâftaki gibi Allah'la beraber ve her yeri Allah'a ibâdet edilen mekân haline getirme gayreti, aynı zamanda cihad sevabına da ulaşmak demektir.
İ'tikâf özellikleriyle mü'min, meleklik tarafını (rûhî, mânevî yönünü) her çeşit ibâdetlerle arttırmış, açlık (oruç) sâyesinde ve şehvetten/cinsel temastan perhiz yaparak hayvanî taraflarını da azaltmış olur. Mu'tekif melekleşir, yani meleklerin temel özelliği olan "Allah'a isyan etmemek ve O'nun emirlerini tümüyle yerine getirmek" 3213 sıfatlarına sahip olur. Çünkü i'tikâfta temel ibâdetlerin tamamına yakını mevcuttur; ana/doğurgan bir ibâdettir i'tikâf. İbâdetlerin fayda ve hikmetleri, tümüyle ve en kâmil şekliyle i'tikâfta vardır. İ'tikâfla, nefis terbiye ve tezkiye edilip sabır zırhına bürünülerek cihada hazırlanılmış olur. İhmal edilen gönlün tamiri, bakımı, tedâvisidir; gönül aküsünün şarz edilmesidir i'tikâf rûhu. Zühd, takvâ, ihlâs, huşû ile edâ edilip zevk alınan ibâdet, mânevî haz gibi
3213] 66/Tahrîm, 6
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konularda muhâsebe ve olgunluğa tırmanıştır.
Hürriyetin, özgürleşmenin gerçek anlamda ne demek olduğunu insan sadece Rabbıyla başbaşa olduğu zamanlar anlar. İhtiyaç zannettiklerini, alışkanlıklarını, meşgalelerini, önemsiz meselelere ayırdığı zamanlarını, katili olduğu boş vakitlerini, israflarını sorgular ve düzeltmenin yollarını arar. Hayatını planlamayı, kendini disipline etmeyi öğrenir. Tatmadığı mânevî hazları tadar, güzel zevklerin farkına varır; Kur'an'ı okuma, anlama ve gününe uygulama, zikir, tefekkür ve teheccüd adlı gece neşesiyle 3214 coşar, zevk sahibi olur. Fuzûli konuşma, fazla yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkiden sakınarak huzurun, mutluluğun, sağlığın yolunu bulur. Câmi ve cemaatle ünsiyet kurma, beş vakit namazını cemaatle edâ etme, câmi hayatına alışma, hiç haram işlemeden gözüne ve kulağına sahip olma, tâat ve sabır gibi fazîletlerle cennet hayatının minyatürünü dünyaya taşımaya çalışır.
İ’tikâf ile inzivâ da denilen uzlet birbirinden tamamen farklıdır. İnzivâ yasaklanmıştır. “İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır.” İtikâf; halîfelik görevlerini yerine getirmek için enerjisini doldurmak, arınmak, azıklanıp rûhunu gıdâlandırmak, sosyal faâliyetlere ve cihâda daha bir hızla atılmak için, geri çekilip kısa bir süre Rabbiyle başbaşa kalmaktır. Hasta olanın, hastalıklardan tedâvi için muvakkat bir zaman hastanede kalıp ilâç ve perhize devam edip tedâvi edildikten sonra hastaneden çıkıp daha sıhhatli bir halde işlerine dönüp çalıştığı gibi, müslüman da böyledir. Kısa bir müddet i’tikâfta kalır ve sonra sosyal hayata daha kuvvetli olarak çıkar. Mânevî yönden daha güçlü olarak Rabbine yaklaşır, iman ve yakîn nûru ile kalbini düzeltir ve huzur içinde Alllah’a yönelir. Nice kimseler vardır ki, fâni olan cisminin sağlığı için bütün özeni gösterir; şifâ, huzur ve istirahatı için elinden gelen gayreti sarf eder de, kalbini temizleyip nurlandırmaya ve nefsini tezkiyeye çağrıldığı vakit oraya yaklaşmaz.
İ'tikâf, Bir Kutlu Arınış; İnzivâ, Bir Görevden Kaçıştır
"Ey mü'minler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah hudûdu aşanları sevmez. Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun."3215 Allah'ın helâl kıldığı tayyibâttan/güzelliklerden kendimizi mahrum bırakmamız Kur'an'da yasaklanmıştır. Bu nedenle hıristiyan papazlar, hinduist brahmanlar, budist keşişler tarafından uygulanan, müslümanlara da bazı tasavvufî tarikatler yoluyla geçen, "kendisine eziyet ederek arınma yöntemi olan çilecilik" Kur'ânî tezkiye usûlüne uygun değildir. Dünyanın nimetlerini tümüyle terketmenin Kur'ânî bir arınma yöntemi ve örnek gösterilebilecek bir tavır olmadığını peşinen ifâde edelim. Peki, nedir öyleyse Kur'ânî tezkiye? Kur'an'da Rabbimizin öğrettiği usûllerle nefsi arındırmaktır. Bunların en önemlilerinden biri i'tikâftır.
Namaz, oruç, infak gibi ibâdetlerle yapılan yoğun bir perhiz eğitimi, mü'minlerin öz benliklerinde var olan kötülük eğilimlerini frenleyebilmeleri için çok gereklidir. Fakat Kur'an ahlâkının tezkiye yöntemi inzivâ değil; i'tikâftır. "Mistik perhizcilik" yasaklanmıştır. Fakat, düzenli ve denetimli, bütün günlük hayata yayılması gereken bir "i'tikâf ile arınma" teşvik edilmiştir. Tüm hayatın
3214] 73/Müzzemmil, 6
3215] 5/Mâide, 87-88
İ’TİKÂF
- 809 -
i'tikâf ile geçirilmesi, dünyevî olan her şeye sırt çevirmek anlamına gelecek uygulamalar doğru değildir. Fakat hayatın içinde i'tikâf şuuru ile hareket etmek, her mü'minin şiarı olmalıdır. Meselâ, oruç tutmak aynı zamanda bir perhizdir. Kendini ibâdete vermek anlamına gelen tüm eylemlerimiz, diğer hususlarla birlikte bir perhiz, bir i'tikâf anlamına da gelir. Fakat bedene işkence edercesine her gün, aralıksız ve iftarsız olarak oruç tutmak, korkakça ve basitçe hayattan kaçış demektir. Hayattan kaçışın temel uygulanışı ise inzivâdır. Yine, gündelik işlerin arasında, her şeyi bir kenara bırakarak, hayatı dondururcasına, bütün menfaatleri kurban edercesine namaz kılma mecâzî anlamda bir i'tikâftır. Fakat bütün gün namaz kılmak bir i'tikâf değil; inzivâdır ve bize göre tembellik etmek, hayattan kaçmak anlamına gelir. O yüzden sünnet değil; bid'attir.
Peygamberimiz kendi sağlığında bu tür ruhbanlık eğiliminde olan kimselere izin vermemiştir. Onlara kendisini örnek almalarını, ibâdeti hayatın tümüne yayarak hareket etmelerini, dünyadan da nasiplerini elde etmeye çalışmalarını öğütlemiştir. Rasûlullah (s.a.s.) bir sohbetlerinde kıyâmet ve âhiretten bahsetmiş, sohbetin tesirine kapılan Ali, İbn Mes'ud, Mikdad (r.a.) gibi bazı sahâbîler, Osman bin Maz'ûn'un evinde toplanarak gündüzleri devamlı oruç tutmak, geceleri uyumadan namaz kılmak, kadınlarının yanına gitmemek, et yememek ve eski püskü elbiseler giymek sûretiyle yaşamaya, kalan ömürlerini böyle geçirmeye, hatta kendilerini kısırlaştırmaya azmetmişlerdi. Bu tür ruhbanlık eğiliminde olan kimselere Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki, Ben sizden daha çok Allah'tan korkuyorum ve sizden daha çok O'na itaatta bulunuyorum. Ancak ben bazen oruç tutarım, bazen tutmam, bazen nâfile namaz kılarım, bazen kılmam, istirahat ederim, kadınlarla da evlenirim (ruhban hayatı yaşamam)."3216 Diğer rivâyette: "Ben böyle bir kulluk şekliyle emrolunmadım. Vücut ve nefislerinizin de sizde hakkı vardır; oruç tutup namaz kılın, fakat aynı zamanda orucunuzu açıp yiyin ve uyuyun. Ben namaz kılar ve uyurum, oruç tutar ve iftar ederim, et yerim ve kadınlarıma yaklaşırım; Benim yolumdan çıkan benden değildir." İşte bu hâdise üzerine Mâide sûresi, 87-88. âyetler gelmiştir. Ashâbdan üç kişi, Rasûlullah’ın eşlerine onun gece ibâdetini sormuşlar; belki azımsayarak birincisi; “sürekli gece namazı kılmaya”, ikincisi; “sürekli oruç tutmaya”, üçüncüsü de; “kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye” karar verir. Bunu işiten Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle demişler. Fakat ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum; oruç tutuyorum, tutmadığım da oluyor; kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terkederse, o benden değildir.” 3217
İslâmî bir perhizin insanın kendisine ve çevresine zarar verecek bir mâhiyet taşımaması gerekmektedir. Hayat boyu bir mâbede kapanarak kendini ibâdete vermek şeklindeki bir uygulama, ne Kur'an'da İlâhî bir buyruk olarak geçmektedir, ne de Peygamberimiz'in örnek uygulamaları arasında yer almaktadır.
"İbâdetin makbûlü, çok olanı değil; gücünüzün yettiği kadarıdır." 3218
“Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır.
3216] Buhârî, Nikâh, c. 6, s. 116
3217] Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3; Ahmed bin Hanbel, II/158, III/341, 359, V/409
3218] Buhârî, İman, 16; Müslim, Salât 283
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” 3219
“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” 3220
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 3221
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” 3222
"Din kolaylıktır." 3223
“Allah, koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da sever.” 3224
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” 3225
Âişe vâlidemizden rivâyet edilen bir hadise göre Peygamberimize en hayırlı, en sevimli ibâdetin hangisi olduğu sorulmuştur; O şöyle cevap vermiştir: "Az da olsa devamlı olanıdır." 3226
Ruhbanlık Kur'ânî Bir Arınma Yöntemi Değildir: "Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık/emretmedik. Fakat kendileri Allah'ın rızâsını kazanmak maksadıyla onu kendileri uydurdu. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır." 3227 Ruhbanlık, hıristiyanların ortaya çıkardığı bir anlayış ve yaşayış tarzıdır. Hz. İsa'dan sonra, mü'minler inkârcı zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen üç savaşta mü'minler ağır kayıplar vermişler, sağ kalan iman ehli, kendilerinin de ölümü halinde dine dâvet edecek kimsenin kalmayacağı gerekçesiyle savaş yapmama kararı almış, sadece ibâdetle meşgul olmaya başlamışlardı. İşte bu sûretle fitneden kaçan bu insanlar, dünyanın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vazgeçmişler, dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibâdetle meşgul olmuşlardır. Ama kendilerinin icat ettikleri bu ruhbanlığa çoğu riâyet etmemiş, hatta şirk içinde bir hayat yaşamıştır. Âyet-i kerimede açıkça beyan edildiği gibi, dağa çekilerek, mâbede kapanarak, nefse zulmederek kendini ibâdete vermek Yüce Allah'ın rızâsı olan bir iş değildir. Bu nedenle, İslâm'ın arınma yöntemi inzivâ değil; i'tikâftır.
İ'tikâfın inzivâya dönüştürülmesine hıristiyanları örnek verebiliriz. Onlar çok niyetlerle hareket ettikleri halde sonucu itibarıyla zararlı bir noktaya gelmişlerdir. Bilindiği gibi, kendilerine ruhbanlığın farz kılınmadığı halde hıristiyan din adamları ifrâta kayarak olumlu geleneği bozmuşlar, dejenere etmişlerdir. Onu,
3219] Buhârî, İman 29
3220] Buhârî, İman 69
3221] Müslim, İlim 7
3222] Ahmed bin Hanbel, III/479
3223] Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28
3224] Ahmed bin Hanbel, II/108
3225] Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
3226] Buhârî, Rikak, İman 16; Müslim, Salât 283
3227] 57/Hadîd, 27
İ’TİKÂF
- 811 -
hayattan kopmak, kaçmak, uzaklaşmak anlamında yorumlamışlardır. Böylece dinin şeklî ibâdetleri sadece belli bir kesime özgü imiş gibi bir muhtevâ kazanmış, dinî duyarlılık küçük bir zümrenin tekeline girmiştir. Bize göre bu, dinin düyevîleşmesine, geniş kitlelerin Allah ile bağının zayıflamasına yol açan "seküler dünya tasavvuru" ile yola çıkan ideolojilerin işini kolaylaştırmıştır. Böylece Din'in hayat damarları koparılmış, kalplerin şifâsı, insanın mânevî huzurunun teminâtı olan İlâhî hükümler, toplumsal yaşamdan kovulmuştur. Tabii ki, adâletin yılmaz ikamecileri olması gereken mü'minlerin, yaşanan hayata müdâhale edecek konumdan uzak durmaları, en çok, insanları sömürmek isteyen müstekbir tâğutları memnun ve mutlu kılacaktır.
Hinduizm, küçük farklarla Budizm, kilise tekelindeki Hıristiyanlık ve onlara benzeyen bazı dünya görüşleri, insanların öz benliklerinin arınmasını, dünyayı ve tüm nimetlerini terketme esasına dayandırmaktadırlar. Ölçüsüz bir mâneviyat eğitimi öngören bu tür dünya görüşlerinin handikapına düşmekten kaçınmak gerekmektedir. Çünkü Kur'an ahlâkında dünya, tamamıyla terkedilmesi gereken bir diyar değildir. Namaz, oruç gibi perhizler içeren ibâdetler de mâbede ve içinde yaşayanlara özgü değildir. İslâm'da, özel imtiyazlı, mâbede kapanmış bir din adamları sınıfına yer yoktur. Çünkü her mü'min dininin adamıdır. Nefsi arındırmak bir sınıfın tekelinde değil; her mü'minin sorumluluğundadır. Bu nedenle her mü'min, hayatı i'tikâf şuuru ile Allah'a adanmışlık bilinci ile yaşamalıdır.
İ'tikâf, Hayatı Terketmek Değil; Hayata Hazırlanmaktır: Risâletten sonra, İlâhî vahyin dilinde olumlu bir muhtevâya kavuşan ve Kur'an ahlâkının mü'minleri eğitici ilkeleri arasında yer alan i'tikâf kavramı; belirli bir süre, benliği günahlardan arındırmak maksadı ile ibâdet ve özeleştiri yapmak için mescide, ya da uygun bir mekâna kendini kapamaktır. Bu yönü ile ukûf veya i'tikâf Rabbânî izni çıkmış bir şuurlanma usûlüdür. Bir tür Kur'anî eğitim kampına girmektir. İ'tikâf ile aynı kökten türetilmiş olan âkif, Kur'an'ın üç âyetinde olumlu bir bağlamda kullanılmıştır. Bunlardan biri, Peygamberimizin risâletten önce dahi Hira Mağarasında yaptığı, risâletten sonra da devam ettiği Ramazanın son on günü içinde icrâ edilen i'tikâf ibâdetine yapılan atıf olup, Kur'an ile de tescil edilerek nebevî sünnet haline gelen bu tezkiye yöntemi ile ilgili onaya, Bakara sûresi 187. âyette işaret edilmektedir.
Mü'minleri i'tikâfı; kendilerinin Allah'a adanmışlıklarını ve O'nun yeryüzündeki şiarlarına/simgelsel değerlerine tüm benlikleri ile gönülden hizmet eden kimseler oluşunu ifade etmektedir. İ'tikâf; Kur'an ahlâkının hem bir ilkesi ve hem de bir davranış eğitimine dair örnek modeldir. Ukûf, mü'minlerin ahlâkî bir tavır olarak, hayatın her alanında zulme karşı yapmaları gereken adâlet mücâdelesi için, bilinç tazelemek maksadı ile belirli bir süre kampa girmeleri olarak da yorumlanabilir. Bu, her zaman çok gereklidir. Çünkü mücâdelenin zorlukları ve gündelik hayatın meşgaleleri arasında yorulan bilinçlerin tazelenmesi lâzımdır.
Hayatın akışına kendimizi kaptırdığımızda, yaptığımız yanlışların bir iç muhâsebesinin, kardeşlerimizle istişâresinin yapılması elzemdir. Dağılan dikkatlerin yeniden toparlanması için, şöyle durup yeniden düşünmek, Kur'an ile yenilenmek, namaz ve oruç gibi ibâdetlerimizi çoğaltarak Rabbimizden mücâdelemize yardım etmesini istemek, her zaman için beşerî zaaflarımıza, yetersizliğimize, dertlerimize İlâhî bir çaredir. Çünkü gaybî yardım olmadan
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiçbir İslâmî mücâdele başarıya ulaşamaz. Gaybî yardımlar ise, unutmayalım ki öyle kuru kuruya değil; ibâdete kapanarak, gönülden, içten duyarlılıklarla, seccâdeleri ıslatan gözyaşları ile inecektir ve ancak sünnetullahın gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmekle bize ulaşabilecektir.
Peygamberimizin Risâletten Önceki İ'tikâfı: 22/Hacc sûresi 25-26. âyetlerin üslûbundan anladığımıza göre i'tikâf bir "tevhid geleneği"dir. Bilindiği gibi hemen hemen bütün tarihî vesikalar peygamberimizin ilk vahyi aldığı sırada bir tür i'tikâf halinde olduğunu haber vermektedir. Peygamberimiz, Hira'dan kendi öz benliğindeki ve kâinattaki âyetlere hikmetli bir şekilde bakmaya çalışıyordu. Kişinin kendini her şeyi ile ibâdete vermesi demek olan i'tikâf uygulamasını Peygamberimizin her Ramazan ayının son on gününde yaptığı bilinmektedir. Rasûlullah'ın peygamberlikten önce de Hira mağarasında başvurduğu bu arınma yöntemi, anlaşıldığı kadarı ile tevhid dini İslâm'ın evrensel nitelikte bir örfüdür.
Peygamberimizin Hira'daki hakikat arayışından hareketle, i'tikâfın mecâzî olarak, kendi benliklerimizdeki ve dışımızdaki Allah'ın beyyinelerini görmek, düşünmek, ibret nazarı ile kâinatı incelemek anlamına gelebileceğini söyleyebiliriz. Geceleyin durup gökyüzüne bakmak, yıldızların yaratılış hikmetlerini düşünmek, denizleri, okyanusları, yağmur yüklü bulutları ibret nazarı ile görmeye çalışmak da bir tür i'tikâf ibâdetidir. Çünkü bunların tahlilini yapmak için bir tür "Hira hazırlığı" yapmak gerekmektedir. Yani derin bir tefekkür, derin bir gönül verme lâzımdır, öyle yüzeysel bir şekilde olmaz i'tikâf ibâdeti. Hele hele teknoloji ile kirlenmiş, binaları ile gökyüzünü örtmüş şehirlerde hiç de kolay değildir. Bunun için sahici yerler, Rabbimizin yarattığı şekilde temâşâmıza hazır bekleyen yerler bulmak gerekir. Öyle bozguncu ve çokça zâlim olan insanoğlunun ifsâd ettiği mekânlarda i'tikâf ibâdeti tam olarak yerine getirilmez. Çünkü zâlim ve bozguncu insanların ellerinin değdiği âfâkî âyetler üzerinde kara bulutlar vardır, sis perdesi vardır. Önce "kevnî âyetler" üzerindeki toz bulutlarının kalkması gerekmektedir.
Kısaca, Peygamberimizin Hira'da yaptığı gibi, belli bir süre, hayatın velvelelerinden uzakta kalıp, Nebevî âyetlerin kaynağı Kur'an ile kâinatın her bir köşesine serpiştirilmiş sayısız âfâkî âyetler ile ve uzağa gitmeye gerek duyurmayan öz benliğimize yerleştirilmiş enfüsî âyetler arasında uyumu yeniden kurmak, irtibatı yeniden hatırlamak gerekmektedir. Allah'ın başları döndürecek geniş ufuklarında yarattığı âyetlerden algı alanımıza ve idrâk sahamıza inmiş olanlarını düşünmek, onlarla ilgili hikmetli tefekkürlere dalmak, kendi öz benliğimizde yer alan burhanlara durup, yeniden bir göz atmak, tefekkürü Kur'an'ın âyetlerinin rehberliğinde yapmak bir ibâdettir.
Fakat dalıp kalmak, boğulmak doğru değildir. Çünkü i'tikâfın amacı, dünya hayatından, nimetlerinden kopmak değildir. Dünya hayatının fitnelerine karşı mânevî hazırlık yapmak, yeniden dışa dönük mücâdeleye devam etmektir. Meselâ Hira'da vahyi kuşanan Peygamberimiz, hemen aşağıya inerek halkın arasına katılmıştır. Toplumun kendisine gelmesini fildişi kulesinde beklememiştir. O inzivâyı değil; i'tikâfı, bize sünnet olarak bırakmıştır. Çünkü inzivâ, bireysel iç arınışı temsil ederken; i'tikâf, ferdi de kurtaran toplumsal arınmayı temsil etmektedir. İnzivâda fert, ipek böceğinin durumuna düşebilmektedir. Yani inzivâ ile bireysel arınış yöntemini benimseyenler, ipek böceğine benzemektedirler.
İ’TİKÂF
- 813 -
Çünkü onlar ortaya bir büyük değer/ipek çıkarayım derken, böcek gibi "kendi hapishânelerinin duvarcı ustası durumuna düşme handikabı" ile yüz yüze kalakalırlar. Bir tür şuursuz intihar yani. Oysa i'tikâf, halkın içinde kalıp yaşadıkları kirliliklerden hicret etmeyi gâye edinen şuurlu bir arınma yöntemidir.
Hira Bir Uğraktır; Durak Değil! Hira'ya hapsedilen bir mesajın topluma bir yararı yoktur. Bu yüzden Rasûlullah'ın örnek mücâdelesinden de tâkip ettiğimiz gibi Allah'ın rızâsını kazanmanın yolu toplumsal hayat ekseninde verilecek mücâhededen geçmektedir. Yani kendi Hira’mızdan çıkmadan yaşamayı gâye edinmek, bencilliktir. Oysa kurtuluş Hak için halk ile beraber olmakta, bu nedenle kendi kurtuluşumuz dahi, başka mü'minlerle birlikte ortaya koyacağımız sâlih amellere bağımlı olmaktadır. O halde salt bireysel bir iç arınışın İslâm'ın tezkiye modelinde bir yeri yoktur. Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; bireysel iç arınış ile toplumsal tezâhürlerde meydana getirilmesi gereken arınma işlemleri birbirini tamamlayan bütünün parçalarıdır.
Rabbimizin rızâsını kazanırken yapacağımız işlerin zemîninde diğer insanlar vardır. Tek başına yapılacak mistik bir iç yolculuk, elde edilmesi gereken değerleri kazanmada yetersiz kalacaktır. Kısaca İslâm'ın arınma modelinde, fertlerin arınışı, toplumun arınışı ile eşzamanlıdır. Arınma yöntemlerimiz de İslâmî olmalıdır. Toplumsal yaşamdan kopuk, bireysel kurtuluşu amaçlayan bir arınma usûlü, İslâm'ın bütüncül mesajına uygun düşmemektedir. Çünkü insanlarla ve özellikle mü'minlerle olan ilişkilerimizi "i'sâr" ilkesine göre düzenlemek zorundayız. Bu ilkeye göre; "kendimiz için istediğimizi mü'min kardeşimiz için de istemeli, kendimiz için istemediğimizi mü'min kardeşimiz için de istememeliyiz." Yani diğergâm olmalı, kadirşinas davranışlar sergilemeliyiz. Tevâzûyu elden bırakmamalı, ulaştığımız doğruları paylaşarak çoğaltmalıyız. Salt kendi kurtuluşumuz için değil; bütün insanlığın kurtuluşu için çaba sarf etmeliyiz. Kendimiz için istediklerimizi bütün müttakîler için istemek zorundayız. Çünkü salt bireysel bir arınış yöntemi Kur'anî değildir. "Tebliğ"in temel mes'ûliyetlerimiz arasında yer almasından dolayı, kendimizden başka insanları da arındırma sorumluluğu içinde olmak durumundayız.
Öz benliklerimizde taşıdığımız şeytanî eğilimlerin mutlaka denetim altına alınması gerekmektedir. Bu, dünya sınavını kazanabilmemiz için şarttır. Şu dünya hayatında şeytanlar binlerce yol deneyerek bizi Allah'a karşı sorumluluklarımızı îfâ etmekten alıkoymaya çalışmaktadırlar. Bu güçlü çağrılara ciddî bir direniş göstermezsek, Allah korusun ayağımız kayabilir, farkında olmadan yoldan çıkabiliriz. Bu nedenle bizi Allah'ın rızâsını elde etmekten alıkoymaya çalışan şeytanlara karşı koyabilmek için ciddî bir mânevî donanıma, güçlü bir şahsiyete sahip olmamız gerekmektedir. İfrâta ve tefrîte saptırmayan bir mu'tedil arınma usûlü olan i'tikâf bize, şeytanların günaha yaptıkları karşı konulamaz çağrılarına direnme gücü kazandıracaktır. Şer odakları ile olan mücâdelemiz için, sıradan bir maça bile kampa girerek hazırlanan sporculardan daha donanımlı olmak zorundayız.
Yılda en az bir defa, özellikle Ramazan ayında i'tikâfa girmek, bu tevhid geleneğini hayatı boyunca sürdüren Peygamberimizin unutulan sünnetini ihyâ etmemiz gerekmektedir. Ve hayatı i'tikâf/Allah'a adanmışlık şuuru ile yaşamamız
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lâzımdır. Ama hayattan kopmadan, hayata hazırlanmak için, haydi i'tikâfa... 3228
Kim Allah’a sahip O neden mahrum, kim Allah’tan mahrum o neye sahip? Kimin gönlünde Allah varsa onun her iki dünyada da yardımcısı Allah’tır, kimin kalbinde Allah’tan gayri şeyler tümüyle yer etmişse onun iki dünyada da hasmı Allah’tır. Allah’la beraber olan ve i’tikâfı bu konuda baş tacı eden, bu unutulmuş sünneti ihyâ eden genç müslümanlara selâm olsun!
İ’tikâf Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
İ’tikâf Kavramının Kökü Olan “A-k-f” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 125, 187; 7/A’râf, 138; 20/Tâhâ, 91, 97; 21/Enbiyâ, 52; 22/Hacc, 25; 26/Şuarâ, 71; 48/Fetih, 25.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 18-19
2. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 609-615
3. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 53
4. Tefhîmu’l-Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s.130
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 737-740
6. Fî Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 364
7. Tefsîr-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb), Fahreddin er-Râzî, 401-405
8. Safvetü’t-Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûni, İz Y. c. 1, s. 170
9. İ’tikâf, Abdürrezzak el-Kubeysî, çev. Nureddin Yıldız, Risâle Y.
10. Fıkhî ve Ahlâkî Boyutuyla İ’tikâf, Ebuzer Çetin, Eğitim Yazıları, sayı: 2, s. 95-133
11. Selef-i Sâlihînden İ’tikâf Dersleri, Muhammed bin Yahyâ el-Yahyâ, Eğitim Yazıları, sayı: 2, s. 137-147
12. Haydin İ'tikâfa!, Haksöz, Fevzi Zülaloğlu, sayı 116-117 (Kasım-Aralık 2000), s. 53-58
13. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi (Mehmet Şener), c. 23, s. 457-458
14. Şamil İslâm Ansiklopedisi (Abdullah Yücel), c. 3, s. 246
15. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 11-12
16. Mukayeseli İbâdetler İlmihali, Vecdi Akyüz, İz Y. c. 2, s. 431-446
17. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhaylî, Risâle Y. c. 3, s. 217-245
18. İbn Âbidin, Şamil Y. c. 4, s. 380-406
19. Ramazan Ufku, Ahmet Kurucan, Işık Y.
20. Ramazan ve Takvâ Eğitimi, Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
3228] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, sayı 116-117 (Kasım-Aralık 2000), s. 53-58

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:38

İSYAN - İTAAT

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İSYAN - İTAAT


- 749 -
Kavram no 106
Görevlerimiz 21
Bk. İslâm; Sâlih Amel; Haram
İSYAN - İTAAT
• İsyan; Anlam ve Mâhiyeti
• İsyanın İki Yönü
• Ma’siyet Ne Demektir?
• İtaat; Anlam ve Mâhiyeti
• Tâat Ne Demektir?
• Kur’ân-ı Kerim’de İtaat ve İsyan Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İtaat ve İsyan
• İtaat Edilmesi Gereken Kimseler
• İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler
• Küfürde Önderler ve Onların İzinden Giden Uyduları
• İtaat ve İsyan Yoluyla Düşülen Şirk
• Allah’a İtaat ve İsyanın Boyutları
• Bütün Evren Allah’a İtaat Etmektedir
• Nerdesin Ey Güzel İsyan?
“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, 'Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın' dediniz. Mûsâ ise (onlara): 'Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.' dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir." 2968
İsyan; Anlam ve Mâhiyeti
“İsyan”ın sözlük anlamı, bir şeyi asa (değnek/sopa) ile engellemek demektir. Bu kelime zamanla, her türlü karşı çıkma, itaatsizlik etme, karşı koyma anlamlarını kazanmıştır. İsyan edene “âsi” denir. Allah’ın emirleri ve ilkeleri çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınmak, Allah’ı dinlemeyerek itaatsizlik yapmak, İslâmî literatürde “isyan”dır.
Meşrû (dine uygun) bir yönetime itaat etmeyerek karşı çıkan, İslâmî kanunlara uymayan kimselerin yaptığı da bir isyandır. Bu çeşit isyankâra “bağî” denilir. Hz. Musa’nın değneğinin adı da “asâ” idi. Yani “isyan” kelimesinin kökü olan kelime. Hz. Musa’nın asası hem bilinen değnek idi, hem de o günün tâğutu Firavuna karşı O’nun haklı isyanını sembolize ediyordu. Allah’a ve O’nun peygamberine
2968] 2/Bakara, 61
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
itaat etmeyip isyanla damgalanan Firavun’a 2969 isyan, Hz. Mûsa’nın mucizesi olmaktadır. Hz. Mûsa’nın asâ mûcizesi, aynı zamanda, zâlim ve âsilere karşı kıyamı, onlara sopa göstermeyi ve isyanı da içermektedir.
Bilindiği gibi, Hz. Musa, Firavun’un tanrılığına ve saltanatına isyan etmişti. Çünkü Firavun, yoldan çıkmış ve tanrılık iddiasına kalkışmıştı. Bir zulüm düzeni kurmuş ve o düzen ile insanlara haksız yere hükmediyordu. Hz. Musa ise Allah’tan aldığı emirle ona karşı gelmiş, ona itaat etmemişti. İşte Hz. Mûsa’nın elindeki asa, zâlim yönetici Fir’avn’a isyanın sembolüydü.
Şeytan, Allah’ın ”Âdem’e secde edin” 2970 emrine karşı gelerek ilk isyan eden oldu. Yani Allah’a karşı geldi, itaat etmedi. O yüzden olumsuz anlamda isyanın piri/duayeni şeytandır. Hz. Mûsa’nın isyanı ise müspet ve güzel bir isyandı. Demek ki isyan kavramı hem olumlu bir manaya, hem de olumsuz bir manaya gelebilir.
Hz. Âdem’in yasak meyveyi yemesi de bir itaatsizlikti. Bu, beşer olmanın sonucu idi. O, hatasında direnmedi ve tevbe etti. Hâlbuki şeytan isyanını sürdürdü, inatlaştı, hatta isyanını, isyana yönelten hevâsını/kötü duygularını ilâh haline getirdi.
İsyanın İki Yönü
İsyan kavramının özünde hem yapma ve hem de yıkma anlayışı vardır. Günahkârlar ve isyankârlar yıkmak için, Allah’a ve O’nun ilkelerine, müslüman yöneticilere karşı çıkarlar ve yıkıcı olurlar. Peygamberler ve onların izinden giden mü’minler, kötülüklere ve Allah’a itaatsizlik eden zâlimlere itaat etmezler, onlara ve onların zulüm düzenlerine karşı çıkarlar ve müfsitlerin yıktıklarını yapmaya çalışırlar; onların isyanları ıslah içindir, yapıcı isyandır.
İnsanların yapmaya devam ettikleri yanlış âdetlere, mevcut yönetimlerin uyguladıkları yanlış ilkelere karşı çıkmamak, isyan etmemek, korkaklıktır, zillettir, teslimiyetçiliktir. Ortada olan kötülükleri ve yanlışları kabul edip ses çıkarmamak, ilerlemeyi, olgunlaştırmayı durdurur. Peygamberlerin en temel özelliklerinden birini ve birincisini tevhid mesajını tebliğ ve onu hâkim kılma mücadelesi oluşturmaktadır. Kelime-i tevhid, “lâ” ile yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan sözkonusudur tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan. Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. Firavun da Hz. Mûsa da isyan eden âsi idiler. Hz. Mûsa, esas isyan edene karşı şanlı bir isyan içindeydi, devrimci/inkılâpçı bir ruh ve mûcizevî özellik taşıyordu; Firavun’un isyanı ise sonu helâkle biten, zararı hem kendine hem çevresine bulaştıran bir isyandı.
Hz. Mûsâ ve asasından, Firavun’a isyandan söz açılmışken, kocası Firavun’a değil de Allah’a itaat eden Âsiye Hanım’ı hatırlamamak eksiklik olur. Âsiye, “isyan eden kadın” demektir. O, Allah’a itaat etmeyen birisine kocası da olsa, devlet başkanı da olsa isyan ediyor, âsiye oluyor. “Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan
2969] Bk.10/Yûnus, 91; 79/Nâziât, 21
2970] 2/Bakara, 34
İSYAN - İTAAT
- 751 -
ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti.” 2971
Âsiye annemiz, Firavun’a isyan edip Allah'a ve peygamberi Mûsâ’ya iman ederek itaat ettiği için, bunun bedelini ödemiştir. Ellerinden ve ayaklarından kazıklara bağlanmış, güneş altında bırakılarak ona işkence edilmiştir. İman edip Allah’ı itaat edilecek tek mercî kabul ettiği için işkencelere mâruz kalan Âsiye, Kur'an'da mü'minlere iman ve kararlılık örneği olarak zikredilmiştir. Hadislerde de Âsiye'den övgüyle söz edilmiş ve Hz. Meryem'le birlikte o da en yüksek kemâle ermiş bir kadın olarak gösterilmiştir.2972 İsyan edilmesi gerekenlere, sıf bedel ödemenin dünyevî zorluklarından dolayı itaatte kusur etmeyenler, Âsiye gibi zâlim ve tâğutlara isyan edemeyenin erkek mi ürkek mi olduğunu değerlendirmelidirler.
İsyan kelimesinin olumsuz anlamı, Allah’a ve O’nun peygamberlerinin yoluna karşı çıkıştır. Allah’a kulluk yapması için yaratılan insanlardan bir kısmı, Allah’ın emirlerine, bile bile karşı gelmekte ve isyan etmekteler. Bundan dolayı da günah kazanmaktalar. Bu tür isyan, şeytanî isyandır.
Mü’minler, Allah’tan kendilerine bir emir geldiği zaman şöyle derler:“Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine (bağışlamana) sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.”2973 Allah’ın emirleri karşısında alaycı bir tavır takınan, yahudileşenler de “dinledik ve isyan ediyoruz.”2974 derler ve seviyelerinin ne kadar alçak olduğunu ortaya koyarlar. Mü’min, Allah’a itaat konusunu, geleceğe, umut ve temennilere bırakamaz. Bilir ki, Peygamber’in ifadesiyle “heleke’l müsevvifûn, sevfe’ciler/yarıncılar (itaati yarınlara bırakanlar) helâk oldu.” Şeytan, bâtılı sevdiremediği kişiye, hakkı yarınlara bıraktırarak onun günü kaybetmesine uğraşır. Ertesi gün de kaldığı yerden devam eder: Yarınlar bitmedi ya... Büyük hedefler ve idealler uğruna, yarın çok büyük eylem ve faâliyetler yapacağı ümit ve temennisiyle günler şeytana itaatle geçer gider. Ama gerçek mü’min Allah’ın emri kendine ulaşır ulaşmaz ‘dinledim, duydum ve itaat ettim’ der, hemen o saniye eyleme geçmiştir bile. Az sonraya bırakamaz, “az sonra” kendisi için olmayabilir çünkü.
Mü’min, kendi görüş, davranış ve seçme tercihini Rabbinden yana kullanır, Rabbinin doğru hükümlerine teslim olur. Her konuda O’nun ölçüsüyle hareket eder, O’nun emirlerine boyun eğer. Peygamberi aracılığıyla gönderdiklerine itaat eder. “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” 2975
Aldanan, unutan, gaflete düşen ve inanmayan kimseler, Allah’a itaat etmezler, O’nun ilkelerine isyan ederler. Bunlar, Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini yeterince takdir edemeyen ve aklını yerli yerinde kullanmayanlardır. Bunlar, dünyada huzurdan mahrum yaşadıkları gibi, âhirette de azap içinde olacaktır. Allah’a ve peygambere isyan edenler, kendi arzularını (hevâlarını) üstün görüp Allah’ın Rabliğini ve büyüklüğünü takdir edemeyenlerdir. İsyan edenler, yanlışlar içinde yüzen, kendine ve başkalarına zulmeden ve yeryüzünde sürekli fesat/
2971] 66/Tahrim, 11
2972] Bk. Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
2973] 2/Bakara, 285
2974] 2/Bakara, 93
2975] 33/Ahzâb, 36
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bozgunculuk çıkaran kimselerdir. İlk isyancı şeytandır. Öyleyse kim aynen onun gibi kibirlenerek Rabbine itaatsızlık ederse, onda şeytan ahlâkı var demektir.
Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm’dan uzaklaşmasına sebep olur. Mü’minler, ancak zararlı, yanlış, bâtıl ve sapık fikirlere, inançlara, sistemlere isyan ederler veya en azından, itaat etmezler. Allah’a hiç isyan etmeyen melekleri 2976 düşünürler. Her anlarını Allah’a ibâdet ve itaat içinde değerlendiren ve toplumlarındaki zâlim ve tâğutlara baş kaldıran peygamberleri 2977 örnek alırlar.
Ma’siyet Ne Demektir?
“Ma’siyet”, isyan kökünden türemiş bir kavramdır. “Ma’siyet”, baş kaldırmak, isyan etmek, sınırları çiğnemek, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini dinlememek demektir. En geniş anlamıyla “ma’siyet” günahlara dalmayı, Allah ve Rasûlüne karşı gelmeyi, helâl ve haram sınırlarını aşmayı ifade eder.
İnanması, teslim olması ve itaat etmesi gereken insanın, inkârcı olması ve Allah’ın emirlerini dinlememesi ma’siyet olduğu gibi; inandıktan sonra da birtakım haramları işlemesi yine ma’siyettir. Kur’an, bu kelimeyi isyan edenler, haddi aşanlar, sınırları çiğneyenler hakkında kullanır. Onların yaptıkları fiiller, itaat emrinin dışındadır. İtaatı terkedip, emirlere karşı gelene âsi oldu denir. Onun bu yaptığı karşı gelme, emri dinlememe, konulan kurala aykırı hareket etme fiiline de ma’siyet denilir.
Kur’an, ma’siyet sahiplerini uyarıyor ve tehdit ediyor. Onları bu davranışlarından vazgeçirmeye davet ediyor. Çünkü her türlü ma’siyet insana iki dünyada da zarar verecektir. Kur’an-ı Kerim, ma’siyet kelimesini iki yerde kullanır ve ‘peygambere karşı gelme’ şeklinde bir ifadeyi dile getirir. 2978
Dinin kötü dediği fiiller, nüanslarına ve işlevlerine göre Kur’an’da farklı kelime ve kavramlarla anlatılmaktadır. Ma’siyet kelimesinin bunların birçoğu ile yakından ilgisi vardır. İnsanların yaptığı zulüm, fücur, fısk, zenb (günah), kibir, tekzib (yalanlama), ism (günah), hata ve seyyie (günah ve kötülük) gibi yanlış davranışlar ma’siyet kategorisine girer. Bütün bunlar kötü davranışlardır. Bu ma’siyetleri işleyen kimseler, dünyada zararlarını gördükleri gibi; esas olarak âhirette büyük cezayı hak ederler.
Ma’siyete düşmek, isyan hali üzere olmak, bunu bir ahlâk haline getirmek müslümana yakışmaz. Müslüman, İslâm’a inanan ve Allah’a itaat sözü veren ve bunu amelleriyle gösteren insandır; o ma’siyetin her türlüsünden kaçınmaya gayret eder.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:“Ma’siyet konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, mârufadır.” 2979 Ana-babaya itaat Allah’ın emridir. Ancak ana-baba günah işlemeyi, Allah’a isyanı emrederse onlara bu konuda itaat edilmez. Yine müslümanları yönetenler onlara günah işlemeyi emrederlerse, ya da Kur’an’a aykırı bir hükmü kabul etmelerini isterlerse onlara itaat edilmez. Bir başka
2976] 66 Tahrim/6
2977] 16/Nahl, 36
2978] Bk. 58/Mücâdele, 8-9
2979] Buhârî, Cihad 107, 4/60; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
İSYAN - İTAAT
- 753 -
deyişle “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” 2980
İtaat; Anlam ve Mâhiyeti
“İtaat”, kulun yaratıcı karşısında olması gereken durumunu açıklayan önemli bir kavramdır. İnsan, kul olarak Yaratıcısının karşısında ne yapacaktır? Onun rolü nedir? Rabbi ondan ne gibi tavırlar beklemektedir? İtaat, sözlükte inkıyad etmek, yani boyun eğmek demektir. Emre uyma, sözü dinleme, alınan emri yerine getirme, verilen emre göre hareket etme anlamlarına da gelir. Türkçede kullanılan itaat kelimesi de aynı anlamdadır.İtaat eden kimseye “mutî” denilir. Aynı kökten gelen “tâat” kelimesi, emredileni yerine getirme, denileni yapma demektir. İtaat’ın karşıtı “isyan”dır. Ayrıca serkeşlik ve muhalefet de onun zıddıdır.
Allah, yarattığı ve nimet verdiği kullarının kendisine isyan değil; itaat etmelerini istemektedir. Eğer insan, tek ve gerçek ilâh olarak âlemlerin Rabbine itaat etmezse; başka ilâhlara itaat edecektir. Bu da onu sapıklığa ve zarara uğratacaktır. Allah, kendisine itaatı emrettiği gibi, kendi adına bazı kimselere de itaat etmeyi kullarına emretmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine (sizin gibi mü’min olan yetkililere) itaat edin.…” 2981
Peygambere itaat, O’nun yolunu takip etmek, Allah’a itaat gibidir; O’na karşı gelmek de Allah’a isyan gibidir.2982 Allah’ın adıyla ve O’nun emirleri doğrultusunda iş yapan bütün yetki sahiplerine, dinin sınırları içerisinde kalmak şartıyla itaat edilir. 2983Müslümanları yönetenler onlara günah işlemeyi emrederlerse, ya da Kur’an’a aykırı bir hükmü kabul etmelerini isterlerse onlara itaat edilmez. 2984
Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.2985 Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” 2986
Müslümanlar, “ülü’l emr” bile İslâm’ın hükümlerine aykırı, yani günah bir şeyi emrederse onlara uymayacaklarına göre; kâfir ve müşriklerin hükümlerine ve dinlerine hiç itaat edemezler. Onların yollarına uymazlar, İslâm’a aykırı işlerini örnek almazlar. Kâfir ve müşriklere itaat; onları takip etmek, onların izleri üzerinden gitmek, din ve dünya görüşü noktasında onların görüşlerini benimsemek, ya da onların emrettiklerini Allah’ın rızasına uymasa bile yerine getirmektir. Kur’an, mü’minleri şöyle uyarıyor: “Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat edecek olursanız, sizi imanınızdan sonra kâfir yaparak (dininizden) geri çevirirler.” 2987
Son asırlarda müşrikleri ve Kur’an’ın kâfir dediklerini izleyen, onların hükümlerini ve görüşlerini üstün kabul eden, İslâm’ın ölçüleri yerine -çağdaşlık
2980] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
2981] 4/Nisâ, 59
2982] 4/Nisâ, 80
2983] Buharî, Ahkâm 4, 9/79; İbn Mâce, Cihad 39, hadis no: 2859-2862, 2/954
2984] İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
2985] Buhâri, Cihad 109, 4/60; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
2986] Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi, Bey’at 27, 7/138
2987] 3/Âl-i İmran,100
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kılıfıyla- onların ilkelerini ve ölçülerini alan kimseler bu tehlikeyi yaşamaktadırlar. Özellikle batıdan gelen bâtıl ilkelere, ölçülere, anlayışlara -Kur’an’ın ölçülerine rağmen- sarılanların iman iddiası ne kadar gerçekçidir?
Mü’minler kâfirlere itaat ederlerse, kâfirler onları dinlerinden döndürürler, kendileri gibi yaparlar. O zaman da müslümanlar büsbütün kaybetmiş olurlar.2988 Şeytanın dostlarına itaat edenler şirke düşerler.2989 Müşrikler, inkâr edenler, iki kimlikli münâfıklar, ehli kitap olanlar, itaat edilmeye lâyık değillerdir. Onların din görüşü, hayata bakışları, hükümleri yanlıştır; gittikleri yol bâtıldır, dalâlettir.
