Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:31

LÂNET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

LÂNET


- 589 -
Kavram no: 123
İlâhî Ceza 5
Bk. Gazap; Cehennem; Rahmân-Rahîm
LÂNET


• Lânet; Anlam ve Mâhiyeti
• Rasûlullah, Lânet Edici Değil; Rahmet Peygamberiydi
• Lâneti Yasaklayan Hadis-i Şerifler
• Kur’an-ı Kerim’de Lânet:
Lânetlenen Zümreler ve Özellikler
• Hadis-i Şeriflerde Lânet Edilenler
“(Yahûdiler, Peygamberlerle alay ederek) ‘Kalplerimiz perdelidir’ dediler. Bilâkis, küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lânet etti. O yüzden onlar, pek azı hâriç, iman etmezler.
Daha önce kâfirlere karşı yardım isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir Kitap gelip de Tevrat’tan bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince derhal inkâr ettiler. İşte Allah’ın lâneti böyle kâfirlere, inkârcılaradır.” 2544
Lânet; Anlam ve Mâhiyeti
“Lânet”, lügatta kovma ve uzaklaştırma manalarında kullanılmaktadır. “Tel’în”, lânet etmek ve azaba uğratmak demektir. “Mel’ûn” kelimesi ise, lânet olunmuş anlamına gelir. Allah Teâlâ tarafından vuku bulan lânet, dünyada hayır ve tevfikten/başarıdan, âhirette ilâhî lütuf ve rahmetten uzaklaştırılmak manasını ifade etmektedir. Halk tarafından yapılan lânetler, sövme ve beddua anlamında kullanılmaktadır.
İslâm, konuşmalarımızda muhtevâ ve üslûp olarak güzelliğe riâyet etmemizi emretmektedir.2545 Kalp incitecek bir kelime bile sarf edilmemesi gerektiğini, ana babaya “öf” demeyi yasaklayan âyetten2546 yola çıkarak değerlendirebiliriz. Sözlerin tümünün hayırlı olmasının emredildiğini, söz israfına, boş söze ve lehve’l-hadise yer vermektense susmanın daha faydalı olduğunu bilen mü’min, gönül kırıcı, kaba veya itici sözlerden kaçınmayı, cehennemden kaçmak gibi görecektir. Halkın bazı yanlış telâkki ve davranışlarındaki hatalardan dolayı “münâfık”, “kâfir” veya “mel’un” gibi damgalandırmalar, bazen onların hatalarından daha büyük bir suçu yüklenmek olacaktır. 2547
Lânet etmek: İnsanların birbirine lânet etmesi; “Allah’ın lânetine uğra!”, “lânet olsun!”, “mel’ûn!” gibi tâbirleri kullanmakla gerçekleşir. “Allah’ın rahmetinden uzak olasın!” anlamına gelir. Hak etmeyen bir kimseye lânet etmek veya çokça lânet tabirini kullanmak, büyük günahlardan kabul edilir. “Mü’mine lânet
2544] 2/Bakara, 88-89
2545] bk. 2/Bakara, 83
2546] 17/İsrâ, 23
2547] Mehmed Emre, Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, s. 7-8
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmek, onu öldürmek gibidir.” 2548
Âlimler, yaşayan muayyen bir kimseye lânet etmenin haram olduğunda ittifak ederler. Çünkü lânet, “Allah’ın rahmetinden uzak kılma” manasına gelir. Hali, içyüzü ve son durumu kesin olarak bilinmeyenin, Allah’ın rahmetinden uzak olmasını dilemek câiz olmaz. Bu sebeple âlimler, “ister müslüman, ister kâfir ve isterse hayvan olsun, muayyen birine lânet etmek câiz değildir” demişlerdir. Bir kimsenin son halini sadece Allah bilir. Ebû Cehil ve İblis gibi küfür üzerine öldüğü veya öleceği bir nassla bilinenlere lânet edilebilir. Kâfir olarak öldüğü veya öleceği bilinmeyenlere açıkça lânet câiz değildir. Ama vasıfla lânet haram değildir. Fâiz yiyen veya yediren, zâlimler, fâsıklar, kâfirler, bid’atçılar gibi hadislerde lânet izâfe edilenler, belirli bir şahsı bu çerçevede tâyin etmeden lânet edilebilir.
İnsanlara ulu orta lânet etmek, sövmek gibi, hatta ondan daha ağır bir kötü sözdür. Rasûlullah (s.a.s.), kötü sözlü olmayı mü’minlik vasfıyla bağdaştırmaz. Kur’an ve Sünnet, hangi çeşidi olursa olsun, kötü sözü yasaklar. Âhirette hesabının zor verileceği amellerden olduğu ve gönüllerde açtığı yaranın, bıçak ve kılıç yarasından daha derin olmasından dolayı, dinimiz, hayrın dışında söz söylemektense susmayı emreder.
Lânet; kötü söz, hakaret ve sövme anlamında kullanılır. Ama esas anlamı, Allah’ın rahmetinden uzak kalması için bedduâdır. Kelimenin esas anlamı budur. Hadis-i şerifte, içki içen kimseye lânet etmenin Rasûlullah tarafından yasaklanması2549 gösterir ki, Allah ve Rasûlünü seven kimse için, bir mü’min için, büyük günahlar da işlese lânet etmek haramdır. Böylelerine Allah’tan mağfiret dilemek daha uygundur. Kişi dinden çıkmadıkça, günahı sebebiyle lânet edilmesi câiz değildir. Ama başkalarına kötü örnek olacak şekilde günahı açıktan işleyen, başkalarını haramlara alıştıran, insanları Allah’a isyana teşvik eden bir fâsığa lânet câiz görülmüştür.
İhtiyatlı âlimlere göre, muayyen bir kimse için, lânet tavsiye edilmez; bazı amelleri işleyenleri caydırmak için kötü fiilleri engellemek kasdıyla genel olarak bazı vasıfları taşıyanlar lânetlenebilir; Peygamberimiz’in yaptığı bundan ibarettir. Başta İmam Buhârî olmak üzere birçok âlim, açıktan günah işleyen fâsıklara ve özellikle zâlimlere ve tâğutlara genel bir üslûpla beddua etmenin câiz olacağına hükmetmişlerdir. Bir kimsenin ismen lânet edilmesi, onu günahta ısrara veya tevbesinin kabulü hususunda ümitsizliğe atabilir; hâlbuki bedduâ ve lânet, muayyen bir şahsa değil de günahkârlara genel bir üslûpla yapılacak olursa, bu o günahı işlemekten kaçındırma ve caydırma olur, insanın kötülüğü değil, iyiliği hedeflenmiş olur.
Lânet kavramını tanımak, insanları ulu orta tel’in etmeye vesile olmamalı; kendimiz ve yakın çevremizin lânetlenmiş kötülüklerden uzaklaşmamız ve başkalarını münkerden yasaklama görevimiz için değerlendirilmelidir. Müşrikleri muvahhid mü’min, münâfıkları samimi müslüman, günahkârları hayırda ve sevapta yarışan mücâhid haline getirmek için dinimizin hepimize görevler yüklediğinin bilincinde olmalıyız. Lâneti hak ettiren kötülükleri bilmek, öncelikle o tür hataların en küçüğünün ve en gizlisinin bile kendimize bulaşmasına müsâmaha
2548] Buhârî, Eymân 7, Cenâiz 84, Edeb 44, 73; Müslim, İman 176 -110-; Tirmizî, İman 16
2549] Buhârî, Hudûd 5
LÂNET
- 591 -
ile bakmamak, kötü amele buğz etmek, fakat kötü insanı ıslâha çalışmak anlayışına hizmet etmelidir.
Rasûlullah, Lânet Edici Değil; Rahmet Peygamberiydi
Beşeriyet küfür, dalâlet ve cehâhet içinde bocalayıp putlara tapmakta iken âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, kendisinin lânet edici olarak gönderilmediğini ifade etmiş, yoldan çıkmış insanları gece gündüz, gizli açık İslâm’a dâvet etmiş, sırât-ı müstakîmi göstermiştir. Sahâbelerden bazıları, müşriklerin toptan helâk edilmesi için rahmet peygamberinden bedduâ etmesini ısrarla istemişlerdi. Güzel ahlâkın ve merhametin en asil örneği olan o yüce rasûl, bu isteği kesin bir dille reddediyor ve kâfirlerin cezalandırılmasını değil; hidâyetini istiyordu.
Bu konudaki hadis-i şerif şöyledir: Peygamber Efendimiz’e “ey Allah’ın rasûlü! Müşriklerin (helâk olması için) aleyhlerine duâ (bedduâ) et, onları lânetle!” diye rica edilmişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hiç şüphe yok ki ben, lânet edici bir peygamber olarak gönderilmedim; ancak rahmet (ve hidâyet vesilesi) olarak gönderildim.” 2550
Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyeti, rahmet peygamberinin özelliğini açıklar: “Rasûlullah (s.a.s.), hiçbir kimseye kötü söz söyleyen, lânet eden ve söven bir kişi olmadı. (Bir kimseye) öfkelenip darıldığında “alnı topraklanası o kimseye ne oluyor?” derdi.” 2551
Rasûlullah (s.a.s.), öfkeli haldeyken de ancak hakkı söyler, hak olanı yapardı. Fakat Allah adına olan öfkesi, ona suçlunun cezalandırılmasında sabır ve teenniyi terk ettirir ve acele etmesine sebep olurdu. Bu hususta Hz. Ali şunu söyler: “Hz. Peygamber, hiçbir vakit, nefsi için intikam peşinde koşmadı. Onun insanları cezalandırması, Allah’ın haramlarının çiğnenmesine karşı idi.” 2552
Lâneti Yasaklayan Hadis-i Şerifler
“Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” 2553
“Mü’min, ne ta’n edici, ne lânet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayâsızdır.” 2554
“Sıddîk bir kimse için lânet edici olmak yakışmaz.” 2555
“Lâneti çokça yapanlar, Kıyâmet gününde şefaatçi olamazlar, şehid/şâhid de olamazlar.” 2556
“Birbirinize karşı Allah’ın lânetiyle lânetleşmeyin. Allah’ın gazabı ve cehennem temennisiyle birbirinize ilenip bedduâda bulunmayın.” 2557
2550] Müslim, Birr 87; Kütüb-i Sitte, 15/145
2551] Buhârî, c. 7, s. 84
2552] Kütüb-i Sitte, 15/166
2553] Buhârî, Eymân 7, Cenâiz 84, Edeb 44, 73; Müslim, İman 176 -110-; Tirmizî, İman 16; Ebû Dâvud, İman 9; Nesâî, Eymân 7; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi 16/366
2554] Tirmizî, Birr 48 -1978-) (Ta’n etmek: Birini ayıplamak, şerefini düşürmek, onur kırıcı kusur izâfe etmek demektir.)
2555] Müslim, 8/23
2556] Müslim, Birr 85 -2598; Ebû Dâvud, Edeb 53
2557] Ebû Dâvud, Edeb 53; Tirmizî Birr 48
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Bir kul, herhangi bir şeye lânet ettiği vakit, o lânet semâya doğru yükselir. Gök kapıları hemen onun önüne kapatılır. Sonra o, yere doğru iner. Arzın kapıları da ona kapatılır. Sonra sağa ve sola (doğru) yol tutarsa da, gidecek bir yer bulamaz. Nihayet lânet olunan kişiye dönüş yapar. Eğer o, buna lâyık ise orada kalır. Şayet o, buna ehil değilse, bu sözü sarf edenin kendisine döner (ve onun üzerinde kalır).”2558; “Bir kimse, diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime kendine döndürülür.” 2559
Peygamberimiz zamanında bir adamın elbisesini rüzgâr çekip açmıştı. Bunun üzerine o, rüzgâra lânet etti. Bunu duyan Peygamber (s.a.s.), şöyle buyurdu: “Ona lânet etme! Zira o (esmeye) memur kılınmıştır. Kim ehli olmayan bir şeyi lânetleyecek olursa, yapılan o lânet, kendi üzerine döner.”2560
Rasûlullah’ın (s.a.s.) seferlerinden birinde ensârdan bir kadın, deve üzerinde yolculuk yapıyordu. Bir ara kadının gönlü daralıp (hayvana kızdı ve) ona lânet etti. Rasûlullah, bu sözü işitince, “devenin üzerindeki eşyaları alın ve deveyi (kendi haline) bırakın, salıverin. Çünkü o, lânetlenmiştir.” buyurdu. Hadisi rivâyet eden İmrân (r.a.) diyor ki: “Sanki ben deveyi insanlar arasında yürürken görür gibiyim; kimse ona dokunmuyordu.” 2561
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: “Lakabı Hımâr olan bir adam vardı. Bu, zaman zaman Rasûlullah’ı (s.a.s.) güldürürdü. Hz. Peygamber bu adamı, içki sebebiyle ceza olarak dövdürmüştü. Bir gün yine içki suçuyla getirildi. Rasûlullah emretti, celde uygulandı. Cemaatten birisi: ‘Allah’ım şu adama lânet et! Kaç sefer içki sebebiyle getirildi, (bir türlü ıslah olmuyor)’ diye bedduâ etti. Rasûlullah (s.a.s.): “Ona lânet etmeyin. Allah’a yeminle söylüyorum, bu adam hakkında bildiğim bir şey varsa o da Allah ve Rasûlü’nü (samimiyetle) sevmiş olmasıdır.” buyurdu.2562 Ebû Dâvud’daki rivâyette, bu olay üzerine Peygamberimiz’in şöyle buyurduğu belirtilir: Böyle söylemeyin, fakat şöyle deyin: ‘Ey Allah’ım, ona rahmet et, onun taksiratını affet!” 2563
Kur’an-ı Kerim’de Lânet
Kur’ân-ı Kerim’de lânet kelimesi ve türevleri 41 yerde geçer. Kitabımız’da lânetlenmiş zümreler ve özellikler şunlardır:
Yahûdiler: “(Yahûdiler, Peygamberlerle alay ederek) ‘Kalplerimiz perdelidir’ dediler. Bilâkis küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lânet etti. O yüzden onlar, pek azı hâriç, iman etmezler.” 2564
“Daha önce kâfirlere karşı yardım isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir Kitap gelip de Tevrat’tan bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince derhal inkâr ettiler. İşte Allah’ın lâneti böyle kâfirlere, inkârcılaradır.” 2565
“... (O yahûdilerin) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın
2558] Ebû Dâvud, 4/277
2559] Buhârî, Edeb 44
2560] Ebû Dâvud, Edeb 53; Tirmizî Birr 48; Kütüb-i Sitte, 15/153
2561] Müslim, Birr 80 -2595-; Ebû Dâvud, Cihad 55
2562] Buhârî, Hudûd 5; Kütüb-i Sitte, 6/288
2563] Kütüb-i Sitte, 6/288
2564] 2/Bakara, 88
2565] 2/Bakara, 89
LÂNET
- 593 -
gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” 2566
“Yahûdilerden bir kısmı, kelimeleri tahrif edip yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak ‘işittik ve karşı geldik’ , ‘dinle, dinlemez olası’, ‘râinâ’ derler. Eğer onlar ‘işittik, itaat ettik’, ‘dinle’ ve ‘bizi gözet’ deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık onlar, pek azı hâriç, iman etmezler.” 2567
“Ey ehl-i kitab! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden yahut onları, Cumartesi adamları gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab’a) iman edin; Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir.” 2568
“Yahûdiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır)’ dediler. Hay dedikleri yüzünden kendi elleri bağlanası ve lânet olası (insanlar)! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir...” 2569
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyan edip söz dinlememeleri ve taşkınlık yapıp sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” 2570
Ve bir-iki hadis-i şerif: “Allah, yahûdilere lânet etsin. Onlara (hayvanların) içyağı(nı yemek) haram kılındı da onlar bunu eritip sattılar.” 2571
“Allah yahûdilere ve hıristiyanlara lânet etsin! Onlar, peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirdiler. (Onlar üzerinde veya onlara karşı namaz kıldılar.)” 2572
Hıristiyanlar: “Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: ‘Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.”2573 Bu âyete mübâhele âyeti denir ki, bir meselede haklı olanın ortaya çıkması için karşılıklı lânetleşmek demektir. Tefsircilerin belirttiğine göre Necran hıristiyanlarından bir heyet, Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna gelerek, Kur’an Hz. İsa’nın babasız doğduğunu kabul ettiğine göre onun -hâşâ- Allah olması lâzım geleceğini iddia ettiler. Hz. Peygamber onları, bir araya gelerek kim yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesi için dua etmeye çağırdı. Fakat Necran heyeti buna yanaşmayarak müslümanların himayesine girmeyi kabul eden bir antlaşma imzalayıp gittiler.
Ehl-i Kitap: “Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve bâtıla (sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: ‘Bunlar, Allah’a iman edenlerden
2566] 2/Bakara, 61
2567] 4/Nisâ, 46
2568] 4/Nisâ, 47
2569] 5/Mâide, 64
2570] 5/Mâide, 78-80
2571] İbn Mâce, 2/1122
2572] Buhârî Salât 54; Müslim, Mesâcid 20; Ebû Dâvud, Cenâiz 76; Nesâî, Cenâiz 106
2573] 3/Âl-i İmrân, 61
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
daha doğru yoldadır’ diyorlar! Bunlar, Allah’ın lânetlediği kimselerdir; Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” 2574
“(Onlara) şöyle de: ‘Ey Kitap ehli! Yalnızca Allah’a, bize indirilene ve daha önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa çoğunuz, fâsıksınız/yoldan çıkmış kimselersiniz. De ki: ‘Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır.” 2575
Kâfirler: “Âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir. Onlar ebediyyen lânet içinde kalırlar. Artık ne kendilerinden azap hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır.” 2576
“Şu muhakkak ki, Allah kâfirlere lânet etmiş, onları rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Orada ebedî olarak kalacaklar, (kendilerini koruyacak) ne bir dost, ne de bir yardımcı bulacaklardır.” 2577
“Allah’a iftira eden ya da O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir?! Onların Kitaptaki nasipleri kendilerine erişecektir. Sonunda elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken ‘Allah’ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılar nerede?’ derler. (Onlar da) ‘Bizden sıvışıp gittiler’ der. Ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler. Allah buyuracak ki: ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!’ Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, ‘Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!’ diyecekler. Allah da: ‘Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz’ diyecektir.” 2578
“...Allah’ın lâneti, kâfirlere, inkârcılaradır.” 2579
“İman ettikten, Rasûl’ün hak olduğuna şehâdet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfre sapıp inkâr eden bir kavme Allah nasıl hidâyet nasip eder? Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez. İşte onların cezası: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir.” 2580
Münâfıklar: “Allah erkek münâfıklara da, kadın münâfıklara da, kâfirlere de içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini vaad etti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap da vardır.” 2581
“Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah'a şirk/ortak koşan erkeklere ve kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük onların başına gelmiştir. Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!” 2582
2574] 4/Nisâ, 51-52
2575] 5/Mâide, 60
2576] 2/Bakara, 161-162
2577] 33/Ahzâb, 64-65
2578] 7/A’râf, 37-38
2579] 2/Bakara, 89
2580] 3/Âl-i İmrân, 86-87; Ayrıca, bk. 9/Tevbe, 68
2581] 9/Tevbe, 68
2582] 48/Fetih, 6
LÂNET
- 595 -
Putperestler: “(İbrâhim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra Kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur.” 2583
Allah’ı ve Rasûlünü İncitenler: “Allah ve Rasûlünü incitenlere Allah, dünyada ve âhirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.” 2584
Zâlimler: “Cennet ehli cehennem ehline: ‘Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk, siz de Rabinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?’ diye seslenir. ‘Evet!’ derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun!’ diye bağırır. Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zâlimlerdir. Onlar âhireti de inkâr edenlerdir.” 2585
“O gün zâlimlere, özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz. Artık lânet de onlarındır, kötü yurt da onlarındır!” 2586
“... Bilin ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.” 2587
Reisler ve Büyükler (İnsanları Saptıran Lider ve Yöneticiler): “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” 2588
“Allah buyuracak ki: ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!’ Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, ‘Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!’ diyecekler. Allah da: ‘Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz’ diyecektir.” 2589
Toplumu Allah’ın indirdikleri dışında yöneten, onları yanlış yollarda yürüten liderlere ve egemen güçlere hem kendi kâfirliklerinden ve hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından ötürü; bunların peşinden gidenlere de hem kâfir olduklarından ve hem de sapık liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat azap edilecektir.
Bir Mü’mini Öldürenler: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” 2590
Yalancılar: “Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim olabilir? Onlar (Kıyâmet gününde) Rablerine arz edilecekler, şahitler de: ‘İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’ diyecekler. Bilin ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir. Onlar, (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyenlerdir. Âhireti inkâr
2583] 29/Ankebût, 25
2584] 33/Ahzâb, 57; Bunların, özellikle yahûdiler, hıristiyanlar ve müşrikler olduğu söylenir.
2585] 7/A’râf, 44-45
2586] 4/Mü’min, 52
2587] 11/Hûd, 18
2588] 33/Ahzâb, 66-68
2589] 7/A’râf, 38
2590] 4/Nisâ, 93
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edenler de onlardır.” 2591
“Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: ‘Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.” 2592
Hakkı Ketmedip Gizleyenler: “Biz Kitapta açıkça belirttikten sonra, indirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve hakkı açıkça ortaya koyanlar lânetlenmekten kurtulmuşlardır. Zira Ben onları bağışlarım ve Ben tevbeleri fazlaca kabul eden ve çok merhamet edenim.” 2593
Fesat ve Fitne Çıkaranlar: “Andolsun, münâfıklar/ikiyüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar (bu hallerinden ) vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler. Hepsi de lânetlenmiş olarak nerede ele geçirilirse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler. Allah’ın önceden geçenler hakkındaki kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.” 2594
Sözden Cayanlar, Sıla-yı Rahmi Terk Edenler ve Fesatçılar: “Allah’a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah’ın riâyet edilmesini emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır.” 2595
“Geri dönerseniz, yeryüzünde fesatçılık/bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz mısınız? İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lânetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” 2596
İblis/Şeytan: “Allah onu (şeytanı) lânetledi; o da: ‘Yemin ederim ki kullarından bir pay edineceğim’ dedi.” 2597
“Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de rûhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın! Bütün melekler hep birlikte secde ettiler. Yalnız İblîs secde etmedi. Zira o istikbâr etti/büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah: ‘Ey İblîs! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?’ dedi. İblîs, ‘Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın’ dedi. Allah, ‘çık oradan (cennetten)! Sen artık kovulmuş birisin. Cezâ gününe kadar lânetim senin üzerindedir’ buyurdu.” 2598
Firavun: “Fir’avn, Kıyâmet gününde kavminin önüne düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da, Kıyâmet gününde de lânete tâbi tutuldular. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır!” 2599
2591] 11/Hûd, 18-19
2592] 3/Âl-i İmrân, 61
2593] 2/Bakara, 159-160
2594] 33/Ahzâb, 60-62
2595] 13/Ra’d, 25
2596] 47/Muhammed, 22-23
2597] 4/Nisâ, 118
2598] 38/Sâd, 71-78; Benzer âyetler için Bk. 15/Hıcr, 28-35
2599] 11/Hûd, 98-99
LÂNET
- 597 -
“O (Fir’avn) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu?! Onları, (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.” 2600
Âd Kavmi: “İşte Âd (kavmi)! Onlar Rablerinin âyetlerini bilerek inkâr ettiler, peygamberlerine âsi oldular, inatçı her zorbanın emrine uydular. Böylece onlar hem bu dünyada, hem de Kıyâmet gününde lânete tâbi tutuldular. Bilin ki, Âd (kavmi) Rablerini inkâr ettiler. (Yine) bilin ki Hûd’un kavmi Âd, Allah’ın rahmetinden uzak kaldılar.” 2601
Nâmuslu Kadınlara İftira Atanlar: “Namuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara (iftira) atıp zina isnadında bulunanlar, dünyada da, âhirette de lânetlenmişlerdir. Dilleri, elleri ve ayaklarının, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerine şahitlik edeceği bir günde onlar için çok büyük bir azap vardır.” 2602
Lian/Mülâane: “Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların herbirinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ve şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi kendisinden cezayı kaldırır.” 2603
Bu âyetlerdeki uygulama, İslâm aile hukukunda “lian” terimi ile ifade edilir. Karısının zina suçu işlediğini iddia eden bir koca, eğer iddiasını ispat için dört şahit getiremezse, karı ve koca hâkim huzuruna celbedilerek liâna davet edilir. Her iki taraf da doğruluklarını bu ifadelerle beyan ederlerse, erkek iftira (kazf) cezasından, kadın da zina cezasından kurtulur ve bu şekilde evlilik bağı sona erer.
Lânetli Ağaç: “Hani sana ‘Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur’an’da lânetlenen ağacı, ancak insanları fitne/sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.” 2604
Müfessirlerin ekseriyetine göre, âyetin, “görüntüler” diye tercüme edilen “rü’yâ” kelimesi, Hz. Peygamber’in Mi’râc gecesindeki müşâhedeleridir. “Kur’an’da lânetlenen ağaç” ise, cehennemdeki “zakkum ağacı”dır.
Hadis-i Şeriflerde Lânet Edilenler
Ana Babaya Lânet Etmek: “Allah, babasına ve annesine lânet edene lânet etsin. Allah’tan başkası adına hayvan kesene Allah lânet etsin. Bid’atçıyı (koruyup) barındırana Allah lânet etsin. Arâzi sınırını değiştirene de Allah lânet etsin.” 2605
Abdullah bin Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Kişinin (kendi) annesine babasına lânet etmesi, büyük günahların en
2600] 28/Kasas, 39-42
2601] 11/Hûd, 59-60
2602] 24/Nûr, 23-24
2603] 24/Nûr, 6-9
2604] 17/İsrâ, 60
2605] Müslim, 6/84
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyüklerindendir.” buyurması üzerine ashâb: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bir kişi, annesine ve babasına nasıl lânet edebilir?” dediler. Rasûl-i Ekrem: “O, bir şahsın anasına babasına söver, o da (buna karşılık olarak) onun babasına ve anasına söver.” buyurdu. 2606
Babasından Başkasına Nesep İddiasında Bulunmak: “Kim babasından başkasına intisap (başkasının çocuğu olduğunu iddiâ) ederse; Allah’ın, meleklerin ve insanların tamamının lâneti onun üzerine olsun!” 2607
Fâiz Alıp Vermek: Abdullah bin Mes’ûd’dan rivâyet olunduğuna göre “Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyene ve yedirene, onun şahitlerine ve onu yazan kâtibine lânet etmiştir.” 2608
“Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyene ve yedirene, (senedi yazan) kâtibe ve (onu imzalayan) şahitlere de lânet etti ve “bunların hepsi (günahta) müsâvidirler” buyurdu. 2609
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyeni, yedireni, fâiz anlaşmasını yazanı, sadakaya/zekâta engel olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı, hulle yapanı, hulle yaptıranı lânetledi.” 2610
“Fâizden (para ve mal) çoğaltan hiçbir kimse yoktur ki, onun işinin sonucu azlık (ve perişanlık) olmasın!” 2611
“Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa sakın misli misline olmaktan başka türlü almasın.” 2612
“Fâiz yetmiş üç çeşittir. En hafifi, bir adamın kendi anasını nikâhlamaya kalkışmasının dengidir. Fâizin ötesindeki günah ise, kişinin müslümanların ırzına saldırmasıdır.” 2613
“Bir adamın bilerek yediği bir dirhem miktarı fâiz, Allah katında otuz altı defa zina yapmaktan daha şiddetlidir.” 2614
“Helâk edici yedi şeyden sakının.” Ashâb: “Ey Allah’ın Rasûlü! Onlar nelerdir?” dediler. Rasûlul-i Ekrem: “Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı öldürmek -meğerki bir hak sebeple olsun- Fâiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum gününde savaş alanından kaçmak, namuslu mü’min ve hiçbir kötülükten habersiz kadınlara (zina iftirası) atmaktır.” 2615
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onlardan fâiz yemedik hiçbir fert kalmayacaktır. Kim yemezse ona da tozu (olsun) dokunacaktır.” 2616
Kur’an da, yasaklanan diğer konulardan çok farklı ve büyük cezalarla fâiz konusunu gündeme getirir: “Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alışveriş (ticaret) de fâiz gibidir’
2606] Buhârî, Edeb 4; Müslim, iman 146; Tirmizî, Birr 4; Ebû Dâvud, Edeb 129; Kütüb-i Sitte, 15/39
2607] İbn Mâce, 2/860
2608] İbn Mâce, 2/764
2609] Müslim, 5/50
2610] Nesâî, Zînet 25; Kütübi-i Sitte, 15/160
2611] İbn Mâce, 2/765
2612] Müslim, 5/47
2613] Feyzu’l-Kadîr, 4/50
2614] Feyzu’l-Kadîr, 6/306
2615] Buhârî, 3/195
2616] İbn Mâce, 2/765; Nesâî; Ebû Dâvud
LÂNET
- 599 -
demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateşliktir, orada devamlı kalırlar. Allah, fâizi mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları çoğaltır (içinden sadaka verilen malları bereketlendirir). Allah (günahta ısrar eden) günahkâr kâfirlerin hiçbir ini sevmez. Şâyet (fâiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş bir savaş ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlığa da uğramazsınız.” 2617
Rüşvet Alıp Vermek, İhtikâr (Karaborscılık) Yapmak: “Allah’ın lâneti, rüşvet verenin ve rüşvet alanın üzerine olsun!” 2618
“Allah, rüşvet verene ve verdiği hükümde rüşvet alana lânet etsin.”2619; “Allah; rüşvet verene, rüşvet alana ve ikisinin arasında elçilik yapana lânet etsin!” 2620
“Malını satışa arzeden rızka erer; muhtekir (pahalanması için satmayıp bekleten karaborsacı) da lânete uğrar.” 2621
Şarap İçmek ve İçirmek: “Rasûlullah (s.a.s.), şarap (ile ilgili husus)ta on kişiye; (üzümü) sıkana, sıktırana, içene, taşıyana, kendisi için taşıtılan kimseyen, sâkîsine (garsonuna), satıcısına, bedelini (kazancını) yiyene, satın alana, kendisi için satın alınana lânet etti.” 2622
“Her sarhoşluk veren (içki), hamrdır ve her hamr da haramdır.” 2623; “Aklı örtücü her içki hamrdır, sarhoşluk veren her içecek şey de haramdır.”2624; “Sarhoşluk veren her içki haramdır.” 2625
Kur’an’da da içkinin yasaklığı ve bazı zararları net bir şekilde gündeme getirilir: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz, değil mi?” 2626
Hırsızlık Yapmak: “Allah hırsıza lânet etsin ki, o yumurta (ya benzeyen miğfer) çalar da eli kesilir, bir ip çalar da eli kesilir.” 2627
“Allah, kefen soyucu (mezar soyguncusu) erkeğe de, mezar soyan kadına da lânet etsin.” 2628
Livâta (Cinsî Sapıklık/Homoseksüellik): “Lût kavminin işini (cinsî sapıklık,
2617] 2/Bakara, 275-276, 279 ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 130-131; 2/Bakara, 278
2618] İbn Mâce, 2/775
2619] Feyzu’l-Kadîr, 5/268
2620] Feyzu’l-Kadîr, 5/268
2621] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 17/247
2622] Tirmizî, Tirmizî şerhi Tuhfetul-Ahvezî, 4/516-517
2623] Müslim, 6/101
2624] Ebû Dâvud, 3/327
2625] Müslim, 6/99
2626] 5/Mâide, 90-9)
2627] Buhârî, 8/15; Müslim, 5/113
2628] Muvatta, Cenâiz 44; Feyzu’l-Kadîr, 5/271; Kütüb-i Sitte, 15/163
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
homoseksüellik) yapana Allah lânet etsin!” 2629
“Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkunç olanı, Lût kavminin ameli (olan çirkin ilişki)dir.” 2630
“Kim karısına arka tarafından (ters ilişkiye girer,) varırsa mel’undur!” 2631
Kur’ân-ı Kerim de bu davranışın çirkinliğini ve bu işi yapanların helâkini ibretlere sunar: “Lût’u da (peygamber olarak kavmine gönderdik). Kavmine şöyle demişti: ‘Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız? (Bu ilâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam ede gelen bir kavimsiniz! Kavminin cevabı, sadece ‘Lût ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar (bizim yaptıklarımızdan) temiz kalmak isteyen insanlarmış’ demelerinden ibaret oldu. Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ; onun geride (azaba uğrayanların içinde) kalmasını takdir ettik. Onların üzerine öyle bir yağmur indirdik ki... Ne kötü idi uyarılan (fakat aldırmayan)ların yağmuru!” 2632
Hayvana Tecâvüz Etmek, Allah’tan Başkası Adına Hayvan Kesmek, Âmânın Yolunu Şaşırtmak: “Kendi babasına ve annesine söven kimse mel’ûndur. Allah’tan gayrisi adına hayvan kesen mel’undur. Arâzinin hududunu (gösteren işaretleri) değiştiren kimse mel’undur. Gözleri görmeyen bir şahsı yoldan saptıran mel’undur. Hayvana düşkün olan (tecâvüz eden) adam mel’undur. Lût kavminin (homoseksüellik) işini yapan kimse de mel’undur!” 2633
Kadınlara Benzemeye Çalışan Erkekler ve Erkeklere Benzeyen Kadınlar: “Rasûlullah (s.a.s.), kadın elbisesi giyen erkeğe de, erkek elbisesi giyen kadına da lânet etti.” 2634
“Rasûlullah (s.a.s.), (giyinmede, yürüyüşte ve sâir davranışlarda) erkeğe benzemeye özenen kadına lânet etti.” 2635“Rasûlullah (s.a.s.), kadın gibi davranan erkeklere de, erkeğe benzemeye özenen kadınlara da lânet etti.”2636; “Rasûlullah (s.a.s.), kendini kadına benzeten erkeklere de, erkeklere benzemeye özenen kadınlara da lânet etmiştir.” 2637
Kocasının Dâvetine İcâbet Etmeyen Kadın: “Kocası, hanımını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz, erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar (veya yatağa gelinceye kadar) kadına lânet okurlar.” Bir başka rivâyette: “Kadın, küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa, melekler onu lânetler.” 2638
Vücuda Dövme Yaptıran ve Hılkati (Allah’ın Yarattığı Şekli) Değiştirenler: “Allah; dövme yapan ve yaptıran, yüzdeki tüyleri yolan ve yoldurtan, güzellik için dişlerinin arasını yontan ve Allah’ın yarattığı (şekli)ni değiştiren kadınlara lânet etsin!” 2639
2629] Ahmed bin Hanbel, I/309; Tirmizî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 5/21
2630] Tirmizî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 5/23
2631] Ebû Dâvud, 2/249
2632] 27/Neml, 54-58 ve benzer âyetler için Bk. 26/Şuarâ, 165-173; 29/Ankebût, 33-35
2633] Müslim, Edâhî 43; Nesâî, Dahâyâ 34; Ahmed bin Hanbel, I/217; Kütüb-i Sitte, 15/159
2634] Ebû Dâvud, 4/60
2635] Ebû Dâvud, 4/61
2636] Tirmizî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 8/70
2637] Buhârî, 7/55: İbn Mâce, 1/614; Kütüb-i Sitte, 7/493
2638] Buhârî, Nikâh 85, Bed’ü’l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122; Ebû Dâvud, Nikâh 41; Kütüb-i Sitte, 10/66-67
2639] Müslim, 6/166-167; Buhârî, 7/61-62
LÂNET
- 601 -
Bir Acı Olay Karşısında Yaygara Koparan, Yas Tutan Kadınlar: “Rasûlullah (s.a.s.), (ölü için ağlarken) yüzünü tırnaklayan, yakasını yırtan kadına ve helâk (oldum) helâk (diyerek) halkı çağıran (ve yaygara yapan) kadına lânet etmiştir.”2640; “Rasûlullah (s.a.s.), (ölen kimsenin iyiliklerini sayarak) yas tutan kadına da, onu(n söylediklerini) dinleyen kadına da lânet etmiştir.” 2641
Hulle Yapan ve Yaptıran: “Allah, hulle yapan erkeğe de, kendisi için hulle yapılan kocaya da lânet etsin!” 2642 (Hulle yapan ve hulle yapılan: Üç talakla boşanan bir kadının, ilk kocasına helâl olmasını sağlamak düşüncesiyle ve cinsî yakınlıkta bulunduktan sonra boşamak üzere nikâhlayan anlaşmalı koca ve buna rızâ gösteren ilk kocadır.)
Ana ile Çocuğunun Arasını Ayıran: “Rasûlullah (s.a.s.) anne ile çocuğunun ve kardeşle kardeşin arasını ayıran kimseye lânet etmiştir.” 2643
Hayvanlara İşkence Yapan: “Peygamber (s.a.s.), canlı bir hayvana (kulağını, kuyruğunu keserek veya silâh atışına hedef yaparak) işkence yapan kimseye lânet etti.”2644; “Rasûlullah (s.a.s.), kendisinde rûh (can) bulunan herhangi bir şeyi atış hedefi yapan kimseye lânet etti.” 2645
“Lânete sebep olan üç yere abdest bozmaktan kaçının: Suyollarına, işlek yollara ve gölgeliklere.” 2646
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) Tebük seferi sırasında, helâk edilen Semûd kavminin yurdu olan Hıcr’a uğradığı zaman: “Nefislerine zulmedenlerin meskenlerine girerken onların mâruz kaldığı musîbetin size de gelmesi korkusuyla ağlayarak girin!” buyurdu. Sonra başını (rıdâsıyla) örtüp yürüyüşünü hızlandırdı ve vâdiyi geçinceye kadar bu hâl üzere devam etti.”2647 Diğer bir rivâyette, “Şu anda sizler, mel’ûn (lânete uğramış) bir vâdidesiniz; onun için hızlanın (buradan çabuk çıkın) Kim buranın suyu ile hamur yaptı, tencere kaynattı ise ters çevirsin.” Bir diğer rivâyette: “Bu azaba uğrayanların yanına girmeyin. Ancak ağlayarak girerseniz o başka. Eğer ağlamazsanız yanlarına girmeyin de onlara gelen belâ size de gelmesin.”2648 Yine İbn Ömer anlatıyor: “Halk, Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Hıcr’a, Semûd kavminin yurduna inince, kuyularından su aldılar ve onunla hamur yoğurdular. Efendimiz, onlara derhal aldıkları suyu dökmelerini ve hamurları develere yem yapmalarını emretti. Ayrıca, Hz. Sâlih’in devesinin su içtiği kuyudan su almalarını emretti.” 2649
2640] İbn Mâce, 1/505
2641] Ebû Dâvud, 3/194; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 17/142
2642] İbn Mâce, 1/623; Ebû Dâvud, 2/227
2643] İbn Mâce, 2/756
2644] Buhârî, 6/228
2645] Müslim, 6/73
2646] Ebû Dâvud, Tahâret 14; Müslim, Tahâret 68; Kütüb-i Sitte, 10/363
2647] Buhârî, Enbiyâ 7, Mesâcid 53, Meğâzi 80, Tefsir, Hıcr 2; Müslim, Zühd 38-40
2648] Kütüb-i Sitte, 7/250-251
2649] Buhârî, Enbiyâ 17; Müslim, Zühd 40
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 189-190
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 346-347
3. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 191-193
4. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 208-209, 214, 219
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 417
6. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 212-216
7. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 115-118
8. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 184, 188-189
9. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 13, s. 436
10. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2, s. 224-225; c.4, s. 17-18
11. Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş, KUBA Y. c. 6, s. 381-387
12. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
13. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 155, 272
14. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s. 127-129
15. İslâm İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi Y. s. 113, 283

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:26

KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR


- 479 -
Kavram no: 122
İman 21
Bk. İman; Tevhid; Şirk; Cehennem
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR


• Küfür; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'an'da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
• Küfrün Anatomisi
• Kâfirin Kalbi
• Küfrün Sebepleri
• Müslüman-Kâfir İlişkisi
• Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
• Kâfir Akrabalarla İlişki
• Elfâz-ı Küfür
• Ef’âl-i Küfür
• Tekfir ve Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu
• Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
• İtidâl/Denge
• Dinde aşırılık
• Tekfircilik Hastalığı
• Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
• Tekfir Konusunda Kurallar
• Tekfire Engel olan Mâniler
• Tekfir Konusunda Yetkili Mercî
• Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
• Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
• Haksız Tekfirin Tehlikesi
• Küfürden Korunma Yolları
"Gerçekten kâfir olanları (küfürlerinde bilinçli olarak ısrar eden kimseleri) inzâr etsen de etmesen de (azap ile uyarıp korkutsan da korkutmasan da) müsâvidir. Çünkü onlar iman etmezler." 2104
Küfür; Anlam ve Mâhiyeti
Küfür, “ke-fe-ra” fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffâre(t) denilmiştir. Yine aynı kökten gelen “küfrân” ise, nimeti örtmek, yani nankörlük yapmak demektir. Günahları örten bedele de “keffâret” denilir. Kâfir kişi de Allah'ın varlığını, âyetlerini, nimetlerini
2104] 2/Bakara, 6
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır.
Küfre sapan kimseye kâfir (çoğulu: küffâr, kâfirûn, kefere) denilir. Küfür, imanın zıddı olduğu gibi, kâfir de mü’minin zıddıdır. Kâfir, gerçeği örten, nimeti saklayıp inkâr eden kişi demektir. Yaratıcı’nın en büyük nimetleri olan Allah’ın âyetleri, tevhidî iman, peygamberlik, din, hidâyet vb. hususları saklamak veya görmezlikten gelmek kâfirliğin en belirgin şeklidir.
Küfür, realiteyi, hakikati çarpıtmaktır. Küfür, varlıktaki, yaratılıştaki güzellik ve mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illetidir; bir fıtrat nankörlüğüdür. Akı kara, karayı ak görmektir; Görülmesi gerekeni görmemek, bakar körlüğü tercih etmektir. Küfür, bir hastalıktır, bir ârızâ ve anormalliktir. Doğal olanın, fıtratın dışına çıkmaktır. Kalpte başlayan bu hastalık, kafaya ve bütün organlara yayılır. İmanla tedavi edilmedikçe çabuk büyüyen ve tüm vücudu kaplayan bu kanser mikrobu, kişinin âhiretini ve dünyasını mahveder. İslâm’ın hâkim olmadığı çevre şartları, bu küfür mikrobunun alabildiğine yayıldığı hastalıklı ortamlardır.
Küfür, bir kimsenin iman edilmesi gerekli esaslara iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terk etmeyi, ikrah, yani şiddetli zorlama ve engel bulunmadığı halde ikrarı terk etmeyi de içine alır. İmandaki tasdik gibi, küfürdeki tekzib (yalanlama) de kalble, sözle veya davranışla olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, ikrah (zorlama) olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta elfâz-ı küfrü (küfür sözünü) böyle sözle ifade etmek, daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî (davranışla) yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmanın en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denilmemesi nasıl mümkün olur? Ancak, o sözlü veya fiilî küfür izharı, “kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra ikrah olunan, zorlanan değil”2105 şer’î istisnâyı bildiren bu âyet gereğince zaruri bir zorlamaya dayanması hâriç. Fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür), iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür) ile fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela, namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile haça tapmak kesin küfür olur. Bu bakış açısından, amelin terkinin fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan, küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Hâlbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf’ı çirkefe atmak, güneşe tapınmak, putlara veya heykellere secde etmek, küfrü yayıp neşretmek, günahı ve haramı helâl; helâli de haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir ikrah, yani zorlama zarureti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir.
Yukarıda açıklama yapıldığı üzere, ameli terk etmenin ve her günahın küfrü gerektirdiği söylenmiyor. Fakat bu mesele, istismar edilerek kötüye kullanılmıştır. Ameli terk etmek iki türlüdür: Birisi cüz’î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terk etmek, biri de terk etmeyi alışkanlık edinmektir. Meselâ, bazen namaz kılmayan ile namazı terk etmeyi alışkanlık haline getiren arasında
2105] 16/Nahl, 37
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 481 -
büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -beşer hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla uygundur. Şu halde cüz’î terk, küfür olmayabilir. Fakat ameli terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmeyen, ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah'a, Peygamber’e ve peygamberlere, Kur’an’a ve âhirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan, birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiçbir ine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise, onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile de vâki olur; tamamının inkârı şart değildir. İman ile küfür, sade zıt değil; birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki menzil arasında bir menzil (el-menzile beyne’l-menzileteyn) yoktur. Bir insan ya kâfirdir; ya mü’min. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir.
İman ile küfür, iki görüş açısından düşünülür. Birisi, insanın yalnız Allah'a karşı vaziyeti; diğeri de mü’minlere karşı vaziyetidir. Birincisinde mü’min, yalnız Allah’ın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde, insanların ilmi ve onlara kendini ne şekilde tanıttığını, ne gibi muâmele yaptığını, onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi tutulması gerektiğini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm’da Allah’ın hakları, bir de kulların hakları yönü; imanın bir ferdî, bir de sosyal durumu vardır. “Allah'a, Peygamber’e kalbimde imanım var” deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır.
Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sövmek manasında da âdet olmuştur ki, bu, Arapça’da yoktur. Halk arasında yaygın olan bu mana, esasında dinî manadan alınmıştır. Önceleri küfrü gerektiren sövmelere kullanılırken, biraz genişletilmiştir. 2106
Küfür, İslâm’ın karşıtıdır. İslâmın gönderilişi sebebi, insanların fıtrat dini olan İslâm’dan uzaklaşıp, Allah’ın ‘küfr’ dediği inkâra düşmeleridir veya kendi hevalarına uyarak yanlış yola gitmeleridir.