İnkârcılar Cehennem azabı ile yüz yüze geldikleri zaman, “ah keşke Allah’a ve O’nun Rasûlüne (dünyada iken) itaat etseydik” diyecekler.2990 Dünyada iken kim Allah’a ve O’nun son Rasûlü Hz. Muhammed’e (s.a.s.) itaat ederse, O’nun getirip tebliğ ettiği Din’e uygun yaşarsa; şüphesiz o büyük bir kurtuluşla kurtulacaktır. 2991
Tâat Ne Demektir?
“Tâat”, emredileni yerine getirme, denileni yapma, boyun eğme, özellikle ilâhî emirlere uyma, takvâ, ibâdet anlamlarına gelir. Tâat kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 3 âyette geçer. 2992
“(Münâfıklar) Sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah’a yemin ettiler. De ki: ‘Yemin etmeyin. Tâat (itâatiniz) mâlûmdur! Bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”2993Âyetten anlaşıldığına göre, itaat edeceğine en ağır yeminlerle söz vermek, fakat sözlerini yerine getirmemek münâfıkların özelliğidir. Nitekim hadis-i şerifte, münâfıklığın belirtilerinden birinin de sözünde durmamak olduğu açıklanmıştır. “(Onların vazifesi) tâat (itaat) ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman, Allah’a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.”2994 Âyette, vazifeleri itaat ve güzel söz söyleme durumunda olanların isteklerinde samimi olmaları gerektiği vurgulanır. Peygamberimiz, “Allah’a isyanda tâat yoktur.” buyurmuştur. Burada, ma’siyet olan şeyi emrettikleri zaman, emir sahiplerine itaat edilmemesi kast edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de İtaat ve İsyan Kavramı
İtaat kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 129 yerde geçer. İsyan kelimesi ise 32 yerde kullanılır. İtaatın Kur’an’da bu kadar yerde bahsedilmesi de gösteriyor ki, bu çok önemli bir ibâdettir. Kur’an’ın bildirdiğine göre itaat, Allah’tan gelecek rahmet ve merhametin vesilesi olduğu gibi,2995 cennetin2996 ve inkârcılara karşı kazanılacak zaferin de anahtarıdır. Allah’a ve Rasûlü’ne isyan da, dünyevî zarar
2988] 3/Âl-i İmran, 143
2989] 6/En’âm, 121
2990] 33/Ahzâb, 66
2991] 33 Ahzab/71; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 320-323
2992] 4/Nisâ, 81; 24/Nûr, 53; 47/Muhammed, 21
2993] 24/Nûr, 53
2994] 47/Muhammed, 21
2995] 3/Âl-i İmrân, 132
2996] 4/Nisâ, 13
İSYAN - İTAAT
- 755 -
ve ziyanların sebebi olduğu gibi, esas olarak da sonu pişmanlıkla2997ve cehennemle2998 sonuçlanan âdiliktir.2999 Allah’a ve Rasûlüne itaatten yüz çevirmek, mü’minlik iddasına ters düşer.3000 Kalabalığa, çoğunluğa itaat de Allah’ın yolundan sapmayı sonuçlandıran bir tehlikedir. 3001
İtaat kavramı, Kur’an’da bütün temel boyutlarıyla ele alınır. İtaat edilmesi gerekenler, itaat edilmeyecekler, itaatin ve isyanın sonuçları, âyetlerde çok açık bir şekilde izah edilir.
“Sen onların dinine uyuncaya kadar ne yahûdiler, ne de hıristiyanlar senden râzı olurlar. De ki, ‘doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” 3002
“Onlara (müşriklere) ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 3003
“Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine (bağışlamana) sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.” 3004
(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez." 3005
“Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır.” 3006
“Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat edecek olursanız, sizi imanınızdan sonra kâfir yaparak (dininizden) geri çevirirler.” 3007
“Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin ki size merhamet edilsin.” 3008
“Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” 3009
"Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır." 3010
"Küfür yoluna sapıp Peygamber'i dinlemeyenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizleyemezler." 3011
2997] 25/Furkan, 27-29; 33/Ahzâb, 66
2998] 4/Nisâ, 14, 115
2999] 11/Hûd, 59
3000] 24/Nûr, 47
3001] 6/En’âm, 116
3002] 2/Bakara, 120
3003] 2/Bakara, 170
3004] 2/Bakara, 285
3005] 3/Âl-i İmrân, 31-32
3006] 3/Âl-i İmrân, 83
3007] 3/Âl-i İmran,100
3008] 3/Âl-i İmrân, 132
3009] 3/Âl-i İmrân, 149
3010] 4/Nisâ, 13-14
3011] 4/Nisâ, 42
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." 3012
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” 3013
"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı. Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." 3014
“Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (lütufta bulunduğu) peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” 3015
"Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik." 3016
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." 3017
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” 3018
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, zandan/tahminden başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.” 3019
"(Hâlâ) bilmediler mi ki: Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı çıkarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır." 3020
“...Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, hevâsına/kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.” 3021
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar mü’min değillerdir.” 3022
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve
3012] 4/Nisâ, 59
3013] 4/Nisâ, 61
3014] 4/Nisâ, 64-65
3015] 4/Nisâ, 69
3016] 4/Nisâ, 80
3017] 4/Nisâ, 115
3018] 5/Mâide, 49
3019] 6/En’âm, 116
3020] 9/Tevbe, 63
3021] 18/Kehf, 28
3022] 24/Nûr, 47
İSYAN - İTAAT
- 757 -
itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim, Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a huşû/saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” 3023
“...Onun (Peygamber'in) emrine aykırı davranlar, başlarına bir belâ gilmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." 3024
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberlerle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.” 3025
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” 3026
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” 3027
“Sonra seni din konusunda bir şeriat (ve düzen) sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” 3028
"...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." 3029
"...Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır." 3030
Hadis-i Şeriflerde İtaat ve İsyan
“Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” 3031
“Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ Rasûlallah?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse, Cennete girer. Kim de bana âsi olursa (emirlerime itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip kaçınmış olur (ve Cennete giremez).” 3032
“Bir müslümanın, bir günah işlemekle emrolunması dışında, hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta müslüman emîrine itaat etmesi gerekir. Bir günah işlemekle emrolunduğu
3023] 24/Nûr, 51-52
3024] 24/Nur, 63
3025] 25/Furkan, 27-29
3026] 33/Ahzâb, 36
3027] 33/Ahzâb, 66-68
3028] 45/Câsiye, 18
3029] 59/Haşr, 7
3030] 72/Cin, 23
3031] Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi, Bey’at 27, 7/138; İbn Mâce, Cihad 39
3032] Buhârî, İ’tisâm, 12
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman dinlemek ve itaat etmek yoktur.” 3033
“Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” 3034
“Ma’siyet/Allah’a isyan konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” 3035
“İçinizde Allah’ın Kitabını ayakta tuttuğu (onunla amel ettiği) ve sizi Allah’ın kitabı ile sevk ve idare ettiği müddetçe, başınızdaki emîr, başı simsiyah üzüm tanesi gibi olan Habeşli bir köle de olsa dinleyin ve itaat edin.” 3036
“Başınızdakilerden kim size Allah’a isyan etmeyi emrederse, sakın o hususta ona itaat etmeyin.” 3037
“Ubâde bin Sâmit’ten (r.a.): Rasûlullah’a (s.a.s.) kolaylıkta ve zorlukta, hoşumuza giden ve gitmeyen hususlarda, onun korunup kollanmasında, Allah katından bir burhanla apaçık bir küfrünü görmediğimiz sürece verilmiş olan emirde/işte çekişmeyeceğimize ve kınayanın kınamasından çekinmeksizin nerede, nasıl olursa olsun hakkı söylemek üzere işitip itaat etmeye bey’at ettik.” 3038
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyet olunmuştur. O der ki: Bir münâfık ile bir yahudi arasında husûmet vardı. Yahudi, ‘haydi gel, Muhammed’e gidelim’ derken, münâfık, ‘hayır, gel Kâ’b bin el-Eşref’e gidelim’ demişti. Ancak, yahudinin ısrar etmesi üzerine münâfık Hz. Peygamber’in huzurunda muhâkeme olunmayı kabul etti ve onunla birlikte Hz. Peygamber’in huzuruna vardı. Hz. Peygamber, yahudinin lehine hüküm verdi. Rasûlullah’ın huzurundan çıkarlarken münâfık; ‘ben bu hükme râzı değilim. Haydi, gel Ebû Bekir’e gidelim’ dedi. O da yahudi lehine hüküm verdi. Münâfık buna da râzı olmayarak; ‘haydi gel, Ömer’e gidelim’ dedi. Hz. Ömer’in yanına gittiler. Yahudi, Hz. Ömer’e; ‘Peygamber’e gittik, O’nun verdiği hükme râzı olmadı. Sonra Ebû Bekir’e gittik, onun verdiği hükme de râzı olmadı’ diyerek durumu anlattı. Hz. Ömer, münâfığa ‘öyle mi?’ diye sordu. Münâfık ‘evet’ dedi. Hz. Ömer (r.a.); ‘öyleyse ikiniz, ben yanınıza gelinceye kadar biraz bekleyin. Şimdi hemen gelip aranızda hükmedeceğim’ diyerek eve girdi. Kılıcını alarak münâfığın boynunu vurup onu öldürdü ve dedi ki: ‘Allah’ın hükmüne ve O’nun Rasûlü’nün hükmüne râzı olmayanın hakkında işte ben, böyle hüküm veririm!’ Yahudi kaçtı. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”3039 Bu olay üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Ömer’e hitâben buyurdu ki: “Sen fâruk’sun! (Hakla bâtılı ayıransın)” İşte Hz. Ömer, o günden itibaren “el-Fâruk” diye isimlendirildi. 3040
3033] İbn Mâce, Cihad 40
3034] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
3035] Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Tecrid- Sarih Terc. 12/294; Müslim, İmâre 38-40; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
3036] Buhâri, Ahkâm, 4; S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. 12/314, Fethu’l Bâri, 13/108
3037] İbn Mâce, Cihad 40
3038] Buhârî, Ahkâm, S. Buhâri Tecrid-i Sarih Terc. c. 12, s. 293-294, Fethu’l Bâri, 13/5; Müslim, hadis no: 1709
3039] 4/Nisâ, 65
3040] Müslim, A. Dâvudoğlu Terc. 10/146; Ebû Dâvud, Sünnet 6, hadis no: 4607; Tirmizî, İlm, 16, hadis no: 2815; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 42, 43; İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı KeİSYAN
- İTAAT
- 759 -
“Bir kere Nebî (s.a.s.) uyurken yanına birtakım melekler gelerek bunlardan bazıları: ‘Bu zat uyuyor’ dedi; bazıları da: ‘Gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır’ dedi. Bunun üzerine bu melekler (birbirlerine) ‘bu dostunuzun üstün sıfatı vardır, haydi siz de bunun yüce mevkiini hârici bir örnekle temsil edin’ dediler. Fakat bazıları; ‘iyi ama bu zat uyuyor’ dediler. Bazıları da: ‘Hayır, O’nun gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır’ dediler. Bunun üzerine melekler; ‘Bu zâtın hâricî benzeri, şu kimsenin misali gibidir ki, o kimse yeni bir ev yaptırır, o evde bir velîme ziyafeti tertip edip (bu ziyafete) insanları dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir; bu dâvetçinin dâvetine kim icâbet ederse, o (mükemmel) eve girer ve (mükellef) ziyafeti yer. Kim de dâvetçinin dâvetine icâbet etmezse o eve giremez, ziyafet yemeklerini de yiyemez.’ Bunun üzerine melekler, yine birbirlerine: ‘Haydi bu temsili bu zâta izah edin de anlasın’ dediler. Fakat yine bunlardan bazıları, ‘iyi ama bu zat uyuyor’ dediler. Bazıları da ‘hayır, gözleri uyuyor, fakat kalbi uyanıktır’ dediler. Bunun üzerine melekler (kendi aralarında temsili izah ederek): ‘O ev cennettir; dâvetçi de Muhammed (s.a.s.)’dir. Kim O’na itaat ederse Allah’a itaat etmiştir. Kim de O’na âsi olur, baş kaldırırsa Aziz ve Celil olan Allah’a âsi olmuştur. Hz. Muhammed insanların arasını ayırt etmiştir (itaat ve isyan şiarını bildirip inananları, inanmayanları birbirinden ayırt etmiştir).” 3041
İtaat Edilmesi Gereken Kimseler
Kur’an’da itaat edilmesi gerekenler; Allah, peygamberler ve müslüman ülü’l emr olarak belirlenir.
a- Allah’a İtaat: Kâinatı yoktan var eden ve yöneten Allah’a kayıtsız şartsız itaat edilmelidir. Mü’min, Allah’a ve O’ndan gelen hayat kanunlarına itaat etmek için iman eden insandır. O’nun emirleri ve yasaklarına itaat edilmedikçe iman, en küçük bir sarsıntıda yıkılmaya mahkûm olacak şekilde zayıftır. Allah’a itaat, emrettiği her konuda yerine getirilmelidir. Kişisel, sosyal, ailevî ve siyasî, vs. bütün konularda Allah’ın emirlerine itaat, Allah’a iman etmenin zarurî gereğidir.
Evet, Allah vardır, birdir, yaratandır. Ezelî ve ebedî olandır. Gören, işiten, dilediğini istediği anda ve şekilde yapmaya gücü yetendir. Mâziyi, hali, istikbali ve yarattığı insanların hayatlarını tanzim edecek kanunları en iyi bilen, emirler ve yasaklar koymaya yegâne yetkili olandır. Mü’min olabilmek için Allah’a bütün bu ölçüler çerçevesinde inanmak gerekir. Allah’ı en bilgili ve kudretli Rab kabul edip de, tatbik olunması için koyduğu emirleri ve yasaklarını, uygulanmasına gerek olmayan yasalar dizisi olarak görmek veya çevremize bu tür bir görüşün insanı olduğumuz fikrini verdirebilecek yaşantı biçimlerinin içine düşmek, fiilen O’na inanmamaktır. O yüzden gerçek anlamıyla Allah’a iman, ancak Allah’a itaatle gerçekleşir. Bunun içindir ki, O’nun emirleri ve yasaklarına kayıtsız şartsız itaat etmek mecburiyetindeyiz. “Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun/sakının. (Emirlerini) dinleyin ve itaat edin. Kendi iyiliğiniz için infak edin/Allah için harcayın. Nefsinin cimriliğinden korunan kimseler kurtuluşa ererler.” 3042
b- Rasûl’e İtaat: Bilindiği gibi, peygamberlere iman, temel iman esaslarındandır. Tevhid kelimesinin, şehadet andının ikinci bölümü Hz. Muhammed’i Allah’ın peygamberi olarak kabul etmektir. Onu peygamber kabul etmek de, hayatımızda hiçbir fonksiyonu olmayan kuru bir vicdan işi değildir. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) rim Tefsiri, 4/1753-1754
3041] Buhâri, İ’tisâm 2; Tedrîc-i Sarih Terc. c. 12, s. 403-404
3042] 64/Teğâbün, 16
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iman, ona itaat etmek içindir. "Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik...”3043 Çünkü O, yalnız inanılmak için değil; fiilen önder edinilip itaat edilmek için gönderilmiştir. Ona itaat etmedikçe gerçekten O’nu rehber tanımış olmayız. Çünkü O’na inandığımızı ifade ettiğimiz halde, nefsî arzularımıza tâbi olmak, toplumun olumsuz akışını izlemek, çeşitli bâtıl düzenlerin kurucuları ve temsilcilerine itaat ederek onların izlerini takip etmek, fiilen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) mukaddes önderliğini yalanlamaktır. Bunun içindir ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizin nefsi, getirip tebliğ ettiğim İslâm dinine (ve benim hayat önderliğime) istekle tâbi olmadıkça gerçekten iman etmiş olamaz.”
Mü’min olarak vazifemiz, Allah’a ve elçisine kayıtsız şartsız itaat etmek, bunun için de İslâm’ı aşkla şevkle yaşamaktır. Biz, O’na, sevmek ve itaat etmek için iman ettik. Eğer kişisel hayatımızı, âilevî yaşantımızı, iş ve davranışımızı peygamberimizin yaşayışına uygun hale getirmezsek, sosyal ve siyasal hayatımızı O’nun tebliğ ettiği ve bizzat yaşayarak örneklerini sergilediği sisteme göre tanzim etmezsek, O’na inanmamızın ne anlamı olacaktır? Kendi arzularımızı mâbutlaştırdıktan, şunun bunun ardından sürüklendikten, toplumun olumsuz etkilerine tâbi olduktan sonra, aziz peygamberimize iman etmenin pratik hayatta elbette ki hiçbir önemi kalmayacaktır. 3044
Rasûlullah’a itaat etmeyip, O’nun dâvetine icâbet etmeyenler, hevâlarına/kötü arzularına tâbi olan kimselerdir ve sapıktırlar. 3045
Kur’an’da Allah’a ve peygambere itaat, çoğu yerde birlikte ele alınmakta veya birbiriyle ilgisi gündeme gelmektedir. Kur’an’da açıkça belirtilmektedir ki, peygamber’e itaat, Allah’a itaat demektir. Allah’a olduğu gibi, peygambere itaat de imanın bir göstergesi ve sonucudur. Mü’minler, Allah’a ve Rasûlü’ne kayıtsız şartsız ve gönülden itaat ederken, münâfıklar, iman konusunda olduğu gibi, itaat konusunda da kaypak ve çifte standartlıdır. İtaat, merhamet kaynağıdır.
“Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (lütufta bulunduğu) peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” 3046
"Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik." 3047
"(Hâlâ) bilmediler mi ki: Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı çıkarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır." 3048
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar mü’min değillerdir.” 3049
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.
3043] 4/Nisâ, 64
3044] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, 2/173-174
3045] 28/Kasas, 50
3046] 4/Nisâ, 69
3047] 4/Nisâ, 80
3048] 9/Tevbe, 63
3049] 24/Nûr, 47
İSYAN - İTAAT
- 761 -
Kim, Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a huşû/saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” 3050
“...Onun (Peygamber'in) emrine aykırı davranlar, başlarına bir belâ gilmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." 3051
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberlerle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.” 3052
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” 3053
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler.” 3054
"...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." 3055
"...Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır." 3056
Rasûlullah’a itaatin önemiyle ilgili hadis-i şeriflere bakarsak, bu itaatin imanla direkt bağlantılı olduğunu, peygambere itaatin Allah’a itaatin gereği olduğunu görürüz:
“Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” 3057
“Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ Rasûlallah?” diye sordular. Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse, Cennete girer. Kim de bana âsi olursa (emirlerime itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip kaçınmış olur (ve Cennete giremez).” 3058
c- Ulu’l-emr’e İtaat: İtaat edileceklerin üçüncüsü, mü’minlerden olan emir sahibi, mü’minlerin ulu’l-emridir. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." 3059Ulu’l-emre itaat, ilk iki itaat gibi kayıtsız şartsız değil; ulu’l-emrin Allah’a ve Rasûle itaatiyle kayıtlı ve şartlı bir itaattir. Emir sahipleri Allah’a itaat
3050] 24/Nûr, 51-52
3051] 24/Nur, 63
3052] 25/Furkan, 27-29
3053] 33/Ahzâb, 36
3054] 33/Ahzâb, 66
3055] 59/Haşr, 7
3056] 72/Cin, 23
3057] Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi, Bey’at 27, 7/138
3058] Buhârî, İ’tisâm, 12
3059] 4/Nisâ, 59
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sınırını aşıyorlarsa ma’siyettedirler. Ma’siyette olana da itaat değil; itaatsizlik vaciptir. Ayrıca, herhangi bir “emir sahibi” değil; müslüman bir ulu’l-emre itaat emredilmektedir.
Bu âyette emredilen itaatle ilgili dikkat edilecek bazı hususlar:
a) Allah’a ve Rasûlüne itaat emri verilirken; Allah ile Peygamber hakkında “itaat edin” anlamına gelen “etîû” emri tekrarlanmış; “ulu’l-emr/emir sahipleri” hakkında bu emir tekrarlanmamıştır. Müfessirlere ve fukahâya göre bunun anlamı ve sebebi şudur: Allah’a ve Peygambere itaat, kayıtsız şartsızdır. O bakımdan onlar hakkında bu emir tekrarlanırken; “emir sahipleri” hakkında bu emir tekrarlanmamıştır. Çünkü ulu’l-emre itaat, şeriatin çerçevesinde, mâruf ölçüler içerisinde sözkonusudur. Bu ölçü ve çerçevenin dışında kalan emir ve hükümlere, itaat etmemekten başlayarak, gerektiğinde ve şartların uygun olması halinde ayaklanarak karşı çıkmak ise; bir hak değil; bir görevdir.
b) Kendilerine itaat edilmesi bu ölçü ve çerçeve içerisinde sözkonusu olan ulu’l-emr hakkında ikinci kayıt, “minküm = sizden” kaydıdır. Yani ulu’l-emriniz müslüman olup sizinle onlar arasında, yani yönetilen olarak sizlerle, yöneten olarak onlar arasında herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkacak olursa, çözüm için başvuracağınız mercî, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’ nün sünneti olacaktır. Câhilî hüküm, gelenekler, görenekler vs. olmayacaktır. “Sizden” yani mü’min olmayanların ise, esasen sizin üzerinizde velâyet hak ve yetkileri olmadığından,3060 onları “ulu’l-emr/emir sahibi” olarak kabul etmeniz, hiçbir şekilde düşünülemez. Dolayısıyla bu tür gâsıb, fâsık ve fâcir yönetim ve yöneticilerle ilişkiler, bu âyetten başka muhtevâya sahip âyetler tarafından ele alınmıştır; onlara göre düzenlenmelidir.
c) Bu tür anlaşmazlık halinde âyet-i kerimede dile getirilen yolu izlemenin Allah’a ve âhiret gününe imanın bir gereği olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla kim Allah’a ve âhiret gününe iman ettiğini söylüyorsa, anlaşmazlıklarının çözümü için âyetin zikrettiği mercîlerden başkasına müracaat edemez. 3061
Allah'a, Rasûlü’ne itaati ve onlara itaat üzere olan müslümanlardan olan ulu’l-emre itaati emreden bu âyetin yorumunda Mevdûdî, şu açıklamaları yapar:
Bu âyet, İslâm’ın bütün dinî, kültürel ve siyâsî sisteminin temelini teşkil ettiği gibi, sistemin kurulması için de, ilk ve en önemli düsturdur. Bu âyetten, aşağıdaki prensipler çıkarılabilir:
1- İslâm sisteminde, tek gerçek otorite olan Allah'a itaat edilmelidir. Bir müslüman, her şeyden önce Allah’ın kuludur, diğer bütün özellikleri, bu niteliğinden sonra gelir. Bu nedenle bir fert veya toplum olarak bütün müslümanlar, ilk olarak Allah'a bağlıdırlar, tüm diğer bağlar bu bağa boyun eğmek zorundadır. Çünkü tüm insanlar Allah'a verdikleri söze/ahde sâdık kalmak zorundadır. Başka birisine bağlılık ve itaat, ancak Allah'a itaati engellemeyecekse kabul edilir. Bu aslî bağlılık ve ahde aykırı olan tüm öteki bağlılık ve ahitler geçersizdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu bir hadisinde şöyle açıklamıştır: “Yaratıcıya isyan (itaatsizlik) olan yerde, yaratıklardan hiçbirine itaat edilmez.”
3060] 3/Âl-i İmrân, 118
3061] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, 80-81
İSYAN - İTAAT
- 763 -
2- İslâm dininin ikinci önemli prensibi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) itaat ve bağlılıktır. Bu itaat, sadece peygamberlik kurumunun bir gereği değil; Allah'a itaat etmenin de tek çıkar yoludur. Allah’ın Rasûlü’ne itaat edilmelidir. Çünkü O, Allah’tan gelen emir ve direktiflerin elde edilebileceği tek kaynaktır. O halde biz ancak O’nun Rasûlü’ne itaat ederek Allah'a itaat edebiliriz. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur. Bunun aksine Rasûl ile aradaki bağı koparmak, O’nu gönderen Allah'a başkaldırmak demektir. Bir hadis-i şerif, bu konuyu şöyle açıklar: “Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur, kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur.”
3- Bu birinci ve ikinci bağlılıktan sonra, bunlardan daha aşağı derecede yer alan bir bağlılık daha vardır. Bu, müslümanların kendi aralarında seçip yetki verdikleri yöneticilere bağlılıktır. “Ülül-emr” (kendilerine yetki verilenler) kelimesi çok geniş kapsamlıdır. Müslümanların herhangi bir işinin başında olan herkesi kapsar. Din âlimleri, düşünürler, politik liderler, yöneticiler, mahkemelerdeki kadılar, kabile başkanları ve buna benzer kimseler. Kısacası, müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen herkese itaat edilmelidir. Onlar a) Müslümanlardan oldukları, b) Allah'a ve Rasûlü’ne itaat ettikleri sürece, onlara karşı gelip, müslümanların toplum hayatındaki barışı bozmak doğru değildir. Bu iki şart, onlara itaat edilmesinin ön şartını oluşturur. Bunlar, hem Kur’ân-ı Kerim’de açıkça ortaya konmuş, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından açıklanmıştır. Aşağıda şartların gerekliliğini belirten Hz. Peygamber’den birkaç hadis zikrediyoruz:
a) “Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir müslümanın kendilerine yetki verilen yöneticilerin emirlerine, hoşlansın veya hoşlanmasın, itaat etmesi gerekir. Eğer emîr, ona günah olan bir şeyi yapmasını emrederse, o yöneticiyi dinlememeli ve emirlerine de itaat etmemelidir.” 3062
b) “Günah olan bir konuda bir kimseye itaat etmek haramdır; itaat, ancak doğru olan şeylerde zorunludur.” 3063
c) Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizin başınızda doğru olduğu kadar yanlışı da uygulayan yöneticiler bulunacaktır. (Böyle bir durumda) kim yanlış olan şeylerden nefret ederse, sorumluluktan kurtulacaktır.” Ashâbdan bazıları: “Böyle yöneticilere karşı savaşmayacak mıyız?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.): “Namazı kıldıkları müddetçe, hayır!” diye cevap vermiştir.3064 Yani, eğer namazı terkederlerse, bu onların Allah'a ve Rasûlü’ne isyan ettiklerinin açık bir göstergesi olacaktır.
d) Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizin en kötü yöneticileriniz, sizin nefret ettiğiniz ve sizden nefret eden ve sizin bedduâ ettiğiniz ve size bedduâ eden yöneticilerdir.” Ashâbdan bazıları: “Ey Allah’ın Rasûlü, böyle yöneticilere karşı başkaldırmayacak mıyız?” diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Aranızda namazı ikame ettiği müddetçe, hayır!”
Bir öncekinde koşulan namaz şartı, bu hadiste daha açık bir şekilde belirlenmektedir. “c” hadisinde, ferdî olarak namaz kılan bir yöneticiye karşı ayaklanılmaması gerektiği hükmü çıkıyor. Fakat “d” hadisinde yöneticilerin İslâm
3062] Buhâri, Müslim
3063] Buhâri, Müslim
3064] Müslim
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumunda namazı ikame edip onu temel direklerden biri yapmaları şart koşuluyor. Bu bir başka hadiste de şöyle ifade ediliyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) bizden bazı şeylerle ilgili olarak bağlılık yemini aldı. Bunlardan biri de, başımızdaki yöneticilerde apaçık küfür alâmetleri görmeden onlara karşı gelmememizdi. O (küfür alâmetlerini gördüğümüz) zaman Allah huzurunda (başkaldırmamız için) geçerli bir nedene sahip olabiliriz.” 3065
4- Mutlak ve sürekli bir prensip olarak konulan dördüncü husus ise, Allah’ın emirlerinin ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinin, (yani Kitap ve Sünnetin) hükümlerin tespitinde ve İslâm dininde tek ve nihâî otorite olduğu noktasıdır. O halde müslümanlar arasında veya yönetici ile yönetilenler arasında herhangi bir mesele ortaya çıktığında, hepsi birden Kur’an ve Sünnet’e başvurmalı ve O’nun verdiği karara boyun eğmelidirler. Bu nedenle İslâm’ı, diğer İslâm dışı sistemlerden ayıran ana sebebin, Allah’ın Kitabı’nı ve Rasûlü’nün sünnetini nihâî otorite olarak kabul edip, bu ikisine başvurulması ve onların hükmüne boyun eğilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Âyetin ilk bölümünde Kur’an, İslâmî bir yapının dört asıl ilkesini ilân eder ve ikinci bölümde bu ilkelerin altında yatan hikmeti öğretir. Müslümanlara, gerçekten mü’min iseler bu dört ilkeye uymaları emredilir; aksi takdirde onların şehâdetleri şüpheli olur. Daha sonra onlara hayat sistemlerini, refahlarının dayanağını teşkil eden bu dört temel ilkeye dayandırmaları öğretiliyor. Çünkü sadece bu ilke, onları bu dünyada doğru yola götürüp âhirette de mutlu bir hayata ulaştırabilir.
Bu tavsiyenin, yahûdilerin ahlâkî ve dinî durumlarını eleştiren pasajdan sonra geldiğine ve müslümanları belirsiz bir şekilde onların kötü durumlarına karşı uyardığına dikkat edilmelidir. Bu, şu anlama gelir: Ne zaman bir toplum Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün Sünnet’ini fırlatıp atar, Allah ve Rasûlü’ne isyan eden lidere uyar, Kitap ve Sünnet’in hüküm vermesini istemeksizin yönetici ve dinî liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrâiloğullarının kötü âkıbetine uğramaktan kurtulamaz. 3066
Tefsirlerde Kur’an’daki “ulu’l-emr” (emir sahibi) kavramıyla kast edilen anlamın şu insanlar olduğu ifade edilmiştir: 1- Âmirler, 2- Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, 3- Hulefâi Râşidin, 4- Bütün ensâr ve muhâcirler, 5- Bütün ashâb, 6- Sahâbe ve tâbiîn, 7- Halkı idare eden müslüman ve akıllı kimseler, 8- Ulemâ ve fukahâ (İslâm âlimleri, müctehid ve fıkıhçıları), 9- Seriyye kumandanları (cihad emirleri), 10- İlim ehli ve Kur’an ehli olanlar, 11- Bütün iş başında bulunanlar (yöneticiler). Genel kabul gören anlayış, sonuncu şıktır.
İbn Münzir şöyle der: “Sözü dinlenir bütün ilim ehli, kâfir bir kimsenin hiçbir suretle müslümanlara hükmetmesinin câiz olmadığı hususunda icmâ halindedirler.”3067 Kadı Ebû Ya’lâ şöyle der: “İmam (yönetici), müslüman iken dinden çıkıp kâfirleşirse, imamlıktan da çıkar. Bu konuda âlimler arasında ihtilâf yoktur.”3068 Kadı Iyâz şöyle der: “Kâfir bir kimseye verilen imamlık (yöneticilik) bey’atının geçerli olmadığı, önce müslüman olan imam (yönetici) kâfirleşirse,
3065] Buhâri, Müslim
3066] Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an, 1/370-373
3067] İbnü’l Kayyim, Ahkâmu Ehli’z Zimmeh, 237
3068] Ebû Ya’lâ, el-Mu’temed fî Usûli’d-Din, 243
İSYAN - İTAAT
- 765 -
imamlığının düşeceği, bu durumda ona itaat etmenin gerekmediği ve kendisini düşürmenin vacip olduğu konularında âlimler arasında icmâ vardır.” 3069
İbn Hacer de şöyle der: “İmam (yönetici) kâfirleşirse, imamlık ehliyeti düşer. Bu durumda müslümanların gücü yeterse, onu indirmeleri vaciptir. Buna güçleri yetmezse, o yerden hicret etmeleri lâzımdır. Bu ikisinden hiç birini yapmayıp umursamazlık gösterirlerse günahkâr olurlar.”3070 el-Kirmânî şöyle der: Namazların cemaatle kılınmasını ve gerektiği zaman cihad yapılmasını temin ettiği müddetçe, zorbalık yapan imama, günahların dışında kalan hususlarda itaat etmek fakihlerin (fıkıh âlimlerinin) icmâıyla lâzımdır. İllâ ki, kendisi açık bir şekilde küfre kaysın. Bu takdirde, ona hiçbir konuda itaat câiz değildir. Bundan da ötesi, gücü yetenlerin onunla mücadele etmesi vaciptir.” 3071
İtaat edilmesi ve uyulması gereken konularla ilgili olarak Kur’an’ın emrettiği hususlardan biri “vahy”e uymak,3072 diğeri “şeriat”e3073 tâbi olmaktır ki, bu iki itaat, Allah’a itaat etmenin kapsamına girmektedir.
İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler
a- Kâfirlere: “Kâfirlere itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünlü büyük bir savaş ver (büyük cihad yap).” 3074
Allah’a itaat, nasıl iman gereği ise, kâfirlere itaat de küfre yol açacak bir isyandır: “Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat ederseniz, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.”3075 Bu âyetin yorumunda, kâfirlere ve tâğutlara ölümü pahasına itaat etmeyen şehid müfessir Seyyid Kutub, şunları söyler:
Allah; iman edenleri kâfirlere itaat etmekten nehyediyor. Allah'a küfredenlere itaatin âkıbeti, acıklı bir hüsrandır. Bunda, hiçbir kâr ve fayda yoktur. Böyle bir hareket, ökçelerin üstünden gerisin geri küfre dönmektir. Mü’min, ya küfür ehli kâfirlerle cihad ederek, bâtıl ve bâtıl yolunda olanlarla kavga ederek, yolunda yürür; yahut da -neûzü billâh- ökçesi üstünde gerisin geri küfre döner. Tabii ki, her ikisinin arasında durup hem durumunu muhâfaza etmek, hem dinini korumak muhaldir (mümkün değildir).
Küfürle, şerle, dalâletle, bâtılla, putçulukla çarpışmayan kimse, horlanıp zelil olacak, mağlûp olup gerisin geri küfre, şerre, dalâlete, bâtıla, putçuluğa mutlaka dönecektir! İtikadı ve imanı, onu kâfirlere itaatten, onların sözünü dinlemekten, onlara güvenmekten alıkoymayan kimse, ilk andan itibaren -hakikatin- itikadından ve imanından sıyrılıverir. Bir itikad sahibinin itikadının düşmanlarına dayanması, onların vesveselerini dinleyip emirlerine itaat etmesi, rûhî hezimetten başka bir şey değildir. Bu ilk başlangıçta bir hezimettir; en sonunda onu bu hezimetten, gerisin geri küfre dönmekten hiçbir şey alıkoyamaz. İsterse ilk adımlarında bu çirkin sonuca doğru yol aldığını hissetmesin... Mü’min itikadı, teslim olduğu kumanda mevzuunda, dininin ve kumandanının düşmanlarıyla
3069] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 12/229
3070] İbn Hacer, Fethu’l Bârî, 13/123
3071] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 10/169; A. el-Luveyhık, Dinde Ölçülü Olmak, 426
3072] 33/Ahzâb, 2
3073] 45/Câsiye, 18
3074] 25/Furkan, 52
3075] 3/Âl-i İmrân, 149
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meşveret edemez. Şâyet onları bir kerecik olsun dinlerse, ökçesi üstü küfre dönmenin yolunu tutmuş demektir... Fıtrî ve pratik bir hakikat... Allah, mü’minlere bu hakikati tenbih ediyor. Allah, onlara iman adına sesleniyor...
“Ey iman edenler, kâfirlere itaat ederseniz, ökçelerinizin üstünden sizi geriye çevirirler de hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” 3076Ökçesi üstü imandan küfre dönme ziyanından daha büyük hasar olur mu? İman ziyanından sonra, ne kazanç olabilir? Şâyet küfredenlere itaate meyletmeye sevk eden âmil, onların himayesini temenni edip, yanlarından nusret (yardım ve zafer) dilemekse, işte bunlar, işte onlar... Âyet o safhayı da açıklıyor, nusret ve himayenin hakikatini onlara hatırlatıyor: “Hâlbuki Mevlânız Allah’tır. Ve O, yardımcıların en hayırlısıdır.”3077 İşte mü’minin, yanından zafer dileyeceği, himayesini talep edeceği yön burasıdır... Sahibi Allah olan kimsenin, Allah’ın yaratıklarından sahip aramaya ne ihtiyacı vardır? Yardımcısı Allah olan kimse, kulların yardımına hiç muhtaç olur mu? 3078
b- Ehl-i Kitaba: “Ey iman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerden bir gruba itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfir olmaya çevirirler.” 3079
c- Münâfıklara: “Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfir ve münâfıklara itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve her şeyi yerli yerince yapmaktadır.” 3080
d- Kendisini Allah Yolundan Uzaklaştıran ve Saptıran Liderlere ve Büyüklere: “Allah, kâfirlere/inkârcılara lânet etmiş ve onlara içinde sonsuz olarak temelli kalacakları çılgın alevli cehennemi hazırlamıştır. Onlar, bir dost ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateşte çevrildiği gün, ‘keşke Allah’a itaat etseydik, keşke peygambere itaat etseydik’ derler. Şöyle derler: ‘Rabbimiz! Biz yöneticilerimize (efendilerimize) ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” 3081
e- Şeytana ve Şeytanın Dostlarına: Şeytanın dostlarına itaat, şirke kapı açar, insanı müşrik yapar: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan (onların etlerinden) yemeyin. Çünkü onu yemek fısktır/Allah yolundan çıkmaktır, günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için fısıldarlar/telkin ederler. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik/Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.” 3082
İnsanın şeytana uyması ve onun adımlarını takip etmesi,3083 ona itaat ederek onun çağırdığı yola gitmesi demektir. Şeytanın emrine uyarak Allah’tan başka tanrılar edinmenin bizzat şeytana ibâdet/kulluk olarak adlandırılması,3084 ona itaat edip uymanın tehlikesi için yeterlidir.
f- Günahkârlara ve Nankörlere: “Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkâr veya nankör olana itaat etme.” 3085
3076] 3/Âl-i İmrân, 149
3077] 3/Âl-i İmrân, 150
3078] Seyyid Kutub, Fî Zılâlil Kur’an, 2/482-483
3079] 3/Âl-i İmrân, 100
3080] 33/Ahzâb, 1
3081] 33/Ahzâb, 64-6
3082] 6/En’âm, 121
3083] 2/Bakara, 102, 168, 208; 4/Nisâ, 83 vd.
3084] 19/Meryem, 44; 36/Yâsin, 60
3085] 76/İnsan, 24
İSYAN - İTAAT
- 767 -
g- Yalancılara: “Yalancılara (hakikati yalan sayanlara) itaat etme. Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” 3086
h- Ahlâksızlara: “Çok yemin eden, diliyle iğneleyen, kusur arayıp devamlı kusur arayıp kınayan, kovuculuk eden/durmadan laf götürüp getiren, iyiliği daima engelleyen, mütecâviz/aşırı giden, suç işleyen/günaha bulanmış, kaba, haşin ve alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları (yandaşları) vardır diye sakın itaat etme.” 3087
i- Gâfillere, Zikirden (Allah’ı anmaktan ve Kur’an’dan) Gaflette Olanlara: “...Kalbini zikirden/Bizi anmaktan (ve Kur’an’dan) gâfil kıldığımız (unutturduğumuz), hevâsına/kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.” 3088
j- Namaza Engel Olanlara: “Namaz kılmaktan men edene asla itaat etme. Sen secde et ve Rabbine yaklaş.” 3089
k- Aşırılara, İsrafçı ve Fesatçılara: “Yeryüzünde fesad çıkarıp/bozgunculuk yapıp da ıslah etmeyen/dirlik düzenlik vermeyen müsriflerin (aşırıların ve beyinsizlerin) emrine itaat etmeyin.” 3090
l- Şirke Zorlayan Ana-Babaya: “Biz insana ana-babasına iyi davranıp iyilik yapmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme.”3091; “...Önce Bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunduk. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy.” 3092
m- Halka, İnsanların Çoğuna, “Çoğunluğun İstediği Olmalı” Anlayışına ve Zanna: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan (kesin olmayan bilgiden) başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan da başka (söz) söylemezler.” 3093; “Bilin ki içinizde Allah’ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size itaat etseydi, şüphesiz sıkıntıya, kötü/zor duruma düşerdiniz.” 3094
Hakikat adına hiçbir şey ifade etmeyen zannın3095 peşine düşmek, insanı Allah’a şirk/ortak koşmaya3096 kadar götürür. Allah’a şirk koşmanın ve sahte tanrılara tapınmanın, zanna tâbi olmanın dışında hiçbir dayanağı yoktur.
n- İnsanların ve Bilmeyenlerin Hevâlarına/Kötü Arzu ve İsteklerine: “(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların çoğu da zâten fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.
3086] 68/Kalem, 8-9
3087] 68/Kalem, 10-14
3088] 18/Kehf, 28
3089] 96/Alak, 19
3090] 26/Şuarâ, 151-152
3091] 29/Ankebut, 8
3092] 31/Lokman, 14-15
3093] 6/En’âm, 116
3094] 49/Hucurât, 7
3095] 10/Yûnus, 36; 53/Necm, 2
3096] 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus,35-36, 66
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yoksa, onlar (İslâm öncesi) câhiliyye yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hüküm/kanun ve yönetim yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?”3097; “Sonra seni din konusunda bir şeriat (ve düzen) sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma.” 3098
Allah’ın yolundan sapmanın en büyük sebeplerinden biri olan hevâya 3099 tâbi olmayı Kur’an, şirkin temel etkenlerinden biri olarak görmektedir. “Hevâsını ilâh edineni gördün mü?”3100. Allah’ı bırakıp sahte tanrılar edinmenin, aslında hevâyı ilâh edinme olduğunu görmekteyiz. Müşrikler, zanna uymanın yanında hevâlarına uyan kimseler olduğu için3101, Kur’an, onların hevâlarına itaat edilip uyulmaması gerektiğini sık sık tekrar eder3102.
o- Allah’a ve Rasûlüne İsyanı (Haram Olan Bir Şeyi) Emreden Kim Olursa Olsun, Ona: “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.”3103 “Ma’siyet (Allah’a isyan, haram ve günah) konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, ancak mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” 3104Hz. Ebûbekir’in halife seçildiğinde ashâba seslenişi: “Allah'a ve Rasülüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”
Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.): “Peygamber (s.a.s.), Ensar’dan bir kişiyi seriyye emîri yaptı. Seriyyedekiler emîri kızdırdılar. O da şöyle dedi: ‘Bana odun toplayın’, onlar da topladılar ve tutuşturmalarını emretti; onlar da tutuşturdular. Sonra emîr şöyle dedi: ‘Rasûlullah (s.a.s.) “dinleyip itaat etmenizi” emretmedi mi?’ Onlar da ‘evet’ dediler. O da, ‘o zaman ateşe girin’ dedi. (Râvi şöyle) diyor: Birbirlerine baktılar ve ‘Muhakkak ki biz Rasûlullah’a (s.a.s.) ateşe düşmemek için sığındık’ dediler. O zaman emîrin kızgınlığı geçti ve ateşi söndürdü. Peygamber’ in yanına geldiklerinde O’na durumu anlattılar. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ateşe girmiş olsaydınız, ebediyyen oradan çıkamazdınız. Muhakkak ki itaat mârufta/iyilik ve meşrûluktadır.” 3105
Rasûlullah burada itaatın sınırını belirlemektedir. O da, itaatın mârufta olduğu sürece geçerli olacağıdır. Mâruf dairesi dışına çıktığında emredilen iş, Allah’ın gazabına çevrilmiştir ve Allah’a isyanda yaratılana itaat yoktur. İtaat etmemiz gereken birçok şey vardır. Bunlar: İslâm devletinde halifeye ve valilere, anne babaya, hanım kocasına, köle efendisine, hizmetçinin hizmetini gördüğü kimseye, İslâm askerinin müslüman komutanına, öğrencinin hocasına, işçinin mükellef olduğu işverene... Hz. Ebûbekir’in hilâfete geldiğinde söylediği sözde halife; halkın, başkanlığına itaat sınırını belirlemiş, körü körüne bir itaat emretmemişti. Şüphesiz itaat Allah’ın emrettiği şeylere yahut mârufun içeriğindeki şeyedir. Fakat mâruf mefhumunun dışına çıkana itaat yoktur.
3097] 5/Mâide, 49-50
3098] 45/Câsiye, 18
3099] 38/Sâd, 26
3100] 25/Furkan, 42; 45/Câsiye, 23
3101] 7/A’râf, 126; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 16
3102] 2/Bakara, 120, 145; 5/Mâide, 48, 49, 77; 6/En’âm, 56, 150 vd.
3103] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
3104] Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Tecrid- Sarih Terc. 12/294; Müslim, İmâre 39; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955)
3105] S. Buhâri, Fethu’l Bâri, 7145; el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/226
İSYAN - İTAAT
- 769 -
Halife veya devletin birinci sorumlusu, halka te’vili olmayan bir ma’siyet emrederse buna itaat edilmez. Allah’tan sonra itaati en çok hak eden anne babaya itaat gelmektedir: “Rabbin yalnızca kendisine itaat etmeyi ve anne babaya iyiliği emretti.”3106 Anne babaya büyük itaati tavsiye ettikten sonra, çocuklarına ma’siyeti emretmeleri durumunu istisna ediyor ve şöyle diyor: “Annen ve baban; hakkında bir bilgin olmayan şeyi Bana şirk koşman için sana karşı bir çaba harcarlarsa bu durumda onlara itaat etme.” 3107
Küfürde Önderler ve Onların İzinden Giden Uyduları
İnsan psikolojisi, etkileşime açıktır; insanın diğer insanlardan, çevrelerinden etkilenmesi sosyolojik bir vâkıadır. Toplumların, kitlelerin de önderlerine tâbi oldukları gerçeğini de hemen herkes gözlemleyebilir. Halk, bazen onlara hayran olur, taklit eder, bazen emir alır, itaat eder ve isteyerek veya istemeyerek yönetilir, yönlendirilir. Halkın kendi kendini yönetimi gibi aldatıcı slogana rağmen, demokrasilerde bile itaat edenler ve itaat edilenler, uyanlar ve uyulanlar diye toplum iki sınıftan ibarettir.