“Küfür”, din dilinde, imanın zıddıdır yani imansızlıktır. Bir insanın iman etmesi mümkünken, iman etmesi gerekirken iman etmemesidir. Bu çeşit küfr, yalanlamayı, inkârı ve iman ilkelerini ikrar (söylemeyi) terketmek demektir. Nasıl ki iman; imanın şartlarını, inanç esaslarını zorlama olmadan kalp ile tasdik dil ile ikrar ise, küfr de tam bunun karşıtıdır. İnanç esaslarını kabul etmediğini dil ile söylemektedir veya gönlünden inanmamaktır. İman ilkelerini yalan saymak veya açıktan açığa inkâr etmektir. Başka bir deyişle, Allah’ın varlığını ve birliğini, peygamberliği, Hz. Muhammed’in getirip tebliği ettiği şeyleri inkâr etmek, onları kabul etmemektir.
İman kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için “küfür” kavramı üzerinde durmak gerekir. İslâm’ın iman kavramına yüklediği bütün olumlu mânâların tam
2106] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., c. 1, s. 191-192
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşıtı “küfür” kavramında vardır. Esasen küfr de bir iman çeşididir. Yani bazı insanlar İslâm’a inanmamayı inanç haline getirirler veya onun yerine bir başka din bulurlar; bunlara genel olarak “kâfir” denir.
Küfre düşene, küfre sapana veya İslâm’a inanmadığını açıktan açığa söyleyene dinimiz “kâfir (gerçeği örten, inkâr eden)” demektedir. Bunun çoğulu küffâr, kâfirûn veya kefere’dir. Küfür, sözle olduğu gibi fiil (eylem) ile de olabilir. Bir kimse sözüyle, “ben islâma, Kur’an’a, Hz. Muhammed’e inanmıyorum” veya “ben İslâm’ın dışında başka dinlere inanıyorum” der; böylece sözüyle küfür içinde olduğunu açıklar. Kimileri de bu sözleri söylemeseler bile hareketleriyle, meselâ putlara taparak da küfre düşebilir. İslâm inanç esaslarının bir kısmını inkâr eden, onlarla alay eden veya onları küçümseyen kimseler de küfre düşerler. İman bir bütündür, bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek olmaz. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı (küfür) ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası ancak dünya hayatında rüsvaylıktır, rezilliktir. Kıyâmet gününde de en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”2107 Bir insan “ben müslümanım” dedikten sonra, Kur’an’da olan bütün âyetleri ve Peygamberimizden geldiği kesin olan her şeyi kabul etmek zorundadır.
İslâm’ın ilkelerini kabul etmeyen, onları aklına sığdıramayan, İslâm’ın prensiplerini zamana ve çağa uygun görmeyen kimselerin bu tutumu küfürden başka bir şey değildir. Çünkü düşünerek, aklını kullanarak iman eden kimseler, İslâm’ın prensipleri noktasında eksiklik görmezler. İslâm Allah’ın dinidir. İlkeleri ve prensipleri Allah tarafından tespit edilmiştir. O prensipleri beğenmemek Allah’ın hükmünü beğenmemektir.
Müslüman olduğu halde küfür hali sayılan veya insanı küfre götürebilecek sözleri söyleyen, bunda da ısrar edenlere İslâm mürted demektedir. Mürtedin din yönünden hükmü “kâfir” sıfatıdır.
İman, Tevhid tertibiyle inanılması gereken bütün inanç esaslarına inanmak ve bu esaslara uymak; küfür de bunun karşıtı bir tutum içerisinde olmaktır. Küfür, bütün sapıklıkları kuşatan genel bir çerçevedir. Küfür; şirk koşmak, irtidat etmek, tâğutluk yaparak Allah’a karşı gelmek, İslâm dışı dinleri kabul ederek sapıklığa düşmek gibi fiilleri kapsar. Şirk ve tâğutluk gibi sapıklıklar küfr içerisinde olan kimselerin fiillerinin sonuçları ve bazı görüntüleridir. Ancak, şirkin özel bir yeri vardır. Şirk, bir nevi Allah’ı kandırmaya kalkışmanın, O’na inanıyor gibi görünüp O’nun yerine bir sürü tanrılar koymanın adıdır. Küfür ise, açıktan bir inkârdır; bile bile hakkın/gerçeğin üzerini örtmedir veya inat ederek inanmamadır.
İnsan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmesi için, yani kulluk ve ibâdet için yaratılmıştır. İnsanın fıtratı da İlâhî nimetlere şükretmeye uygundur. İnsan, Rabbini bilmeli, O’na teslim olmalı ve O’nun verdiklerine nasıl şükredilmesi gerekiyorsa öylece şükretmelidir. Ancak, insan unutkan ve haksızlığa meyilli olduğu için, hem nimetin Sahibini unutuyor, hem de haksızlığa kalkışarak başka tanrılara kulluk yapıyor. Elde ettiği mal ve servetle şımarıyor, yeryüzünde kibirleniyor, haddi aşıyor, hevâ ve hevesine uyarak yoldan çıkıyor. Mal ve dünyalıklarla eline güç geçiren kimselerin çoğu azar ve yoldan çıkarlar. Bunlar ya kendi kafalarından uydurdukları tanrılara inanırlar, ya da çıkarlarını sürdürmeye yarayan
2107] 2/Bakara, 85
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 483 -
atalar dinine bağlı kalırlar. Onlara; “gelin Allah’ın Dini olan İslâm’a teslim olun” denildiği zaman kibirlenerek yüz çevirirler.
Bu gibi kimseler Allah’tan peygamberler vâsıtasıyla gelen âyetleri kabul etmezler ve kâfir olurlar. Böylece hem nimetin Sahibine karşı “küfran” gösterirler, nankör olurlar; hem de İlâhî âyetlere karşı inkârcı kesilirler. Allah’a karşı küfre yeltenen inkârcıların çoğu yeryüzünde haksız yere şımaran ve kibirlenen kimselerdir. Kimileri de kendi aklına veya keyfine uymayı en doğru yol olarak bilir ve kendi görüşünden başka kutsal bir şey kabul etmez. Bazıları da atalarının izi üzerine gider. Babasını hangi din üzerinde görmüşse körü körüne o dinin peşine gider. Doğru mu yanlış mı, hak mı bâtıl mı diye düşünmez. Kimileri de iktidar sahibi olunca, kendini müstağnî (kimseye ve Allah’a ihtiyacı yok) zanneder, Allah’a ve O’nun emirlerine karşı büyüklük taslar. Allah’ın önünde secde etmeyi kibir ve gururuna yediremez. Allah’ın gönderdiği hükümleri beğenmez, kendi fikirlerini daha üstün tutar. Ya da kutsal saydıkları sahıs veya putları tanrı haline getirir. Onlarla Allah’a şirk koşarlar, o putlar adına uydurdukları inanç ve ilkeler doğrultusunda yaşarlar ve böylece küfre düşerler.
Küfür; ortaya çıkışı açısından iki çeşittir:
Birincisi, İslâm’a göre aşağılanması (tahkir edilmesi) gereken bir şeyi yüceltmek (tazim etmek), İkincisi de, yüceltilmesi (tazim edilmesi) gereken şeyi aşağılamak (tahkir etmek).
İslâm’ın aşağı gördüğü, kötü veya fena dediği, günah ve haram saydığı şeyleri yüceltmek, onları doğru saymak, o türlü düşünceleri savunmak küfürdür. Yine İslâm’ın üstün tuttuğu (aziz saydığı), doğru kabul ettiği bir şeyi beğenmemek, aşağı görmek, kabul etmemek de küfürdür.
Küfredenler aslında, evrende ve insan hayatında olan realiteyi (devam eden gerçeği) çarpıtan insanlardır. Onlar, insana ve evrene hâkim olan gücü görmezler ve inkâr ederler. Onlar, âhiret gerçeğinin üzerini kapatırlar. Onlar, çok açık ve anlaşılır olan âyetlere karşı duyarsızdırlar. Onlar, şaşmaz ölçüler olan İlâhî vahyi inkâr ederler. Daha önemlisi onlar, Allah’ın varlıklara yaptığı iyiliklere karşı nankördürler, nimetlerin Sahibinin hâkimiyetinin üzerini örtmeye, Onu yok saymaya çalışırlar.
Küfre düşenler; açıktan açığa Allah’ı inkâr ederler; âhirete inanmazlar ve o güne inananlarla alay ederler. Dünya hayatını ve onunla oyalanmayı tercih edip Allah’a ibâdet etmeyi kabul etmezler. İslâm’ı uydurma bir din, çağın gerisinde kalmış bir düşünce olarak düşünürler. Kur’an hakkında ileri geri konuşurlar. Allah’ın hükümlerini reddedip kendi görüşlerini ve büyük saydıkları kimselerin görüşlerini Allah’ın hükmüne üstün tutarlar.
Bazı insanlar da Allah’ın kitabının bir kısmına inanıp bir kısmına inanmazlar. Bunlar, Kitabın tümüne inanmıyor sayılırlar.2108 Kur’an, küfredenlerin özelliklerini çeşitli âyetlerde sıralamaktadır. Onların en önemli özelliği Allah’ın âyetlerini ve O’nun rızık verdiğini yalanlamaktır. Allah’ın insanlara nimetleri yalnızca maddî şeyler değildir. Akıl, his, idrâk, sevgi, merhamet gibi şeyler, ayrıca Allah’ın gönderdiği hidâyet, din ve peygamberler de birer nimettir. Küfre düşenler bunları
2108] 2/Bakara, 84-85
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da inkâr ederler.
Küfredenlerin dünyada mal ve güce sahip olmaları onların mutlu ve doğru yolda olduklarını göstermez. Bilakis onlar cehennem odunudurlar.2109
Onlardan bazıları zanneder ki, kendilerine hemen acıklı bir azap verilmemesi onların lehinedir ve dünya yarışını kazanmışlardır. Bunlar onların boş hayalleridir. Onlar çok büyük zarara uğrayanlardır.2110
Allah, küfredenlerin dostluğunu kabul etmiyor ve onlara düşman olduğunu açıkça beyan ediyor.2111 Bu yüzden küfredenler mü’minlere de velî (dost) olamazlar. Onlar ancak birbirlerinin velîsi/dostu olurlar.2112
Müslümanlar onlara velî ve yardımcı olmadığı gibi, onları dâvâlarında, fikirlerinde ve mücâdelelerinde de asla desteklemezler.2113 Allah, kendi dinini alaya alay kâfirleri velî kabul eden, onlara destek olan müslümanları yüzüstü bırakır.2114
Kur'an'da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
“Küfür” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 525 yerde geçmektedir. İnkâr edip küfreden anlamındaki “kâfir” kelimesi ve çoğulu da Kur’an’da 158 defa zikredilmiştir. Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır.2115 Kur’an’a göre, küfrün en sık belirişi insanın nimetleri inkârı, yani nankörlüğüdür. Allah, insanların yaratıcısı, onları rızıklandıran, onlara sayısız nimet veren, yaşatan... bir İlâh ve Rab’dir ki, en küçük bir iyilikte bulunana teşekkür edildiği gibi, nimetleri karşısında Allah'a da şükretmek gerekir. “Beni zikredin, ben de sizi anayım; bana şükür edin; küfr (nankörlük) etmeyin.”2116
Allah'a şükretmek, sahip olunan nimetlerin yalnızca O’ndan olduğunu kalpten kabul etmek olduğu gibi, bu kabulü de gerek sözlü, gerek fiilî amellerle göstermektir. Fakat insan, unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda sahip olduğu nimetlerin Allah’tan olduğu gerçeğini gizlemeğe kalkışır. Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni; aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlat ve refah içinde yüzme; diğeri ise darlık ve sıkıntı içinde bulunmadır. Bunlardan birincisi şükretmemenin en önemli nedenidir ve bu yüzdendir ki, kâfirler daha çok zenginler içinden çıkar. Çünkü onlar, zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup akıl ve becerilerinden kaynaklandığını zannederler. “İnsanlar (küfür üzerinde) tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahman’ı küfür/inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerlerine yaslanacakları koltuklar, kanepeler ve nice süsler. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret
2109] 3/Âl-i İmrân, 196
2110] 3/Âl-i İmrân, 178; 8/Enfâl, 59
2111] 3/Âl-i İmrân, 151; 2/Bakara, 96
2112] 8/Enfâl, 73; 3/Âl-i İmrân, 28; 4/Nisâ, 139
2113] 28/Kasas, 86
2114] 3/Âl-i İmrân, 149
2115] 16/Nahl, 106
2116] 2/Bakara, 152
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 485 -
ise Rabbi'nin katında müttakîler içindir.”2117
“Karun, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı bağy etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımaranları sevmez...’ ‘Bu, bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi’ dedi.”2118
İnsan, bazen darlık ve sıkıntı ânında da küfürde bulunur: “İnsana Kendimiz’den bir rahmet tattırsak onunla sevinir. Ellerinin öne sürdüğünden dolayı kendilerine bir kötülük dokunsa, muhakkak insan çok küfredici (olur).”2119
İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah anında tiksindirici bir istiğna ve şımarıklıkla veya umutsuzlukla insan Allah'a karşı kâfir kesilir. Demek ki, küfrün temelinde, aynı şirkte olduğu gibi bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğna vardır ve küfür Allah’ı hakkıyla tanımamak, O’nun verdiği nimetlerin O’ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir. Sözgelimi, insan fizikî yapısını beğenir ve ‘şükredeyim diye Allah beni güzel yarattı’ demez; ‘ne kadar güzelim!’ der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerin bütünüyle Allah’tan olduğunu unutur, insanların içine çıkıp ‘şunu şöyle yaptım, şu kadar kabiliyetliyim’ der; fakat ‘Allah, bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları verene teşekkür olarak O’nun yolunda kullanayım’ diye düşünmez.
Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir; Hz. Süleyman gibi “Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü edeceğim, yoksa küfür mü, diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkkak Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.”2120 demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi ‘bu bana bilgimden dolayı verildi’ der, hele bir de güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde bağy eder ve tam bir tağut kesilir. İnsan, bu şekildeki küfrüne haset, hırs, kibir gibi olumsuz nitelikler de ekleyince, artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O’nu evrende hüküm sahibi görmemeye ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah’ın âfakta ve enfüsteki âyetlerinden bazılarını örtmeğe girişir. Kitaplarını veya gönderdiği kitaplardan birini, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını, âhireti, melekleri veya kaderi, peygamberlerin Allah’tan getirdiği esaslardan birini veya bir kaçını kabul etmemeğe yönelir. Bazıları, “peygamber Allah’tan ne getirdiyse inandım” der, fakat hareketleriyle bunu yalanlar. Temel emir ve yasaklarlardan bazılarını yerine getirmez, getirmeye getirmeye bu emir veya yasağın üzerine bir örtü çeker ve artık yanında “yok” hükmüne geçer.
Allah’ı, âyetlerini veya hükümlerini örten, daha çok da Allah’ı ve O’nun hükmünü yok saymaya çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri yok sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları rastlantı, zorunluluk gibi bir takım hayalî etkenlere bağlayan, bilmeden her bir zerreyi ilahlaştıran veya Allah’ın âyetlerinin birini, bir kaçını veya tamamını tanımamaya yönelenlerin artık kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez, dilleri hakkı söylemez hale gelir. Böylelerinin kalpleri mühürlenmiştir ve bunlar için
2117] 43/Zuhruf, 33-35
2118] 28/Kasas, 76, 78, 81; ve yine Bk. 18/Kehf, 32-37
2119] 26/Şuarâ, 48
2120] 27/Neml, 40
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uyarı, korkutma hiçbir etki yapacak değildir: "Gerçek şu ki, kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır."2121; “Andolsun, elçilerimiz onlara açık deliller getirmişlerdir. Fakat, önceden yalanladıklarından ötürü inanmaya yanaşmadılar. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.”2122; “Kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, fakat onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir onlar, hatta daha da sapık/yoldan çıkmış...”2123; “Allah katında bütün hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”2124
Bu anlatılanlar, küfrân-ı nimet yani nimetlere küfürdür. Bu küfrün çeşitlerinden biridir. Türkçede nankörlük denen nimetlere küfür, küfrün temelini oluşturduğu gibi, nimet kelimesinin kapsamı içine mal, mülk, göz, kulak gibi maddî ve yetenek, beceri, düşünce, akıl gibi manevî varlıklardan daha çok; risâlet, din, hidâyet vb. girer. Şu halde, Allah'a ve O’ndan gelen herhangi bir şeye yönelen örtme, gizleme, tanımama işi, küfür kavramının kapsamı içindedir.2125
Nimetlere nankörlük (küfran-ı nimet), nimetin eksilmesine ve azaba sebep olur. Küfrânın zıddı olan şükrân (şükretmek) ise, nimetlerde artışa yol açar. “Eğer şükrederseniz, (nimetlerimi) arttırırım; eğer küfrâna giderseniz, muhakkak ki azâbım çok şiddetlidir.”2126
Küfrâna karşı böyle sert bir tavır takınılması sebepsiz değildir. Kur’an, küfrün her türünde nankörlükle yalanlamanın beraber bulunduğuna dikkat çeker.2127 İmandaki tasdik ve itiraf, burada yerini inkâr ve yalanlamaya bırakmaktadır. İnsana şah damarından daha yakın olan Allah’ı2128 görmezlikten gelmeye kalkmak, insan onuruna yakışmamaktadır. Bunun içindir ki Kur’an, küfre sapanları sözü değil; bağırıp çağırmayı duyan sağır, dilsiz ve körlere benzetmektedir.2129 Şuur ve iman nimetini teperek hayvanlaşan bir varlığın, hayvan olarak yaratılan bir canlıya denk olmak gibi bir şansı ve liyakati de olamaz. Böyle birisi, hayvandan daha aşağılara iner ve hayvanların en kötüsü, en zararlısı olur. “Şu bir gerçek ki, Allah katında hayvanların en şerlisi, küfre sapıp da imana gelmeyenlerdir.”2130
Durum böyle olduğuna göre, küfür ehlinin sahip bulunduğu dünya imkân ve nimetlerine bakarak onların kemal ve mutluluğuna hükmetmek yanlıştır. “Küfre sapanların beldeler boyu işten işe geçip, (refah içinde) diyar diyar dolaşmaları seni sakın aldatmasın! Bütün bunlar azıcık menfaatlenmedir. Onların son varış yerleri cehennemdir. Ve ne kötü varış yeridir o!”2131; “Küfre sapanlar asla sanmasınlar ki, bizim onlara mühlet vermemiz nefislerinin lehinedir.”2132; “Küfredenler sakın sanmasınlar ki, yarışı kazandılar.
2121] 2/Bakara, 6-7
2122] 7/A’râf, 101
2123] 7/A’râf, 179
2124] 8/Enfâl, 22
2125] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 339-340
2126] 14/İbrahim, 7
2127] Bk. 84/İnşikak, 22; 85/Bürûc, 19; 57/Hadîd, 19; 64/Teğâbün, 10
2128] 50/Kaf, 16
2129] 2/Bakara, 171
2130] 8/Enfâl, 55
2131] 3/Âl-i İmran, 196-197
2132] 3/Âl-i İmran, 178
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 487 -
Onlar kimseyi âciz bırakamazlar.”2133; “Rablerini inkâr edenlerin durumu; amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer.”2134
Ne yazık ki, işin esasını göremeyen küfür mensupları, bir kuruntu, bir kasılma, yani istikbar ve istiğna içindedirler.2135 Küfür ehlinin sayısız nimete nankörlük içinde bulunmalarından dolayı, Allah onları dostluğa kabul etmez; ancak mü’minler, Allah’ın dostları olarak anılır. Allah da kendisini onların dostu olarak belirtir.2136 Allah, kâfirleri sevmez. Onların gönüllerine dostluk ve muhabbet duygusu yerine korku yerleştirilmiştir.2137
Durum böyle olduğu içindir ki, mü’minler de küfre sapanları dost edinmemelidirler. Kâfirler ancak birbirlerine dost olur, mü’minlere dost olamazlar.2138 Mü’minler, onları veli, dost edinemedikleri gibi, onlara arka çıkma, destek verme yönüne de asla gidemezler.2139 Hele onlara boyun eğmek, bir mü’minin onuruyla asla yan yana gelemez. Onlarla mücadele etmek gerekir. Ve bu mücadelede onlara şiddetli davranmak da esastır. “Kâfirlere boyun eğme, itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad yap, büyük bir savaş ver.”2140; “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.”2141; “Muhammed Allah’ın rasulü, elçisidir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, çetin; kendi aralarında merhametlidirler.”2142
Mü’min, dinini alaya alıp eğlence yerine koyan ve Allah’ın nimetlerini inkâr ve nankörlük yolunda kullanan,2143 nimetlerden yararlanıp yemede hayvanları andıran2144 bir topluluğu ne sevip onlarla dostluk kurabilir, ne de onlara güvenebilir.2145 Onlara güvenenler, yüzüstü bırakılırlar.2146 Zaten güven, imanla ilgilidir; inkârla değil. İman’ın bir anlamı emin olmak, güvenmek (Allah'a) ve güvenilir olmaktır (insanlara). Mü’min, küfrün alay konusu ettiği iman kardeşlerine onur ve güç; kâfirlere ise zillet ve eziklik getirici, aziz ve üstün olmalıdır.2147
Küfre sapanlar zâlimdirler2148 ve zâlimler, düşmanlığa müstahak biricik hedeftirler. Tâğut uğruna savaşan2149 ve mallarını Allah yolundan insanları alıkoymak için harcayan,2150 Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen2151 ve mü’minlere gelen hakikatlere sırt çevirenlere gönülden sevgi ve güven (meveddet) beslemek,
2133] 8/Enfâl, 59; 24/Nur, 57
2134] 14/İbrahim, 18
2135] Bk. 38/Sâd, 2; 67/Mülk, 20
2136] 47/Muhammed, 11
2137] Bk. 3/Âl-i İmran, 151; 30/Rûm, 44; 2/Bakara, 276; 3/Âl-i İmran, 32
2138] Bk. 8/Enfâl, 73; 3/Âl-i İmran, 28; 4/Nisâ, 139, 144
2139] 28/Kasas, 86
2140] 25/Furkan, 52
2141] 9/Tevbe, 73
2142] 48/Fetih, 29
2143] 14/İbrahim, 28
2144] 47/Muhammed, 12
2145] 5/Mâide, 57
2146] 3/Âl-i İmran, 149
2147] 5/Mâide, 54
2148] 2/Bakara, 254
2149] 4/Nisâ, 76
2150] 8/Enfâl, 36
2151] 5/Mâide, 44
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
destek vermek akıl işi değildir.2152 Bunlar, iflâh etmeyecek bir güruhtur.2153
Küfür, üretilen değerleri, sergilenen amelleri işe yaramaz hale getirir. “İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.”2154 “Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar(kâfirler) eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler, dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.”2155 Ceza suç cinsinden verilir. Onlar, Allah’ın âyetlerini ve nimetlerini görmezden geldikleri için, onların yaptıkları gerçekten iyi şeyler varsa onlar da görmezden gelinip yok sayılıyor. Allah’ın nimetlerine nankörlük yapanların, kendi küçük iyiliklerinin takdirle karşılanmasını beklemeleri ikinci bir nankörlük olduğu gibi, aynı zamanda zulümdür de.2156
İslâm âlimleri, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibariyle küfrü beşe ayırmışlardır:
1- Küfr-i inkârî: Allah’ı, Peygamber’i ve onun Allah’tan getirmiş olduğu esasları kalpten kabullenmemek ve dille de inkâr etmek.
2- Küfr-i cühud: Kalben Allah’ı bilip kabul etmek, fakat dille inkâr etmek.
3- Küfr-i inâdî: Kalben hakikatı bilip dille de zaman zaman itiraf etmek, fakat haset, kin, şan, makam gibi endişelerle İslâm’ı kabullenmemek.
4- Küfr-i Nifak: İnanılması gereken şeyleri dille ikrar etmek, fakat kalben inanmamak.
5- Küfr-i Cehlî: İnsanın iman ettiği halde, cehalet sebebiyle zarurat-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesi. Günümüzde en yaygın küfür çeşidi budur.
Yukarıdaki tasniften yola çıkarak kâfirlerin de kendi aralarında şu kısımlara ayrıldığını söyleyebiliriz:
a- Allah hakkında bilgisi olmayan, bildirildiğinde de kabul etmeyen kâfirler. Firavun bunlardandır. Mûsâ (a.s.) ona İslâm'ı tebliğ ettiğinde, Firavun "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilah bilmiyorum."2157 demişti. Yani, kanunu ben koyarım, sizi ben yönetirim diyor.
b- Allah'a ve Rasülü'ne inanır, inandığını Ebû Talip gibi ikrar da eder, ama makamı, şanı, şöhreti, rütbesi uğruna İslâm'ı kabul edemez.
c- Diliyle inandığını söyler, ama kalbinden iman etmez; münâfıklar gibi.
Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü’min görünene “münâfık”; Müslümanlıktan sonra dinden dönene “mürted” denir. İki veya daha çok ilah olduğunu söyleyen, Allah'a başkasını ortak koşan kimseye “müşrik”; Yahudilik veya hıristiyanlık dinine bağlı olanlara “kitabî” veya “ehl-i kitap” adı verilir.
İman esaslarından birini inkâr etmek küfürdür. İslâm’da iman konuları bir
2152] 60/Mümtahine, 1
2153] 23/Mü’minûn, 117; 28/Kasas, 82
2154] 47/Muhammed, 1
2155] 2/Bakara, 217
2156] Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 333
2157] 28/Kasas, 38
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 489 -
bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek, bütünü inkâr etmek anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’in tamamını veya bir âyet ya da bir hükmünü, bir emir ve yasağını bile inkâr etmek küfürdür. Kur’an’a bir şey ilave etmek, Kur’an’ın kendisi, bir sûresi veya bir âyeti ile ya da dinden olan bir hükümle alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da kişiyi iman dairesinden çıkarıp küfre düşürür. Kur’an’da veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilaf bulunmayan İslâmî emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Allah’ın haram kıldıklarını işleyip, farzlarını yerine getirmemek, onları küçümsemekten, inanmamaktan kaynaklanıyorsa, bu durum da küfürdür. Kısaca, Allah’ın emir ve yasaklarını, bütün İslâmî hükümleri kabul ederek İslâm’ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını reddetmek veya İslâm’ın, çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürerek bir hümünü bile olsa reddetmek küfürdür; bunu yapan kimse kâfir olur.
İslâm’ın itikadî, iktisadî, ictimaî, hukukî ve ahlâkî kanunlarıyla hükümran olmadığı toplumumuzda, mü’minler, günah olmasına rağmen amelî yönden bazı tavizler verse bile iman bakımından taviz veremezler. Aksi takdirde kâfir olur, âhiretin ebedî azabına müstahak olmuş olurlar.2158 Allah'a, O’nun seçtiği hayat önderi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve Kur’an kanunlarına imanı korumak, her türlü küfre ve nifaka karşı nefretle direnç göstermek her mü’minin baş görevi ve ebedî azaptan korunmanın biricik vesilesidir.
Allah'a inandığı halde, O’na tam anlamda güvenememek, şartlar ne olursa olsun mutluluk ve kazancın, Allah’ın emir ve yasakları çevresinde olduğuna itimat edememek küfre götürür.2159 Bütün nimetlerin Allah’tan olduğuna, O’nun takdiri ile insanlara ulaştığına, Rabbimizin sebepler yaratarak insanları nimetlendirebileceğine, dolayısıyla Allah’ın haram kıldığı yollardan rızık aramamak gerektiğine bütün varlığımızla inanmamak da küfre götürür.2160
Yapılan amelleri Allah'a kulluk için, O’nun emri olduğu için değil de; çeşitli gayeler için yapmak imansızlığa ileten bir davranış şeklidir.2161 Mü’minin bütün söz, iş ve davranışları, tüm hayatı ve ölümü, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Mü’min; ahlâk, ilim, sanat, vatan, bayrak ve halk için değil; yalnız ve yalnız Allah için, O’nun emri ve yasağı olduğu için konuşur ve susar; yapar ve sakınır. Mü’min, bu sayılan değerleri ancak Allah'a kulluk için ve O’nun izin verdiği şekilde yüceltir ve uğrunda mücadele verir.
Yaratmak ve kanun yapmak hakkı yalnız Allah'a ait iken; Allah’tan gayrı güçlerin, fert ve kurumların, kesin emirler vermek, yasaklar koymak, helâl kılmak, haram kılmak hakkı olduğunu kabul etmek de küfre götürür. Çünkü İslâm’da egemenlik/hâkimiyet yalnız Allah'a aittir. Halkın, parlamentoların, Allah’ın emir ve yasakları ile çelişen ve çatışan karar alabileceğine ve bu kararların İslâm açısından meşru olabileceğine inanmak, böyle düşünmek kesinlikle küfürdür.2162
Hakkında kesin İlâhî hükümler olmayan konularda, -bilim, uzmanlık, istişare
2158] 2/Bakara, 217
2159] 10/Yûnus, 54; 14/İbrahim, 31
2160] 16/Nahl, 53; 65/Talak, 3
2161] 6/En’âm, 162; İbn Mâce, hadis no: 4205
2162] 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 33/Ahzâb, 67
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve referandum verilerine itaat gibi- Allah’ın itaat edilmesine izin verdiklerinin dışındaki düşünce sistemlerine ve gayr-ı İslâmî kurumlara itaat da küfre götürür. Mü’min, İslâm nizamına teslim olmayan kendi nefsine, ilahî kanunlar açısından değerlendirme yapmayan bilim ve politika adamlarına ve İslâm dışı temeller üzerine kurulmuş kurumlara itaat edemez. Allah'a isyan hususunda insanlara ve kurdukları kurumlara itaat yoktur.2163
Din hürriyetimizi kısıtlayan toplumumuzda, aramızda vasiyet, miras, alım-satım, nikâh, boşanma gibi işlerimizi, Allah’ın indirdiği ölçülere göre değil de; bu ölçülere zıt prensiplere göre -gönül rızâsıyla- düzenlemek, “devir değişti” gibi hezeyanlarla Allah’ın kanunlarının geçerli olamayacağına inanmak da küfre götürür.2164
İslâm’ın iman, ibâdet, hukuk, iktisat ve ahlâk dallarına ait bir tek hükmünü dahi küçümsemek, modası geçtiğine inanmak; yani artık kısas fikri geçerliliğini kaybetti; faiz yasağına yer yok; kadınların örtünmelerine gerek yok; karşılıklı rızâ oldukça, ya da devletin korumasına aldığı ve uygulanması için gösterdiği yerde zinada sakınca yok; beş vakit namaz biraz fazlacadır gibi ve benzeri fikirlerin bir tekini dahi benimsemek küfürdür. Zira İslâm bir bütündür. Onun bütün hükümleri yücedir ve tartışma üstüdür.2165
Amel bakımından kusurlu olsalar da, mü’min iş, sanat ve ilim adamları dururken onlara ilgisiz kalıp; kâfir ve münâfıklara muhabbet beslemek ve onlarla Allah'ın müsaade etmediği konularda yardımlaşmak da İslâm’a ve mü’minlere ihânet olduğu için küfürdür.2166
Mal ve mevki gibi dünya nimetlerini düşüncelerimizin ve çalışmalarımızın tek gayesi edinmek, âhiret hayatını hedef alarak yaşamamak, öz ifadeyle dünyayı âhirete tercih etmek de yalnız inkârcıların vasfı olduğundan, neticesi İslâm’dan kopmak olan bir tutumdur.2167
İslâm’la tezat teşkil eden bu tür zihniyet, iş ve davranışlardan kafamızı, kalbimizi ve diğer organlarımızı arındırmazsak, imanımızı kaybetmemiz kaçınılmaz olur. Mü’min, amelden küçük tavizler vermekle, yani Allah’ın emir ve yasaklarının tümüne göre hayatını düzenlememekle imanını zaafa uğratır, ama mümkün ki imanını yitirmez. Fakat yukarıda sunulan örneklerde olduğu gibi, İslâm’ın iman nizamı ile ilgili konularda önem vermemezlik sebebiyle tâviz verirse imanını yitirir. Dünyası manasını kaybeder. Bâtıl fikir ve yaşantıların kölesi olur, tüm yaptığı hayırları neticesiz kalır, ahiret hayatı mahvolur. “Gerçek mü’minler, Allah'a ve rasulü Hz. Muhammed’e iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen, (inancının hâkimiyeti uğrunda) mallarıyla ve canlarıyla mücadele vermiş olanlardır. İşte gerçek doğrular onlardır.”2168
Küfrün Anatomisi
Zaman içerisinde peygamberlerin yolundan sapanlar, Allah'ın büyüklüğünü
2163] 33/Ahzâb, 48; 68/Kalem, 9
2164] 5/Mâide, 50; 4/Nisâ, 60
2165] 5/Mâide, 44-45; 4/Nisâ, 14; 58/Mücadele, 20
2166] 4/Nisâ, 44; 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücadele, 22
2167] 11/Hûd, 15-16
2168] 49/Hucurât, 15; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., c. 2, s. 30-32
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 491 -
inkâr ederek kendilerinin büyüyebileceklerine inanmışlar. Kendi akıllarını kendilerine put yapmışlar. İçlerinde soyut bir şekilde olan putlarını dışarıda somutlaştırarak tapınma ihtiyacını gidermişler. Ateşe, Zeus'a, Minerva'ya, ineğe, Ahuramazda'ya, Apollon'a tapınanlar, aslında kendilerine tapınmakta ve kendi çıkarlarını güvence altına almaktalar. Hz. İbrahim, bu kendi çıkarları için put yapan putperestlere: "Aranızda muhabbet vesilesi olsun için Allah'ı bırakarak putları tanrı edindiniz"2169 diyerek onların putperestlik hâlet-i rûhiyelerini çizmiştir. Aslında putperestler, putların konuşmadığını, fayda ve zarar veremeyeceğini, başına konan bir sineği kovamayacağını biliyorlardı. Günümüzdeki putperestler de ataları gibi putu maske olarak kullanıp kendi menfaatlerine tapınmaktadırlar.
"Ben ateistim, hiçbir tanrıya inanmam" diyen insanın kendine tapındığını haber verir Rabbimiz.2170 Kendine tapınan bu insan, birgün kendinin de öleceğini, kendisini bu dünyaya getiren gücün mutlaka bir gün onu götüreceğini görünce, kendinden daha güçlü birine inanma ihtiyacını hissetti. Nuh’un (a.s.) oğlu gibi koca dağlara sığınmaya,2171 tabiata iman etmeye başladı.2172
Karıncanın incecik belindeki çelik kuvvet, bülbülün minnacık göğsünde şakıyan ve hiç tekrarı olmayan musiki, aynı toprakta biten mor menekşe, kırmızı lale, beyaz gül, şeker kamışı, acı biber, bir damla kanda milyonlarca canlıya verilen rızık, kendi iç dünyasında meydana gelen değişimler, bütün bunları evirip çeviren birinin ilmini ve kudretini gösteriyor. Son dönemlerde batıda yapılan araştırmalar, insanları Rabbine biraz daha yaklaştırdı. Deniz altında yaşayan binlerce canlının doğumu, yaşamı ve ölümünde tesadüfe yer olmadığı, aynı topraktan meydana gelen şeker pancarıyla, bir kazandaki yiyeceği acı yapacak acı biberin şekerli çıkmadığı görülünce bütün bu elementleri birleştiren fotosentezi oluşturan ve keşfedilen bu kanunları koyan biri arandı ve neticede Allah inancına dönüldü. Bütün bunları bilen ve görenler, bunları yaratan üstün güce inanmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü kendileri dahi o kanuna uygun olarak doğup büyüyüp ölüyorlar.
Fakat tabiattaki âyetlerin yaratıcısının Allah olduğuna inananlar, Kur’an âyetlerine inanmak istemediler. Çünkü Kur’an âyetlerine inanmak, çıkarlarını zedeliyordu. Mekke müşrikleri de Allah’ın tabiattaki tek egemen güç olduğunu kabullenmelerine rağmen, İslâm’ı kabullenmiyorlardı. İslâm, monarşik bir idare olan Mekke yönetimine son veriyor, insanın insana hâkimiyetini ortadan kaldırıyordu. İslâm; kumara, faize, rüşvete, karaborsaya, aldatmaya dayalı haksız kazancı yasaklıyordu. Kadının şehvet metaı gibi alınıp satılmasını engelliyordu. Aklı perdeleyen, ailelerin sönmesine sebep olan uyuşturucuları yasaklıyordu. Bütün bunlardan çıkar sağlayanlar inkâr ettiler.
Allah'a inandıkları halde, bu tip insanların müslüman olmalarını engelleyen kara perde, gönül cevherlerini kapatan kara pas, benlik pisliğinin kalplerine attığı pastır. “Hayır, onların kazandıkları kalplerini paslandırdı.”2173 Allah’ın varlığına inandılar, ancak O’nun adâleti, kendilerinin zulme dayalı çıkarlarını engellediği için
2169] 29/Ankebut, 25
2170] 25/Furkan, 43
2171] 11/Hûd, 43
2172] 45/Câsiye, 14
2173] 83/Mutaffifin, 14
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
atalarının koyduğu cahiliyye dönemi kanunlarının yürürlükte olmasını istediler.
Rabbimiz: “Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?”2174 âyetiyle, Allah’tan daha güzel hüküm koyacak birinin olmadığını ilan ederken, bir kısım insanlar Allah’ın dışında tağutlar huzurunda yargılanmak istedikleri, ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve O’nun Rasûlüne gelin’ dendiğinde O’ndan yüz çevirdikleri için kâfir oldular. Tapındıkları putlara kendilerini Allah'a yaklaştırması için tapındıklarını söyleyen müşrikler, diktikleri putlarla gönül ufuklarını kapatmışlar.2175
“Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da vermeyen şeye taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır.”2176
Kâfirler
Kâfir Kelimesinin Anlam Sahası
Sözlükte, bir şeyin üzerini örten demektir. “Küfr” kelimesinden türemiştir. Nitekim, insanları tamamen örttüğü için geceye, tohumun üzerini örttüğü için çiftçiye bu anlamda “kâfir” denilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’e göre “kâfir”; küfr/inkâr eden, İslâm’ı kabul etmeyen, İslâm’ı ve Kur’an’ı inkâr eden demektir. Kâfir, bir anlamda, Allah’tan gelen Hakk’ı kabul etmeyip, üzerini örten kimsedir.
Kur’an, “küfr” kelimesini ve türevlerini sık sık kullanmaktadır. Çünkü küfr imanın, kâfir ise mü’minin karşıtıdır. “Kâfir”, inkârcıdır ve nankördür. Hem Allah’tan gelen haberleri kabul etmez, hem de Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmeyip nankörlük yapar. Kâfir, Allah’ın âyetlerine karşı inatçıdır. Peygamberler onları Hakk’a dâvet ettikleri halde onlar, inkârlarına devam etmişlerdir. Bir çoğu Hakk’ın ne olduğunu bildikleri halde, çeşitli sebeplerden dolayı Hakkın üzerini örtmektedirler.
Kur’an’ın Kâfir Dedikleri
Kur’an, bütün inkârcılara “kâfir” demektedir. Bu isim onların ortak ismidir. Böyle bir ismi yaptıkları fiiller, tuttukları yol veya kabul ettikleri inanç sebebiyle almışlardır. Kur’an’da bu şekilde anılan bütün grupların özelliği, Allah’tan gelen Hakk’a uymamaları, Peygamberleri dinlememeleri, Hz. Muhammed’ten sonra Kur’an’ı inkâr etmeleridir.
Kur’an, bazen müşriklere (Allah’a ortak koşanlara)2177, bazen “ehl-i kitap” da dediği hıristiyan ve yahûdilere,2178 bazen âhireti inkâr edenlere,2179 bazen Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlere,2180 bazen de Allah’ı ve Peygamberi inkâr edenlere “kâfir” demektedir.2181
2174] 5/Mâide, 50
2175] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 92 -96
2176] 25/Furkan, 55
2177] 25/Furkan, 55
2178] 5/Mâide, 17, 52, 73; 9/Tevbe, 307
2179] 6/En’âm, 150
2180] 12/Yusuf, 87
2181] 4/Nisâ, 150-151
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 493 -
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, küfr etmeyin (nankörlükte bulunmayın).”2182 Allah’a şükretmek, eldeki nimetlerin hepsinin Allah’tan geldiğini kabul etmek, bunu diliyle itiraf ettiği gibi tavır ve davranışlarla, Allah’ın sözünü dinlemekle yerine getirmek demektir. Ancak insan kimi zaman gaflet eder, şeytana aldanır, hevasına uyar ve ni’metlerin asıl sahibini unutur. Elindeki mal, refah, bolluk, çocuk, zenginlik gibi rızıkları veren Yaratıcının adının üzerini örtmeye çalışır. Elindeki her şeyin kendi çabasının sonucu olduğunu zanneder. Kişi o zaman zenginlik ve güçlü olma (istiğnâ) duygusuna kendini kaptırır, âlemlerin Rabbine karşı “kâfir” olur.
Allah’a karşı “kâfir” olanlar, genellikle kibirlenenler ve şımaranlardır. Bunlar aşırı bir bencillikle kendi hevalarına uyarlar ve Allah’ı ve O’na ait ilâhlığı tanımazlar.
Kâfir olan kimseler aynı zamanda “câhil” olan kimselerdir. Çünkü onlar ne kendilerini tam olarak tanıyabiliyorlar, ne de Allah’ın yüceliğini. Nitekim aklını kullanan kimseler yerlerde ve göklerde yaratılan her şeyin birer ‘âyet’ olduğunu ve bunların da Allah’ın yüce kudretine delil olduğunu anlar. Bunları ve niçin yaratıldıklarını düşünmeyenler, Yaratıcıyı inkâr etmeye devam ederler.
Birtakım insanlar da, âlemlerin Rabbini kendi anlayışlarına göre düşünürler. Peygamberlerin ve Kur’an’ın anlattığı Allah inancı yerine, kendi akıllarından uydurdukları ilâhlara Allah diye inanırlar. Bunlar da inkârcı kimselerdir.
Peygamberleri ve onların getirdiği ilâhî vahyi inkâr edenler de elbette ‘kâfir’ olurlar. Çünkü Kur’an’ın anlattığı peygamberlerin hapsi de Tevhid dinini tebliğ etmişlerdir. Kur’an’da yer alan bütün hükümleri ve konuları kabul etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammed’ten bizlere ulaşan kesin haberlere inanmak imanın gereğidir. Bunlardan bir kaçını veya hepsini reddeden elbette müslümanlıktan çıkar, kâfirler grubuna girer. İslâm’ın iman konuları bir bütündür. Kelime-i Tevhid söyleyen herkes bunlara tümüyle iman eder. İman ilkelerinden birini veya bir kaçını kabul etmemek, insanı kâfirliğe götürür.
Kâfirler mü’minlere, velî olamazlar. Onlar birbirlerinin velisidir.2183 Onlar âireti, Allah’a kavuşup hesap vermeyi, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi, Peygamberlerin dâvetine uymayı, mü’minlerin ibâdet ettiği Allah’a ibâdet etmeyi, Hakkın hakim olmasını kabul etmezler.
Allah kâfirleri kesinlikle sevmez,2184 Allah, kâfirlere düşmandır.2185 Onlar için cehennem hazırlamıştır.2186 Bu âyetler gibi Kur’an’da kâfirler ve onların özellikleri hakkında çok sayıda âyet vardır.
Kur’an, bütün insanları güzel bir dil ile İslâm’a inanmaya, Rab olarak yalnızca Allah’a bağlanmaya ve yalnızca O’na kulluk yapmaya dâvet ediyor. Kim bu çağrıya olumlu cevap verirse kurtulur. Kur’an’ın bu dâveti kıyâmete kadar devam edecektir.2187
2182] 2/Bakara, 152
2183] 5/Mâide, 51
2184] 3/Âl-i İmran, 32
2185] 2/Bakara, 198; 4/Nisâ, 102
2186] 2/Bakara, 104; 4/Nisâ, 37; 17/İsrâ, 8 vd.