İşte bu yığınların hem dünyevî hem de uhrevî sorumluluğunu büyük çapta önderler yüklenecektir. “Bir fenalığa sebep olan, onu işleyen gibidir” hükmünce, kötülüğe önder olup çığır açan kimseler, öncülük yaptıkları toplumların günah yüklerinden de pay alacaklardır. Tarihin her döneminde dalâlet ehlinden, milletleri saptıran, ideolojik bâtıl inançlarını otoriteleri ve yönetimleri sayesinde toplumların bütün kesimlerine derece derece empoze eden önderler ve elebaşılar çıkmıştır. Bazı gafil toplumlar da bu dalâlet öncülerini gözlerinde büyütmüş, kahraman yaftası altında yücelttikçe yüceltmiş, onlara büyük bir coşku ile itaat edip tâbi olmuştur.
Bazı uluslar, uyanıp akıllarını başlarına alarak o sahte kahramanları yerle bir etseler ve bir zamanlar taptıkları heykellerini devirseler de, bazı toplumların uyanışı bu dünyada olmayıp âhirete kalmaktadır. Fakat oradaki uyanışları da, “Ey Rabbimiz, biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik, onlar da bizi hak yoldan saptırdılar”3108 demekten ileriye gitmeyecek, dünyadayken itaat edip peşinden gittikleri önderlerine kendilerine verilen azabın iki katını vermesi ve lânet etmesi için Allah’a yalvaracaklardır.3109 Bu fâni dünyada, kendilerine ümit bağlayarak siyasî, idarî ve ekonomik bakımdan itaat edip uydukları, müslümanlara rağmen tercih ettikleri, “bizi kurtardı”, ya da “kurtaracak” dedikleri, âdeta takdis edip dokunulmaz ve hata etmez saydıkları, ilkelerini, görüşlerini ilâhî ve nebevî bildirinin üstünde tutarak ilahlaştırdıkları o önderleri, büyük hesap gününde en büyük düşmanları haline gelecektir.
Kalabalıkların şuursuzca itaat edip izini takip ettikleri reislerine, “Siz olmasaydınız elbette biz mü’min olurduk!”3110 şeklinde suçladıkları zaman, o itaat ettiklerinden alacakları karşılık da: “Size hidâyet geldiği zaman, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz kendiniz suç işliyordunuz!”3111 cümlesinden ibarettir. Toplumlara tahakküm
3106] 17/İsrâ, 23
3107] 31/Lokman, 15; Abdülhamid Bilali, Eğitici Dersler, 75-76
3108] 33/Ahzâb, 67
3109] 7/A’râf, 38
3110] 34/Sebe’, 31
3111] 34/Sebe’, 32
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eden bu müstekbirlerle itaatkâr uyduları arasındaki bu tartışma, uyduların şöyle demesiyle sona erecek: “Hayır, öyle değil! Gece gündüz (sizin işiniz) hile ve tuzak kurmaktı. Allah’ı inkâr etmemizi, O’na eşler koşmamızı bize emrederdiniz!” 3112
İşte beşerî düzenlerin hepsinde görüldüğü üzere, âdeta bir sürü gibi yönetilenler, hak nizama gözlerini ve gönüllerini kapayanlar, yanlışlık ve haksızlık karşısında hiçbir tepki göstermeyip kalabalığa uyanlar, hakka karşı olduğu halde otoriteye itaat edip boyun eğenler... sonunda yönetici önderlerine, şöyle diyecekler: “biz size uymuştuk, şimdi bize gelen bu ateş azabından küçük bir parçayı olsun bizden savabilir misiniz?” 3113
Toplumlar, genellikle meliklerinin dini üzeredirler. Meliklerin gidişatı, dünya görüşleri, tercihleri, değer yargıları, tebaalarına da yansımaktadır. “Ennâsü alâ dîn-i mülûkihim: İnsanlar meliklerinin dini üzeredir” hadis-i şerifi bunu ifade etmektedir. Bilindiği gibi, insanlar İslâm fıtratıyla doğuyor; dünyaya doğuştan inkârcı olarak gelmiyorlar. Sonradan aile, çevre, ortam, eğitim ve yönetim, onların mü’min kalmalarında ya da münkir olmalarında az veya çok etkili oluyor. Bütün bunlar gösteriyor ki, itaat konusu, dünyada onurlu bir şekilde yaşamanın, âhirette ateşten korunmanın temel dinamiklerindendir. Allah, Firavun ve adamları hakkında, “Biz onları, insanları ateşe çağıran önderler yaptık.”3114 buyuruyor. Bu liderlerin insanları ateşe çağırması demek, onları cehenneme götürecek fiilleri yapmaya dâvet etmeleri ve buna vesile olmaları demektir. “Günü geldiğinde, her sınıf insanları önderleri ile birlikte çağıracağız.”3115 O gün, her insan topluluğu, ilâhî ya da şeytânî önderlerine nisbet edilerek çağrılacak. Meselâ “ey Firavun itaatkârları” , “ey Nemrut uyduları”... diye dâvet edilecek. Ayrıca, dinlerine, kitaplarına, taraftarlıklarına nisbet edilerek çağrılacaktır.
Allah Rasûlü’nün, “Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kime dostluk ettiğine iyi baksın” sözünden de anlıyoruz ki, insanlar, önderlerinin sadece şahsına değil; görüşlerine de dost oluyorlar, itaat edip bağlanıyorlar. Onların yollarını kendilerine izlenilecek yol edinmek suretiyle, bâtıl dinlerini kendilerine din ediniyorlar. Dünyadaki ideolojik veya hevâî temele dayalı işbirlikleri, kesinlikle görüş beraberliğine delâlet ediyor. Bunun için Yüce Hakk’ın fermanı, “toplayın o zâlimleri ve onlarla beraber işbirliği edenleri, aynı yoldaki arkadaşlarını ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları”3116 şeklinde tecelli edecek.
Dünyadaki etkileme, tahakküm vâkıası ve itaat anlayışı o derece açık ve enteresandır ki, ilâhî adâlet gününde bunu mütegallibelerin (haksız olarak ve zor kullanarak hükmedenler) yüzüne çarpan taklitçi ve itaatkâr uyduları, sanki bugün yaşanan “oyun”u dile getiriyor gibidir. Şöyle diyor, itaat edip tâbi olanlar, itaat ettiklerine: “Siz bize sağdan gelirdiniz (suret-i haktan görünüp vesvese verir, telkinde bulunurdunuz) derler.”3117 Güvendiğimiz yönden bize sokulup propaganda yapardınız. Siz bize hak cihetinden gelir, bâtılı bize süslü gösterirdiniz. Bizi hidâyet yoluna uymaktan alıkoyardınız. Bize din taraflısı görünerek yaklaşır,
3112] 34/Sebe’, 33
3113] 14/İbrahim, 21
3114] 28/Kasas, 41
3115] 17/İsrâ, 71
3116] 37/Saffât, 22-23;
3117] 37/Saffâft, 28
İSYAN - İTAAT
- 771 -
sahte delillerle aldatırdınız diyecekler. Zamanlar, metodlar ve imkânlar değişse bile, aldatmadaki asıl unsurun nasıl her devirde birbirine benzediği hayret vericidir. Yöneteni ve yönetileniyle, itaat edileni ve edeniyle, yönlendireni ve kandırılanıyla hepsi “o gün azabda müşterek/ortaktırlar.” 3118
İtaat ve İsyan Yoluyla Düşülen Şirk
İnsanımıza abdesti bozan şeyler kadar olsun imanı bozan şeyler anlatılamadığı, anlatılmasına izin verilmediğinden, tam tersine, her çeşit günah ve isyan için, “bunlar imanı bozmaz, bunlar olmadan da müslümanlık olur” diyerek insanları her çeşit isyana rağmen Allah’ın affına güvendirerek kandıran kimselerin 3119aldattığı insanımızın mü’mine benzeyen ne kadar vasfı kaldı değerlendirilmez. Olayın iman boyutu, kabul ve itaat sözü olan “illâ Allah” tan önce gelmesi gereken red ve isyan sözü “lâ ilâhe” ile ilgili tevhid penceresinden bakışla uzun bir ufuk turu ile çağdaş yaşam değerlendirilebilir.
Biz olayın bir başka yönünü vurgulamış olalım: İbadette esas olan itaattir. Bir başka deyişle Allah’a ibâdet, O’nun emir ve yasaklarında sadece O’na itaat etmektir. Allah’ın emrine boyun eğmeğe yanaşmayan, itaatte Allah’tan başkasına yönelerek onların icad ettiği helâl ve haramlara uyan kişilerin inançlarında –her ne kadar aksini iddia etseler de- Allah’ın rubûbiyet ve ulûhiyetine yer yoktur. O, eylemleri ve isyanlarıyla mutlak otorite anlayışına, ilâhlık ve rablik makamına Allah’tan başkasını koyarak kullukta ona yöneliyor. Mü’min olmak ve mü’min kalmak için mutlak anlamda, kayıtsız ve şartsız itaatin yalnız Allah’a yapılması gerekir.
Âlemlerin rabbı olan Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrii alanda bu rabliğe karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın hükmüne göre değil; kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Bu zâlim insan, yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece insan, kendi arzularını ilahlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.
Günümüz insanlığının rab anlayışını, onların inançlarında ve pratik hayatlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Dinin ilk şartı, Allah'a, O'nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah'a rağmen Allah'tan başkalarının koyduğu gayrı meşru hükümlerine seve seve uyup itaat edenlerin, "Allah'ın rablığına ve ilahlığına inandık" demeleri kendilerini kurtarmaz. Çünkü İslâm; rab olarak sadece Allah'a inandıktan ve O'na karşı kulluk vecibelerini yerine getirdikten sonra, O'nun koyduğu hüküm ve kurallara itaat edilmesini de ister. Bunun için, insanlar, Allah'ın kesin olarak bildirdiği hükümleri bırakıp, ilâhî emirlere ters olarak başkalarının ortaya koyduğu hükümlerine isteyerek itaatleri halinde, her ne kadar dâvâları Allah'a iman olsa da, bu imanları geçerli olamaz.
Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri ilâhla, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları ilâhlar aynı değildir. Teorik olarak
3118] 37/Saffât, 33; Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, 92-97
3119] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın ilâhlığını ve rablığını, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rabların emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. İnsanların pek çoğunun maruz kaldığı en büyük tehlike; Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayri meşru hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar.
"Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve isyanı olmayan, mevcut düzene her yönüyle uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab ve hâkimiyet anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık (!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a iman eden, ama tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden bir din, ilâhî olmaktan öte beşerî bir din!..
Rabliğin birkısım özelliklerini Allah'tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları, Allah'tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, insanların pek çoğu, ya doğrudan doğruya Allah'tan başka rabblar olduğuna inanıyorlar veya Allah'ın rabblığına teorik olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah'tan başkalarının rabblığına teslim oluyorlar. İşte rabb konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklerde geçen, dünyaya, insanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan bir Allah inancı. Yani göklerin rabbı. Hâlbuki Allah, göklerin, yerin, bütün âlemlerin rabbıdır.
Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hatem, boynunda altından bir haç olduğu halde Rasülüllah'ın huzuruna geldi. Peygamberimiz ona: "Ya Adiyy, boynundan şu putu çıkar." buyurdu. Bu sırada Rasülüllah "Yahudiler ve hıristiyanlar, haham ve rahiplerini Allah'tan başka rabblar edindiler."3120 mealindeki âyeti okuyordu. Adiyy: "Ey Allah'ın Rasûlü, hıristiyanlar, rahiplere ibâdet etmediler ki (onları rab edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamberimiz: "Evet ama onlar (hıristiyan rahipleri ve yahudi hahamları) Allah'ın helal kıldığını haram; haram kıldığını da helal saydılar. Onlar da bunlara uyup itaat ettiler. İşte onların bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir." buyurdu.3121 Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için ona hemen rab adını vermiş olmak şart değildir. Bu rab edinme, tabii ki onların önünde secde etmek, onlara doğrudan ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Allah'tan başkalarının emrine, Allah'ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda Allah'tan başkalarının sözünü dinleyip kabullenmek, Allah'tan başkasına itaat ederek O'nun dininin emir ve hükümlerine başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmak demektir.
Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise, Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uyup itaat etmek de öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın ilâhî hükümlerine
3120] 9/Tevbe, 31
3121] Tirmizî, Tefsir 9
İSYAN - İTAAT
- 773 -
uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, bir şirk çeşididir. Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terketmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi açıktır. Hakkı batıl, batılı da hak yapmaya çalışıp, insanlara helali haram, haramı da helal tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmi haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uyup itaat etmek de onları rabb kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine itaat ederek onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.
Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Hani meşhur fıkradaki ifadeyle, taşlar beşerî yasalarla bağlı ve itler de “özgürlük tanrısı”nın salıvermesiyle her önüne gelene saldırmak için ortalıkta koştururken, fincancı katırları ürkütme riskini göze alamayanlarca bu çeşit şirke vurgu yapılamamakta, hatta bu şirk canavarı, ehlîleştirilmiş ve mâsum gösterilmektedir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacaklar bile kalmayacaktır.
“Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.”3122; “Rabbinizden size indirilene (Kur’ân’a) uyun. Ondan başkasını evliyâ/dostlar edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”3123; "Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır." 3124
İtaat edilen Allah ise, kişi, yüce mertebe olan “Allah’ın kulu” olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaatı tercih edince de, “emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik ve zilleti seçmiş olur.
Kuru bir "iman ettim" sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifadesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi "ben, Allah'tan başka ilâh olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah'a bağlanıyorum. O'nun otoritesine giriyorum." demiş olur. Sonra da O'nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah'ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: 'Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; hâlbuki onlar, mü'min değillerdir."3125 "Allah'a ve Peygamber'e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan
3122] 3/Âl-i İmrân, 149
3123] 7/A’râf, 3
3124] 4/Nisâ, 13-14
3125] 2/Bakara, 8
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir grup, bunun ardından yüz çevirir, bunlar mü'min değillerdir."3126; "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." 3127
Görüldüğü gibi âyet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahlûklar olarak tanımlıyor. İmanının gerçek olup olmadığı ortaya çıksın diye mü’min, Allah tarafından imtihan edilir: "İnsanlar, 'iman ettik' demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir." 3128
Allah'a İtaat ve İsyanın Boyutları
İtaat ve isyan, insanlar için imtihan konuları olduğundan, nefse zor gelir. Bâtıla isyan, irâde gücünün göstergesidir. Nefsin hevâsına, kötü arzularına isyan etmek, yani olumlu isyan da savaş kadar zor olduğundan, geleneksel İslâmî kültürde “büyük cihad” sayılmıştır. İnsan, hevâsını/kötü arzularını mı, yoksa gerçek ilâh Allah’ı mı ilah kabul ediyor; bu itaat ettiği mercî ile ilgilidir. İtaatin her türlü şartta, her çeşit zorlukta ve kayıtsız şartsız, pazarlıksız uygulanması gerekir. Bazı küçük zorluklara göğüs gererek yapılan itaat, belki münâfıklar tarafından da gösterilebilir; oysa zorluk ve sıkıntıya rağmen itaat, mü’minlere hastır. Kur’an’da münâfıkların Allah yolunda girişilecek mücadeleyi zor görerek geride kaldıkları bildirilir. Ancak, eğer “yakın bir yarar ve orta (zorlukta) bir sefer olsa, geleceklerdir3129. Mü’minin sahip olduğu en önemli özelliklerden biri, itaatini her durumda korumasıdır. Rasûlullah bir hüküm koymuş, bir karar vermişse, mü’min, kendi basit çıkarlarına aykırı da olsa buna itaat eder. Kur’an, münafıklarla mü’minleri itaat konusunda farklı davranışlarıyla bize tanıtır. 3130
İtaat ve isyan bir bütündür. Yani, Allah’a itaat eden, O’na isyandan da kaçar. Hem itaat hem isyan birlikte barınamaz; beraber bulunurlarsa her ikisi de eksiktir, yok sayılır. Bazı insanlar, övülürken, “kumarı yok, içkisi yok, kötü alışkanlıkları yok” diye bazı isyan türü davranışlarının olmadığı, o yüzden iyi insan olduğu vurgulanır. Bu “yok”ların yanında, nelerin “var” olup olmadığı önemsenmez. Ancak, Allah’a itaat olarak tüm emirlere uyup uymadığı değerlendirilince, onun isyankâr olup olmadığı açığa çıkacaktır. Yani, itaatsizlik de bir isyandır. Allah’a tam itaat etmeyen biri, isyan içinde demektir, isterse bazı isyan türünden kötü alışkanlıkları olmasın.
Yine, Allah’a itaatla birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa, öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı 3131 gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez. Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.
3126] 24/Nur, 47
3127] 8/Enfâl, 20-22
3128] 29/Ankebut, 2-3
3129] 9/Tevbe, 41-42
3130] 24/Nûr, 47-54
3131] 2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36
İSYAN - İTAAT
- 775 -
İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden kimse, O’na kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu duyarak gösterecektir. İtaat olmadan cennet yoktur.3132 Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak, onlara hayat verecek şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir itaat. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.” 3133
Allah’a itaati terkeden isyankâr ve kendine zulüm/yazık edenlere dünyevî cezalardan biri, kendileri gibilerin onları yönetmesidir. “Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.”3134 İnsanlar bozuldukları, Allah’a âsi oldukları zaman, onların kötüleri başlarına getirilir: “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” 3135
Allah’a ve Rasûlü’ne itaat, namaz ve zekâtla da yakından ilgilidir: “Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki size merhamet edilsin.”3136; “...Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” 3137
Allah’a gerçekten iman etmiş kimse, yaratılış amacının sadece Allah’a ibâdet olduğu3138 bilincindedir. O, namazını, ibâdetlerini, hayatını ve ölümünü hep âlemlerin Rabbi için,3139 O’nun rızâsı doğrultusunda geçirmeye söz vermiştir. Mü’minin hayatı, tümüyle ibâdet olduğundan/olması gerektiğinden, itaat ve isyanı da namazına benzeyecektir. Namazı, Allah’ın istediği gibi kılmakla nasıl ibâdet yapılmış oluyorsa, Allah'a herhangi bir konuda itaat de ibâdettir. Namaz kılarken imama uyup itaat ettiği gibi, büyük imam olan müslüman yöneticiye, yani ülü’l emre de öyle itaat edecektir. Namaz kılarken, kendinden daha âlim ve takvalı olsa da imamın yanlışına uymadığı, onu gerektiği şekilde düzelttiği gibi, yöneticisinin de yanlışlarını ikaz edecek, düzeltecektir.
Hz. Ömer’in, “ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten ayrılırsam, ne yaparsınız?” diye sorduğunda, cemaatten herhangi bir genç, ayağa kalkıp “Allah’a ve Rasûlüne azıcık muhâlefet etsen, itaatten kıl kadar ayrılsan, seni kılıçlarımızla düzeltiriz!” diye cevaplaması, Hz. Ömer’in de bu cevaba şükretmesi, örnek alınma gereği duyulmadan, sadece tarihî bir vaka olarak değerlendirilemez.
Bilindiği gibi, Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi: “İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim. İyi davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni. Doğruluk emanet, yalan hıyânettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Sizden kimse cihadı terketmesin; çünkü onu terkeden bir kavmi, muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah'a ve Rasülüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”
3132] 4/Nisâ, 14
3133] 8/Enfâl, 24
3134] 6/En’âm, 129
3135] Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/126-127
3136] 24/Nûr, 56
3137] 58/Mücâdele, 1
3138] 51/Zâriyât, 56
3139] 6/En’âm, 162
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün Evren Allah’a İtaat Etmektedir
Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:“Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır. Böyle olduğu halde onlar, Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki O’na döndürüleceklerdir.”3140 Âyette “isteyerek” kelimesi “itaat” kelimesiyle ifade edilmektedir. Bunun anlamı yerde ve gökte olan şeyler, ister Allah’a gönülden teslim olarak itaat edici olsunlar, isterse bundan hoşlanmasınlar; her şey O’na teslim olmak zorundadır. Peki, gökler ve yeryüzü, gönül rızası ile severek ve isteyerek mi; yoksa istemeyerek, zoraki ve mecburen mi Allah’a ve O’nun yasalarına uyuyorlar? Cevabını, onları sadece dış görünüşüyle ve çok yüzeysel ve de kısmî olarak tanıyan bizim verebilmemiz beklenmez. Tüm yarattıklarını en iyi tanıyan O’dur. “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”3141 Öyleyse cevabı O’ndan öğrenelim: “Sonra buhar halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek, gelin!’ dedi. Her ikisi de: ‘İsteyerek/itaat ederek (tâiîn) geldik’ dediler.”3142 Burada dünyanın ve göklerin Allah tarafından kendilerine yüklenen görevlerin gereğini isteyerek, seve seve yerine getirdikleri vurgulanmaktadır. Bu âyette geçen “kerhen = istemeden, zorla” ifadesinin karşıtı, itaat kelimesinin kökü olan “tav’an = isteyerek” kelimesi olduğu gibi; aynı zamanda “isteyerek” anlamı verilen “tâiîn = gönülden itaat ederek” kelimesinin kullanılışıdır. Bu kullanım, Kur’an’ın itaat kavramı hakkındaki mantığını gösterir: İçlerinde, hoşlanmadıklarını gösteren bir sıkıntı duyarak, gönülsüz bir şekilde uyar gözükmenin “itaat” olarak kabul edilmediği; ancak, gönülden boyun eğerek, tam bir teslimiyetle3143 boyun eğmeye “itaat” dendiğidir. Bu özellikleri taşımayan, yani gönülden ve severek yapılmayan bir uymanın/zarurî teslimiyetin, itaatkâr mü’minlerin değil; münâfıkların tavrı olduğudur.
Allah’a itaat, evrenle uyum içinde ve onlarla kardeş olup bütünleşmedir. İnsan dışında bütün varlıklar Allah’a itaat etmektedirler. Bütün evren, gökler, yer ve buralarda bulunanlar, Allah’a teslim olmuşlar, O’na secde etmişler ve O’nun emrine itaat edip uymuşlardır 3144. “Sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi, hatta daha da katı. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır/kaynar(gözyaşı döker). Taşlardan bir kısmı da haşyetle, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”3145;“Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan huşû ile baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.”3146 İnsan kadar yüce vasıflarla donatılmamış, yer ve gök Allah’a isteyerek itaat ettiği, bu coşkusunu sergilediği halde, insanın itaat etmemesi uygun olur mu? O takdirde en güzel biçimde yaratılan3147 insanın, yeryüzüne halife3148 olması mümkün olur mu? O zaman esfel-i sâfilîn/aşağıların
3140] 3/Âl-i İmrân, 83
3141] 67/Mülk, 14
3142] 41/Fussılet, 11
3143] 4/Nisâ, 65
3144] 3/Âl-i İmrân, 83; 13/Ra’d, 15; 41/Fussılet, 11
3145] 2/Bakara, 74
3146] 59/Haşr, 21
3147] 95/Tîn, 4
3148] 2/Bakara, 30
İSYAN - İTAAT
- 777 -
en aşağısına3149, en alçak yere/cehenneme lâyık olmaz mı?
Âyetlerde açıkça görüldüğü gibi itaat, Allah’ın ve Rasûlü’nün verdiği hükme rızâ göstererek gönülden bir teslimiyetle boyun eğme anlamını taşımaktadır. Allah’a ve Peygamber’e gösterilecek itaatin; zoraki, yapmacık, gösteriş için, istemeye istemeye yapılması itaat sayılmaz. İtaatin içten, gönülden gelmesi gerekir. Mü’min, peygamberin yolunun, onun sünnetinin doğru olduğuna kesin olarak kanaat etmeli ve itaatinde hiçbir şüphe ve sıkıntı duymamalıdır. Gönülsüz bir itaat, Kur’an’da imansızlık göstergesi olarak değerlendirilir: “Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." 3150
Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten yüz çevirmek, insanın küfrünü gerektiren bir durumdur: “De ki: ‘Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 3151 Mutlak otorite Allah’tır. O’nun izni, bir şeyi meşrû, helâl, mubah kılar; izin vermediği, yasakladığı bir şeyi de meşrû ve normal kabul etmek, mutlak ve nihâî otorite olan Allah’ın bu yetkisini başkalarına vermektir. “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” 3152 Allah'ın emrine boyun eğmeğe yanaşmayan, itaatte Allah’tan başkasına, Allah’ın kendilerine itaati yasakladıklarına yönelerek onların icat ettiği İslâm’a ters kuralları benimseyerek onlara itaat eden kimse, diliyle farklı iddiada bulunsa da, şirk içindedir.
Allah’tan başkasına ve O’nun izin vermediği kişi ve ilkelere itaatin, insana huzur vermediği nice acı tecrübelerle görülmektedir. Allah’a ve Allah rızâsı için O’nun müsaade ettiklerine itaat, hayat verici, mutlu edici, iki cihanda aziz eden bir itaattir. Dünyada huzur ve âhirette kurtuluş ancak bu itaatle gerçekleşir. Çünkü itaat, imanın gereğidir. Allah’a itaat etmeyen, Rasûlullah’tan, müslüman emir sahiplerinden, ya da kâmil mü’minlerden ayrı bir yola sapan kimsenin varacağı yer, cehennemdir: "Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." 3153 “Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır." 3154
Toplum halinde yaşamak zorunda olan insanların fesat ve kargaşadan kurtulmaları için, düzen ve âdil otoriteye, sadakat ve itaate zaruret vardır. İnsanlar toplum halinde tâatsiz yaşayamaz. Problem, kime ve niçin itaat edilmesi konusunda düğümlenir. İnsanların, kendileri gibi zaaflara sahip, bazı konularda kendilerinden daha kötü bir insana itaat etmeleri, kısmî faydaları yanında daha büyük zararlara yol açmaz mı?
Tarihten günümüze binlerce defa görülmüştür ki, zulmün, diktatörlüğün, tuğyanın, müstekbirliğin, sömürünün, yani şirk ve küfrün bütün farklı çizgilerinin
3149] 95/Tîn, 5
3150] 4/Nisâ, 65
3151] 3/Âl-i İmrân, 32
3152] 42/Şûrâ, 21
3153] 4/Nisâ, 115
3154] 4/Nisâ, 14
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
temel sebebi, otorite hususu, emir ve itaat konusundaki gayr-ı meşrû/bâtıl ve yanlış anlayışlardır. İnsanın insana ilâhlık taslamasına, onu emir kulu kabul edip istediği gibi yönetip yönlendirmesine kim izin vermektedir? Özgürlük ve demokrasi taraftarları da bu konuda, insanın şerefini koruyan ve zulmü önleyen tatmin edici cevaplar verememektedir. İtaatsiz yaşanmıyor ve insana itaat de nice probleme sebep oluyorsa, çözüm nedir?
Tartışılmaz üstünlüğü olan, tüm insanlardan daha yüce, insandaki eksiklik ve yetersiz bilgi, zulmetme eğilimi gibi hiçbir zaafı olmayan, insanın her yönünü insandan daha iyi bilen Allah’a itaatin dışında bir çözüm olamaz. O, hem insanları, hem tüm evreni yaratan ve onlara hükmedendir. İtaat edilmeye lâyık tek varlıktır. Allah’ın dışında mutlak itaat edilmeye lâyık kimse yoktur; O’ndan başkasına itaat, ancak O’na itaat sayıldığı yerlerde, yani yetkisini ve sınırını O’nun belirlediği ve O’na itaat edenlere itaat ölçüsünde doğru olacaktır. O’nun dışında kimse kimseye rablik yapamaz, ilahlık taslayamaz. İnsanların insanlara haksız hükmü tahakkümü doğurur. İnsanların Allah’a itaati ise adâlet, huzur ve saâdeti neticelendirir. Şu bunalım çağını saâdet asrıyla barıştırıp bağdaştırmak, saâdeti bu asra taşımak, asr-ı saâdeti güncelleştirmek için bundan başka çözüm yoktur.
Nerdesin Ey Güzel İsyan?
Olumlu İsyan: Olumlu anlamda isyan, gerekli şekilde ve gereken yerlere gösterildiğinde cihad farîzasını içerir. Küçüğüyle büyüğüyle, silâhlısı ve silâhsızıyla, dış düşmanlara, iç düşmanlara, şeytana veya nefse karşı olanıyla, kâfire veya münâfığa, yani her çeşidiyle cihad, bir isyandır. Dinin müsaade etmediği durumlardaki isyan ise, fesattır, fitne ve terördür. İsyanın gerektiği yerleri tespit, İslâm’a göre farklı; câhiliyyeye göre farklı olduğundan, nice cihad eylemi, câhiliyye bakış açısına göre isyan, ayaklanma, terör ve fundamentalizm yaftası yiyebilmektedir. Müslümana göre de, namaz kılmayan veya tesettüre uymayan, ya da içki içen birisi Allah’a isyankâr, yani fesatçı, terörist bir kimse kabul edilir.
Tevhidî çevre içinde, toplumun ve yönetimin Allah’a itaati şiar edindiği yerde mü’mine yakışan “işittik ve itaat ettik” demek olduğu gibi; şirkin ve Hakka isyanın hâkim olduğu yönetim ve çevre şartlarında mü’mine yakışan “ne işittik, ne de itaat ettik” , yani “dinlemiyoruz, itaat etmiyoruz!” demek, kutsal isyanı öne çıkarmaktır. İslâm’ın hâkim olduğu yerdeki müslümanın temel tavrı ile İslâm’ın mahkûm olduğu konumdaki tavrı elbette aynı değildir. Bunu Âsiye ismi ile örneklendirebiliriz: Peygambermiz, câhiliyye döneminde müşrik babaları tarafından çocuklarına verilmiş olan, manası şirki çağrıştıran isimleri; anlamı kötü ve ahlâksızlığı hatırlatan adları değiştirirdi3155. Bu kabilden olmak üzere “isyankâr, isyan eden kadın” anlamına geldiği için “Âsiye” ismini değiştirmiştir. Müslüman olmuş bir kadının ismi Âsiye idi. Rasûlullah (s.a.s.) onun adını Cemile olarak değiştirdi ve ona: “Sen Cemile’sin” dedi.3156. Ama aynı Rasûl, Kur’an’da ismi belirtilmeyen “Firavun’un hanımı” nın “Âsiye” olduğunu bildirmiş ve ondan övgüyle söz etmiştir 3157. Bundan şöyle bir çıkarım yapmak herhalde yanlış olmaz: İslâm’ın hâkim olduğu, yönetimin ve çevrenin Allah’a itaat edenlerden
3155] Bk. Buhâri, Edeb 108; Ebû Dâvud, Edeb 62; İbn Mâce, Edeb 32
3156] Müslim, Âdâb 14, 15; İbn Mâce, Edeb, hadis no: 3733; Tirmizî, Edeb, hadis no: 2840; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/18; Dârimî, Sünen, İsti’zân 62
3157] Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
İSYAN - İTAAT
- 779 -
teşekkül ettiği ortamda Âsiye/isyankâr olmak büyük bir yanlıştır. Ama Firavunların hâkim olduğu ve Allah’a itaat etmeyenlerin egemen olduğu ortamlarda Âsiye/isyankâr olmak; dünyevî açıdan riskli olsa da en temel, kurtuluş için en emin tavır, Rasûlullah’ın övgüsüne mazhar olan en doğru yoldur.
Müslüman; ıslah adına, tebliğ adına dininden ve dâvâsından her çeşit tâvizi verebilen, Allah’ın hor gördüklerini hoş gören, “gelene ağam, gidene paşam” diyen, tepkisiz, buğzsuz, nefretsiz, dolayısıyla kişiliksiz insan değildir. Düşünmeyen, hakkı yaşamayan bir çevrede, mü’min boyun eğen, sesini çıkarmayan, tepki göstermeyen, silik bir şahsiyet olamaz. “Münkerler” etrafını kuşattığından, en azından kendini kurtarmak, bulaşıcı mikroplara karşı mücadele ederek koruyucu hekimlik tedbirlerini almak, yani “nehy-i anilmünker” yapmak mecburiyetindedir. Tevhid eri olabilmek için; Allah’ın dışında politik, medyatik, sosyal, sanatsal, sportif, maddî, fikrî, nefsî... alanlardaki tüm ilâhları reddetmek, putların ve putçuluğun her tezâhürüne, endâdın her görüntüsüne, fanatikliğin her çeşidine tavır almak olmazsa olmaz bir zarûrettir. Muvahhid olmak, mü’mince yaşamak ve müslümanca ölmek için tâğutlara, zorbalara, ilahlık taslayan şahıs, ilke ve kurallara, kısacası Allah’a itaat etmeyenlere “lâ” isyan bayrağını çekmek şarttır. Bu tavır takınılmadan, izzet ve onurunu korumak da, mü’min kalıp mü’min ölmek de mümkün değildir3158. Trafik ışığı olarak kırmızı lamba konusunda itaatsizliğin cezası değerlendirilir de, Allah’ın koyduğu helal-haram hududuna itaatsizlik, her iki dünyada cezasız mı kalır dersiniz?
İsyan, kıyam, ayaklanma, savaş ayrı şeylerdir; itaatsizlik ayrı. Küfre isyan edemeyen müslüman, en azından itaatsizlik yapmalıdır. Zâlim otoritelere karşı sivil tepki ve sivil itaatsizliğin en güzel destanlarını tevhid yolunun önderleri yazmıştır. Nemrutlara itaat etmeyip putlarını kıran İbrahim, Firavunlara başkaldıran Mûsâ, câhiliyye şirkine karşı en şanlı direniş, en anlamlı tepki ve en güzel savaş sayfalarını yazan Hz. Muhammed...
Yeşiller, çevreciler, hayvan severler, sendikalar, spor fanatikleri... kadar bile tepkilerini dillendiremeyen dâvâ adamları(!); sayıları kırkı bulur bulmaz sivil itaatsizlik ve tepkilerini sokağa taşıran, sloganlar atıp tevhidi gülle gibi meydanlara savurarak kutsal isyana giden yolu açanları sadece tarihte yaşanıp bir daha tekrarlanamayacak masal gibi değerlendirirler. Onların çoğu, zenginliğin ihtiraslı rüyalarının mahmurluğu içinde dünyevîleşme çarkında veya hor gördüğü müslümanları bırakıp müşriklere hoşgörüler dağıtmakta, bazıları da tâğutları, kâfirleri darıltmamaya özen göstermekte, hatta kimse inanmasa da büyük putları sahiplendiğini ilân etmede veya etliye sütlüye karışmadan gününü gün edip, suya sabuna karışmadan temizlik(!) peşinde.... Allah'a iman ettiği halde tâğuta kulluk yapmak, küfre dolaylı da olsa hizmet etmek, Allah'a itaat etmeyene muhâlefet bile yapamadan ot gibi yaşayıp gitmek, her konumdaki ve her zihniyetteki âmire itaat edip emir kulu olmak, bütün bunlar Allah'a hakkıyla kul olmak isteyen bir müslümandan, cehennem kadar uzak olması gereken hususlardır.
İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, üstad Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize edilmiş bulabileceği bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve bu dengenin kayboluşunu şöyle açıklar:
3158] 2/Bakara, 256
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Önce ibâdet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları düzelt’ diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere Kur’an’daki ilâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğünüz zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar. 3159
Bir örnek de M. İslâmoğlu hoca’dan: Allah'a inandığını söylediği halde O’na itaat etmeyenlerin durumu, şu askerin durumu gibidir: Komutan kendisine hayatî önemi olan bir planı verdikten sonra planın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O planın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsilerin cezasına.3160
Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur. Her tarafından küfrün her çeşidiyle her şekilde kuşatılan günümüzün müslümanı, müslüman kalmak ve müslüman ölmek için ateşten gömlek giymeye hazır olmalıdır. “Müslüman” ismini benimsemek, ciddî ve büyük bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara rağmen, itaat ve isyan sınavlarını başarmaktır. Cennetin bedeli itaat; cehennemin sebebi isyandır.
Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine selâm olsun.
İsyanınız kâfirlere, tâğut ve zâlimlere ve hevânıza; itaatiniz Rabbinize olsun!
3159] Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu, s. 77, Mevdûdi’nin Fundamentals Of İslâm adlı eserinden naklen
3160] M. İslâmoğlu, İman Risâlesi, 345
İSYAN - İTAAT
- 781 -
İsyan ve İtaatle İlgili Âyet-i Kerimeler
İsyan Kelimesinin Kökü Olan A-s-y ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 32 Yerde:) 2/Bakara, 61, 93; 3/Âl-i İmrân, 112, 152; 4/Nisâ, 14, 42, 46; 5/Mâide, 78; 6/En’âm, 15; 10/Yûnus, 15, 91; 11/Hûd, 59, 63; 14/İbrâhim, 36; 18/Kehf, 69; 19/Meryem, 14, 44; 20/Tâhâ, 93, 121; 26/Şuarâ, 216; 33/Ahzâb, 36; 39/Zümer, 13; 49/Hucurât, 7; 58/Mücâdele, 8, 9; 60/Mümtehıne, 12; 66/Tahrîm, 6; 69/Haakka, 10; 71/Nûh, 21; 72/Cinn, 23; 73/Müzzemmil, 16; 79/Nâziât, 21.
İtaat Kelimesinin Kökü Etâa Fiili ve Değişik Çekimlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 74 Yerde:) 2/Bakara, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 50, 100, 132, 149, 168; 4/Nisâ, 13, 34, 46, 59, 59, 64, 69, 80, 80; 5/Mâide, 7, 92, 92; 6/En’âm, 116, 121; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 90; 23/Mü’minûn, 34; 24/Nûr, 47, 51, 52, 54, 54, 54, 56; 25/Furkan, 52; 26/Şuarâ, 108, 110, 126, 131, 144, 150, 151, 163, 179; 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 15; 33/Ahzâb, 1, 33, 48, 66, 66, 67, 71; 40/Mü’min, 18; 43/Zuhruf, 54, 63; 47/Muhammed, 26, 33, 33; 48/Fetih, 16, 17; 49/Hucurât, 7, 14, 17; 58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 11; 64/Teğâbün, 12, 12, 16; 68/Kalem, 8, 10; 71/Nûh, 3; 76/İns3an, 24; 96/Alak, 19.
İsyan Konusunda Âyet-i Kerimeler
Allah'a İsyan: 4/Nisâ, 14; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 63; 13/Ra’d, 18; 72/Cin, 23.
Peygamber’e İsyan: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cin, 23.
Şeytan İsyanı Emreder: 2/Bakara, 169; 4/Nisâ, 14, 118-119; 6/En’âm, 128; 7/A’râf, 200 24/Nûr, 21; 38/Sâd, 82-83.
Haksız İsyan ve Haksız Tecavüz: 7/A’râf, 33.
İtaat Konusunda Âyet-i Kerimeler
Allah'a İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 69-70; 5/Mâide, 92; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 13/Ra’d, 18; 24/Nûr, 52, 54; 33/Ahzâb, 71; 42/Şûrâ, 38; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 64/Teğâbün, 12.
Peygamber’e İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A’râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/Nûr, 51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 7; 64/Teğâbün, 12.
Müslüman Emir Sahiplerine İtaat: 4/Nisâ, 59; 6/En’âm, 165.
Mü’minlerin İtaati: 2/Bakara, 285; 3/Âl-i İmrân, 16-17; 6/En’âm, 165; 24/Nûr, 51.
İtaat Edenlerin Özellikleri ve Mükâfatı: 22/Hacc, 34-35.
Kâfirlere İtaatten Sakınmak: 3/Âl-i İmrân, 149; 18/Kehf, 28; 25/Furkan, 52; 28/Kasas, 86; 33/Ahzâb, 1-3, 48; 42/Şûrâ, 15; 76/İnsan, 24; 96/Alak, 19.
Münâfıklara İtaatten Sakınmak: 33/Ahzâb, 1-3, 48.
Biat (İtaat Sözü Vermek)
Peygamber’e Biat Etmek: 48/Feth, 10, 18.
Biatı Bozmak: 48/Feth, 10.
Rıdvan Biatı: 5/Mâide, 7; 48/Feth, 10, 18-21.
Mekke’nin Fethi Günü, Peygamberimiz’e Kadınların Biatı: 60/Mümtehine, 12.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 342-345
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 370-373
3. Fî Zılâlil Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 481-484
4. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 234-235; 244-245
5. Hayâtü's- Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevî, İslâmî Neşriyat Y. c. 2, s. 521-557
6. Peygamberimizin Yaşantısından Eğitici Dersler, Abdülhamid Bilâli, Buruc Y. s. 69-79
7. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 206-216; 267-274
8. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 320-323, 386-387
9. Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 94-101
10. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 337-342
11. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 425-519
12. Kur'an'da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 32-35
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
13. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 160-176
14. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 331-340
15. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 70-75, 80
16. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 528-536
17. Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 89-99
18. Kur'an'da Denge, Faruk Gürbüz, Denge Y. s. 221-244
19. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 342-353
20. Kur'an'da İnsan ve Toplumu, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 91-98, 249-259
21. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 173-177; 178-182
22. İslâm’a Bağlılığım Neyi Gerektirir, Fethi Yeken, Özgün Y.
23. Evet Adım İsyan, Nazrul İslâm, Fide Y.
24. İsyan Ahlâkı, Nurettin Topçu, Dergâh Y.
25. İtaatsizlik Üzerine Denemeler, Erich Fromm, Yaprak Y.
26. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
27. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
28. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l Hasan Ali Nedvî, Akabe Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:37

İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA


- 703 -
Kavram no 105
Görevlerimiz 20
Ahlâkî Kavramlar 21
Bk. Hüküm-Hâkimiyet; İsyan-İtaat; Ahlâk
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
• Şûrâ/İstişâre; Anlam ve Mâhiyeti
• İstişârenin Fazileti
• Kur’ân-ı Kerim’de Şûrâ/İstişâre
• Rasûlullah’ın Sünnetinde İstişâre ve Konuyla İlgili Hadis-i Şerifler
• İslâm'da Kadınlarla İstişâre
• İstişârenin Önemi
• İstihâre; İstişâreden Sonra Yapılması Gereken Duâ
• İstihârenin Yozlaştırılıp Rüya Falına Dönüştürülmesi
• Tefsirlerden İktibaslar
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlarla istişâre et, onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri kendisine sığınanları sever.” 2723
İstişâre/Şûrâ; Anlam ve Mâhiyeti
İstişâre: Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma demektir. Müşâvere, şivâr, meşvûre, meşvere(t), meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek mânâlarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir.2724 İstişârenin lügat anlamı ile ıstılah (terim) mânâsı arasında yakın bir bağ vardır. Çeşitli görüşlere başvurmak sûretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının, çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "İş husûsunda onlarla müşâvere et."2725; "Onların işleri aralarında istişâre iledir." 2726
İstişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir. Birinci durumda istişâre sünnettir.2727 İdârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulun2723]
3/Âl-i İmrân, 159
2724] İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 1213
2725] 3/Âl-i İmrân, 159
2726] 42/Şûrâ, 38
2727] Nevevî, Şerhu'l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
masının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır. "İş husûsunda onlarla istişâre et”2728 âyetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir.
Mâlikîler dinî konularda İslâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzûlarda idarecilerin istişârede bulunmalarının vâcip olduğu görüşündedirler. Hatta İbn Atiyye ve İbn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azlinin vâcip olduğunu savunmuşlardır.2729 İmam Şâfiî istişâreyi nedb'e hamletmiş, ancak daha sonraki şâfiî fukahâsı âyetin vücup ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir.2730 Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Cessâs'ın (v. 370/980) 42/Şûrâ, 38. âyetinin tefsirinde "istişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir" şeklindeki sözünden istişârenin vâcip olduğu görüşünü benimsediğini anlıyoruz. 2731
Hz. Peygamber (s.a.s.) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir'de Ebû Sufyân'ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar'la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Tâif Seferinde, İfk hâdisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzûda ashâbıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah'tan daha çok ashâbıyla/arkadaşlarıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir. Bundan dolayı İbn Teymiyye; “idâreciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir” demektedir.2732 Bunun yanısıra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râşidîn istişâreye büyük önem vermişler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a.); istişâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Kâ'b, Zeyd b. Sâbit ve diğer ashab'tan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır.2733
İslâm hükümeti, 3/Âl-i İmrân, 159. âyette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur.2734 Bu özelliğiyle İslâm idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde İlâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin hevâ ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır. 2735
İslâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık farkı gözetilmeksizin, imkân dâhilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte; bunun yanında görüşler
2728] 3/Âl-i İmrân, 159
2729] Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi'l-Kur'ân, Kahire 138687/1966-67, IV, 249-250; M. Tahir b. Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, Tunus 1984, IV, 148
2730] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevî, a.g.e., IV, 76
2731] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'an, Beyrut, ts., V, 263; M. Tâhir b. Aşûr, a.g.e, IV, 148
2732] İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye (Mecmû'u Fetâva içinde); Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa'd, "Arzu'l Ehâdisi'n-Nebeviyye el-Müteallike bi'ş-Şûrâ", eş-Şûrâ fi'l-İslâm içinde), Amman 1989, 1, 85-107
2733] İbn Sa'd, et-Tabakât (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1388/1968, II, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, X, 114- 115; Müttakî el-Hindi, Kenzu'l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, V, 627; Said Ramazan el-Bûtî, "eş-Şûrâ fî Cehdi'l-Hulefâi'r-Râşidîn; eş-Şûrâ fi'l-İslâm içinde, l, 113-167
2734] Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli'l fıkh, Bağdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Trc. S. Tuğ), İstanbul 1980 II, 942
2735] İzzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 705 -
içinde tercihe şayan olanın parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecbûriyetini içermektedir.2736 Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapitalist demokratik rejimlerdeki şekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduğu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü saf dışı etmektedir. Bununla beraber İslâmî müşâvere sistemi, arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevî) hazırlık devresini gerektirmektedir. 2737
Devlet başkanının istişâre edeceği heyet değişik bir kadro teşkil edebilir. Şûrâ meclisi Uhud savaşında Hz. Peygamberin müslümanlarla istişâresinde olduğu gibi bazen halkın çoğunluğu;2738 bazen Havâzin ganimetleri meselesinde olduğu gibi istişâre ânında mevcut müslümanların tamamı; bazen Hendek muhâsarasında Gatafan'ın çekilmesi için yapılacak antlaşmalarda görüldüğü üzere Sa'd b. Muâz ve Sa'd b. Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiş kişiler;2739 bazen de Bedir esirleri konusunda olduğu gibi, müslümanların bir kısmı şûrâ meclisini oluştururlar.2740 Ancak şûrâ meclisi kimlerden oluşursa oluşsun, ortaya çıkan hükümler, İslâm'ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsizlik meydana getirmeyecektir. Zira İslâm âdil bir sistemdir.