2187] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 326-327
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kâfirlerin Özellikleri
Küfredenlerin bazı özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Onların kalpleri hakka karşı kapalıdır; çünkü onu duymak, onu kabul etmek istemiyorlar.2188
2- Onlar hak ile sürekli bir mücadele içerisindedirler, hakkın duyulmaması, insanların hakka yanaşmaması için, Allah hakkında İslâm hakkında sürekli mücadele eder, karşı korlar.2189
3- Onlar müslümanlara ve İslâma karşı hoşgörülü değillerdir, saldıracakmış gibi davranırlar. Ellerinden gelse müslümanları kendi dinlerine döndürmeye çalışırlar.2190
4- Onlar şeytanın en iyi dostları ve askerleridirler.2191
5- Kendi hevâlarına (aşırı isteklerine) tanrı gibi önem verirler, hevalarının peşinden giderler.2192
6- Gözleri hakka karşı kör olduğu için, yaptıkları kötü işleri iyi zannederler.2193
7- Onlar İslâmla, onun ilkeleriyle ve müslümanlarla alay eder dururlar, müslümanları ve dinlerini eğlence yerine korlar.2194
8- Onlar, İslâma ve onun ilkelerine karşı kibirli davranış gösterirler, Allah’a karşı büyüklenirler.2195
9- Onlar dünyaya, dünya malına, paraya, makamlara aşırı bir şekilde bağlıdırlar.2196
10- Küfredenler aslında kendilerine ve başkalarına çok zarar verdikleri ve İslâm karşısında direnip, günahlara, kötülüklere, fesatlara, isyanlara sebep oldukları için zâlimdirler. Şüphesiz ki Allah’ın âyetlerini yalan sayandan zâlimi olamaz.2197
11- Onlar, Hakkı duymadıkları için ölü gibidirler.2198
12- Ölümden ötesine bakmazlar.2199
13- Onlar bâtıl olan şeylere iman ederler.2200
14- Onlar eninde sonunda pişman olacaklar, yaptıkları hatayı anlayacaklar, tuttukları yolun yanlışlığının farkına varacaklar ama iş işten geçecek.2201
2188] 17/İsrâ, 46
2189] 31/Lokman, 20; 22/Hacc, 3
2190] 2/Bakara, 217
2191] 7/A’râf, 146; 16/Nahl, 63
2192] 30/Rûm, 29; 25/Furkan, 43
2193] 18/Kehf, 100-101; 23/Mü’minûn, 63
2194] 7/A’râf, 51; 2/Bakara, 22; 25/Furkan, 41
2195] 39/Zümer, 59-60; 71/Nuh, 7; 41/Fussilet, 15
2196] 45/Câsiye, 114
2197] 6/En’âm, 21; 7/A’râf, 37
2198] 39/Zümer, 45
2199] 13/Ra’d, 5; 23/Mü’minûn, 35-37
2200] 29/Ankebût, 67
2201] 25/Furkan, 27-28; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 369- 372
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 495 -
Kâfirin Kalbi
Kâfirin nankörlük fiilini işlerken, kalbinin nasıl bir durumda bulunduğu Kur'an'da açıklanır: "Hiç olmazsa azabımız kendilerine gelince yalvarmaları gerekmez miydi? Fakat kalpleri katılaşmış ve şeytan yaptıklarını onlara cazip göstermişti."2202; "Eğer, Kur'an'la dağlar yürütülse de, yer parçalansa da, ölüler onunla konuşsa da (kâfirler yine ona inanmazlardı)."2203; "Bizimle olan antlaşmalarını bozdukları için, onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık."2204; "Biz, onlara göz, kalp ve kulak verdik, işitmeleri ve kalpleri onlara fayda vermedi. Çünkü her zaman Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler. Şimdi de dört bir yandan bir zamanlar alay ettikleri şey kendilerini kuşattı."2205; "Kur'an'ı düşünmeyecekler mi, yoksa kalpleri üstünde kilitler mi var?"2206; "Yaptıkları şey, kalplerini pasa boğdu."2207
Kâfirlerin uğrayacağı cezalar hakkında Kur’an’ın yer yer ayrıntılara girerek izah ettiği çok sayıda âyet vardır.2208
Küfrün Sebepleri
a- Büyüklenme (istikbar): Küfrün sebeplerinin başında büyüklük taslama gelir. "Küfredenler, cehenneme sunuldukları gün, onlara 'Siz, dünya hayatında bütün iyi şeylerinizi tükettiniz ve onlardan gönlünüzce faydalandınız. Fakat bu gün, hem dünyada haksızca büyüklük taslamış olmanız, hem de fasıklık etmeniz dolayısıyla alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız' denir."2209 Cehennemdeki kâfir kuluna Allah şöyle seslenir: "Sana, âyetlerim gelmişti de, onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştun."2210 "Mûsâ şöyle dedi: 'Ben, hesap gününe inanmayan her kibirlenen (mütekebbir)den Rabbime sığınırım."2211 İblis'in Âdem için Allah'a secde etmemesinin sebebi de kibir idi. "Meleklerin hepsi onun için secde etmişti; yalnız İblis hâriç. O, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştu."2212
b- Haddi aşmak (taşkınlık): Küfrün sebeplerinden biri de Kur'an'da "beğâ" fiili ile anılan Türkçesi "başkalarına karşı aşırı kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak" olan durumdur. "Eğer Allah, rızkı kullarına (ölçüsüz) verseydi, mutlaka yeryüzünde bağy ederler, küstahlaşırlardı. Ama O bir ölçü dâhilinde dilediğini indiriyor."2213 "Karun, Mûsâ ümmetindendi. Ama o, toplumda kendini bilmez bir bağî/taşkın oldu. Biz ona öyle bir hazine vermiştik ki, onun anahtarları güçlü bir topluluğa ağır geldi. Milleti ona, 'böbürlenme, Allah, taşkınlık edenleri sevmez. İyilik yap, Allah'ın
2202] 6/En'âm, 43
2203] 13/Ra'd, 30-31
2204] 5/Mâide, 14
2205] 46/Ahkaf, 26
2206] 47/Muhammed, 24
2207] 83/Mutaffifin, 14
2208] Meselâ, bk. Bakara, 39, 104, 161-162, 210, 217, 257; Al-i İmran, 11, 56, 151, 176-177; Nisa, 56; Maide, 36-37; 86; En’am, 70; A’raf, 38, 40-41, 50-51; Yunus, 4, 7-8; Hud, 111; Ra’d, 5; İbrahim, 2-3; 16-17; Nahl, 24-25, 29, 104; Kehf, 29, 106; Hacc, 19-22, 51, 57; Nur, 57; Furkan, 34; Ankebut, 68; Secde, 14; Ahzab, 64-65; Fâtır, 7, 36; Zümer, 32; Fussılet, 26-28; Şura, 8, 26; Zuhruf, 74-76; Casiye, 10-11; Muhammed, 11; Teğabün, 10; Hakka, 35; İnşikak, 24; Fecr, 1-5.
2209] 46/Ahkaf, 20
2210] 39/Zümer, 59
2211] 40/Mü'min, 27
2212] 38/Sâd, 72-74
2213] 42/Şûrâ, 27
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sana verdiği ile dünyadan nasibini unutmadan âhiret yurdunu ara ve dünyada fesat çıkarmaya niyetlenme. Allah, bozgunculuk yapanları hiç sevmez."2214
c- Haset: Küfrün sebeplerinden birisi de haset, yani çekememezliktir. Bilhassa Yahudi ve Hıristiyanlar, bekledikleri son peygamberin kendi içlerinden değil, Arap kavminden çıkmış olmasını hazmedemediler ve inkâr ettiler. Oysa peygamberi kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı.2215 "Kitap ehlinden olanların çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki haset yüzünden, imanınızdan sonra sizi tekrar küfre çevirebilmeyi arzularlar."2216
d- Düşmanlık: Haset, düşmanlığı doğurur. Bu sebeple küfürde inat baş gösterir. "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil ve Mikâil'e düşman olursa, Allah da şüphesiz kâfirlerin düşmanıdır."2217
e- Utüv ve tuğyan (çılgınlık, azgınlık): İnsanlar bilhassa refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman çılgınlık ve azgınlık sebebiyle Allah'a ve O'nun vahyine karşı burun kıvırıp, meydan okuyarak küfrün alçaklığına saplanıyorlar. "Oysa biz, bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları (tuğyanları) içinde bırakırız da bocalayıp dururlar."2218
f- İstiğnâ (kendisini yeterli görmek zannı): İnsanın kendi kendini yeterli görmesi ve kendi dışında ilahî bir güce ihtiyacı olmadığını zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah'ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır. "Hayır, doğrusu insan, istiğna ederek (kendi kendine yeterli olduğunu zannederek) tuğyan/azgınlık etmektedir. Oysa dönüş Rabbinedir."2219
g- Cebbarlık: İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir. Bu da küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir insan, Allah'a iman ihtiyacı duymaz, O'nu tanımaz. "İşte Allah, her büyüklük taslayan ve cebbar kalbe böyle mühür vurur."2220
Müslüman-Kâfir İlişkisi
Küfür ehliyle mücâdele esastır. “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.”2221
Küfür ehliyle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!”2222 deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize,
2214] 28/Kasas, 76-77
2215] Bk. 2/Bakara, 146
2216] 2/Bakara, 109
2217] 2/Bakara, 98
2218] 10/Yûnus, 11
2219] 96/Alak, 6-8
2220] 40/Mü'min, 35
2221] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
2222] 109/Kâfirun, 1, 6
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 497 -
putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?”2223
Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar, bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah Teâlâ, ilâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.2224 İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır. İslâm’a göre, bütün insanlığın temeli birdir.2225 Allah’ın bildirdiği esasları kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da mümkün görülemez. Çünkü ilâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın fıtratına uymamaktadır.
Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.”2226 Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.”2227 Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır. Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler şunlardır:
a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.”2228 Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil; savunmadır. İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh) ve Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir. Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı), can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması, nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir. Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir. Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri önlemek, insanların temel görevlerini
2223] 21/Enbiyâ, 67
2224] 49/Hucurât, 13
2225] 4/Nisâ, 1
2226] 4/Nisâ, 128
2227] 2/Bakara, 208
2228] 22/Hacc, 39
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rahatça yerine getirebilme ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa, başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını İslâm doğru görmez.
b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak: “Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”2229 İmtihan gereği insanların başlarına belâlar gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir. İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada fitne kavramı, başta “Allah'a şirk koşmak, başkalarına kulluk, fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat görüşlerinin yayılması” olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar veya müslüman zannedilenler tarafından çıkarılabilir, ya da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki Allah’ın azabı çetindir.” 2230
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir? Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira, insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu, Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.”2231 Kâfirlerle, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması yapmıştır. 2232
Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik; İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan
2229] 2/Bakara, 193
2230] 8/Enfâl, 25
2231] 10/Yûnus, 99-100
2232] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 499 -
çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.”2233
Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”2234 Peygamberimiz de (s.a.s.) zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur.2235 Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslümanlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir.
Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah'a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”2236 Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın
2233] 60/Mümtehine, 8-9
2234] 5/Mâide, 2
2235] Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409
2236] 4/Nisâ, 76
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat ya da önemli mâzeret yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir. Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atinden ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak da böyledir; hele kutlanılan o makam tâğutî bir makamsa, bu, tâğutun kabulü anlamına gelir ki, imanla bağdaşmaz.
İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde bulunmak, onlara “efendim, beyim, paşam!” demek de haramdır. “Münâfık olan kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın. Şayet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.”2237 İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Sözgelimi ilköğretimde çocuklara küfrü dayatan “andımız” denilen ifadeleri bir mü’min söyleyemez, bir mü’min öğretmen söyletemez: “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.” Bu sözler elfâz-ı küfürdür.
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Kâfir Akrabalarla İlişki
İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidir,2238velîsidir.2239Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” 2240; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2241; “Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk
2237] Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349, hadis no: 4780
2238] 49/Hucurâct, 10
2239] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55
2240] 9/Tevbe, 23
2241] 9/Tevbe, 24
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 501 -
ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” 2242
Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.”2243
Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”2244 Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...”2245
Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir.2246
Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu
2242] 58/Mücâdele, 22 Ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.
2243] 11/Hûd, 45-46
2244] 4/Nisâ, 36
2245] 31/Lokman, 14-15
2246] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Halbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.2247 Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,2248 akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”2249 Demek ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
“Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, sakının onlardan!”2250
Bir Müslümanı Kâfir Yapan Tavırlar
Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek kişiyi İslâm’dan çıkarır, müşrik yapar.
İslâm’ın küfür dediği şeyler konusunda şüphe etmek de küfrü gerektirir. İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir.2251 Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Kapitalizm, Komünizm, Hinduizm, Yahûdilik, Hıristiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak.2252
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek.2253
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya
2247] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14-
2248] 4/Nisâ, 1
2249] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556
2250] 64/Teğâbün, 14
2251] Bk. 2/Bakara, 256
2252] Bk. 47/Muhammed, 9
2253] Bk. 9/Tevbe, 65-66
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 503 -
konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın. 2254
Ortam ve çevre şartları İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, günümüzde insanlar, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildir. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır günümüz insanı. Bunlardan bazısı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin müşrik ve mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:
Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.
Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.
İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.
2254] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 458-459
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” 2255
Elfâz-ı Küfür
Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.
Bir mü'mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar, istihlâl ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istihlâl, bir haramı helâl kabul etmek veya bir helâlı haram saymak; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.
Allah’ın varlığı veya birliğini inkâr etmek, bu konuda şüphe içinde olmak, bunu sözle ifade etmek insanı küfre sokar. Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz."2256 Allah’ın sıfatlarından birini dahi olsa inkâr etmek küfürdür. Allah’ı yarattıklarından herhangi bir kimseye veya şeye benzeten; bir canlı veya cansız varlığı Allah’a, sıfatlarını Allah’ın sıfatlarına benzeten; Allah’ın doğmuş veya nesil bırakmış olduğuna inanmak veya Allah’ı herhangi bir eksiklik ya da kusurla itham edip bunu dille söylemek kişiyi İslâm’dan çıkarır.
“Allah bile bana bunu emretse bu işi yapmam.” diyen kimse; Allah’ın affedeceği konusunda ümidini tümüyle kesen kişi kâfir olur. Yine, aşırı umutla Allah tarafından hiçbir hesaba çekilmeyeceğine veya cezaya uğramayacağına inanan kimse kâfir olur. Yine kendisinden veya Allah’a yakın olduğunu sandığı bir kişiden ibâdetlerin düştüğünü, ibâdet yapma gereği kalmadığını kabul eden veya şatahat cinsinden küfür sözleri söyleyen kimse, meselâ “Ene’l-Hak; ben Hakk’ım, Cenâb-ı Hakk’ım” diyen kimse kâfir olur.
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme)
2255] 4/Nisâ, 65; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk
2256] 9/Tevbe, 65
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 505 -
sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. "Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır."2257; "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır; Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır."2258
Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid'at ve sapıklıktır.2259 Bir kimsenin, kendisine ya da bir başkasına vahiy indiğini iddia etmesi ya da değişik ifadelerle peygamber olduğu iddiası küfürdür. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olduğunu kabul etmemek, yeni bir peygamberin geleceğini bekliyor olmak insanı kâfir yapar. Herhangi bir şahsı (meselâ Hz. Ali’yi, şeyh ya da evliya kabul edilen birini veya Atatürk’ü) Hz. Muhammed’den (s.a.s.) üstün görmek ya da onunla eş değerde tutmak küfürdür.
“Filan kimse peygamber bile olsa ona inanmam” demek;
“Eğer Hz. Muhammed’den sonra bir peygamber gelecek olsaydı, filan zât peygamber olurdu” demek;
“Eğer Âdem suç işlemeseydi cennette yaşayacaktık. Bütün bu belâlar onun yüzünden başımıza geldi” demek de insanı kâfir yapar.
Kur’an’ı, Kur’an’dan bir âyeti veya hükmü yalanlamak, çarpıtmak, alay konusu yapmak, saygısızlık yapmak kişiyi küfre sokar. Kur’an hükümlerinden birini olsun yürürlükten kaldıran veya uygulanmasını engelleyen yönetici kâfir olur. Kur’an ahkâmı içinde yürürlükten kaldırılmış bir hüküm varsa, bu hükmün yerine konmuş olan yasayı uygulayan, uygulanmasını kolaylaştıran ve bu durumun farkına varıp rızâ gösteren kimselerin İslâm dini ile hiçbir ilişkileri kalmaz.2260
Bir müslümanın kitabına sövmek,
Kur’an’da eksiklik veya fazlalık olduğunu ileri sürmek,
Kur’an’ı çağdışı, çöl kitabı, bedevî kanunu olarak nitelemek,
Kur’an’ın öngördüğü ceza ve miras âyetlerini acımasız ve adâletsiz bulmak ve bunu söz veya tavırlarıyla ifade etmek,
Yine Kur’an’ın nassıyla kesin şekilde yasaklanmasına rağmen (fâizle işlem
2257] 33/Ahzab, 57
2258] 9/Tevbe, 61
2259] Bk. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100
2260] 5/Mâide, 44; F. Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 114
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmayı, alkollü içki kullanmayı, zina etmeyi ve benzer) yasakları yasallaştıran “mürted” ülkelerin kanunlarına gönülden saygı beslemek ve bu yasaları Kur’an’a tercih etmek insanı kâfir yapar.
Allah’ın haram kıldığı bir şeye başlarken besmele çekmek,
Haram bir fiil işledikten sonra, dünyevî kazançtan dolayı Allah’a şükretmek veya haram bir şey yedikten sonra “El-hamdü lillâh” demek,
Kur’an okuyan kimse ile -okuduğu sırada- alay etmek,
Kur’an’a uymayı öğütleyen veya Kur’an hükümlerine dâvette bulunan kimseye eziyet etmek, onu meczup ve mecnun gibi sıfatlarla niteleyerek hakarette bulunmak,
Kur’an’da fal açmak, onu büyü, üfürük gibi çirkin işlerde araç olarak kullanmak,
Kur’an’ın ölü ruhuna okunmak üzere indiğine inanmak,
Tevrat, Zebûr, İncil ve suhuflara hakaret etmek, onların hiç tahrif edilmediğini (değiştirilmediğini) veya içlerinde vahiyden hiçbir eser bulunmadığını ileri sürmek insanı İslâm dairesinden çıkarır, kâfir yapar.
Helâlı haram, haramı helâl sayan, sihirle/büyüyle uğraşan, fala inanan, kâfirle dost geçinen, ilme söven, ilacın iyileştirici etkisini Allah’ın irâde ve kudretine bağlamayan, fânî tanrılaştıran, “kahrolsun şeriat!” diye slogan atam; Pozitivizmi, Darvinizmi, Sosyalizmi (Laikliği, Kemalizmi, Demokrasiyi ve her türlü beşerî ideoloji ve düzenleri) İslâm’dan üstün tutan, sütkardeşle evliliği meşrû gören insan, -kim olursa olsun- hem mantıksız, hem ahlâksız, hem de imansızdır! Çünkü imansızlık gerçek anlamıyla ahlâksızlık ve mantıksızlık demektir; Allah’ın yasalarına kafa tutmak demektir.2261
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."2262 Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştü. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştı. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermişti. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri “müslümanım” diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı
2261] F. Aydın, a.g.e., s. 119-120
2262] 16/Nahl, 106
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 507 -
ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrâil'e kızılıp ileri geri sözler söylenebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. İnsanın ağzından çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, küfür, şirk, irtidat gibi Akaid konularının kapsamına girmektedir.
Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları
(Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan Çirkin Sözler)
a- Allah’la İlgili
"Allah'lık" (saf bir insan için)
"Allah'sız" (Bunun Allah'ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında),
"İşimiz Allah'a kaldı" (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında),
"İnşâallah deme, kesin söz ver" (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında),
"Seni Allah gibi seviyorum" (Allah'ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında),
"Seni elimden Allah bile kurtaramaz" (Allah'ın gücü bile yeterli olmaz anlamında),
"Burada Allah yok, Peygamber izinde" (Karakolda, hapishanede vb. Allah'ın yardım edemeyeceği anlamında),
"Allah'ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim" (Allah'ın olmadığı yer olabileceği anlamında),
"Allah, ondan verdiği canı alamıyor" (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah'ın âcizliği anlamında),
"Allah'ın hükmü burada geçmez" veya "o eskidendi, şimdi Allah'ın hükmü uygulanmaz, devir değişti" (Allah'ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında),
"Şu işin (şeyin) Allah'ını yapar" (Allah'ı herhangi bir şeye benzetme anlamında),
"Sen Allah mısın be?" (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda),
"Ye Allah ye", "vur Allah vur" (Allah'ı kula benzetmek anlamında),
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Allah Baba", "Allah'ın oğlu gelse..." (Allah'a çocuk isnad etme anlamında),
"Tapılacak kadın" (Allah'tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbud kabulü anlamında),
"Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası" (Allah'tan başka ilâh kabulü anlamında),
"Hâkimler hâkimi" (Allah'ın dışında bir varlığa Allah'ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında),
"Sezar'ın hakkı Sezar'a, Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya" (Allah'a denk başkasının hakkı olduğu, Allah'ın her yerde tek güç olmadığı anlamında),
"Allah bizi unuttu" (Allah'ın zorluklarla denemesi konusunda Allah'ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında),
"Filan kimse şu şeyi yarattı" (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme mânâsında başka birine verme, Allah'ın fiiline ortak kabulü anlamında),
"Allah'ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?" (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O'nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında),
"Allah bilir ki, şu iş şöyledir"; "Allah şâhit şunu şöyle yaptım" dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah'a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında),
"Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir, ulusundur, meclisindir" (Hâkimiyetin/egemenliğin Allah'ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah'ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında),
"En büyük filân takım, başka büyük yok" (Ekber/en büyük sıfatının Allah'tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah'ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında),
"Allah'ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir" (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah'ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında),
"Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu" (Allah'ın yarattığını beğenmemek, O'na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında),
"Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi" (Allah'ın hükmünü beğenmemek anlamında),
“Allah emretse bile şu işi yapmam” veya “Allah istemese bile bu işi yaparım.” (Allah’ın emri veya yasağı önemsizdir, beni bağlamaz; beni kararımdan Allah’ın hükmü bile caydıramaz, anlamında)
“Allah onu özene bezene yaratmış” ya da tersine bir inanış ve ifade ile Allah’ın bazı kimselere torpil geçtiğini, bazı kimselere de (hâşâ) zulmettiğini ifade etmek.
(O konuda âyet ve hadis olmadığı halde,) "Allah şöyle buyurmuştur" demek (Kur'an'da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah'a isnâd etmek, dolayısıyla Allah'a iftira etmek anlamında),
(Allah'ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken "Allah'ın ismiyle (Bismillâh)" demek (Allah'la, Allah'ın haram hükmüyle alay etme anlamında),
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 509 -
Allah'ı, O'nun kurallarını, O'nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme,
Allah'a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme,
Allah'tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme,
Allah'tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: "Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım."; "Mihrâbım diyerek yüz sürdüm"; “Bir Allah'a, bir de sana taptım"; "Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter"; "Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk" vb. sözleri ikrâh olmadan söylemek,
Allah'tan başkasına duâ etmek veya bir kuldan meded istemek,
Allah'ın helâllerini helâl; haramlarını haram kabul etmemek,
Allah'tan başkası adına kurban kesmek, Allah'tan başkasına adak adamak,
Allah'ın kesin yasağına rağmen Allah'ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- duâ etmek,
Tâğutların resim ve heykelleri önünde kıyâma durarak tapınırcasına saygı göstermek,
Allah'ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: "Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir"; "Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür" demek,
Allah'ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah'ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah'ın dışında otoriteler tanımak,
Fayda ve zararı Allah'tan bilmemek, "şu doktor benim hayatımı kurtardı"; "frene basmasaydı ölmüştüm"; "şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor"; "Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer",
İbâdet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
b- Dinle İlgili
"Din ayrı, dünya ayrı" (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya karıştırmamak ve laiklik anlamında),
''Din ayrı, siyaset ayrı" (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında),
"Dinde zorlama yoktur" (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında),
"Zevklere ve renklere karışılmaz" (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdâhale
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etme hakkı yoktur, ben hangi şeyden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında),
"Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz."; "Demokrasi var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım" demek (Allah'ı, Allah'ın hükümlerini önemsememek ve O'na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında),
"Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük" (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında),
"Din şöyle diyor, doğru ama..."; "haklısın, fakat..." (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zarûri olduğu anlamında),
"İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir" (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında),
"İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz." (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah'ın vaadlerini inkâr anlamında),
"Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın" (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında),
"Dinî günler" (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında),
"Hayat yalnız bu dünyadadır" (âhireti inkâr anlamında),
"Sen benim kalbime bak, kalbim temiz" (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibâdet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında),
"Paranın açmadığı kapı yoktur" (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında),
"Demokrasilerde çare tükenmez" (Beşerî bir düzen olan demokrasinin (halkın kendi kendisini yönetmesinin) her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında),
"Aşırı dinciler"; "dinciler"; "fundamantalistler"; "dinci teröristler" gibi çirkin ithamları gerçek mü'minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm'ı kötülemek anlamında);
İslâm'a irticâ, gericilik, fundamantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar takmak,
İslâm'a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek,
İslâm'ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm'a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 511 -
c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili
"Eşek cennetini boyladı" (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında),
"Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül" gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında),
Bir insana "Meleğim" demek, "Çarli'nin melekleri" veya bir kıza "Melek" ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Meleklerin insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında),
"Azrâil onun canını yanlış yere aldı"; "Azrâil'le savaşıyor" gibi sözler, Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında),
"Kader utansın" gibi kadere isyan anlamında sözler,
"Felek"le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında),
Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...
Ef’âl-i Küfür
Ef'âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır.
Küfre alâmet sayılan, ef'âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah'a şirk/eş koşmak demektir. "Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.' Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir."2263; "Onlar Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a eşler uydurdular. De ki: 'Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir."2264 Allah'tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef'âl-i küfür olduğu kesindir.
b- Mushaf’ı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushaf’ı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur'an'dan bir bölüm, Yüce Allah'ın veya Peygamberin adı yazılı bir kâğıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr sözkonusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabıyı, bayan elbisesini vb. şeyleri kutsal değerleri eğlence yapacak ve aşağılayacak tarzda giymek de aynıdır.
c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra,
2263] 7/A'râf, 37
2264] 14/İbrahim, 30
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek, veya buralarda Allah'a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm'dan çıkarır. Fakat bu tür yerlere ibâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir sakınca yoktur.
d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde ve benzeri davranış yapmak: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış ise küfürdür. Tâğutların heykeli veya tâğutların kutsalları karşısında saygı durmak da itikad açısından çok tehlikelidir.
e- Duâ ederek ölülerden bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah'a yapılması gereken ibâdet ve duâyı2265 Allah'tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah'tan başkasına kesilen kurban, Allah'tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.
f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.
g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.
h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahûdilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.
Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm'ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; İskilip’li Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir).
i- Sihir/büyü: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın
2265] 1/Fâtiha, 5
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 513 -
küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii'ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır.2266
Tekfir ve Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu
Tekfîr, bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek anlamına gelen dinî bir kavramdır.
Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir. Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Hatta aynı mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir. Bu konudaki tartışma, Hâricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz. Ali'nin hilâfeti döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.
Hz. Ali ile Muâviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali'yi, Allah'ın hükmünü bırakarak beşerin hakemliğine başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Hâricî olarak adlandırılan bu grubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilâhare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir.
Hâricîlerin bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.
Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
a) Hâricîler
Değişik fırkalara bölünmüş olan Hâricîler, büyük günah işleyen ve tevbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir. Ancak böyle bir günah işleyen kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda aralarında ihtilâf vardır. Bazılarına göre, bu kimse mü’min değildir, ama muvahhiddir. Küfre girmiştir, ama onun küfrü, küfrân-ı nimet kabilinden bir küfürdür. Tevbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalacaktır.
Hâricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın, Hz. Âdem'e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren şu âyeti delil olarak zikrederler; "Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere); ‘Adem'e secde edin’ dedik. İblis hâriç hepsi
2266] A. Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, Marifet Y., s. 160-165
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu."2267 Onlara göre şeytan Allah'a itaatkâr ve O'nu bilen biriydi. Hz. Âdem'e secde etmekten kaçınarak büyük günah işlemişti. Bu nedenle kâfir olarak lânetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur.2268 Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi, Allah'a başkaldırma ve O'na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir ve bu nedenle de imandan çıkmış, küfre girmiştir.
b) Mu’tezile
Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez, ama bu kimse mü’min de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tevbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.
Mü’min, övgüye lâyık bir kimsedir. Oysa büyük günah işleyen kişi, Kur'an'da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır. Bu durumda olan kişi kâfir de değildir.2269 Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri âyetler:
"Mü’min olan hiç fâsık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar."2270
"Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar."2271
"Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir."2272
Mu’tezile bu ve benzeri âyetlere dayanarak büyük günah işleyenin mü’min olmaktan çıktığı ve fâsık olduğunu, cehennemde de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir. Hadislerden getirdikleri deliller ise; "Emanete riâyet etmeyen kimsenin imanı yoktur" hadisiyle, benzeri hadislerdir. 2273
Mu’tezile'nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah işleyen biridir veya hep iyilik. Yahut iyiliğin yanında kötülük de işlemektedir. Sadece iyilik işliyorsa mü’mindir ve kurtuluşa ermiştir. Sırf kötülük işliyorsa, o zaman tâati yok demektir ve kâfirdir. Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez. Ya iyiliği, yani tâati fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır. Hangisi fazla ise, kişi ona nisbet edilir. İyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine hükmolunur.2274
c) Mürcie
Hâricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak davranan fırka Mürcie'dir. Onlara göre amelin iman üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. İman, Allah ve Rasûlünü bilmektir. Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye
2267] 2/Bakara, 34
2268] Şehristânî, Nihayetu'l-İkdam fî İlmi'l-Kelâm, Bağdat t.y 471.
2269] Kadî Abdulcebbar, Şerhu Usûli'l-Hamse, Kahire, 1965, 712.
2270] 32/Secde, 18
2271] 2/Bakara, 81
2272] 4/Nisâ, 93
2273] Bk. Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, çev: S. Uludağ, Dergâh Y., İstanbul 1980, s. 265
2274] Kadî Abdulcebbar, a.g.e., 624
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 515 -
sahip olmamaktır.2275 Sevap işlemenin bir kâfire faydası olmadığı gibi, büyük günah işlemenin de mü’mine bir zararı yoktur.
d) Ehl-i Sünnet
İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır. Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî arzular da olabilir. Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler. İşlediği günah büyük de olabilir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez. Ama sırf Allah'ın emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri mü’min değil, kâfirdir.
Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı imanın temel direği, tâatleri de (Allah'ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınmayı da) imanın dalları olarak değerlendirmişlerdir. İman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana gelir. Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemez, ama birkaç dalı eksik olan ağaç ise ağaç olmaktan çıkmaz. Eksik bir ağaçtır sadece. Selef, “iman eksilir ve artar” derken dallar mesâbesinde olan tâatlerin eksilip artabileceğini kastederler. Böylece tâatleri de imandan sayarlar. Yani amel imanın bir cüz'üdür. Ancak bu cüz'den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz. İmam Eş'arî (ö. 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve artmayı kabul ettiği görüşünde olduklarını belirtir.2276
Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine sokar. Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil bir iman değildir. Kâmil iman, Allah'ın emirlerine riâyet ve yasaklarından sakınmakla gerçekleşir. Küfür nasıl kademe kademe ise, iman da öyledir. Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında; iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden farklıdır.
Günah işleyen kimsenin küfre girmeyeceği âyetlerle de sâbittir. Adam öldürmek büyük günahlardandır. Bununla birlikte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, adam öldürmek hâdiselerinde üzerinize kısas farz kılındı."2277 Âyetin devamında da şöyle buyrulmaktadır: “Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman kısas düşer.” Görüldüğü gibi âyet katili, öldürülenin velîsinin kardeşi olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin kastedildiği apaçıktır. Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır: “Mü’minlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz.”2278 Bu âyette de Allah, birbirleriyle savaşan iki grubu da mü’min olarak nitelemektedir.
Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için duâ edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (s.a.s)'in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmetin kesintisiz icmâı vardır. Hâlbuki bu gibi şeylerin mü’minden başkası için câiz olmadığı meselesinde ümmet yine ittifak halindedir.2279
2275] Eş'arî, Makalâtu'l-İslâmiyyîn, Wıesbaden 1980, s. 132.
2276] Risâletu Ehli's-Sağr, Mısır-1987, 93; Ayrıca Bk. 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 124; 48/Fetih, 4
2277] 2/Bakara, 178
2278] 49/Hucurât, 9
2279] Taftazânî, a.g.e., 264
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ehl-i Sünnet, Mu’tezile tarafından delil olarak ileri sürülen âyetlerde kastedilenlerin, mü’min oldukları halde o günahları işleyen ve böylece küfre girenler olmayıp daha önce de kâfir olanlar olduklarını söylemektedir.
Tekfiri Gerektiren Hususlar
Allah'ın varlığını inkâr etmek, ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O'na ortak koşmak, Kur'an'da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr etmek insanı küfre düşürür. Mu’tezile ve müteahhir Ehl-i Sünnet kelâmcılarının, bazı sıfatları te'vil etmeleri her ne kadar sağlıklı bir yol değilse de küfre sebep değildir. Allah'a, sıfatlarının zıddını isnâd etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade eden sıfatlarla O'nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek yine küfürdür.
Peygamber ve peygamberlik kurumu konusunda küfre götüren hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini inkâr etmek, Kur'an'da ismi geçen peygamberlerden birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine ulûhiyet isnâd etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek onlarla alay etmek, evliyânın peygamberlerden üstün olduklarını iddia etmek küfürdür.
Kur'ân-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, Kur'an'da zikredilen şeylerin varlığına inanmamak, Kur'an'dan olmayan bir şeyi Kur'an'a ilâve etmek. (Kur'an'ın mahlûk olup olmadığı meselesi Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile arasında tartışma konusu olmuş ve bundan dolayı taraflardan bazıları birbirlerini tekfir etmiş iseler de böyle bir meseleden dolayı tekfir doğru değildir.)
Allah'ın indirdiğinden başkasını Kur’an’a üstün tutan ya da başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerin devrinin geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur. Ehl-i Sünnet'in mûtemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen "Şerhu'l-Akaidi't-Tahâviyye" isimli eserde hükümle ilgili olarak şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun, ister idare edilen halktan herhangi biri olsun, her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah'ın emirlerini küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur. Ama Allah'ın emirlerinin üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde âhirette cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirleri uygulamıyorsa küfre girmez.2280
İslâm inancında, bir kimseyi tekfir etmek son derece tehlikeli, son derece büyük vebâli olan bir davranıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse; küfür, ithâm edene döner."2281 Bu hadiste dile getirilen tehdîdin ciddiyetini belirtmek için şunu kaydedelim ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat dışında kalan sapık mezheplerden Hâricîler'in tekfîr edilip edilemeyeceği münâkaşasında bâzıları, bir Müslümanı tekfir etmenin mesûliyetinin büyüklüğünü gözönüne alarak, ortadaki mübhemiyet sebebiyle, müsbet veya menfî hiçbir şey söylememeyi tercih ederken, tekfîr edilmeleri gerektiğine kaail olanlardan bir kısmı da görüşlerine delil olarak yukarıdaki hadis-i şerifi zikretmişler ve: "Onlar İslâm ümmetini tekfir ettiklerine göre kendileri kâfir olmuştur" demişlerdir. Bu düşüncede olan Kadı
2280] İbn Ebi'l-İzz el-Hanefî, Şerhu'l-Akideti't- Tahâviyye, Beyrut 1988, 323-324; M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 6, s. 167-168
2281] Buhârî, Edeb 73, 44; Müslim, İman 111
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 517 -
İyaz eş-Şifâ'da aynen şunları söyler: "Ümmeti, dalâlet ve bütün Ashâb'ı küfürle ithama müncer olan herhangi bir söz sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz."
Burada kaydı gereken bir başka mühim hadis, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İslâm ümmetinin 73 fırkaya ayrılıp bunlardan sâdece birinin fırka-ı nâciye (yâni kurtuluşa erecek olan hak yoldaki fırka) olacağını haber verdiği rivâyettir. Muhtelif vecihlerle gelmiş olan hadisin bir vechinde, hidâyet üzere olup kurtuluşa erecek bu grubun kimler olduğunu, dinleyenlerden bazıları sorunca şu cevap verilmiştir: "Onlar, benim yolum üzerinde olanlar; ashâbım, Allah'ın dini üzerinde cidal ve münâkaşaya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhîd ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir."2282
Özetle, İslâm âlimlerinin, ittifakla Muhammed ümmetinin dikkatlerini çektikleri bir husus, tekfir meselesi olmuştur. Buradaki titizliği Gazâlî'nin şu sözleriyle hülâsa edelim: "İmkân nisbetinde bir Müslümanı kâfirlikle ithamdan (tekfîrden) kaçınmak gerek... Zira, tevhîd'i (Allah'ın bir olduğunu) ikrâr eden Mûsâllî kimselerin kanını helâl saymak hatâdır. Hatâen bir Müslümanın kanını dökmektense hatâen bir kâfire hayat hakkı tanımak evlâdır."2283
Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
İtidal/Denge
İtidal, konu ne olursa olsun, herhangi bir şeyde ifrat veya tefrite düşmemek, vasat derecede olmaktır. İfrat ve tefrit denilen her iki aşırı ucun tanımlanmasında yarar vardır.
İfrat: Bir konuda ölçüyü aşma, ileri gitme, normali aşma, aşırılık, haddini aşma ve tâkatin üstünde üzerine iş alma demektir. İstenenden fazla yoğunlaşmayı da içerir. Kraldan fazla kralcı olma deyiminde anlatılmak istenen budur. Tefrit ise; Ortalamanın, yani vasatın çok altında olmak, geride kalmak, normalden aşağıda bulunmaktır.
Bu iki terimin iyi tanımlanması, itidali anlamamıza yardımcı olacaktır. İtidal, bir dengedir. İfrat ve tefrit, bu dengeyi bozan birbirine tamamen zıt iki ucu temsil eder. Buna en çarpıcı örnek, dini daraltanlara Peygamberimizin buyurduğu şu sözdür: “Aşırı gidenler helâk olmuştur” 2284 Rasûlullah (s.a.s.) bu hükmü üç kere tekrar eder. Yine O, dinde aşırılığın helâk sebebi olduğunu vurgular: "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular." 2285
Dinde Aşırılık
Kur'an, din bahsinde bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Bu, dinde gulüvdür/aşırılıktır. Dinde gulüv: Azgınlık, doymazlık, haddi aşmak, dine ilâvelerde bulunmak demektir. Hz. Peygamber'in gulüv konusundaki beyanları bize gösteriyor ki, dinde gulüvün temelinde, birtakım insanların dinde olmayan bazı şeyleri Allah'a yaranmak adı altında dine yamatmaları ve esası kolaylık olan hak dini çekilmez
2282] Tirmizî, İman 18, hds. no: 2779; İbn Mâce, Fiten 17, hds. no: 3992
2283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/261-266.
2284] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Ahmed bin Hanbel, I/386
2285] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hale getirmeleri vardır. Dinde aşırılık, âyetler çerçevesinde, öncelikle yanlış bir Allah inancında belirir. Daha sonra ise başkaldırma, aşırı gitme ve yapılan kötülükleri önleme çabasından yoksunluk olarak kendini gösterir.
Ehl-i kitapla ilgili bu aşırılık ve taşkınlığın yasaklanışı, dinlerin en ortayolcusu/dengeli olanı Hz. Muhammed'in dinine uymaya teşvik amacı taşır. Kur'an, hıristiyanlığın dinde gulüv yüzünden Hakk'a yüz çevirip hak dini dejenere ettiğini söylemektedir: “De ki: Ey kitap ehli, haksız/yanlış yere dininizde taşkınlık etmeyin, dininiz konusunda aşırı gitmeyin. Daha önce sapıtan, pek çok kişiyi saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin hevâsına/keyiflerine uymayın. İsrâil oğullarından inkâr edenler, Dâvud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları kötülükleri önlemezlerdi. Yaptıkları ne kötüydü!”2286
Kur'an, dinde aşırılıktan şiddetle kaçındırmaktadır.2287; "Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!"2288 Bu âyet de, aşırılıktan kaçınmayı, aşırılara uymamayı emretmektedir. Çünkü dinde aşırılık, dini amacından saptırır. Allah'ın koymadığı hükümlerin konmasına, yasaklamadığı şeylerin yasaklanmasına yol açar. Bu da insanların hareket alanlarını daraltır. Dinin amacı, insanın elini kolunu bağlayıp onu vehimlerin tutsağı yapmak değil; hurâfelerden kurtarıp özgür, sadece Allah'a tertemiz kul yapmaktır. Din, ruhu bezeme yöntemidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi; Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyetine göre, üç sahâbe, mü’minlerin annelerine müracaat etmiş ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) gizlice yaptığı ibâdetleri sormuşlardı. Aldıkları cevap kendilerini tatmin etmemiş ve “Biz nerede, Rasûl-i Ekrem nerede?! Allah, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir” diyerek, değişik bir yorumda bulunmuşlardı. Bu üç sahâbeden biri, “Ben geceleri hep namaz kılacağım”, diğeri “Ben hayatım boyunca ara vermeksizin oruç tutacağım”, öbürü de “Ben evlenmeyeceğim” taahhüdünde bulunmuştu. Bunu haber alan Peygamberimiz, onlara “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?” demiş ve “Vallahi, şunu iyi bilin ki, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.”2289 buyurmuştur. (Bu üç sahâbenin Hz. Ali (veya Ebû’d-Derdâ), Abdullah bin Amr bin Âs ve Osman bin Maz’un olduğu rivâyet edilir.) Bu hadis-i şerif, sünnete göre amel etmenin önemini açıklar; dünyadan el etek çekme gibi aşırılıkların yanlışlığını vurgular. Ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar; bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de sünnet ölçülerine göre doğru bulunmamıştır. 2290
Yüce Rasûl, burada, din adına dini daraltanları uyarmak istemiştir; bu, aslında bir ifrat halidir. Dini olduğundan fazla genişletenler de tefrit halindedir. İslâm, her konuda ifrat ve tefritten uzak olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı, dengeyi tavsiye eder. Hıristiyanlar ifrât yoluyla, Yahûdiler de tefrit yoluyla sırât-ı müstakîm olan dengeden uzaklaşmışlardır. O yüzden bu sapmalar, Hıristiyanlaşma ve Yahûdileşmeye giden yolu açar.
2286] 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171
2287] 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171
2288] 18/Kehf, 28
2289] Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3
2290] Ahmed bin Hanbel, IV/226; Dârimî, Nikâh 3
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 519 -
Ashâb-ı kiramdan bazılarının “cinsî duygularını köreltmek”, bazıları “et yememek”, bazıları da “şükrünü edâ edemeyecekleri nimetlerden uzak durmak” gibi aşırı taahhütlerde bulunmaları üzerine şu âyet nâzil olmuştu: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın, hudûdu aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”2291 Yani, aşırı gitmeyin, helâli haram ve haramı helâl saymayın denilmiştir. 2292
“Kitab, mîzan/ölçü, demir (güç, yaptırım) ve takvâyı yoğurup adâleti (itidali) yerine getirmek2293 ve toplumu, yönetimi İlâhî istikamet doğrultusunda değiştirmek için insanların kendi nefislerini değiştirmeleri gerekmektedir.2294 Kargaşa ile nizamı, fesat ile salâhı, anarşi ile huzuru, terör ile cihadı, korkaklık ile sabrı, acelecilik ile tedrîcîliği, lüzumsuz bilgi ile ilmi, şekilcilik ile takvâyı, yıkıcılık ile yapıcılığı, propaganda ile tebliği, çığırtkanlık ile dâveti, delilik ile cesaret ve kahramanlığı, tedbir ile uyuşukluk ve korkaklığı, eylem ile amel-i sâlihi, geçici heyecan ile muhâkeme ve istikrarı, taklit ile tahkîki, işgal ile fethi, haksız tekfîr ve haksız teslîm ile adâlet ve sorumluluk bilincini kuşanarak hüküm vermeyi, yani her türlü aşırılıkla dengeyi birbirinden ayırmayı, birbirine karıştırmamayı hem teoride kabullenmeli ve hem de pratikte ortaya koyabilmeliyiz.
Sırât-ı müstakîm üzere bir İlâhî yürüyüş programındaki ifrat ve tefritin ne büyük zararlar açtığını görmemek mümkün değildir. En temel konu olan tevhid akîdesini anlamaktan tutun da, İslâmî dâvet sürecinin içerdiği bütün konulara varıncaya kadar, tarih boyunca bu iki uç, kendini hissettirmiştir. Örneğin, ifrat ehli öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, muvahhid bir mü’min olmak, bu tanımlamaya göre (istisnalar dışında, hemen hemen) mümkün değildir. Tefrit ehli de, öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, küfürde ileri gitmiş aşağılık insanlar bile sanki tevhid ehli gibi görünür. Dâvet çalışmalarında da aynı probleme şahit olmaktayız: İfratçı dini tekeline alır, tüm muhâtaplarına en katı, en sert tanımlamaları getirir; tefritçi ise, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek kadar ortamı ve ortalığı süt-liman görür. Burada, “denge”nin önemi ortaya çıkmaktadır. Her iki aşırılıktan korunmanın yolu, “delile dayalı bakış açısı”nın egemen kılınmasıdır. Deliller, bütün açıklığıyla ortaya konmalı, duygusallığa yer verilmeden ilmî bir etüd içinde konular irdelenmelidir.
İfrat ve tefrit, Kur’an ve Sünneti anlama yönteminde de tarih boyunca kendini hissettirmiştir. Kur’an’ı merkeze almayan ve O’ndan doğrudan yararlanılamayacağını öngören geleneksel yaklaşım ile Kur’an’ı anlamanın göreceliğini veya tarihselciliği öngören modern yaklaşım, birbirine zıt iki ucu temsil ederler. Kur’an’ın anlaşılmasını ve belirleyiciliğini İslâm tarihi içinde “üretilmiş” kaynaklara bağlayan taklitçi ve gelenekçi anlayışlar ile; Kur’an’ın tarihî şartların bir ürünü olduğunu iddia eden oryantalist zihniyet, yani tarihselcilik, her ikisi de itidalden sapmadır. Bu uçlar, her ne kadar birbiriyle zıt olsalar da, ortaya çıkan sonuç bakımından aynı noktada birleşmektedir: Kur’an’ın hayatın içinden bir şekilde çekilip alınması.
2291] 5/Mâide, 87
2292] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, 6/263
2293] Bk. 57/Hadîd, 25
2294] Bk. 13/Ra’d, 11
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aynı şekilde bu iki uca kaymalar, Sünneti algılamada da kendini göstermektedir. Yalan-yanlış her türlü rivâyeti ilmî elemeye tâbi tutmadan, Hz. Peygamber’e mal eden aşırı gelenekçi ve taklitçi sünnet anlayışı ifrâtı temsil ederken; Hz. Peygamber’i bir postacı konumuna indirgeyen ve onun örnekliğinin ve önderliğinin kuşatıcılığını göremeyen modernist anlayış, tefriti temsil eder. Her iki uç da, yine aynı noktada, sonuç itibarıyla buluşmaktadır: Yüce Peygamber’in örnekliğinin hayatın içinden çekilip alınması. Dikkat edilirse ifrat ve tefritin pratiği, sonuç itibarıyla, ortak bir noktada buluşmaktadır.
İfrat ve tefrit çizgisindeki savrulmalar, bu konuların dışında pek çok alanlarda da kendini göstermektedir. İslâm bilginlerini “yanılmazlık” mertebesine yükseltenler ifrâtı, onların ictihadlarını tahkir ya da tezyif edenler tefriti temsil ederler. Orta yol ise, onların görüş, ictihad ya da kanaatlerini sâlih gayretlerinden dolayı takdir etmek, duâ etmek, onlardan yararlanmak, ancak bu kanaat ya da ictihadları her dönemde ve her toplumda geçerli nass mertebesine yükseltmemektir. Toplumu değerlendirmede de vasatı temsil eden anlayışa ulaşmak için çaba göstermek gerekir. İçinde yaşadığımız ülke ne dâru’l-harptir, ne de dâru’l-İslâm. Toplumu değerlendirmede ölçülü olmak, dengeyi yakalamak, İslâmî anlayış ve tevhidî yürüyüşün selâmeti açısından çok önemlidir.
Sâbiteler bağlamında her bireyin hassas olması esas olmakla birlikte; muvahhid Müslümanlar arasında bireysel hassâsiyetlerin varlığı anlayışla karşılanmalıdır. Sıklıkla karşılaştığımız hassâsiyetler: Kesilen hayvanların etleri, tâğûtî vasfa sahip olanlar hâricindeki devlet memurluğu, askerlik, çocukların okula gönderilmesi, vergi, emekli maaşı alma vb. konulardır. Buradaki mûtedil çözüm; hassâsiyetlerin, bir bireysel özellik olarak kabul edilmesi, ancak bunun çevremizdeki müslümanlara dayatılmaması, hassâsiyet sahibi mü’minlerin örnekliklerini dayatmadan sürdürmeleri, güçle ve ideal anlamda çözümünün ancak İslâm devletiyle ilintili bu tür fedâkârlıkları herkesten beklememeleridir. Hassâsiyetini tevhidî ilkelerin olmazsa olmaz bir gereği gibi görmemek, ancak bunları koruyarak örnek olmak, hassâsiyet sahibi mü’minlerin görevi iken; bu hassâsiyetlere katılmayan mü’minlerin görevi de kardeşlerini rencide etmemeleri, onları hoş karşılamalarıdır. Bu tür farklılıkların varlığı, bir zenginlik olarak kabul edilmelidir. Burada da her iki aşırı uca kaymadan, dengeli ve ölçülü hareket etmek esastır. Ancak, unutulmamalıdır ki, sâbiteler bağlamındaki hassâsiyetler, bu konunun dışındadır. Örneğin, tâğutları ve tâğûtî vasfa sahip kurumları birtakım maslahatlarla desteklemek, bireysel hassâsiyet değil, bir sapma olarak değerlendirilmelidir.
Toplumu dönüştürme çabalarında da her iki aşırı uç, yine boy göstermektedir. Toplumu şiddet yoluyla aceleci adımlarla dönüştürmek isteyen şiddet yanlıları ifrâtı temsil ederken; örnek Kur’an neslini oluşturmak yerine bireyci, mevziî kültürel ve eğitsel çalışmalarla yetinen ya da sadece bunları savunanlar tefriti temsil etmektedir. Yaşadığımız coğrafyada cami ve mescidleri topyekün mescid-i dırar ilan edenler ifrâtı, onları şimdiki konum ve kullanım şekliyle İslâm toplumunun emrinde ideal birer kurum olarak görenler de tefriti temsil etmektedir. Resmî otoritenin kurumlarında çalışan herkesi tekfir eden tekfirci anlayış ile ayrım yapmadan hepsini olumlu sayan, tâğûtî kurumları güçlendiren kişi ve zihniyetleri tasvip eden gevşek anlayış, yine iki aşırı ucu temsil ederler. Mezhep bağnazlığı içinde olup mezheplere “dokunulmazlık” zırhı giydirenler ifrâtı, mezhep
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 521 -
olgusunu yok sayan ya da görmezden gelenler ve mezhepsizliği, yani disiplinsizliği savunanlar ise tefriti temsil ederler. Muharref din kültürünün toplumumuzda hâkim olduğu bir gerçektir. Ancak bu kültürü temsil edenlere de ölçülü davranmak ve uygun bir dil geliştirmek gerekir. Bunu temsil eden grup ya da cemaatleri bir düşman gibi algılamak da, onları ümmetin onurlu birer temsilcisi gibi görmek de yanlıştır.
İtidalin yakalanmasında, Şeriatin maksat ve gayelerini anlamaya mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi (itidali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı devreye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin derinliğine nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla ve farklı cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini önemsemek, hâdiselere çok yönlü ve geniş bakmaya gayret etmek, araştırmaya önem verip taklit ve donukluktan kurtulmak, ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak gerekir. Bu konularda, ilmî derinliği olan muttakî ve muvahhid ulemâya büyük görevler düşmektedir. Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konumunda olması gereken ulemânın toplum içindeki savrulmaları murâkabe edecek ilmî bir ağırlığı ortaya koymaları, vazgeçilmez bir zorunluluktur. Vasat/dengeli bir temsiliyetin gerekliliği, ümmetin fertlerinin aşırı uçlara kaymasını önlemek açısından da bir kez daha net olarak ortaya çıkmaktadır.
Tekfircilik Hastalığı
Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.
Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm dairesi içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden ötürü tekfir etmeleri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır. Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü Hareket ediyorlar, yoksa gurup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar? Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
Hâlbuki Yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”2295; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız.” ve “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.”2296
2295] 8/Enfâl 46
2296] 3/Âl-i İmran 103
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.
Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
a) Âyetler
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa veya sefere çıktığınız zaman iyi dinleyip anlayın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin…” 2297
"Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana, hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana... iltifat etme!" 2298
"Yazıklar olsun arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı kaş göz işaretiyle eğlenip ayıplamayı âdet edinene" 2299
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırıp tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?" 2300
"Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” 2301
"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir." 2302
"Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder" 2303
“…Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." 2304
"De ki: 'Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser." 2305
"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir." 2306
b) Hadisler
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." 2307
2297] 4/Nisâ, 94
2298] 68/Kalem, 10-12
2299] 104/Hümeze, 1
2300] 49/Hucurât, 12
2301] 49/Hucurât, 6
2302] 8/Enfâl, 46
2303] 4/Nisâ, 48
2304] 12/Yusuf, 87
2305] 15/Hıcr, 50
2306] 39/Zümer, 54. Tâkip eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tevbe ederek Allah'a teslim olmakla ve Allah'tan gelene (Kur'an'a) uymakla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.
2307] Buhârî, İlim, 49
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 523 -
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” 2308
"Allah'a inanıp O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir." 2309
“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” 2310
“Ölen bir kimse (ölüm ânında) Allah’ın bir ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet (tanıklık) eder ve kalbi de bu işi tasdik ederse, Allah ona mutlaka mağfiret eder.” 2311
“Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, müslümandır.” 2312
“Bir kimsenin mescide alâkasını görürseniz, onun mü’min olduğuna şehâdet edin. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: ‘Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman edenler imar eder.” 2313
"Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." 2314
“Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” 2315
"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları affedebilir." 2316
“Üç şey vardır ki imanın aslındandır: 1- Lâ ilâhe illâllah diyene saldırmamak; İşlediği herhangi bir günah sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli sebebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak, 2- Cihad, bu Allah’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir. Onu, ne imamın zâlim olması, ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır, 3- Kadere iman. 2317
"Kalbinde zerre kadar hayır (iman) bulunduğu halde "lâ ilâhe illâllah" diyen bir kimse (bile) cehennemden çıkacaktır." 2318
“Mü’min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik içindedir.” 2319
Ebû Zer (r.a.) rivâyet ediyor:
2308] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
2309] Müslim, İman, 152
2310] Müslim, İman 35, hadis no 21
2311] İbn Mâce, Edeb 54, hadis no 3796
2312] Nesâî, İman 9, hadis no: 8, 105; Buhârî, Salât 28; Tirmizî, İman 2, hadis no: 2611; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no: 2641
2313] 9/Tevbe, 18; Tirmizî, Tefsir sûre 2, hadis no: 3092
2314] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
2315] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16
2316] Ebû Dâvud, Fiten 6, hadis no 4270
2317] Ebû Dâvud, Cihad 35, hadis no: 2532
2318] Buhârî, Tevhid 24, 36; Müslim, İman 81, 82, 83
2319] Buhârî, Diyât 1
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum:
"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben:
"Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:
"Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine:
"(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine,
"Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..." 2320
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” 2321
Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.2322
“Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.”2323
“Bir kimse diğerine (din kardeşine), ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise adam doğru söylemiştir; yok eğer itham edilen kâfir değilse ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” 2324
“Kim bir kimseyi ‘kâfir’ diye çağırır veya öyle olmadığı halde (ona) ‘Allah’ın düşmanı’ derse o söz kendisine döner.” 2325
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” 2326
“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.” 2327
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona
2320] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 2, s. 269
2321] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
2322] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
2323] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144
2324] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16; Ebû Dâvud, hadis no 4662; Muvatta, 2/984
2325] Müslim, 61/112
2326] Buhârî, Edeb 44
2327] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 525 -
kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” 2328
"Kim bir mü'mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa Allah onu, kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder." 2329
"Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse Allah, kıyâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır." 2330
"Bana kimse ashâbımın birinden (canımı sıkacak bir) şey getirmesin (söylemesin). Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiçbir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum." 2331
"Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" 2332
“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.” 2333
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler (Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan, haddi aşan kimseler) helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 2334
“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” 2335
“Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” 2336
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” 2337
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” 2338
"Din kolaylıktır." 2339
“Kul, Rabbinin affını nasıl seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle sever.” 2340
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” 2341
"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helâk eder ve yerinize, günah
2328] Ebû Dâvud, Edeb 45, Tirmizî, Birr 48
2329] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4883
2330] Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450
2331] Tirmizî, Menâkıb hadis no 3893; Ebû Dâvud, Edeb 33, hadis no 5860
2332] Fethu'l-Bârî, 12/293
2333] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
2334] Müslim, İlim 7
2335] Buhârî, İman 69
2336] Buhârî, İman 29
2337] Ahmed bin Hanbel, III/479
2338] Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Cihad 5, Eşribe 70-71
2339] Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28
2340] et-Terğîb ve’t-Terhîb, II/135
2341] Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." 2342
"Mü’minler Allah'ın azâbını ve azâbının çokluğunu/büyüklüğünü bilselerdi hiçbir i Cennet'i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiçbir i O'nun rahmetinden ümit kesmezdi." 2343
“Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.” 2344
“Allah, insanların şekillerine (ve mallarına) değil, gönüllerine ve niyetlerine (ve amellerine) bakar.” 2345
Rasûl-i Ekrem (ashâbına): "Sizce pehlivanlık nedir" diye sordu. Onlar da “Adamların güreşte yenemedikleri kimsedir” dediler. Rasûl-i Ekrem bunun üzerine şöyle buyurdu: "Hayır, gerçek pehlivanlık, kızgınlık ânında nefsine hâkim olmaktır." 2346
“Kim, yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse Kıyâmet günü bütün mahlûkatın önünde Allah onu çağıracak ve sonunda onu cennet kızlarından dilediğinde (istediğini almakta) muhayyer kılacaktır.” 2347
“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.” 2348
“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” 2349
"Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir." Müslim'in rivâyetinde "nemmâm cennete girmeyecektir" şeklinde gelmiştir. 2350
"Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münâfık)lar! Müslümanlara ezâ vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim bir müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay/kepaze eder." 2351
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.” 2352
2342] Müslim, Tevbe, 9, hadis no 2748; Tirmizî, De'avât 105, hadis no 3533
2343] Müslim, Tevbe 23
2344] Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16
2345] Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, 2/285, 539
2346] Buhârî, Edeb 139; Müslim, Birr 106, hadis no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3, hadis no: 4779
2347] Tirmizî, Birr ve's-Sıla 73, hadis no: 2090, Sıfatu'l-Kıyâme 15, hadis no: 2611; Ebû Dâvud, Edeb 3, hadis no: 4777; İbn Mâce, Zühd 18, hadis no: 4186. Bu hadis, hasen-ğariptir.
2348] Buhâri, Edebu'l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce, Zühd 18, hadis no: 4189
2349] Müslim, Birr ve's-Sıla, 59 hadis no: 2581
2350] Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169, hadis no 105; Ebû Dâvud, Edeb 38, hadis no 4771; Tirmizî, Birr 79, hadis no 2027
2351] Ebû Dâvûd, Edeb 40, hadis no 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda İbn Mâce, Hûdûd 5, hadis no 2548; Tirmizî, Birr ve's-Sıla 84, hadis no 2101
2352] Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no 4891
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 527 -
"Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyâmet günü onu mutlaka örter." 2353
“Sakın (sebepsiz ve kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” 2354
"Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete girer." 2355
“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla mı (din ve akîde konularında münâkaşa ile mi) emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” ‘Bu kurtulan kısmın kimler olduğu’ sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir." 2356
“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.” 2357
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye yaklaştırırsın.” 2358
2353] Müslim, Birr 72, hadis no 2590
2354] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd 23
2355] Ebû Dâvud, Akdiye 31 hadis no: 3635; Tirmizî, Birr 27, hadis no: 1941; İbn Mâce, Ahkâm 17, hadis no: 2342
2356] El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226) (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.)
2357] İbn Mâce, hadis no: 3991-3993. Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca tartışılmıştır.
2358] Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no4888
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.” 2359
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.”2360
“Kim bir mü'mini, bir münafığın şerrinden korursa Allah (c.c.), ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek isteyerek ona söz (iftira) atarsa söylediği sözü gerçekleşinceye kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.” 2361
Abdullah İbn Utbe (r.a.), şöyle demiştir: Ben, Ömer İbn Hattab’dan (r.a.) işittim. O, şöyle diyordu: Bazı insanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şimdi ise, vahy kesilmiştir. Biz, şimdi ancak sizleri amellerinizden bize açıklanan suçlar sebebiyle yakalarız. Böyle olunca kim bize bir hayır hali meydana korsa, biz onu emin kılarız ve onu kendimize yakınlaştırırız. Onun gizli işlerinden hiçbir şey (i araştırmak) bize ait değildir. Gizli işleri hususunda onu, Allah hesaba çeker. Kim de bize bir kötülük ve şer ortaya koyarsa o, gizli işlerinin güzel olduğunu söylese de, biz, onu bir emin saymaz ve onu doğrulayıp tasdik etmeyiz.” 2362
"Mü'min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir." 2363
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir. Muhâcir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” 2364
“Koğuculuk yapan cennete giremez.” 2365
“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (üreme) organını koruma sözü verirse ben de ona cennet sözü veririm.” 2366
“Kim (din) kardeşinin ırz ve nâmusunu onu gıybet edene karşı savunursa Allah da kıyâmet günü o kimseyi cehennemden korur.” 2367
"Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?" "Evet (Ey Allah'ın Rasûlü, söyleyin!)" dediler. "İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır." Tirmizî'de şu ziyade gelmiştir: "Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum)." 2368
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret
2359] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4884
2360] Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 18, hadis no 2621; Bu hadis, hasen ğaribtir.
2361] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4883
2362] Buhârî, Şehâdet 6
2363] Tirmizî, Birr 48, hadis no 1978; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416
2364] Buhârî, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, iman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
2365] Buhârî, Edeb 49, 50; Müslim, İman 168, 169, 170; Ebû Dâvud, Edeb 33; Tirmizî, Birr 79
2366] Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 61
2367] Tirmizî, Birr 20
2368] Ebû Dâvud, Edeb: 58, hadis no: 4919; Tirmizî, Kıyamet: 57, hadis no: 2511
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 529 -
ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” 2369
“Şeytan, Kıbleye dönen (mü'minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir).” 2370
"Müslüman bir kimse asıl babası dururken bir başkasının, kendisinin babası olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır." 2371
“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” 2372
“Kul, Allah’ın râzı/hoşnut olduğu bir sözü önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onun derecesini yüceltir. Yine bir kul Allah’ın gazabını gerektiren bir sözü hiç önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onu bu sözü sebebiyle cehennemin dibine atar.” 2373
“İnsan sabahlayınca, bütün organları dil’e başvurur ve (âdeta ona) şöyle derler: ‘Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.” 2374
“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.” 2375
“Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.” 2376
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 2377
"Zinâ eden, zinâ ettiği anda mü'min değildir. Hırsızlık eden, çaldığı anda mü'min değildir. Şarap içen, içtiği anda mü'min değildir." 2378
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”2379 buyurdu.
2369] Tirmizî, Birr 18
2370] Tirmizî, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65
2371] Buhârî, Ferâiz 29, Meğâzî 56; Müslim, İman 114, hadis no 63; Ebû Dâvud, Edeb 119, hadis no 5113
2372] Buhârî, Rikak 23; Müslim, Zühd 49, 50
2373] Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 10; İbn Mâce, Fiten 12
2374] Tirmizî, Zühd 61
2375] Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12
2376] Müslim, Mukaddime 5
2377] İbn Mâce, hadis no 4205
2378] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1; Müslim, İman 100-104; Ebû Dâvud, Sünnet 15; Nesâî, Kat'u's-Sârik 1, Kasâme 49; İbn Mâce, Fiten 3; Dârimî, Eşribe 11; Ahmed bin Hanbel, II/317
2379] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hadis no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hadis no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hadis no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hadis no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hadis no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde,
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tekfir Konusunda Kurallar
1- Belli bir şahısla, grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır. Peygamberimiz’in genel olarak ifade ettiği içinde “şunu, şunu yapan” şeklinde “iman etmiş olmaz”, “kâfir olur”, “şirk koşmuş olur” diye ifade ettiği birçok hadisi, olayın vehâmetini, günahın önemini belirtmek için söylenmiş tehdit içerikli ifadelerdir. Peygamberimiz’in bu hadislerinde genel olarak kullandığı “küfür” ifadesi, o işi yapan belirli kimsenin “kâfir” olmasına delil olmaz. İbn Teymiyye bu konuda şöyle der: Bir söz küfür olup onu söyleyen de alelıtlak (genel) tekfir edilebilir. Mesela: “Kim şunları, şunları söylerse kâfirdir, demek gibi.” Fakat o sözleri söyleyen müşahhas bir kişi olduğunda hüccet ona ikame edilinceye kadar küfrüne hükmedilmez, müşahhas (belirli, muayyen) kişiyi tekfir ettirici şey, hüccetin ikamesidir. Vaîd (Tehdidi ifade eden, kötü âkıbet, cehennemde azab ile korkutucu naslar) ifade eden nasslarda da kaide böyledir. Zira Allah Teâlâ “Yetimlerin mallarını zulümle yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe girecekler.” (Nisa:10) buyurmuştur. Bu ve benzeri vaîd ifade eden nasslar haktır. Ancak müşahhas/belirli bir kişi aleyhine vaîdle şahitlik edilmediği gibi, ehl-i kıbleden muayyen bir şahsın aleyhine de ateşle şahitlik edilmez. Zira o şahsa vaîdin tahakkuk etmesine şartlarının bir arada bulunmaması veya başka bir engelin sabitliği mâni olabilir. Haram ona ulaşmamış olabildiği gibi, ulaşmış da o kimse haramdan tevbe etmiş olabileceği gibi, çok fazla hasenâtı olup, irtikâp ettiği haramı onunla bertaraf da edebilir. Veya Allah Teâlâ onu büyük bir imtihana tabi tutar o da sabreder ve bu sebeple günahlarına keffâret olarak affedilebilir. O kimsenin Allah’ın şefaat için izin verdiği kimselerin şefaatine mazhar olması da mümkündür.
Sahibini tekfir ettiren sözlerin durumu da böyledir. Hakkı bilmeyi gerektiren nasslar bir kimseye ulaşmamış olabilir yahut nasslar ulaşmış da onun yanında sâbitlik derecesinde olmayabilir. Veya nassları anlamak onun için mümkün olmamıştır ya da Allah’ın mâzur göreceği başka şüpheler olmuş da olabilir. Mü’minlerden herhangi bir kişi hakkı elde etmede çaba harcar da bununla beraber hata ederse, Allah onun hatasını -nasıl olursa olsun- affeder. Hata ister nazarî/fikrî, ister amelî meselelerde olsun aynıdır. İşte bu kaide Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbının ve imamların üzerinde olduğu kaidedir. 2380 Bu konu, ileride daha geniş ele alınacaktır.
Mutlak Küfür – Muayyen Küfür
Mutlak tekfir: Kitap ve sünnette karşılığı küfür ve şirk olan amelleri işleyen fâili belli olmadan "şunu yapan kâfirdir" veya "şunu söyleyen müşriktir" gibi durumlarda ilim sahiplerinin bu fiillere kanun koyucunun bildirdiği hükümleri genel anlamda vermesine mutlak tekfir diyoruz. Mesalâ “teşrî’ parlemanterlerin hakkıdır’ diyen kişi kâfirdir” deriz. Bu mutlak anlamda bunu diyen herkesi kapsar. Fakat tek tek fertlere indirgediğimiz zaman (muayyen tekfir edeceğimiz zaman) durum değişir ve aslen müslüman olan birisi için tekfir etmeden önce şart ve engellerin kaldırılması ve kadı nezdinde delillerin sâbit olması gerekir. Bu meselede, söylenen bu söz veya işlenen fiilin, büyük küfür olduğuna dair delâleti kesin olan şer’î delile bakılır. Bu delil, delâleti değişik ihtimallere açık II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
2380] İbn Teymiyye, Mecmûu Fetavâ, c. 3, s. 345
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 531 -
olan türden olmamalıdır. Küfür hükmünü vermek için mutlaka delilin hem sabit olması ve hem de delâlet yönünden kesin olması gerekir.
İbn Teymiye şöyle der: “Kitap, sünnet ve icmâ ile küfür olduğu sabit olan bir söz için “Mutlak küfürdür” denir. Şer’i deliller bunu göstermektedir. İman, Allah Teâlâ ve Rasûlü’nden öğrenilen hükümlerdendir. İnsanların zan ve hevâlarına göre karar verecekleri bir konu değildir. Hakkında tekfirin şartları sâbit olmadıkça ve engelleri ortadan kalkmadıkça, bu tür sözleri söyleyen her kişi hakkında küfür hükmü verilmez. İslâm’a yeni girmiş olması veya ilimden uzak bir yerde yetişmiş olması sebebiyle içkinin veya fâizin helâl olduğunu söyleyen kişi bu kabildendir.” 2381
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez. Hâricîlerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi. Müfessir Kasımî, İbn Teymiyye’den naklen şöyle dedi: Kasdımız imamların mezhebi, mutlak küfürle onun çeşitlerini birbirinden ayırmakla ilgili tafsilat üzere bina edilmiştir.
Bu meselede dört mezhep imamının sözleri birbirinin aynıdır. Onlar, “İman, amelsiz sadece sözden ibarettir.” diyen Mürcieyi tekfir etmemişlerdir. Hâricîleri, Kaderiyyeyi vb. bid’at fırkalarını tekfire mâni naslar çok açıktır.2382
Kasımî şöyle der: İmam Şâfiî, sıfatları inkâr eden kimselerin imamlarından Hafsu’l-Ferd’le ‘Kur’an’ın mahlûk olmadığı’ meselesinde münâzara ettiğinde ona: ‘Azim olan Allah’ı inkâr ettin’ demiş, küfre nispet etmişti, fakat ona mürted hükmünü vermemişti. Eğer İmam Şâfiî onun mürtedliğine ve İslâm’dan çıktığına kanaat getirseydi onun öldürülmesine çaba harcardı. Bununla beraber, Geylân-ı Kaderî, el-Ca’d bin Dirhem, Cehm bin Safvân ve benzeri dalâlet imamlarının öldürülmesine fetvâ vermişti. Bunlar öldürüldüğünde insanlar cenaze namazlarını kılmış, Müslümanların mezarlığına gömmüşlerdi. Bu gibi dalâlet imamlarının öldürülmeleri dini koruma babından olup zararlarına engel olmak içindi; mürted oldukları için değildi. Onlar irtidat eden kâfirler olsalardı Müslümanlar onları diğer kâfirler gibi görür ve ona göre muâmele ederlerdi.2383
3- Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir. Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din anlayışının, medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin
2381] Mecmûu’l-Fetavâ, 35/101
2382] Kasımî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1313
2383] Kasımi, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1314
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor.
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”2384 buyurdu.
Gördüğümüz gibi Rasûlullah bizlere şirkin birisi bizim tarafımızdan bilinen, diğeri bize gizli kalan olmak üzere iki çeşit olduğunu öğretmek üzere ve bizleri bilmediğimiz ve düşme ihtimalimizin olduğu şirkten dolayı Allah'tan mağfiret dilememizi emretmiştir. Kesinlikle biliyoruz ki, Rasûlullah (s.a.s.) bizlere ancak Yüce Allah'ın mağfiret edeceğini belirttiği şeylerin mağfiret edilmesinin istenebileceğini emreder, böyle olmayanları ise emretmez. Dolayısıyla kişinin bilemeyeceği bu şirk çeşidi, Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, fakat bunun dışında kalanları; dilediği kimseler için mağfiret eder."2385 buyruğunda kast edilen şirk değildir. Ve yine aynı şekilde bu, Şeriatın müşrik olarak nitelendirdiği kimselerin şirki de değildir. Yine bundan, câhil kişinin, bilgisizliği dolayısıyla mâzur olduğu sahih olarak anlaşılmaktadır. Çünkü ümmet ittifakla ve ihtilâfsız olarak şunu kabul etmiştir: Eğer bir kimse, şirkin herhangi bir türünün şirk olduğunu açıkça görüp biliyorsa ve buna rağmen şirk olan bir sözü söyleyecek veya şirk olan bir davranışı işleyecek olursa o kişi kâfirdir, müşriktir ve (daha önceden müslüman ise) mürted olduğuna hüküm verilir.
Âlimlere, Allah'ın dinini insanlara ulaştırmakla kendini görevli kabul eden dâvâ adamlarına farz olan ise, bilmesi gereken şeyleri bilmeyen, kendisinin ihtiyaç duyduğu bilgileri öğrenememiş bulunan bilgisiz kimselere, dinde gerekli bilgiyi kazandırmaktır. Ta ki bu câhil kimseler, şirkin ve sapıklığın uçurumlarına yuvarlanmasınlar.
Çok sayıda âyet ve hadisten anlaşılacağı gibi; bilgisiz olan bir kimsenin delilden haberdâr oluncaya kadar, bilgisizliği dolayısıyla mâzûr olduğunu kabul etmek gerekir. İnsanlar kendilerine delil belirtilmedikçe bilgisizlikleri dolayısıyla Allah yanında mâzur olabilirler; biz onların mâzur olabileceği anlayışını öne çıkarmak ve böyle kimseleri tekfirden kaçınmak zorundayız. Bu durumda
2384] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
2385] 4/Nisâ, 48, 116
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 533 -
olanlar âlimlerin çoğunluğuna göre müslümandırlar, âsi değildirler, fâsık değildirler. Yüce Allah'ın gerçek emrinin ne olduğunu bile bile Allah'a isyanı emreden tâğutları rab edindiğini şer'î delille tesbit etmiş olduğumuz muayyen kişiler ise bu genel hükmün dışındadır. Bir kimseye delil açıklandıktan sonra, şer'î bir belge ve delil ile onun şer'î hükmü bilmiş olduğu sâbit olan ve bile bile Allah’ın hükmünü kabul etmediği kesin olan bir kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur.
4- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır. Ümmetin ve âlimlerin küfür veya şirk olduğunda icmâ etmeyip ihtilâf ettikleri yoruma dayalı hususlarda, biz delili en kuvvetli olan görüşü, yorum veya ictihadı kabullenmeliyiz. Ama bizim en kuvvetli delil olarak kabul ettiğimiz görüş, başkalarınca kabul edilmeyebilir, delil onlara göre kuvvetli görülmeyebilir. İhtilâf edilen konuların dışında, sahih olduğu kesinlikle kabul edilen icmâ' konusunda muhalefet eden kişi, bu genel hükümden müstesnâdır. Çünkü böyle bir icmâ' onun delilini zaten apaçık çürütüyor, icmâ'a muhalefet edenin, tekfir edilmesi gereği herkesin ittifakıyla sâbittir. Hakkında farklı ictihad ve âlimlerin farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz. Her ictihad, her yorum zannı içerir. Günümüzdeki tekfirle ilgili konuların çoğu bu kapsamdadır. Demokrasi bize göre küfür kabul edilebilir. Ama başkası, onun içini farklı dolduruyor, onu farklı şekilde anlıyor olabilir. Her ne kadar onların delili bize çok kuvvetli gelmiyorsa bile bu te’vil, onları tekfir etmemize engeldir. Halktan herhangi bir kimsenin; düzenin devamından yana, tâğut kabul ettiğimiz kimselere oy vermesi de böyledir. Bu tavır, bize göre küfürdür, ama sadece oy verdiği için insanlara kâfir demenin çeşitli mahzurları vardır. Bir şahsın yanlışına karşı çıkıp onu uyarmanın ve ona doğru din anlayışını tebliğ etmenin, o kimseye “kâfir” demeden onlarca çeşit yolu vardır. Mevcut şartları ve karşısındaki mü’minlerin imkânını değerlendirmeden; tâğutların emrinde askerlik yapanlara, mecbur olduklarında istemeyerek de olsa mahkemeye çıkanlara, vahyi reddeden okullara gidenlere veya çocuklarını bu tip okullara gönderen kişilere, “ikrâh”ı yanlış yorumlayıp bazı pislikleri2386 ve imzaları formalite kabul edip şirke bulaşanlara, ya da sadece tarikata bağlı olduğu bilinenlere; bunlarla birlikte “ben Müslümanım” diyen, Allah’ı ve Peygamberini sevdiğini tahmin ettiğimiz ve namaz kılanlara “kâfir” hükmü vermek, yanlıştır. Bu yanlışlık; hem ictihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınma ile ilgili ve hem de aşağıdaki maddelerde anlatılacak hususlar açısından değerlendirilmelidir. Câhilliye toplumunda yaşadığı için bazı problemlere sahip olan, ama İslâm’ı tek din, Şeriat’ı en doğru dünya düzeni kabul eden, ama hatalı te’vili veya yanlış anladığı nasslar neticesi, savunduğu ve gittiği yolun “Nebevî bir metod” olmadığını bilemeyenler İslâm’ın dışına çıkarılmamalıdır.
Dikkat ederseniz, biz bu kimselere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığından bahsediyoruz. Yoksa, bu eylemleri hiçbir şekilde savunmuyoruz. İçinde zehir olma ihtimali olan bir suyu ölmek istemeyen kimse nasıl içmezse, cehenneme gitmek istemeyen kimsenin de özellikle akaid açısından şüpheli şeylerden kaçınması, % 1 ihtimalle şirk olan husustan kaçınması gerektiğini, bunun imanı ispat anlamına geldiğini belirtiyoruz. Bu eylemlerden bazılarının küfür olduğu
2386] Şirk ve müşrikler pisliktir. Bk. 9/Tevbe, 28
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüşüne de katılıyoruz; ama her küfrün kişiyi kâfir etmediğini ve ihtilâflı konularda kişilere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığını belirtiyoruz. Bu insanları tekfir edip dışlamak değil; tevhidi, tüm boyutlarla anlatmaya çalışmanın bizim görevimiz olduğunu söylüyoruz.
Bununla birlikte; halk ile aydınlar (dini iyi bilen ya da bilecek imkânı olanlar), oy verenle oy verilenler, hükmedilenlerle hükmedenler, istemeden mecbur olanlarla isteyerek ve adâlet bekleyerek mahkemeye müracaat edenler, gücü ve imkânı olmayan mustaz’aflarla her imkânı elinde olanlar, câhillerle âlimler, te’vil ederek bir yoruma katılmayanlarla açıkça hükmü kabul etmeyenler aynı kategoride değerlendirilemez; aynı şekilde hüküm verilemez.
5- Mü’minlere yönelik sûizan yasaklanmış; hüsn-i zan tavsiye edilmiştir. Kur’an, zanla hüküm verilemeyeceğini açıklar: “Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.”2387 Yine Kur’an, sûi zandan, kötü sanıdan kaçınmayı emreder: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip gıybet yapmasın…”2388; "Bilmediğinin peşinden gitme."2389 Bu hükümleri bilen ve Allah'ın hatadan koruduğu mâsûm Peygamberinin: "Zandan çokça sakının. Çünkü muhakkak zan sözlerin en yalanıdır."2390 beyanını işitmiş kimselerin, başkasına yapabileceği en şenî, en ağır itham olan tekfirden kaçınması gerekir. Bu konuda şer'î kesin delil ile hiçbir zanna ve şüpheye yer vermeyen deliller ortaya konulmadıkça asla böyle bir işe kalkışmamalı ve şahsî görüşüne, yani zannına tâbi olarak, Yüce Allah'ın öyle bir kimse hakkında vermesini emretmiş olduğu hüküm olan İslâm hükmünün dışında herhangi bir hükmü zannına uyarak vermemelidir.
6- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suçlama da şüphe ile düşmelidir. "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırın (uygulamayın)."2391
Hanefî Fakîh ve Usûlcülerinin Bu Konuda Açıklamaları:
Hanefî kitaplarından Câmiu'l-Fusûleyn’de denilir ki: "Tahâvî, arkadaşlarımızdan şöyle rivâyet eder: "Bir kişi, imandan ancak imana girdiği şeyi inkâr ettiği zaman çıkar. Böyle bir şey vuku bulmadıkça dinden çıkmaz. Sonra da böyle bir husus vuku bulsa da kesin kanaat oluşmadıkça bu kişinin mürtetliğine hükmedilmez. Şüpheli bir durum varsa mürtetliğine hükmedilmez. Çünkü sabit olan İslâm şüphe ile izale edilemez. Ki İslâm yücedir, hiçbir şey ona üstün gelemez. Bir âlime, Ehli İslâm'ı tekfir hususu sorulduğunda bu hususta soruya cevap verirken aceleci olmamalı, bu konuda iyi bir araştırma yapmalıdır." el-Fetevâ es-Suğra adlı eserde şöyle denilmektedir: "Bir kimsenin tuttuğu yol (te’vil yolu) onu tekfir etmeyi engeller. Müftî bir yöne meyleden (te’vil eden) kişiyi tekfir etmemelidir." el-Hulâsa ve diğer eserlerde de şöyle denilir: "Bir meselede tekfiri gerektiren birçok ihtimal varsa, ancak bir tek yön tekfiri engelliyorsa bu yöne itibar edilmeli, kişi hakkında genellikle Müslüman olduğu zannı beslenmelidir." el-Bezzaziye'de ziyade ile denir ki: "Ancak, küfrü gerektiren hali kişi kendi irâdesi ile te’vile izin
2387] 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28
2388] 49/Hucurât, 12
2389] İsrâ:17/ 36
2390] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
2391] Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 535 -
vermeyecek şekilde tasrih ederse o zaman başka." Şöyle ki: "Şâyet bir adam Müslüman birinin dinine söverse, bu sövgü dini hafife alma olduğu için tekfir edilmesi gereken bir husustur. Ama böyle bir olayla karşılaşan bir kimse şöyle bir ihtimali gözden kaçırmamalıdır: Bu sövgü, o kişinin ahlâkî çirkinliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa o kişinin Din-i İslâm'a karşı bir garazı mı vardır? Eğer dine karşı olan bir garazdan dolayı ise o zaman bu kişi tekfir edilir. Yok, ahlâkî bozukluktan kaynaklanan bir husussa o zaman tekfir edilmez. Bazı Hanefî âlimleri bunu özellikle belirtmişlerdir."
el-Fetevâü’l Hayriyye adlı eserde şu durumda olan kişi hakkında fetvâ sorulur: “Şâyet hâkim, birine: ‘Sen şeriata râzı mısın?’ diye sorsa ve adam da ‘hayır, kabul etmiyorum’ dese müftî de onun kâfir olduğunun fetvâsını verse -ki bu fetvâdan dolayı karısı da ondan ayrılır-, peki, bu cevabından dolayı bu kişinin küfrü sâbit olur mu, olmaz mı?” Buna şu şekilde cevap verilir: Âlim olan kişi ehl-i İslâm'ı tekfir hususunda acele etmemelidir. Daha önce bu durumda olan için tâzir ve cezalandırma uygulanır. Yoksa böyle çirkin ve uygunsuz söz söyleyen kişiyi tekfir etmemişlerdir. İhtimaldir ki kişi bu sözü şeriatten tiksindiği veya ona karşı istikbarda bulunduğu için değil de hasmına olan aşırı öfke ve kızgınlığından dolayı söylemiş olabilir.” Fetevâ Tatarhaniye'de ise: "İhtimaller gözönünde bulundurularak tekfir hükmü vermekte acele edilmez. Çünkü tekfir cezalandırmada nihâî noktadır. Nihâî nokta da cinâyetin son haddini gerektirir ki o da öldürmedir. İhtimallerin olduğu bir hususta ise böyle kesin hüküm verilmez." Bahr'da ise bu ihtimaller sayıldıktan sonra şöyle denir: "Eğer Müslüman birinin sözü güzel bir noktaya hamledilebiliyorsa tekfirine fetvâ verilemez. Velev ki zayıf bir rivâyet de olsa bu kişinin küfrünü gerektiren hususta ihtilâf sözkonusu ise fetvâ o zayıf rivâyet dikkate alınarak ona göre verilir. Durum böyle olmasına rağmen yukarıda zikredilen tekfiri gerektiren lafızlar, te’villerine bakılmaksızın, temel alınarak çokça kişi hakkında tekfir fetvâları veriliyor. Ben nefsime bunlarla hiçbir fetvâ veremeyeceğimi gerekli kıldım." Reddu'l Muhtar’da İbn Âbidin el-Hayr er-Remlî'den, o Bahr’ın sahibinin yaptığı açıklamanın peşinde şöyle der: "Velev ki zayıf bir rivâyet olsa dahi... Derim ki şâyet mezhep ehlinin dışında olanların yanında dahi zayıf bir rivâyet varsa, zayıf da olsa bu ihtimal değerlendirilir. Ki küfrü gerektiren hususların tayininde icmânın var olma şartı da bu görüşü desteklemektedir." Hanefi tahkikçilerinden Kemaleddin İbn Hümam der ki: "Mezhep ehli, tekfiri çokça yapar. Fakat fakîhler böyle değildir. Onlar itidallidirler. Bunlar müctehid imamlardır. İşte bu hususta fakîhlerden başkasına itimat edilmez."
7- Berâat-ı zimmet asıldır. Fıkhın genel prensiplerinden biri de budur. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin hukukî ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe göre, Allah’ın hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle mükellef tutulamaz. Aynı şekilde, aksine bir delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.
8- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zarûrât-ı dîniyye, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyler, âlim ve câhilin bildiği hususlardır. Bu iş aynı zamanda nisbî/izâfî bir duruma dönüşüp zaman, mekân ve şahıslara göre değişebilir. Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen, şeriat güneşinin her tarafa ışık saçtığı parlak döneminde olup insanlara Allah’ın dinini tebliğ eden ve onlara hüccet ikame eden, ilmiyle âmil âlimlerin çok olduğu dönemler farklıdır. Şeriat güneşinin battığı, âlimlerin -insanlara dinlerini bulandırıp gerçekleri örtbas eden- kötü kişiler olduğu, hak ehli kişilerin de az olup herkese seslerini duyuramadıkları dönemler daha farklıdır.
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi kişi bilerek inkâr ederse inkârı sebebiyle o kimse tekfir edilir ve âlimlerin kararlaştırdığı gibi İslâm ümmetinden dışarı çıkar. Nevevî şöyle demiştir: “Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkâr eden kişiye mürtedlik ve küfür hükmü verilir. Meselâ: Zina, içki haksız yere adam öldürme gibi haram olduğu kesin bilinen şeyleri helâl sayan kimsenin durumu böyledir."2392
Hattâbî şöyle demiştir: “Ümmetin icmâ ettiği ve bilgisi yaygın olup herkes tarafından bilinen bir hükmü inkâr edenin durumu da aynıdır.2393 İbni Ebi’l-İzz de şöyle der: “Kitab’ın hükmünü reddeden kimsenin tekfir edilmesinde şüphe yoktur. Fakat Kitab’ın hükmünü kendisine ârız olan bir şüpheden dolayı tevil eden kimse hemen tekfir edilmez, tevilinden dönmesi için ona meselenin doğrusu açıklanır.2394
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeye cehâletin mâzeret olmamasının sebebi, onların herkes tarafından biliniyor olmasındandır, Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri bilmeyen bazı şahısların herhangi bir zaman ve herhangi bir mekânda var olduğu farz edilse, bu gibi şahısları âlimler cehâletine binâen mâzur görürler.
Zârûrât-ı Diniyyeden birini inkâr eden, bu sözün dinden çıkardığını bilmese dahi kâfir olur. Örneğin haram olduğunu bildiği hâlde içki içmenin helâl olduğunu söylemesi gibi, işte o kâfir olur. O hâlde zârûrât-ı Dîniyyeden olduğu bilineni inkâr eden kâfir olur, ancak şu durumlardan birinde olması müstesnâdır:
a- İslâm’a yeni girmiş olması,
b- Gerçek âlimlerden uzak bir beldede yetişmiş olması,
c- Müslümanlar arasında yetişip meselenin hükmü kulağına çok tekrarlanmadığı için İslâm’a yeni girene benzer bir durumda olması. Bu durumlardan biri veya birkaçı bulunduğu için; inkâr etmiş olduğu hükmün, Allah’ın Dini İslâmda bulunduğunu bilmemiş olması şartıyla müstesna tutulur ve tekfir edilmez. Aynı şekilde, dinî veya akîdevî bir konuda bir te’vilde bulunup, farklı yorumlayarak yorum ve te’vilinde yanılan bir kişi de müstesna tutulur, tekfir edilmez. Yaşadığımız ülkede ilmî çalışmaların yeterli şekilde yapıldığını iddia etmek zordur. İstisnâlar dışında tevhid ve şirk insanlara anlatılmadığı gibi, Cumhuriyet’ten sonra özellikle iman konusu bulandırılmaya çalışılmıştır. Hocalardan çoğunun, insanlara hakla bâtılı karıştırarak ve onlara şirki süslü göstererek din anlattığını
2392] Müslim, Nevevi Şerhi 1/100
2393] A.g e., 1/100
2394] İbni Ebi’l-İzz, Şerhut-Tahâviye, sb 223
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 537 -
hesaba katmak gerekiyor.
9- Kelime-i şehâdet veya tevhid kelimesiyle İslâm’a girilir. Bu sözü söyleyen bir kimsenin müslümanlığını kabul etmeli; bu şehâdet veya tevhid kelimesine ters bir söz veya davranışta bulunan kimsenin niçin bu şehâdet ve tevhidi reddettiğini açıklaması istenmelidir.
İslâmî bağ, kelime-i şehadeti telaffuz etmekle gerçekleşir. Birçok âlim ve yazar bu hususta icma olduğunu nakletmişlerdir. Kelime-i şehadetten sonra namaz, zekât vb. şer’î ibâdetler taleb edilir. Kişi bu ibâdetleri terk etmesinden dolayı şeriatın belirlediği cezaya çarptırılır. Günümüzde bazı kimselerin; İslâmî bağın gerçekleşmesine bazı âlimlerin mesaj ve şuur vermek için kelime-i şehâdetin iyi anlaşılması konusunda şart olarak zikrettiği; ilim, sevgi, bağlanma, yakîn vb. şeyleri zorunlu görmesi cehâlettir, taşkınlıktır. Çünkü zorunlu görülen bu şeylerin çoğu kalbî amellerdir, bedenî ameller değildir. Kalbî amelleri tahkik etmeye, başkası için yol yoktur. Sonra dünya ile ilgili ameller zâhire göre tertip edilmiştir, sırları ise sadece Allah bilir. Bazı kimseler de İslâmî bağın gerçekleşmesi için kişinin namaz kılıp zekât vermesini de şart koşmuşlardır. Bu hükmün tersine selefin icmâ etmesi sebebiyle bu söz bid’attir. Bu sözün bid’at oluşuna delil ise; Kitab ve Sünnette sayılmayacak kadar çoktur. Meselâ: “...Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler...”2395 Eğer tevbe ederler, yani; “Tevhidi ifade eden kelime-i şehâdeti söyleyerek tevbe ederlerse...” demektir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” 2396 Ashâb’dan Üsâme’nin savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürmesi üzerine; Peygamberimiz’in şiddetle kızması ve: “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye tepki göstermesi ve: kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" deyip bu sözünü çokça tekrarlaması2397 hangi sözle İslâm’a girileceğini açık şekilde belirtir.