Devlet erkânı bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarıyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzûlarda halk büyükleriyle; memleket dâvâlarında yazarlar, nâzırlar, işçi ve memur temsilcileriyle istişâre etmeleri durumunda bu prensip amacına ulaşır. istişâre yapılan kişiler hakkıyla dindar, bilgili (sahasında uzman), akıllı ve tecrübeli olmalıdır. 2741
İstişâre bir nevi ictihad demektir. Konusunu ise Kur'an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil eder.2742 Devlet başkanı ile şûrâ meclisi arasında anlaşmazlık çıkması halinde, ihtilâf konusunu tartışıp inceledikten sonra görüş bildirecek bilirkişilerden oluşacak hakem heyeti kurulabilir. Hz. Ömer bunu tatbik etmiştir. Şam'a giderken, yolda, orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istişâre etmiş; anlaşma olmaması üzerine ensarla görüşmüş; yine netice çıkmayınca ilk muhâcirlerden Kureyş büyükleriyle müşâvere etmiş ve onların geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüştür.2743 Bu gibi durumlarda Hz. Peygamber’in çoğunluğun görüşüne uyduğu da olmuştur. Meselâ Uhud'da Medine'nin dışına
2736] Ma'rûf ed-Devâlibî, İslâm'da Devlet ve İktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), İstanbul 1985, s. 55
2737] Devâlibî, a.g.e., s. 56
2738] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 351
2739] Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983, V, 367-368; Heysemî, Mecmau'z Zevâid, Beyrut 1967, VI, 130-133
2740] Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, İslâm'da Ferd ve Devlet, İstanbul 1978, s. 99-100
2741] Kurtubî, a.g.e., IV, 249-250
2742] Şerbâsî, Yes'elûneke fi'd-dîni ve'l-Hayât, Beyrut 1980, IV, 169; M. Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, İstanbul, ts. (Üçdal), II, 766
2743] Buhârî, Tıb 30; Hiyel 13; Müslim, Selâm 98, 100; Muvatta', Medine 22, 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned I/194; M. Reşid Rızâ, Tefsirü'l-Menar, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), V, 196-197; Zeydan, a.g.e., s. 103
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkmanın aleyhinde olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır. 2744
İstişârenin Fazileti
İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsî, ictimâî, askerî vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerîm'inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah’ın (a.s.) kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.
Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargâh yapmak istedi. Bu sırada Ashab'tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Rasûlallah! Burayı, Allah'ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu. Rasûlullah (a. s.) "Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir" dedi. O zaman sahâbî "O halde yâ Rasûlallah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sen güzel bir fikre işaret ettin" buyurdu ve bu sahâbînin dediği şekilde hareket etti.
Toplumların düştükleri hatalar, çok defa işi kendi başına yürütme sonucu olmaktadır. Bu işi kendi başına yürütme ne kadar genişlerse, hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar daralırsa hatalar da o nisbette azalır. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah'tır. Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir. Bu sûrette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek olur.
İstişâre ederken gözönünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenilirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.
Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmaya niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır. Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler. Bu şekilde hareket etmekle
2744] Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III/351; Zeydan, a.g.e., s. 103-104; Mefâil Hızlı, Saffet Köse, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 230-231
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 707 -
fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar.
Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir: Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır. İkincisi, birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür.
Abbâsî yöneticilerinden Me'mun, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda şöyle demiştir: "Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şâhit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma''
Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. İşlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranma ise, çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapılan işlerden fayda yerine zarar elde edilir.
Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeye çalışılırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi sorulan kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemelidir. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldir. Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa, kendisine ümitsizlik ve güvensizlik gelir. Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez.
Kısaca belirtmek gerekirse, istişâreye yani danışmaya, Yüce Allah'ın emri, Peygamber Efendimiz’in sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da "ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar", "akıl akıldan üstündür" diyerek, istişârenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir. 2745
Kur’ân-ı Kerim’de Şûrâ/İstişâre
Kur’ân-ı Kerim’de “şûrâ” kelimesi ve türevleri, toplam 3 yerde geçer: 2/Bakara, 233; 3/Âl-i İmrân, 159; 42/Şûrâ, 38.
“Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği giyeceği bilinen (örf)e uygun olarak çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Kimseye güç yetireceğinin dışında (yük ve sorumluluk) teklif edilmez. Anne, çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın; mirasçı üzerinde (ki sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse ikisi için de bir güçlük yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir sütanneye) emzirtmek isterseniz vereceğinizi örfe uygun olarak ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki Allah yaptıklarınızı görendir.” 2746
“Allah'tan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli
2745] Şamil İslâm Ansiklopedisi, s. 231-232
2746] 2/Bakara, 233
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları, bağışla onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşâvere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” 2747
“(Süleyman'ın mektubunu alan Sebe'melikesi,) "Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı" dedi.
"Mektup Süleyman'dandır, rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla (başlamakta)dır."
"Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)."
“(Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam.”
“Onlar, şu cevabı verdiler: Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün.”
“Melike: Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır, dedi.” 2748
“(Bu sevaplar, iman edip) Rablerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler (içindir).” 2749
Rasûlullah’ın Sünnetinde İstişâre ve Konuyla İlgili Hadis-i Şerifler
İstişârenin Önemi ve İstişâre Emri: Kur'ân-ı Kerim, beşeriyet kadar eskiliğini göstermek sadedinde Hz. Süleyman'ın mektubu üzerine, takip edilecek siyasetin tesbiti maksadıyla yakınlarını toplayan Belkıs'ın yaptığı istişâre2750 başta olmak üzere Firavun'un Hz. Mûsâ'ya karşı alınması gerekli tedbirleri tesbit için etrafındakilerle yaptığı istişâreden, Hz. İbrâhim'in, oğlu İsmail'le ilgili olarak, onun kurban edilmesi husûsunda gördüğü rüya üzerine, çocuk İsmail'le yaptığı istişâreye2751 varıncaya kadar kaydettiği misallerden başka, iki ayrı âyette Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ve müslümanlara istişâreyi emreder. Birinci âyet, Müslümanların sosyal meselelerini aralarında yapacakları istişâre ile yürütmelerini emreder: "...İşleri, aralarında şûrâ iledir."2752 Bu âyetle alâkalı olarak belirtilmesi gereken bir husus şudur: Burada kaydedilen parçayı Kur'ân-ı Kerim'deki ilgili metnin bütünü içerisinde görecek olursak "istişâre emri"nin başta Allah'a iman olmak üzere, tevekkül, büyük günahlardan sakınma, namaz... gibi İslâm'ın temel prensipleri meyanında zikredildiğini görürüz. Bu durum istişârenin ehemmiyetine parmak basmayı gâye edinir: "Size verilen şey hep dünya hayatının geçici (birer) faidesidir. Allah indinde olan (sevap) ise daha hayırlıdır, daha süreklidir. (Bu sevaplar) iman edip de ancak Rablerine güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman bizzat (kusurları) örtmekte (bağışlamakta) olanlara, Rablerinin (tevhid ve ibâdete aid dâvetine) icâbet edenlere, namaz(ların)ı dosdoğru kılanlara -ki bunların
2747] 3/Âl-i İmrân, 159
2748] 27/Neml, 29-34
2749] 42/Şûrâ, 38
2750] 27/Neml 29-33; 7/A'râf, 109-112
2751] 37/Sâffât, 101, 102
2752] 42/Şûrâ, 38
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 709 -
işleri daima aralarında müşâvere iledir-, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah'a tâat uğrunda) harcamakta bulunanlara, kendilerine tagallüb ve zulüm vaki olduğu zaman elbirlik (mazluma) yardım eyleyenlere mahsustur." 2753
Diğer âyet ise, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’e (s.a.s.) müteveccihtir: "Onlarla iş husûsunda istişâre et."2754 Yani her hususta "en güzel örnek vermekle mükellef olan" Hz. Peygamber’de (s.a.s.)n sosyal meselelerin cereyanında ve amme işlerinin tedvirinde de örnek olması, bu işlerde istişâreyi müstekar bir esas yapması istenmektedir. Bizzat Rasûlullah: "Allah bana farzların ikamesini emrettiği gibi müdâretu'nnâsı da emretmiştir."2755 buyurur. Müdâretu'nnâs ise, insanlara iyi davranmak, onlarla iyi geçinmek, onlara mültefit olmak, onları kazanmak, gönül alıcı olmak gibi sosyal kaynaşmayı sağlayacak davranışların hepsine birden şâmil olmuştur. 2756
Konuyla İlgili Hadis-i Şerifler
Bu konuyla ilgili olarak gelen rivâyetler, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve ashâbının (r. anhüm) hayatlarında istişâre keyfiyetinin mühim bir düstur olarak yer etmiş bulunduğunu gösterir. Öyle ki, bu mevzûda gelen hadislere dayanarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) etrafındakilerle istişâre etmeden bir karara varmadığı, bir icraatta bulunmadığı bile söylenebilir. Bir rivâyette şöyle der:
"Müslümanların fikrini almadan "emîr" tayin etseydim, İbnu Ümmi Abd'i tayin ederdim." 2757
"Müsteşar (kendisiyle istişâre edilen kişi), güvenilen bir kimse (olmalı)dır." 2758
"Biriniz (din) kardeşine danıştığı zaman, danışılan kimse ona hak ve doğru bildiğini söylesin." 2759
“Azm, görüş sahipleriyle istişâre etmek ve onların görüşlerine uymaktır.” 2760
“Kim bilmeden fetvâ verirse, yapılan işin günâhı, o fetvâ verene gider. Kim müslüman kardeşine bile bile yanlış yol gösterirse, ona hiyânet etmiş olur.”2761
“Kişiye bildiği bir şey sorulduğu zaman onu gizlerse; Allah, Kıyâmet günü o kimseyi ateşten bir gemle (yularla) bağlar.” 2762
Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer için: “Siz bir danışmada oy birliğine varırsanız, ben size aykırı hareket etmem.” demiştir. 2763
“İstihâre eden aldanmaz, istişâre eden pişman olmaz, iktisâd eden (tutumlu harcayan)
2753] 42/Şûrâ 36-38
2754] 3/Âl-i İmrân, 159
2755] Münâvî, Abdurrauf, Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Câmii's-Sağîr, Beyrut, 1972, II/159; İbn Kesir, Tefsir, Beyrut, 1966, II/142
2756] Münâvî, a.g.e. II/215, III/205
2757] İbn Sa’d, Tabakatu’l-Kübrâ, Beyrut, 1960, 3/154; Tirmizî, Humus, hadis no: 1966, Menâkıb 380
2758] Ebû Dâvud, Edeb 114; Tirmizî, Zühd 39, Edeb 57; İbn Mâce, Edeb 37
2759] İbn Mâce, Edeb 37
2760] İbn Kesîr, Tefsir I/420
2761] Ebû Davud, İlm 8, hadis no: 3657
2762] Ebû Dâvud, İlm, Bâbu Kerâhiyyeti Me’i’-llm
2763] Ahmed bin Hanbel, 5/227
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoksul olmaz.”2764 Bu rivâyetin senedinde çok zayıf bir kişi vardır. Hadis zayıf olmakla birlikte, ruhu ve anlamı itibarıyla doğrudur.
Hz. Enes: "Arkadaşları ile istişârede Hz. Peygamber kadar ileri giden bir başkasını görmedim" der.2765 Hz. Ömer, Peygamberimiz’in müslümanlarla alâkalı bir meselenin istişâresi için Hz. Ebû Bekir ile birçok geceler boyu başbaşa kaldıklarını bazen bu istişârelere kendisinin de katıldığını belirtir. 2766
Suyûtî, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) diğer insanlardan farklı olan husûsiyetlerini belirtirken bu özelliklerden biri olarak "istişâre yapma mecbûriyeti"ni de zikreder. Bu mecbûriyeti delillendirme sadedinde Hz. Peygamber'den: "Allah bana farzları yapmamı emrettiği gibi, (istişâre yoluyla) insanları iyi idare etmemi (müdâretu'nnâs) de emretti" hadisini kaydeder. 2767
Telâkki: Hz. Peygamber’i (s.a.s.) meşverete bu kadar ehemmiyet vermeye sevkeden şey meşveretin tesiri hakkında taşıdığı inanç idi. İstişâre edenin "asla pişman olmayacağını" belirten2768 Hz. Peygamber’e (s.a.s.) göre: "Bir millet istişâre ettiği müddetçe zillete düşmez."2769 Bu inancı takviye eden diğer bir görüşüne göre, bir meselede ferdî görüşler yanılabilirse de cemaatin görüşü asla yanılmaz: "Allah, ümmetimi dalalet üzere birleştirmez. Allah'ın eli cemaat üzerinedir."2770 Öyle ise gerek ferdî ve gerekse içtimâî meselelerde mümkün mertebe çok kimsenin görüşleri müdahele edip kaynaşmalı, müşterek nokta bulunmalı ve buna da uyulmalıdır. "Gelip geçen bütün peygamberlerin ikisi semâ ehlinden, ikisi de arz ehlinden olmak üzere istişâre edeceği dört veziri olageldiğini ve kendisinin de aynı şekilde dört vezirle takviye edildiğini"2771 belirten Hz. Peygamber, sâlih (liyâkatli) bir müşâvirin ehemmiyetini belirtme sadedinde bir başka hadislerinde şöyle buyururlar: "Sizden, üzerine mes’ûliyet yüklenen bir kimse için Allah hayır murad ederse, ona "sâlih" bir vezir nasip eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur."2772 Hadisin Ebû Dâvud'daki vechinde: "Allah, bir lider (emîr) hakkında hayır murad ederse kendisine dürüst bir vezir nasib eder.. Allah onun için hayır murad etmezse kendisine kötü bir veziri musallat eder de unuttuğu şeylerde hatırlatmada, hatırladığı şeylerde de yardımda bulunmaz."2773 der.
Hz. Peygamber, istişârenin sosyal hayata getireceği huzur ve saadeti ifade için de: "Umerânız (yöneticileriniz) hayırlılarınızdan, zenginleriniz de cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişâre ile yürürse; yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır."2774 der.
Teşvik: Problemi olan herkesin, meselesini bir bilenden sorması bizzat
2764] Taberânî, el-Câmiu’s-Sağîr, Keşfu’l-Hafâ, 2/242
2765] Tirmizî, Cihad 34
2766] Hakim en-Nisaburî, el-Müstedrek, Haydarabad, Deken 1335 baskısından ofset, 2, 227
2767] Suyûtî, Hasâisu'l-Kübrâ, Kahire, 1967, s. 125; Kütüb-i Sitte, 16/127
2768] Heysemî, Nuruddin Mecmau'z-Zevâid, Beyrut, 1967, 2/280
2769] Zemahşerî, Keşşâf I/332
2770] Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2168
2771] Tirmizî, Menâkıb 44, hadis no: 3680
2772] Nesâî, Bey’a 33
2773] Ebû Dâvud, Harac ve’il-İmâra 4, hadis no: 2932
2774] İbn Kesir, en-Nihâye fi’l-Fiten, Kahire, 1969, I/24; Kütüb-i Sitte, 16/127
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 711 -
Kur'ân-ı Kerim tarafından: "Bilmiyorsanız bir bilenden (ehl-i zikr) sorun."2775 diye emredilmekten başka Hz. Peygamberimiz de "Akıllara sorun, doğru yolu bulursunuz, (bu emrime) âsi gelmeyin, pişman olursunuz!"2776 der. Bir tebliğinde: "Kardeşiniz, birinizden bir şey soracak olursa, ona mutlaka yol gösterin."2777 diye emrederken, sorana verilecek bu cevabın bir vazife olduğunu da ayrıca belirtir: "Bir Müslümanın diğer bir müslüman üzerindeki haklarından biri, ondan tavsiye (nasihat) talep ettiği zaman kendisine tavsiyede (nasihatta) bulunmasıdır." 2778
Hz. Peygamber İstişâreye Muhtaç mı? Bu soru, Hz. Peygamber hakkında kabul edilen umûmîi telâkkîler muvâcehesinde hatıra gelebilecek mühim bir sorudur. Zira, Rasûlullah'ın Kur'an'da ifadesini bulan vahiy dışındaki sözlerinde bile vahy-i gayr-i metluv denen bir nevi vahye, irşâ-ı İlâhîye mazhar olduğu, onun kendi hevâsından bir şey söylemediği gerek Kur'an'da2779 ve gerek hadislerde2780 gelmiş bulunan nasslarla ifade edilmiştir. Abdullah İbnu Amr'dan gelen rivâyet "öfkeli halinde bile ağzından sadece hak kelam çıktığını" ifade ederken,2781 Ebû Hureyre'den gelen bir rivâyet "şakalaşmalarında da haktan başka bir şey çıkmadığını" ifade eder. Bu sonuncu rivâyet aynen şöyle: "Hz. Peygamber (s.a.s.), bir defasında: "Ben haktan başka bir şey söylemem" buyurdu. Orada bulunan Ashab'tan bazıları: "Ama siz, ey Allah'ın Rasûlü, bizimle şakalaşıyorsunuz" dediler. Cevaben: "(Şaka sırasında da olsa) haktan başka bir şey söylemem" buyurdu." 2782
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) her an İlâhî murâkabe altında bulunduğunu, kendisinden husûsî ictihâdına mebnî meselelerde hata varid olacak olsa bile, bu hata üzerinde sonuna kadar hata üzerinde kalmayıp İlahî tashih ve uyarıya mazhar olacağına en güzel, en ikna edici misal, Bedir esirlerine yapılacak muamele ile alâkalı istişâreden sonra gelen vahiydir. Hz. Peygamber'in aldığı karar İlahî iradeye uygun gelmemesi sebebiyle müteakiben gelen vahy Hz. Peygamber’i (s.a.s.) hüngür hüngür ağlatacak kadar şiddetli bir ifade ile tenbih ve tashih etmiştir. İstişarede Hz. Ebû Bekir fidye mukabili serbest bırakılmalarını, Hz. Ömer hepsinin öldürülmelerini, Abdullah İbnu Ravaha ateşte yakılmalarını teklif etmişti. Hz. Peygamber ise, Hz. Ebû Bekr'in görüşünü muvâfık bularak, fidye mukabili serbest bırakılmalarını karar altına almıştı.2783 Bu kararı şiddetle kınayan âyette şu ibare de mevcuttur: "...Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi." 2784
Burada şunu belirtmemiz gerekmektedir: Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) her hususta en güzelin, en faydalının, en doğrunun örneğini vermek vazifesiyle görevlidir. İstişare husûsunda da bu görev onun omuzlarındadır.
Şu halde Hz. Peygamber, taşıdığı peygamberlik vasfının bir yönü icabı
2775] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7
2776] İbn Hacer, el-Metâlibu’l-Âliye, Kuveyt, 1973, 3/17
2777] Ebû Dâvud, Edeb 114; Tirmizî, Zühd 39
2778] İbnu'l-Hac el-Mâlikî, el-Medhal, 1293, 4/45; Mâverdî, Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, İstanbul, 1299, s. 239-40; Kütüb-i Sitte, 16/127
2779] 53/Necm, 3
2780] Bk. Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensû, Mısır, 1314, 6/122
2781] Ebû Dâvud, İlim 3, hadis no: 3646
2782] Ahmed bin Hanbel, II/340; Tirmizî, Birr 57
2783] İbn Kesir, Tefsir, 3/346
2784] 8/Enfâl, 67-68
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istişâreye muhtaç değilse de, diğer bir yönü, yani örnek olmak, öğretmek yönüyle de istişâre yapmakla görevlidir. Hasan-ı Basri şöyle der: "Cenâb-ı Hak: "İş husûsunda onlarla istişâre et" diyerek mahlûkatın en kâmiline meşvereti emretti. Bu emir, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashâbına olan ihtiyacı sebebiyle değildir. Bu emirle Cenab-ı Hak, bize meşveretin fazilet ve ehemmiyetini öğretmek ve Müslümanların meşvereti hayatlarında tatbik etmelerini sağlamak; kişinin, âlim bile olsa insanlarla meşverette bulunması gerektiğini öğretmek istemiştir." 2785
Katâde de aynı âyeti açıklarken emrin Hz. Peygamber'in ashâbının fikirlerine olan ihtiyacından ziyade terbiyevî yönünü dile getirir: "Allah, müşâvereyi Ashab'ın Hz. Peygamber'e ülfet ve yakınlığını artırmak ve onların (içlerinden geçebilecek her çeşit mülâhazaları bertaraf ederek) nefislerini hoş kılmak için emretti."
Müşâvere emrinin "kalplerin hoş kılınması" gayesine yönelik olduğu farklı âlimlerce te'yid edilen bir husustur.2786 İlk nazarda mübhem gibi gelen bu tabirin aydınlanması maksadıyla İbn Kesir'in: "Böylece insanlar, yaptıkları işlerde daha şevkli (enşât) olurlar" izahını2787 kaydedebiliriz.
İstişâreye ehemmiyet vermeyen diktatörlerin hâlet-i rûhiyesini inceleyen araştırmacılar onların son derece kuşkulu ve ürkek olduklarını, zaman zaman delilik derecesine varan ruhî bunalımlar geçirdiklerini ifade ederler.
Siyasî tarihçiler, diktatör idarelerin, bizzat diktatörlerin ölümü ile sona erdiğini ifade ederken, sosyolog ve içtimaiyatçılar da temeli istişâreye dayanan "demokratik" idare ve terbiyenin halktaki mesuliyet ve teşebbüs ruhunu artırdığını belirtirler.
Şu halde, istişârenin ehemmiyetinden bahsederken onun bu yönüne de hususen parmak basmak gerekmektedir: İstişâre idare edenle idare edilenler arasında karşılıklı sevgi, saygı, itimad ve güvenin en mühim sebeplerinden biridir. Fikri alınan kimse, onlara karşı içinden geçebilecek kuşku, endişe, suizan, korku gibi hislerden kalbini temizleyerek kendisine değer verilmiş olma düşüncesinin de iştirakiyle samimi bir hürmet ve itaat duygusuyla bağlanacak, idare eden de bilmukabele ona karşı daha ziyade merhamet ve şefkatini ziyadeleştirecektir. Eski âlimlerimiz bu durumu "ülfetin ziyadeleşmesi", "kalplerin hoş kılınması" gibi tâbirlerle ifade etmişlerdir.
En Büyük Dâhî De İstişâreye Muhtaçtır: Hz. Peygamber (s.a.s.), "İşleri, aralarında şûrâ iledir" âyetinin âlim-câhil, idare eden-idare edilen herkese şâmil olan umûmî emrine rağmen hiç kimsenin şu veya bu mülahaza ile kendisini istişâreden müstağni addetmemesi, mutlaka istişâreye yer vermesi gereğini ifade zımnında: "Ben vahiy gelmeyen hususlarda sizden biriniz gibiyim" der2788 ve "Allah Teâlâ, ikisi semâ ehlinden: Cibril ve Mîkâil ve ikisi de arz ehlinden: Ebû Bekir ve Ömer olmak üzere dört vezirle beni takviye etti" diye ilâve eder.2789
Hz. Peygamber, müslümanları kendisiyle istişâreye teşvik etmek, bilhassa
2785] İbn Ma’n ed-Dürrî, Temyiz, Yazma, Damat İbrahim Paşa, No: 945, 60/a
2786] Bk. İbn Kesir, Tefsir II/142, 143; Muhammed İbn Allan, Delîlu’l-Fâlihîn, Mısır, 1971, III/209
2787] İbn Kesir, Tefsir II/142
2788] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1/178, 9/146
2789] Münâvî, Feyzu’l-Kadir, II/217
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 713 -
dünyevî işlerin tedviriyle alâkalı hususlarda, herkesin şahsî fikrini söylemede, kendi nübüvvet otoritesi karşısında içlerinden geçebilecek tereddüd ve çekingenlikleri kırabilmek için daha da ileri giderek: "...(Şunu bilin ki) ben de bir insanım, söylediklerimde isâbet de ederim, hata da ederim"2790; "...Siz dünyanızın işini benden daha iyi bilirsiniz"2791 gibi beyanlarda bulunmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisinden sonra gerek ilmî ve gerek içtimâî vaziyeti ne olursa olsun herkesin mutlaka istişâre ile hareket etmesi gereğini ifade eden bir beyânı Hz. Ali'nin bir sorusu üzerine varid olmuştur. Aslı uzun olan mezkûr rivâyette Hz. Ali, Hz. Peygamber’e sorar: "Ey Allah'ın Rasûlü, hakkında Kur'an'da âyet gelmemiş, sizin sünnetinizde de bir benzeri hükme bağlanmamış (hakkında emir veya yasak beyan edilmemiş) bir hâdise ortaya çıkarsa, ne yapmamızı irşad buyurursunuz?" Rasûlullah'ın cevabı şudur: "Onu (fukahâ) ve mü'minlerden âbid olanlar arasında istişâre edin. Fakat asla husûsî bir kimsenin re'yi ile hükme bağlamayın..."2792
İbn Teymiyye, Hz. Peygamber'e Kur'an'da gelen istişâre emrine dayanarak, "Hiçbir veliyyülemrin (otoritenin) kendini, istişâre etmekten müstağnî addedemeyeceğini belirttikten sonra, Kur'an'da gelen mezkûr emrin gâyeleri husûsunda âlimlerin şu tesbiti yaptıklarını kaydeder:
1- Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashâbının kalplerini kazanması (te'lif),
2- Hz. Peygamber'den sonra bu prensibe uyulması,
3- Hakkında vahiy gelmeyen harp, cizye, vesâir her çeşit işte onların reylerini elde etmesi.2793
Ashâb ve İstişâre: Ashâb, Hz. Peygamber'den aldığı derse uyarak istişâreye gerekli ehemmiyeti vermiştir. Hz. Ebû Bekr Kur'an-ı Kerim'in kitap haline konmasından2794, zekât vermemek için isyan eden bedevîlerle savaşa2795 kadar bütün devlet işlerinde istişâreye yer verdiği gibi, sağa sola tâyin ettiği komutanlara bile istişâre ile hareket etmeleri husûsunda ta'mimler yollamıştır.2796
Bu hususta Hz. Ömer'in işgal ettiği mevki daha dikkat çekicidir. Hz. Peygamber'in kabr-i şerifleri ile minber arasında "meclisu'l-muhâcirîn"in yer aldığını; Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman İbnu Avf'ın burada devamlı üye oldukları, zuhur eden her meseleyi onlara vazederek onlarla istişâre ettiği,2797 sorulan suallere sünnete uygun cevabı bulmak için istişârelere başvurduğu2798 rivâyetlerde belirtilir. Hicrî takvimin konmasıyla sonuçlanan tarih vazıyla ilgili istişâre bunların mühimlerinden biridir.2799 Onun, istişâre meclisine gençleri de alıp, fikirlerini rahatça söylemeleri husûsunda teşviklerde bulunduğu
2790] Heysemî, a.g.e. I/178
2791] a.g.e. I/179
2792] Heysemî, a.g.e. I/180
2793] İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye, s. 161) (Kütüb-i Sitte, 16/131)
2794] Tirmizî, Tefsir, (Tevbe Sûresi), hadis no: 3102
2795] Buhârî, Zekât 1
2796] Heysemî, a.g.e. 5/319
2797] Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, Haleb 1978, 13/624
2798] Bk. Şâfiî, Risâle, Mısır, 1940, s. 427; Müslim, es-Sahîh, Selâm 98
2799] Taberî, Tarih, Beyrut, tarihsiz, 4/188
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da rivâyetlerde gelmiştir. Hatta onun, askerî komutanların yanına müşâvirler tayin ettiği de bilinmektedir. 2800
Hz. Peygamber'in Müşâvirleri: Hz. Peygamber, istişâreye son derece ehemmiyet verdiğini belirttikten sonra, şahsî hayatındaki tatbikatı göstermek bakımından, fiilen istişârede bulunduğu bazı şahsiyetleri belirtmede fayda var. Hemen kaydedelim ki, bu hususta ilk akla gelen kimseler Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'dir. İbn Abbas onları Hz. Peygamber’in "iki havârîsi ve iki veziri" olarak tavsif eder.2801 Rasûlullah'ın devlet işlerinin yürütülmesinde bu iki zâta ne kadar önem verdiğini: "Ebû Bekr ve Ömer benim nazarımda, bir baş için göz ve kulak mesabesindedir."2802 hadisinden anlayabiliriz. Hz. Peygamber bu kulak ve göz gibi kıymetli tuttuğu müşâvirlerin görüşlerini ne kadar üstün tuttuğunu, "Ebû Bekr ve Ömer istişâre sırasında bir meselede ittifak edip birleştilermi asla itiraz etmem."2803 sözüyle ifade eder. Hz. Peygamber'in "İkinizle beni takviye eden Allah'a hamd olsun."2804 dediği de rivâyetler arasında gelmiştir.
Gerçekten de bu iki müsteşar son derece nafiz görüşlü kimselerdir. Onların bu husustaki liyâkatlerini ifâde eden rivâyetler çoktur. Hz. Ömer için oğlu Abdullah: "Ömer'in bir şey için: "Zannederim bu şöyle olmalıdır" deyip de onun zannettiği şekilde hâsıl olmadığı vâki değildir"2805 der. Yine Abdullah İbn Ömer'in ifadesiyle ortaya çıkan bir meselede herkes bir görüş beyan ederken Hz. Ömer bir başka görüş beyan edecek olsa meseleyle alâkalı olarak gelen âyet her seferinde Hz. Ömer'i te'yid etmiştir.2806 Nitekim bu durumlarda on beş kadarında Hz. Ömer'den "şöyle olsaydı" diye vâki olan temennîyi tâkiben, temennîsine muvâfık âyetler gelmiştir. Tesettür, münâfıklara kılınan cenâze namazı, Bedir esirlerine uygulanacak muâmele ile alâkalı vahiyler bunlardandır. Hz. Ömer'e vahy-i İlahî'nin muvâfakatı olarak bilinen bu hadisler2807 onun ne kadar nâfiz, basîret ve ne kadar berrak bir fıtrat-ı selîme sahibi olduğunun ve Hz. Peygamber'in: "Benden sonra bir peygamber gelseydi bu Ömer olurdu"2808 veya "Allah, hakkı Ömer'in lisanına ve kalbine koymuştur."2809 iltifatlarının ne kadar doğru olduğunun en güzel delilleridir.
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) bu husustaki kapasitesini dile getiren rivâyetler de çoktur. Onların burada zikrinden sarf-ı nazar ederek, onun görüşlerindeki isâbetlilik derecesini ifade eden Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu hadis rivayetini kayıtla yetiniyoruz: "Allah, Ebû Bekir'in (kararlarında) hata yapmasından, semâsının fevkinde rahatsız olur." 2810
Hz. Peygamber'in bu iki zat dışında başka müşâvirleri de olmuştur. Az sonra belirtileceği üzere, istişâre edilecek mesele kimi veya kimleri alâkadar ediyorsa,
2800] Heysemî, a.g.e. 5/319
2801] İbn Kesir, Tefsir, 3/143
2802] Münâvî, Fevyzu’l-Kadîr, I/189
2803] Heysemî, a.g.e. 9/53
2804] Usdü’l-Ğâbe, 6/10
2805] Buhârî, Menâkıb 35
2806] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire, 1959, II/51
2807] Bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, II/51; Heysemî, a.g.e. 9/67-69
2808] Tirmizî, Menâkıb 48
2809] Tirmizî, Menâkıb 45
2810] Heysemî, a.g.e. 9/46
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 715 -
kadın-erkek, yaşlı-genç, hattâ mü'min-münâfık ve müşrik ayırımı yapmadan fikirlerine başvurmuş, lüzumuna inandığı ve fayda mülâhaza ettiği herkesle istişârede bulunmuştur.
Bununla beraber, umûmiyetle gerek Ensar ve gerekse Muhâcirûn'un temsilcileri durumunda olan büyükler, onun sıkça mürâcaat edip istişâre yaptığı kimseleri teşkil etmekte idi. Bu meyanda Hz. Ebû Bekir ve Ömer'den sonra bilhassa Hz. Osman, Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Üseyd İbn Hudayr, Sa'd İbn Muaz ve Sa'd İbn Ubâde, Muaz İbn Cebel vs. sıkça istişâre ettiği kimseler arasında zikredilebilir. 2811
Münâfık ve Müşriklerle İstişâre: Burada husûsen zikre şâyân iki isim Abdullah İbn Ubey İbni Selül ve Abbas İbn Abdilmuttalib'tir. Bunlardan birincisi Medine'deki münâfıkların başı olarak birçok ıstıraplara sebep olduğu halde Hz. Peygamber (s.a.s.) zaman zaman kendisiyle istişâre etmiştir. Bu meyanda Uhud Savaşı'nın nerede yapılacağı husûsunda icrâ edilen istişâredeki tutumu ve neticeleri mühimdir. 2812
İbn Abbas'a gelince, Hz. Peygamber Mekke' de iken, onunla henüz müşrik olmasına rağmen, "isâbetli rey ve kuvvetli zekâ sahibi" olması sebebiyle, hicret gibi en gizli, en kritik bir meselede bile istişâre ederek fikrini almıştır.2813
İstişare Konuları: Hz. Peygamber'in ashâbıyla yaptığı istişâreler gözönüne alınınca bunların çok çeşitli sahalara girdikleri görülür. Çoğunlukla harp ve askerlikle alâkalı iseler de sadece bunlara münhasır değildir. Nitekim namaz vakitlerini duyurma şekli ile alâkalı olan istişâre, dinî olduğu gibi, ifk (Hz. Âişe'ye iftira) meselesinde yapılan istişâre de tamamen dünyevî ve hatta hususi bir meselenin müşâveresi gibi gözükmektedir. Misallerden gelen bu tenevvü (çeşitli sahalarla ilgili olma) sebebiyle İslâm âlimleri, istişâreye arzedilmesi gereken meseleler husûsunda farklı iddialarda bulunurlar. "Bir kısmı harb ve düşmanla alâkalı meselelerde gerekli derken, diğer bir kısmı dünya ve din işlerinde lüzumlu, bir başka grup da, insanları ahkâmın sebepleri ve içtihadın yapılış tarzı hususlarında uyarmak için dinî meselelerde yapılmalıdır" demişlerdir. 2814
İstişare Dışı Konular: Dinî mevzûların bile istişâre şümûlüne girdiği söylenirken, vahyin gelmediği hususlara giren dinî meselelerin kastedildiğini belirtmek gerek. Nitekim Ashâb, Hz. Peygamber'in teklifleri geldikçe: "Bu vahiyse diyeceğimiz yok, ama şahsî re'yiniz ise kanaatimiz şudur... Şöyle yapılırsa daha iyi olur... Biz bunu kabul edemeyiz.." şeklinde konuşmuşlardır. Şu halde vahiyle açıklama ve tesbit edilen meselelerde vahye ters düşen kanaatler ileri sürmek, münakaşa yapmaya kalkmak mü'minlik edebine aykırıdır, bu hususlarda tam bir teslimiyet gerekmektedir.
Hz. Peygamber Allah'a, âhirete, kadere iman gibi imana müteallik meselelerde münâkaşa ve hatta mübâhaseyi yasaklamıştır.2815 Kısmen mevzûmuzun dışına çıkan bu bahse bir örnek kaydedip geçeceğiz: Hz. Ali'nin rivâyetine göre,
2811] Bk. Heysemî, a.g.e. I/178
2812] İbn Hişam, Sîret, Mısır, 1955, 3-4, 63
2813] Bk. İbnu’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, Kahire, 1970, III/165; İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, Haydarabad, Deken 1378 baskısından ofset, 5/123; Taberî, a.g.e. 2/239
2814] Bk. Suyûtî, Rasâıisu’l-Kübrâ, 3/258
2815] Buhârî, Bed’u’l-Halk 11; Müslim, İman 212-217
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir gece kendilerine uğrayan Hz. Peygamber: "Namaz kılmıyor musunuz?" diye sorunca Hz. Ali: "Ey Allah'ın Rasûlü, bizim nefislerimiz Allah'ın kudret elindedir. O, bizim (namaza) kalkmamızı dilerse bizi kaldırır (biz de namaz kılarız)" cevabını verir. Hz. Peygamber kaderle alâkalı bu meselede münâkaşaya girmektense cevap bile vermeden geri döner, gider. Ancak, giderken kendi kendine şu âyeti telaffuz ettiğini Hz. Ali işitir: "İnsanın en çok yaptığı iş tartışmadır." 2816
İstişârenin Mekanizması: İslâm'ın istişâreye verdiği önemi belirttikten sonra, İslâmî istişârenin safhalarıyla alâkalı birkaç mühim noktayı açıklayabiliriz:
1- Müşâvirin Durumu: İstişârede en mühim hususlardan biri budur.
Sünnette kimlerle istişâre edilebileceği husûsunda gerek kavlî ve gerekse fiilî hadisler, örnekler bolca varid olmuştur. Buna göre:
a. Liyâkat: Müsteşar, fikri alınacak hususta akıl, tecrübe ve bilgi yönleriyle liyâkatli olmalıdır. Hadiste: "Âkil (akıllı) olandan fikir alın ki, doğruyu bulasınız..."2817; "İşini bilmen, akıllı kişiye danışıp sonra da ona uymandır."2818 denir. Âlimler, kendini beğenen, tecrübesiz gençle, aklına araz gelmiş yaşlılardan fikir almamayı tavsiye ederler. 2819
Liyâkatlı ve tecrübeli kimse, güvenilebilir olduğu takdirde müşrik bile olsa fikrine başvurulabileceği husûsunda yukarıda zikri geçen Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile henüz o müslüman olmazdan önce yapmış bulunduğu istişâre delil olarak gösterilebilir.
Ahlâk kitaplarında kaydedilen: "Müsteşarın fikren gam ve kederden sâlim olması" şartını da liyâkatle alâkalı bir husus olarak değerlendirebiliriz. 2820
b. Mûtemed/Güvenilir Olmak: Fikrine başvurulacak kimsenin liyâkattan başka itimad edilen biri olması aranmalıdır. Hz. Peygamberimiz mükerrer olarak: "Müsteşar güvenilir olmalıdır"2821 der. Bir başka hadiste: "Müsteşar dürüst olmalıdır, bir kimseye bir şey danışılırsa kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyi tavsiye etmelidir."2822 buyurur, böyle hareket etmeyenin davranışını da "...kardeşine ihânet etmiştir" diyerek ihânet gibi ağır bir suçla suçlayarak kınar.2823 Hz. Peygamber, istişârede dürüstlükten ayrılanları kınayan hadislerden birinde de şöyle buyurur: "Kişi kendisinden fikir danışanlar hakkında hayırhah olduğu müddetçe görüşlerinde isâbetli olmaya devam eder. Ancak, danışanı ne zaman aldatmaya kalkarsa Allah da onun fikirlerindeki sıhhati (isâbetliliği) kaldırır." 2824
Dürüstlük Başta Gelir: "Hz. Peygamber, yukarıda kaydettiğimiz bazı hadislerde fikir danışana cevap vermenin bir vecibe olduğunu beyan etmekle beraber, kanaat beyan ederken dürüstlüğün şart olduğunu bilhassa tebarüz ettirir. Mürâcaat edenle müsteşar arasında mevcut hasmane düşünceler, menfi hisler
2816] 18/Kehf, 54) (Buhârî, İ’tisâm 18)
2817] İbn Hacer, el-Metâlibu’l-Âliye, 3/17; Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. 3/409
2818] Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, 3/110
2819] İbnu’l-Hac, a.g.e. 4/46
2820] A.g.e. 4/46
2821] İbn Mâce, Edeb 37, hadis no: 3745-3746; Tirmizî, Zühd 39, Edeb 57
2822] Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. III/409; Heysemî, a.g.e. 8/96
2823] Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. III/411
2824] A.g.e. III/409
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 717 -
sebebiyle dürüst olmayacaksa sükût etmesi, konuşmaması gereklidir: “Müsteşar güvenilir olmalıdır, sorulana dilerse cevap verir, dilerse sükût eder (cevap vermez).”2825; “Ancak, cevap verecekse yapılacak iş kendisi için yapılıyormuşcasına (doğru) cevap versin.”2826 Şu halde mesela Mâverdî gibi bazı âlimler: "Bir kimseye dost veya düşman kim (istişâre için) mürâcaat ederse etsin, fikrini gizlemede hiçbir özür yoktur" sözünü2827 bu hadisin ruhsatıyla ihtiyatla karşılamak gerekir.
Sorulara doğru cevap vermek husûsunda delil olarak, normal durumda kişi hakkında medar-ı bahs edilmesi gıybet sayılabilecek bir açıklamayı, mürâcaat ve sual üzerine yapılmış bulduğumuz şu hadisi gösterebiliriz. Hz. Peygamber, evlenmek niyetiyle Ebû Cehm ve Muâviye hakkında kendisine fikir danışan Fâtıma Bintu Kays'a şu enteresan cevabı verir: "Ebû Cehm sopasını omuzunda taşır (yani dayak atıcıdır). Muâviye'ye gelince, o da fakir ve malsızdır, sen Üsame İbn Zeyd ile evlen." 2828
c. Müslüman ve Dindar Olmak: Bazı hadisler, istişâre edilecek kimsenin Müslüman ve mütedeyyin olmasını şart koşar: "Kim bir işe girişmek ister de o hususta Müslüman biri ile müşâvere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar." 2829
Ahlâk kitaplarına "müttakî, mütedeyyin olmak" şeklinde girmiş olan bu şartın, kezâ "nasih/öğüt veren ve muhib/dost, sevgi sahibi olmak", "sorulan hususta müsteşarın menfaati olmamak" gibi kaydedilen diğer şartlarda da olduğu üzere, esas gâyesi yukarıda kaydettiğimiz "güvenilir olmak" şartını gerçekleştirmeye râcîdir. 2830
d. İlgili Olmak: Bu vasıf liyâkat maddesinde mütâlea edilebilirse de, ayrıca ele alınmasında fayda vardır. Aslında ilgi, liyâkattan oldukça farklı bir husustur. Hz. Peygamber 'in birkısım sünnetini, hatıra gelebilecek bazı sualleri böylece daha rahat açıklığa kavuşturabileceğiz. Nitekim Uhud Seferi sırasıda, savaş şehrin içinde mi, yoksa dışında mı olmalı? diye müzâkere yapılırken münâfık Abdullah İbn Übey İbn Selül'ün fikrinin alınması bu mesele ile olan alâkası sebebiyledir. Zira, üç yüz civarında bir grubun lideri durumunda idi.
Bu konuyla ilgili olarak, kadınla istişâre meselesi de mevzûbahs edilebilir. Zaman zaman, birkısım kitaplarda mutlak bir ifade ile "kadınla istişâre etmeyin."2831 şeklindeki tavsiyenin sünnete uymadığını söyleyebiliriz. Zira en azından kadını ilgilendiren meselelerde onunla istişâre edilmesi husûsunda Hz. Peygamber'den çok net "emirler" varid olmuştur: "Kendilerini ilgilendiren hususta kadınlarla istişâre edin."2832; "Kızları husûsunda kadınlarla istişâre edin."2833; "Bakire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşâvere etmelidir."2834; "Dul kadın, kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır..."2835 gibi.
2825] Heysemî, a.g.e. 8/97
2826] Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. III/410
2827] Mâverdî, a.g.e. s. 240
2828] Müslim, Talâk 36; Tirmizî, Nikâh 38; Nesâî, Nikâh 22
2829] Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. III/409
2830] Bk. Abdullah Şevket İbn Muhammed Hamdi, Ahlâk-ı Dinî, İstanbul, 1328, s. 282; İbnu’l-Hacc, a.g.e. 4/46
2831] Bk. İbnu’l-Hacc, a.g.e. 4/46
2832] Üsdü’l-Ğâbe, 4/15
2833] Ebû Dâvud, Nikâh 24
2834] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 26
2835] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Evlenme gibi şahsını alâkadar eden bir mevzûda fikrinin alınması ve ona uyulması kesinlikle ifade edilir ve hatta "kızın arzusunun hilâfına yapılan nikâhın bizzat Rasûlullah tarafından iptal edilmesi"2836 vak'asına dayanan "cumhur" bu çeşit nikâhın bâtıl olduğuna hükmeder.2837
Şüphesiz bir erkek, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde "istişâre etmekle" kayıtlı değildir. Bu hususu te'yid eden bir rivâyette: "Hz. Peygamber kadınlarla da istişâre eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi"2838Bunun aksini ifade eden rivâyete rastlamadık. Tirmizî'de "kızıl rüzgâr"la alâkalı hadiste geçen "kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder." cümlesinde kınanan husus, kadınla yapılan istişâre değil, annenin ihmal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste "...babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir."2839 denilmektedir.
Kadınla istişâre meselesindeki tereddüdü izâle edecek iki örneği Hz. Ömer'den kaydedebiliriz. Birincisi, bilinen bir vak'adır. Hz. Ömer bir cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mihir için bir sınırlama getirerek mübâlağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman cemaatte bulunan bir kadının, bizzat Kur'an'dan okuduğu âyetle bu kararın yanlışlığını hatırlatması üzerine Hz. Ömer: "Bir kadın isâbet, bir erkek hata etti. Bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti" diyerek kendi iddiasından rücû edip kadının görüşüne uyar. 2840
İkinci misalimiz mevzûmuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir gece teftişinde Hz. Ömer, kocası cihad için uzak bir yere gitmiş olan bir kadının "bekârlıktan yakındığını" işitince, kızı Hafsa'ya (ve kadınlardan tecrübeli olanlara)2841 mürâcaat ederek: "Kızım, (söyle bakalım) bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir?" diye sorar ve onun verdiği cevaba dayanarak Allah yolunda askerlik denebilecek cihad için sefer müddetini altı ay olarak sınırlar. 2842
Şu halde, kadını ilgilendiren şahsî, ailevî meselelerde fikri alınacağı gibi, ihtisasına giren meselelerde de fikri alınabilecektir. Zaten liyâkat ve ilgisi olmayan hususlarda erkek de olsa kendisiyle istişâre tavsiye edilmemiştir. Öyle ise, "kadınla istişâre etmeyin" mealindeki mutlak tavsiyeler menşeini sünnetten almazlar, bazı ciddi kitaplarda2843 tasrih edildiği üzere "hükema" sözüdür. Ne var ki, dinî kitaplarımıza girmiş bulunan -darb-ı mesel, israiliyat, etibba ve hükema sözü nevinden- her şey, halk tarafından zamanla dinin kendisi zannedilerek, hadisle, Kur'an'la iltibas edilmiştir.
2. İstişârenin Şekli: İslâmî istişârede müşâvirlerin durumunu belirttikten sonra istişârenin uygulanışına da deyinmek gerekir. Burada karşımıza farklı şekiller çıkmaktadır:
a. Doğrudan Re'ye Mürâcaat: Karara bağlanacak bir mesele zuhur edince
2836] Buhârî, İkrâh 4
2837] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî 15/351, Azimâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, Medine 1968, 6/119 ve devamı
2838] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, Mısır, 1963 (ofset), I/27 denmektedir.
2839] Tirmizî, Fiten 38
2840] Bk. Bâkıllânî, et-Tehmîd, Beyrut 1957, s. 199
2841] A.g.e. s. 198
2842] Said İbn Mansur, Sünen, Malegaon, 1967, II/186; Bâkıllânî, a.g.e. s. 198; Bk. İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, s. 326-327
2843] 92
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 719 -
salâhiyetli veya ilgili kimselere başvurarak fikirlerinin alınması demektir. Bunun misali Hz. Peygamber'in hayatında çoktur. Bedir'de harbe karar vermek,2844 Bedir Harbi'nden sonra da elde edilen esir ve ganimetler mevzûunda takip edilecek tutum için,2845 Hendek Harbi'nin hazırlık şekli için2846 yapılan istişâreler umûmiyetle bilinen örneklerdir.
Hz. Peygamber, bu durumda beyan edilen görüşlerden en uygununu seçerdi.
b. Liyâkatlinin Müdâhalesi: Bazı durumlarda Hz. Peygamber'in şahsî mürâcaatı varid olmadan, ortaya çıkmış mesele ile alâkalı olarak hâriçten müdâhale vakaları olmuştur. Bu müdâhaleler "liyâkatli ağız"dan geldiği veya "mâkul" bulunduğu takdirde daima hüsn-ü kabul görmüştür. Bununla alâkalı örnekler de çoktur. Bu ikna edici örnekler Hubab İbnu'l-Münzir ile alâkalı olanlarıdır. Bedir Savaşı'na karar verildikten sonra Hz. Peygamber ordunun savaş vaziyeti alacağı yeri tayin ederek yerleşme emrini vermişti ki, Hubab huzura çıkarak harp mevziini seçme işini vahyin irşadı ile değil de kendi re'yi ile yaptı ise buranın uygun olmadığını Hz. Peygamber'e söyledi. Hz. Peygamber de: "Hayır, vahiy değil, kendi reyimle seçmiştim" der. Hubab'ın fikrine uygun olarak yeniden yerleşim yapılır.2847 Aynı Hubab'ın gerek Hayber,2848 gerek Tâif2849 seferleri sırasında, gerekse Benû Nadr ve Benû Kureyza gazvelerinde2850 Hz. Peygamber tarafından, her seferinde kabul edilen benzer tekliflerine rastlıyoruz.
Fetih günü Mekke'nin haramiyetini ilân eden Hz. Peygamber'in bu meyanda "otlarını yolmanın da harama dâhil olduğunu" söylemesi üzerine amcası Abbas tarafından izhir denen ve günlük hayatta muhtaç olunan bir otun bu yasaktan hâriç tutulması için yapılan talebin kabul edilmesi,2851 şarap yapılan,2852 eşek eti pişirilen kapların kırılması için verdiği emre "kırılmayıp yıkandıktan sonra kullanılması"2853 için yapılan teklifin kabul edilmesi gibi örnekler Hz. Peygamber'in çok farklı konularda muhâtaplarını dinleyip görüşlerini değerlendirdiğini gösterir.
c. Yersiz Teklif: Şunu da belirtelim ki, münhasıran dini alâkadar eden meselelerde vaki olan telkin ve tavsiyeleri Hz. Peygamber ciddiye almamıştır. Nitekim O'nun kadın-erkek, yaşlı-genç herkese, her hususta düşünce ve kanaatlerini serbestçe söyleme husûsundaki cesâret verdiren müsâmahakâr davranışı sebebiyle, bazı kimselerin, zaman zaman "yersiz" ve "densiz" diyebileceğimiz davranışları ve teklifleri de olmuştur. Bunlardan biri, bir yolculuk sırasında vâki olur: Akşam vakti girince Hz. Peygamber (s.a.s.) orucunu açmak için su ister. Bunun üzerine muhâtabı emri hemen yerine getireceği yerde: "Biraz daha bekleyin, ortalık kararsın" karşılığında bulunur. Hz. Peygamber (s.a.s.), her seferinde aynı şekilde mukabelede bulunan muhâtabının -ki Bilâl-i Habeşî'dir-2854 mütâleasını nazar-ı
2844] İbn Sa’d, a.g.e. II/14
2845] Tirmizî, Cihad 34
2846] İbn Sa’d, a.g.e. II/66
2847] İbnu Sa'd II/15; Hâkim, a.g.e., III/427; Vâkıdî, Meğâzî Oxford, 1966, I/53
2848] Vâkıdî, a.g.e. II/645
2849] Vâkıdî, a.g.e. II/325-326
2850] Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, III/257-258
2851] Buhârî, Cenâiz 76; Müslim, Hacc 445-448
2852] Buhârî, Eşribe 8
2853] Buhârî, Meğâzî 38
2854] Ebû Dâvud, Savm 19, hadis no: 2352
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dikkate almaksızın emrini üç defa tekrar ederek orucunu açtıktan sonra, iftar vaktiyle alâkalı açıklamada bulunur.2855
İkinci bir misal, hac menâsikinin tâlimi sırasında meydana gelir. Peygamberimiz (s.a.s.) hacc esnasında Zilhicce'nin dördüncü (veya beşinci) günü beraberinde kurbanlıklarını getirmeyenlere, ihramdan çıkmalarını emretmişti. Sahâbîler, "ihramdan çıkmak için vaktin henüz gelmediğine" hükmederek bu emri tatbik etmek istemiyorlardı.2856 Rasûlullah bu tutum karşısında o kadar öfkelenmişti ki, Hz. Âişe'nin yanına döndüğü zaman öfkesi hâlâ yüzünden okunuyordu." 2857
Gerek iftar vakti, gerek ihramdan çıkma günü gibi, tamamen dinî hususlarda, dünyada Hz. Peygamber'den başka kim daha liyâkatlı ve selahiyetli olabilirdi ki, bu çeşitten itiraz ve teklifleri ciddiye alsın?
d. Saygısız Müdâhale: Her ne kadar normal istişâre çerçevesinde mütalaa edilmesi zor da olsa, istişâre mevzûu ele alındığı zaman temas edilmesinde fayda mülahaza edilecek bir husus da Hz. Peygamber'in "saygısızca" diye tavsif edeceğimiz bazı itiraz ve müdâhaleler karşısındaki tutumudur. Zira insanlar arasında birkısım ölçüsüz ve saygısız davranışlara sapan kimseler her zaman mevcuttur. Bunlar karşısında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) davranışını ibret almamız için bilmekte fayda vardır. Kısaca "sabır" ve "müsâmaha" olarak tavsif edeceğimiz bu sünneti sergileyen bir iki misal kaydedeceğiz:
Birinci misalimiz, Abdullah İbnu Zi'l-Huvaysira denen bir Temimlinin davranışıdır. Hz. Peygamber Huneyn'de elde edilen ganimeti (veya Hz. Ali'nin Yemen'den2858 göndermiş bulunduğu sadaka malını (İbn Hacer, bu farklılıktan hareketle, aynı itirazcının iki ayrı yerde olay çıkardığına hükmeder2859) dağıtırken ortaya atılarak: "Ey Muhammed! Allah' tan kork, âdil ol, bu taksim Allah'ın rızâsı aranmayan bir taksim oldu" der. Bu söze fena halde öfkelenen Hz. Peygamber (s.a.s.) ona şu cevabı verir: "Eğer ben de âsî/isyankâr isem, kim O'na mutî/itaatkâr olabilir? Yer, gök ve insanlar içerisinden Allah, beni seçip itimat eder de, siz etmez misiniz?" Hz. Peygamber'in son derece üzüldüğünü gören ashabdan bazıları bu saygısızı şiddetli bir şekilde cezalandırmak, hatta öldürmek için izin isterlerse de Rasûlullah (s.a.s.): "Ben müşriklerin ‘Muhammed arkadaşlarını öldürüyor’ demelerini istemem" diyerek hiçbirisine müsâade etmez. 2860
Bir başka vak'a, Hz. Zübeyr ile Medineli arasında çıkan su ihtilâfının halli sırasında meydana gelir. Hz. Peygamber ihtilâfı: "Ey Zübeyr (mâdem su, komşuna senin tarlandan geçiyor) tarlanı önce sen sula, sonra da suyu komşuna sal" diye hükme bağlamıştı. Karardan memnun olmayan Medineli: "Ya Rasûlallah sen kararı Zübeyr lehine verdin, çünkü o senin halaoğlundur" diye itiraz eder.2861 Hz. Peygamber'i yüzü renklenecek kadar öfkelendiren bu ölçüsüz itiraz üzerine gelen bir vahiy, bu çeşitten zuhur edecek durumları şiddetle kınar: "Onlar senin hükümlerini
2855] Buhârî, Savm 44
2856] Müslim, Hacc 111, 144
2857] Müslim, Hacc 130, Heysemî, a.g.e. III/233
2858] Nesâî, Zekât 78
2859] -Fethu’l-Bârî 15/321-322-
2860] Buhârî, Enbiyâ 6, 26, İstitâbe 7; Ahmed bin Hanbel, Müsned III/353, 354, 355; Müslim, Zekât 142
2861] Buhârî, Tefsir 86
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 721 -
içlerinden gelen hoşlukla, tam bir teslimiyetle karşılamadıkları müddetçe mü'min değillerdir." 2862
Kezâ, zinâ suçunu işleyen kadınların cezâlandırılabilmesi için dört şâhit getirilmesini emreden âyetin2863 nüzûlü vesilesiyle vâki bir sual üzerine Hz. Peygamber'in, karısı ile yabancı bir erkek yakalayan kimsenin zânîleri öldüremeyeceğini, dört şâhitle mahkemeye mürâcaat edebileceğini beyan etmesi üzerine, Sa'd İbn Ubâde' nin: "Ey Allah'ın Rasûlü, hüküm böyle mi?2864 Yani ben karımla bir yabancaya yakalayıp da dört şâhit bulup gelinceye kadar dokunmayacağım ha?!" sorusuna Hz. Peygamber: "Evet hüküm böyledir" demesi üzerine Sa'd itiraz ederek: "Hayır, seni hak ile gönderen Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun, böyle birini görürsem hemen kılıcımla kellesini uçururum" der. Hz. Peygamber, İlâhî hükme karşı gelmeyi ifade eden bu ânî feverâna karşı: "Ey Ensar, ey Medineliler! Efendiniz Sa'd'ın ne dediğini işitiyorsunuz. Evet, Sa'd kıskançtır, ben ondan daha kıskancım, Allah ise benden daha kıskançtır"2865 cevabını verir. Cemaatten Sa'd'ın kıskançlığını te'yid eden bazı konuşmalardan sonra olacak, biraz yatışan Sa'd özür dileyerek şöyle der: "Ey Allah'ın Rasûlü, bu (söylediğiniz) haktır ve Rab Teâlâ'nın indinden gelmiştir. Fakat ben (ilk defa duyunca işte böyle bir) tuhaf oldum" der. 2866
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) büyük bir sabır ve müsâmaha ile karşıladığı feveranlar zaman zaman Hz. Ömer'den gelmiştir. Bunlar meyanında, bilhassa Hudeybiye Sulhü üzerine vaki olan itiraz kayda değdiği için az sonra etraflıca temas edeceğiz.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sert, haşin ve bazen rencide edici çıkışlara sabır, sükût, mülâyemet ve mümkün mertebe güleryüzle mukabele edişi, etrafındaki insanların dağılmalarını önlemeye yönelik idi. Bu davranışın O'nun başarısındaki büyük rolünü bizzat Kur'an-ı Kerim te'yid etmektedir. Nitekim yukarıda kısmî olarak kaydetmiş olduğumuz Hz. Peygamber'e müşâvere etmeyi emreden âyet şöyle der: "O vakit sen Allah'tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla (Allah'tan da) günahlarının affını iste, iş husûsunda onlarla müşâvere et." 2867
Dilimizdeki "insanın yere bakanı ile suyun duru akanından kork" sözü de, Hz. Peygamber'in sert ve hatta saygısızca itirazlara cesaret veren müsâmahalı davranışındaki hikmet ve maslahatı anlamaya yardımcı olabilir. İnsanlar muhâlefetlerini ifade edemezlerse birkısım gizli telakkilerin gelişmesinden ve beklenmedik zamanlarda tehlikeli patlamalar halinde ortaya çıkmasından korkulmalıdır.
3- Kararın Alınması: İstişârenin mühim bir safhası, müzakere edilen mevzû üzerine değişik görüşler serdedildikten sonra kararın alınması safhasıdır. Hz. Peygamber'in sünnetinde bunun çeşitli şekillerde yapıldığı görülür:
a- Ekseriyetin Re'yi: Uhud Harbi için yapılan istişârede karar böyle alınmıştır.
2862] 4/Nisâ, 65
2863] 4/Nisâ, 15
2864] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/238
2865] Heysemî, a.g.e. 4/328
2866] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî 11/232
2867] 3/Âl-i İmrân, 159
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Başta Hz. Peygamber (s.a.s.) olmak üzere yaşlılar düşmanın şehir içinde karşılanması fikrinde idiler. Ancak, çoğunluğu teşkil eden gençler bunu tezlil edici bularak erkekçe meydanda savaşmayı istiyorlar ve bunda ısrar ediyorlardı. Hz. Peygamber: "Öyleyse siz bilirsiniz" diyerek kabul etti. 2868
b- Görüşlerden birinin tercih edilip seçilmesi: "Bazı durumlarda Hz. Peygamber, beyan edilen görüşlerden birini oylamaya başvurmadan, şahsen tercih etmiştir: Bedir esirlerine yapılacak muamelede öyle olmuştur.
c- Kararı Tehir Etmek: Ortaya atılan görüşlerden hiçbirini kabul etmeksizin, durumun tavzihini zamana bırakma şekli de olmuştur. Namaz vaktini duyurmak için benimsenecek vasıta mevzûunda bu tarz uygulanmıştır. Sahabelerden bazısı çan çalmayı, bazısı ateş yakmayı, bazısı da boru öttürmeyi teklif ediyordu. Hz. Peygamber hiçbirini uygun bulmayarak kararı tehir etti. Ertesi gün Abdullah İbnu Zeyd'in rüyada ezberlemiş olduğu bugünkü ezan şekli benimsendi. 2869
d- İcbârî Karar: Hz. Peygamber'in hayatında, az da olsa müşâvirlere rağmen re'sen alınmış olan karara da rastlanır. Bunun en iyi misali Hudeybiye Anlaşması'dır. İstikbale mâtuf stratejik hedef ve gayelerini, zâhirî ve peşin görüntüsü sebebiyle anlamayarak "tezlil edici" bulan "Ashâb-ı Rasûl"ün hemen hemen tamamı2870 sulhtan memnun değildir. Öyle bir anlaşma yapmaktansa erkekçe savaşmak istiyorlardı, bu sulh ise zilleti kabullenmek gibi bir şeydi. Hz. Peygamber anlaşmanın mündemiç bulunduğu maslahat ve mes'ut neticeleri o anda açıklamayı mahzurlu telâkki ettiğinden olacak, bu sulhla alâkalı iknâ edici konuşma yapmaktansa, bu hususta sükûtu tercih edip, daha önce gerçekleşen vaadleri hatırlatarak bunda da hayır olduğu husûsunda etrafındakileri iknâya çalışıyordu. 2871
Özetle, Hz. Peygamber Hudeybiye'de peygamberlik otoritesine dayanarak itirazları susturdu ve bu anlaşmayı kabul ettirdi. Hz. Ömer'le, Hz. Peygamber arasında geçen konuşma hem ashabtaki memnuniyetsizliğin, hem de Hz. Peygamber'in ısrarındaki kararlılığın derecesini kavramak için kayda değer:
"Ey Allah'ın Rasûlü biz hak üzere, onlar da bâtıl üzere değiller mi?
"Şüphesiz öyle."
"Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil mi?"
"Şüphesiz öyle."
"Öyleyse niye dinimizde bu zilleti kabulleniyoruz? Allah bizimle onlar arasında (savaşla belirlenecek) hükmünü vermezden önce geri mi döneceğiz? (Olmaz böyle şey)!"
"Ey Hattab'ın oğlu, ben Allah'ın elçisiyim (ve O'nun emrine muhâlif de değilim)2872 ve Allah da ebediyyen bizi terketmeyecektir."
Hz. Ömer bundan sonra Hz. Ebû Bekr'in yanına giderek Hz. Peygamber'e
2868] Heysemî, a.g.e. 6/107
2869] Müslim, Salât 1; İbn Mâce, Ezan 1; Beyhakî, es-Sünenu’l-Kebîr, Haydarabad 1344, I/421
2870] Vâkıdî, a.g.e. II/607
2871] A.g.e., II/609
2872] A.g.e., II/609
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 723 -
söylediklerini ona da tekrar eder. Hz. Ebû Bekr de: "(Onun emrine uy, zira şehâdet ederim ki) O, Allah'ın Rasûlüdür ve Allah O'nu ebediyyen terketmeyecektir" cevabını verir. Arkadan Fetih sûresi iner, Hz. Peygamber sûreyi baştan sona Hz. Ömer'e okur. Hz. Ömer, "Yani bu bir fetih mi?" diyerek hâlâ devam eden üzüntü ve endişesini dile getirir. 2873
Isrardaki hatasını bilâhare anlayarak keffâreti için yıl orucu tutup, köleler âzad edecek olan Hz. Ömer başta olmak üzere, Hz. Ebû Bekir ve diğer pek çok sahâbî ittifakla Hudeybiye Sulhü'nün "İslâm'ın en büyük zaferi olduğunu" ifade edeceklerdir. 2874
Hülâsa, istişâre sonunda kararın alınmasında yegâne prensip, bugünkü Batı parlamenter sisteminde cârî olan parmak usûlü (demokrasi) değildir. Son söz; nazar-ı âmm, bilgi ve vukufiyeti başkalarına nazaran daha geniş olan esas mes'ul kişinindir, yani Hz. Peygamber'indir.
4- Şahsî Kanaatinde Direnmemek: Sünnette gelen mühim müşâvere örnekleri tetkik edilirse Hz. Peygamber'in müzâkereye sunduğu meselelerde şahsî kanaatlerinin benimsenmesi için, Hudeybiye Sulhü hâriç, çok ısrar etmediği görülür. Bedir'de seçmiş olduğu ilk savaş mevziini, Hubab'dan gelen teklif üzerine terkettiği gibi, Uhud Savaşı'nın Medine'nin içinde yapılması istikametindeki kanaatine rağmen gençlerin çoğunlukla "şehrin dışında" olmasını istemeleri üzerine de dışarı çıkmayı kabul etmiştir.
Bir başka iknâ edici misal Hendek Savaşı sırasında, imza safhasında bozulan bir anlaşmadır. Hz. Peygamber savaşın uzaması ve şehirde sıkıntının artması üzerine düşman cepheyi dağıtmak düşüncesiyle, bazı bedevi gruplarla cepheyi terketmeleri mukabilinde Medine hurma mahsulünden belli bir yüzdenin kendilerine verilmesi esasına dayanan bir anlaşma yapmak üzereydi. Mutabakat hâsıl olan anlaşmaya Medineli liderlerin: "Ey Allah'ın Rasûlü, bu, itaat etmemiz gereken bir vahiy değil de şahsî re'yin ise hayır... Onlar şimdiye kadar bizim hurmalarımızdan da parayla satın alarak veya ikramımız olarak yediler, bu ise bir zillettir. Allah seninle bize hidâyet verdi, şerefimizi artırdı bunu kabul etmeyiz..." derler. Bunun üzerine Hz. Peygamer "Bu İlâhî bir emir değildir, şahsî fikrimdir, size arzettim" diyerek fikrinden vazgeçer ve mutâbakat, imza safhasında bozulur. Râvîler, Hz. Peygamber'in bu itiraz karşısında üzüntü değil "memnuniyet" izhar ettiğini kaydederler.2875
Hz. Peygamber, fitne alâmetleri meyanında "Rey sahibinin kendi reyini beğenmesi"ni de zikretmek sûretiyle2876 istişâre meselesinde önemli bir prensibe dikkat çekmiş oluyor.
5- Müşâvirleri Gücendirmemek: İstişâre mevzûunda mühim bir husus da farklı ve bazen da birbirine zıd fikirlerin ortaya atılması sırasında liderin alacağı tavırdır. Zira fikirlerden birinin kabulü, diğerlerinin reddi demek olacağından buradaki farklı bir kabul veya red şekli, reddedilen fikir mensuplarını gücendirip yersiz bir muhâlefete sevkedebilir.
2873] Buhârî, Fardu’l-Humus 36; Vâkıdî, a.g.e., II/608
2874] Vâkıdî, a.g.e., II/607, -610
2875] Heysemî, a.g.e., 6/132; Üsdü’l-Ğâbe, II/357
2876] İbn Mâce, Fiten 21
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu endişeyi Hz. Peygamber'in hayatında bâriz bir şekilde görmekteyiz. Nitekim, Bedir esirlerine yapılacak muamele husûsunda cereyan eden istişâre sırasında müşâvirlerden gelen farklı görüşleri teker teker dinlendikten sonra, bunlardan sadece Ebû Bekir'in görüşünü muvâfık bulsa da diğerlerine de iltifat eder: "Ey Ebû Bekr senin misâlin Hz. İbrâhim'e benziyor. O, Allah'a kavmi hakkında şöyle demişti: "Rabbim bana uyanlar bendendir, uymayanlara gelince, sen af ve mağfiret edicisin."2877; "Ey Ömer senin de misâlin Hz. Nuh gibidir. O, kavmi için şöyle demişti: "Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden tek canlı bırakma."2878 Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Ebû Bekir'i Hz İsa'ya2879, Hz. Ömer'i Hz. Mûsâ'ya2880 benzetmeye devam ederek onların fikirlerine muvâfık gelen âyetleri okur ve her ikisini de fikirleri sebebiyle doğrular, takdir eder. 2881
Burada kaydı gereken bir durum Hz. Ömer'le alâkalı olarak rivâyet edilmektedir. O da, istişâre sırasında herkesin re'yini serbestçe söylemesi, rahatça münâkaşa edilmesi, ileri sürülen fikirlerdeki farklılıklar sebebiyle müşâvirlerin birbirine gücenmemesi gereğidir. Said İbnu'l-Müseyyeb der ki: "Ömer İbnu'l-Hattab ve Osman İbn Affân aralarındaki bir mesele için öyle bir nizâya girerlerdi ki, onları seyreden birisi: ‘Artık bunlar bir daha bir araya gelmezler’ derdi. Ancak, en güzel ve en tatlı bir şekilde ayrılırlardı." 2882
6- Tatbikat Sırasında Azim: İstişârede karar alındıktan sonra tatbikat sırasında tereddüde yer vermemek İslâmî istişârenin mühim bir vasfıdır. Bunun üzerine hassasiyetle ve ısrarla durulur. Karar safhasından sonra tereddüd ve çekingenlik kesin bir dille reddedilir. Bizzat Kur'ân-ı Kerim'de istişârenin emredildiği âyette istişârenin bu vasfı da belirtilir. Âyet şöyle: "...İş husûsunda onlarla müşâvere et. Bir kere de azmettinmi artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah, kendine güvenip dayananları sever." 2883
Uhud Harbi için gençlerin reyine uyularak şehir dışına çıkmaya karar verilip hazırlığa başlandıktan sonra bazı yaşlıların uyarısı sonucu gençler fikirlerinden caymışlardı, düşmanla şehir içinde karşılaşmayı kabullenmişlerdi. Zırhını giymiş bulunan Hz. Peygamber'e yeni gelişme intikal ettirilince, bu tereddüdü: "Bir peygamber giydiği zırhı savaşmadan çıkarmaz. Emrettiğim hususlara iyi bakın ve onlara uyun... Sabrettiğiniz takdirde zafer sizindir" diyerek reddeder. 2884
Burada şu noktanın da belirtilmesinde fayda var: İstişâre edilerek bir fikir benimsendikten sonra onun başarı veya başarısızlığına terettüp edecek sorumluluk sadece bu fikri teklif edene düşmez. Sorumluluk ortaktır. Nitekim Uhud Savaşı başarısızlıkla sona erince, Hz. Peygamber'in "harbi şehrin dışında yapalım" diyen gençlere herhangi bir ayıplamada bulunduğunu görmüyoruz.
2877] 14/İbrâhim, 36
2878] 71/Nûh, 26
2879] 5/Mâide, 115
2880] 10/Yûnus, 88
2881] Taberî, a.g.e., II/295; İbn Kesir, Tefsir, III/346
2882] Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e., 10/186-187
2883] 3/Âl-i İmrân, 159
2884] Vâkıdî, a.g.e., I/214
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 725 -
Batı Demokrasisi
Demokrasinin Tenkidi: İslâm'daki şûrâ ile Batı demokrasisini birbirine iltibas edenlere, içine düştükleri yanlışlığı göstermek için, demokrasiye bizzat Batılılar tarafından yöneltilen bazı tenkidleri hatırlatmada fayda umuyoruz.
René Guénon, Modern Dünyanın Bunalımı (La Crise du Monde Moderne) adlı eserinin altıncı bölümünde insanların Batı'da, birkısım telkin ve sahte fikirlerle teshir edilip aldatıldığını belirttikten sonra en ziyade laf kalabalığına getirilerek kitleleri aldatma vesilesi yapılan "demokrasi"ye sözü getirerek hülâsaten şunları söyler:
"Eğer "demokrasi", halkın kendi kendini idaresi şeklinde tarif edilirse, ortada gerçek bir imkânsızlık, fiiliyatta basit bir varlığı dahi görülmeyen bir şey kabul edilmiş olmaktadır. Bu şey sadece bizim zamanımızda değil, başka hiçbir devirde de vaki olmamıştır. Kelimeler bizi aldatmamalıdır. Esasen aynı adamların hem idare eden, hem de idare edilen kimseler olacağını kabul etmek aklen mütenakız bir düşünce olur. Zira Aristo mantığına göre, aynı bir varlık aynı zaman ve şartlarda bilfiil ve bilkuvve halinde olamaz. Halkın kendi kendini idare ettiğine dair boş hayalin kafalarda yer etmesi içindir ki "halkoyu" mefhumu icad edilmiştir. Bu icada göre, kanunu yapan şeyin ekseriyetin efkârı olduğu farzedilmektedir. Fakat burada gözden kaçan husus, efkâr-ı umumeyenin çok basit ve kolay bir şekilde yönlendirildiği ve şekillendirildiğidir. Her zaman, uygun telkinlerle önceden tesbit edilen şu veya bu istikamete onun tevcihi mümkündür. Biz şimdi efkâr-ı umumiye (kamuoyu) tekvin etmek (kamuoyu oluşturmak) tabirini kim uydurdu bilemiyoruz, fakat bu, tam bir gerçeği ifade ediyor. Ancak şûrâsı da muhakkak ki, görünürdeki idareciler efkâr-ı umumiyeyi tekvin etmek için lüzumlu olan vasıtalara her zaman sahip değiller."
Herhangi bir meselede fikrini beyan etmeye çağrılan halk içerisinden ezici çoğunluğu meseleyi anlamayacak kimselerin teşkil ettiğini, anlayanların sayıca çok az kaldıklarını ve binaenaleyh o meselenin kanunlaşmasında anlamayanların, liyâkatsizlerin rol oynadığını böylece kanunların meseleye vakıf olmayan kimselerce çıkarıldığını belirten Guénon: "Kanunu, ekseriyetin yapması gerektiği" fikrinin eşyanın tabiatı icabı fiiliyatta tamamen nazariyatta kalıp hiçbir tatbikî duruma tekabül etmemekten başka, temelden hatalı olduğunu söyler ve şöyle devam eder: "Bu fikrin en zahir kusuru az yukarda belirttiğimiz husustur, yani "ekseriyetin re'yi liyâkatsizliğin ifadesidir ve bu da haddizatında zekâ noksanlığından veya sırf cehaletten ileri gelir. Bu hususun daha iyi anlaşılması için "kitle psikolojisi" ile alâkalı bazı tesbitlerden istimdad edebiliriz: umumiyetle bilinen bir duruma göre, "bir kalabalık içerisinde nihai efkâr, kalabalığı teşkil eden fertler tarafından ileri sürülen fikirlerden, vasat seviyede olanlara göre bile değil, en aşağı seviyede olan fikirlere göre teşekkül etmektedir."
Guénon devamla, modern hükümetlerin ısrarla üzerinde durup, kendi meşruiyetlerinin yegâne kaynağı kabul ettikleri bu "en büyük çoğunluğun kanunu" prensibinin mâhiyetçe ne olduğunu belirtmeye geçer ve şöyle der: "Bu sadece ve sadece maddenin ve ezici kuvvetin kanunudur. Öyle bir kanun ki, onu esas alarak ağırlığıyla sürüklenen bir kitle, güzergâhında rastladığı her şeyi ezer geçer. İşte bu noktadadır ki "demokratik" telakki ile "materyalist" telakki arasındaki telâki (ittisal, birleşme) noktası ortaya çıkar. Bu telâkiyi hal-i hazır zihniyete
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
samimiyetle bağlayan şey de bu husustur. Bir başka ifadeyle bu, normal, tabii nizamın alt üst edilmesidir. Zira bu, çokluğun, çokluğu sebebiyle üstünlüğünü ilan etmektir, işte böylesi bir üstünlük sadece ve sadece madde dünyasında mevcuttur. Tersine, manevî âlemde, daha umumi olarak cihanşümul nizamda ise hiyerarşinin zirvesini birlik ve vahdet tutar. Zira vahdet, bütün çokluğun kendisinden çıktığı aslî prensiptir. Fakat, bu prensip bir kere inkâr edildi veya nazardan kaçtımı artık geriye, kendini bizzat maddeye rabteden kesret-i mahz (sırf çokluk) kalır." 2885
Aslî vasfı azınlığı çoğunluğa, keyfiyeti kemmiyete ve binnetice havassı avâma (yani seçkin zümreyi halk tabakasına) kurban etmek2886 olarak vasıflandırılan demokrasinin eşyanın tabiatına zıd olan ve "hiçbir devirde fiilî hayatta tatbikat bulamamış bir vehim ve hayal" ithamını yenmesine sebep olan yapısı sebebiyledir ki, bugün, her şeye rağmen demokrasiye hararetle taraftar olanlar tarafından belirtilen bir başka endişe mevzûbahs olmuştur:
Teknokrasi: Zâhirde demokrasi olsa bile fiiliyatta meselelere ve icraata yön veren, hâkim olan o meselelerden anlayan -ve halkın temsilcisi olmaksızın iş yapan- mütehassıs şahıslardır, teknik ekiptir. Demokrasinin bu noktadaki zaafı şöyle ifade edilmiştir: "(İcraatta bir bakanlık müdürü, bugün, astığı astık kestiği kestik, mesuliyetsiz bir müstebittir, milleti temsil eden bir meb'ustan hatta bizzat bakandan çok daha güçlüdür. Zira bu, siyasî dalgalanmalarla onlar gibi değişmez. Ve bu, üstelik teknik bir maharete de sahiptir ve öbürlerinin çoğu zaman mahrum bulundukları siyasî cambazlıklara da alışmıştır. Demokrasi bu durumda Teknokrasi girdabında batma tehlikesiyle başbaşadır."2887
Diğer bazı bilim adamları, devrimizde teknolojinin, "ânî karar verme"ye daha da ehemmiyet kazandırdığını, bu işte, acemi temsilcilerden ziyade, "mütehassıs teknisyenler"in mahâret ve selâhiyet sahibi olduğunu belirterek, en ziyade demokrat bilinen Amerika Birleşik Devletleri'nde bile parlamenterlerin, fiilen ortadan kaldırılmamakla birlikte, sessizce hükümsüz hale getirildiklerini ifade ederler. 2888
Halk iradesinin gerçek manada hâkimiyetine mani olan başka "baskı grupları" da vardır. Bunlardan bir kısmı gizlidir, bir kısmı açık. Açık olanlara ticarî, iktisadî teşekküller, meslekî cemiyetler (barolar, sendikalar, işverenler, emekliler ve benzeri cemiyetleri gibi) hususi menfaat grupları misal olarak zikredilebilir. Bunlar "çoğu kere hükümete baskın çıkarlar" ve "kanun yapıcının irâdesini kırarlar." 2889
Hemen belirtelim ki, burada gâyemiz demokrasi hakkında lehte veya aleyhte birkısım nazariyeleri açıklamak değildir. Ancak, Batı'nın uzun asırlar boyunca çetin mücadelelerle elde ettiği ve zamanımızın en müstebit idarelerini bile "demokratik" vasfına hararetle sahip çıkmaya sevkedecek kadar fevkalâde bir revaç ve teshir gücü kazanmış bulunan demokratik idarelere rağmen Batılı cemiyetlerde bunu da reddeden görüşlerin çıkış sebebini belirtmeye çalışıyoruz.
2885] Guénon, La Crise du Monde Moderne, pp 118-128
2886] A.g.e., p. 123
2887] Cuvillier, Manuelle du Sociologie, II/645
2888] Parkinson, L’Evolotion de la pensee Politique, Paris, 1964, II/305
2889] Cuvillier, a.g.e., II/645
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 727 -
İslâm'da Kanun Koyma Mekanizması: Demokrasi ile şûrâyı ayıran temel noktalardan biri bunlara tanınan yetkinin çerçevesinde kendini gösterir: Demokrasi. Guénon'un da açıkladığı üzere, çoğunluk adına iddiasıyla, hâkim (teknotrat) zümrenin -bu zümre üzerinde hâkimiyet kurmuş görünür-görünmez baskı güçlerinin tesiriyle- her çeşit kanunu yapma oyunudur. Şu veya bu kanunu yapamaz diye bir sınır yoktur. İslâm'da ise kanun koyma işi iktidarda olanlara tanınan bir hak değildir. Bu, farklı bir mekanizmadır. Şöyle ki:
1- Temel hakların korunmasına yönelik birkısım kanunlar var ki, bunlar Kur'an ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) tarafından tesbit edilmiştir; hiçbir devirde, hiçbir kimse tarafından kaldırılamaz, değiştirilemez, azaltılamaz, çoğaltılamaz. Zina, hırsızlık, katl, şarap içme, irtidad gibi ağır cürümlerin cezası böyledir. Bunlara hudud denir. Devlet bunları tatbikatla vazifelidir. Bunların tatbiki karşısında kimse kimseyi itham edemez. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” sözü buradan gelir.
2- (Kur’an’da ve sünnette hükmü bulunmayan hususlarda, Kur’an ve sünnetin genel ilkelerine ve onların ruhuna aykırı olmamak kaydıyla, düzenleme yapma yetkisini İslâm, insanlara vermiştir.) Yeni meseleler için kanun yapma işi, dindarlık ve ilmî yeterlilik gibi birkısım zor şartları nefsinde toplayan kimselere aittir. Kanun yapacak kişide bulunması gereken zaruri sıfatlar arasında "iktidarda olmak", "resmî vazifeli olmak" gibi sıfatlar yoktur.
3- Otoriteye itaat keyfiyeti sınırlıdır. Allah'ın emirlerine isyanı emreden hiçbir âmire itaat yoktur.
4- Dinin ferde tanıdığı tabiî hakları ortadan kaldırıcı kanun yapılamaz. Böylesi bir icraat var ise, bu meşrû olamaz, keyfîdir, zulümdür.
5- Din, ferde tanınmış olan tabii haklara uymayan, şahsî zararlara sebep olan zâlimane icraatlar karşısında -halka zarar verecek fitnelere sebep olmamak için- sabretmeyi tavsiye ederse de icraatcıyı zâlim ilân eder. İktidarda olana hiçbir sûrette kanunsuz icraatta bulunma selahiyeti tanımaz.
6- Sultan (iktidar sahibi, yönetici otorite) kanun önünde diğer fertler gibidir. Hiçbir hususi haktan istifade edemez. Meselâ bugün milletvekillerine tanınan teşriî ma'suniyet (dokunulmazlık) İslâmî sistemde yoktur.
7- İslâm, teşriat (kanun koyma) sistemiyle idare edilenleri, idare edenlere karşı koruduğu gibi, diğer birkısım teşriatıyla da başka zümreleri korumuştur. Şöyle ki:
a) Zekâtı farz etmek, faizi haram kılmak, sadaka ve diğer hayır işlerine, sadaka-i câriyeye teşvik gibi emirleriyle fakirleri zenginlere karşı korumuştur.
b) Çocukların temyiz yaşına kadar terbiyesini anaya vermek, büluğ yaşına kadar:
1) Nafakasını temin etmek.
2) Terbiye ve bir meslek öğrenimi dâhil olan talimini vermek gibi vazifeleri veliye, velisi yok ise devlete -kaçınılması mümkün olmayan- bir vazife, bir vecibe yapmak.
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3) Kezâ büluğ devresinden önce işlediği suçlar sebebiyle cezaî ehliyet tanımak.
4) Te'dib için dövmelerde gerek ebeveyne ve gerekse muallim ve diğer büyüklere üçten fazla vurma hakkı tanımamak gibi teşriatıyla çocukları korumuştur.
c) Kur'an-ı Kerim'in "anne ve babanızdan biri yanınızda ihtiyarlığa ererse onlara "öf" bile demeyin" âyetinde ifadesini bulan çeşitli teşriatıyla, "ihtiyarlarımıza hürmet etmeyen bizden değildir" gibi prensipleriyle yaşlıları korur.
d) Tarihte ilk defa çok evlenmeyi tahdid ve "biri tavsiye" etmek, kadınlara -bir iki hususi durum dışında- erkeklere tanınan hak ve vazifeleri aynen tanımak, miras, mülkiyet, boşanma gibi haklar tanımak, şahıslarına karşı işlenen suçların cezasını erkeklere karşı işlenen suçların cezasıyla bir tutmak ve hatta "cennet anaların ayağı altındadır", "sizin en hayırlınız eşine karşı en iyi davranandır" gibi teşriatıyla kadınları korur.
e) İlme yaptığı mükerrer teşvikleri, tefekkür ve düşünceye verdiği ehemmiyetle ilmi, ilim adamını korumuştur. Kur'an-ı Kerim kalemi, satırı, okumayı övmekten başka, "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" der. Hz. Peygamber alimle cahilin arasındaki farkı yıldızla güneş arasındaki , peygamberle peygamber olmayan bir kimse arasındaki farka benzetir. "İlim talep edenin geçtiği yere melekler kanatlarını gerer", "Bir saatlik tefekkür bin senelik nafile ibâdetten daha hayırlıdır" der. Keza "Alim verdiği hükümde isabet ederse iki sevab kazanır, yanılırsa bir sevab kazanır. Zira hüküm vermek bir ibâdettir, hüküm verme sevabını alır; yanılma (iradî olmadığı için) günaha sebep olmaz" diyerek hep ilme teşvik eder ve ilim adamını korur.
Şimdi sorabilir miyiz: Acaba hangi zümrenin "İslâm dini bizi ezmiştir" demeye hakkı vardır? Dinî kanunlar tarafından Batılı manada ezildiğini söyleyen bir zümre, bir kişi çıkabilir mi?
Ancak şu da bir gerçektir: Müslüman cemiyetlerde de ezenler ezilenler olmuştur. Fakat bu durumu din tahsin edip hoş karşılamaz, bilakis takbih eder, reddeder. Zalimane iş yapan hiçbir kimse, zulmünü meşrulaştıracak bir fetvayı dinde bulamaz. Din hiçbir zümreye özel ayrıcalık tanımaz. Zulmeden kimse sultan (devlet başkanı) bile olsa dinin bir hükmünü terketmiş olmaksızın yani günahkâr psikolojisine düşmeden herhangi bir zulme tevessül edemez.
Şu halde devlet reisinden aile reisine; çobandan evdeki hizmetçiye kadar bütün icraatçılar, dindar oldukları nisbette, kendi sorumlulukları dairesinde zulümden, haksızlıktan uzak olacaklardır. Bu sebeple İslâm tarihinde hakiki manada dindar fakat zâlim ve müstebit sultan örneğine rastlanmaz. Dindar fakat hodfüruş, mağrur, benlik sahibi, raiyyetine karşı zalim bir tek örnek bulmak mümkün değildir.
Bu söz, "İslâm tarihinde kötü idareciler gelmemiştir" mânâsına alınmamalıdır. Öyle olsaydı medeniyet gerilemez, Müslümanlar bu hallere düşmezlerdi. Hatta dindarların dindar olmayanlara karşı sayıca azınlıkta olduklarını söyleyebiliriz.
Batı'da ise durum bunun tersidir. Orada din namına her zümre ezilmiştir.
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 729 -
Çocuklar hususi himaye edici kanunlardan istifade etmedikleri gibi, 19. asrın sonlarına kadar büyüklerle bir muamele görmüşler ve ezilmişlerdir. Söz gelimi bir çocuğun işlediği suçun cezası idam gerektiriyorsa idam edilmiştir. Kadınlar yakın zamana kadar mülkiyet hakkına sahip olmadıkları gibi, asırlarca onlarda ruh var mı yok mu münakaşası yapılmıştır. Kilise "Allah namına icraatta bulunmak" selahiyetine dayanarak; asiller, kontlar ve krallar kanunlardan aldıkları hususi imtiyazlara dayanarak insanları ezmişlerdir. Bütün bu durumlar orada birbirine düşman kadın-erkek, devlet-vatandaş, kilise-sivil, patron-işçi vs. ikiliklerini varedegelmiştir. Bu meyanda, bütün insanlar kilisenin benimsediği bazı peşin hükümleri olduğu gibi benimsemeye, aklı kullanmamaya zorlandığı için, en ziyade ezilenler düşünen kafalar olmuş, ilim adamları olmuştur. Bu ezici durumlara karşı, ilk önce düşünen kafalardan gelmek ve kiliseye karşı olmak üzere muhalefet ve mücadeleler başlamış, kilise-devlet ayırımı (laiklik), insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları gibi birkısım haklar elde edilmiştir.
Bütün bu mücâdelelerin Batı şartları içerisinde belli bir haklılığı vardır, yapılması lazım olan şeyler yapılmıştır. Hatta, temelde isyan ve eskiye aksülamel yattığı için zaman zaman ifratlara kaçılmış olsa bile bu mücadeleleri Batı şartları içerisinde haklı görmemek mümkün değildir.
Hürriyet Telakkisi: Batı demokrasisi ile İslâmî şûrâyı ayıran temel noktalardan biri hürriyet telakkisinde yatar. Demokraside, fert her çeşit içtimâî değerlerin kaynağıdır. İslâm'da ise, "hakk"ın ve değerlerin, hayır-şer hükümlerinin kaynağı vahy-i İlahîdir. Kur'an ve peygamber (Kitap ve Sünnet) diye de ifade edilir. Ancak, peygamberin de vahiyle hükmettiği kabul edilir. Dolayısıyla bu meselede esas, şu âyettir: "Allah ve Peygamberi bir meselede hüküm beyan ettikleri vakit, gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min olan bir kadın (ona aykırı olacak) işlerde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah ve Rasûlü'ne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır." 2890
Öyle ise demokrasideki hürriyet anlayışı İslâm'da abdiyete/kulluğa yerini bırakır. Bir başka deyişle, biri insanî, ferdî dışında her çeşit değerleri reddederek, kişisel bütün değerlendirmelerin yegâne yetkilisi yaparak insanın kıymet ve hürmetini bu değer koyma hürriyetinde ararken, İslâmiyet bu yetkiyi sadece Allah'a verir, insan için en mümtaz kıymeti onun kulluk vasfında, yani Allah'ın koyduğu nizama uyma derecesinde arar.