Rasûlullah (s.a.s.), amcası Ebû Tâlib’e ölüm vaktinde: “Lâ ilâhe illâllah de, kıyâmet gününde onunla senin lehine şehâdet edeyim” dedi. Ebû Tâlib: “Kureyş’in beni ayıplaması ve hakkımda ‘Ebû Tâlib bunu korktuğu ve sabredemediği için yaptı’ demeleri olmasaydı, o kelimeyi söyler ve senin gözünü aydın ederdim” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah kime dilerse ona hidâyet verir.”2398 âyetini indirdi.2399 İslâmî bağ, Müslüman baba ve anneden dünyaya gelmekle gerçekleştiği gibi, bülûğ çağına gelmeden önce küçüklüğünden beri Müslümanların velâyeti altında yetişen kimselere de gerçekleşir. Buna delil olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu mübârek hadisini zikredebiliriz: "Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hıristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." 2400 Bu hadiste
2395] 9/Tevbe, 11
2396] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
2397] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
2398] 28/Kasas, 56
2399] Müslim, 25/42
2400] Buhâri, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Müsned-i Ahmed, II/ 233, 435
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlullah (s.a.s.): “anne ve babası Müslüman yapar” dememiştir. Çünkü her doğanın, doğduğu fıtrat, İslâm’dır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sen, yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Zira Allah'ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur. İnsanların çoğu bilmez."2401
Rasûlullah’ın (s.a.s.): “Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.”2402 hükmünden dolayı İslâmî bağı gerçekleşen kimsenin kanı, malı ve ırzı korunma altına alınmış olur. Böyle bir kimseyi bilmeden amelî küfrü irtikâp etmesi veya itikadî küfre düşmesi sebebiyle tekfir etmek ve İslâm milletinden çıkartmak kimseye câiz değildir. Ancak bu, şer’î hüccetin/delilin ikamesinden sonra mümkündür. Şer’i hüccetin ikamesi ise İbn Hazm’ın ifade ettiği gibi şöyledir: “Hücceti kişiye öyle ulaştıracaksın ki artık ondan sonra hiçbir dayanağı kalmasın ve ona teslim olsun. Bu mevzuda Şeyhülislâm şöyle demiştir: “Terk ettiğinde tekfir edilen hüccet, kişiye şer’î hükümleri bilen sultan ve itaat olunan emir gibi kimseler tarafından tebliğ edilip ikame edilmelidir.”
Şeyh Süleyman b. Sehman şöyle demiştir: “Hüccet ikamesini güzel yapamayan kimsenin, hüccet ikame etmemesi gerekir. Allahu a’lem bu benim için açık bir durumdur. Bildiğime göre, hüccet ikamesini güzel yapamayan, dininin hükümlerinden habersiz câhil kimseler, bu fiili yapsalar da âlimlerin ifadelerine göre onların hüccet ikamesiyle hüccet ikame edilmiş olmaz.2403 Öncelikle hüccetin Kitap ve Sünnetten olması, çok açık olup karışık olmaması, hüccet ikame edilen kişinin bütün şüphelerini iptal edici kesin deliller olması gerekir. (Muhâtaba en güzel ahlâk örneği sunarak nezakete, güzel üslûba dikkat edilmesi gerektiğini unutmamak gerekir. Muhâtabı küçümseyerek hırçın ve zorbalıkla hüccet ikame etmeye çalışanlar, insaf edip bu işten vazgeçmeli ve insanları dinden soğutmamalıdır.) Bazı meseleler âlime ihtiyaç duymaz. Meselâ: Kur’an’dan bir âyette hata eden kişiye Kur’an’ı getirip göstermek yeterlidir. Bundan sonra büyüklük taslar ve âyeti Kur’an’da gördükten sonra inkâr ederse küfre girer.
10- Müslümanlık iddiası, şehâdet kelimesi gibi kişinin müslümanlığıyla ilgili söylediği söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğru kabul edilir. Bir kimse hakkında şüphe ve zan ise, hakikati ve doğruluğu çıkıncaya kadar geçersizdir, yalan sayılır.
11- Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ehl-i kıble: Kıbleye, yani Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan, ancak inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade eder. Kelime-i şehâdeti söyleyip içeriğine iman eden, zarûrât-ı diniye adı verilen İslâm’ın temel hükümlerini kabul eden ve namaz kılan kimsenin tekfir edilmesine Ehl-i Sünnet karşıdır. Ehl-i kıble olan Müslümanların tekfir edilemeyeceği hususu, Ehl-i Sünnet’in genel prensipleri arasında yer almaktadır.
12- Peygamberimiz, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ashâbına bildirmedi. Onlara Müslüman muâmelesi yapılmasına izin vermiş, hatta mecbur etmiş oldu. Ama savaşta “lâ ilâhe illâllah” diyen birini öldürdü diye sahâbisi Üsâme’yi şiddetli şekilde azarladı.
2401] 30/Rûm, 30
2402] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd 23
2403] Minhâcu Ehl-i Hak ve’l-İttibâ
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 539 -
Peygamberimiz, kendisine vahiyle bildirilen (kâfirlerin en tehlikelisi olan ve cehennemin en alt tabakasında azap görecek) “münâfıklar”ı ashâbına bildirmedi. Kendi zamanında yaşayan münâfıkların listesini, başka hiçbir kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak sadece Huzeyfe’ye bildirdi. Diğer ashâbının, aralarına karışarak, kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münâfıklara Müslüman muâmelesi yapmasını sağlamış oldu. Hayatında da, kendisini Müslüman olarak tanıtan hiç kimseyi tekfir etmedi. Ashâbın da şehâdet kelimesi getiren herhangi bir Müslümanı tekfir ettiğini bilmiyoruz. İlk tekfir, bilindiği gibi, Hâricîler tarafından büyük bir bid’at olarak ortaya çıktı.
Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.2404 Hz. Peygamber: "Kelime-i tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme?" diye o kadar çok tekrar ediyor ki, Hz. Üsâme üzüntüsünün büyüklüğünden: "Keşke o güne kadar İslâmiyet'e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak kalsaydım" temennisinde bulunur. Ashâbdan Sâ'd’ın (r.a.): "Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem" sözü, bu hâdisenin hem Üsâme (r.a.), hem de diğer sahâbîler üzerindeki etkisini ve önemini gösterir.
13- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir. Çünkü Kur’an’da ve hadislerde haksız tekfir yasaklanmış, ama açıkça küfürleri belli olmayan ve ben müslümanım diyen kâfir olma ihtimali olan kimselere Müslüman muâmelesi yapılması yasaklanmamış, tam tersine; ashâbdan ve diğer Müslümanlardan (küfrünü kısmen gizleyen) münâfıklara Müslüman muâmelesi yapması istenmiştir.
“Kâfir Zannedilene Kâfir Demeyeni Kâfir Kabul Etmemek; İki Müslüman, Üçüncü Bir Kişinin Şüpheli Durumundan Dolayı Biribirlerini Tekfir Etmemelidir”
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsunuz: Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu yaparken de te’vile/yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınızdaki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- "kâfire, kâfir" dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir kişiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün. Şimdi konuyu İslâm tarihinden bazı olaylarla, te’vile-yoruma başvurmadan nakledelim: Müctehid imamlarımızdan İbn Teymiyye'nin de bu mevzûları anlatırken zikrettiği olaydır ki, ashabdan Hatıb Bin Ebi Belta, Mekke fethedileceği sırada, Mekke'deki müşrik akrabalarını korumak amacıyla onlara haber göndermek ister. Bu niyetini de gerçekleştirir. Ne var ki Hatıb Bin Ebi Belta'nın müslümanlar aleyhine Mekke'ye gönderdiği casus kadın yakalanır ve Hz. Peygamber’in huzuruna getirilir. O sırada Hz. Ömer oradadır. Hz. Ömer, Hatib'e çok kızar ve onun münâfık olduğuna inandığını söyler. Hz. Peygamber ise Hatıb'ı savunur ve onu koruyarak: "Hayır, o münâfık değildir. O, Bedir ehlindendir."
2404] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
der. Bu olaydan anlıyoruz ki iki Müslüman, üçüncü bir kişinin tekfir edilmesi konusunda farklı görüşlere varabilirler. Bu da insanların algılayış ve tefakkuh durumuna bağlı olup normaldir. İbn Teymiyye bu olaydan dersler çıkararak iki müslümanın, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı birbirlerini tekfir etmeyebileceğini beyan ediyor. 2405
Evet, bu tespiti yapan İbn Teymiyye gibi sert üslûplu biri. Diğer ulemâda zaten daha esnek üslûplar mevcuttur. 2406
14- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” 2407
15- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” 2408; “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” 2409
16- İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
17- Te’vilsiz tekfir, şeksiz küfürdür. Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır. Küfrüne delâlet edecek kendisine göre ciddi deliller olmadan bir müslümanı tekfir, kişinin kendisinin kâfir olmasına sebep olur. Kabul edilebilecek bir te’vili olanı da bizim tekfir etmemiz câiz olmaz. Müslümanlar, yargıç rolünü üstlenmemeli, tebliğle görevli olduklarını unutmamalıdır.
18- Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi (onlar adına kadı/hâkim); İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mü’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam karar verir. Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Bir müslümanın küfür suçu işlediğine karar verip onu tekfir edip “kâfir” muâmelesi yapmak ve hakkında gerekli işlemleri yaparak suçluyu cezalandırmak, yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir.
19- Büyük günahlar imanı zedeler, zayıflatır, ama iptal etmez. Bu konu, “Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr” başlığı ile ileriki sayfalarda işlenecek, konu hakkında geniş bilgi verilecektir.
2405] İbn Teymiyye, Külliyat, c. 3, Tevhid Yay, s. 238-239
2406] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Y., 35-37
2407] 4/Nisâ, 94
2408] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
2409] Buhârî, Edeb 44
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 541 -
20- Dinden çıkarmayan bazı günahlar hakkında “küfür” kelimesini kullanmak câizdir. Bu kullanış, tağlîz ve korkutma gayesini güder. Bu çeşit tağlîz, yani ağır sözlerle caydırma işi, hadislerde bazen imanın nefyedilmesi ile yapılmıştır. “… Ve tekfurne’l-aşîr (…Kocalarınıza karşı kâfir oluyorsunuz; yani nankörlük ediyorsunuz).” 2410 Bu konu da ileriki sayfalarda daha geniş şekilde açıklanacaktır.
21- Naslarda ortaya çıkan küfür veya şirk, büyük ve küçük küfür (veya şirk) diye ikiye ayrılır. Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”2411 buyurdu.
Şirkin küçüğü, gizlisi vardır. Küfür de bazen nankörlük anlamında kullanılır; kâmil iman yokluğu gibi anlamlara gelebilir. “Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”2412 Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”2413
Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir: “Herhangi bir hadiste “Kim şöyle bir şey yaparsa ... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.” şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır. Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” 2414; “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”2415). Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında “küfür”) diye bab açmıştır.2416
İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak; Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım, günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup
2410] Buhârî, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Küsûf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsûf 17, hadis no 907; İman 132, hadis no 79
2411] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
2412] 12/Yûsuf, 106
2413] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
2414] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
2415] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
2416] Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir.2417
Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı. Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir. 2418
Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen; kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.”2419; “Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.”2420; “Benden sonra birbirinin boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”2421 Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” "Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır."2422 Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise "Allah'ın zimmetinden uzaklaşacağı"2423 hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk eden kimse tekfir edilmez. "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir." 2424 Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır. "Şüphesiz riyâ şirktir."2425; "Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur." 2426
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır. Kur’an’da belirtilen münâfıklar ve onların özellikleri açıklanırken, itikadî münâfıklara işaret edilmiştir. Hadis-i şeriflerde gündeme getirilen münâfıklar ve özellikleri ise, amelî münâfıklardır. İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili
2417] İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26
2418] Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105
2419] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
2420] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
2421] Buhâri, 7080; Müslim, 65/118
2422] Müslim, İman 134
2423] Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
2424] Müslim, Eymân 4
2425] İbn Mâce, Fiten 16
2426] et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 543 -
olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, yalan, emânete hıyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. "Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder." 2427; "Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." 2428 Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir.
22- İman, bazen küfür, nifak veya câhiliye ile birlikte bulunabilir. İbn Kayyım şöyle der: “Bir adamda küfürle beraber iman, şirkle beraber tevhid, takvâ ile beraber fücur... olabilir. Bu, Ehl-i Sünnetin en önemli usullerinden biridir. Ehl-i Sünnete bu usûlde Hâricîler, Mu’tezile ve Kaderiye gibi Ehl-i Bid’at muhâlefet etmiştir. Günah-ı kebâir sahibi kimselerin ateşten çıkışı ve orada ebedî kalmamaları işte bu usul üzere bina edilmiştir. Kur’an, sünnet, sahâbenin icması ve fıtrat, bu usûlün doğruluğuna delâlet etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onların çoğu, Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”2429 Bu âyette şirkle beraber Allah onların imanını ispat etmiştir. “Bedevî Araplar; ‘İman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat ‘Müslüman olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz Allah, yaptığınız amellerinizin karşılığını eksiksiz -tam olarak- öder ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. Allah ğafûr ve rahîmdir.”2430 Allah Teâlâ bedevîlerin imanını nefyederken (olumsuz kılarken) Müslüman olduklarını, Kendisine ve Rasûlüne itaat ettiklerini ifade etmiştir. “Mü’minler o kimselerdir ki Allah’a ve Rasûlüne iman ettiler, sonra şüpheye düşmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman iddiasında) doğru olanlar bunlardır.” 2431 Bedevîler iki görüşten doğru olanına göre; münâfık değillerdi. Allah’a ve Rasûlüne itaatleri sebebiyle Müslüman idiler. Bununla beraber kendilerini kâfirlerden ayırt edici bir nevi iman olsa da, kâmil mü’minler değillerdi. 2432 Bu konu hakkında da ileriki sayfalarda yer yer tamamlayıcı bilgi verilecektir.
23- Kâfirde mü’min amelinden bazıları, onu mü’min yapmadığı gibi, bazen mü’minde de kâfir ameli bulunabilir; bu da mü’mini kâfir yapmaz. İbn Kayyım
2427] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
2428] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
2429] 12/Yusuf, 106
2430] 49/Hucurât, 14
2431] 49/Hucurât, 15
2432] İbn Kayyım, Kitabu’s-Salât, s. 25
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şöyle diyor: Bir kulda iman şubelerinden bir şubenin olması onun mü’min diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar o kuldaki şube iman ise de sahibi mü’min diye isimlendirilmez. (Doğru sözlü veya sadaka veren bir kâfirin mü’min diye isimlendirilmediği gibi veya insanlığa yararları dokunan kâfirlerin mü’min olmadığı gibi.)
Küfür de öyledir, bir kulda küfür şubelerinden bir şubenin olması onun kâfir diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar o şube küfür ise de sahibi kâfir diye isimlendirilmez. Bir kimsede az bir ilmin olması onun âlim diye isimlendirilmesini gerektirmiyorsa fıkhın veya tıbbın bazı meselelerini bilen kimselerinde fakîh veya tabip olarak isimlendirilmelerini gerektirmez. İman şubesinin iman, nifak şubesinin nifak, küfür şubesinin de küfür olarak isimlendirilmesine bunlar mâni değildir.
Bir kimseden küfür alâmetlerinden bir alâmet sâdır olduğunda alelıtlak (genel olarak) kâfir sıfatı verilmez. Haram olan bir şeyi irtikâp (kötü bir iş işlemek) eden kimseye “o fâsıktır” denilmemesi de yine böyledir.2433 Ancak burada, o kimse haram olan bir şeyi irtikâp ettiği halde fıska düşmedi denmek istenmiyor. Onun “fâsık” sıfatı -fıskta ısrarı sebebiyle- o fiilin sahibine galebe gelmesinden sonra gerçekleşir. Zinâkâr, hırsız, gâsıp vb. kimseler mü’min olmakla beraber kâmil mü’min diye isimlendirilmedikleri gibi, küfür alâmetlerinden herhangi bir alâmeti bulunduran kimseye de kâfir denilmez. Her ne kadar işlediği fiil küfür hasletlerinden olsa da durum böyledir. Zira masiyetlerin (isyan etme) hepsi küfür şubelerinden olduğu gibi, Allah’a itaat olan bütün ameller de iman şubelerindendir.2434
24- Bazen bir fiil küfür olduğu halde, işleyen kâfir olmayabilir. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.): “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘buyurması üzerine ashâb: “Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?” diye sordular. Rasûlullah: “Riyâdır…” buyurur.2435 İnsanı müşrik yapmayan şirk için bir örnektir riyâ. Hadis-i şeriflerde geçen münâfık alâmetlerinin herhangi birisi veya birkaçı üzerinde görülen bir müslümana “münâfık” veya “kâfir” denilemez, bu vasıflardan dolayı bu kimseye bu hüküm ona verilemez.
Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir: “Herhangi bir hadiste “Kim şöyle bir şey yaparsa... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.” şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır. Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” 2436; “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”2437 Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında “küfür”) diye bab açmıştır.2438
2433] “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” (Buhârî, Edeb 44)
2434] İbn Kayyım, es-Salât, s. 19
2435] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
2436] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
2437] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
2438] Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 545 -
İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak; Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım, günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir. 2439
Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı. Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir.2440
Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen; kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.” 2441; “Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.” 2442; “Benden sonra birbirinin boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”2443 Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” "Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır."2444 Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise "Allah'ın zimmetinden uzaklaşacağı"2445 hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk eden kimse tekfir edilmez. "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir." 2446 Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır. "Şüphesiz riyâ şirktir."2447; "Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz kılan,
2439] İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26
2440] Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105
2441] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
2442] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
2443] Buhâri, 7080; Müslim, 65/118
2444] Müslim, İman 134
2445] Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
2446] Müslim, Eymân 4
2447] İbn Mâce, Fiten 16
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur." 2448
25- "Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir." H. Karaman bu usûl kuralını şöyle açıklar: “Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, "bunu ancak kâfir olan yapar, söyler" kanaatini veriyorsa buna "küfr-i lüzûmî" denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da "küfr-i iltizâmî" denir.
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve "birbirlerine karşı merhametlidirler"2449 ferman-ı İlâhîsine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek câiz değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir) yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatalar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez (Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali; ki, bu ancak hadisler için sözkonusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.
Tekfir ve usulsüz tenkit... Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.” 2450
26- Şirke bulaşan veya akîde ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "müşrik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri
2448] et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32
2449] 48/Fetih, 29
2450] Hayreddin Karaman, www.hayrettinkaraman.net
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 547 -
şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Küfre girip kâfir oldukları halde2451 Yahûdi ve Hıristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. "Allah'a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin."2452 diyen Kur’an’ımız Kitap ehlinden olan, İncil’e veya Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine izin/ruhsat vermiştir. 2453 Ayrıca, Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır. “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.” 2454
Ancak, bütün bunlara rağmen Eğer Yahudi ve Hıristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi, onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi, asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara Müslümanlarla aralarında eşit olan kelimeye, tevhid’e gelmeleri için çağrı yapılır:2455 "Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da birdir..." 2456
Bunun aksine, Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle itiraz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." 2457 Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler." 2458
27- Mü’min süpürücü değildir. O, her şahıs hakkında özel hüküm vermenin gereğine inanır. Bilir ki, içinde doksan dokuz câninin yanında bir mâsum insan olan bir gemi varsa, aralarında tek bir mâsum olduğu için o geminin batırılması câiz olmaz. İçinde taş var diye pirinci atmadığı gibi, hatta taşların içinde pirinç varsa onu da ayıklar.
Tebliğci, gönül doktoru olmalıdır. Küfür ve şirkle ilgili virüsler bünyesine az-çok sızmış veya bu ihtimal olan hastalara nezâket ve hassâsiyetle yaklaşmalı, onu tedavi etmeye çalışmalı; tedavisi için kendisi faydalı olamayacaksa, başka branşları ilgilendiriyorsa, başka doktorlardan yardım istemeli ve bir can kurtarmaya çalışmalıdır. “Kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibidir.”2459
Adam öldürmekle suçlanan birinin “katil” olup olmadığına, varsa hafifletici
2451] 9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 73
2452] 2/Bakara, 221
2453] 5/Mâide, 5
2454] 5/Mâide, 5
2455] 3/Âl-i İmran, 64
2456] 29/Ankebut, 46
2457] 38/Sâd, 5
2458] 2/Bakara, 170; Mevdûdi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129
2459] 5/Mâide, 32
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duruma ve verilecek cezanın ne olduğuna karar vermek, halka düşmez; İslâm devletinin organlarının görev alanına girer. Katil hükmü vermekten çok ağır olan “kâfir” hükmü vermek için, genel hükümler kâfi gelmez; âlim ve müctehid de olmayan bazı gençlerin, birtakım sathî bilgilerle nassları kendilerine göre yorumlayarak hüküm çıkarmaları doğru ve geçerli değildir. O şahsın hangi sebepten dolayı ve neyi kastederek bir sözü söylediği veya davranışta bulunduğu ciddi şekilde araştırılır; kendi gerekçeleri ve savunmaları dinlenir. Kalbi ve niyeti okunmaya çalışılmaz. Zâhirle ve kendisini İslâm’a nisbetiyle karar verilir. Ben İslâm’ın hiçbir hükmünü reddetmiyorum deyip şehâdet kelimesini söylemesi onun Müslümanlığına hüküm vermeye yeterli gelir. Nasslarda belirtilen açık bir küfür inancını savunuyorsa kendisine delillerle doğru din tebliğ edilir, şüpheleri giderilir ve bu hastalık tedavi edilmiş olur.
28- Tevhid konusunda aşırı hassâsiyet, tekfir konusunda da aşırı ihtiyat gerekir. Milyonda bir ihtimalle şirk kabul edilebilecek bir konuda kendimizi ısrarla korumak, yani böyle küçük çaplı da olsa riskli söz ve davranışlardan kaçınma duyarlılığı göstermek gerekir. Tekfir konusunda ise, bir söz veya davranış yüzde bir ihtimalle küfür sayılmayabilen bir şey ise, muhâtabı tekfir etmemek şiarımız olmalıdır.
İtici değil, çekici olmalıyız. Mıknatıs gibi olmalıyız; içinde az da olsa iman cevheri olan bize yaklaşmalı. Zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı; nefret ettirici değil, müjdeleyici olmalıyız. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”2460 Ağzından köpük saçarak kendi anlayışı dışındaki tüm Müslüman ve cemaatleri ağır ifadelerle suçlayıp eleştirerek hayırlı bir yere varılamaz. İnsanları tekfir edip kendisiyle aralarına duvar örerek onlara karşı tebliğ ve örnekliği terk etmek, ancak hastalıklı bir tip oluşmasını sonuçlandırır. Kardeşlik ve ümmet hukukuna riâyet edilmeden Allah’ın râzı edilmesi mümkün değildir. Tek önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” 2461; “(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” 2462
Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil; onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur. 2463
29- İmanı izhar, kalpte de iman olduğunu gerektirmez. Biz bir şahsın Müslüman olduğunu -zâhirine bakarak- söylüyor veya mü’min olduğuna
2460] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
2461] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no 54
2462] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
2463] Bk. 5/Mâide, 32
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 549 -
hükmediyorsak bu o şahsın bâtınının şirkten sâlim olup cennete gireceğine hükmettiğimiz anlamına gelmez. Bilâkis kişiye Müslüman hükmü dünya hayatındaki muâmelât için verilir. Öyle bir kişi Müslüman babasına vâris olur, Müslümanlardan biriyle evlenir ve Müslümanların mezarlığına defnedilir. Bununla beraber o kişi küfrü gizleyen kimselerden olabilir. Çünkü biz, insanların kalplerini yarmakla memur değiliz.
İbn Teymiyye şöyle der: “Dünyada câri olan hükümlere göre zâhirde mü’min olan kişinin bâtında da mü’min olması gerekmez. “...İman etmedikleri halde Allah’a ve âhiret gününe iman ettik…”2464 diyen münâfık kimseler de zâhirde mü’mindirler. Onlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) zamanında, Müslümanlarla beraber namaz kılar, onlardan kız alır, kız verir, evlenirler, onların mirasını alır, onlara miras verirlerdi. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.s.) onlara küfrü izhar eden kâfirlerin hükmüyle hüküm vermemiştir. Evlenmelerinde de, miraslarında da, başka bir şeyde de münâfıklara kâfirlerin ahkâmını uygulamamıştır. Abdullah b. Ubeyy münâfıkların en meşhuru olduğu halde Müslümanların en hayırlılarından olan oğlu Abdullah babasına mirasçı olmuştur.
Şeyhulislâm devamla: “Onların kanları ve malları koruma altındadır. Kâfirlerin kanları ve mallarının helâl olduğu gibi, münâfıklarınki de helâl değildir. Kendilerinin mü’min olduğunu izhar etmeyip, aksine kâfir olduğunu izhar eden kimseler hakkında Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” 2465
30- Müslümanlığıyla övünen, namaz kılan, Allah ve Rasûlünü sevdiği belli olan, bunlarla birlikte günümüz câhiliyesinin etkisinde kalan bazı insanların hükmü hakkında susmak en doğru yoldur. İctihad ve yorumla tekfir etmenin sakıncasından ötürü, âlimlerin ve Müslümanların icmâya varamayıp ittifak edemedikleri ihtilâflı hususlarda muhâtaplarımızın bizim açımızdan delili çok zayıf olduğundan geçersiz kabul etsek de te’villerini dikkate alıp inkâr etmediklerini hesaba katmak zorunda olarak bazı insanlar hakkında susmanın en ihtiyatlı tavır olduğunu düşünüyoruz. Günümüzde her şey o kadar karışmış, “ak”la “kara”nın dışında ve bu renklere az-çok benzeyen o kadar “ara ton”lar çıkmıştır ki, insanın ak da diyemeyeceği, kara da diyemeyeceği hususlar çokça oluyor. Ve ad koymada en doğrusu susmak diyorsunuz. Bazı insanların adını koyamıyor; “mü’min desen tam benzemiyor; kâfir desen diyemiyorsun” şeklinde sükût etmek zorunda kaldığımız kimseler oluyor. Değişik bir tevillerle demokrasiyi savunan, tâğutlara oy veren, heykelin karşısında tören denilen âyinlere katılan, Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına dair yemin eden veya metin imzalayan, vahyi reddeden okulları onaylayan, tâğutî kurumları veya tâğutları savunan… nice insan var. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki hakla bâtıl karışmış, müslümanla kâfir ayırt edilemez olmuş. Bu haksız tekfir ve muvahhid Müslümanlar arasındaki soğukluğa sebep olan grup taassubu kırılıp ümmet gücüne erişince Allah’ın yardımına muhâtap olacak bu topluluk, âlimlerin öncülüğüyle Peygamberî usûlle tevhidi
2464] 2/Bakara, 8
2465] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tüm topluma tebliğ edecek, şirk ve putperestlik net şekilde insanlara anlatılacak. Tüm tartışmalar bitecek. Hak ve bâtıl, tevhid ve şirk şeklinde saflar netleşince bu insanlar bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır. Ve o zaman onların tercihlerine göre onlara isim vermek kolay ve şart olacaktır. O günlerin bir an önce gelmesi dilek ve duâsıyla…
Bütün yukarıdaki maddeler, (cehâlet, ikrâh ve te’vil sözkonusu olmaksızın) Kur’an ve Sünnetin kesin nasslarında açıkça belirtilen herhangi bir küfür inancına sahip olan veya insanı kâfir eden davranışlardan birini yapan kimse için geçerli değildir. İslâm'a girdikten ve müslüman adını aldıktan sonra, İslâm'dan çıktığına dair nass bulunan herhangi bir kişinin, biz de aynı şekilde İslâm'dan çıktığını söyleriz. Onun İslâm'dan çıktığına dair icmâ' bulunsun veya bulunmasın, bu konuda bizim için durum değişmez. Diğer taraftan bütün müslümanların icmâ ile İslâm'dan çıkmış olduğuna hüküm verdiği kimseler hakkında da icmâa uymak (ve muhâlefet etmemek) vâcibdir. Müslüman olduktan ve İslâm adını kazandıktan sonra İslâm'dan çıktığına dair nass bulunmayan, icmâ da bulunmayan konulara gelince, böyle bir kimseyi kesin olarak elde etmiş olduğu bilinen Müslüman sıfatından, zanla yahut da delilsiz bir iddia ile soyutlamak câiz değildir.
Ama şüpheli durumlardan sakınmak, her iki hususta ihtiyatlı davranmak gerekir. Muhâtabı tekfir edince “ya kâfir değilse?!” deyip ihtiyatlı olmak ve haksız tekfirde bulununca “kâfir” hükmünün kendine döneceğini değerlendirip bu riske girmemek ihtiyatın bir yönünü gösterir. Bu tavır, bir kimsenin yaptığı veya söylediği şeyin % 99 ihtimalle küfür, % 1 ihtimalle küfür olmama durumunda bile kendini göstermeli, en küçük ihtimali değerlendirip tekfirden kaçınmalıdır. İhtiyatın diğer kısmı da şudur: Küfür ve şirk ihtimali olan hususlardan şiddetle sakınmak gerekir. “Ya şirkse ve bunu yaparsam ebedî olarak cehenneme atılırsam” diye düşünüp milyonda bir ihtimalle bile şirk ve küfür olan şeyi yapmamak ve yapanlarla çok candan ilişkilere girmemek lâzımdır. Şüpheli şeylerden kaçınmak, imanın ve takvânın gereğidir.
Tekfîr Ahkâmı/Tekfirin Hükümleri
Bir kişi hakikatte küfre girdiği halde kâfir olduğu kesin ispatlanamamış (ya da hiçbir kimse tarafından tekfir edilmemiş) ise onun hesabını Allah görecektir. “Sırların ortaya çıkarılacağı gün, artık onun ne gücü vardır, ne de yardımcısı.”2466 Eğer tevbe etmeksizin küfrü üzere ölürse ebedî olarak ateştedir. Çünkü Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez.
Gerçekte küfür üzere olan herkesin, dünyevî hükümler konusunda küfrünün ispatlanması mümkün olmayabilir. Bunu dört şekilde açıklayabiliriz:
1) Kişinin küfre götüren itikadını gizleyip, söz ve fiilleri ile bunu açıklamaması (zâhire göre Müslüman kabul edilmekle birlikte), itikadî küfürdür. Örneğin; öldükten sonra dirilişi yalanlaması, ama Müslümanlardan bu inancını gizlemesi gibi. Bu kişi zâhire göre verilen hükümde Müslümandır. Ancak gerçekte kâfirdir ve bu küfür münâfıkların büyük nifakı türündendir.
2) Bir kişinin küfre götüren söz ya da fiili ile küfrü açığa çıksa, ancak bunu kimse görüp işitmese yine o kişi zâhirî hükme göre Müslüman, ancak gerçekte
2466] 86/Târık, 9-10
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 551 -
kâfirdir ve bu kişi büyük nifakla münâfık olmuştur. Bu ve önceki gruptakiler şu âyetin hükmüne dâhil olurlar: “Çevrenizdeki bedevîlerden münâfık olanlar vardır. Sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Biz onlara iki kere azap edeceğiz, sonra onlar büyük bir azâba döndürüleceklerdir.” 2467
3) Yine bir kimse küfre düşürücü bir söz ya da fiilde bulunduğunda, bazı kimseler bunu bildikleri halde yalnızca bir kişi onun aleyhinde şâhitlikte bulunsa, tekfir edip hakkında riddet hükmü vermek için gerekli olan şâhit sayısı tamamlanmadığı için, bu küfre götürücü amel tespit edilmiş sayılmaz. Bununla birlikte hâkimin o kişiye tazir cezası vermesi (yani had cezası dışında o kişiye hapis veya dayak gibi cezalar vermesi) câizdir. Bunda şahitlik eden kişinin âdil, âlim ve sâlih bir kimse olması etkilidir. Bu kimse de yine zâhirde Müslüman, gerçekte ise kâfirdir.2468
Peygamberimiz zamanındaki münâfıkların durumları genelde bu üçüncü şekildeki gibi idi. Onlar kendi aralarında küfürlerini açıklıyorlar, ancak birbirlerine şâhitlik etmiyorlardı. Bazen Müslümanlardan bir kişi bunu işitiyor ve aleyhinde şâhitlik ediyordu. Ancak ispat için bu, yeterli olmuyordu. Zeyd İbn Erkam’ın, Abdullah İbn-i Ubeyy’in şöyle dediğine şâhitlik etmesi gibi: “Medine’ye döndüğümüzde şerefli kimseler zelil olanları oradan çıkaracaktır.”2469 Vahiy Zeyd’i doğruladığı halde Peygamberimiz vahiy ile onları cezalandırmayıp şer’î ispat yollarını tercih etti. Çünkü münâfıkların sözlerinin çoğunluğu açık olmayıp ihtimal taşıyan sözler oluyordu.
4) Kişi, küfre düşürücü bir söz ya da fiili açıkça ortaya koysa, bu yaptığı hareketi veya sözü ikrar etse yahut buna iki kişi ya da daha fazlası şâhitlik etse veya bu yaptığı insanlar arasında yaygın olarak biliniyor olsa (istifâda ile) bu küfre götürücü ameli o kişinin işlediği şer’î olarak ispatlanmış olur. Ancak o kişi hakkında küfür hükmünü vermek için bu durum da yeterli değildir, hükme mâni olan şeylerin olup olmadığına bakılması gerekir.
Bu dört durum hakikatte kâfir olan ve (dördüncü durum hâriç) dünyevî hükümlerde küfre götürücü ameli kat’i olarak tespit edilemeyen kişi hakkındadır.
Bir kimsenin açık bir şekilde küfrüne şâhit olduğumuz halde, o kimseyi tekfir edip onun kâfir olduğuna hükmetmemize mâni/engel olabilir. Böyle bir engel varsa, yine tekfirden kaçınmak gerekir.
Tekfîre Engel Olan Mâniler
Engel/Mânî: Varlığı, hükmün varlığını ortadan kaldıran şeydir. Ancak bulunmaması hükmün bulunmasını veya bulunmamasını gerektirmez. Engeller (mâniler) şartlarda olduğu gibi üç kısma ayrılır:
a) Fâilde Bulunan Engeller: Kişiye ârız olan ve şer’an onun söz ve fiillerinden sorgulanmasına engel olan şeydir. Bu engeller “avârıdu’l-ehliyye” (ehliyetin engelleri) diye isimlendirilir. Aşağıda açıklaması yapılacaktır.
b) Fiilde Bulunan Engeller: (Yani sebepte bulunan engellerdir) Fiilin açıkça
2467] 9/Tevbe, 101
2468] Bk. İbn Ferhun, Tebsıratu’l-Hukkâm, c. 2, s. 281
2469] Buhârî
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
küfre delâlet etmemesi veya şer’î delilin küfre delâlet edişinin kesin olmaması gibi.
c) İspat Edilmesi Konusundaki Engeller: Meselâ şahitlerden birisinin çocuk veya âdil olmayan bir kimse olması dolayısıyla şehâdetinin kabul edilmemesi gibi.
Acaba, bazı müslümanları tekfir edip onları kâfirlikle suçlayan kardeşlerimiz bu konuları biliyorlar mı? Eğer bilmiyorlarsa gerçekten büyük bir günaha girmiş olurlar. Tekfir hükmünü, ancak ilim ehli olan, bu konuda yeterli ilimle donanmış âlim verir. İnsan, kesin bilmediği şeyi iddia etmemelidir. Zira tartışma tek taraflı olmaz. Tekfir eden taraf varsa tekfir edilen taraf da var demektir.
Ehliyetin Engelleri
Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye), edâ ehliyeti ile alâkalıdır. Bu da mükellefte görülen ve onun söz ve fiillerinin şer’î açıdan muteber sayılmasına engel olan durumdur. Bu durumda kişi söz ve fiillerinden sorgulanmaz ve bu söz ve fiillerin sonucunda kulların hakları dışında, Allah Teâlâ’nın hakları ile alâkalı şeylerde herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye) iki kısma ayrılır:
1) Semâvî Engeller: Allah’ın takdiri olup, oluşmasında kulun herhangi bir etkisinin olmadığı engellerdir. Örneğin, yaşın küçük olması, delilik, psikolojik dengesizlik, uyku ve unutma gibi. Bu engellerden birisi kendisinde bulunan kimse herhangi bir suç işlerse bundan dolayı ona bir günah yoktur. Sorumluluk o kişiden kalktığı için bu fiilden sorgulanmaz ve cezalandırılmaz. Ancak insanların hakları ile ilgili şeylerde sorumludur. Örneğin, telef ettiği malların değerleri, diyetler ve bunun gibi şeyleri ödemek zorundadır. Çünkü bunlar toplumsal kurallardır. Bu semâvî engellerin karşılığında ise şartlar vardır. Örneğin yaşın küçük olması bâliğ olmanın karşıtı, delilik ve dengesizlik de akıllı olmanın karşıtıdır. Yani muayyen bir kimseyi tekfir etmenin şartları arasında akıllı ve bâliğ olma şartı vardır. Temyiz çağına ulaşmış çocuğun riddeti ile ilgili konuda ihtilâf vardır. Hanbelîlerde olduğu gibi riddetin çocuk için de geçerli olduğunu ancak bâliğ oluncaya kadar istitâbe uygulanıp cezalandırılmayacağını söyleyenler de vardır.2470
Kişinin kendisinden kaynaklanıp, belirli bir kimsenin tekfirine engel olarak kabul edilen şeylerden bazıları şunlardır:
Dil Sürçmesine Yol Açan Hata
Kasıtlı olmadan küfür sözü söylemek. Bu, tekfirde gerekli olan kasıt şartını yani mükellefin yaptığı şeyi bilinçli olarak yapması şartını ortadan kaldırdığı için engel teşkil eder. Hatanın engel olmasının delili şu âyet-i kerimedir: “Hata olarak yaptıklarınızda ise sizin için bir sakınca (vebal) yoktur. Ancak kalplerinizle kasdederek yaptıklarınızda vardır” 2471
Dil sürçmesinin tekfire engel oluşunun bir başka delili, hadiste geçen bineğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda “Allah’ım, sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın misalidir. Rasûlullah (s.a.s.) onu, “Sevincinin şiddetinden
2470] el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 91-92
2471] 33/Ahzâb, 5
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 553 -
hata etti” diye nitelendirmiştir. Kişinin hâlinin hangi duruma işaret ettiği de (karâinu’l-hal), hatanın engel olarak kabul edilip edilmemesinde etkilidir.
Te’vilde Hata
Te’vil, nassın delâletini anlamamaktan doğan (hatalı) bir ictihad ya da karıştırma sebebiyle, şer’î delili farklı bir konuma oturtmak, yanlış yorumlamak demektir. Mükellef, küfür amelini işler ve anlamada hataya düştüğü delile dayanarak onu küfür olarak görmez. Öyleyse, bu hatada kasıt şartı ortadan kalkmıştır. Bunun için te’vilde hata yapması, onun tekfirine engel olur. Ona delil getirilip hatası açıklandığında (ikametu’l-hucce) bu fiilinde ısrar ederse o zaman kâfir olur. Bunun delili ise Kudâme İbn Maz’un olayıdır. Bu olayda Kudâme, içki içmeyi helâl saymış (ki içkiyi helâl kabul etmesi küfürdür) ve buna şu âyeti delil getirmişti: “İman eden ve sâlih amel işleyenler için yedikleri ve içtikleri şeylerde kendileri için bir günah yoktur.” 2472 Ömer (r.a.) had uygulamak istediğinde ona bu âyeti delil gösterdi. Hz. Ömer ona hatasını açıkladı ve içki için had cezası uyguladı. Bu olay sahâbenin icmâsı ile te’vilde hata etmenin tekfire engel olduğuna delildir. Bu, anlamı genel olan şu âyetin de kapsamına girer: “Hataya düştüğünüz şeylerde sizin için bir günah yoktur.” 2473 Benzer hadis-i şerif de vardır: “Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” 2474
Bununla birlikte te’vilde yapılan her hata geçerli bir özür sayılıp tekfire engel değildir. Özür sayılan, şer’î delile bakılıp onu anlamada düşülen hatadır. Özür sayılmayan hata ise, şer’î bir delile dayanmaksızın sadece görüş ve hevâdan kaynaklanan hatadır. Aynen İblis’in Âdem’e secde etmekten kaçınırken “ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın”2475 diye iddiada bulunması gibi. Bu yalnızca görüştür. Te’vilde hata yapılması durumunda, te’vil yapan kimseye hüccet ikame edildiğinde, te’vil engeli ortadan kalkar.
Cehâlet Engeli
Mükellefin küfür fiilini işlerken onun küfür olduğunu bilmemesi gibi. Cehâleti (eğer geçerli sayılabilecek bir cehâlet ise) tekfirine engel olur. Bunun delili ise şu âyettir: “Biz, peygamber gönderinceye kadar hiçbir topluma azap edecek değiliz” 2476 Dünyada ve âhirette azap ancak tebliğ ulaştıktan sonradır. Özür veya engel olarak kabul gören cehâlet; mükellefin kendisi veya ilim kaynakları ile ilgili bazı sebeplerden dolayı, giderme imkânı bulamadığı cehâlettir. Ancak öğrenmeye ve cehâleti gidermeye imkân olduğu halde bunu yapmıyorsa mâzur görülmez ve gerçekte bilmiyor olsa dahi hükmen biliyor sayılır (yani bilen bir kişinin hükmündedir).
İkrah Engeli
Bu, mükellefin fiilini kendi irâdesi ile yapması şartının zıddıdır. İkrahın tekfire engel kabul edilmesinin delili şu âyettir: “Kalbi iman ile mutmain olduğu halde
2472] 5/Mâide, 93
2473] 33/Ahzâb, 35
2474] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16
2475] 7/A’râf, 12; 38/Sâd, 76
2476] 17/İsrâ, 15
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zorlanan (ikrah altında olan) hâriç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse...” 2477 Küfre zorlamanın, kişinin tekfirinde geçerli bir engel olarak kabul edilebilmesi için, ölüm ile veya bir organının koparılması ile tehdit yahut da kişiye çok şiddetli bir işkencenin yapılıyor olması şartı vardır. Bu, çoğunluğun görüşüdür ve tercih edilen de budur. Şâfiî fakîhlere göre, daha hafif şeyler de ikrah kapsamına girer.
Aklı Gideren Sarhoşluk
Sarhoşluğun tekfire engel olup olmaması konusunda ihtilâf vardır. İbnu’l-Kayyım engel olarak saymıştır. Hanbeliler ve Şâfiilerce tercih olunan, sarhoşun riddetinin geçerli olduğu görüşünün aksine, İbnu’l-Kayyım sarhoşluğu riddete engel olarak kabul etmiştir ki bu Hanefiler’in görüşüdür. 2478
Başkasından Aktarma Yoluyla Küfür Sözü Söylemek
Örneğin; Allah’ın Kur’an’da bize bildirmiş olduğu kıssalarda geçen kâfirlerin sözlerini okumak (ki Allah Teâlâ bunların okunmasını bizlere emretmiştir), şâhidin hâkime işitmiş olduğu küfür sözünü aktarması, kâfirlerin yazmış oldukları makalelerin içerisinde bulunan fesadı açıklamak ve bunları cevaplandırmak için nakletmek gibi şeylerin hepsi câiz veya vâcip olabilir. Söyleyen kişi tekfir edilmez.2479 Burada önemli bir ayrıntı vardır: Yukarıdaki örneklerde de geçtiği gibi küfrü şer’î bir amaçla aktaran kişi için bir sakınca yoktur. Ancak bir kimse bunu beğenerek ve râzı olarak aktarırsa o kişi kâfir olur. Bu ikisini (aktardığı şeyi onaylayıp onaylamadığını) anlamakta karâinu’l-hal’in etkisi vardır. Küfrün şaka ile işlenmesi ilim ehlinin ittifakı ile tekfire engel değildir.
2) Semâvî Olmayan Engeller
Bu hususu dört madde halinde ele alacağız.
1) Engellerin Araştırılması: Buna “istitâbe” denilir
2) Engellerin Araştırılması: Bu, imkân olduğu takdirde vâcip olur; imkân bulunamadığı takdirde ise bu vâciplik düşer.
3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır. Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan hâkimdir.
4) Engel kalktığı halde kişi küfürde ısrar ederse kâfirdir.
1) Engellerin Araştırılması: İstitâbe; aslında tevbe etmesini istemek anlamındadır ve ancak kişinin kâfir ve mürted olduğuna hüküm verildikten sonra olabilir. Kişinin kâfir ve mürted olduğuna hüküm verilmesinden önce, hükmün şartlarının yerine gelip engellerin bulunup bulunmadığının araştırılmasına da istitâbe adı verilir. İstitâbe, hem hüküm meclisinde hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin bulunup bulunmaması durumunu araştırma ve hem de hüküm verildikten sonra tevbe talep etme anlamlarında kullanılır.
2) Engellerin Araştırılması: Engellerin araştırılmasının mümkün olmadığı
2477] 16/Nahl, 106
2478] Bk. İbnu’l-Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 3, s. 5; el-Behvetî, Keşşafu’l-Kına’, c. 6, s. 176; İbn Kudâme, el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 109
2479] Bk. İbn Hazm, el-Fasl, c. 3, s. 250
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 555 -
haller şunlardır:
Güç Yetirilememe Durumu: Güç yetirilen kişi, kâdının/hâkimin, kişinin hüküm verilecek olan meclise getirilmesini sağlamasının ve gerektiğinde kendisine had cezası uygulamasının mümkün olduğu kimsedir. Güç yetirilemeyen (mümtenî) ise bunun tam tersidir. Güç yetirilen kimse hakkında engellerin araştırılması gerekmektedir. Mümtenîde ise engeller araştırılmadan hakkında hüküm verilir.