Esâsen mü'min, İlâhî nizama samimiyetle inanan, Müslüman da, o nizama "teslim olan, uyan" demektir. Ferdiyetci, hümanist bir espri ile kişinin kendi düşüncelerini tebcil etmesi, kendi kanaatlerine göre iyi-kötü, hayır-şer hükümleri getirmesi Kur'ân-ı Kerim ifadesiyle kişinin hevâsını ilahlaştırmasıdır: "Hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir?" 2891
Âyette geçen "bilgisi olduğu halde" tabiri husûsiyetle üzerinde durulması gereken bir noktaya dikkat çekmektedir: Hevâsını tanrılaştıranlar, sıradan kimseler değil, "bilgisi olan" (entellektüel) kimselerdir, bu davranış o canibten gelecektir. Yine âyette, böylesi sapıkların irşadının çok zor olacağına işaret edilmektedir.
2890] 33/Ahzâb, 36
2891] 45/Câsiye, 23
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir diğer âyette, hevâya uymak, yani dinî ölçülere ters düşen ölçüler, değerler koymak bir başka ifade ile yukarıda açıkladığımız muhtevada bir ferdiyetçilik, sapıklıkların en büyüğü ilan edilir: "... Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevâsına uyanlardan daha sapık kim vardır?..."2892
Burada geçen "Allah'tan bir yol gösterici" ifadesini kabaca "dinî metod" olarak anlayabiliriz. Zira, ihtiyaç halinde, -izahı burada uzun kaçacak olan- belli şart ve kayıtlar tahtında ilim adamları da hüküm koyabilir, o takdirde bu hüküm de dinî olur. Dinin tesbit ettiği "metodoloji"ye uymadan konan hükümler "hevâ"dır, sapıklıktır.
Peygamberler de Hür Değildir: İslâm'a göre, sadece sıradan bir insanın değil, rehberlik vazifesi ile görevli olan peygamberlerin de aslî vasıfları kulluktur. En büyük insan kabul edilen Hz. Peygamber (s.a.s.) bile her şeyden önce "kul"dur. Bizzat kelime-i şehadete dâhil edilmiş olan O'nun "kul olmak" vasfı "elçi olmak" vasfından önde gelir (abduhû ve Rasûlühû). Hatta Hz. Peygamber, bu ifadedeki sırayı ters çeviren bir mübtedîye müdâhele ederek: "Hayır öyle değil, ben peygamber olmazdan önce kul oldum." der ve bu sıranın tesadüfî olmayıp, kasıtlı, düşünceli olduğunu ifade eder. 2893
Elçilik vasfı dışında o da diğer insanlar gibi bir insandır. İnsanlara dinî tebliğde bulunurken Allah'tan aldığını bildirir, artırmaz, eksiltmez, kendi hevâsından hiçbir şey söylemez, o her söylediğinde vahye dayanır, İlahî irşada istinad eder, İlahî iradeye uymayan hiçbir hükümde, değerlendirmede bulunmaz.2894 Nitekim Hz. Peygamber müşriklerden ve yahûdilerden gelen birkısım sualleri ânında cevaplamamış, vahiy beklemiştir.
İslâm dininin Peygamberi, İlâhî tasvib olmaksızın, kendi hevâsına göre dinî hüküm koyma selahiyetine sahip olmazsa, onun dışında kalan kimselerin böyle bir selahiyete sahip olmayacağı açıktır. Dolayısıyla hiçbir kimse, mesela ibâdetlerin zaman, miktar, şekil ve tarzlarını değiştiremeyeceği gibi, insanlar arasındaki mülkiyet hakkını, insanların mal, can, ırz dokunulmazlığını (dinin belirttiği şartlar tahtında olmaksızın) kaldıramaz. Sözgelimi âyet-i kerimede "Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki geçim rızıklarını aralarında biz böldük. Bir kısmını derecelerle diğerinin üstüne çıkardık ki, bir kısmı bir kısmını tutup çalıştırsın."2895 denmiş iken, çıkıp içtimâî sınıfları kaldırmaya kalkmak, olmayacak bir şeyi talepten öte, tanrılığını ilan etmek olur.
Hürriyet Alanı: Hakkullah (Allah’ın hakkı) denen, münhasıran ibâdetlere taalluk eden meselelerde, kul haklarına taalluk eden, âmmeyi (geneli, halkı) ve sosyal münasebetleri alâkadar eden meseleler dışındaki dünyevî hayatı ilgilendiren ve dinin sınır getirmediği meselelerde kul elbette ki serbesttir. Hz. Peygamber bunu: "Siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz" diyerek ifade etmiştir. Bizzat Kur'an'daki "aklınız yok mu?", "hiç düşünmez misiniz?", "tefekkür edin" gibi pek çok âyetlerle mü'minler ilmî keşiflere, tabiatın ve eşyanın sırlarını çözmeye teşvik edilirler.
2892] 28/Kasas, 50
2893] Babanzâde Ahmed Nâim, Tercid-i Sarih Tercümesi, D.İ.B. Y. Ankara, 1957, II/880 (Dipnotta)
2894] 5/Mâide, 67; 53/Necm, 3
2895] 43/Zuhruf, 32
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 731 -
Şu halde dinin koyduğu tahdidler/sınırlandırmalar ibadetler, değer hükümleri ve beşerî haklarla alâkalıdır. Bunlar dışında kalan ilmî keşifler, medenî ilerlemeler, teknik icadlar tahdidin dışındadır ve bu sahalarda yeniliklere, araştırmalara fazlaca teşvikler yapılmıştır. Nitekim dinî emirlere hakkıyla uyulan devirlerde Müslümanlar ilim, teknik ve medeniyette fevkalâde ilerlemeler kaydettiler, keşiflerde, icadlarda bulundular. Bütün dünyanın hayran kaldığı İslâm medeniyeti, bu medenîleştirici ruhun tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Zamanımızdaki Batılı araştırıcıların ifadesiyle bugünkü Garp medeniyeti de İslâm medeniyetinin bir eseri olarak vücuda gelmiştir.
Sınırlamanın Gâyesi: Dinî sınırlamaların bir gâyesi, fıtratında hayvanlarda olduğu şekilde birkısım sınırlar bulunmayan insanlığı, ifrat ve tefritten koruyarak medeniyetin ilerlemesine en uygun bir vasatta tutmayı gaye edinmektir. Nitekim beşerî münasebetlerle alâkalı değerlendirmeler insanlara bırakılınca, insanlar adedince farklı ve birbirine zıt değerlendirmeler ortaya çıkmış ve beşerî huzur yok olmuştur. Aslında insanlık değerlerden boşaltılmış olmuyor, atılanların yerine yenileri, beşerî olanları konuyor.
İslâm'ın ahkâm koyma işinde insanlara yetki tanımayışının mühim bir sebebi, üzerinde ısrarla durulması gereken bir gayeye matuftur. Bu gaye de insanların, insanlar tarafından sömürülmesini, en azından, idare edilenlerin, idare edenler tarafından sömürüldükleri husûsunda, birçok sosyal fesâdın kaynağı olabilecek bir duyguyu "sömürülme kompleksi"ni önlemektir.
Batıdaki ihtilallerin, isyanların temelinde bu duygunun yattığını geçmiş bahislerde gördük. Batılı, her devirde idare edenler tarafından sömürüldüğüne inanmış, bu duygunun altında ezilmiş, onun sevkiyle idare edenlere karşı isyanlar etmiştir.
Sömürüden kurtulma yolunda kilise hâkimiyeti, feodalite, krallık, demokrasi hepsini birer birer denemiş, hepsine isyan etmiş ve görmüştür ki, Batı'da iktidarı ele geçirenler kanunları kendi menfaatleri doğrultusunda yapmaktadırlar.
Bu Batılı tecrübe, Batı insanını "idarenin, otoritenin, hiyerarşinin olduğu yerde kaçınılmaz şekilde sömürme var, insanların şahsiyetini ezme var" müşahedesine götürmüş ve "her çeşit otoriteyi reddetme" noktasına, devlet, kilise, mektep, aile, baba, büyük gibi hiyerarşi ve otorite odaklarının tamamını ortadan kaldırma düşüncesine getirmiştir.
"Tabiat boşluğu sevmez" kanununca, nizamsız bir medenî hayat olamayacağına göre, Batının bu son talebi ya Batı'yı tamamen batıracak veya asırlardır aradığı manayı tabiatında taşıyan İslâm'a gelmesine sebep olacaktır. Zira "gerçek İslâm insanın insan tarafından sömürülmesi" değil, "insanların hepsinin yaratıcısı olan Allah tarafından hepsine eşit şekilde tatbik edilmesi için konan ahkâm" mânâsını taşımaktadır. 2896
İslâm'da Kadınlarla İstişâre
"İslâm'da istişâre" mevzûu açıldığı vakit her seferinde, mevzû üzerine gelen suallerden biri "kadınla istişâre" meselesidir, bunun da sebebi muhtemelen, bu
2896] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: c. 16, s. 124-158
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mesele hakkında verilen ana fikrin, dinleyenler tarafından çoğunlukla bilinen ve bir bakıma umumi kültür halini almış bazı mevcut malumata ters düşmesidir. Umumiyetle şu soruyla karşılaşırız: "Kadınlarla istişâre edin, fakat onların sözüne uymayın" diye sahih bir hadis var mı? Bu konuda esas nedir? Kadınlarla istişârenin hükmü nedir?"
Hemen kaydedelim ki, kadınla istişâreyi mutlak bir ifade ile reddetmek hem Kur'an ve hem de sünnette gelmiş bulunan birkısım muhkem naslara aykırıdır. Açıklayalım.
1- Kur'an'a Göre: Kur'ân-ı Kerim'de, kadınla istişâreyi ne sarahaten ne de zımnen men eden bir âyet vardır. Aksine bazı meselelerde kadınla istişâre emredildiği gibi, muhtelif istişâre örnekleri de vardır.
a- Çocuğun süt emme müddeti Kur'an-ı Kerim tarafından iki yıl olarak tesbit edildikten sonra, aynı âyetin devamında, anne ile baba, aralarında istişâre ederek, daha önce de sütten kesebilecekleri belirtilir: "Ana-baba aralarında istişâre ederek ve anlaşarak (daha önce) sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur." 2897
b- Boşanan kadın ve erkekle ilgili olarak gelen bir âyette, yine çocuğun emzirilmesi meselesinde bu işi bizzat annenin varılacak mutabakatla, ücretle yapabileceği belirtilir: "Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin, aranızda uygun bir şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın emzirebilir." 2898
c- Kadınla istişâre bahsini münakaşa eden âlimler tarafından da delil olarak zikredilen, daha ikna edici bir diğer Kur'anî delil Hz. Mûsâ'nın çoban olarak tutulması için Hz. Şuayb Peygamber'e, kızı tarafından yapılan teklifi içeren âyettir: "İki kadından biri: ‘Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır’ dedi."2899 Hz. Şuayb, kızı tarafından yapılan bu teklifi kabul eder ve Hz. Mûsâ çoban olarak tutulur.
d- Kur'an-ı Kerim'de verilen çeşitli istişâre örneklerinden biri Sebe Melikesi (Belkıs) ile alâkalı, Belkıs, Hz. Süleyman'dan tehdidkâr bir mektup alır. Bunun üzerine, askerî komutanlarının da hazır bulunduğu bir mecliste müzakere açar ve fikirlerini sorar: "Ey ileri gelenler! Ben Süleyman'dan mühim bir mektup aldım. Bismillahirrahmanirrahim diye başlıyor ve "Sakın bana asi olmayın, teslim olarak bana gelin" diyor. Ey ileri gelenler! Vermem gereken emir husûsunda bana fikrinizi söyleyin. Siz benim yanımda hazır bulunmadıkça bir iş hakkında kesin bir hüküm vermedim." 2900
İstişâre adabı yönünden mühim bir örnek olan bu sahnenin devamını kaydetmede fayda var. Meclisteki komutanlar şu cevabı verirler: "Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, (siyasetten fazla anlamayız) emir senindir, sen emretmene bak!" Hanım lider kararını verir: "Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri vakit orasını tahrib edip bozarlar, şerefli ahalisini de zelil kılarlar. (Süleyman'ın askerlerinin de) yapacakları budur. Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım." 2901
2- Sünnete Göre: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinde de durum Kur'an’dakine
2897] 2/Bakara, 233
2898] 65/Talâk, 6
2899] 28/Kasas, 26
2900] 27/Neml, 30-32
2901] 27/Neml 33-35
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 733 -
yakındır. Zira Rasûlullah da birkısım meselelerde kadınlarla istişâreyi mükerrer hadislerinde emretmiştir. Ayrıca birçok kereler kadınlara da başvurup, görüşlerini aldığı ve onlarla amel ettiği de Ashab tarafından rivâyet edilmiştir. Ama ne var ki, kadınlarla istişâreyi yasaklayan birkısım zayıf rivâyetler de vârid olmuştur. Nitekim, konuya girerken kaydettiğimiz soruda zikredilen muhtevâ, böyle bir rivâyetin tercümesidir. "Kadınlarla istişâre edin, fakat onlara muhalefet edin."2902
Münâvî tarafından "muteber bir aslının olmadığı" belirtilen bu rivâyeti2903 genişçe tahlile tabi tutan Sehâvî, el-Makaasıdu'l-Hasene'de şu bilgileri kaydeder: "Ben bu sözün Hz. Peygamber'e nisbet edildiğine hiçbir yerde rastlamadım. el-Askerî, Hz. Ömer'e nisbet edilen, bu söze yakın şu rivâyeti kaydeder: "Kadınlara muhâlefet edin. Zira onlara muhâlefette bereket vardır." İbn Lâl, içinde çok zayıf râvîden başka inkıtânın (yani kopukluğun) da yer aldığı bir senedle -ki aynı senedle hadisi ed-Deylemî de rivâyet etmiştir- şu rivâyeti kaydeder: "Enes'in rivâyetine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç kimse istişâresiz bir iş yapmasın. Şâyet kendisine fikir verecek birisini bulamazsa, bir kadınla istişâre etsin, ama ona muhâlefet etsin. Zira kadına muhâlefette bereket vardır." 2904
Bu mevzûda kitaplarda rastlanan ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) nisbet edilen diğer bir rivâyet de Hz. Aişe ve Zeyd İbnu Sabit'ten gelmektedir: "Kadınlara itaat pişmanlıktır." Ne var ki, âlimler bunun da "sahih" değil, "zayıf" (ve bazısı da mevzû) olduğunu belirtirler. 2905
Ancak, aynı mânâyı ifade eden, zayıf da olsa başka rivâyetler de gösterilebilir (Üsdü'l-Gâbe 2, 205; 6, 275, Suyûti, el-Leali'de -II/174-: "Kadınlara itaat ettiği zaman erkekler helâk olmuştur" rivâyetini de kaydeder. Suyûtî bu rivâyeti, Taberânî ve Hâkim'in tahric ettiğini, Hâkim'in hadise "sahih" hükmünü verdiğini belirttikten sonra şahsî kanaatini belirtmez ve bahsi "Allahu a'lem -doğruyu Allah bilir- sözüyle kapar.).
Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: "Hadis ilminin umumi prensiplerinden birine göre, zayıf hadisle de amel edilebildikten başka, bir mevzûda birkaç tane zayıf hadis var ise, bunlar birbirlerini kuvvetlendirir ve ayrıca "sahih bir asla" dayandıklarını gösterir. Şu halde, bu meselede aynı prensip mûteber olamaz mı?"
Cevap: Evvelâ, zayıf hadisle (âlimlerin bazılarına göre) amel edilebilir, bu doğrudur. Ancak, zayıf bir hadisle amel edebilmek için, zayıf hadisin âyete veya sahih hadise muhâlefet etmemesi, bir bakşa ifade ile o mevzûda zayıf hadisten başka "nass"ın bulunması lâzımdır. Yukarıda görüldüğü üzere, "Kadınla istişâre etmeyin" ifadesi değil sahih hadislere, bizzat Kur'an'a aykırıdır.
İkinci olarak; Bu mevzûdaki zayıfların birbirini destekleyip kuvvetlenmeleri ve bir "sahih asl"a delalet etmeleri meselesine gelince, sözkonusu rivâyetlerin ifade ettiği manayı "mutlak" değil "mukayyed" olarak alırsak cevap müsbet olabilir. "Kadınlarla istişâre edin ve fakat muhalefet edin" veya "kadınlara itaat pişmanlıktır", "kadınların re'yi ile amel kalbi ifsad eder" gibi rivâyetler
2902] Aslında, bu rivâyete ciddî hadis kitaplarında rastlanmaz.
2903] Münâvî, Feyzu'l-Kadir 4/263
2904] Sahâvî, el-Makaasıdu'l-Hasene, s. 248-249
2905] Keşfu'l-Hafâ, II/3; Geniş bilgi için, Bk. Münâvî, a.g.e., 4/262-63
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söylendiği şekilde yani mutlak olarak alınınca, "hiçbir meselede, hiçbir sûrette, hiçbir kadınla istişâre etmeyin" mânâsı çıkar. Hâlbuki en azından bazı meselelerde istişârenin bizzat Kur'an-ı Kerim'de emredildiğini gördük. Sünnette gelen deliller ise daha çoktur.
Sünnette Nazarî Beyan: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatında kadınlarla istişâre örnekleri eksik değildir. Burada da, örneklere geçmeden önce, istişâreyi mutlak bir tarzda nehyeden ifadeleri cerh ve reddedici mâhiyette olan bazı rivâyetleri kaydedeceğiz. Bunlar bazı meselelerde "kadınlarla istişâre etmeyi" emretmektedir:
"Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişâre edin." 2906
"Kızları husûsunda kadınlarla istişâre edin." 2907
"Bâkire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşâvere etmelidir." 2908
"Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalı." 2909
Görüldüğü üzere, özellikle evlenme gibi şahsî bir meselede fikrinin alınması ve ona uyulması, tekrarla, ısrarla talep edilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen birkısım nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir.2910 Rasûlullah'ın bu çeşit tatbikatını esas alan cumhur, kızın rızası hilafına yapılan nikâh akitlerinin bâtıl olacağına hükmetmiştir. 2911
Bir erkek şüphesiz, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde "istişâre etmek"le kayıtlı ve me'mur değildir. Bu hususu te'yid eden bir rivâyette "Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınlarla bile istişâre eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi" denmektedir.2912 Bunun aksini ifade eden, yani kadınlarla istişâre edip de beyan edilenin aksini yaptığını tespit eden rivâyete rastlamadık. Tirmizî'de "kızıl rüzgâr"la alâkalı hadiste geçen "kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder" cümlesinde kılınan husus, kadınla yapılan istişâre değil, annenin ihmal ve istiskal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste, "... babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir" denmektedir.2913
Sünnette Fiilî Örnekler: Kadınla istişâre husûsunda nazarî beyanlardan başka, fiilî örnekler de mevcuttur:
1- İlk örnek olarak, nübüvvetin bidâyetlerine ait bir vak'ayı zikredebiliriz. Rasûlullah (s.a.s.) henüz peygamberliği husûsunda bilgi ve yakin sahibi değilken, o safhaya hazırlayıcı mahiyette geçirmekte olduğu İlahî terbiye icabı, sık sık birkısım harika durumlara mazhar oluyor ve bunlardan ciddi şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra, gördüklerini ve hissettiği korkuyu muhterem zevceleri Hatice-i Tahire validemize açtılar. Vâlidemiz (radıyallahu anhâ), Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle
2906] Üsdü'l-Ğâbe, 4/15
2907] Ebû Dâvud, Nikâh 24
2908] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
2909] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
2910] Buhârî, İkrâh 4
2911] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî 15/351; Azimâbâdî, Avnu'l-Mabud 6/119
2912] İbn Kuteybe, Uyûnu'l-Ahbâr 1/27
2913] Tirmizî, Fiten 38
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 735 -
teselli etti: "Korkma, Allah seni asla mahcup etmez. Zira sen akraba hukukunu gözetir, muhtaçlara yardım, fakirlere iyilik, misafirlere de ikram edersin..."2914
2- Değişik bir örnek "ifk (iftira)" hâdisesiyle alâkalıdır. Âyet-i kerime ile iç yüzü ortaya konan ve kitaplarımızda teferruatıyla açıklanan ifk yani Hz. Âişe vâlidemize (radıyallahu anhâ) münâfıklarca yapılan iftira hâdisesi üzerine Rasûlullah (s.a.s.) zevce-i tâhireleri hakkında geniş bir tahkikat açmıştı. Bu tahkikat sırasında, sadece Hz. Ali gibi ileri gelenlerin değil, Berire -ki Hz.Aişe'nin cariyesi idi- gibi cariye bir kadının da fikrine mürâcaat etmişti.2915
3- Üçüncü örnek, diğerlerinden hem daha meşhur, hem de mühim bir istişâre hâdisesidir. Kadınla istişâre meselesini ele alan âlimler, istişârenin caiz olduğunu söylerken, delil olarak bunu kaydeder. Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hudeybiye Sulhü sırasında zevcesi Ümmü Seleme'nin tavsiyelerine uymasıyla ilgili vak'a. Kısaca özetleyelim:
Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar, başlarında Rasûlullah (s.a.s.) olduğu halde, umre yapmak kastıyla Mekke'ye müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekkeli müşrikler, ziyarete müsaade etmezler. Fakat Müslümanlarla aralarında Hudeybiye sulh anlaşması yapılır. Anlaşma tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber yanındakilere: "Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı traş edin" emrini verir. Ne var ki Kâ'be'yi tavaf için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevasından memnun olmadığı için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek gibi diğer menasiki de yapmaktan imtina ederler.
Rasûlullah emri üç kere tekrarlar. Ashab yine de şaşkın şaşkın bakınmakla mukabelede bulunurlar. Rasûlullah son derece öfkeli halde, çadırına, zevce-i pakleri Ümmü Seleme validemizin (r. anhâ) yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer:
"Neyin var ya Rasûlallah?"
"Hayret ey Ümmü Seleme! Ben insanlara ısrarla ‘Kurbanlarınızı kesin, traş olun, ihramdan çıkın!’ diye emrettim, hiç kimse bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri halde sadece yüzüme bakıyorlar."
"Ya Rasûlullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlaka sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir."
Bu tavsiye üzerine Rasûlullah (s.a.s.) gider ve kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme validemizin (r. anhâ) dediği gibi, Rasûlullah'ı gören Ashab-ı Güzin de teker teker kalkıp kurbanlarını keserler. 2916
İmâmu'l-Harameyn, bu hâdiseyi yorumlarken: "Beyan ettiği fikirde isabet etmiş Ümmü Seleme'den başka kadın bilinmiyor" demiş ise de, kendisi yukarıda zikri geçen Hz. Şuayb'ın kızı örnek gösterilerek tenkid edilmiştir. 2917
Ashab'tan Örnek: Kadınla istişâre meselesindeki ıtlakı kaldırıp, tereddüdü izale edecek birkaç örneği de Ashab'tan kaydedelim:
2914] Buhârî, Bed'ü'l-Vahy 1
2915] Buhârî, Şehâdât 16
2916] Vâkidî II/613
2917] Keşfu'l-Hafâ 2, 3
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1- Birincisi, umumiyetle bilinen bir vak'adır. Hz. Ömer, bir cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mehir için, bir tahdid getirerek, mübalağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman, cemaatte bulunan bir kadın âyet okuyarak: "Ey Ömer, Allah "Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük altın vermiş olsanız bile, ondan bir şey almayın..."2918 diyerek sınırlamazken, sen nasıl sınır koyarsın?" diye müdâhale eder. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.): "Bir kadın isabet, bir erkek hata etti, bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti" diyerek kendi iddiasından rücu edip kadının görüşüne uyar. 2919
2- Şu kaydedeceğimiz misal mevzûmuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir gece teftişinde, Hz. Ömer (r.a.), kocası cihada gitmiş olan bir kadının "bekârlıktan" yakındığını işitince, kızı Hafsa vâlidemize (ve kadınlardan tecrübeli olanlara2920 mürâcaat ederek: "Kızım (söyle bakayım), bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir?" diye sorar ve aldığı cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak tahdid eder/sınırlar.2921
3- el-İsâbe'de İbnu Hacer'in kaydettiği bir rivâyet, istişâreye son derece ehemmiyet veren Hz. Ömer’in (r.a.), zaman zaman, akıl ve faziletce üstün, okuma yazma bilen bir kadın olan Şifa Bintu Abdillah'a da mürâcaat ettiğini ve hatta onun re'yini başkalarının reyine tercih edip, uyduğunu belirtir.2922
4- Hâlid İbn Velid de, bazı meselelerde, kızkardeşi Fâtıma Bintu'l-Velid ile istişâre etmiştir.2923
5- En mühim örneklerden biri, Abdurrahman İbnu Avf'ın Hz. Ömer’den sonra halife tesbitindeki tutumudur. Hz. Osman'ı belirlerken üç gün herkesten fikrini sormuş bu meyanda kadınların da görüşünü almayı ihmal etmemiştir. İslâm'da kadınların rey hakkı meselesine en mükni örnektir. 2924
Meselemizi rivâyetler açısından hülasa etmek gerekirse, kadınla istişâreyi kesinlikle yasaklayan muhkem bir nass mevcut değildir. Üstelik cevazına delalet eden rivâyetler çoktur. Kur'anî örneklerden başka, bizzat Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in ve birkısım meşhur sahabilerin hayatlarında, kadınla istişârenin fiilî örnekleri vardır. Aleyhte gelen zayıf hadislerin sahih bir asla delalet edebilme ihtimaline karşı da "Yasağı mutlak değil, mukayyed olarak anlamak gerekmektedir" deriz.
Bu Meselede Temel Prensip: Kadınla istişâre meselesini, istişâre adabı üzerine, âlimlerin sünnete dayanarak tesbit ettiği umumi prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden olarak, müşâvirin "liyâkat"ı üzerinde ısrarla, ittifakla durulmuştur. Öyle ise istişâre etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi ve tecrübesiyle alâkalı değilse elbette ona mürâcaat fayda değil, zarar getirebilir. Nitekim Münavi, "Kadınlara itaat pişmanlıktır" rivâyetini -zayıf
2918] 4/Nisâ, 20
2919] Bk. Bâkillânî, et-Temhîd s. 199
2920] Said İbn Mansur, Sünen II/186; Bâkillânî, a.g.e. s. 198; İbrahim Canan, Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, s. 526-527
2921] İsâbe 4, 341
2922] Üsdü'l-Ğâbe, 7/233
2923] İbn Kesir (v. 774), el-Bâisu'l-Hasis, Beyrut, 1951, s. 183
2924] Said İbn Mansur, Sünen II/186; Bâkillânî, a.g.e. s. 198; İbrahim Canan, Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, s. 526-527
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 737 -
olduğuna dikkat çekmekle beraber- "erkeklere ait işlerde" diye kayıtlar. 2925
Liyâkat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü, ihtisas, tecrübe ve alâka gibi mürâcaatı meşru ve gerekli kılan bir vasfı taşımadıkça, sırf "erkek olduğu için" erkeğe mürâcaat hiçbir alim tarafından tavsiye edilmemiştir. Yukarıda kaydedilen misallerde, Hz. Şuayb'ın kızının, o meselede bilgi ve dirâyet sahibi olduğunu gösteren rivâyetleri müfessirler kaydederler. 2926
Şu halde liyâkatli olan herkes, kadın veya erkek, istişâreye layıktır. Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil liyâkattır.
Haklı Cihet: Şûrâsı da bir gerçek ki, kadınlar, fıtrî durumları icabı, çoğunlukla, erkeklere nazaran daha hissî, daha acelecidirler. Binnetice, görüşlerinde objektivite ve hasbilik ihtimali daha zayıftır. Bu sebeple, onlarla istişâre mevzûunda daha bir ihtiyatlı hareket etmek gerekir. Nitekim, beşerin tarihî tecrübesi, kadınların nüfuz ve hâkimiyet kurduğu sarayların, çeşitli entrikalarla kaynayarak "devletleri ve saltanatları fesada götürdüğünü" tesbit etmiştir. 2927
Öyleyse, kadınlarla istişâreyi yasaklayan rivâyet, bu beşerî tecrübenin, hadis formuna dökülmüş, öfkeli ve mübalağalı bir ifadesi olabilir, mutlak bir hakikat değil. Hadis olduğuna hükmedenler de mefhumunu kayıtlayarak almaya mecburdurlar, ıtlakı üzere değil. Doğruyu Allah bilir. 2928
İstişârenin Önemi
Yaratılış itibarıyla (fizikî ve ruhî açıdan) birbirlerine bağımlı olan insanlar, cemiyet halinde yaşamak durumundadırlar. Hz. Âdem’den (a.s.) itibaren her cemiyette mutlaka bir otorite (iktidar) ve o otoriteye bağlı kitleler vardır. İnsanlığın ilerlemesini veya düşüşünü belirleyen faktörlerin başında; siyasî iktidarların, kendilerine itaat eden insanları yönlendirmeleri gelir. Bir misâl verelim: Tren; sürücüsünün istediği yönde hareket eder. Raylar döşenmiştir. Yolcular ona tâbidir. Eğer başka bir yöne gitmek istiyorlarsa ya treni, ya sürücüyü değiştirmek mecburiyetindedirler. Bu misalden de anlaşılacağı üzere insan medeniyetinin yönünü, siyasî iktidar ve kudret sahipleri belirler. Elbette bütün toplumlarda hem iktidar, hem muhalefet cephesi vardır. Ancak iktidar sahipleri; bütün kaynakları kontrol ettikleri için, insanların düşüncelerini ve davranışlarını bile şekillendirebilirler. Sosyal mücadele içerisinde insanların birbirleriyle müşâveresi ve ortak hareketleri daima gündemdedir. Dolayısıyla şûrâ veya müşâvere İslâmî birer kavram değil, sosyal mücadelelerde daima mürâcaat edilen bir usûldür. Sadece müslümanlar değil, kâfirler de birbirleriyle müşâvere etmek ihtiyacını hissederler. Bazı çevreler "Efendim!.. Şûrâ gibi bir İslâmî kavramı harcamayalım. Bizim şûrâ üyesi olacak ehliyetimiz yoktur" derken, meseleye vâkıf olmadıklarını ortaya koymaktadırlar. Şimdi önce "şûrâ nedir?" sualine cevap arayalım. Daha sonra Kur'ân-ı Kerîm'de kıssalar yoluyla verilen müşâvere örneklerini gözden geçirelim.
Arap lisanında işaret masdarı "ilâ" ile kullanıldığı zaman "el veya göz yahud da kaş ile imâ etmek" anlamına gelir. Aynı kelime "alâ" ile kullanıldığında ise
2925] Feyzu'l-Kadir 4, 262
2926] İbn Kesir 5/273
2927] Feyzu'l-Kadîr, 4/263
2928] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 16, s. 158-166
- 738 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"emretmek ve re'y vermek" mânâsını ifade eder. Bu anlamda müşâvere işaret almak demektir. Müşâvere, şivar, meşveret, meşûrâ, meşvûra; aynı kökten türemiş kelimeler olup "danışıp işaret almak, rey almak ve bir mesele hakkındaki görüşünü sormak" mânâsınadır. Toplanıp meşveret eden cemaate şûrâ denilir. 2929
Meşûrâ kelimesi ise teknik istişâre mânâsınadır. Gelişi güzel herhangi bir kimsenin fikrine mürâcaat etmeyip bizzat istişâreye ehil olan kimseleri seçmek ve ihtisasa hürmet etmek önemlidir. Herhangi bir problemle karşılaşan kimse; o problemini çözecek eğitim düzeyine sahip ve tecrübeli şahıslara öncelik verir. Herhangi bir suç isnadıyla mahkemeye verilen kimse, o sahada mâhir bir avukat bulmaya gayret sarfeder. Meselesini onunla istişâre eder. İşte bu fiile meşûrâ (teknik istişâre) denilir. Herhangi bir hastalığa tutulan kimse için de aynı usûl geçerlidir. Mutlaka hastalığı konusunda ihtisas yapmış bir doktoru tercih eder. Sosyal mücadelelerde de durum farklı değildir. Allah Teâlâ (c.c.) ihtisas sahibi kimselerden faydalanmanın şeklini anlatmak üzere; Sebe Kraliçesi Belkıs'ın, çevresindeki ileri gelenlerle (mele topluluğu) nasıl müşâvere ettiğini haber vermiştir. Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'den. bu olayı birlikte okuyalım: "(Süleyman, Hüdhüd kuşuna hitaben) Dedi ki; ‘Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Şu mektubu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan ayrıl ve onların verecekleri cevabı bekle. (Sebe Kraliçesi) Dedi ki; ‘Ey Mele (ileri gelenler topluluğu), bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O muhakkak Süleyman'dandır ve şöyle (demekte)dir: Rahman ve rahim olanın (Allah'ın) adıyle.. Bana karşı baş kaldırmayın.
Allah'a teslimiyet göstererek bana gelin! (Kraliçe) şöyle devam etti: ‘Ey Mele!.. bana bu meselede akıl (rey) veriniz. Sizin şâhid olmadığınız hiçbir emirde (umumla ilgili meselelerde tek başıma) karar vermem. (Onlar-mele topluğu- düşünüp, şöyle) Dediler: ‘Biz güç ve kuvvet sahipleri, çetin savaş erbabıyız. Emir sana aittir. Bize ne emredeceksen emret! (Kraliçe) Dedi ki: ‘Şüphesiz ki hükümdarlar bir memlekete girdiklerinde orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de, (elçiler) ne ile dönecekler bakayım. Bunun üzerine vaktâki (o gönderilen heyet) Süleyman'a geldi. (Süleyman) Dedi ki: ‘Siz bana mal ile mi yardım ediyorsunuz? İşte Allah'ın bana verdiği (ni'metler ki onlar) size verdiğinden daha çok hayırlıdır. Belki siz hediyenizle böbürlenirsiniz. Dön onlara!.. Andolsun önüne geçemeyecekleri ordularla gelir, onları hor ve hakir oldukları halde, oradan (memleketlerinden) çıkarırım. (Sonra Süleyman) Dedi ki: ‘Ey Mele!.. (İleri gelenler topluluğu) onun tahtını kendileri (Allah'a) teslimiyet göstererek gelmelerinden evvel, hanginiz bana getirir? Cinnilerden bir ifrit: ‘Sen makamından kalkmadan ben onu (tahtını) sana getiririm. Buna da muktedir ve eminim dedi. Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan (zât, Asaf b. Berhiya): ‘Onu sana gözün kendine dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel getiririm. Vaktaki (Süleyman) tahtı yanında durur bir halde gördü: ‘Bu, dedi, Rabbimizin fazl-u lûtfûndandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, beni imtihan ettiği içindir. Kim şükrederse kendi faidesinedir. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbim (onun şükründen) tamamen müstağnidir. (Hem o) Hakkı ile kerem sahibidir." 2930
Dikkat edilirse Sebe Kraliçesi'nin çevresinde bir müşâvere heyeti (mele topluluğu) vardır. Güneşe secde eden bu topluluk, siyasî ve sosyal problemlerini "şûrâ
2929] Geniş bilgi için Bk. Dr. Âbidin Sönmez, Şûrâ ve Rasûlullah'ın Müşâveresi, İst. 1984, İnkılâb Yay., sh.17-19
2930] 27/Neml, 27-40
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 739 -
yoluyla" çözme gayretindedirler. Âyette geçen "mele", toplumun seçkin ve mümtaz kesimini ifade içindir. Hz. Süleyman (as)'ın çevresinde de bir "müşâvere heyeti" vardır. Dolayısıyla herhangi bir toplumu ilgilendiren meselelerin müşâvere yoluyla çözülmesi faydalı bir usûldür. İman veya küfürle bir ilgisi yoktur. Nitekim Fir'avn'un; Hz. Mûsâ’ya (a.s.) karşı mücadele verirken, çevresindekilerle sık sık müşâvere ettiği sabittir. Fir'avn'un çevresindeki ileri gelenler (mele topluluğu), Hz. Mûsâ’nın (a.s.) öldürülmesini, değişik sosyal sebeplerle kabul etmezler. Fir'avn onları ikna etmek için şunları söyler: "Fir'avn: ‘Bırakın beni (izin verin), dedi, Mûsâ'yı öldüreyim. (Varsın o) Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum." 2931
Câhiliyye döneminde mekke müşrikleri, karşılaştıkları bütün problemleri, müşâvere yoluyla çözüyorlardı. Dar'un Nedve'de şûrâ meclisini yöneten şahıs Yezid b. Zema b. Esved idi. Kureyş'in yönetiminde ona verilen görev, şûrâyı faal hale getirmektir. Nitekim Allame Zemahşerî, "İş husûsunda onlarla müşâvere et"2932 meâlindeki âyeti tefsir ederken, bu hususa geniş yer vermiştir. Kelime-i şehadet getirerek "tevhid mücadelesine" katılan Kureyş'lilerin, daha önceden müşâvere usûlünü bildikleri üzerinde özellikle durmuştur. 2933
Şurası muhakkaktır ki; gerek aileyi, gerek toplumu ilgilendiren konularda müşâvere etmek nassla sabittir. İslâm dini, müşâverenin alanını tayin ve tesbit etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de: "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. (Bu) emmeyi tam yaptırmak isteyenler içindir. O (annelerin) ma'ruf şekilde yiyeceği ve giyeceği (nafakası), çocuk kendisinden olan babaya aittir. Kimse güç yetiremeyeceği bir şeyle mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de çocuğun babası, o çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibisidir. Eğer (anne ve baba) aralarında anlaşarak ve müşâvere ederek, çocuğu memeden kesmeyi arzu ederlerse, ikisine de günah yoktur."2934 hükmü beyan buyrulmuştur. Müfessirler bu âyetin, talak âyetinden sonra gelmesini dikkate alarak, meseleyi izah etmişlerdir. Boşanan erkek ve kadının; çocuklarıyla ilgili hususlarda müşâvere etmeleri ve birbirlerini zarara sokmamaları esastır. Fahrüddin-i Râzi, bu âyetin tefsirinde; "Bu en doğru olan görüştür. Buna göre, bu sınırlamadan (tam iki yıldan) maksat, karı-koca emzirme müddetinde anlaşmazlığa düştüklerinde, onların bu anlaşmazlıklarını sona erdirmektir (...) Buna göre şâyet baba, iki yıl dolmadan çocuğunu sütten kesmeyi ister, annesi de razı olmazsa, babanın isteğine itibar edilmez. Aksi durumda da böyledir. Ancak müşâvere eder ve anlaşırlârsa, mesele yoktur" demiştir. Dikkat edilirse; aile içerisindeki bir meselede, tarafların müşâvere etmeleri teşvik edilmiştir.
Bilindiği gibi; Kur'ân-ı Kerîm'deki sûrelerden birisinin ismi, Şûrâ sûresi'dir. Mü'minler arasındaki velâyetin tabiî sonucu olarak müşâvere daima gündemde kalmıştır. Hatta işlerini müşâvere yoluyla çözmek, mü'minlerın vasfı olarak zikredilmiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Size verilen şey, hep bu dünya hayatının geçici birer faidesidir. Allah'ın katında olan ise daha hayırlıdr, daha süreklidir. (Bunlar) iman edip de, ancak Allah'a güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman derhal (kusurları) örtmekte olanlara, Rabblerinin (tevhide ve ibâdete dair) dâvetine icabet edenlere, namazlarını dosdoğru kılanlara; ki bunların işleri
2931] 40/Mü'min, 26
2932] Âl-i İmrân sûresi:l59
2933] Geniş bilgi için Bk. Dr. Âbidin Sönmez, a.g.e., sh. 26
2934] 2/Bakara, 233
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aralarında müşâvere iledir, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (İslâm için) harcamakta bulunanlara, kendilerine tegallüp ve zulüm vâki olduğu zaman, hep birlikte mazlûma yardım edenlere mahsustur."2935 hükmü beyan buyrulmuştur. Müfessirlerin cumhuru, bu âyet-i kerimenin Mekke'de inzal buyrulduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla İslâmî bir devletin; henüz gündemde olmadığı bir zaman, ki bunların işleri aralarında müşâvere iledir denilerek, mü'minler övülmüştür. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Bilin ki Allah ve Rasûlü müşâvereden muhakkak mustağnîdirler. Fakat Allahû Teâlâ müşâvereyi benim ümmetime bir rahmet kıldı. Mü'minlerden her kim istişâre ederse doğrudan mahrum olmaz. Her kim müşâvereyi terkederse hatadan kurtulamaz."2936 buyurmuştur.
Şurası unutulmamalıdır ki; mü'minler birbirinin velileridir ve meselerini istişâre ederler. Gerek devlet, gerek cemaat planında; mü'minlerin işlerini üzerine alan kimse (emîr), kaba ve katı yürekli olmamak durumundadır. Ayrıca müşâvere usûlüne riâyet etmek mecburiyetindedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Resûl-i Ekrem’e (s.a.s.) hitaben "(O vakit) Sen Allah'tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara mülâyemetle (yumuşak, merhametli) davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah'dan da) günahlarının affolmasını iste. İş husûsunda onlarla istişâre et!.. Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendine güvenip, dayananları sever."2937 hükmü beyan buyrulmuştur.
Dikkat edilirse; Resûl-i Ekrem’e (s.a.s.) iş husûsunda onlarla istişâre etmesi emir sigasıyla bildirilmiştir. Tefsir-i Taberi'de: "Buradaki istişâreden maksadı Resûl-i Ekrem’in sahabesinin reyine kıymet verdiğinin anlaşılması ve İslâmî mücadelede onlardan yardım istediğinin bilinmesidir" hükmü yer almaktadır. İbn-i Murdeveyh'in Hz. Ali’den (r.a.) rivâyet ettiğine göre; Peygamberimiz’e bu âyette geçen azm'in mânâsı sorulmuş, bunun üzerine şu şekilde izah etmiştir: Azm'den maksad; rey sahipleriyle istişâre etmek ve onların görüşlerine uymaktır."2938 Dolayısıyla "Müşâvere heyetinin vardığı sonuç, mü'minlerin emirini bağlayıcıdır" diyen fûkaha, bu hadise dayanmıştır. İmam-ı Kurtubî; istişâre husûsundaki nassları izah ettikten sonra; "istişâreyi terkederek zorbalığa meyleden imamın azledilmesi gerektiğini" beyan etmektedir. Müftâbih (tercih edilen ve kendisiyle fetvâ verilen) kavil budur.2939
Mü'minler herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; önce o mesele ile ilgili kat'i nass bulunup bulunmadığını araştırmak mecburiyetindedirler. Eğer kat'i nass mevcut ise, işittik ve itaat ettik demeleri farzdır. Eğer kat'i nass mevcut değil ise, ilim ve takva sahibi kardeşleriyle müşâvere etmeleri gerekir. Zira Hz. Said b. Müseyyeb’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre; Hz. Ali’nin (r.a,) "Kat'i nass bulunmayan meselelerde nasıl hareket edeceklerine" dair suali üzerine Resûl-i Ekrem’in: "Mü'minlerden ilim ve takva sahibi olanları toplayıp istişâre ediniz. Bir kişinin reyine göre hükmetmeyiniz."2940 buyurduğu bilinmektedir. Dolayı2935]
42/Şûrâ, 36-39
2936] Şihâdübdin Ebû's-Senâ Mahmud b. Abdullah el Alûsi, Rûhu'l-Meâni fi Tefsiri'l-Kur'ân, Kahire 1301, c. I, sh. 706
2937] 3/Âl-i İmrân, 159
2938] İbn Kesir, Tefsirû'l-Kur'ân'il-Azim, Beyrut 1969, I/420
2939] Imam Kurtubî, el-Camü li Ahkâmi'I-Kur'ân, Kahire 1967, IV/249 vd
2940] İbn-i Abdi'I-Berr, Câmiû'I-Beyani'l-İlm, Kahire 1349, II/59; Ayrıca el-Alûsî, a.g.e., VII/530;
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 741 -
sıyla hakkında kesin nass bulunmayan meselelerde; ilim, ihtisas ve takva sahibi mü'minlerle mütavere etmek ve şûrâ yoluyla meseleleri çözmek bir vecibedir. (5)
İstihâre; İstişâreden Sonra Yapılması Gereken Duâ
İstihâre: Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp duâ etmek.
Bir iş yapılmak istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâma önemli işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu. Câbir (r.a)'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s) bütün işlerinde, Kur'an'dan sûre öğretir gibi istihâreyi de öğreterek şöyle derdi: "Sizden biriniz bir işe niyetlendiği zaman farzın dışında iki rekât namaz kılsın ve şöyle desin:
"Allahümme innî estehîruke bi ilmike ve estakdiruke bi kudretike ve es'elüke min fadlike'l-azîm. Fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta'lemu ve lâ a'lemu ve ente allâmu'l ğuyûb. Allâhümme in künte ta'lemu enne hâze'l-emre hayrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî. Fekdurhu lî ve yessirhu lî summe bârik lî fîhi. Ve in künte ta'lemu enne hâze'l-emre şerrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî f'asrifhu annî va'srifnî anhu ve'kdur lî el-hayra haysü kâne. Sümme raddınî bihî"2941
İstihâre duâsının anlamı: "Allah'ım yapmayı düşündüğüm su işin işlenmesinden yahut terkinden hangisinin hayırlı olduğunu bana ilminle kolaylaştır. Kudretinle senden güç istiyorum. Senin büyük fazlından ihsan buyurmanı dilerim. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen şeyi çok iyi bilensin, Allah'ım. Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırla hoşnut buyur"
Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, Rasûlullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Âdemoğlunun Allah'tan hayır dilemesi (istihâresi) saâdetindendir. Allah'ın hükmüne râzı olması da saâdetindendir. Allah'tan hayır istemeyi terketmesi ise onun bedbaht Sîret Ansiklopedisi, İst. 1988, İnkılâb Yay., I/384
2941] Buhârî, Teheccüd 25, Deavât 49, Tevhid 10; Tirmizî, Vitr 18; İbn Mâce, Akâme 188; Ahmed bin Hanbel, III/344
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmasındandır. Allah'ın hükmüne râzı olmaması da, Âdemoğlunun bedbahtlığındandır."2942
İstihâreden önce veya sonra, gerekli istişâreler yapılır ve o iş hakkında karar verilir Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "İş konusunda onlarla istişâre yap. İstişâreden sonra o işi yapmaya tam olarak karar verince, artık Allah'a dayan ve güven"2943 İstihâre hadisi İbn Mes'ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Bekir, Ebû Saîd, el-Hudrî, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik gibi büyük sahâbîlerden nakledilmiş, bu rivâyetleri senetleriyle birlikte, Buhârî, şârihi Aynî, "Umdetu'l-Kâri" adlı şerhinde tek tek zikredilmiştir. Rivâyetler arasında bazı metin farklılıkları vardır.
Enes b. Mâlik'ten gelen rivâyet istihâreyi teşvik eder. Bu hadîs şöyledir: "İstihâre yapan kimse hüsrâna uğramaz, istihâre eden pişman olmaz, iktisatlı davranan kimse de muhtaç duruma düşmez."2944
İstihâre namazında nelerin okunacağı hadisle sâbit değilse de, birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra Kâfirun, ikinci rekâtta ise, İhlâs sûrelerinin okunması güzel görülmüştür. Nevevî bunu müstehap görür. İmam Gazzalî de bu sûrelerin okunması gereğinden İhyâ'da söz etmiştir. İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'i bir ay süreyle izledim, sabah namazının sünnetinde, Kâfirun ve İhlâs sûrelerini okurlardı. Gazzâlî'nin bu gibi hadislerden mülhem olarak, istihâre namazında da benzer kıraati uyun gördüğü söylenebilir.
İstihâre namazından sonra, istihâre duâsı okunur ve istenilen şeye niyet edilerek, Kıbleye dönülmek suretiyle yatılır. Böylece istihâreye üç veya yedi geceye kadar devam edilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in bazı duâları üç defa tekrar ettiği, hatta Enes bin Malik'e istihâreyi yediye kadar tekrar etmeyi telkin buyurduğu nakledilir.2945
İstihâre, iyiliği veya kötülüğü kestirilemeyen bir iş hakkında sözkonusu olur. Hayırlı ve sevaplı olduğu kesin olarak bilinen bir konuda istihâreye gerek kalmaz. İstihâre namazı, kerâhat vakitleri dışında her zaman kılınabilir. Çünkü hadiste vakit belirtilmemiştir. (6)
Sözlükte “hayırlı olanı isteme” anlamına gelen istihâre, terim olarak “bir iş veya davranışta Allah katında hayırlı olanı, kılınan nâfile bir namaz ve duâ ile talep etme” mânâsında kullanılır. “Hayr” kelimesi ve çeşitli türevleri Kur’an’da 196 yerde geçmekle birlikte aynı kökten türeyen “istihâre” yer almaz. Ancak, insanın şer zannettiği bir şeyin hayır olabileceğini2946, bir şey hayırlı olduğu halde ondan hoşlanmayabileceğini, şer olduğu halde onu sevebileceğini2947, Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olup dilediğini yaratarak seçtiğini2948, her türlü hayrın O’nun elinde bulunduğunu, her şeye gücünün yettiğini2949, bir işe girişirken başkalarına danışmak (istişâre etmek) ve karar verince de Allah’a güvenip
2942] Ahmed bin Hanbel, I/167; Tirmizî, Kader 15
2943] 3/Al-i İmrân, 159
2944] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, Ankara 1985, IV/135
2945] Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV/142, 143
2946] 24/Nûr, 11
2947] 2/Bakara, 216
2948] 28/Kasas, 68
2949] 3/Âl-i İmrân, 26
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 743 -
dayanmak gerektiğini, böyle yapanlara Allah’ın yeteceğini2950 ifâde eden âyetler İslâm’da istihârenin dayandığı temel çerçeveyi oluşturur. Âlimlerin sünnet veya müstehap saydıkları istihârenin meşrûiyeti Câbir bin Abdullah’tan rivâyet edilen şu hadise dayandırılmaktadır: “Rasûlullah, Kur’an’dan bir sûre öğretir gibi işlerimizin tamamında bize istihâreyi öğretiyor ve şöyle diyordu: “Biriniz bir şey yapmaya niyet edince farz dışında iki rekât namaz kılsın ve arkasından şu duâyı yapsın...” Hz. Peygamber sözüne devamla, “istihâreyi yapan kişi bu sırada işini de söylesin” dedi.2951
İstihâre duâsının, bu niyetle kılınacak iki rekât nâfile namazdan sonra okunmasının en uygun usûl olacağı konusunda dört mezhep görüş birliği içindedir. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine göre herhangi bir namazdan sonra da sözkonusu duânın okunması câizdir. Hanbelîler’in dışında kalan üç mezhebe göre istihâre namazını kılmak mümkün değilse, sadece duâ ile yetinilebilir. İstihâre namazı kerâhet vakitleri hâriç her zaman kılınabilir. Bütün mezheplere göre istihâre namazının en fazîletlisi, iki rekât olarak kılınanıdır.
İstihâre duâsının, namazdan hemen sonra ve kıbleye dönülerek okunması, ellerin kaldırılması ve duâ âdâbına riâyet edilmesi, duânın kabul olma ihtimalini arttıran güzel davranışlar olarak telakki edilmiştir. Kişinin olumlu veya olumsuz bir karara varamaması halinde Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî âlimleri, Enes bin Mâlik’ten gelen bir rivâyete dayanarak.2952 istihârenin yediye kadar tekrarlanabileceğini söylemişlerdir. Şâfiî ve Mâlikî âlimleri, Hz. Peygamber’in bir rahatsızlık sebebiyle başkasını “okuyarak” tedâviye izin vermesi ve bu vesîleyle söylediği, “Kardeşine faydalı olmaya gücü yeten bunu yapsın.”2953 sözünden hareketle; başkası adına istihâre yapmanın câiz olduğunu ileri sürerken Mâlikî fakîhi Hattâb bu uygulamanın bir dayanağını bulamadığını belirtmiştir.
İstihâre, kişinin gerekli bütün çabayı sarfedip araştırma ve istişârelerini tamamladıktan sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için Allah’a duâ etme, kulluk şuurunu canlı tutma ve ortaya çıkacak sonuca rızâ göstererek ruh sağlığını koruma gibi çok amaçlı metafizik bir olaydır. Bu sebeple de iyi veya kötü olduğu açık şekilde bilinen bir şeyi yapıp yapmama konusunda değil, gerek dünyevî gerek uhrevî bakımdan kişi hakkında hayırlı olup olmayacağı kestirilemeyen işlerde sözkonusu olabilir. Dinen iyi ve hayırlı olduğu bilinen işlerin zamanı, şekli vb. hususunda da istihâre yapılabilir. İnsan, geleceği bilemediğinden bir şeyi ilk bakışta iyi zannetse de onun sonucundan emin olamaz. Bu sebeple bir iş yapacağı ve ileriye yönelik önemli bir karar vereceği zaman istihâre yoluyla her şeyi bilen Allah’ın kılavuzluğuna ve yönlendirmesine başvurması, O’ndan yardım istemesi, kişinin davranışlarındaki sorumluluğunu kaldırmamakla birlikte, onda bir güven hissi doğuracağı ve takdire rızâ göstermesini sağlayacağından önem taşımaktadır. Dolayısıyla istihârenin dinî öğretideki kader, tevekkül ve sabır anlayışıyla yakın ilgisi bulunur.
Hz. Peygamber’in tavsiyesi doğrultusunda istihâre eskiden beri İslâm dünyasında âdet olmuş ve önemli önemsiz birçok hususta günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Kumandanlar sefere çıkmadan, sultanlar veliahtlarını
2950] 3/Âl-i İmrân, 159; 65/Talâk, 3
2951] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/, 344; Buhârî, Deavât 49, Tevhid 10; İbn Mâce, İkame 188
2952] Münâvî, I/450
2953] Ahmed bin Hanbel, III/302, 334, 382, 393; Müslim, Selâm, 61-63
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belirlemeden önce istihâre yapar ve bunun sonucuna genellikle uyarlardı. Evlilik öncesinde ve çocukların isimlerinin konması esnâsında da istihâre yapmak âdet olmuştur. Ayrıca birtakım tartışmalı dinî meselelerde fetvâ verirken bazı âlimler ulaştıkları sonucu istihâreyle destekleme yoluna gitmişlerdir.2954 (7)
İstihârenin Yozlaştırılıp Rüya Falına Dönüştürülmesi
İstihâre; aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir. İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.
İnsanların, yapmak istedikleri bir işin kendileri hakkında iyi veya kötü sonuçlar doğuracağını anlamak için fal vb. uygulamalara çok eskiden beri başvurdukları bilinmektedir. Nitekim câhiliyye Arapları bir işe başlamadan önce, üzerine “evet” veya “hayır” yazılı “ezlâm” denilen fal oklarıyla karar verirlerdi. Kur’ân-ı Kerim “şeytan işi” olarak nitelendirdiği bu uygulamayı yasaklamış2955 peygamberler dâhil hiç kimsenin gaybı ve dolayısıyla bir işin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemeyeceğini, Allah’ın dilemesi dışında kendisine fayda ve zarar verecek bir güce sahip bulunamayacağını bildirmiştir.2956
Enes bin Mâlik’ten nakledilen istihâre hadisinin devamında Rasûl-i Ekrem, “Sonra kalbine ilk doğan duyguya/düşünceye bak, ona uygun davranman hayırlı olur” demiştir.2957 Buna göre istihârenin sonucunda insanın içine farahlık, genişlik ve iç huzuru gelirse o işi yapması; sıkıntı, huzursuzluk ve darlık hali doğarsa yapmaması daha hayırlı görülmüştür.
İbnü’l-Hâc el-Abderî, hadislerde ifâde edildiği şekliyle meşrû istihârenin bundan ibâret olduğunu, ayrıca bir işâret almak amacıyla kişinin veya bir başkasının onun adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi davranışlara başvurmasının bid’at olduğunu belirtir.2958 İbnü’l-Hâc ayrıca, istihâre ile birlikte istişâre etmesinin de sünnete uygun bulunduğunu söyleyerek kişinin her ikisini de ihmal etmemesi gerektiğini kaydeder.2959 Bazı kaynaklarda rüyada beyaz veya yeşil görülmesinin o işin hayırlı olduğuna, siyah veya kırmızı görülmesinin şer olduğuna delâlet ettiğine dair nakledilen görüşler2960 şahsî tecrübelere dayanmakta, dolayısıyla dinî bir mâhiyeti bulunmamaktadır.2961
2954] meselâ bk. İbnü’s-Salâh, Fetâvâ ve Mesâilü İbni’s-Salâh, I/293, 396; II/434, 484, 485, 507
2955] 5/Mâide, 3, 90
2956] 7/A’râf, 188
2957] Münâvî, I/450
2958] el-Medhal, IV/37-38
2959] a.g.e., IV/40
2960] İbn Âbidîn, II/27
2961] Semîr Karanî Muhammed Rızk, s. 42-43
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 745 -
Zâlim yöneticileri halkın gözünde temize çıkarmak için onların istihâreye çok önem verdiği hakkında şâyialar yayılır, dolayısıyla halkın şer zannettiği nice yanlış uygulamanın aslında hayır olduğu, halk anlamasa da yöneticilerin bir bildiklerinin ve dayandıkları gerekçenin olduğu belirtilir. Böylece halkın zâlim yöneticilere tepki duyması önlenmeye çalışılır. Şâir Accâc, Haccâc’ı överken; onun istihâre etmeden hiçbir iş yapmadığını söyler.2962 Abdullah ibn Tâhir, Irak’a vali tayin edildiği zaman babası ona, idârî kararlarını verirken istihâre etmesini tavsiye etmiştir.2963 Ancak, yöneticilerin, tüm işlerini istihâre ile yaptıkları hakkındaki rivâyetlerin çoğu uydurmadır.
İstihâre Namazı
İstihâre, "hayır" veya "hıyare" aslından gelir. Hayır taleb etmek demektir. Daha doğrusu, iki şeyden birine muhtaç olana onların hayırlısını taleb etmek mânâsına gelir. Rasûlullah (s.a.s.), bir iş yapmaya karar verenlere istiharede bulunmayı tavsiye etmiştir. Bu muayyen âdâba uyarak rüyada o işin hayırlı olup olmayacağı husûsunda Allah'tan bir işaret taleb etmek ve bu işarete göre hareket etmektir.
İstihârede bulunmaya teşvik eden, ehemmiyetini haber veren birçok hadis vârid olmuştur. Bazıları zayıf ise de başta Buharî olmak üzere pek çok muteber hadis kitaplarında yer alacak sıhhatte olanları da mevcuttur. Bazıları şöyledir: Allah'a istihâre, kişinin saadet vesilelerinden biridir." "İstihâre eden zarara düşmez." Rasûlullah bir iş yapacağı zaman şöyle dua ederdi: "Allahım, bana hayır ver ve benim için hayırlı olanı seç." 2964
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bize, Kur'an'dan bir sûre öğrettiği gibi her işte istiharede bulunmamızı öğretirdi. Derdi ki: "Biriniz bir işi yapmaya arzu duyduğu zaman, farzlar dışında iki rek'at namaz kılsın, sonra şu duayı okusun: "Allahım, senden hayır taleb ediyorum, zira sen bilirsin. Senden hayrı yapmaya kudret taleb ediyorum, zira sen vermeye kadirsin, Rabbim yüce fazlını da taleb ediyorum. Sen her şeye kadirsin, ben âcizim. Sen bilirsin, ben câhilim. Sen gaybları bilirsin. Allahım, eğer biliyorsan ki bu işi bana dinim, hayatım ve sonum için -veya hal-i hazırda ve ileride demişti- hayırlıdır, bunu bana takdir et ve yapmamı kolay kıl. Sonra da onu hakkımda mübarek kıl. Eğer bu işin, bana dinim, hayatım ve âkıbetim için -veya hal-i hazırda ve ileride dedi- zararlıdır; onu benden çevir, beni de ondan çevir. Hayır ne ise bana onu takdir et, sonra da bana onu sevdir!"
Hz. Câbir dedi ki: "Bu duadan sonra yapacağı işi zikrederdi."2965
Açıklama: Bu hadis, Rasûlullah’ın (s.a.s.) istihâreye günlük hayatta ne kadar fazla yer verdiğini ifade etmektedir. Öyle ki Kur'an'dan sure öğrettiği ciddiyette istihâre öğretmekte, "her işte" yani büyük-küçük, basit-mühim, yolculuk, evlenmek, ticâret vs. gibi her çeşit işte başvurulmasını tavsiye etmektedir.
Burada Kur'an öğretimi ile istihâre öğretimi arasında bir benzetme mevzûu
2962] Divan, rakam 12, 83; Arâcîzu’l-Arab, s. 120
2963] Tayfûr, Kitâbu Bağdâd, s. 49
2964] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/398
2965] Buhârî, Da'avât: 48; Teheccüd: 25, Tevhîd: 10; Ebû Dâvud, Salât: 366, (1538); Tirmizî, Salât: 394, (480); Nesâî, Nikâh: 27, (6, 80, 81); İbnu Mâce, İkâmet: 188, (1383); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/399
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bahistir. Bu iki öğretim arasındaki benzerliğin mahiyeti -teknik tâbiriyle vechü't teşbih- nedir? Yeterince açık değildir. Her ne kadar "ciddiyet" diye kısmen kayıtlamış -isek de bu, hadisin ilk nazarda anlaşılması içindir. Hadîsin aslında bu kayıt yoktur. Âlimler, bu hususta muhtelif tahminlerde bulunmuşlardır. Şöyle ki;
Bazıları: "Bütün işlerde istihâreye olan umumî ihtiyaçtır, tıpkı namazda Kur'an'a olan umumî ihtiyaç gibi..." demiştir.
Bazıları der ki: "Burada murad, teşehhüdle ilgili olarak İbnu Mes'ud hadisinde vâki olan alış tarzıdır: Rasûlullah (s.a.s.), elim ellerinin arasında olduğu halde bana teşehhüdü öğretti veya Tahâvî'nin rivâyetinde: "Teşehhüdü Rasûlullah'ın ağzından kelime kelime alırım" veya Teberânî'nin rivâyetinde: "...harf harf aldım" denir.
İbn Ebî Cemre: "Aradaki benzetme, istihâne duasının harf ve kelimelerinin yerli yerinde ezberlenmesi, ondan ziyade ve noksanın uzak tutulması, onun öğrenilmesi ve ona devam edilmesidir" der.
"Bu, ona gösterilecek ihtimam, bereketinin tahakkuku ve onun için izhar edilecek ihtiramdır" diyen de olmuştur.
"Her ikisinin de vahiy yoluyla bilinmiş olmaları cihetinden, aralarındaki benzerlik mevzûbahis olabilir" de denmiştir.
İbn Ebî Cemre'nin de belirttiği üzere "her iş" tâbirinden mübah olan işleri anlayacağız. Çünkü farz, vacib, haram ve mekruh işler için "yapayım mı, yapmıyayım mı?" diye bir tereddüte, istihareye gerek yoktur. Mü'min farz ve vacibleri yapmakla mükellef olduğu gibi, haram ve mekruhlardan da kaçmakla mükelleftir. Dahası, müstehab olan, Rasûlullah'ın sünnetinde mevcut olan bir fiilin yapılması için de istihâreye başvurulmaz, İslâmî edebe aykırıdır. İstihâre, mübah işlerde olur. Bir de müstehab işlerden ikisi teâruz edecek olursa veya iş müstehab olmakla beraber yapılması muhayyerse birini tercih için veya yapmaya karar vermek, başlama zamanını tesbit için istihâre gerekli olabilir. Sözgelimi umreye gitmek isteyen kimse bu yıl mı gitsin gelecek yıl mı? Şu ayda mı bu ayda mı? gibi...
3- Burada kaydı gereken bir husûs, hadiste geçen "biriniz... arzu ettiği zaman" ibaresiyle ilgilidir. Tercümede arzu etmek olarak çevirdiğimiz yapılacak iş husûsunda akla düşen ilk arzudur. Bu arzunun yapılmasına kadar zihinde geçen birkısım ruhî-aklî safhalar, mertebeler vardır: İbnu Hacer bunları şöyle sıralar: Önce himmet gelir, bunu lümme, bunu da hatre tâkib eder. Sonra niyet, sonra irâde, sonra da, azimet gelir. Bunlardan ilk üç safhaya sorumluluk olmaz, ama son üçe (niyet, irade ve azimet) sorumluluk terettüp eder.
4- Hadiste ".. . zira sen bilirsin" diye tercüme ettiğimiz tabirini, "ilmin sebebiyle" diye de anlamanın mümkün olduğu belirtilmiştir. Bu takdirde mâna şöyle olur: "Allahım, senden iki işten hayırlısına gönlümü açmanı taleb ediyorum; zira sen, büyük-küçük bütün işlerin mâhiyetini, ne olduğunu, ne olacağını bilirsin, işlerin en hayırlısını senden başka kimse bilemez."
5- Bazı âlimler, istihare namazını akşam ve sabahın sünnetleriyle kıyaslıyarak, birinci rek'atte Kâfirûn, ikinci rek'atte de İhlâs sûresinin okunmasını uygun görürler. Namazın sonunda da sadedinde olduğumuz hadiste geçen dua okunur. Şunu da kaydedelim ki, Nevevî gibi birkısım âlimler, istihare namazında Kâfirun
İSTİŞÂRE / ŞÛRÂ / DANIŞMA
- 747 -
ve İhlâs surelerinin okunmasına "müstahab" derken, el-Irâkî: "Bu meseleye temas eden hadislerin hiçbirinde istihare namazında hangi surelerin okunacağına dair bir kayda rastlamadım" demiştir.
Sonra abdestli olarak kıbleye yönelerek yatar. Rüyada beyaz veya yeşil görmesi, niyetindeki şeyi yapmasının hayırlı olacağına; siyah veya kırmızı görmesi de hayır değil şer getireceğine delâlet eder.
Yapılacak iş husûsunda taleb edilen işâreti alamayan kimsenin, aynı iş için istihâre namazını yedi kere tekrar etmesi gerektiğini İbnu's-Sünnî'nin Hz. Enes'ten kaydettiği merfû' bir rivâyet göstermektedir: “Bir iş için istihâre edince yedi kere tekrarla. Sonra kalbine ilk gelen hususa dikkat et, zira hayır ondadır.” Bu hadis rivâyetinin zayıf olduğu belirtilmiştir.
6- "Farzlar dışında" tabiri, farz namazların arkasından istihâre duası'nın okunmasıyla, istihâre sünnetinin yerine gelmeyeceğini gösterir. Bu iki rek'at namaz müstakillen kılınmalıdır. 2966
“İnsanlar üç çeşittir: Tam adam, yarım adam ve hiçbir şeye yaramayan adam. Aklı ve görüşü olup bunlara göre hareket etmekle beraber, istişâre de eden kimse, tam adamdır. Sadece kendi aklı ve görüşü ile hareket edip istişâre etmeyen, yarım adamdır. Aklı ve görüşü olmadığı halde, istişâre de etmeyen, hiçbir şeye yaramayan değersiz adamdır.”2967
2966] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/399-401
2967] Katâde
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şûrâ ve Rasûlullah’ın Müşâveresi, Âbidin Sönmez, İnkılâb Y.
2. İstişâre, Ümit Şimşek, Nesil Basım Yayın
3. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 230-232
4. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 517-523
5. Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Yayınları: c. 16, s. 124-166
6. Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 552-555
7. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 95-97
8. Elmalılı Tefsirinde Kur'ânî Terimler ve Deyimler, M. Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 241-242
9. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 306-312
10. İstihâre:
11. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 23, s.
12. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 215
13. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 509-512

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:35

İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR


- 683 -
Kavram no 104
Ahlâkî Kavramlar 20
Haramlar 14
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
• İstikbâr; Anlam ve Mâhiyeti
• İstikbâr Duygusu
• Müstekbir
• Müstekbirlerin İlki İblistir
• Müstekbir Tipler
• Müstaz’af
• Müstekbir ve Müstez’af İlişkisi
• Müstaz’af İnsan Grupları
• Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap
• İstikbârın Sembol Tipleri (Müstekbirlerin Duayenleri)
• İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan Dışındaki Canlılar ve Mü’minler
"Ve o zaman meleklere (ve cinlere): "Âdem'e secde edin!" dedik, İblis hâriç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve istikbâr etti (büyüklük tasladı, kibrine yediremedi), kâfirlerden oldu." 2617
İstikbâr; Anlam ve Mâhiyeti
"İstikbâr", kibir, kökünden türeyen bir kavramdır. ‘İstikbâr’ sözlükte büyüklenme, kendini büyük görme, böbürlenme, insanları küçük görme anlamlarına gelir. Kavram olarak istikbâr; Allah’a karşı kendini yeterli görerek isyan etme; Allah’ın hâkimiyetini reddetme, insanlara karşı kibirlenerek onlar üzerinde zorla egemenlik kurma anlayışıdır. Bir başka deyişle ‘istikbâr’; kendini büyük görerek inatçı bir şekilde hakk’ı kabul etmekten çekinmektir. Kur'an-ı Kerim'de isim ve fiil halinde 48 yerde geçer. Karşıtı olan istiz'âf ve müstaz'af kelimeleri ise 13 yerde geçmektedir.
Kibir, tekebbür ve istikbâr birbirine yakın anlamlara sahiptir. Bu kelimeler, ‘büyük olma’ anlamına gelen ‘kebüra’ kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen bütün kelimelerde büyüklük veya büyüklenme ile ilgili anlamlar vardır.
Kebir: Büyük,
Kebîra: Büyük şey, çoğulu ‘kebâir’,
Ekber: Daha büyük, en büyük,
Tekbîr, Allahu Ekber/Allah en büyüktür demek,
Kibriyâ: Büyüklük, yücelik, ululuk; ki yalnızca Allah’a isnad edilir, Allah’tan
2617] 2/Bakara, 34
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başka hiç kimseye bu sıfat verilemez,
Tekebbür: Büyüklenme, kibirlenme,
Mütekebbir: Kendini halkın en efdali, en üstünü sayan, kendinden başka hak tanımayan anlamındadır. Bu sıfat da yalnızca Allaha mahsustur. Çünkü bütün faziletler O’na aittir, bütün güç ve kuvvet O’nun elindedir.
Müstekbir ise; büyüklenen, kibirlenen, kendini üstün gören demektir.
İlk müstekbir, yani ilk büyüklük taslayan İblis’tir. O, Allah’ın secde emri karşısında kibirlendi ve secde etmekten yüz çevirdi.2618
"Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere) 'Âdem'e secde edin' dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve istikbârda bulundu/büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." 2619
"Âyetlerimizi yalanlayıp, onların karşısında istikbâra/büyüklenmeye kapılanlar, işte onlar ateş halkıdır."2620
"Küfredenlere gelince; Âyetlerimiz size okunuyordu da, siz istikbârda bulunup (karşılarında büyüklenip yüz çevirerek) mücrim bir topluluk oldunuz, değil mi?" 2621
"Ne zaman canınızın istemediği şeyleri söyleyen bir rasül gelmişse ona karşı istkikbârda bulundunuz/büyüklük tasladınız." 2622
İstikbâr Duygusu
‘İstikbâr duygusu’, büyüklük kuruntusudur. İstikbâr edenlerin hiç biri aslında büyük değillerdir. Onları büyük ve yüce yapacak bir özellikleri de yoktur. Ancak onlar, kendilerinin büyük olduğu kuruntusu içerisindedirler. Allah (c.c.) şeytana soruyor: “Sen büyüklük mü taslıyorsun (istikbâr mı ediyorsun) yoksa gerçekten sen üstün olanlardan mısın?”2623 Demek ki şeytanın yücelikle bir ilgisi yok. O kendinde bir üstünlük gördü, büyüklendi ve Rabbinin emrini dinlemedi.
Bazı insanlar ellerindeki güçlerle, dünyalıklarla veya saltanatla (devlet gücüyle) kendilerini üstün görürler. Allah karşısında kul olduklarını unuturlar da kendilerini Allah’tan müstağni sayarlar (O’na ihtiyaç duymazlar). Bunların bir kısmı, Âhirete inansa bile, yine kendilerinin kurtulacağını düşünürler. Çünkü onlar, ellerinde her çeşit güç ve imkân var zannederler. Bir kısmı da Âhireti inkâr ederler. Hayatın yalnızca bu dünya yaşantısı olduğunu kabul ederler. Sahip oldukları mal, çocuklar ve iktidarla üstünlük taslarlar. Bu dünyalık ve güçle insanlara hükmetmeye, onları kullanmaya, onları köleleştirmeye çalışırlar. İsteklerine kavuşmak için zorbalığa ve zulme başvururlar. Böylece haddi aşarak bağy (azgınlık) ederler. Arzularını gerçekleştirmek yolunda hiç bir yasak ve günah tanımazlar. İşlerine ve hayatlarına kendi ‘hevâ’larına göre yön vererek ilâhlığa soyunurlar. İnsanları yönlendirmek ve kullanmak isteyerek Rabliğe yeltenirler.
2618] 2/Bakara, 34
2619] 2/Bakara, 34
2620] 7/A'râf, 36
2621] 45/Câsiye, 31
2622] 2/Bakara, 87
2623] 38/Sâd, 75
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 685 -
Böyle kimselere Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı zaman ‘bunlar da neymiş’ der, alay eder ve aldırmazlar. Peygamberleri ve onların yolunu izleyenleri dinlemezler. Allah’ın huzurunda secde yapmayı kibirlerine yediremezler, ibâdet onların nefislerine çok ağır gelir. Allah’ın hükümleri ve ilkeleri karşısında çok inatçıdırlar. Onlar aslında hem hasta ruhlu insanlardır, hem de zayıf karakterlidirler. Ancak zayıflıklarını haksız yere kibirlenerek kapatmaya çalışırlar.
Allah’ın âyetlerine karşı çıkışın temelinde yatan sebep gerçekten ‘istikbâr’ duygusudur. Aynı duygu; Allah önünde ibâdet etmekten de hoşlanmaz. Diğer insanları küçümsemek, onlara tepeden bakmak, onlardan tiksinmek, onlara hakeret etmek ve onları çeşitli tuzaklarla kullanmak niyetinin arkasında da istikbâr anlayışı vardır.
Yeryüzünde zulme sebep olan, orasını ifsâd eden ve zayıfları ezen kimseler de yine bu istikbâr duygusuna sahip olanlar ve bu yüzden taşkınlık yapanlardır.2624 İstikbâr sahibi müstekbirler, insanlara karşı ‘bağy’ işlerler. Onlara karşı böbürlenip haksızlıkta bulunurlar, onlara hükmetmeye kalkışırlar. İstikbâr sahiplerinin tipik özelliklerinden biri de kendi ‘hevâ’larına uymalarıdır. Onlar, kendilerini güçlü ve üstün gördükleri için ilâhî yasaları tanımazlar ve akıllarına estiği gibi hareket ederler. İnsanlara kötülük yapmak için başvurulan çeşitli hile ve kurnazlıkların arkasında istikbâr vardır.2625 Yeryüzünü zulüm ve kahırla dolduran ve kitleleri ezen ordular da istikbâr ordularıdır.2626
İstikbâr duygusu/müstekbirlik, inkârcıların özelliğidir.2627 Dünyada Allah’a ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr edenler için alçaltıcı bir azap vardır.2628 Allah’ın âyetlerine karşı istikbâr edenlere göğün kapıları açılmayacak, onlar deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar Cennet’e giremeyecektir. Onlar için Cehennem’de ateşten yataklar hazırlanmıştır.2629 Allah’a karşı ibâdet etmeye istikbâr duygusu yüzünden yanaşmayanların sonları da cehennem olacaktır. 2630
Kullara yakışan, Rablerinin huzurunda ‘kul’ olarak haddini bilmek, bulunduğu konumu doğru tesbit etmektir. Allah’ı tek rab olarak bilip verdiği nimetlere şükretmektir. Güçsüz, zayıf, yaşamak için başkasına muhtaç ve nihâyet ölümlü olan insanın kibirlenmeye, iblis gibi Allah’a isyan edip karşı gelmeye hakkı yoktur. İstikbâr edenler büyük bir haksızlık içerisindedirler. Bu nedenle Allah (c.c.) kesinlikle istikbâr edenleri sevmez. 2631
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah (c.c.) şöyle diyor: ‘Büyüklük (kibriya) elbisem, azamet (ululuk) da gömleğim (gibidir). Kim bu iki şeyde benimle yarışırsa onu Cehennem’e atarım’.” 2632
2624] 28/Kasas, 39
2625] Bk. 35/Fâtır, 43; 31/Lokman, 7; 63/Münâfıkûn, 5
2626] Bk. 28/Kasas, 39; 25/Furkan, 21
2627] 7/A’raf, 36, 75-76; 28/Kasas, 76-77
2628] 46/Ahkaf, 20; 40/Mü'min, 60
2629] 7/A’râf, 40-41
2630] 40/Mü'min, 60
2631] 16/Nahl, 23
2632] Ebû Dâvud, Libas 29, Hadis no: 4090, 4/59. Bir benzeri için Bk. Müslim, Birr ve Sıla 136, Hadis no: 2620, 4/2023; Ibn Mâce, Zühd 16, Hadis no: 4174, 2/1397; Ahmed bin Hanbel, 2/248, 376, 414, 444
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an-ı Kerim’de istikbârın tipik örneği Firavun’dur. O kendini büyük, güçlü ve yıkılmaz saltanat sahibi görerek ilâhlığa kalkıştı, Hz. Musa’nın davetinden yüz çevirdi. Hz. Musa’nın çağrısına uyarak Allah’ın önünde secde etmeyi gururuna yediremedi. Allah’ın hükmüne uymaya tenezzül etmedi.
Günümüzde büyüklük taslamanın (istikbârın) yansımalarını her yerde görmek mümkün. Zenginler, makam sahipleri, koca koca şirketleri ve fabrikaları olanlar, sistemler, devlet düzenleri, uluslararası kuruluşlar, devlet yöneticileri, sultanlar, krallar, şöhrete ulaşanlar ve daha niceleri ‘istikbâr’ ediyorlar. Allah’a ve O’nun koyduğu ölçülere karşı çirkin bir başkaldırı ve büyüklük duygusu içerisinde kendilerine ve diğer insanlara zulmediyorlar.2633
Müstekbir
Yeryüzünde haksız yere istikbâr edenlere (büyüklük taslayanlara) müstekbir adı verilir. Bunlar, kendilerinde bir üstünlük olmadığı halde büyüklük duygusuna kapılıp, doğru yoldan çıkan kimselerdir. Zayıf karakterlidirler, ama bu yönlerini insanlara karşı böbürlenerek gidermeye çalışırlar.
Esasen Allah ‘ekber/en büyük’ olduğu için büyüklük hakkı da O’nundur. ‘Kibriyâ/büyüklük’ sıfatına sahip olan sadece O’dur.2634 Ancak, bazı insanlar bu gerçeği görmek istemezler. Ellerinde dünya malı, biraz güç ve kuvvet vardır, belki de iktidar makamındadırlar. Onlar, bu tür şeylere aldanarak büyüklük duygusuna düşerler. ‘Biz her şeye sahibiz’ anlayışı taşırlar. Sahip oldukları şeylerin kendilerine yettiğini, Allah’a muhtaç olmadıklarını, her şeye güç yetirebileceklerini varsayarlar. Bu duygular yüzünden yeryüzünde haddi aşarlar, başkalarına hükmetmeye ve onları kullanmaya yeltenirler. Kimileri ilâhlığa soyunur, rablik taslamaya başlar. Bu, şüphesiz azgınlığın son noktasıdır.
Müstekbirler, zayıf bırakılmışları (müstez’af olanları) sömürürler. Onların boyun eğmişlikleri üzerine iktidarlarını sürdürürler. Onların emeği ve kanı üzerine saraylar yaparlar. Onların hizmetleri ve kölelikleri sayesinde eğlence, zevk ve sefa içinde ömür sürerler. Müstekbirler; zor kullanarak, zulmederek, hile ve tuzaklarla insanlara üstünlük sağlarlar.
Kur’an’da ilginç bir örnek anlatılmaktadır:“Gökte olanlar, yerde olan yürüyenlerden bir kısmı ve melekler Allah’a secde ederler. Onlar asla istikbâr etmezler (büyüklük taslamazlar).”2635 Hâlbuki müstekbirler, Allah’ın âyetlerine karşı kibirlenirler ve onları yalanlarlar.2636 İçlerinde sakladıkları büyüklenme hastalığı yüzünden Allah’a kulluktan, O’na itaat etmekten yüz çevirirler.
Müstekbirlerin İlki İblistir
“Allah, ‘Ey İblis! Iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? İstikbârda mı bulundun (büyüklük mü taslıyorsun) yoksa gerçekten yücelerden mi oldun?’ dedi. İblis, ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’ dedi.” 2637
2633] H. K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 317 vd.
2634] 45/Câsiye, 37
2635] 16/Nahl, 49
2636] 7/A’râf, 36
2637] 38/Sâd, 75-76
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 687 -
Yeryüzünde İblis’in yolunu izleyip onun gibi büyüklenmeye kalkıp, Allah’a itaatten yüz çeviren zalimlere Allah, devamlı uyarıcılar (peygamberler) göndermiştir. Peygamberler onları Allah’a davet etmişler, tuttukları yolun yanlış olduğunu anlatmaya çalışmışlardır. Ancak peygamber olarak gönderilen kimselere ilk karşı çıkanlar halk arasında mal ve makam sahibi müstekbirler olmuşlardır. “Bir peygamber size canınızın istemediği bir şeyi getirdiği zaman istikbâr etmediniz mi (büyüklük taslamadınız mı)? Kimini yalanlıyor, kimini öldürüyordunuz.” 2638
Bu müstekbirler, peygamberlerin davetlerini, ellerindeki malları ve makamları koruma için reddediyorlardı. Çünkü sahip oldukları konum, onlara insanları sömürme, onlara hâkim olma imkânını veriyordu. Müstekbirler, Peygamberlerin davetine her yola başvurarak karşı koymaya çalışırlar. Gelen peygamberi ve onun davetini yalanlarlar, peygamberi kendi memleketinden sürerler, kimilerini de öldürmeye kalkışırlar.
İslâmî dâvet, insanlar arasında haksız sınıflaşmayı, sömürüyü, soy sop veya mal ve makam üstünlüğünü, zulmü ve baskıyı yasaklıyor. Adâleti ve insanlar arasında eşitliği getiriyor. Üstünlüğün takvada ve diğer insanlara iyilik yapmada olduğunu bildiriyor. Fakat müstekbirlere göre kendileri ya mal, ya makam, ya güç, ya da soy bakımından en üstündürler. Müstekbirler, mutlak hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu kabul etmezler. Onlar Tevhid Kelimesindeki gerçeği reddederler. “Onlara lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka tanrı yoktur)’ denildiğinde şüphesiz istikbâr ederler (büyüklük taslarlar).” 2639
Onlar, insanları ezmek için her yolu caiz görürler. Emirleri altına aldıkları insanları zayıf bırakırlar (müstez’af yaparlar) ve onları istedikleri gibi yönlendirirler2640. Onlar, kendilerinde olan güzel özelliklerden dolayı değil; ellerindeki makam, mal, güç gibi dünyalıklar yüzünden insanlardan üstün oldukları anlayışındadırlar2641. Onlar, kendi otoritelerine, düzenlerine ve fikirlerine karşı gelen hiç bir kimseden hoşlanmazlar. Kendi düzenlerini yıkacak her çabayı yok etmek için uğraşırlar. Onlar, Allah’ın peygamberlerle gönderdiği dine inanmamak için her türlü bahaneyi bulurlar, imanı ve iman edenleri küçümserler. 2642
Müstekbirlik; zulüm, bağy ve tuğyan sonunda ortaya çıkan bir vahşettir. Her müstekbir, haksız yere kibirlenen, gururlanan ve insanlar üzerinde kayıtsız şartsız hüküm sürmek isteyen isyankârdır. “Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri/müstekbirleşenleri, âyetlerimi anlamaktan çevireceğim.”2643 Müstekbirlik, Allah’a ait olan bir yetkiyi ve hakkı kendi kudreti ve iradesi altına almak niyetini hayatına ve davranışlarına dayanak kıldığından ilâhlık dâvâsına kalkışmak demektir. İster bunu açıktan açığa söylesin, isterse söylemesin, istikbâr ilâhlık iddiası demektir. Müstekbirlerin amacı, Allah’ın yerine kendilerinin insanların hayatına hükmetmesidir. Müstekbir bu gayesini gerçekleştirmek için, insan neslini, bitkileri ve hayvanları tüketecek kadar fesadını yaygınlaştırabilir.2644
2638] 2/Bakara, 87
2639] 37/Saffat, 35
2640] 31/Lokman, 6
2641] 41/Fussilet, 15
2642] 46/Ahkaf, 11
2643] 7/A’râf, 146
2644] 28/Kasas, 4
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Her müstekbir, hem kâfir ve hem de zâlimdir. Şeytan, kibirlendi ve kâfir oldu. Ancak kâfirlikten önce müstekbir oldu.2645 Kâfirliğin yolu istikbârdan geçmektedir. Allah’a karşı baş kaldıran ve Allah’ın kanunlarını beğenmeyen herkes müstekbirdir. 2646
Müstekbirler insanlar arasında sayıca azdırlar. Ancak dünyaya aşırı bağlıkları nedeniyle, Allah’tan çok kendilerinden korkan zayıf, güdülmeye hazır, tepkisiz yığınların boyun eğişlerinden yararlanırlar. Müstekbirler tarafından çeşitli oyunlarla, baskı ve tuzaklarla sindirilen geniş halk kitlelerindeki bu korku, istikbâr edenlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Köleliği ve sürünmeyi kader bilen kimseler, başlarına kim gelirse gelsin, ne olursa olsun ses çıkarmazlar. Bulabildikleri küçük dünyalıklar onların sesini kısmaya yeter.
İslâm, bu müstekbir mantığını ve ahlâkını tanıyıp ona düşmemeyi tavsiye ediyor. Ayrıca, yeryüzünde haksız yere istikbâr edip insanları sömüren, onlara baskı uygulayan ve haklarını ellerinden alan müstekbirlere karşı durmayı da öğütlüyor. Bu karşı koyuş ‘Allah adının büyüklüğü- Allahü ekber’ ve Tevhid kelimesindeki şuur ile olabilir.
Müstekbir Tipler
Kur’an, hayalî insan tipleri çizmiyor. Müstekbirler soyut varlıklar değillerdir. Onların bir kısmı tarihte yaşamış, bugün de yeryüzünün her tarafında olabilecek kimselerdir. Müstekbir kafa yapısına ve tavrına sahip sayısız örneği çevrenizde görebilirsiniz. Zenginliğin ve makamların şımarttığı niceleri vardır ki; hem başkalarına zorla tahakküm ederler, hem toplumun huzurunu bozarlar, hem de kendilerini ağırdan satarlar. Herkesin kendi emirleri altında, bütün geçim kaynaklarının kendi kontrollerinde olmasını isterler.
Fertler müstekbir olduğu gibi, düzenler, kavimler, meclisler de müstekbir olabilir. İslâm’ın dışındaki bütün sistemler müstekbir kabul edilir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zâlimlerin ta kendileridir.”2647 Her beşerî ideoloji, Allah’a baş kaldırıp Allan’ın hüküm ve kanunlarını beğenmeme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunun için komünizm, sosyalizm, kapitalizm ve diğer izmler müstekbirdir.
Bugün bazı ülkelerde yürürlükte olan zulüm düzenleri tipik ‘istikbar’ örneğidir. Zengin ülkelerin kendi aralarında kurdukları birlikler, ürettikleri politikalar dünyayı daha iyi kontrol altında tutma, daha iyi sömürme amacına yönelik değil midir? Birçok uluslararası teşkilat ne işe yaramaktadır? Bu teşkilatlar zulme uğrayanlara yardım etmeyi beceremezken, karar almak üzere bir araya gelemezken; çıkarları sözkonusu olunca dünyayı nasıl da ayağa kaldırıyorlar? ABD’nin ve pek çok batılı ülkenin bu anlamda müstekbir olduğu açıktır.
Bazı ülkelerdeki diktatörlerin, sulta ve despot yönetimlerin kendi halklarına ve ilâhî vahye karşı tutumları; müstekbirlerin karakterlerini göstermektedir. Onlar, kendi saltanatları ve çıkarları için zulümden ve baskı yapmaktan geri durmazlar. Kendi menfaatleri uğruna halklarının haklarına tecavüz ederler. İktidarlarını sürdürebilmek için her yola başvururlar. Allah’ın insanlar için koyduğu
2645] Bk. 2/Bakara, 34
2646] Bk. 45/Câsiye, 8
2647] 5/Mâide, 45
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 689 -
ölçülere kulak asmazlar.
Bütün müstekbirler, Allah’a itaat etmekten, O’nun önünde boyun eğmekten yüz çevirirler. Allah’ın hükümlerini ve âyetlerini dikkate almazlar. Çünkü kendilerini güçlü görürler, büyüklük taslarlar.2648
Kur'an'da şeytanın ve kâfirin önemli bir özelliği olarak anlatılan istikbâr/büyüklük taslamak, çeşitli şekillerde tezâhür edebilir. Bir kişinin ya da grubun, toplumun diğer birey ve kesimlerine karşı kibirlenip gurura kapılmaları ve onlarla ilişkilerini kendi büyüklükleri temelinde sürdürmek istemeleri şeklinde olduğu gibi, toplumun büyük bir kısmının, azınlığa karşı veya Kur'an'da belirtildiği şekliyle peygambere ve müslümanlara karşı büyüklük taslaması ve onları küçük görmeleri şeklinde de tezâhür edebilir. Bir başka büyüklenme biçimi ise, bir toplumun veya devletin, başka bir topluma üstten bakması, kendini efendi, öbürünü hizmetçi görmesidir. Bütün bu özellikler, istikbâr kapsamındadır. Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de birçok toplumda her üç istikbâr türünü görmek mümkündür.
İstikbâr psikolojisinde aşırı önyargılılık, tarafgirlik, bencillik, bağnazlık, yeni görüşlere açık olmamak gibi özellikler bulunur. Dolayısıyla, büyüklenen insanın ayırıcı özelliği, onun objektif görüşten uzak durmasıdır. Bu uzaklığın nedeni, kibir ve gururdur. Bu psikolojiyle inanmadıkları içindir ki, Kur'an, kâfirleri müstekbir olarak adlandırmakta2649 ve küfrün kaynağının büyüklenmek olduğunu belirtmektedir.