Ölüm: Eğer ölen kişinin dini konusunda vârisleri arasında bir çekişme meydana gelir; kimi Müslüman, kimisi de mürted olarak öldüğünü iddia ederse hüküm vermek için şâhitler ile yetinilir. Bir kimse mürted olur, sonra aklını kaybeder ve tevbeye çağırılmadan ölürse kâfir olarak öldüğüne hükmedilir.2480
Sarhoş: Bir kimse mürted olur ve sarhoş iken ölürse kâfir olarak ölür. Eğer bu sarhoşluğu halinde bir kimse onu öldürürse herhangi bir ceza yoktur. Bu görüş sarhoşluğun riddete engel olmadığını söyleyenlere aittir. 2481
Tüm bu durumlarda, engeller araştırılmadan ve istitâbe uygulanmadan kişi hakkında riddet hükmü verilir. Mürted olarak ölen bir kimseye Müslüman olan vârisleri mirasçı olamaz. Bununla birlikte şâhitler, ölen veya güç yetirilemeyen (mümtenî) kişi için tekfirine engel olacak şeylerin bulunduğuna şâhitlik ederlerse, bu engellere itibar edilmesi vâciptir.
3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır. Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan hâkimdir.
Tekfirin engeli; şer’î delil ile engel olduğu açıklanan şeydir. Tekfire engel olduğu şer’an sâbit olmayan şey ise; insanlar bunu engel saysalar ve bununla mâzeret bildirseler de özür olarak kabul edilmez.
Bazı kimseler şer’an mûteber sayılmayan özürlerle tekfirden men etme konusunda çok aşırıya gittiler. İnsanların özür olarak gösterdikleri her şey geçerli değildir. Allah Teâlâ şöyle der: “Eğer onlara sorarsan biz dalmış eğleniyorduk derler. De ki; Allah ile O’nun âyetleri ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin, imanınızdan sonra küfre girdiniz.”2482 Mâzeret gösterdiler ancak mâzeretleri kabul edilmedi: “Onlara döndüğünüzde size özür bildirdiler. De ki: Özür bildirmeyin, size kesin olarak inanmıyoruz.”2483 Her mâzeret engel olarak kabul edilmez. Bâtıl olan mâzeretlerden birisi de; kâfir oluşu kesinleşen bir kimsenin (örneğin Allah’tan başkasına duâda bulunmak veya dine hakaret etmek gibi) şehâdet kelimesini söylemesi veya namaz kılmasını onun tekfirine engel olarak göstermektir.
Hükümlerin engelleri (tekfirin engelleri de bunun içindedir) insanların engel zannettikleri şeyler değil, geçerli oldukları, şer’î delillerle belirlenen, yani şer’an muteber sayılan engellerdir. Engelin belirli bir kimse hakkında geçerli sayılabilmesini ise, dâvâya bakan kâdı belirler. Örneğin cehâlet ve ikrahın tekfire engel olduğu şer’î delil ile sabittir; ancak belirli bir şahıs hakkında geçerli olup olmadığına, yani kişinin câhil veya ikrah altında olup olmadığına karar verecek olan
2480] Bk. eş-Şafii, el-Umm
2481] Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebir, 10/109 ve el-Umm, 6/158
2482] 9/Tevbe, 65-66
2483] 9/Tevbe, 94
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kâdıdır.
Yine bu geçersiz mâzeretlerden birisi de; kâfirler için onları saptıran önderlerini mâzeret olarak göstermektir. Bunun geçersizliğine Allah Teâlâ’nın şu âyetleri delâlet eder: “Ateşin içerisinde tartışırlarken, zayıf olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Gerçekten biz, sizlere tâbî olan kimselerdik. Şimdi siz ateşin bir parçasını bile bizden uzaklaştırabilir misiniz?’ Büyüklenenler derler ki: ‘Biz hepimiz de ateşteyiz. Artık Allah kullar arasında hüküm vermiştir.”2484; “Sen o zâlimleri Rableri huzurunda durdurulmuş olarak suçlamayı birbirlerine yöneltirken bir görsen; mustaz’af olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Eğer sizler olmasaydınız bizler mü’minler olurduk.’ Müstekbirler ise mustaz’aflara şöyle derler: ‘Size hidâyet geldikten sonra biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten mücrimlerdiniz.’ Mustaz’aflar müstekbirlere; ‘Hayır, siz gece-gündüz hîle kurup bize Allah’a karşı küfürde bulunup, Ona denkler koşmamızı emrediyordunuz’ derler. Ve azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler. Biz, küfredenlerin boyunlarında halkalar kıldık. Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklar?”2485 Bu nass ile önde gelenlerin zayıfları saptırdığı, onlara hile kurup küfrü emrettikleri; ancak bunun, zayıfların tekfirine ve onların cezalandırılmasına engel olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Hatta bazılarının özür zannettiği bu saptırılma olayı, küfür çeşitlerinden birisi olan “taklit küfrü”dür. Bu ise, Yahûdilerin, Hıristiyanların ve diğer kâfir toplulukların, kendilerini saptıran önderlerini taklit eden avâmının küfrüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki: Ey Kitap Ehli, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve doğru yoldan sapan bir topluma uymayın.”2486
Geçersiz olan özürlerden birisi de, mürted olan bir kimse için, onun ilim ehli olduğunu mâzeret göstermektir. Sanki ilim ehli küfürden korunmuştur! Allah Teâlâ nebîler hakkında şöyle buyurur: “Eğer Allah’a ortak koşsalardı, işlemiş oldukları tüm ameller boşa giderdi.”2487
Küfrün, nebîler için mümkün olmaması, onların dışındaki insanlar için mümkün olmamasını gerektirmez. Âlim olan bir kimse, belli bir ilme sahip olduğu halde küfre düşebilir: “Ameller son durumlarına göredir.” Bunun bir örneği de Allah Teâlâ’nın şu âyetidir: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.” 2488
Bunun örnekleri bu ümmette de çoktur. Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahiy kâtiplerinden olan Abdullah İbn Sad İbn ebi’s-Serh gibi, Rasûlullah (s.a.s.) hayattayken mürted olan kimseler olduğu gibi, Onun vefatından sonra da mürted olanlar olmuştur. Küfre götürücü bid’atlere çağıran kimselerin çoğu şer’î ilimlere sahip olan kimselerdir.
4. Engel Kalktığı Halde Kişi Küfürde Israr Ederse Kâfirdir: Engel ya kendiliğinden kalkar; yaşın küçük olması gibi; ya sebebin ortadan kalkmasıyla kalkar, buna ikrah ve sarhoşluğu örnek verebiliriz; ya da hüccet ikame edilmesiyle ortadan kalkar, buna da cehâlet ve te’vilde hata etmeyi örnek olarak verebiliriz. Engel
2484] 40/Mü’min, 47-48
2485] 34/Sebe’, 31-33
2486] 5/Mâide, 77
2487] 6 En’âm/88, Bkz:39 ez-Zümer/65
2488] 7 A’raf/175
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 557 -
kalktığında kişi hala işlediği fiilde ya da sözünde ısrar ediyorsa, o andan itibaren kâfir sayılır.
Bunlar, şer’î mâzeretlerdir ve şer’î mâzeretler ortadan kalktıktan sonra kişi hâlâ şer’an mûteber olmayan mâzeretler ortaya atacak olursa bu ondan kabul edilmez. Zira artık öne süreceği mâzeretleri ortadan kaldırılmış ve öne süreceği bir şey bulunmamaktadır. Geçersiz olan mâzeretler ileri sürmesine itibar edilmeksizin Ebû Hanife’nin yolundan gidenlerin de dediği gibi "Kişi artık içinde barındırdığı küfrünü açığa vurmuş, ancak bu küfrünü örtmek için yollar aramaktadır." Bundan dolayıdır ki bu gibi kimseler kâfir olmuşlardır.
“Zâhire göre uygulananan dünyevî hükümlerde, küfre düşürücü bir söz söylediği ya da bir fiil işlediği şer’î yollarla sabit olan bir şahıs hakkında tekfir hükmünün şartları yerine gelip engeller ortadan kalktığında kâfir olduğu hükmü verilir. Hükmü, buna ehil olan bir kimse verir. Eğer hakkında hüküm verilen kimse İslâm devletinde güç yetirilen bir konumda ise; yetkili olan kimsenin cezayı uygulamadan önce o kişiye istitâbe uygulaması vâciptir. Eğer bir güç arkasında veya dâru’l-harbe sığınarak korunuyor (mümtenî) ise ona istitâbe uygulamadan öldürmek ve malını almak herkes için câizdir. Bu konuda, sonuçta elde edilecek olan maslahat veya mefsedete bakılarak uygun olan tercih edilir.”
Hükmü, Buna Ehil Olan Kimse Verir
Tekfirin kuralını verirken kullandığımız “Hükmü, buna ehil olan kimse verir” ifadesindeki; “hükmü... verir” sözüyle, şartlar yerine gelip engeller ortadan kalktığında, kişi hakkında küfre götürücü ameli sebebiyle küfür ve riddet hükmünün verilmesi kastedilmiştir. “Hüküm vermeye yetkili olan kişi” sözünün anlamı ise; kâdı, müftî veya ilim ehli birisi olmasının gerektiğidir. Müctehid birisi olması uygun olur. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hâkim hüküm verdiğinde ictihad eder ve doğruyu bulursa onun için iki ecir vardır, içtihadında yanılırsa bir ecir vardır.”2489 Eğer müctehid olan birisi yoksa mukallid olabilir. Âlimlerin bildirdiği mertebelere göre, uygun olan bir mukallid âlim hüküm verir.
İslâm devletinde, Dâru’l-İslâm’da bir kimse irtidat ettiğinde, o kişi hakkındaki hükmü, hüküm verme yetkisine sahip olan kâdı verir. Kâdıların hâricinde âlimlerden herhangi birisi o kişinin durumu hakkında bir şey söylerse o, hüküm değil, fetvâ olur. Dâru’l-İslâm’da hüküm vermek, müftîye değil, kâdıya aittir. Çünkü kâdı yetkisi dolayısıyla şartların yerine gelip engellerin ortadan kalkmasını araştırma imkânına sahiptir. Kâdının hükmü, ihtilâfı ortadan kaldırır, verdiği hüküm ancak Kitap veya Sünnet’ten bir nassa yahut icmâya muhâlif olursa o zaman bozulur.2490 Bir kimse mürted olup dâru’lharp olan bir yere gitse yahut dâru’lharpte mürted olsa; bu konuda yetkili olan kâdı veya bir başkası, bu kimse hakkındaki hükmü verir; hükmü uygulamak ise herkes için câizdir (Salman Rüşdi örneğinde olduğu gibi).
“Eğer hüküm verilen kimse, dâru’l-İslâm’da güç yetirilen bir konumda ise” ifadesindeki “güç yetirilen” sözünün anlamı; mürtedin, yöneticinin yahut kâdının gücü altında bulunmasıdır. Bu, ya gerçek anlamıyla tutuklu olması, ya da hükmen, engellenemeyecek şekilde her an tutuklama ve soruşturma imkânının
2489] Buhârî ve Müslim
2490] Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebîr, c. 11, s. 403-405; İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 4, s. 224
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunmasıdır.
“Dâru’l-İslâm’da” sözü “güç yetirilen” sözünün bir tefsiri niteliğindedir. Çünkü kişi ancak dâru’l-İslâm’da bulunduğunda Müslümanların gücü altında bulunabilir. Dâru’l-harpte bulunan bir kimse Müslümanların gücü altında değildir. Bu demek değildir ki; dâru’l-İslâm’da bulunan herkes güç yetirilebilir durumdadır. Bazen böyle olmaya da bilir. Dâru’l-İslâm’da güç yetirememek, âsîlerin baş kaldırması, örneğin yol kesen saldırganların durumunda olduğu gibi silâhlanıp çete oluşturmaları gibi durumlarda olabilir.
“Dâru’l-İslâm” ifadesi; İslâm şeriatı uygulanan her ülke anlamında kullanılmıştır. Ayrıca mümtenî olma durumu sadece grup halinde olanlara has değildir; bilakis mümtenî bir tek kişi de olabilir, bir grup da olabilir. Aynen Abdullah İbn Sa’d İbn Ebi’s-Serh’in irtidat edip fetihten önce Mekke’ye kaçması olayında olduğu gibi. Şeriat bu ikisi arasındaki farkı genel bir kuralla bildirmiştir. Hatta eti yenilmesi helâl olan hayvanlarda bile güç yetirilen ve güç yetirilemeyen (mümtenî’) arasındaki fark belirtilmiştir. Güç yetirilen bir hayvanın (velev ki aslı vahşi olan ceylan da olsa) yenilebilmesi için şer’an uygun bir şekilde kesilmesi vâciptir. Ancak güç yetirilemeyen hayvanların, vücudunun herhangi bir yerinden yaralayarak öldürmek sûretiyle eti helâl olur. Şeriatın getirdiği kural, güç yeten durumlarda şartların daha ağırlaşması, güç yetmediğinde ise hafifletilmesidir.
Tekfirin kuralındaki “cezayı uygulamasından önce o kişiye istitâbe uygulaması vâciptir” sözündeki bu vâciplik “güç yetirilen” kimse için geçerlidir. İstitâbe, aslında mürtedden tevbe etmesini istemek anlamındadır. Tevbeye çağırma işini yalnızca kişinin riddetine hükmeden kimse yapabilir. Ancak âlimlerin sözlerinde istitâbe; hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması anlamında da kullanılmıştır. Buna binâen istitâbe; hüküm verilen ortamda hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması ve hüküm verildikten sonra tevbeye çağırma olaylarının her ikisi için de kullanılır. Bundan da şu sonuç çıkmaktadır: İlim kitaplarında; “şu sözü söyleyen veya şu fiili işleyen kimseye istitâbe yapılır” ibaresi okunduğunda, bunları işleyen kimsenin kâfir olup ondan tevbe etmesinin istenmesini ifade etmediğinin anlaşılması gerekir. Bilakis bu ibare, kişinin küfre götürücü bir amel işlediği ve onun durumunun (yani hükmünün) belirlenebilmesi için şartların ve engellerin araştırılmasının gerektiğini ifade eder. Daha sonra, bu kişi hakkında ya mâsum olduğuna hüküm verilir ya da mürted olduğuna hüküm verilip tevbe etmesi istenir.
İstitâbenin kişi hakkında hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması anlamında kullanılması sahâbenin icmâsı ile sâbittir.
Güç yetirilen kimse için bu istitâbeyi yapmak vâciptir. Mümteni’ için de mümkün olduğu taktirde bu uygulanır. Mümteni’ olan mürted hakkında hüküm verecek olan kimseye, bir engelin bulunduğu ulaşırsa buna itibar etmesi gerekir. Ancak böyle bir engelin bulunduğu ulaşmamışsa engel var mıdır, yok mudur diye araştırması ve hükmü ona bağlaması gerekmez; özellikle de hükmü verme konusunda beklemek Müslümanlara bir zarar getiriyorsa.
Hakkında riddet hükmü verilmiş olan bir kimseden tevbe etmesini istemek anlamındaki “istitâbe”ye gelince; bu, ilmî kitaplarda çok meşhur olan bir husustur ve bunun birçok delili vardır: “Küfür kelimesini söylediler ve İslâmlarından
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 559 -
(Müslüman olduktan) sonra kâfir oldular... Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur.”2491; “İmanlarından sonra kâfir olan bir kavme Allah nasıl hidâyet eder... Ancak, bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hâriç.” 2492
İlim ehlinin çoğuna göre bu istitâbe vâciptir. Hanefîler, Zâhirîler ve Şevkânî bunun vâcip olmadığı görüşündedirler. Tercih edilen görüş ise istitâbenin vâcip olduğudur.
Mürtedin tevbesi, şehâdet getirmesi ve işlemekle küfre girdiği ameli terk etmesi ile olur.2493 Tevbe, bâtınen ve hükmen olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bâtınen Tevbe: Pişmanlık, günahı terk edip bir daha işlememeye azmetme, dil ile istiğfarda bulunma, eğer işlediği günah, kulların hakları ile ilgili ise bu hakları yerine getirmedir. Geçerli tevbe ancak bu şekilde olur. Hükmî Tevbe: Günah işleyen kimsenin bu günahını bırakarak insanların arasında tevbesini ve pişmanlığını açıklamasıdır.
Tekfirin kuralında “Yetkili olan kimsenin cezayı uygulamasından önce” sözü; dâru’l-İslâm’da güç yetirilen kimse için geçerlidir. Mürted eğer tevbe etmezse kanı ve malı helâl kılınarak cezalandırılması vâciptir. Kadın ve erkek bu cezalandırılmada eşittirler. Dâru’l-İslâm’da yönetimde olan imam yahut onun yardımcısı olan vali, kâdı veya onun yardımcıları olan kişiler cezayı uygular, fertler kendi kendilerine cezalandırma yapamazlar ve hadleri uygulayamazlar.
Bu konuda Müslümanlar ihtilâf etmemişlerdir ve Rasûlullah (s.a.s.) döneminden itibaren İslâm devleti ortadan kalkıncaya kadar bu böyle uygulana gelmiştir.
İmamdan başkası mürtedi öldürdüğünde üzerine düşmeyen bir şey yaptığı için ta’zir cezası uygulanır, ancak mürtedin kanına karşılık bir şey gerekmez. Ancak, imam hadleri uygulama konusunda gevşeklik gösteren birisi ise, halktan birilerinin bunu yapması vâcip olur. Bununla birlikte bu durumu; “Küfrü birçok kimse tarafından bilinen, bunu işlediği sâbit olmuş ve tevbe ettiği de bilinmeyen bir kimse için geçerli olduğu” şeklinde algılamak uygun olur.
Tekfirin kuralında “Yetkili olan kimsenin cezayı uygulamasından önce” sözü; dâru’l-İslâm’da güç yetirilen kimse için geçerlidir. Mürted eğer tevbe etmezse kanı ve malı helâl kılınarak cezalandırılması vâciptir. Bu sözü şöylece açıklayabiliriz. Dâru’l-İslâmda kendisine ulaşılabilen bir kimse küfür amelini işlemesi yahut küfür sözünü söylemesinin ardından orada yaşayan ve bu hali gören herkes tarafından tekfir edilmez. Kâdıya havâle edilir; zira bu kimsenin herhangi bir mâzeretinin olup olmadığını araştıracak olan ve bu araştırma ve sorgulama neticesinde ortaya çıkan verilere göre küfür ameli işleyen kimsenin öne sürebileceği mâzeretlerin şer’an geçerli bir mâzeret olup olmadığına karar verecektir. Eğer geçerli bir mâzeret ile işlemiş ise tekfir edilmez. Şer’an geçerli olan bir mâzeret ile küfür ameli işlemiş ise orada bulunan ve olaya şâhit olanların hemen onu tekfir etmesinin nekadar da yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.
Günümüz dünyasında halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu söylenen ve daha evvel İslâm’ın hâkimiyetine girmiş, şimdilerde ise Dininin hikümlerini
2491] 9/Tevbe, 74
2492] 3/Âl-i İmrân, 86-89
2493] Bk. önceki kaynaklar
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
terk ederek beşerî kanunlarla hükmetme ve Allah’ın kanunlarını iptal ederek Allah’ın kullarını yöneten istilâcı, şeriatten uzak "mürted", "mümtenî" yöneticilerin yönettiği ve irtidat devletleri haline gelmiş vatanlarda ise hükmün verilmesi ve bu hükmün uygulanması kâdıya bağlı değildir.
Artık kadılık müessesi kaldırılmış "mürtedlerin" beşerî kanunları yürürlüğe konulmuştur. Yöneticilerin İslâm’ı bırakarak irtidat ettikleri ve ülkeleri küfür ile yönettikleri toplumlarda, “ben Müslümanım” diyen bir kimsenin küfür ameli işlemesi veya küfür sözünü söylemesi durumunda bu kimseye (veya kimselere) kim hüküm verecektir? Öncelikle bu gibi ülkelerde Müslümanların bir cemeat çatısı altında toplanarak içlerinden en hayırlı kabul ettikleri bir Müslümana bağlanmaları şart ve farzdır. Şu halde mürtedlerin yönetimde olduğu bu ülkelerde küfür amelinin işlenmesi halinde fâile hükmü Müslümanların cemaatinin emîrinin yahut bu cemeat içinden ilim sahibi olan bir kimsenin vermesi gerekmektedir. Yahut bulunuyor ise bir fetvâ makamı, hükmü oradan istemelidir (Ki bu noktada da cemaatin ne kadar önemli olduğu görülmektedir). Bu durumda, şeraite aykırılık bulunmadığı müddetçe emîr veya ilim sahibi olanların önüne geçilmemeli ve ihtilâf çıkarılmamalıdır.
Ne var ki bugün Müslümanların yaşamış oldukları ülkelerde uzun zamandan beri (eksiklerine ve hatalarına rağmen) uygulanan İslâm hükümlerinin şimdilerde uygulanmadığı görülmektedir. Mürted mümtenîlerin yönettiği tâğutî devletlerde Müslümanların sevip kendilerine bağlandıkları bir emîrleri ve bir cemaatleri bile yoktur. Öyleyse hükmü vermek işi kime aittir? Allah Teâlâ: “Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorun”2494 buyurmaktadır. Allah (c.c.) ilmi ve ilim ehlini övmüş ve bilmeyen kimselerin ilim ehline sormasını emretmiştir. Böylece mürted mümtenî tâğutların yönetimde olduğu ve küfür üzere hükmettiği ülkelerde "kadı", "müftü" veya emir yahut cemaatin bulunmaması sebebi ile hükmü, bu saydıklarımızın dışında, bilinen ve tekfir kurallarını bilen, bu işin ilmine vâkıf olan bir ilim sahibi tarafından verilmelidir.
Hak Edeni Tekfir Etme Gereği
Tekfir: Söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, birinin İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir.
Burada belirtilmesi gereken bir konu da, küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir görüntü oluşturanlardan el çekmeli, dilimizi tutmalıyız. Bu gibi kimseler İslâm örfüne göre 'münâfık'tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini tasdik etmez. Dış görünüşlerine bakılarak onlara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.
İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terk etmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç
2494] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 561 -
zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." 2495
Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta İmam Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır. 2496
Tekfirciliğin Sebepleri
Özellikle, düzenin din kurumu Diyanet’in ve liderleri dışarıda olan büyük cemaatlerin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, çözümü hakları olmadığı halde tekfircilikte aramaktalar. Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiğini, kendini Müslüman sayma, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiğini değerlendirme yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yetersiz Kitap-Sünnet bilgisi, İslâmî eserlerin, özellikle tevhidî mesaj veren yazarların yanlış yorumlanması ve yüzeysel değerlendirmeler de bu sebepler arasındadır.
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır. Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran, kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur.
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve
2495] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
2496] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, 2/719
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür.
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” 2497; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.” 2498
İnanılıp kabul edilmesi gereken esaslar, Kur’an’ın inanç konusundaki kesin hükümleridir; kelâmî konular ve şahıslara, mezhep ve cemaatlere göre değişen yorumlar değildir. Reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin ya da cemaatin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğûtî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle iman ve küfür konuları (yani bir kimseyi mü’min kabul etmek veya onun müşrik olduğuna hükmetmek), beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı ilkelerdir bizim söylemek istediğimiz.
Bugün nice insan, cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebiliyor. Bir kimse, Kur’an’ın kesin bir hükmünü yalanlamadığı müddetçe, inkâr etmediği veya Allah’a kesin şekilde şirk koşmadığı müddetçe o kimsenin tekfir edilmesi yanlıştır. Bir davranışın küfür olması, o işi yapan tüm insanların kâfir olmasını gerektirmez. Mesaj verme ve inanç konularına dikkat çekmeyi amaçlayan söz veya yazılardan yola çıkarak bir müslümanı tekfir etmek, kesinlikle yanlıştır. İslâm’ın kesin hükümlerinden (zarûrât-ı diniyeden) ya da Kur’an âyetlerinden birini inkâr eden bir kimse, kendisine bu hususlar tebliğ edildiği ve o kimsenin câhilliği giderildiği halde, bile bile inkâra devam ediyorsa ve bu inkâr ettiği husus, tartışmalı bir husus da değilse, ancak o kimseye “kâfir” denilebilir, o kimse tekfir edilebilir. Câhilliğin de İslâm’ın hâkim olmadığı ve insanlara doğru bir dinin anlatılmadığı toplumlarda mâzeret olabileceğini düşünüyorum. Yani, yeterince okumadığı için İslâm’ın bazı hassas konularını bilmediğinden yanlışlıkla, küfür olduğunu bilmeden bir söz söyleyen veya böyle bir davranışta bulunan insanın da tekfir edilmemesi gerekir. Böyle kimselere anlatabilme imkânımız varsa doğru dini onlara anlatmak ve tüm şüphelerini gidermek gibi görevler yapıldıktan sonra, yine bile bile Kur’an’ın hükümlerinden birini reddediyorsa o kimseyi ancak o zaman tekfir edebiliriz. Şahsî yorumlarla
2497] 49/Hucurât, 6
2498] 49/Hucurât, 9-10
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 563 -
iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıyız. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İnanç esasları; kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.
İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin şahsî yorum ve kanaatleri, hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler bile akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu vahyin hükümleridir.
Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir. Delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır. Bu doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli, değişken beşerî doğrularla; yani zayıf delillerle hiçbir mü’min tekfir edilemez.
Halkın önemli bir kesiminin (namazla irtibâtını kesmeyenlerin) câhil de olsa Allah’ı ve Rasûlünü seven, bildikleri kadar da yer yer müslümanca yaşayan, ama yeterince dini kendi öz kaynağından (Kur’an’dan) öğrenmediği için bazı yanlışları ve ihmalleri olan günahkâr Müslümanlar olduğunu ifade edebiliriz. Halka, özellikle kıble ehline, yani farklı yorumlara sahip namaz kılanlara açıkça bir küfür sözü ve davranışına şahit olmadığımız müddetçe hüsn-i zanla yaklaşmalıyız.
“Kim lâ ilâhe illâllah der ve Allah’tan başka mâbudları reddederse, Allah onun malını ve kanını haram kılar. (Samimi olup olmadığı) meselesi Alah’a aittir.” 2499; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” 2500
Ama, konuyu sadece “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsenin Cennete gireceği”ni müjdeleyen bu tür hadis-i şeriflerle değerlendirmek de yanlıştır. Bu hadis sahihtir, sahihtir ama, bir hadis veya âyet, en doğru şekilde Kur’an bütünlüğü ve diğer sahih hadisler ışığında anlaşılabilir. Lâ ilâhe illâllah dediği halde, İslâm’a düşman
2499] Müslim, İman 37, hadis no 23
2500] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan, Kur’an’ın kesin hükümlerini bile bile inkâr eden, (sözgelimi hanımların tesettürüne düşmanca tavırlar takınan) nice insan, nice bilinçli kâfir vardır. Formalite icabı tevhid kelimesini söylemeleri, onları kurtarabilir mi? Putlara tapan, tâğutları bilinçli olarak destekleyen veya kendileri tâğutluğa soyunan şeriat düşmanlarının Müslüman olduğu iddia edilebilir mi; sadece lâ ilâhe illâllah diyecekler, ama her türlü küfrü benimseyecekler, gâvur gibi inanıp gâvur gibi, kâfir gibi yaşayacaklar, sadece bir sözle kurtulup cennete gidecekler… Bu iddia edilebilir mi? Bu takdirde Kur’an hükümleri boşuna, Müslümanların inançlarını korumak için bunca zahmetleri, ibâdet ve gayretleri gereksiz olmuş olmaz mı? Sadece bir kelimeyi söylemekle iş bitecekse, dünyada Müslüman sayılmak ve âhirette cennete gitmek mümkün olacaksa, Müslümanca inanıp yaşayanlar enayi olmuş olmazlar mı?
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları gözönüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiçbir yararı da yoktur. 2501
Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek,
2501] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 459
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 565 -
ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” 2502
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” 2503
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” 2504
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”2505 Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbir imizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da
2502] Buhârî, Edeb 44
2503] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
2504] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
2505] 60/Mümtehine, 5
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”2506 diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Bugün oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara
2506] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 567 -
doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
Demokrasiyi savunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek küfür olduğu gibi, böyle tâğutları veya tâğut adaylarını desteklemek, küfrün kanunlarıyla hükmedeceği kesin olan kimselere oy vermek de küfürdür. Ama bu küfür (günümüz şartlarını ve dinin benzer konulardaki yaklaşımını hesaba kattığımızda) insanı kâfir etmeyen bir küfür olabilir (“olabilir” diyorum; yani olmayabilir de; iki yönden de ihtiyatlı hassâsiyetle yaklaşmak gerekir). Kişiyi küfre götürmeyen küfür (el-küfrü dûne’l-küfür), kişiyi müşrik yapmayan şirk de vardır. Riyânın şirk olduğu, fakat sahibini müşrik yapmadığı gibi.
Tekfîr Konusunda Yetkili Merci
Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, kuşkusuz İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken, gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi hakkında işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi şahıslar kullanamazlar. Günümüzde içinde yaşadığımız ülkenin bir İslâm devleti olmadığına göre bu konuda daha fazla şey söylemek gereksizdir.
Ancak irtidad veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her mü’min için büyük risk taşır. Bu nedenle Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan (mü’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar dikkatli yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte tekfîr suçlaması, dâru’l-harp anlayışı ve Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.
Çünkü bu sorunlar, esasen, -Türkiye’de yaygınlaşan- üç yapay bâtıl din ile İslâm arasındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Bu üç din, tekrar edelim ki, “Popüler Türk Müslümanlığı” (câhil halkın dini), “Alevîlik” ve “resmî Türk Dini” (Atatürkçü, laikçi, Batıcı devlet dini)dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma ortamında âdeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç anlayamayacak kadar sıkıntı çekerler. Örneğin, “helâl, haram, farz, vâcip, sünnet, gayb, vahy, tâğut, şirk, küfür, ilhâd,
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nifak, irtidâd, zendeka ve bid’at” gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist, bir halk dini mensubu, bir Alevi, bir mistik ne kadar doğru bilgiye sahiptir? Türkiye’deki sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar, yaşamları boyunca İslâm’a ait bu gibi terimleri doğru tanımlarıyla birlikte bir kez bile duymamış olabilirler. Bu ihtimal çok büyüktür. Üstelik bu ülkede devleti hep bu câhiller yönetmektedir. Hâlbuki mü’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister istemez epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgi, kültür ve âyinlerin çoğu zararlı olmasına rağmen okullarda zorla okutulup uygulatmakta ve mü’min ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri ve puta tapma törenlerini not ve diploma için öğrenip uygulamak mecburiyetinde bırakılmaktadırlar! Mü’minler, bu büyük riske karşı önlem alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din hakkında ister istemez bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de mü’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o bölgelerdeki sapkın inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din haline gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik, Babîlik, Kadyanîlik ve Bahaîlik bu sayede İslâm’dan ayrı birer din olduklarını zamanla ilân etmek zorunda kalmışlardır.
Bilgisiz kalabalıklar tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay dinlerin kalabalık bağlıları arasında, mü’min kişi şu üç şeyden birini seçmek zorundadır:
a) Takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir ve bu sûretle İslâm’dan çıkacaktır,
b) Toplumdan tamamen soyutlanacaktır,
c) Diğer dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın değerlerini savunmak zorunda kalacaktır.
Üstelik bu üç tercihten hiçbir i, mü’min kişinin sıkıntılarını ve sorumluluklarını ortadan kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik tehlikelere karşı koruyamamaktadır.
Bu nedenle şirk suçunun çok yaygın biçimde işlendiği Türkiye gibi ülkelerde “mü’min kişi nasıl yaşamalıdır, ne yapmalıdır, küfre düşmemek için nasıl korunmalıdır ve onu bunu sık sık kâfirlikle suçlamaması için nasıl bir çözüm bulunmalıdır?” gibi sorular oldukça büyük önem taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî değerleri çiğneyerek dinden çıkarken, başkalarını da ilgilendiren hukukî birçok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar. Yani çok açık şekilde başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu gibi durumlarda, “herkes inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç kimse başka birine dinî baskıda bulunamaz, bakın işte camiler açık, herkes serbestçe ibâdetini yapıyor” gibi istismara ve kandırmaya yönelik sloganlardan yola çıkıp sanal mâzeretlere sığınarak kimse mevcut tecavüzleri örtbas edemez. TC yasaları da bu konularda mü’minlerin uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır. Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini özendiren veya en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır. Bu gerçeği karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak mümkündür.
Ancak bu konudaki örnekleri kavrayabilmek için öncelikle İslâm’ın hak ile bâtılı, haram/yasaklı ile mubah/yasal olanı birbirinden ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min kişiye nasıl bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. Türkiye toplumu, bu ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 569 -
büyük kısmı da işte buradan kaynaklanmaktadır.
Meselâ İslâm, alkollü içki içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır. Bununla birlikte bu suçu işleyen kimseyi kâfir olmakla, dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, “alkollü içki içmek suç değildir” diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış olsa bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz. Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyolojik bir boyutu daha vardır ve aslında büyük sorun buradan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir “vatandaş” mevcut kanunlardan cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu sözde özgürlüğünü, Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak kullanabilir ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu hakaretleri pervasızca savurabilir: “Ben özgürüm, burası Türkiye! Alkollü içki içmek neden yasak olsun, kim bunları söylüyor?! Bunlar gerici ve yobazdır, bu örümcek kafaları ezmek lâzım! Bunlar hangi çağda yaşıyor?...”
Bilindiği üzere, adam öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içki içmek, faizli muâmelede bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi olmak (örneğin, kendisine oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek), namaz kılmamak, Ramazan orucunu mâzeretsiz tutmamak, farz olmuşken zekât vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır suçlardan sayılmıştır. Şu var ki, (küfre götüren suçlar hâriç) bunların herhangi birini veya birkaçını işlemekle Müslüman kimse (genel kanaate göre) dininden çıkmış olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiçbir ini bir kerecik işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak olmadığını eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.
Bugün, Türkiyeli insanın, sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz, sergilediği o kadar çok çarpık davranış vardır ki, bunlar, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan ise hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik tâğûtî yasalar bu sözleri ve davranışları suç saymamaktadır. Peki, böyle bir toplumda Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek, nasıl koruyabilecektir? Binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça tekrarlanan o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir. Meselâ aşağıdaki örnekler çok çarpıcıdır:
Türkiye toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik doğrultularda belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar arasında Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak payda bulunmamaktadır.
Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’min bir kişi; şirk davranışları içinde bulunan, bile bile küfür sözleri sarf eden veya Allah’a, Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan ya da Kur’ân’ın içeriği üzerinde spekülasyon yapan ya da helâl şeyi haram, haramı da helâl diye niteleyen bir kimseyi asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm dini adına onun böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet mekânizması bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar (kendi özgürlüğü ve güvenliği açısından) mü’min kişi, şu önlemleri almak durumundadır:
1) Eşi ise, bu olaydan sonra nikâhının çözüldüğüne inanmak zorundadır. Onunla artık karı-koca ilişkisini sürdüremez (Eşi yeniden İslâm’a dönerse, nikâhını yenilemelidir),
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2) Velisi ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur,
3) Mü’min kişi, -böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun veya bulunmasın- onun kestiği hayvanın etini yiyemez,
4) Onunla herhangi bir ortaklık kuramaz,
5) Şahitliğini kabul edemez,
6) Vasiyetini yerine getiremez,
7) Günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edemez,
8) Cenazesini İslâmî usûllere göre teşyî edemez,
9) Onun mal varlığına vâris olup olmayacağı ise oldukça ihtilâflıdır. Bu konuda uzmanlardan bilgi almak zorundadır.
Bir insanın, görüldüğü üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı birkaç söz ya da sergileyeceği bir davranış biçimi, inançlar açısından başkalarına bu derece ağır yükler getirebilmektedir.
Bu sorun, en kısa tâbirle şudur: Kendini Müslüman sanan milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri istedikleri gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye çalışmaktadır. Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler. Halktan bazılarının da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici bir çoğunluğa sahip bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve ekonomik bakımdan egemen ve üstün konumda oldukları için bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar. İşte tekfîrciliğin Türkiye’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü (popülist Türk muhafazakârlar, şirk içindeki mistikler, ırkçılar, aleviler ve laikçi Atatürkçüler) eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal ederek onları haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem de dış dünyaya karşı haklı olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte bu nedenle Türkiye’de, son yıllarda çok tehlikeli terör projeleri ve komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah senaryosu gibi... Öyle gözüküyor ki bundan sonra da bu denemeler devam edecektir. Bahane ve suç adları da hazırdır: “Tekfîrci, bölücü, terörist, Hizbullahçı, el-Kaideci...”
Bu gerçekler, hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir. Eğer bu noktadan yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu bakımından herkese yöneltilecek insanî birtakım mesajlar bulunmaktadır. Şimdi de bu mesajları “Tekfirin Şartları” kapsamında iletmek gerekmektedir. 2507
Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış ve kanaatlere sahip insanlar hakkında varabileceği yargı, en çok dört şekilden biri olabilir. Bunlar: Tahsin, te’vil, tefsîk ve tekfir’dir. Bunların da anlamı şudur:
Tahsin
Tahsin: Bir şeyi uygun, normal, ya da güzel görmek demektir. Bu fikrî değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiçbir ini açıkça çiğnemeyen kimsenin
2507] Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Basılmamış Çalışma
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 571 -
dengeli, mubah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin hüsn-i zandır, olumlu kanaattir. Bu kanaat, ya tarafsızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mü’min kişi, bu çizgideki kimselerin sadece dış görünüşlerine bakarak bu yargıya varmak durumundadır.
Te’vil
Yorumlamak, daha doğrusu şüpheli bir durumu kasıtlı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir Müslüman, eğer İslâm’ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket ederek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Aksine bilgisizliğin, duygusallığın ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak, daha doğru olur. İşte buna “te’vil” denir.
İslâm tecessüsü yasaklamıştır.2508 Mü’min kişi, mü’min kardeşinin özel hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin suçu gizli kaldığı sürece o, yalnızca Allah’a (c.c.) karşı suçludur. Şu var ki, bir müslümanın şüpheli durumu eğer başka bir müslamanın, ya da İslâm ümmetinin hayatı, sağlığı, mutluluk ve başarısı ya da maddî ve mânevî çıkarları açısından herhangi bir tehlikeyi dâvet edici ihtimallerden biri olarak görünürse te’vil yolu burada tıkanır ve bu ihtimal ciddi bir sorun olarak İslâm fıkhının birinci derecede konusu olur.
Tefsîk
Tefsîk: Fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur: Müslüman kişinin, küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hâriç, diğer bütün günah, yasak ve çirkin iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sâbıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı Kerim’de münâfıklar2509 ve kâfirler2510 de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sâbıkalı Müslümanlar hakkında kullanılmıştır. Mü’min kişi, fâsık ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı içinden dışlayamaz. Onunla ilişkilerinin nasıl olacağını ise İslâm fıkhı belirler.
Tekfîr
Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları hususlardan biridir. Bu nedenle büyüklerden birçok zevat: “Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız” dememişlerse de, “her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız” demişlerdir.2511 Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vardır ki işlendiği zaman (Allah korusun) İslâm Dininden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerim’i bir bütün olarak kabul etmemek, nass’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklığını tanımamak ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi durumlar gelir.
Küfür çok ağır bir suç olduğu için mü’min kişi bu suçu işleyen kimse hakkında
2508] Bk. 49/Hucurât, 12
2509] Bk. 63/Münâfıkun, 6
2510] Bk. 9/Tevbe, 84
2511] Ali bin Ebi’l-Izz ed-Dımaşkî, el-Akîdetu’t Tahâviye Şerhi, 2/434
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle mü’min kişi eğer babası, oğlu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa İslâm Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor demektir.2512
Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
Şüphesiz Kur'an ve sünnet terminolojisinde “küfür” kelimesi kullanılırken, dünya hükümlerine nispetle insanı dinden çıkaran ve âhiret hükümlerine nispetle cehennemde ebedî kalmasını gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de kişinin cehennemde ebedî kalmasını değil, cehennem ile tehdit edilmesini gerektiren ve onu İslâm dininden çıkarmayan küfr-i asgar (küçük küfür) kastedilir. Bu küfür çeşidi ancak kişinin fâsıklık ve isyankârlıkla damgalanmasına sebep olur.
Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu dinden zarûri olarak bilinen her şeyi veya bunların bazısını kasden inkâr etmek ve reddetmek demektir. İkinci anlamıyla küfür (küfr-i asgar) ise Allah'ın emrine muhâlefet sayılan, yahut onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen diğer günahları kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu hadisler gibi birçok hadis bize ulaşmıştır:
a- "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse küfretmiş olur." veya "şirk koşmuş olur."
b- "Müslümana sövmek fâsıklık, onu öldürmek ise küfürdür."
c- "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın"
d- "Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı reddetmeniz sizi küfre götürür."
Bizim bu tür hadisler hakkındaki değerlendirmemiz şöyledir: Bu ve benzeri nasslarda vârid olan küfür, diğer bazı delillerden dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü ashâb da birbiriyle savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu. Emiru'l-Mü'minin Ali bin Ebî Tâlib'den yakın olarak bize ulaşmıştır ki, o, Cemel ve Sıffîn savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmiyordu. Sadece onları bağî/âsî sayıyordu. Şüphesiz Hz. Peygamber'in Ammar'a söylediği şu hadis sahihtir: "Seni bağî bir topluluk öldürecektir."
Yine Hâricîler hakkındaki şu hadis de sahihtir: "Onlarla iki tâifeden hakka yakın olanı savaşacaktır." Gerçekten de onlarla Hz. Ali ve beraberindekiler savaşmıştı.
Yine Kur'ân-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki taifenin mü'min olabileceğini isbat etmiştir: "Mü'minlerden iki tâife birbiriyle savaşırsa..." 2513 Ayrıca onlar arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de isbat etmiştir: "Şüphesiz mü'minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin." 2514
Şu hadis de bu hususu belirtiyor: "Kim (müslüman) kardeşine kâfir derse..." İşte bu hadiste birbirlerine kâfir diyen iki müslümanın kardeş olduğunu ve bu olayın
2512] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 335-336
2513] 49/Hucurât, 9
2514] 49/Hucurât, 10
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 573 -
müslüman ile kâfir arasında olmadığını belirtiyor. Böylece de kardeşine kâfir diyenin bu sözüyle İslâm dairesinden dışarı çıkmadığına delâlet etmektedir.
"Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir." veya "şirk koşmuştur"2515 hadisi ile "kim bir arrâfa veya kâhine gider de onun dediğini tasdik ederse, şüphesiz o, Allah'ın Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiğini inkâr etmiştir" 2516 şeklindeki hadis ve buna benzer hadisler de yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.
Geçmiş asırlar boyunca müslüman âlimlerden hiçbir i yukarıdaki fiilleri dinden çıkaran ve İslâm'dan döndüren fiiller olarak saymamıştır. Şüphesiz ki insanlar daima çeşitli zamanlarda Allah'tan başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kâhinleri tasdik ediyorlardı. Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları yadırgıyorlar, onların sapık ve fâsık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar, onların cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya müslümanların kabristanında defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu ümmetin, dalâlet üzere icma yapmayacakları bize merfu bir hadis ile ulaşmıştır.