İstikbâr ve müstekbirin olduğu toplumlarda bir ezenle bir ezilenin olması, yani ezen/sömüren ve ezilen/sömürülen şeklinde iki sınıfın oluşması kaçınılmazdır. Nitekim Kur'an, müstekbirlerden söz ettiğinde, karşıtı olarak müstaz'aflardan da söz eder. Âyetlerde ele alınış biçimiyle Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri, güç, yetenek ve becerileri kendilerinden sayarak başka insanların boyunlarına binen müstekbirlerin diğer insanlara karşı davranışlarına istiz'af (zayıf görme), zayıf görülen insanlara da müstaz'af denmektedir. 2650
Müstekbirler, toplumun zayıf kimselerini ezer, zayıf olmayan kitleleri zayıf bırakmak için onlara ekonomik ve siyasî baskı yaparlar.2651 Peygamberlerin dâvetleri onların kaçışlarını arttırırken2652, müttakîler ve mü’min müstaz’afların imanını arttırmıştır. Müstekbirler, rasüllerin tehditlerini ve uyarmalarını alayla dinlerler2653 ve peygamberlere (ve mü’minlere) “ya dinimize girersiniz, ya da sizi şehirden çıkarırız” derler.2654 Onlar için verilen her ikaz, kendileri için eğlencedir2655. Dâvete kulaklarını tıkar, hiçbir şey duymamış gibi davranırlar. Küfür örtüleri hidâyete ulaşmaları için engel teşkil eder.
Allah’ın azabına aldırış etmeyen bu sömürgen kimselerin yanılgısı, aslında
2648] A.g.e. s. 467 vd.
2649] 16/Nahl, 22-24
2650] Ejder Okumuş, Kur'an'da Toplumsal Çöküş, s. 122-123
2651] 7/A’râf, 75
2652] 71/Nuh, 6
2653] 7/A’râf, 77; 21/Enbiyâ, 2
2654] 7/A’râf, 88
2655] 21/Enbiyâ, 2
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gücü olmayan şeytanın emrini dinlemeleridir.2656 Mücadele saflarında şeytanın tarafını tutması, kendisinin zayıf olduğunun en açık alâmeti iken, mal ve evlât çokluğuyla övünmesi2657, müstekbirlerin paranoyak kimseler olduğunu da düşündürüyor. Onlar hastadırlar, zayıftırlar. Çünkü halkın tevhîdî bilince ulaşmasından korkmaları ve bunun da kendilerinin sonu olduğunu bilmeleri, müstekbirleri gece gündüz hile ve desise kurmaya yöneltmiş ve insanların Allah’a şirk koşmalarını emretmeye başlamışlardır.
Kur’an, müstekbirlerin karakter yapılarını anlatmaktadır ki, her dönemde ve her coğrafyada yaşayan insanlar, mücadelelerinde bir konum belirlesin ve karşılaştıkları sorunları çözebilsin. Kur’an’da anlatılan müstekbir ifadesi, eski dönemlere ait tarihsel bir olgu değil; tüm zamanlar için kullanıbilen bir ifadedir.
Bugün mazlum ve mahrum bırakılmış, ezilmiş ve sömürülmüş halklara zulmeden tâğûtî sistemlerin Kur’an’da anlatılan müstekbir portresinden ne farkı vardır? Kaldı ki, biz müstekbiri asıl bugün tanımlamakla mükellefiz. Yaşadığımız hayat şartlarını tüm acımasızlığıyla ağırlaştıran, fıtratımıza uygun İslâm sisteminin kurulmaması için var gücüyle çalışan, Allah’ın diniyle alay eden düzen ve işbirlikçileri, Kur’anî ifadeyle müstekbirlerden başka bir şey değildir.
Rasüllerin mirasçısı olan mü’minleri sevmemek, onlarla alay edip onları ezmeye ve sömürmeye çalışmak, müstekbir olmanın en açık ifadesidir. Vesvesesini şeytandan alan, halkın üzerinde görünmez bir baskı oluşturan ve gece gündüz kurduğu desiselerle insanları rablerine karşı isyana ve küfre çağıran medya, müstekbirlerin Kur’an’da ifadesini bulan mü’minlerle alay etme misyonunu eksiksiz yerine getiriyor. 2658
Müstaz’af
‘Müstaz’af’, ‘za’af’ kökünden türemiştir. ‘Za’af’, kuvvetli olmanın zıddıdır, zayıf oldu demektir. Za’af sahibi kimseye, yani kuvvetli olmayana ‘za’if’ denilir ki, Türkçede ‘zayıf’ şeklinde söylenmektedir. ‘Za’af’, bedende, nefiste, akılda, düşüncede, bir şeyin nitelik ve niceliğinde olabilir. Kişinin bulunduğu statüde, bilgi ve görüşlerde de olabilir. ‘Müstaz’af’, ‘istaz’afe’ fiilinin fail ismidir. ‘İstiz’af’ sözlükte, zayıf görmek, zayıf bırakmak, zayıf bir hale getirmek, zillete düşürmek (aşağılamak) demektir.
Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerle şımaran, kibirlenip ‘müstekbir’ olanlar, bazı insanların boyunlarına binerek onlara karşı zalimce davranırlar, onları aşağı görürler. Onlara hükmedebilmek için onları zayıflatmanın yollarını ararlar. İşte müstekbirler tarafından aşağı görülüp, sömürülmek üzere zayıf bırakılmış kimselere ‘müstez’af’ denilmektedir.
Müstekbir ve Müstez’af Ilişkisi
Müstez’af’ı iyi tanımak için ‘müstekbir’leri iyi bilmek gerekir. Çünkü bu iki kavramın kullanılış yerleri ve durumları birbiriyle ilgilidir. Allah’tan gelen vahyin ve bu vahyi tebliğ eden peygamberlerin karşısına hep ‘müstekbir’ tipli insanlar çıkmışlardır. Onlar, Allah’ın peygamberlerinin davetine uyan müstez’afları aşağı
2656] 14/İbrahim, 22
2657] 41/Fussılet, 15
2658] Eşref Altaş, Haksöz, sayı 44, s. 41
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 691 -
gördüler, onlara zulmettiler ve girdikleri yoldan çevirmeye çalıştılar. Kur’an, İlâhî davete uyanlar ile ona karşı çıkanları ‘müstez’af-müstekbir’ bağlamında değerlendiriyor. Allah (c.c.), kendi davetine uyup kendi doğru yoluna giren ve asla müstekbirlere boyun eğmeyen müstez’afların yanında yer alıyor. Onları yeryüzüne ‘halife’ (imam) yapmakla müjdeliyor. 2659
İslâm’ın ilk dönemlerinde Mekke’de, Hz. Muhammed’in davetine uymaktan başka suçu olmayan fakir ve güçsüz müslümanlar, Kur’an’da haber verilen bu müstez’afların örneklerindendir. Onlar, o günün müstekbirleri olan Mekke devletinin ileri gelenleri tarafından zulme uğruyorlar, işkenceye tabi tutuluyorlar, horlanıp aşağılanıyorlardı. Mekke'li müşrikler, onlara karşı kibirleniyorlar, gücün ve iktidarın kendilerinde olduğunu hesaba katarak, emirleri altındaki insanların neye inanacaklarına dahi karışıyorlar, kendi dinlerinden veya ideolojilerinden çıkanlara zulmedip baskı uyguluyorlardı.
İslâm toplumu dışındaki bütün cahili toplumlarda, baskı uyguluyanlar ile baskı uygulananlar, yani kendilerini her bakımdan üstün sayanlar ile onların halk dediği zayıf bırakılmışlar bulunur. Modern toplumlarda bunu farklı bir biçimde görmekteyiz. Modern toplumlarda zenginler ve fakirler sınıfı, yönetilenler ile yönetenler sınıfı, yüksek tabaka ile alt ve orta tabaka grupları bulunmaktadır. Kendilerini biraz yukarı statüde görenler, Kur’an’ın anlattığı ‘istikbâr’ sınıfına girerler.
Câhiliye toplumlarında güç ve imkânları ellerinde tutanlar diğerlerine karşı üstünlük sağlamaya, onları etkileri altına almaya çalışırlar. Bu güçlüler zamanla ‘istikbâr’ ederler ve insanı gütmek, sömürmek, kullanmak veya istedikleri gibi yönetmek için onları ‘müstez’af’ hale getirirler. Müstez’aflar, müstekbirler tarafından kahır altında tutulan, hor ve zelil yapılan, zayıf bırakılan kimselerdir. Bu zayıf bırakmanın en önemli sebebi müstekbirlerdeki haksız kibir ile insanları istedikleri gibi yönetme arzularıdır. 2660
Dünyanın günümüzdeki yapısı içerisinde, zayıf bırakılmış mustaz’af kitlelerin, kendilerini ezen zorbalara karşı mücadelesi, ancak müstaz’af halkın tevhîdî bilince sahip olmalarıyla mümkün olacaktır. Hak ve bâtılı birbirinden ayıramayan müstaz’aflar, müstekbirlerin hilelerine kurban gidecek2661 ve böylesi müstaz’afların Allah’ın huzurunda şikâyetleri de bir anlam ifade etmeyecektir. 2662
Kur’an’da bize anlatılan müstaz’af–müstekbir mücadelesinin şartlarını bilmemek, bizi bu mücadelede amellerimizi bâtılın pisliğinden uzak tutacak ve amellerimize bâtılın karışmasını önleyecek bir bilinçten mahrum bırakacaktır. Rabbimiz, kitabında nebevî mücadelenin nasıl olması gerektiğini boşuna anlatmamış, bilâkis onları okuyalım, üzerlerinde düşünelim ve günümüz mücadelesine ışık tutalım2663 istemiştir. Tâğûtî sistemleri ayakta tutan kimseler, güçsüzlüklerinden şikâyet eden2664 zâlim müstaz’aflardır.2665 Müstaz’af olan ve fakat müstaz’af ol2659]
7/A’râf, 137
2660] H. K. Ece, a.g.e. 470 vd.
2661] 34/Sebe’, 31-33
2662] 34/Sebe’, 31-33
2663] 22/Hacc, 46; 15/Hıcr, 75; 12/Yusuf, 11
2664] 4/Nisâ, 97
2665] 34/Sebe, 31
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duğunun bilincinde olmayan, müstekbirlerin peşine takılmış, onlardan medet uman2666 kitlelerin dünyada ve âhirette karşılaşacakları çetin azabı hatırlatmak, üzerimize düşen sorumluluktur.
Tâğutun en örgütlü biçimi olan İslâm dışı düzenler, tüm kurum ve kuruluşları ile ordusu, bankası, medyası ve tüm işbirlikçileriyle mü’minlere saldırmakta ve onları çeşitli hile ve desiselerle güçsüz bırakmak istemektedir. Güçsüz bırakılan halkların ve baskı uygulanan insanların tevhîdî mücadele içerisinde var olan safı ise, inkılâpçı-ıslahatçı müstaz’afların yanıdır.
Zâlimlere başkaldırıp inkılapçı bir tavır takınması mümkün olmayan zavallı kadın, çocuk ve ihtiyarları ve aklî kapasitesi düşük olanları, Kur’an, “zavallı müstaz’aflar” olarak bize sunmaktadır. 2667
Bugün yeryüzünün birçok yerinde katledilen, savaşacak silâh ve güce sahip olamamış, duâ etmekten, yardımcı istemekten2668 başka çaresi olmayan insanlar, zulme başkaldıramadıklarından mâzurdurlar. Onların bu feryadlarını görmezlikten gelmek, “yeni dünya düzeni” müstekbirlerinin ve işbirlikçilerinin müstekbir olmalarından kaynaklanmaktadır. Fakat eli silâh tutan ve yardım gücü yerinde olan, başkaldırma gücüne sahip insanların ve düzenlerin ilgisizliği ise, müstekbirlerin zulmüne ortak olmak demektir.
Müstekbirleri uyarmaktan korkan, zâlimlere itaati fitne ve fesad çıkmasın diye sürdüren, zulümlere baş eğmeyi sabır diye tahayyül eden, görevlerini ve özellikle emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkeri terkeden, güçleri varken başkaldırmayan insanlar ise zâlimdirler. Aslında kendileri de müstaz’af oldukları halde, müstekbirlerle işbirliği yapmaktan çekinmediklerinden dolayı Allah bu gibileri zâlim müstaz’aflar diye nitelemektedir. Zâlim müstaz’aflar, istikbâr düzenini ayakta tutanlardır. Firavun, kendisinden ve mele’sinden güçlü binlerce köleyi ve halk kitlesini nasıl idare etmektedir. Onlara piramit adı verilen ve bir mezardan/anıtkabirden başka bir şey olmayan dağları nasıl kurdurmaktadır?
Firavun, onların bilinçlerini dondurmuş, büyüsüyle (medyasıyla) onları uyuşturmuştur. Halkın dinî hassasiyetlerine cevap verecek bir kurum oluşturmuş (Bel’am) ve bu kurum, Allah’ın kitabından konuşuyormuş gibi hareket ederek insanların başkaldırı ve eleştiri hakkını da elinden almıştır. Düzen; vahyi bir kenara atıp nefsini yücelten, âhireti değil; dünyayı ön plânda tutan, şeytana uyan ve aynı zamanda Allah’a yönelen insanları saptıran, işi gücü tâğutlara itaat edilmesi gerektiğini yineleyen bezirgân tipli din adamını/Bel’am’ı yetiştirdimi artık kitleleri uyuşturup saptırması çok basit olmaktadır.
Tâğûtî istikbârın oluşturduğu düzenin bu noktasından sonra, tüm kitlelerle “itaat” için uğraşmasına gerek kalmamıştır artık. Kitleleri düşünmekten ve zulmü görmelerini engellemekten sorumlu medya (sihirbazlar), kitlelerin fıtratlarına yönelişlerini çarçur edip saptırmaktan sorumlu, “uyarsan da uyarmasan da dilini sarkıtıp soluyan köpek”2669 gibi şeytana tâbi olan Bel’amlar, kitlelerin ekonomik işlerle ve dünya malıyla oyalanmalarını sağlayan Karun’lar, tâğûtî dü2666]
34/Sebe’, 31-33
2667] 4/Nisâ, 75
2668] 4/Nisâ, 75
2669] 7/A’râf, 176
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 693 -
zenin devamını sağlamakta, kitlelerin her alandaki fıtrata yönelişlerini saptıran müstekbirler artık müstaz’afları; devleti ve vatanı korumaya çağırırken Allah ve Rasülüne değil; şeytana uymayı, Allah’a nankör davranmayı emrederler. Şeytanın zulmünün ve işbirlikçilerinin aslında hiçbir gücü yoktur. Onları güçlü kılan, apaçık bir şekilde, zulme rızâ gösteren müstaz’af, fakat zâlim kimselerdir.
Ulu’l-emr kavramını fesâda uğratmış ve zulüm ve istikbârlarını ulu’l-emr diye müstaz’af insanlara sunmuş müstekbirlere itaati bir görev sayan kimsenin Allah’ın huzuruna çıktığında “emîrlerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi yoldan saptırdılar.”2670 demekten başka ileri süreceği hiçbir mâzereti yoktur. Zâlim müstazâflar bu halleriyle ezildiklerinin bile farkına varamamışlardır. Kolektif bilinçlerini üç beş mutlu-putlu azınlığa terketmiş ve onları denetleme imkânını dahi elde edememiş insanlar, âhirette Rablerine şikâyetlerini arzederken neye uğradıklarını şaşırmış görüntüsü vereceklerdir. 2671
Müstaz’af Insan Grupları
Kur’an-ı Kerim, müstaz’afları, içindeki bulundukları duruma, müstekbirler karşısındaki tutumlarına göre üç gruba ayırmaktadır:
Birinci grupta olanlar, uzun zaman boyunca vahiy’den uzak kalarak müstekbirlerin yönetimi altına düşenlerdir. Bunlar müstekbirler tarafından aşağılanmış ve zulme uğramışlardır. Eğer Allah’tan bir davet gelirse bunlar, o davete hemen uyarlar, müstekbirlere karşı gelirler. Bu gibi müstaz’aflar, samimi bir şekilde müslüman olurlar, zalimlerin baskı ve işkencelerine rağmen dinlerini terketmezler. Güç, mal ve toplumsal statü açısından ileri bir seviyede olmadıkları için, müstekbirler onlara hep baskı yapmak, onları istedikleri gibi yönetmek arzusundadırlar. Ama onlar peygamberleri dinlerler, müstekbirlerin alay, kınama ve işkencelerine aldırmazlar. Kur’an, böylesine müstaz’af olanlara yeryüzünün önderliğini haber veriyor: “Muhakkak ki Firavun yeryüzünde kibirlendi ve halkını bölük bölük (grup grup, parça parça) yaptı, onlardan bir grubu ‘müstez’af’/güçsüz görüyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Doğrusu o müfsitlerdendi (ifsâd edicilerden/bozgunculardandı). Biz ise diliyoruz ki, yeryüzünde ‘müstaz’aflara lutfedelim, onları imamlar (önderler) yapalım ve (yeryüzüne) vârisler kılalım.” 2672
İkinci grup müstaz’aflar, korku, dünyalık çıkarlar, Allah’ın sözüne güvenmeme veya başka za’aflar sebebiyle müstekbirlerin yaptıklarına karşı çıkmazlar. Onların yaptıkları fesatlara ve kibirlenmelere razı olurlar. Müstekbirlerin kuyruğuna takılırlar. Müstekbirler onları hor görmelerine rağmen, onların peşinden ayrılmazlar, seslerini çıkarmazlar. Kur’an, onların âhirette suçu birbirlerinin üzerine nasıl atacaklarını anlatıyor.2673“Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman, derler ki: ‘Ne ile meşguldünüz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmış (müstaz’af) kimselerdik’ derler. (Melekler de) ‘Oradan hicret etmeniz için Allah’ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü yataktır o.” 2674
2670] 33/Ahzâb, 67
2671] E. Altaş, Haksöz, 44, s. 42
2672] 28/Kasas, 4-5; Ayrıca bkz . 7/A’râf, 137
2673] 34/Sebe’, 31-35
2674] 4/Nisâ, 97
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyetler, güçleri olduğu halde müstaz’aflığa râzı olan, pısırık ve zillete boyun eğenleri tehdit ediyor. Onların arkadaşları (velileri), peşlerinden gittikleri müstekbirlerdir. Müstekbirlerden kurtulmak ve istikbâra son vermek için gerekeni yapmayanlar, aynen müstekbirler gibidir; Onların zulmünde pay sahibidirler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir. Bu çeşit müstaz’aflar, yüzleri ateşte çevrildiği gün, şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Biz, yöneticilerimize (sâdetenâ) ve büyüklerimize (küberâenâ) itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir lânete uğrat.” 2675
Bu müstaz’af kitlelerin uyarılmaya, zihinlerinin âdeta şoke edilmeye ihtiyaçları vardır. Uyarılmadıkları sürece, yaşadıkları hayat tarzının mümkün olan tek hayat tarzı olduğunu düşüneceklerinden farklı bir hayat tarzı arayışına girmeleri hemen hemen mümkün olmaz. Ancak uyarıldıktan sonra, kendilerinden seçim ve tercih yapmaları beklenir. Çoğunlukla sıhhatli tercihleri olduğu da söylenemez. Uzun bir süreç boyunca alıştıkları düşünce ve davranışlar, onların zihnî ve ruhî hayatlarında uyuşturucu izler bırakmıştır. İşte böyleleri Kur’an’a göre en az müstekbirler, yani kendilerini saptıranlar ve ezenler kadar ağır bir sorumluluk altındadırlar.2676 Bu zayıf bırakılmış büyük kitle, sahip oldukları potansiyel güçleri harekete geçirmedikçe, müstekbirler baskı ve sömürülerine devam edecek, bunun da tarihsel bir kader olduğunu telkin edeceklerdir. Baskı altına alınıp güçten düşürülmüş bu müstaz’af kitle; çağın sihirli aynaları olan medya ile psikolojik, ahlâkî ve kültürel araçlarla uyuşturulup miskinleştirilmiştir. Eğer onlar kendi potansiyel güçlerinin farkına varsa, zaaflarını yense, günün birinde zorbaların baskı rejimlerine karşı direnmeyi göze alacaklar ve zincirlerini kıracaklardır.
Üçüncü grup müstaz’aflar, hiç bir çareye gücü yetmeyen, bir çıkar yol bulamayan çocuk, kadın ve erkeklerdir. Bunları Allah’ın affetmesi umulur.2677 Allah (c.c.) böylesine ‘müstez’af’ kalmış kimseler uğruna cihad edilmesini emrediyor:“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir veli (dost) kıl, katından bize bir yardımcı gönder’ diyen müstaz’af erkek, kadın ve çocuklar için cihad etmiyorsunuz?” 2678
Bunlar, aslında müstekbirlerin zulmüne râzı değillerdir. Onların peşinden de gitmemektedirler. Ancak güçleri, imkânları yoktur. Hicret ve cihad edecek güçleri yoktur. Bu nedenle istikbâr edenlere karşı bir şey yapamamaktadırlar.
Müstaz’afların bu zayıf hallerinin sebeplerinden birisi müstekbirlerin kibirleri, zulümleri ve sömürüleridir. Müstekbirler, elleri altında kullanabilecekleri zayıf insanlar yoksa, nasıl kibirlenecekler? Kimleri hükümleri altına alıp, baskı uygulayacaklar?
Birinci gruptaki müstez’af insanlar, bu zalim müstekbir gruba karşı mücadele etmekten asla geri durmazlar. Onlar, Allah’ın verdiği ölçülere bağlı kalarak, yeryüzünü bu zalim müstekbirlerin baskısından temizlemeye çalışırlar. Onlar, Allah’a itaat ettikleri ve müstekbirlere karşı çıktıkları için, Allah (c.c.) onları yeryüzünde insanlara önder yapar.
2675] 33/Ahzâb, 67
2676] 34/Sebe’, 31-33
2677] 4/Nisâ, 88-89
2678] 4/Nisâ, 75
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 695 -
Müstekbir, kibirlenen ve büyüklük taslayan demek olduğundan bu vasıf kâfirlerin temel vasfıdır. Kur'an'ın ifade ettiği anlamda bir kibir müslümanda bulunamaz. Yine, hadis-i şeriflerde de kibir, küfür alâmeti olarak vurgulanır: "Şüphesiz kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez." Bunun üzerine ashabtan biri: "İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını ister (bu da mı kibir olur?) deyince Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever; kibir, hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir."2679 Hadis-i şerifte zikredilen kibir, insanı Hakk'a düşman yapan kibirdir. O yüzden kibirlilik ve istikbâr, imanın zıddı ve karşıtıdır. Büyüklük taslamak, ubudiyetin/kulluğun hakikatine aykırıdır. Secde ile simgelenen ibâdet, tevâzuun göstergesi, secde etmemek de istikbârın yansımasıdır.2680
Bundan dolayıdır ki, namazın, ezanın ve bayramların alâmeti ve şiarı tekbir olmuştur. İnsan, tekbirleri ile Allah'ın büyüklüğünü vurgulamakta ve büyüklük sıfatını kendisinden nefyedip uzaklaştırmaktadır. Rükû ve secdelerde de aynı tezellül ve tevâzu ifadesi vardır. Kibir ise bu yüceltmeye tamamen engel olan bir haldir. Hatta kibirli insan, kendini yücelten ve Rabbin azametini kabul etmeyen insandır ki, bu da ancak küfrün sonucudur.2681
Câhiliyye toplumlarında iki sosyolojik toplum karşı karşıyadır: Müstekbirler-Müstaz’aflar. Temelde sağlıksız ve çelişkili kutupların yer aldığı böyle bir toplumda müstekbirleri; idarî, siyasî ve fikrî zümrelerden oluşan “mele’” ile ekonomik zümrelerden oluşan “mütref” sınıflar oluşturur. Bunların karşısında, bu sınıfların ezdiği biyolojik, rûhî ve zihnî güçsüzlük içinde olan mustaz’aflar vardır.
Geçmişte olduğu gibi, modern çağda da, özellikle dev iletişim teknolojisini ve araçlarını, eğitim kurumlarını, sanat ve spor alanlarını kontrol eden iktidar seçkinlerinin, bütün bir toplumu, hatta tüm ulusları ve dünyayı her gün biraz daha güçten düşürerek, zaaflarını arttırıp kolayca kumanda ederek yönlendirdikleri söylenebilir. 2682
Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap
Allah, müstekbirleri sevmez, kalplerini mühürler, doğruya eriştirmez: “Hiç şüphe yok ki Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, müstekbirleri/ büyüklük taslayanları asla sevmez.”2683 Büyüklük taslayanların kalbi mühürlenir: “Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mühürler.” 2684
Müstekbirlere Dünyevî Azap: Çöküşe uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan
2679] S. Müslim, Nevevi Şerhi, c. 2, s. 89
2680] Bk. 2/Bakara, 34
2681] Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 53
2682] Ali Bulaç, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 3, s. 82
2683] 16/Nahl, 23
2684] 40/Mü’min, 35
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır. 2685
Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azabına uğradı.2686 Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.2687 Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı.2688 Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular. 2689
“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” 2690
Uhrevî Azap ve Cehennnem: Şeytanî bir dürtü olan istikbâr, insanı kötü eylemlere sürükleyerek, biraz önce belirtilen dünyevî azap ve sıkıntılardan ayrı olarak, âhiret hayatını da zindana çevirmektedir. İman edenlere ödülleri, Allah’a kulluktan çekinenlere ve büyüklük taslayanlara cezaları verilecektir: “Mesih de, Allah’a yakın melekler de Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler. Kim O’na kulluktan çekinir ve istikbâr eder/büyüklük taslarsa, bilsin ki O, hepsini huzuruna toplayacaktır. İman edip sâlih amel işleyenlere ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz çeviren ve müstekbirlik yapanlara/büyüklük taslayanlara gelince, onlara elem/acı verici şekilde azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulurlar (Kendilerini Allah’ın azabından kurtaracak bir kimse bulamazlar).” 2691
İstikbâr ederek büyüklük taslamış şımarık zenginlerin feryadı, âhirette onlara hiçbir yarar sağlamaz: “Sonunda, refah ve bolluk içinde şımarık varlıklılarını azapla yakaladığımız zaman feryad ederler. Onlara şöyle deriz: ‘Bugün boşuna feryâd edip sızlanmayın. Zira bizden yardım göremeyeceksiniz. Çünkü âyetlerimiz size okunurdu da siz, buna karşı müstekbirce kibirlenip büyüklenerek arkanızı döner, geceleyin hezeyanlar savurur, ağzınıza geleni söylerdiniz.” 2692
“İnkâr edenler, ateşe arzolundukları gün, onlara şöyle denir: ‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Ama bugün, yeryüzünde haksız yere istikbâr edip büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azap göreceksiniz.” 2693
2685] E. Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, s. 125
2686] 41/Fussılet, 15-16
2687] 7/A’râf, 77-79
2688] 7/A’râf, 91-93
2689] 7/A’râf, 132-137
2690] 6/En’âm, 93
2691] 4/Nisâ, 173
2692] 23/Mü’minun, 64-67
2693] 46/Ahkaf, 20; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 284-288
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 697 -
İstikbârın Sembol Tipleri (Müstekbirlerin Duayenleri)
Kur’an’da, özellikle şeytan,2694 Firavun ve yardımcıları Karun, Hâman,2695 mele’ (ileri gelenler/etkili ve yetkili çevreler),2696 İsrailoğulları,2697 kâfirler, müşrikler2698 ve münafıklar2699 istikbârın sembol tipleri olarak öne çıkarılır.
"Karun, Firavun ve Hâmân'ı da (helâk ettik). Andolsun ki Musa onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde istikbârda bulunmuşlardı/büyüklük taslamışlardı. Oysa (azâbımızı aşıp) geçebilecek değillerdi." 2700
Özellikle Firavun’un çevresindeki etkili ve yetkili kişiler olan Hâman ve Karun örnekliğinde açık bir şekilde görüldüğü gibi, müstekbirler iki grupta değerlendirilebilir. Biri, ileri gelenler anlamında olan “mele”; diğeri refah ve servet sahibi “mütref” zümreler. Müstekbir prototiplerden Hâman, mele’ sınıfını; Karun da mütref sınıfını temsil eder. Bu anlamda ilki siyasî, dinî ve idarî kategoriyi; ikincisi de ekonomik kategoriyi ve bu kategoriler içinde yer alan güçleri ifade eder. Mele’; önde gelenler, askerî, bürokratik ve politik çevrelerdir. Bir ülkenin yöneticileri ve yönetimde etkili olan askerî ve sivil çevreler, medyayı, köşe başlarını tutmuş zümreler mele’ kategorisine girer.
Tarihte mele’ dediğimiz bu sınıfların, çoğunlukla istikbâr ederek Allah’ın hükmüne karşı çıktıklarını ve peygamberleri çeşitli sıkıntılara ve işkencelere uğrattıklarını gözlüyoruz. Bundan dolayı Kur’an’da mele’ ile istikbâr arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. 2701
Bu çevrelerin peygamberlere karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçe, peygamberlerin çevrelerine halktan, sıradan insanları, köle ve yoksulları toplamış olmaları ve bu sınıfları yönetime ortak etmek istemeleridir. Mele’ olanlara göre, bu insanların siyasal katılımda bulunmaya hakları yoktur. Çünkü bunlar, aşağılık, sıradan, görüş beyan etmekten yoksun ve ayak takımı sürülerdir.2702 Bu sürüler, ancak seçkin çevrelere hizmet etmek, onlara boyun eğmekle yükümlüdürler. Aslında bu değerlendirmelerinin temel sebebi, dünyevî çıkarları, sömürü hortumlarını kaybetme endişeleridir.
Müstekbirler sınıfının diğer bir kategorisi de, ekonomik gücü elinde bulunduran mütref zümresidir. Bunlar, bir ülkenin mâlî, ticarî ve ekonomik hayatını kontrol eder, bu konumları onlara büyük bir refah, servet ve güç katar. Adâletli olmayan bir bölüşüm sisteminin emek sömürüsüne dayalı yapısı, böyle zümreleri besleyip ortaya çıkaran en büyük etkendir. Bir kere servet ve refahı ellerine geçirdilermi, artık bu zümrelerin istikbârı/büyüklük göstermeleri, Allah’ın hükümlerine isyan etmeleri, yoksulları ve emek sahiplerini koruyan İslâmî sisteme karşı çıkmaları kaçınılmazdır. Bundan dolayı, tarih boyunca yoksullardan, güçsüz ve
2694] 2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 38/Sâd, 71-75
2695] 23/Mü’minun, 45-48; 7/A’râf, 132-133; 10/Yûnus, 75-93; 28/Kasas, 39-42, 78-84; 29/Ankebut, 39
2696] 37/Saffat, 35-36; 7/A’râf, 74-79, 88-93
2697] 2/Bakara, 87-88
2698] 40/Mü’min, 56; 41/Fussılet, 38; 74/Müddessir, 11-26
2699] 63/Münâfikun, 5-6
2700] 29/Ankebut, 39
2701] 7/A’râf, 75, 88
2702] 11/Hûd, 27
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
köle sınıflarından yana olan peygamberlere karşı ilk baş kaldıranların bu sınıflardan olması şaşırtıcı değildir. 2703
Kur’an’a göre mütref ve mele’, karşılıklı ilişki ve işbirliği içinde müstekbirler sınıfını meydana getirerek yoksul, güçsüz ve köle sınıfları olan müstaz’aflara karşı birleşirler. “Derin devlet” denen şey, bu istikbâr koalisyonundan başka bir şey değildir. Bu derin toplumsal çelişki, ikincilerden yana tavır koyan her peygamberin gelişinde istisnasız bütün dehşetiyle ortaya çıkmış, çatışmalara yol açmıştır. Bu, toplumların sosyolojik realiteleridir. 2704
“Kavminin mele’inden/ileri gelenlerinden, istikbâr edenler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? (Buna inanıyor musunuz?)’ Onlar da, ‘Şüphesiz biz O’nunla gönderilene iman edenleriz,’ dediler. Müstekbirler/büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz.” 2705
“Kavminin mele’inden/ileri gelenlerinden, istikbâr edenler/büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinmez döneceksiniz. (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi?” 2706
İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan Dışındaki Canlılar ve Mü’minler
Melekler istikbâr edip büyüklenmez, Allah’ı tenzih eder ve O’na secdede bulunurlar: “Doğrusu Rabbinin katında olanlar, O’na kulluk etmekten istikbâr etmezler/büyüklenmezler. O’nu tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.”2707; “Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, istikbâr etmeden/büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler. Çünkü onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar.” 2708
Gerçek mü’minler, istikbâr/büyüklük duygusuna kapılmazlar: “Âyetlerimize ancak, o kimseler iman ederler ki, bu âyetlerle kendilerine öğüt verildiğinde istikbâr etmeden/büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. Onların, vücutlarını yataklarından uzaklaştırıp korkuyla, umutla Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını kimse bilmez. Öyle ya; mü’min olan, fâsık/yoldan çıkmış kimse gibi midir? Bunlar, elbette bir olmazlar. İman edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için yaptıklarına karşılık olarak varıp kalacakları cennet konakları vardır.” 2709
İstikbâr ve istiz'âf, İslâm'ın onaylayamayacağı bir durumdur. Müstekbirler müstaz'afların kanı, eti, kemiği ve alın teri üzerinde köşklerini yükseltirler. İstikbâr, Allah'a şirk koşmaktan başka bir şey değildir. Allahu ekber/Allah'tan başka büyük yoktur, tek büyük olan Allah'tır ilkesini inkârla, Allah'ın kibriyâsını
2703] 17/İsrâ, 16; 34/Sebe’, 34
2704] Ali Bulaç, S. B. Ansiklopedisi, c. 3, s. 84
2705] 7/A’râf, 75-76
2706] 7/A’râf, 88
2707] 7/A’râf, 206
2708] 16/Nahl, 49-50
2709] 32/Secde, 15-19
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 699 -
reddedip sahip oldukları iradeyi kötü yolda kullanan müstekbirler, sayıca çok az olmalarına karşın, özellikle Allah'a olan iman ve güvenlerinin za'fından ve dünya hayatını âhirete tercih etmelerinin sonucu Allah'tan çok büyüklük taslayanlardan korkmalarından ötürü istikbâra ses çıkarmayan müstaz'af yığınlarının sessizliğinden ve kölece boyun eğişlerinden yararlanırlar. İslâm bir yandan mücadelesini istikbâra ve müstekbirlere karşı yöneltirken, öte yandan köleliğin içlerinde âdeta ayrılmaz bir nitelik haline geldiği müstaz'af kitleleri ayaklandırmaya ve "Lâ ilâhe illâllah, Allahu Ekber" ilkeleri çerçevesinde başkaldırmaya çağırır. Böylece başlayan bir mücadelede, istikbâra karşı koyuşta ve bu karşı koyuşun getirdiği zorluklara sabreden müstaz'afları Allah, yeryüzünün doğularına ve batılarına vâris kılar, müstekbirlerin yalancı cennetlerini târumar eder, saraylarını başlarına geçirir. Ama eğer müstaz'aflar istiz'âfa râzı olup giderlerse hem dünya hayatında mezellet ve meskenetin pençesinde bayağı bir hayat sürerler, hem de âhirette müstekbirlerle birlikte ateşe atılırlar. 2710
"Allah için tevâzu gösteren kimseyi Allah yükseltir; büyüklük taslayanları ise Allah alçaltır."
"Büyük olmak için küçükleşen ne insanlar var!"
"Müstekbirler, omuzlarımızda taşıdığımız için büyük gözükürler; fırlatıp atınca yerde sürünmeğe başlarlar."
"Müstekbirler, önlerine diz çöktüğümüz için büyüktürler; o halde biz de ayağa kalkalım!"
"Küçüklerin istikbârı / büyüklük taslamaları kadar tehlikeli bir şey yoktur."
"Başını semâya çarpmaktan bermûtad cüceler korkarlar."
"İnsan, gayesi nisbetinde büyüktür."
"Alçak yerde tepecik, kendini dağ sayar."
"Ne kadar az yüksekten uçarsan, düştün zaman o kadar az incinirsin."
"Kavakların dikliğine, boylarının uzunluğuna bakıp onları önemli bir şey sanmayın. Bütün kibirli, meyvesiz ve gölgesiz yaratıkların başları bulutlarda sallanır."
"Bir insanda kendini yüksek görme ve hırs, söz söylerken soğan gibi kokar."
"Kibirlenip büyüklenenin
Aldanma dünyasına.
Dünya benim, diyenin
Gittik dün yasına."
"Kibri terkeyle dost,
Dime 'benem'
Gönlünün mescidinde
Koma sanem"
2710] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 377
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Önü bir damla pis su, sonu leş, ortası ... torbası olan, nasıl büyüklük taslar?"
"Topraktan yaratılan insan, toprak gibi tevâzu sahibi olmazsa, aslından/insanlığından çıkmış olur."
"Kibirliye karşı kibirlilik vaciptir."
Bizi, müslümanlığımızdan dolayı küçük göreni, "hayvandan aşağı"2711, "yaratıkların en şerlisi"2712, bir "pislik"2713 "sağır, dilsiz, kör ve akılsız" 2714 görmek zorundayız.
"Müstekbir, kalbindeki hastalığın2715 gözüne de yansıdığı2716 kimsedir. O yüzden gözleri sirk aynaları gibi çarpık gösterir. Küçüğü büyük, büyüğü küçük gösteren çukur ve tümsek aynalar gibidir bakışları. Kendilerini dev aynasında, başkalarını da cüce görmeleri bundandır. Hakkı bâtıl ve bâtılı da hak görmeleri de aynı hastalığın belirtisidir.
Türkçe'ye Yunanca'dan giren "manyak" kelimesi, müstekbir kelimesinin Türkçe karşılığıdır. Bu, müstekbir için zorlama bir abartı ifadesi değil; gerçek bir tanımdır. Şöyle ki, "megalo", büyük demektir; psikolojik bir hasta/ruh hastası olan "megaloman": Megalomani'ye, yani büyüklük kuruntusuna tutulmuş kimse anlamına gelir. "Megalomani": Kendini büyük görme hastalığı, büyüklük kuruntusu manasınadır. "Mani" ve "manya": Saplantı, iptilâ, tutku, düşkünlük şeklinde ortaya çıkan delilik haline verilen addır. "Manyak" da, Manya'ya (delilik gibi bu psikolojik hastalığa) uğramış ruh hastası demektir. Dolayısıyla "manyak" kelimesinin Türkçedeki tüm olumsuz anlamları, istikbâr/kendini aşırı beğenme hastalığının bir göstergesi ve sonucudur. Yani tüm müstekbirler manyaktırlar. Bunun için olsa gerektir; tımarhanedeki delilerin çoğu, kendilerini meşhur büyüklerden biri gibi görür ve gösterir. Deli bile, kendini akıllı gösteren meşhur delilerle/müstekbirlerle kendisi arasındaki yakın bağı görebilmektedir.
Gerçek anlamda büyümektir; kendimizi Allah için âciz/küçük görmek.
Gerçek anlamda küçülmektir; kendimizi büyük görmek.
Seni küçük görenlere/müstekbirlere karşı görevin: Onun terazisinde ağır gelmek için uğraşman; ama bunu kendi hastalığın olarak değil, onu hastalıktan kurtarmak için yapmaktır.
Seni büyük görenlere/müstaz'af mü'minlere karşı görevin: Muhâtabın kendisini çok küçük görmesine engel olarak kendine zarar vermesinin önüne geçmek, aynı zamanda seni büyüklenip böbürlenmeye götürerek sana zarar vermesine mâni olmaktır.
"Mazlum kardeşinize de zâlime de yardımcı olunuz." Zâlime nasıl yardımcı olabiliriz? "Zulmüne engel olarak!" Müstekbir için de aynı yardım sözkonusu.
Kibirli, bizim sayemizde (bizim ona bu fırsatı vererek, ona karşı küçüklüğü/
2711] 7/A'râf, 179
2712] 8/Enfâl, 55
2713] 9/Tevbe, 28
2714] 2/Bakara, 171; 8/Enfâl, 22
2715] 2/Bakara, 10
2716] 2/Bakara, 18
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 701 -
köleliği kabullenmemizden dolayı) büyüklenmemeli; büyüklük taslayanlara hadlerini bildirebilmeli ve acziyetlerini gösterebilmeliyiz.
Ölçü belli: "Kâfirlere karşı şiddetli/çetin; kendi aralarında merhametli olmak." 2717 "Mü'minlere karşı alçak gönüllü/şefkatli; kâfirlere karşı onurlu ve zorlu olmak." 2718
Ve... Büyüklük taslamanın sonu ile ilgili 2 uzak tarihten, 2 de yakın tarihten ibret:
Şeytan: İstikbâr etti/kibirlenip büyüklük tasladı; herkesin hakaretle/lânetle andığı aşağılık mahlûk oldu.
Firavun: İstikbâr etti, hem de "ben sizin en yüce rabbinizim" diyecek cür'et gösterdi2719; Herkese secdede ve küçülmüş vaziyette teşhir edildi.
Superman (süpermen) filmlerinin insanüstü güçleri olan süpermeni/sahte ilâhı (bu filmin kahramanı Cristopher Rewe, attan düştü, tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu.
Muhammed Ali Clay: Müslüman olduğu ve en büyük olanın kim olduğunu bildiği halde, "en büyük benim" demenin cezası olarak alzheimer hastalığına tutuldu, dili zor konuşur, eli zor hareket eder hale geldi.
Günümüzün müstekbir karakterli kişi ve gruplarını yakından tanımak için Kur’an’a bakmak yeterlidir. Yine bu zalimlerin müstez’af haline getirdikleri zayıfları Kur’an’dan tanıyoruz. Yapılacak iş, müstez’aflara destek olmak, onları savunmak; her türlü meşru aracı kullanarak müstekbirlerin baskı ve zulümlerini önlemeye çalışmaktır. Unutmamak gerekir ki, geniş kitleleri istikbâr ile sömüren zâlim azınlık, müstaz’afların kurtuluşu sağlayacak tevhîdî çözümlere asla yanaşmayacaktır. Yine unutulmaması gerekir ki zâlimlere az da olsa meyil, ateşin dokunmasına sebeptir. “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” 2720
“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyen/böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” 2721
Ezilen, zulme uğrayan kitlelere, zulme uğradıklarını hatırlatmak, onları mustaz’af olduklarının bilincine vardırmak, vahyî sorumluluğumuzun gereğidir. Müslüman, Allah’ın sevmediği insanlara en küçük muhabbet besleyemez. “Şüphesiz Allah müstekbirleri sevmez.”2722 Müstekbirlerin istikbâr ellerini kesmek müslümanın temel görevlerinden biridir.
2717] 48/Fetih, 29
2718] 5/Mâide, 54
2719] 79/Nâziât, 24
2720] 11/Hûd, 113
2721] 28/Kasas, 83
2722] 16/Nahl, 23
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İstikbâr-Müstekbir Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İstikbâr ve Bunun Fiil Olarak Kullanımının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 42 Yerde): 2/Bakara, 34, 87; 4/Nisâ, 172, 173; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 93; 7/A’râf, 36, 40, 48, 75, 76, 88, 133, 206; 10/Yûnus, 75; 14/İbrâhim, 21; 16/Nahl, 49; 21/Enbiyâ, 19; 23/Mü’minûn, 46; 25/Furkan, 21; 28/Kasas, 39; 29/Ankebût, 39; 32/Secde, 15; 34/Sebe’, 31, 32, 33; 35/Fâtır, 43; 37/Sâffât, 35; 38/Sâd, 74, 75; 39/Zümer, 59; 40/Mü’min, 47, 48, 60; 41/Fussılet, 15, 38; 45/Câsiye, 31; 46/Ahkaf, 10, 20; 71/Nûh, 7, 7; 74/Müddessir, 23.
B- Müstekbir Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 16/Nahl, 22, 23; 23/Mü’minûn, 67; 31/Lokman, 7; 45/Câsiye, 8; 63/Münâfıkun, 5.
C- İstikbâr ve Müstekbir Konusunda Âyet-i Kerimeler
İstikbâr: Bakara, 34, 87; Nisâ, 172, 173; Mâide, 82; En’am, 93; A’raf, 36, 40, 48, 75, 76, 88, 133, 206; Nahl, 49; Enbiyâ, 19; Yûnus, 75; İbrâhim, 21; Mü’minûn, 46; İsrâ, 111; Furkan, 21; Ankebut, 39; Sebe’, 31-33; Secde, 15; Saffat, 35; Ahkaf, 10, 20; Ğâfir, 43, 47-48, 60; Fussılet, 15, 38; Kasas, 39; Sâd, 74-75; Müddessir, 23; Zümer, 59; Nuh, 7; Câsiye, 31;
Müstekbir: Nahl, 22-23; Lokman, 7; Mü’minun, 67; Câsiye, 8; Münâfikun, 5
D- Kibir Konusunda Âyet-i Kerimeler
Allah, Kendini Beğenenleri Sevmez: Nisa, 36-37; Nahl, 23; Lokman, 18; Hadîd, 23.
Kibirlenerek Allah’a Kulluktan Çekinmek: Nisâ, 172-173; A’raf, 146-147; Secde, 15; Zümer, 60, 72; Mü’min, 35, 76.
Allah’ın Âyetlerini Kibirlerine Yediremeyenler: A’raf, 36, 146-147, 206; Nahl, 4k8; Fussılet, 37-38.
Münafıklar, Kibir Yüzünden İmandan Kaçarlar: Bakara, 206; Münâfikun, 5-6.
İblis’in Kibri: Bakara, 34; A’raf, 11-13; Hıcr, 28-33; İsrâ, 61-62; Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sâd, 71-76.
Allah’ı Unutarak Gurura Kapılmak: Tevbe, 25-26.
Kibirle Yürümekten Sakınmak: İsrâ, 37; Lokman, 18.
Kibirden Sakınmak: Lokman, 18; Fâtır, 10.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s . 272-274
Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 96-99
Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 337-342; 380-386
El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 174-178
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 222-223; c. 4, s. 389-391
Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 3, s. 81-84
İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 104-107
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 371-378
Kur'an'da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 275-295
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 317-320; 467-472
Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 135-150
Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 50-55
Kur'an'da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y. s. 122-127
Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 191-192
İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 342-343
Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 166-172
Haksöz, sayı 44 (Kasım 94), s. 41-42
Mustaz'af - Müstekbir, İmam Humeyni, çev. Serdar İslâm, Objektif Y.