İşte bu sebeple, İbn Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden birçok hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Burada kastedilen şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise tâat ile amel etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa'y) ya şükürdür ya da küfürdür (nankörlüktür). Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır ne de şundan." 2517
İkinci mânâdaki küfre, yani küfr-i asgara gelince, onun zıddı da şükürdür. İnsan ya bir nimet için şükredici olur ya da hakkını yerine getirmeyerek nankör olur. Allah Teâlâ insanın bu vasfı hakkında şöyle buyurur: "Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik. Artık o ya şükredici olur, ya da kâfir (nankör) olur." 2518 Başka bir âyet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim şükrederse, o ancak kendisi lehine şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim Rabbim müstağnîdir ve kerimdir..." 2519
Sahih-i Buhârî'de kadınların cehenneme girmelerinin sebebi hakkındaki hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Şüphesiz onlar inkâr ediyorlar (nankörlük ediyorlar)." Bunun üzerine sahâbe dedi ki: "Allah'ı mı inkâr ediyorlar?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Onlar dostluğa ve iyiliğe küfür (küfrân-ı ni'met) ediyorlar." 2520
Hâfız İbn Hacer Askalani, Kurtubi'nin şu sözünü nakletmiştir: "Şâri’in (Şeriat koyucunun) lisanında küfür, İslâm dininden olan şer'î hususlarla ilgili zarûrâtı bilerek inkâr etmek mânâsında kullanılmıştır." Daha sonra İbn Hacer şunları belirtmiştir: "Ancak bazen de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zâta şükretmeyi terk etmek ve nimetin hakkını vermemek mânâsında kullanılmıştır. Bu hususta Sahih-i Buhârî'nin "İman kitabı"nın "Kocaya nankörlük" ve "Küfür fiilini işlediği halde kâfir olmama" bölümlerinde, büyük günah işleyenleri
2515] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
2516] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/408
2517] İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu's-Sâlikin, c. 1, s. 355
2518] 76/İnsân, 3
2519] 27/Neml, 40
2520] Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı) ve “Bâbu Küfrun Dûne Küfr” (Küfür Olmaksızın Küfür Bâbı)
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kâfir sayan Hâricîlerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur. Buhârî'nin "Kitabu'l-İman" bölümündeki "küfr dûne küfr" (küfür olmayan küfür/nankörlük) babındaki Ebû Said (r.a.)'ın rivâyet ettiği "onlar iyiliği inkâr ediyorlar..."2521 şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır."2522
Bundan dolayıdır ki İmam Buhârî Sahih'inde "Kitabu'l-İman" bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle müslümanları tekfir eden Hâricîler’i reddetmek için birçok "bab"lar koymuştur. İşte bu "bab"lardan biri de "Bâbu Küfrâni'l-Aşîri" ve "Küfrun Dûne Küfrin" bahsidir. "Küfrun dûne küfr" ("Küfür işlediği halde kâfir olmama") ibâresi, Allah Teâlâ'nın "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler var ya, işte onla kâfirlerin ta kendileridir" 2523 kavl-i şerifinin tefsiri hakkında İbn Abbas ve bazı tâbiînden rivâyet edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef âlimleri tarafından yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Aynı taksimat şirk, fısk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fısk, zulüm ve nifak da aralarında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennemde ebedi kalmayı gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez. 2524
Bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye şöyle diyor: "Kitap ve Sünnetin delâletiyle Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'in görüşü şu şekilde kesinleşmiştir. Ehl-i Sünnet, kıble ehlinden hiçbir kimseyi bir günah sebebiyle tekfir etmez. Yine işlediği bir amel sebebiyle kişiyi İslâm'ın dışına atmazlar. Ne var ki; o amel içki içme, çalma ve zina gibi yasaklanmış bir fiil olmalı ve imanın terkini içermemeli... Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilme gibi Allah'ın inanılmasını emrettiği şeyleri terk etmek, kişiyi küfre sokar. Tevâtür yoluyla sâbit olan apaçık farzların farziyetine inanmamak ve yine tevâtür yoluyla sâbit olan haramların helâllığına inanmak sebebiyle kişi küfre girer. Eğer sen günahlar, emredileni terketmek yasaklananı da yapmak şeklinde iki kısma ayrılır dersen cevabım şu olur: Kul kendisine emredileni terkettiği takdirde, ya emredilenin farz olduğuna inanır veya inanmaz. Eğer farziyetine inanır, yapmayı terkederse farzın tümünü terketmemiş olur. Aksine bir kısmını yerine getirmiş olur ki, o da inanmasıdır. Bir kısmını da terk etmiş olur ki, o da amelidir. Haram kılınan şey de böyledir. Kişi haramı işlediği vakit ya onun haramlığına inanır veya inanmaz. Eğer haramlığına inanarak işlerse, farzı yapmak ve haramı işlemek gibi ikisini bir araya getirmiş olur ve böylece hem iyiliği hem de kötülüğü olur. Söz, ancak tevâtür yoluyla sübut bulmuş şeylerin haramlığına ve farziyetine inanmayı terketmek sûretiyle mâzur sayılmayacak konular hakkındadır. Bir özrü sebebiyle bilmediği veya te’vil etmesi yüzünden terkettiği ya da işlediği fiile gelince, bunu işleyen kişi kâfir olmaz. Hükümlere inanmamanın küfür olduğuna ve sadece haramı işlemenin küfür sayılmayacağına gelince, bu kendi mevzûsunda karara bağlanmıştır. Allah'ın kitabındaki şu âyet-i kerime buna delil teşkil etmektedir; "...Eğer onlar tevbe eder, namazlarını kılar ve zekâtı verirlerse sizin din kardeşlerinizdir..." 2525
2521] Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı)
2522] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, c. 13, s. 75
2523] 5/Mâide, 44
2524] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 85-90.
2525] 9/Tevbe, 11
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 575 -
Günahlara gelince, Kur’an'da hırsızın elinin kesilmesi, zânînin sopalanması cezası vardır. Kur'an, onların küfrüne hükmetmemiştir. İki gruptan biri diğerine saldırmakla birlikte birbirlerini öldürmeleri de aynı şekildedir. Fakat iman ve kardeşlik her iki grup için de geçerlidir. Cana kıydığından ötürü kendisine kısas gereken katili de Kur'an "kardeş" olarak nitelendirmektedir. 2526 Cenâb-ı Hak katili (kardeş) olarak isimlendirdi.
Buhârî ve Müslim'de Ebû Zer hadisi yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona Cebrail'den naklen şöyle buyurdu: "Lâ ilâhe illâllah diyen cennete girer. Zina etse de, çalsa da ve şarab içse de... Hem de Ebû Zerr'in burnu yerde sürtülse de..." 2527 Yine bir hadis-i şerif şöyledir: "Kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa, kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa ateşten çıkar."
Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu naslar imanla birlikte büyük günah işleyenin küfre girmeyeceğine delil teşkil ettiği gibi, Hâricîlerden bir grup bid'atçinin düşüncelerinin aksine şefaat sayesinde cehennemden çıkacağına, delâlet etmektedir. Mûtezile şefaat konusunda ihtilâf halindedir. Yine bu naslar, büyük günah işleyenleri cehennemden çıkaran imanın emredilen hasene (iyilik) olduğuna ve hiçbir günahın ona engel olmayacağına delâlet etmektedir."
Başka bir yerde İbn Teymiyye şöyle diyor: "Bundan dolayı selef ulemâsı, ‘itikad kitaplarında; biz kıble ehlinden hiçbir kimseyi günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. Yine hiçbir kişiyi amelinden dolayı İslâm'dan çıkarmayız’ diyor." Tekfirci gençlerin düştüğü hatalardan biri de iki küfrü birbirine karşıtırmaktır. Aynı şekilde onlar, küçük günah olan fısk ile küfrü, zulüm ile küfrü birbirine karıştırıyorlar. Onlar, bunların tümüne "şirk" mânâsını veya benzerini vermekteler.
Fakat Kur'an ve Sünneti inceleyenler böyle olmadığını görürler. Tekfircilerin sözlerinden bir örnek: Zulüm de küfür demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "...Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir."2528 Hiç kimse, kâfirin küfrü sebebiyle kendi nefsine zulmettiği hususunda kuşkuya kapılamaz. Fakat her zâlim kâfir midir? Kesinlikle hayır. Çünkü Kur'an'da Hz. Yûnus şöyle duâ ediyor; "Senden başka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Çünkü ben zâlimlerden oldum."2529
Küfür ile fıskı birbirine karıştırma konusuna gelince gençler buna şu âyeti delil getiriyorlar; “Biz sana apaçık âyetler indirmişiz. Onları sadece fâsıklar inkâr ederler." Füsûk (fâsıklık) kelimesi küçük günahlar ve küfür için de kullanılmıştır. Bunun için her kâfir aynı zamanda fâsıktır; fakat her fâsık kâfir değildir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "...Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir..." 2530 Hiç kötü lakaplarla çağırmak küfrü gerektiren şeylerden olur mu? Bunu kim söyleyebilir?
Fısk ve zulüm kelimeleri hatta bazen "küfür" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de kâfir için de müslüman için de kullanılıyor. Bundan dolayı tedbirli davranmak ve acele etmemek gerekir. Buradaki küfür sözü, sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Zira büyük küfür, sahibini dinden çıkarır. Her kâfir hem zâlim, hem de
2526] Bk. 2/Bakara, 178
2527] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 2/266-270
2528] 2/Bakara, 254
2529] 21/Enbiyâ, 87
2530] 49/Hucurât, 11
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fâsıktır. Fakat her zâlim veya fâsık, kâfir değildir.
"El-Kevâşiful-Celiyye an Meâniyi'l-Vâsıtıyye" adlı kitapta şöyle denilmektedir: "Fısk kelimesi, sözlük anlamı bakımından istikametten çıkmak ve sapmak anlamına gelir. Bu sebepten dolayı sapmış kişiye fâsık denildi. Şeriat bakımından fâsık, büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişi anlamına gelir. Fâsıklık iki kısımdır. Biri itikadî, diğeri amelîdir. Zina, adam öldürmek ve livata gibi... İslâm milletine bir lütuf olarak uzun süre müslümanlar küfrü gerektirecek masiyetleri işlemediler. Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat "büyük günah" işleyenin kâfir olmadığını ve İslâm dininden çıkmadığı görüşü üzerinde ittifak etmişlerdir. İslâm'dan ve imandan çıkmayacağı, küfre girmeyeceği üzerinde de ittifak sağlamışlardır."
İbn Teymiyye, müslümanların fâsıklarından bahsederken şöyle diyor: "Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat, müslümanların fâsıklarının, imanın kökünün ve bir kısmının kendileriyle beraber olduğuna, imanın tümünün bulunmadığına inanırlar. Bu iman sayesinde onlar cennete girmeyi hakederler. Yine Ehl-i Sünnet, fâsık müslümanların cehennemde ebedî kalmayacakları, bilakis kalbinde buğday tanesi veya hardal tanesi kadar iman bulunan kişinin cehennemden çıkacağı kanaatindedirler." 2531
Diğer birçok âlim-yazar gibi Samarraî'de câhiliye, itikadî şirk, amelî şirk... gibi kavramların tekfirde aşırı gidenlerce nasıl yanlış ve yüzeysel değerlendirildiğini ortaya koymuştur. Câhiliye hakkında şöyle der: "Câhiliyet hakkında vârid olan hadislere geçmeden önce şunu söylemek istiyorum: 'Gerçekten câhiliyet Allah'ın şeriatının tatbiki ile ilgili bir durum, bir nitelik olunca bazen küfür ifade eder... Yöneticilerden kim, beşerî kanunu Allah'ın düzeninden üstün tutarak onu reddederse bundan ötürü kâfir olur. Çünkü o, Allah'ın indirdiğinden başkası ile hükmediyor ve Allah'ın kanununa dil uzatıyor. Câhiliyet, câhiliyet açılıp saçılması, câhiliyet taassubu gibi adet ve geleneklerle ilgili bir durum olduğu vakit bu, Allah'ın şeriatına tercih edilmedikçe bazen masiyet (günah) veya fısk ifade eder." 2532
Tekfirde aşırı giden grubun gençleriyle çok sık karşılaştığını ifade eden Samarraî kitabının bir yerinde şunları anlatıyor: "Gençlere; ümmeti tümüyle dininden çıkarıp küfür girdabına atan bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini söylediler. Müslümanlar şehâdet kelimesini dilleriyle söyleyip, anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar" diyorlar. Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker yazılsa, bu işlem onun tuz olma gerçeğini değiştirir mi? Bir adama ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse bu gerçeği değiştirebilir mi?
Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, dediğimizde, onlar dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, câhilî toplumdan İslâmî topluma geçen bir adamdı. Ama şehâdet kelimesini diliyle söyleyip hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir. Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliyle İslâm'a göre hareket etmiyor. O toplumun amelleri, tutumları, iktisadi metodları ve siyaseti tümüyle İslâm dışı olunca; o toplum da câhilî toplum demektir. O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan ile aksi sâbit olmadıkça küfre
2531] Abdurrezzak Samarraî, Tekfir Olayı, Vahdet Yay. s. 74-81.
2532] A.g.e., s. 158-159.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 577 -
girmişlerdir.
Kahire'nin "Medinetü'l Mühendisîn" semtinde sohbet ettiğim gençlere dediğimi burada zikrediyorum. Gençlere dedim ki: "Sizler Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği Allah'ın şeriatına mı uyuyorsunuz, yoksa Yunanlı kâfir Aristo'nun mantığına mı?" Bu sözün üzerine gençler, tedirgin oldular ve: "Allah'a sığınırız, bu ne biçim söz?" dediler. O vakit ben de: "Öyleyse bana cevap veriniz... Yanımıza bir Yahudi, bir Hıristiyan veya bir müşrik genç girse ve: Aklım İslâm'a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak istiyorum, ne yapayım dese, ne cevap veririz?"
Gençlerden bazısı, ona şehâdet kelimesini söylemesini telkin ederiz, dedi. Ben de: Bunu söylese ve şehâdet getirse, o sırada gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir? diye sordum. Dediler ki: O müslümandır. Ben de onlara: Fakat siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer gençler: Şehâdet getirmekle İslâm'a girdi:" dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz. Bakalım ki o şehâdetin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O, İslâm'a ait hiçbir hükmü yerine getirmedi... dedim.
Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı, onların hükmünü alacak mı diye bakarız. Veya ayrıcalık gösterir ve gerçekten müslüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehâdet getirmekle müslümanlığını ilan etmiş oldu. Bundan başkası olamaz. Rasûlullah (s.a.s.) döneminden günümüze kadar müslümanların bildikleri de bu zaten. Bundan fazlası kabul değil. Şehâdet getiren bu adamdan küfrünü ifade eden bir şey zuhur ederse, biz bu noktada, onun küfrüne ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.
Nihâyet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna inanacak. Aynı şekilde şehâdet getirip, müslüman olduğunu ilan eden kişi, İslâm'dan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslümandır, aksi değil. Yani İslâm sâbit olduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü asıl bulunduğu hal üzere kalır. Müslüman, dinden döndüğü sâbit oluncaya kadar müslümanlık üzerine kalır. Fukaha bundan daha da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu inkâr etse, adamın sözü geçerlidir, onların sözü değil. Fukahadan bazısı, "Kur'an'ın eksik olduğunu" söylemekle itham edilen kişi gibi, O da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişkisi bulunmadığını söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler. Bu konuda bu kadarı yeter..."
Küfür ülkesinde yaşayan müslümanların tâğûtî hükümlerle muhâtap olmaları durumunda onların itikadına nasıl bir zarar gelebilir? Eserinin bir bölümünde de bu sorunun cevabını ortaya koyan A. Samarraî konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye'den görüşler aktarıyor. Buna göre Firavun'un karısı, Yusuf (a.s.), Necaşî gibi fert ya da az bir grupla müslüman olan kişiler küfür ülkesinde yaşayıp bazen de küfür hükümlerine muhâtap olmuşlardır. Ve bu durum da onların itikadına zarar vermemiştir. Hatta buna ek bir örnek olarak -yine İbn Teymiyye'den aktarma yapılarak- Tatarlar arasında müslümanların hâkimlik veya imamlık görevinde bulunduğu da kaydedilmektedir. Samarraî bu son örneği de İbn Teymiyye'nin
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mecmu'ul-Fetevâ’sından aldığını kaydediyor.
Tekfirde aşırı gidenler, bazı büyük günah sahiplerini tekfir etmektedirler. İtikadî şirk ile amelî şirki ayırmamaktadırlar. Bu da Hâricîlerde bulunan bir özelliktir. 2533
Korunması ve Sakınılması Gerekenler; Tevhid ve Küfür
1- Tevhîd kelimesi ile hem dine girilir ve hem de dinden çıkılır. Tevhid kelimesinin menfi yönündeki hareketleri, insanı dinden çıkarır.
2- Tevhîd kelimesi kulun kendine ve çevresine ikrârıdır (yani kimliğinin göstergesidir) ve aynı zamanda tevhîd kelimesi kulun Rabbine olan imanının, teslimiyetinin ve Rabbiyle olan ilişkisinin bildirgesidir.
3- Olumluluk üzerine yapılan ikrar ispatı gerektirir. Ama olumsuzluk üzerine yapılan şehâdet ise açıklamayı gerektirir (yani tevhîd kelimesini söyleyen birisinden tevhidini kabul, reddeden birisinden ise ne için redd ettiğini açıklaması istenebilir).
4- Şer’î hükümlerin delâlet ettiği mânâ ve ihtivâ ettiği mânâları muhâfaza etmek gerekir.
5- Zarûri olarak bilinmiş olan şeylerden korunmak. Örneğin; müslüman birisinin müslümanlığında durmak ve kâfir birisinin de küfründe durmak gibi.
6- Zâtın beraati ve zâhirin kabul edilmesinde kesinlikle belli olan usûlleri yok etmekten kaçınmak.
7- Söylenilen söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğrudur. Zan ise hakikati ve doğruluğu çıkmayana kadar yalandır.
8- Allah’ın dininde cürüm işlemek ve ilimsiz olarak delillere saldırmaktan sakınmak gerekir. Zira böyle yapmak dinin gitmesine delillerin yok olmasına sebep olmaktadır.
9- Şiddetten ve şiddetli olmaktan kaçınmak, yükümlülükten sıyrılmak gerekir. Buna karşılık ise hikmetle kuşanmak, dâvâda güzel sabırlı olarak davranmak, Hakka tâbi olunsun diye hakkı açıklamak ve bâtıldan uzaklaşmak için de bâtılı açıklamak gerekir." 2534
Müslüman zümreden birçoğunun iman ve küfür konularından bahsedilirken "İtikadî küfür, amelî küfür" gibi ayırımları duyduklarında bu ayırımları kabul etmediklerini görebiliyoruz. Oysa bu bir gerçektir Yani her şirk ve her küfür, sahibini kâfir yapmayabilir.2535
Haksız Tekfirin Tehlikesi
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir:
2533] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 246-257.
2534] Muhammed Salih Ebu Ali, Mefâhim
2535] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi s. 189
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 579 -
1. Kestiği yenmez, onunla samimiyet kurulmaz, sır verilmez, velî/dost, yardımcı ve yönetici kabul edilmez. Nikâhlı karısının onunla beraber kalması helâl olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kâfire zevce olmasının sahih olmadığı yakin olarak bilinen icma ile sâbittir.
2. Onun çocuklarının, onun idâresinde kalmaları câiz değildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslâm toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler.
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan sonra İslâm toplumu üzerinde borç olan velâyet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidâyete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması gerekir.
4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslâm mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona vâris olmadığı gibi, başkası da ona vâris olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.) lânetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder.
İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel birçok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir.2536
Küfürden Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.”2537 Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şekilde herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.2538 Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a
2536] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 31-32
2537] 3/Âl-i İmrân, 102
2538] Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve 4/Nisâ, 48, 116
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir.2539
Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak, şirk ve irtidaddan korunmak, küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:
1. Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
2. Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
3. Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
4. Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
5. Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
6. Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
7. Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
8. İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
9. Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister;2540 her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”,2541 “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı.2542 Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Allah’ım, bile bile şirk koşmaktan Sana sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim.” 2543
2539] Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151; Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18
2540] Tirmizî, Deavât 30
2541] Nesâî, İstiâze 16, 29
2542] Nesâî, İstiâze, 16, 29
2543] Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 351-354
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 581 -
Küfürle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Küfür Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (-Küfür ve Kâfir-Toplam 525 Yerde) Küfür Kelimesinin İsim ve Fiil Halde Kullanılışlarının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 367 Yerde): 2/Bakara, 6, 26, 28, 39, 61, 85, 88, 89, 89, 90, 91, 93, 99, 102, 102, 102, 105, 108, 121, 126, 152, 161, 171, 212, 217, 253, 256, 257, 258, 271; 3/Âl-i İmrân, 4, 10, 12, 19, 21, 52, 55, 55, 56, 70, 72, 80, 86, 90, 90, 91, 97, 98, 101, 106, 106, 112, 115, 116, 127, 149, 151, 156, 167, 176, 177, 178, 193, 195, 196; 4/Nisâ, 31, 42, 46, 51, 56, 60, 76, 84, 89, 89, 101, 102, 131, 136, 137, 137, 137, 140, 150, 150, 155, 155, 156, 167, 168, 170; 5/Mâide, 3, 5, 10, 12, 12, 17, 36, 41, 61, 64, 65, 68, 72, 73, 73, 78, 80, 86, 103, 110, 115; 6/En’âm, 1, 7, 25, 30, 70, 89; 7/A’râf, 66, 90; 8/Enfâl, 12, 15, 29, 30, 35, 36, 38, 50, 52, 55, 59, 65, 73; 9/Tevbe, 3, 12, 17, 23, 26, 30, 37, 37, 40, 40, 54, 66, 74, 74, 80, 84, 90, 97, 107; 10/Yûnus, 4, 4, 70; 11/Hûd, 7, 17, 27, 60, 68; 13/Ra’d, 5, 7, 27, 30, 31, 32, 33, 43; 14/İbrâhim, 7, 8, 9, 13, 18, 22, 28; 15/Hıcr, 2; 16/Nahl, 39, 55, 72, 84, 88, 106, 106, 112; 17/İsrâ, 69, 98; 18/Kehf, 29, 37, 56, 80, 102, 105, 106; 19/Meryem, 37, 73, 77, 82; 21/Enbiyâ, 30, 36, 39, 97; 22/Hacc, 19, 25, 55, 57, 72, 72; 23/Mü’minûn, 24, 33; 24/Nûr, 39, 55, 57; 25/Furkan, 4, 32; 27/Neml, 40, 40, 97; 28/Kasas, 48; 29/Ankebût, 7, 12, 23, 25, 52, 66, 67; 30/Rûm, 16, 34, 44, 44, 51, 58; 31/Lokman, 12, 23, 23; 32/Secde, 28; 33/Ahzâb,25; 34/Sebe’, 3, 7, 17, 31, 33, 33, 43, 53; 35/Fâtır, 7, 14, 26, 36, 39, 39, 39, 39; 36/Yâsin, 47, 64; 37/Sâffât, 170; 38/Sâd, 2, 27, 27; 39/Zümer, 7, 7, 8, 35, 63, 71; 40/Mü’min, 4, 6, 10, 10, 12, 22, 42, 84; 41/Fussılet, 9, 26, 27, 29, 41, 50, 52; 43/Zuhruf, 33; 45/Câsiye, 11, 31; 46/Ahkaf, 3, 7, 10, 11, 20, 34, 34; 47/Muhammed, 1, 2, 3, 4, 8, 12, 32, 34; 48/Fetih, 5, 22, 25, 25, 26; 49/Hucurât, 7; 51/Zâriyât, 60; 52/Tûr, 42; 54/Kamer, 14; 57/Hadîd, 15, 19; 59/Haşr, 2, 11, 16, 16; 60/Mümtehıne, 1, 2, 4, 5; 61/Saff, 14; 63/Münâfıkun, 3; 64/Teğâbün, 5, 6, 7, 9, 10; 65/Talâk, 5; 66/Tahrîm, 7, 8, 10; 67/Mülk, 6, 27; 68/Kalem, 51; 70/Meâric, 36; 73/Müzzemmil, 17; 74/Müddessir, 31; 80/Abese, 17; 84/İnşikak, 22; 85/Bürûc, 19; 88/Ğâşiye, 23; 90/Beled, 19; 98/Beyine, 1, 6.
B- Kâfir Kelimesi ve Çoğullarının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 158Yerde): 2/Bakara, 19, 24, 34, 41, 89, 90, 98, 104, 109, 161, 191, 217, 250, 254, 264, 276, 286; 3/Âl-i İmrân, 13, 28, 32, 91, 100, 131, 141, 147; 4/Nisâ, 18, 37, 101, 102, 139, 140, 141, 141, 144, 151, 151, 161; 5/Mâide, 44, 45, 54, 57, 67, 68, 89, 89, 95, 102; 6/En’âm, 89, 122, 130; 7/A’râf, 37, 45, 50, 76, 93, 101; 8/Enfâl, 7, 14, 18; 9/Tevbe, 2, 26, 32, 37, 49, 55, 68, 73, 85, 120, 123, 125; 10/Yûnus, 2, 86; 11/Hûd, 9, 19, 42; 12/Yûsuf, 37, 87; 13/Ra’d, 14, 35, 42; 14/İbrâhim, 2, 34; 16/Nahl, 27, 83, 107; 17/İsrâ, 8, 27, 67, 89, 99; 18/Kehf, 100, 102; 19/Meryem, 83; 21/Enbiyâ, 36, 94; 22/Hacc, 38, 44, 66; 23/Mü’minûn, 117; 25/Furkan, 26, 50, 52, 55; 26/Şuarâ, 19; 27/neml, 43; 28/Kasas, 48, 82, 86; 29/Ankebût, 47, 54, 68; 30/Rûm, 8, 13, 45; 31/Lokman, 32; 32/Secde, 10; 33/Ahzâb, 1, 8, 48, 64; 34/Sebe’, 17, 34; 35/Fâtır, 36, 39, 39; 36/Yâsin, 70; 38/Sâd, 4, 74; 39/Zümer, 3, 32, 59, 71; 40/Mü’min, 14, 25, 50, 7485; 41/Fussılet, 7, 14; 42/Şûrâ, 26, 48; 43/Zuhruf, 15, 24, 30; 46/Ahkaf, 6; 47/Muhammed, 10, 11, 34; 48/Fetih, 13, 29, 29; 50/Kaf, 2, 24; 54/Kamer, 8, 43; 57/Hadîd, 20; 58/Mücâdele, 4, 5; 60/Mümtehıne, 10, 10, 11, 13; 61/Saf, 8; 64/Teğâbün, 2; 66/Tahrîm, 9; 67/Mülk, 20, 28; 69/Haakka, 50; 70/Meâric, 2; 71/Nûh, 26, 27; 74/Müddessir, 10, 31; 76/İnsan, 3, 4, 5, 24; 78/Nebe’, 40; 80/Abese, 42; 83/Mutaffifîn, 34, 36; 86/Târık, 17; 109/Kâfirûn, 1.
Küfür Hakkında Âyet-i Kerimeler
Küfrün Misali: İbrahim, 26
Allah Küfre Razı Olmaz: Zümer, 7
Küfürden Sakınmak: A'lâ, 14, 18-19
Mü'mini Küfürle İtham Etmek (Tekfir): Nisa, 94
Küfre Düşenler: Leyl, 8-10
Küfredenin Küfrü Kendi Aleyhinedir: Rum, 44; Fatır, 39; Zümer, 7.
Küfre Önderlik Edenin Cezası İki Kattır: Nahl, 24-25, 88.
D- Kâfirler Hakkında Âyet-i Kerimeler
D1- Kâfirlerin İmandan Yüz Çevirmeleri
Kâfirler İman Etmezler: Bakara, 6-7, 171; En'am, 7-9; A'raf, 185, 203; Enfal, 55; Yunus, 33, 96-97; 101-102; Hıcr, 14-15; Kehf, 55-57; Şuara, 198-201; Rum, 52-53, 58-59; Lokman, 25; Fatır, 22; Fussılet, 44; Hakka, 33; Mürselat, 50.
Kâfirlerin Dostları Şeytandır: Bakara, 257; Nisa, 38, 76; En'am, 71; A'raf, 27, 201-202; Enfal, 48; Meryem, 83; Furkan, 55; Şuara, 221-223; Fussılet, 25.
Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Peygamberliğini İnkar Eden Kâfirler: Nisa, 42; En'am, 33; A'raf, 184; Yunus, 2; Ra'd, 43; İsra, 94; Saffat, 35-38; Feth, 13.
Kâfirler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mucizeler İsterler: En'am, 37, 57-58; Yunus, 48-53; Hud, 32-33; İbrahim, 9-10; Hıcr, 14-15; Kehf, 55; Taha, 133-135.
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kâfirler, Allah'ın Ayetlerini İnkar Ederler: Enfal, 31-33; Hıcr, 90-91; Hacc, 72; Furkan, 4-6; Şuara, 5; Rum, 58-59; Lokman, 32; Sebe', 38; Mü'min, 56, 63, 69-70; Fussılet, 44, 52; Casiye, 8; Nebe', 28; Mutaffifin, 13.
Kâfirler, Allah'ın Nurunu Söndürmek İsterler: Tevbe, 32-33; Yunus, 82; Hacc, 15; Saf, 8-9.
Kâfirler, Kur'an'ı İnkar Ederler: Bakara, 170, 181, 231; Al-i İmran, 19, 72; Riza. 51. 140; Maide, 44; En'am, 5, 7, 25, 33, 57, 66; A'raf, 68; Enfal, 31; Tevbe, 65; Yunus, 15, 17, 37-39; 94; Ra'd, 1, 31; Hıcr, 24-25; Nahl, 24, 103-105; İsra, 41, 47-48, 89; Kehf, 56-57, 101, 106; Meryem, 73, 77; Taha, 100-101, 126; Enbiya, 2, 24, 32, 50; Hacc, 51, 55, 57, 72; Mü'minun, 63, 105; Furkan, 4-5, 30, 32, 50; Şuara, 5-6, 198-201; AnkEbût, 23, 47, 49, 68; Rum, 10; Secde, 22; Sebe', 5, 43; Saffat, 12, 14; Zümer, 57; Mü'min, 4, 81; Fussılet, 26, 40-41; Zuhruf, 36; Casiye, 9, 35; Mürselat, 50; Tekvir, 25; İnşikak, 20-23; Beled, 19.
Kâfirlerin Düşünüp İbret Alarak Allah'ın Varlığını Anlamalarını İsteyen Ayetler: Bakara, 164, 242, 252; En'am, 65, 105, 109, 126; A'raf, 32, 35, 58, 146-147; Yunus, 5-6, 15, 20, 67; Yusuf, 105; Ra'd, 2, 4; Nahl, 11-12, 67, 69, 79; İsra, 1, 41, 59; Kehf, 105; Meryem, 77; Mü'minun, 30; Nur, 18, 46, 58-59; Şuara, 8, 67, 121, 139, 158, 174, 190; Neml, 52, 82, 86, 93; Kasas, 71, 73; AnkEbût, 15; Rum, 20, 27, 37, 46, 58; Lokman, 31-32; Secde, 15, 26; Ahzab, 34, Sebe', 9, 19; Zümer, 53, 64; Mü'min, 13, 81, Fussılet, 37, 39; Şura, 15, 29, 32; Casiye, 3-9, 11, 13; Zariat, 20-21; Necm, 55, 58, 60; Hadid, 17.
Kâfirler Ahireti İnkar Ederler: A'raf, 45; Hud, 7; Ra'd, 5; İsra, 98; Furkan, 11-12, 21; Neml, 4-5, 66-67; Rum, 7; Secde, 10-11; Yasin, 48-49; Fussılet, 54; Casiye, 32; Vakıa, 47-50; Müddessir, 43-46; Nebe', 1-5, 27; Mutaffifin, 10-14; İnşikak, 14-15.
Kâfirler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkar Ederler: En’am, 2, 29-31; Yunus, 7-8; Hud, 7; Ra’d, 5; Nahl, 38; İsra, 49-52; Merym, 66-67; Mü’minun, 81-83; Neml, 67-72; AnkEbût, 23; Secde, 10-11; Sebe’, 3; Yasin, 78-79; Saffat, 16-18; Vakıa, 47-50, 57, 60-62, 83-87; Teğabün, 7; Kıyame, 3-6; İnsan, 27-28; Naziat, 10-14; Abese, 17-22.
Allah’ın İndirdiği ile Hükmetmeyenler Kâfirdir: Maide, 44.
D2- Kâfirlerin Bazı Özellikleri
Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En’am, 52-53; A’raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114.
Kâfirlerin Kalpleri Birbirine Benzer: Bakara, 118; Al-i İmran, 11; Hud, 110; Zariyat, 52-53.
Kâfirlerin Misali: Bakara, 171; Al-i İmran, 117; En’am, 122; A’raf, 179; Enfal, 55; İbrahim, 18; Yasin, 70; Muhammed, 12; Müddessir, 49-51; Beyyine, 6.
Kâfirler, Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.
Kâfirler, Birbirlerinin Yardımcılarıdır: Enfal, 73; Ahzab, 26; Casiye, 19.
Kâfirler Nankördürler: En’am, 63-64; Yunus, 12, 21-23; Nahl, 53-55, 83; Enbiya, 46; AnkEbût, 65-67; Rum, 33-35; Lokman, 32; Saffat, 11; Zümer, 8; Zuhruf, 9, 15, 87; Abese, 17-23; Adiyat, 1-11; Kureyş, 1-4.
Kâfirler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1, 3.
Kur’an Ayetleri, Kâfirlerin Küfrünü Artırır: Tevbe, 124-125; İsra, 41, 46, 60, 82; Hacc, 72; Şuara, 5-6, 198-201; Yasin, 45-46; Casiye, 9.
Kâfirler Dünyalıkla Övünürler: Kehf, 32-44; Sebe’, 34-36; Tekasür, 1-7.
Kâfirler, Dünya Hayatını Ahiretten Üstün Tutarlar: İbrahim, 3; kehf, 32-36; Rum, 7; Kıyame, 20-21; İnsan, 27; A’la, 16.
Kâfirler, Zanla Hareket Ederler: Yunus, 36.
Kâfirler, Yaratıkların En Kötüleridir: Beyyine, 6.
Kâfirler, Bâtılın Mücadelesini Yaparlar: Kehf, 56-57.
Kâfirlerin Dünyaya Bakışı: Kasas, 60; Rum, 7.
D3- Kâfirlerin Cezâsı
Kâfirlerin Cezası: Bakara, 39, 104, 161-162, 210, 217, 257; Al-i İmran, 11, 56, 151, 176-177; Nisa, 56; Maide, 36-37; 86; En’am, 70; A’raf, 38, 40-41, 50-51; Yunus, 4, 7-8; Hud, 111; Ra’d, 5; İbrahim, 2-3; 16-17; Nahl, 24-25, 29, 104; Kehf, 29, 106; Hacc, 19-22, 51, 57; Nur, 57; Furkan, 34; AnkEbût, 68; Secde, 14; Ahzab, 64-65; Fâtır, 7, 36; Zümer, 32; Fussılet, 26-28; Şura, 8, 26; Zuhruf, 74-76; Casiye, 10-11; Muhammed, 11; Teğabün, 10; Hakka, 35; İnşikak, 24; Fecr, 1-5.
Kâfirler, Allah’ın Nimetinden Dünyada Faydalanırlar: Bakara, 126; A’raf, 32; Hıcr, 3; İsra, 20; Taha, 131; Enbiya, 44; Mürselat, 46.
Kâfirlerin Yaptıkları İyi İşler Boşa Gider: Bakara, 217; Al-i İmran, 117; Maide, 5; A’raf, 147; ibraKÜFÜR,
KÂFİR VE TEKFİR
- 583 -
him, 18; Kehf,103-106; Nur, 39-40; Furkan, 23, 77; Zümer, 47; Muhammed, 1, 3, 8-9, 32.
Allah ve Melekler Kâfirlere Lanet Eder: Bakara, 161-162
Kâfirlerin Malları ve Evlatları Kendilerine Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En’am, 70; A’raf, 48; Ra’d, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücadele, 17; Hakka, 25-29; Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
Kâfirler, Allah'a Zarar Veremezler, Zararları Kendilerinedir: Al-i İmran, 176-177; Muhammed, 32.
Allah Kâfirlere Mühlet (Süre) Verir: Al- İmran, 178; En’am, 44; A’raf, 182-183, 186; Yunus, 11; Hud, 8; Ra’d, 32; Hıcr, 2; Meryem, 75; 83-84; Enbiya, 39-40; Hacc, 44; Lokman, 24; Şura, 21; Mürselat 46; Tarık, 17.
Kâfir Olarak Öleceklerin Tevbesi: Nisa, 18, 168-169.
Kıyamet Günü Kâfirlerin Durumu: A’raf, 38-39, 48; Yunus, 45-46, 54; İbrahim, 21-22, 28-29, 49-50; Hıcr, 2, 922-93; Nahl, 27, 84-85; İsra, 72; Kehf, 102-104, 124-127; Furkan, 11-14, 22, 27-29; Neml, 83-85; Rum, 12, 14-16, 55-57; Secde, 12; Ahzab, 66-68; Fatır, 36-37; Yasin, 48-53; Zümer, 47-48, 71-72; Mü’min, 10-12, 71-72; Fussılet, 19-24; Şura, 22, 44-46; Duhan, 47-50; Casiye, 27, 31-35; Ahkaf, 20, 34; Tur, 11-16; Kamer, 6-8; Rahman, 39, 41, 43-44; Vakıa, 41-46, 51-56; Teğabün, 9; Tahrim, 7; Mülk, 6-11; Müddessir, 8-10; İnsan, 4; Mürselat, 19, 24, 29-37, 45, 47-49; Nebe’, 21-30; Naziat, 34-39; İnfitar, 14-16; Mutaffifin, 15-17; inşikak, 10-14; Tarık, 10; A’la, 11-12.
Allah, Kâfirlere Hidayet Vermez: Bakara, 264; Zümer, 3; Münâfıkun, 6.
Kâfirler, Azabı Gördükleri Zaman Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: Fatır, 37; Mü’min, 10-11; Fussılet, 24; Şura, 44; Fecr, 24.
Kâfirlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 33-34; Muhammed, 34; Vakıa, 83-87, 92-94; Naziat, 1, 4.
Küfre Önderlik Edenlerin Cezası: Nahl, 24-25, 88.
Kâfirler, Azabı Gördüklerinde Yok Olmak İsteyeceklerdir: Furkan, 13-14; Zuhruf, 77-78; Nebe’, 40; İnşikak, 10-11.
Kâfirlerin Amellerinin Misali: Nur, 30-40.
Kâfirler, Kurtuluşa Eremezler: Kasas, 82.
E- Kâfir-Mü’min İlişkisi
Kâfirlere Karşı Allah’ınYardımını İstemek: Bakara, 286; Enfal, 45; Yunus, 85-86; Mü’min, 56; Mümtehine, 5.
Kâfirler, Mü’minlerle Alay Ederler: Bakara, 212; En’am, 10; A’raf, 49; Yunus, 48; Meryem, 73-75.
Kâfirlerin Dostlukları Yoktur: Bakara, 105, 217; Al-i İmran, 28, 118-120, 149-150; Nisa, 44-45, 101, 140, 144; Maide, 57; En’am, 68; Tevbe, 23; Ra’d, 37; Kasas, 86; Mücadele, 22; Mümtehine, 13.
Kâfirler, Mü’minlere Zarar Veremezler: Al-i İmran, 120; Nisa, 141; Maide, 11, 105; Enfal, 30, 59, 62-63; İsra, 45; Casiye, 19.
Kâfirlere İtaat Etmekten Sakınmak: Al-i İmran, 149; Kehf, 28; Furkan, 52; Kasas, 86; Ahzab, 1-3, 48; Şura, 15; İnsan, 24; Alak, 19.
Kâfirlerin Hayatı, Mü’minleri Aldatmasın: Al-i İmran, 196-197; Hıcr, 88; Taha, 131; Furkan, 10; Kasas, 79-82; Mü’min, 4; Zuhruf, 33-35; Ahkaf, 20; Kalem, 14.
Kâfirler, Mü’minleri Saptırmak İsterler: Nisa, 27, 44-45, 167; A’raf, 45; İbrahim, 3; Hıcr, 90-91, AnkEbût, 12-13.
Kâfirlerden Korkulmaz: Maide, 3; Enfal, 30; Tevbe, 13-14.
Kâfirlerden Yüz Çevirmek: En’am, 106, 150; Yunus, 41; Hıcr, 94; Kasas, 87; Secde, 30; Saffat, 173-174, 178-180; Zuhruf, 83, 89; Casiye, 18; Zariyat, 54; Necm, 29; Kamer, 6; Kalem, 8; Müzzemmil, 10.
Kâfirlere Karşı Mü’minlerin Davranışları: Tahrim, 9.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Dinden çıkarmayan bir kısım günahlar hakkında "küfür" kelimesi kullanmak caizdir: Kütüb-i Sitte, 15/ 185
Küfür kelimesinin ayet ve hadislerde geldiği manalar: 15/148
Küfrün, tekfir edene dönmesi meselesi: 15/ 149
Mü'mine kâfir diyen,kendisi kâfir olur mu? 15/ 145-147
Peygamber huzurunda iki kişinin küfürleşmesi: 12/ 296
Kötü söz sarfeden tekfir edilebilir mi? 15/ 143
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Küfre düşme korkusu: 4/ 233
Küfrün bazı şark cihetinde olması: 13/ 212
Küfür kaç çeşittir: 15/ 147
Küfrün imanı yok etmesi: 8/ 254
Davet ulaştığı halde küfürde ısrar eden müşrikleri pusu yoluyla öldürmek caizdir: 12/ 118
Kâfir ile onu öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler: Kütüb-i Sitte, 5/ 34-35
Kâfir diyeti: 17/ 330
Kâfirin kanı antlaşmadan sonra haramdır: 5/ 169-170
Kâfirin küfründen tevbe ederek dönmesi kabul edilir: 7/ 346
Kâfirin cehennemdeki durumu: 14/ 462-464
Kâfirken nezirde bulunan, müslüman olduğu takdirde nezri yerine getirir mi?
Kâfirler cehennemde ebedi kalacaklar: 14/ 418
Kâfirlerin cehennem yiyeceği: 4/ 239
Kâfirlerin mütevatir haberi makbuldür: 14/ 250
Kâfirlerle alış-veriş: 7/ 304
Kâfirler necis midir? 10/ 554
Kâfir olarak ölen baba ve akraba için istiğfarda bulunulmaması: 3/ 550-552
Kâfir zimmeti: 12/ 136
Kâfire karşı imanı gizlemek: 12/ 510
Buhari, Cihad 102, İman 17;
Müslim; İman 8;
Ebû Davud, Cihad 104;
Tirmizi, Tefsir 78;
Nesai, Zekat 3;
İbn Mace, Fiten 1;
Darimi, Siyer 10
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 190-198
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 180-184
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 475-495
4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 83-84
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 50
6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 90-97
7. El-Mizan Fi Tefsiri'l-Kur'an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 81-84
8. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 53-61
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 43-45
10. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 81-119
11. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 282-284 ve 424
12. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
13. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 11-104
14. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352
15. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63
16. İman; Hak Y. s. 249-265 (Küfre rızâ)
17. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, c. 2, s. 28-35
18. İman-Küfür Sınırı, Ahmet Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 55-65
19. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 107
20. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95
21. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48
22. Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. s. 165-237
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 585 -
23. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 339-354
24. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207
25. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
26. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. Küfr-Kâfir: 4, 186-190
27. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211
28. İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-54
29. İslâm'ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20
30. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
31. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan El-Hudaybi, İnkılab Y. s. 93-97
32. Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 80-86
33. Kur'an'da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 81-91
34. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
35. Konularına Göre Ayetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
36. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
37. Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
38. Kur'an ve Hadis'e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y.
39. İman ve Küfür Muvazeneleri, Bediüzzaman Said Nursi, Tenvir/Sözler/Envar Neşriyat
40. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
41. İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y.
42. Küfür Sözler (Elfaz-ı Küfür), Hüseyin Aşık, Demir Kitabevi
43. Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
44. Mürtede Ait Hükümler, Numan Es-Samerrai, Sönmez Y.
45. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
46. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
47. Vela, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
48. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidayet Y.
49. "İslâm'ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin", Celalü'l-Alem, Nizam Y.
50. Cahiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
51. Alim ve Tağut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
52. Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
53. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Numan Abdürrezzak Samarrai, Vahdet Y.
54. Tekfirde Aşırılık, Yusuf El-Kardavi, Şura Y.
55. Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
56. Çağdaş Hâricilik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, BeyanY.
57. Dinsizliğin İlkel Mantığı, Harun Yahya, Vural Y.
58. Dinsizliğin Kâbusu, Harun Yahya, Vural Y.
59. "Dinsizliğin Dini" İle Mücadele, Harun Yahya, Vural Y.
Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar
1. Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
2. Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şûrâ Y.
3. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Abdurrezzak Samarraî, Vahdet Y.
4. Çağdaş Hâricîlik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, BeyanY.
5. Cehalet Özürdür Bid’atçı Tekfircilere Reddiye, Ahmed Ferid, Guraba Y.
6. Tekfirle İlgili 30 Risale, Ebû Muhammed Âsım el-Makdisî
7. Hâricî Edebiyatı, Yasin Kahyaoğlu, Uysal Kitabevi Y.
8. Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Ferid Aydın, Basılmamış Çalışma
9. Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Es-Samerraî, Sönmez Y., s. 124-127
10. İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Abdülhak el-Heytemî, Hak Y.
11. Çağdaş Meselelere Fetvâlar, Yusuf el-Karadavi, Ravza Y., c. 1, s. 159-198
12. Fetvâlar, Mevdudi, Nehir Y., II/126-129
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
13. Davetçiyiz Yargılayıcı Değil, Hasan el-Hudaybî, İnkılab Y.
14. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 122, 144, 146
15. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y., s. 74-88
16. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 41-48
17. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
18. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y., s. 286-305
19. Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Faruk Beşer, Nûn Y., I/21-26
20. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi Y.
21. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y.
22. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y., s. 190-195
23. Küfür Sözler Bid’at ve Hurâfeler, Abdullah Osmanoğlu, Yasin Y.
24. Elfâz-ı Küfür Küfür Sözler, Hüseyin Âşık, İlim Y. /Demir Y.
25. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 457-459; 640-641
26. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şamil Y., c. 3, s. 175-176; c. 4, s. 369-372; Ömer Tellioğlu, c. 5, s. 262-267; Ahmed Özalp, c. 2, s. 232-233
27. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y., s. 214
28. Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Abdülkerim Zeydan, Beyrut 1407/1986, s. 415-416
29. en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, Abdülkerim Osman, s. 66-67
30. Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, Hikmet Zeyveli, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293
31. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 10, s. 170-172
32. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y., c. 2, s. 340
33. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y., s. 98
34. 1. Kur'an Sempozyumu, Mehmet Aydın, s. 353
35. 1. Kur'an Sempozyumu, S. Ateş, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383
36. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73
37. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y., s. 11-104, 213-216
38. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
39. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk (et-Teşrîu’l-Cinâî el-İslâmî), Abdülkadir Udeh, Beyrut, 2/708-710
40. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y., s. 339-354
41. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y., s. 101-129
42. İstismar Edilen Kavramlar, Abdullah Palevi, Şahsi Y., s. 49-60, 271-280,339-350
43. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
44. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352
45. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63
46. İman; Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 249-265 (Küfre rızâ)
47. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tûba Y., c. 2, s. 28-35
48. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95
49. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48
50. Kur'an'da Dini ve Ahlâki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. s. 165-237
51. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207
52. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
53. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. Küfr-Kâfir: 4, 186-190
54. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211
55. İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-54
56. İslâm'ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20
57. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
58. Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 80-86
59. Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 81-91
60. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
61. Konularına Göre Âyetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
62. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 587 -
63. Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
64. Kur'an ve Hadis'e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y.
65. İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y.
66. Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
67. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
68. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
69. Velâ, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
70. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
71. "İslâm'ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin", Celalü'l-Alem, Nizam Y.
72. Câhiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
73. Âlim ve Tâğut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
74. Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
75. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150
76. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebû Yusuf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347
77. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
78. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y.
79. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
80. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
81. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
82. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
83. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhâlefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
84. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
85. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
86. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
87. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
88. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
89. 20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
90. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
91. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
92. Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Temmuz, 1986
93. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
94. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
95. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
96. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
97. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
98. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
99. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
100. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
101. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
102. Kur’an ve Hadislere Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
103. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
104. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9; 281-385
105. Nasıl Davet Edelim? Muhammed Kutub, Beka Y.
106. Dâru’l Harp mi Dâru’l Harap mı, Ahmed Kalkan, Beka Y.
107. www.cehaletmâzeretdegil.com
108. www.mucadelemİslâm.com
109. www.tagutured.com

 

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:24

KUR'AN'IN İ'CÂZI

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KUR'AN'IN İ'CÂZI


- 457 -
Kavram no: 121
Kitap 6
İman 20
Bk. İncil; Tevrat; İman; Okuma; İlim
KUR'AN'IN İ'CÂZI


• İ'câz ve Mu'cize Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
• İ'câzu'l-Kur'an Ne Demektir?
• Kur’ân-ı Kerim'in Mûcize Oluşunun Delilleri:
a- Kur’ân-ı Kerim'in Hârikulâde Oluşu
b- Kur'an'ın, Karşı Çıkan Muhaliflerine Meydan Okuması
c- Bir Benzerinin Getirilememesi
• Kureyş İleri Gelenleri Gizlice Kur'an Dinliyor
• Kur'an ile Diğer Peygamberlerin Mûcizeleri Arasındaki Fark
• Kur'an'ın İ'câz Yönleri:
a- Kur'an'ın Nazmı ve Te'lifi
b-Kur'an'ın Fesâhat ve Belâğatı (Anlatım ve İfade Güzelliği)
• Gaybî İ'câzı:
a- Kur'an'ın Gelecekten Haber Vermesi
b- Geçmiş Toplumlardan Haber Vermesi
c- Bütün İnsanların İhtiyacını Karşılayacak Esaslar İhtiva Etmesi
d- Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in Her Arzusuna Uygun Olarak Nâzil Olmaması
• Kur'an'ın İlmî İ'câzı
"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcıları-nızı) da çağırın. Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." 2029
İ'câz ve Mu'cize Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
İ'câz: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, bütün insanların Kur'an'ın benzerini getirmekten âciz olduğunu göstermek suretiyle kendi doğruluğunu ortaya koymasıdır. İ'câzu'l-Kur'an: Kur'an'ın, bütün insanları benzerini getirmekten âciz bırakmasıdır. Mûcize: Benzeri getirilmesi için meydan okunarak gösterilen, bilinen sebeplerin dışında kalan, peygamberinin doğruluğunu göstermek için Allah tarafından halk edilen ve benzeri getirilemeyen hârikulâde olaydır. Mûcizede üç ana şart vardır. Bunlar, onun hârikulâde bir olay olması, meydan okunarak gösterilmesi ve benzerinin getirilememesidir. Bu noktadan hareketle, Kur’ân-ı Kerim'de de bu üç unsurun varlığı, delilleri ile gösterilmiş ve dolayısıyla onun en büyük mûcize olduğu ortaya konmuştur.
Kur’ân-ı Kerim'in Mûcize Oluşunun Delilleri
2029] 2/Bakara, 23-24
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mûcizenin tanımında üç ana unsur/şart bulunmakta olduğunu belirttik. Bu özellikler, kendisinde en mükemmel şekilde bulunduğu ve ilelebet bulunacağı için Kur’ân-ı Kerim, diğer mûcizelerden daha farklı ve daha üstün bir mûcize olma niteliğini taşımaktadır. Şöyle ki:
a- Kur’ân-ı Kerim'in Hârikulâde Oluşu
Allah Teâlâ her peygambere, kendi zamanında geçerli ve rağbetli olan şeylere üstün gelecek cinsten mûcizeler vermiştir. Bunun böyle olması gâyet tabii ve bir bakıma gereklidir. Zira sihir ya da tıp alanında mâhir kişilerin bulunduğu bir devirde, başka cinsten mûcizelerle ortaya çıkan kişilere, inanmayanlar tarafından "biz de sihrin en âlâsını yapıyor, birçok tehlikeli hastalıkları iyi edecek derecede tıbbı biliyoruz. Sen de onları yapamıyorsun" denilebilir. Mûcizelerin, bahsedilen tarzda gösterilmesi ile yapılması muhtemel olan bu tür itirazlara meydan verilmemiş olmaktadır.
Hz. Peygamber'e mûcize olarak Kur'an'ın verilmesinin hikmeti de, o sırada Arap dilinin şiir, üslûp ve hitabetin en yüksek dereceye ulaşmış olmasıdır. Gerçekten Rasûlullah'ın peygamber olarak gönderildiği sırada Araplar, belâgat konusunda çok ileri gitmişlerdi. Şiirin her çeşidine vâkıf idiler. Lisanları şiire müsait idi. Bedevileri dahi güzel konuşur, konuşmalarını şiire benzetirdi. Methederler, hicvederlerdi. Methettiklerini yüceltir, hicvettiklerini batırırlardı. Panayırlarda şairler şiir yarışması yaparlar, halk dinler ve onlar hakkında notlarını verirdi.2030 Tertip edilen edebiyat ve şiir yarışmaları, bu edebî ürünlerin daha çok gelişmesine neden olurdu.
İşte, insanların edebî bakımdan en yüksek bir seviyeye ulaştıkları bu devirde fesâhat ve belâgatın en büyük timsali Kur’ân-ı Kerim inzal edilerek, herkesin beğenisini kazandığı için Kâbe'nin duvarına asılmaya hak kazanan ve o devrin en büyük edebî ürünleri sayılan "Muallekat-ı Seb'a (Yedi Askı)"nın değersizliğini ve dolayısıyla, kendi benzerinin yapılamayacağını ispat etmiştir. O gelince, şairler utandıklarından kendi şiirlerini indirmişler, büyüklüğü karşısında dize gelmişlerdi.
Gerçekten harfi, kelime ve cümleleri, onların kullandıkları ile aynı olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerim'in, Arapların alışılagelen nesir ve nazım formundan ayrı, tamamen kendine has bir üslûbu vardır. Onların nesirlerine, nazımlarına, secî, recez ve şiirlerine benzemeyen bir özelliğe sahiptir. Araplar bu üslûba hayran kalmışlar, onun kendi üslûplarından farklı ve üstün olduğunu itiraf etmişler, kendi kelamlarından onun bir benzerini getirmekten âciz kalmışlardır. Sadece bu özelliği, onun hârikulâde bir eser olduğunu göstermeye yeterlidir.
b- Kur'an'ın, Karşı Çıkan Muhaliflerine Meydan Okuması
Beşeriyetin dinden istifadesi, hârikalara sarılmakta değil; Allah'ın sünnetine/evrendeki kanunlarına sarılmaktadır, yani ilimdedir. Hârikalar, kulların zor zamanlarında Allah'ın özel yardımıdır. Hidâyetten gaye ise, zorluktan kurtarmadır. O yüzden mu'cizenin en önemlisi, ebedî, aklî ve ilmî kıymeti içeren mu'cizedir. Bu mu'cize ise Kur'an'dır. Allah, Rasülüne bunu o kadar kesin ve yakîn ile bildirmiştir ki, Kur'an'ın benzerini hiçbir insan, hatta bütün insanlar yapamaz. Bu,
2030] İslâm'a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim'den Cevaplar, s. 154
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 459 -
bizzat ilahî va'd ve taahhüt altındadır. Kur'an, nasıl bir kelam farzedilirse edilsin, en büyük dâhî sayılan edipler, filozoflar ve şairler onun benzerini yapmaya kalkışırsa âciz kalır. Kur'an'da o kadar fevkalâdelik görmek istemeyen körler veya kinciler ne farzederse etsin, Kur'an ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları zaman mağlup olagelmişler, hiçbir şey yapamamışlardır. Allah, kudretlerini derhal bağlamış veya esasen hiç vermemiştir. İşte Allah, Peygamberine bu kuvveti vermiş ve asırlardan beri de bunu ispat etmiştir.
Dünya kuruldu kurulalı, geçmişle ilgili bu kadar büyük ve bu kadar eşsiz bir haberi, bu kadar ciddiyetle peygamberlerden ve bilhassa son Peygamber'den başka hiçbir kimse ispat etmeye değil; ortaya atmaya bile cesaret edememiştir. Çünkü yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Şarlatanlar, geçici bir zaman için parlar, söner. Napolyon Bonapart, Mısır'a geldiği zaman, savaşlardaki üstünlüğüne güvenerek ve bunları bir mu'cize sanarak: "Ben Muhammed'i severim, o da benim gibi büyük bir komutan idi, fakat ben daha büyüğüm" demişti. Bu gururu, bu boy ölçüşmeye kalkması, sonuçta Akka kalesinden başlayarak kırılmaya yüz tuttu, nihâyet söndü gitti ve o zamandan beri Fransızlar, onun açtığı yaraları tedavi edemediler. Özetle (bu durum) Kur'an'ın meydan okuma sırrı ve Muhammed Aleyhisselam'ın peygamberliğinin ebedî bir kanun ve delilidir. Allah, bu delili hatırlatıyor ve Muhammedî nübüvveti, Kur'an'ın hak olduğunu te'yid ediyor ve insanlar içinde bunda şüphe edenlere meydan okuyor. 2031
Peygamber Efendimiz Kur'an âyetlerini insanlara okuduğu zaman, yetim büyüyen ümmî bir insana bu âyetlerin gelmesini hazmedemeyenler "Muhammed bunları kendisi uyduruyor" dediler. Allah, peki buyurun, siz de Arapsınız. Arapça'yı onun kadar biliyorsunuz. Bütün Arap edebiyatçılarını, bilginlerinizi çağırın ve o Kur'an'ın surelerinden bir surenin benzerini siz de söyleyin diyerek meydan okuyor.
İnsanların yazdığı kitaplarda bazen yüksek hikmetler görülürken, bazen gâyet basit düşüncelere rastlanır. Bir sayfası gâyet edibane iken, diğer sayfalarında kalite düşer. Baştan sona okunsa tezatlarla karşılaşılır. İnsanların koyduğu yasalarda da tezatlar vardır. Anayasayı koyan hukukçular, diğer yasaları koyarken Anayasaya aykırı olmaması için dikkat etmelerine rağmen, bir müddet sonra ceza yasasından bir maddenin Anayasaya aykırılığı ortaya konulur. Bu, normaldir. Çünkü insan aklının gücü, görüş alanı sınırlıdır. Yarının ne getireceğini bilemez. Allah'ın kitabı Kur’ân-ı Kerim'in nazmında, manasında, haberlerinde, emir ve yasaklarında, edebiyatında, gramer kaidelerinin uyumluluğunda bugüne kadar bir eksikliğe, aykırılığa, düzensizliğe, çelişkiye rastlanmamıştır.
Yirmi sene önce yazılmış teknikle ilgili kitaplar bugün değerini yitirdi. Filozofların peygamberlerden aldıkları hikmetin dışında bütün fikirleri düşüncesizliklerinin belgesi oldu. Kur’ân-ı Kerim, bin dört yüz seneden beri her çağa, her kesime kültür seviyelerine göre bir şeyler vermekte ve her çağda yepyeni oluşu, eskimezliği, tazeliği ortaya çıkmakta. İşte böyle bir kitabı yazmanızı istemiyoruz ey kâfirler; bu kitabın en kısa suresine benzer bir sure getirin yeter! 2032
Kur’ân-ı Kerim, bir benzerinin getirilmesi için insanlara meydan okurken şu
2031] Elmalılı Hamdi Yazır, c. 1, s. 234-235
2032] Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, c. 1, s. 107-108
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yolu takip etmiştir: İlk önce, kendisinden daha üstün bir kitap getirmelerini istemiştir. Bu yapılamayınca kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuştur. Daha sonra on sûresinin, sonunda da bir sûresinin benzerini getirmelerini istemiş, fakat bütün bu talepler karşılıksız kalmıştır. Şimdi bu âyet meallerini görelim:
"(Ey Rasülüm,) Onlara de ki: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, bu ikisinden (Tevrat ve Kur'an'dan) daha doğru, Allah katından bir kitap getirin de ona uyayım." 2033
"(Ey Rasülüm,) De ki: Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun bir benzerini getiremezler." 2034
"Yoksa müşrikler, Kur'an'ı kendisi uydurdu mu diyorlar? O halde şöyle de: 'Haydin onun gibi, uydurma on sûre getirin ve bunun için Allah'tan başka gücünüzün yettiğini de çağırın, eğer doğru söylüyorsanız." 2035
"Yoksa Kur'an'ı peygamber mi uydurdu diyorlar? (Rasülüm,) de ki: 'O halde iddianızda sâdık iseniz, onun gibi bir sûre yapın, getirin ve Allah'tan başka gücünüzün yettiği (edip, belîğ) kim varsa onları da yardıma çağırın." 2036
"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." 2037
Aklı başında olan hiçbir beşer, yazdığı bir eseri ortaya koyarak, bu âyette olduğu gibi: "Hiçbir zaman bunun bir benzerini getiremeyeceksiniz" diyemez. Çünkü bu dünyada kendisi gibi, hatta kendisinden daha üstün yazarlar bulunabileceğini bilir. Bu da göstermektedir ki, "hiçbir zaman benzerini getiremeyeceksiniz" diye meydan okuyan kişi, alîm ve habîr olan Allah'tır. Görüldüğü gibi, mûcizenin ana unsurlarından biri olan meydan okuma, bütün özellikleri ile Kur’ân-ı Kerim'de mevcuttur.
c- Bir Benzerinin Getirilememesi
Mûcizenin üç ana unsurundan biri de benzerinin getirilememesidir. Nüzulünden bu yana Kur’ân-ı Kerim, yukarıda zikrettiğimiz âyetleri ile devamlı olarak bütün insanlığa meydan okuyup durduğu halde bir suresinin dahi benzeri meydana getirilememiştir. Böylece mâzi, hal ve istikbale dair verdiği haberlerin doğruluğu da gerçekleşmiş olmaktadır. Her asırdaki âlim, edip, belîğ, münekkit ve müellifler onun mûcizeliğini; belâğat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim'in bir sûresinin dahi bu güne kadar benzeri getirilememiş, bundan sonra da getirilemeyecektir. Böylece o, diğer peygamberlerin mûcizelerinin aksine, belli bir zamanda yaşayan insanlara gösterilen ve zamanla etkisini kaybeden bir mûcize olmayıp, son peygamberin ebedî risâletine paralel
2033] 28/Kasas, 49
2034] 17/İsrâ, 88
2035] 11/Hûd, 13
2036] 10/Yûnus, 38
2037] 2/Bakara, 23-24
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 461 -
olarak ebediyyen varlığını sürdüren bir mûcize olmaktadır.
Kur'an'ın "asla yapamayacaksınız" diye haber verişi, o günden bugüne kadar 14 asırlık bir tecrübe ile doğruluğunu gösteren bir ebedî mu'cizedir. Bu meydan okumanın i'câzı karşısında yarıştan vazgeçilmiş, dille susturamadıkları delile silahlar çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar karıştırılmış, her türlü zahmetler, masraflar tercih edilmiş ve fakat bu mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Ancak aldatmaca ile Kur'an irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı ilahî adalet, elbette yerini bulacaktır, o cehennem ateşi sönmemiştir. "Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır."2038 Âyetteki "taş" kelimesinin fennî bir açıklamayı içerdiğinde şüphe yoktur. Gerçi bu "taş"tan kastedilen heykeller ve putlardır. Ve cehennem ateşini tutuşturmaya sebep olan yakıtın, insanlar ve tapınılan heykeller olduğu beyan ediliyor. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş tutuşturan taşlar bulunduğunu da bildirmiş oluyor ki, fen adamları bunun "taş kömürleri" olduğunu söylüyorlar. Âyette geçen "vekûd (yakıt)" ateş yakılan kibrit, ot, çöp, çıra, odun ve diğerleri gibi şeylerin hepsi için söylenir. 2039
Seyyid Kutub da, taş-insan birlikteliğini şöyle yorumlar: "...Yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara, 24) Bu dehşet saçan korkunç manzarada niçin insanla taş bir arada zikrediliyor? Kâfirler için hazırlanmıştır bu ateş. Surenin başında vasıfları belirtilen kâfirler için. "Allah'ın kalplerini, kulaklarını mühürleyip gözlerini perdelediği" kâfirler için. Kur'an, meydan okuduğu ve meydan okuyuşa cevap vermekten âciz kaldıkları halde iman etmeyen kâfirler için. Şu halde bunlar, her ne kadar şekil itibariyle insan suretinde iseler de, aslında birer taş parçasıdırlar. Onun için taş nev'inden olan taşlarla, insan nev'inden olan taşların bir arada zikredilmesi tabiî ve beklenen bir şeydir. Bu korkunç manzarada taşın mevzu edilmesi, insanoğlunun zihninde başka bir tablo daha canlandırıyor: Öyle bir ateş yığını ki, taşları eritmekte ve öyle bir insan yığını ki, bir taş sellerinin önünde ateşe akmakta... 2040
Kur'an, öyle bir sözdü ki, ilk andan itibaren inananları da inanmayanları da büyülemişti. O zamanki Arapları İslâm'a çeken tek kuvvet, Kur'an'ın ifade sihri idi. Hz. Ömer gibi sert bir insan, Kur'an'ı duyar duymaz yumuşamış, kalbi İslâm'a ısınmış; Utbe bin Rabia onu dinleyince içinde ona karşı duyduğu cezbeyi izah edemeyip ona sihir demişti. Kureyş ileri gelenleri hep Kur'an'ın ifade sihrini hissettiklerinden ve Kur'an'a karşı koyacak bir söz olamayacağını bildiklerinden, yayılmasını önlemek için onu dinletmemeyi uygun görmüş, "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü edin, belki böylece galip gelirsiniz."2041 demişlerdi.
Kur'an'ı dinleyen hıristiyan ve yahudiler de kendilerini tutamayarak ağlamışlardı: "Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman gözlerini görürsün ki, yaşla dolup boşanarak Rabbimiz, derler, inandık, Sen bizi şehadet edenlerle beraber yaz." 2042 İşte bunlar, Kur'an'ın ruh ve vicdanlara yaptığı etkinin, yani mûcizeliğinin neticesidir:
2038] 2/Bakara, 24
2039] Elmalılı, c. 1, s. 238
2040] Fi Zılali'l-Kur'an, c. 1, s. 99
2041] 41/Fussılet, 26
2042] 5/Mâide, 82
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Rablerinden korkanlar, onu (Kur'an'ı) duyunca derileri ürperir." 2043
Kur'an'da kendine has bir musiki vardır. Bu musiki, anlatılan konuya göre değişir. Dalgalar, konuya göre alçalıp yükselir. Kur'an'da biri sert, kaba dalgalı bir musiki, diğeri de yumuşak ve hafif dalgalı bir musiki olmak üzere kulağımıza iki musiki çeşidi vurmaktadır. Cehennem azabından bahseden âyetlerde âdetâ cehennemin kükremiş olan dilleri görülür ve ateşin kükreyen sesi duyulur. Haşinlik, zulüm ifade eden âyetlerde kelimeler çelik gibi sertleşmekte, mermer kaleler gibi katılaşmakta; rahmet, şefkat, cennet nimetlerini ifade eden âyetlerde kelimeler pamuk gibi yumuşamakta, bal gibi tatlılaşmakta, sanki ilahî rahmet, insanın kalbini okşamaktadır.
Nâs suresine bakalım: Burada tema, fısıltı, içten gizli telkin temasıdır. Cin ve insanlardan olan şeytanın insana fısıltı ile kötü telkinler yaptığı anlatılmaktadır. Nas suresini şimdi hafif sesle tekrar okuyun, bakın, bu fısıltıyı kulağınızla duyuyorsunuz değil mi? Kelimelerin sonundaki "sin"ler bir fısıltı sesi çıkarmıyor mu? İşte bu, Arapça bilmeyenlerin bile anlayabileceği Kur'an'ın bir mûcizesidir.
İbn Hişam ve Taberi'nin rivâyetine göre, Kureyş, kendi aralarında konuştular: "Hac mevsimi geldi, bu adam hakkında bir karar verelim, gelen hacılara hep aynı şeyi söyleyelim. Birimizin söylediğini öteki yalanlamasın. Velid bin Muğire'yi konuşmak için Rasûlullah'a gönderdiler. Velid gelmiş, Rasûl-i Ekrem'i dinlemişti. Hz. Peygamber "İnnallahe ye'müru bil'adli...(Şüphesiz Allah adaletle, iyilik etmekle ve yakınlara vermekle emreder, fuhşiyattan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder."2044 âyetini okuyordu. Velid, bu sözler karşısında bir teessür duymuş, kavmine varınca şöyle demişti: "Vallahi o sözün bir tatlılığı, bir güzelliği var. Kökü kuvvetli, dalları bereketli. Bunu beşer söyleyemez." Kureyş: "Velid saptı, eğer o saparsa bütün Kureyş sapar." demişler, Velid'in etrafını almışlardı. O da sapmadığını, fakat O'nun için de ne diyeceğini bilemediğini söyledi:
-- Hele O'nun hakkında siz bir şey söyleyin bakalım.
-- Kâhin diyelim.
-- Hayır vallahi kâhin değildir. O'nun söyledikleri kâhinlerin gizli sözlerine benzemez. Secî de yok.
-- Mecnun diyelim.
-- Hayır mecnun da değildir. Deliliği biliriz. Bunun bayılması, sarası ve vesvesesi yok.
-- Şair diyelim.
-- Şair de değil. Şiirin her çeşidini, rezecini, hezecini, karîzini, mebsutunu biliriz. O'nun söyledikleri şiir değildir.
-- Sihirbaz diyelim
-- Sihirbaz değildir. Sihirbazları ve büyülerini gördük. Bunun okuyup üflemesi, düğüm bağlaması yük.
2043] 39/Zümer, 23
2044] 16/Nahl, 90
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 463 -
-- O halde ne diyelim, ey Abd-i Şems'in babası?
-- Allah'a andolsun ki sözünde bir tatlılık var. Kökü sabit, dalları bereketli meyveye benziyor. Ona söyleyeceğiniz her şeyin boş olacağı anlaşılıyor. Bununla birlikte ona sihirbaz demek en uygun sözdür. Çünkü o, sihir gibi kişi ile oğlunun arasını, kişi ile kardeşinin arasını ve kişi ile karısının ve kabilesinin arasını açıyor, o halde sihirdir.
Böylece dağıldılar ve yollara oturup halkı Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yaklaşmaktan, O'nunla görüşmekten kaçındırmaya başladılar. Allah, Velid hakkında Müddessir 11-25. âyetleri indirmişti.
Baktılar ki gün geçtikçe Kur'an, kalplere işliyor, duyanlar ona kapılıyorlar. Halkı İslâm'dan uzak tutmak için Mekke'nin dayatmacı egemen güçleri işi zorbalığa döktüler. "Küfredenler dediler ki: 'Bu Kur'an'ı dinlemeyin; okunurken gürültü edin. Belki bu suretle galip gelirsiniz. Elbette o küfredenlere şiddetli bir azap tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız." 2045
Hz. Peygamber Mekke'de iken yüksek sesle Kur'an okuduğu zaman müşrikler, etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; "Dinlemeyin şu Kur'an'ı, lağvedin, yani gürültü yapın" derler ve ıslık çalar, gürültü yaparlardı. Çünkü derlerdi, siz onunla münakaşa ve münazara ederseniz, akibet sizi yener. İyisi mi hiç dinlemeyin ve başkalarının dinlemesine de engel olun." Kibirlerinden ve hasetlerinden böyle yapıyorlardı, yoksa ifadelerinden anlaşılacağı gibi Kur'an'ın Hak kelamı olduğunu, gayptan, Allah'ın ilminden haber verdiğini biliyorlardı ve O'ndaki ilahî tesirin Hak kelamı olmasından doğduğuna içten kanaatleri vardı. 2046
Kaba kuvvet, âcizliğin göstergesidir. Fikre ve düşünceye fikirle değil de cezayla, sopayla karşılık vermek, mağlup olmak demektir. Bunların sloganı, "vurun, söyletmeyin"dir. Başörtülü kızın ağzını tutan bayan polisi, Mahmut Kaçar'ın ağzını kapayanları, Kur'an Kurslarını, İmam-Hatip'leri kapatanları böyle değerlendirmek gerekir. İbn Mes'ud, mutluluk asrındaki bu mazlum ama gâlip kahramanlarından biriydi:
Bir gün Rasûlullah'ın sahabeleri, kendi aralarında konuşuyorlardı:
-- Kureyş, bu Kur'an'ı açıkça dinlemedi. Acaba kim onlara Kur'an'ı açıkça duyurabilir?
Abdullah İbn Mes'ud, ufak tefek, zayıf biriydi. Arka çıkacak köklü bir sülâlesi de yoktu.
-- Ben, dedi.
-- Ama senin başına bir şey gelmesinden korkarız. Aşireti, kavim ve kabilesi kuvvetli olan biri gitmeli ki, ona bir kötülük etmek istedikleri takdirde kabilesi onlara engel olsun.
-- Bırakın, aldırmayın siz, dedi ve gitti. Kâbe'nin yanında durup okumaya başladı:
-- Bismillâhirrahmanirrahim. Er-Rahmân. Alleme'l-Kur'ân... Ve devam etti.
2045] 41/Fussılet, 26-27
2046] İbn Hişam, Siretü'n-Nebi, c. 1, s. 313
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kureyş:
-- Ümmü Abd ne diyor, diye mırıldandılar.
-- Muhammed'in getirdiklerinden bir şeyler okuyor, diyerek üzerine üşüştüler. Başına vurmağa başladılar, yüzünü yaraladılar. Her tarafı kan içinde kaldı. Fakat Abdullah okuyabildiği kadar okudu; onu kolay susturamadılar. Sonra görevini başarmış bir eda ile arkadaşlarına döndü. Arkadaşları ona:
-- İşte korktuğumuz bu idi, deyip üzüntülerini ifade ettiler.
-- Hayır, dedi; üzülmeyin. Vallahi Kureyş, bugünkü kadar hiçbir zaman gözüme böyle küçük gelmemişti. İsterseniz yarın da aynı şeyi tekrarlayayım.
-- Hayır, kâfi. İstemedikleri şeyleri onlara işittirdin ya, bu yeter. 2047
Yüzü yara bere içinde, kulağı tümüyle yarılmış sallanıyordu. Rasulullah, onu bu halde görünce tebessüm etti. Ashâb, bu tebessümün sebebini sorduklarında, "kulağını yaran Ebû Cehil'den intikamını alırken, küçücük cüssesiyle çam yarması Ebû Cehil'in kulağını yararken gördüm, ona güldüm!" diyordu. Bedir savaşında Rasül'ün gelecekle ilgili verdiği bu haber, aynen gerçekleşti. Savaşın en hararetli anlarında, bütün müslümanlar, kâfirlere hadlerini bildirirken, Ensar'dan Muaz ve Muavviz isimli iki genç kardeş, Ebû Cehil'i devirmişler, yaralamışlar, öldü zannederek bırakmışlardı. Belki kendi boyu kadar olan kılıcını, cüssesinden beklenmeyen bir enerjiyle kâfirlerin boyunlarına indirmeye çalışıyordu İbn Mes'ud. Bir de baktı ki, Ebû Cehil, önünde, yaralı bir durumda yatıyor. Hemen atladı, çıktı onun göğsüne. Ve haykırdı: "Ya müslüman ol kurtul; ya da kılıcımla seni cehenneme yollayacağım." Ebû Cehil, hâlâ müstekbirlik taslamaya çalışıyordu: "Çıkabileceğin en yüksek yere, büyük tepeye çıkmışsın."
Bu olay, İbn Mes'ud'un yüksekliğini Ebû Cehil'e de gösteriyordu, ama aynı zamanda cehâletin atasının da dünyada bile alçalışını simgeliyordu. Ebû Cehil'in imana yanaşmaması üzerine İbn Mes'ud, kılıcıyla gövdesini başından ayırdı. Ebû Cehil'i öldürdüğünü kanıtlamak için kestiği kafayı kanıt olarak taşımak istedi, ama zulümle beslenmiş kelle o kadar ağırdı ki, kucaklayıp götürmekte zorlandı. Kulağını yarıp bulduğu bir ipi kulağına geçirerek taşımaya başladı. Kelleyi sürükleyerek götürürken kulağının biri yarıldı, ip çıktı. Diğer kulağını yararak ipi ona taktı. Savaşın sonlarına yakın cereyan eden bu olaya Rasulullah ve ashabı şâhid oldular. El-Müntakım olan Allah Teâlâ, mü'minlerin intikamını esas olarak âhirete bıraktığı halde, İbn Mes'ud'a ikram olarak intikam lezzetini böylece taddırmış oldu. Câhiliyyenin atası, döverek yardığı kulakların kısasını ödüyordu. Aynı kulaklar, aynı yerden yarılmış, yüzü daha çok darbe almış ve zâlimliğinin cezasını hayatıyla ödemişti; Hem de küçük ve hor gördüğü biri tarafından mağlup edilmenin acısını çekmişti.
Kureyş İleri Gelenleri Gizlice Kur'an Dinliyor
"Biz onların onu senden dinlediklerini biliyoruz, ama bir araya gelince zâlimler: 'Siz ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz' diyorlar. Bak seni nelere kıyas ettiler de nasıl sapıklığa düştüler. Artık doğru yolu bulamıyorlar." 2048
2047] İbn Hişam, a. g. e., c. 1, s. 315; Taberi, c. 2, s. 73
2048] 17/İsrâ, 47
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 465 -
Ebû Süfyan bin Harb, Ebûcehil bin Hişam, Ahnes b. Şurayk bir gece gizlice Rasulullah'ın Kur'an okumasını dinlemeğe giderler. Birinin diğerinden haberi yoktur. Herbiri bir yerde gizlenir. Hz. Peygamber'e kulak verir, şafak atıncaya kadar Kur'an dinlerler. Şafak atınca evlerine dönerken yolda karşılaşırlar. Birbirlerini, dolayısıyla kendilerini ayıplarlar. "Böyle bir âdet çıkarmayalım, sonra akılsızlar (halk) duyarsa başlarına bir iş getirmiş oluruz, der ve dönerler. Ama Kur'an'ın kalplerindeki izi onları ikinci gece aynı yere iter. Herkes bir yere oturmuş, Kur'an dinlemiştir. Sabaha yakın evlerine dönerken tekrar yolda karşılaşırlar. Yine birbirlerini ayıplar, ilk sözlerini tekrarlarlar. Üçüncü gece olunca yine herbiri diğerinden habersiz olarak Rasulullah'ın evi etrafında gizlendikleri yerlerini alırlar. Gece dinler, şafak atınca dönerler. İlahî takdir bu; Onları yine yolda karşılaştırır. Birbirlerine derler ki:
-- Artık bir daha buraya gelmemeğe and içelim.
Bir daha dönmemeye and içerler ve ayrılırlar. O sabah, Ahnes değneğini eline alır, Ebûsüfyan'a gider:
-- Ey Ebû Hanzala, der. Muhammed'den dinlediklerin hakkında fikrin nedir?
-- Vallahi, ey Ebû Sa'lebe, ondan öyle sözler işittim ki, hem manasını biliyorum, hem de istenildiğini anlıyorum. Öyle şeyler de işittim ki, ne manasını ve ne de ne istenildiğini bilmiyorum.
Ahnes, oradan Ebûcehil'e gider:
-- Ey Ebû Hakem, Muhammed'den dinlediklerin hakkında fikrin nedir?
-- Muhammed'den dinlediklerim hakkında mı? Bak, biz Abd-i Menaf oğullarıyla öteden beri rekabet edegeldik. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik; onlar verdiler, biz de verdik. Öyle ki, daima yarış atları gibi berabere kaldık. Şimdi onlar: "Bizden bir peygamber çıktı; ona gökten vahiy geliyor" diyorlar. Biz buna nasıl ulaşacağız? Andolsun ki, O'na asla inanmaz ve O'nu tasdik etmeyiz. 2049
Kur'an'ın bu ferman okumasına karşı fesahatte son derece ileri gitmiş olan Araplar âciz kaldılar, hiçbir edip ve hatip kalkıp onun bir âyetine benzer bir şey yapamadı. İslâm'ı söndürmek için kılıca başvurdular, canlarını, mallarını, evlatlarını tehlikeye attılar da edebiyat yoluyla, kalem yoluyla cevap veremediler. Eğer lisanla, yazıyla karşı koymaya güçleri yetseydi, elbette bu daha kolaydı ve bunu tercih ederlerdi. Bunu yapabilmek için uğraşmadılar değil, uğraştılar ama çabaları boşa çıktı.
Kur'an ile Diğer Peygamberlerin Mûcizeleri Arasındaki Fark
Bütün peygamberler, iddialarının doğruluğunu göstermek için, Allah'ın yardımı ile birtakım mûcizeler göstermişlerdir. Bunlar, her peygamberin kendi devrinde en çok revaçta olan şeylere üstün gelecek nitelikte olurdu. Böyle olmasa, münkirler o devirde kendilerinin sahip oldukları üstünlüklerle peygamberlerin karşısına dikilebilirler ve diğer insanları aksi yönde etkileyebilirlerdi. Esasta aynı olmalarına rağmen, peygamberlerin mûcizeleri bu bakımdan farklı olarak tezahür etmiştir. Ancak Hz. Peygamber'in mûcizesi Kur'an, diğerlerinden farklı
2049] İbn Hişam, A. g. e. c. 1, s. 315-316
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir başka özelliğe daha sahiptir. Bu özellik, onun aklî bir mûcize olmasıdır. Aklî mûcize, akıl ve basiretle idrâk edilen mûcizedir. Akla hitap ettiği ve sadece vuku bulduğu zamanda yaşayan insanlar tarafından görülebilen hissî mûcizeler gibi olmadığı için, insanlar yaşadıkça var olur ve büyüklüğünden hiçbir şey kaybetmez.
Diğer peygamberler gibi birçok hissî mûcize göstermesine rağmen, Hz. Peygamber, sadece Kur’ân-ı Kerim ile meydan okuduğu için Kur'an, O'nun risâletini te'yid eden tek mûcize olmuştur. O'nun peygamberliği umumî 2050 ve ebedîdir. Çünkü peygamberlik zinciri onunla tamamlanmıştır.2051 Önceki peygamberlerin herbiri bir kavme gönderildiği ve görevleri bir sonraki nebinin gelmesi ile sona erdiği için, gösterdikleri mûcizeler hissî oluyor ve kendi zamanlarının insanlarına hitap ediyordu. Kendisinden sonra bir başka peygamber gönderilmeyeceği için, Rasûlullah'ın kıyamete kadar devam edecek olan peygamberliğinin, yine aynı vasıfta bir mûcize ile te'yid edilmesi gerekiyordu. Hissî mûcizelerin, böyle ebedî ve umumî bir risâletle bağdaşması mümkün değildi. O'nun risâletine uygun mûcize, ancak Kur’ân-ı Kerim olabilirdi. Zira Kur’ân-ı Kerim mûcizesi ebedîdir. Zamanın geçmesi ile yok olmaz. Hz. Peygamber'in vefatı ile diğer mûcizeler gibi etkisini kaybetmemiştir. Aksine o, bütün dünyanın dilinde her yalancı ve münkire meydan okumakta, bütün insanları İslâm'a ve huzura davet etmektedir. İşte onu diğer peygamberlerin mûcizelerinden ayıran en önemli özellik budur. O, kıyamet gününe kadar insanların faydasına sunulmuştur.
Kur'an'ın devamlı mûcize olma özelliğinden dolayı Hz. Peygamber'in tâbileri, diğerlerinden daha çok olacaktır. Çünkü büyüklüğünü görerek zamanımıza kadar ona inananlar olduğu gibi, bundan sonra da olacaktır. "Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona mûcizelerden (kendi zamanındaki) insanların inandıkları kadar verilmiş olmasın. Mûcize olarak bana verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyettiğidir. Bu nedenle ben, kıyamet gününde peygamberlerin en çok tâbi bulunanı olacağımı ümit ediyorum." 2052
Yine bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, diğer peygamberlere verilen mûcizelerin benzerleri, ya suretçe veya hakikatçe kendilerinden önceki peygamberlere de verilmiş bulunuyordu. Kur’ân-ı Kerim mûcizesinin bir benzeri ise daha önce hiçbir peygambere verilmemişti. O, beşerî akla karşı koyan ve ilelebet ona meydan okuyan aklî bir mûcizedir. "Sana indirdiğimiz bu Kur'an, o mûcize isteyenlere karşı okunup dururken, (hâlâ mûcize olarak) kendilerine kâfi gelmedi mi?" 2053 Kur'an varken başka mûcizeye ihtiyaç yoktur. O, her zaman ve devirde mübâreze meydanında, kendisine karşı koyanlara meydan okuyup durmaktadır. Binâenaleyh, her zaman ve her yerde kıyamete kadar sabit ve nâzil olduğu günkü gibi herkesi mağlup etmekte, kat'iyyen yok olmamaktadır. Ama diğer mûcizeler böyle değildir; Kur'an gibi her an mûcize olarak devam etmezler. Kur’ân-ı Kerim, artık bugün görülmediği için kendisiyle başkalarına meydan okunamayan, asanın yılana çevrilmesi ve ölüleri diriltmek gibi, sadece bir yerde ve zamanda gösterilenlerden biri gibi değil; şimdi bile inkâr edene: "inanmıyorsan, bir benzerini de sen getir" diyebileceğimiz aklî bir mûcizedir.
2050] 34/Sebe', 28
2051] 33/Ahzâb, 40
2052] Buhâri, İ'tisam 1; Müslim, İman 70
2053] 29/Ankebut, 51
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 467 -
Kur'an'ın İ'câz Yönleri
Kur'an'da, kendisinin mûcizeliğini gösteren birçok delil vardır. Bunların herbiri bir i'caz vechi/yönü olmaktadır. Müfessir ve araştırmacılar, Kur'an'ın i'cazını birçok yönde aramışlar; bazıları seksen kadar i'caz yönü tesbit etmişlerdir. Bu i'caz yönlerinin esasını, Kur'an'ın nazmı ve te'lifi, fesahat ve belâğatı teşkil eder.
a- Kur'an'ın Nazmı ve Te'lifi
Nazm: "Dizme, tertip etme, sıraya koyma" anlamlarına gelir. Kur'an'ın harf, kelime, âyet ve sureleri o şekilde tertip edilmiştir ki, daha güzel olsun diye bir tek harfin dahi yerinden oynatılması mümkün değildir. Asla bir noksanlık ve ziyadelik kabul etmez.
Harflerin kelimelere, kelimelerin âyetlere, âyetlerin surelere yerleştirilişindeki tertip gibi, surelerin birbirleri ile irtibatı olarak Kur’ân-ı Kerim içine yerleştirilmeleri de onun i'cazını göstermektedir. Zira Kur'an 22 yılı aşkın bir süre içinde parça parça nâzil olmuştur. Bazen bir tek, bazen de on âyete varıncaya kadar birkaç âyet birlikte nâzil oluyordu. Hz. Peygamber, istikbalde neler olacağını bilmeden, her âyet veya âyetler nâzil olduğunda; "Bu âyetleri, filan filan âyetlerin bulunduğu sureye koyun."2054 derdi. Âyetlerin çok değişik sebeplerle, ayrı ayrı yer ve zamanlarda nâzil olmasına rağmen Kur'an'ın bu şekilde te'lif edilerek, vahy tamamlandığında, sureleri ve âyetleri arasında muazzam bir âhenk ve irtibat bulunan bir eser olarak ortaya çıkması, mûcizeliğinin delillerinden birisi olmaktadır.
Kur'an'ın nazmı, nesir, seci' ve şiir gibi Arap nazım şekillerinden tamamen farklıdır. Ona kelâm denildiği halde, kelâm çeşitlerinden olan risale, hitabe, şiir veya seci' diyemeyiz. Belîğ bir kimse, âyetlerini duyduğu zaman, onunla diğer nazım şekilleri arasındaki farkı hemen anlar. Allah, "Ona ne önünden, ne ardından (hiçbir sûretle) bâtıl yaklaşamaz. O, hakîm ve hamîd olan Allah'tan indirilmedir." 2055 âyetiyle, onun nazım ve te'lifinin, beşerin kullandıklarından olmadığına, dolayısıyla diğer kitaplar gibi fazlalık ve noksanlık suretiyle değiştirilemeyeceğine dikkatimizi çekmiştir. Onun yerleştirilmiş olan bir tek harfi dahi i'cazındandır. Hiç kimse, onun bir kelimesinde buluna herhangi bir harf için: "Bu harfe burada ihtiyaç yoktu" diyemez. 2056
Kur'an'ın fesâhat ve belâğatı da, nazmı ile bütünleşen, ondan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan bir i'caz yönüdür.
b- Kur'an'ın Fesâhat ve Belâğatı (Anlatım ve İfade Güzelliği)
Açıklık, duruluk, sözün güzel olması anlamına gelen fesâhat ile; kelime veya cümlenin ibare içinde aldığı yere uygun olması, manayı en güzel bir lafızla kalbe ulaştırmak demek olan belâğat, en üstün şekli ile Kur'an'da mevcuttur. Alt, orta ve üst olmak üzere üç tabakası olduğu kabul edilen belâğatın, mu'ciz olan ve sadece Kur'an'da bulunan üst tabakası dışındakiler, belîğ olan herkes tarafından yapılabilir.
Bu anlatılanlarla ilgili çok sayıda örnek verilip Arapça bilenlere Kur'an'ın bu
2054] Tirmizî, Tefsiru'l Kur'an 10
2055] 41/Fussılet, 42
2056] Nedim Yılmaz, İ'cazü'l-Kur'an, Özel Y. (Fatih Y.), s. 14 ve devamı
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edebî yönü delillendirilebilir. Arapça bilmeyen kimseler için fesâhat ve belâğat konusunda örnekler vermek zordur. Ama, kısmen anlaşılacağını zannettiğimiz bir örnek verelim:
Allah, Kur'an'da "Ve leküm fi'l-kısâsı hayâtün (Ve bu kısasta sizin için hayat vardır.)" 2057 buyuruyor. Bu veciz ifade, belâğatın en üst derecesine ulaşmış bir i'câz örneğidir. Bu âyet-i kerime ile Arapların bu konuda Kur'an inzal olmadan önce en mu'ciz söz olarak kabul ettikleri "El-katlü enfâ li'l-katli (Öldürmeyi en çok yok eden yine öldürmedir)" sözü arasında, belâğat ve i'caz açısından birçok fark vardır:
1- Âyetin manası daha şümullüdür. Zira âyette, onların sözleri ile ifade edilmek istenen her şey ifade edildiği gibi, ayrıca "kısas" zikredilerek "adalet", "hayat" zikredilerek, kısastan beklenenin ne olduğu güzelce açıklanmıştır.
2- Âyetin ibaresi daha vecizdir. Zira onların sözleri ile mukayese edilen kısmı "El-kısâsu hayâtün" dür. Bu, on harf; onların sözü on dört harftir.
3- Âyette, onların sözlerinde bulunan ve tekrarlama suretiyle oluşan külfet yoktur. Sözde böyle bir söyleme zorluğunun bulunması, onu belâğatın en üst derecesinden indirir.
4- Âyet, söyleniş bakımından birbirine uygun harflerle, en güzel şekilde te'lif edilmiştir. Zira, "sad"dan sonra "hâ"yı söylemek, "elif"ten sonra "lâm"ı söylemekten daha kolaydır.
5- Kısas, katilden bir bakıma daha genel, bir bakıma daha özeldir. Daha geneldir, zira yaralamaları da içine alır. Daha özeldir, zira her öldürmeye kısas denmez. Ayrıca öldürmenin her çeşidi öldürmeye engel olmaz. Aksine, saldırgan katiller fitneyi arttırarak kargaşaya neden olur. O halde "El-katlü" kelimesi, kısasa tahsis edilmedikçe vecize sahih olmaz. Böyle yapılmış olsa bile kısasın yaralamalarla ilgili kısmı hâriç kalır.
6- "Hayâtün" kelimesi, nekra olarak söylendiği için, tenvini ta'zim ifade ederek, herkesin hayatına ve hayat hakkının büyüklüğüne işaret etmektedir. Diğer söz ise, ilmî olan bu hukukî ve dinî incelikten mahrumdur. 2058
Her ne kadar, eski Arapların vecize cinsindeki bu sözleri beliğ ise de, sayılan özelliklerden dolayı, bu âyet, tartışmasız daha beliğ olmaktadır. Bu âyetin belâğatinden bahsedilirken, onun Arapların bir vecizesi ile mukayese edilmesi, o vecizeyi, hâşâ, Kur'an'ın bu âyetine bir nazire olarak veya bu söz, Kur'an nâzil olmadan da Araplar arasında kullanıldığı için, âyetin o söze karşılık olarak indiğinin kabul edildiği manasına alınmamalıdır. Bu karşılaştırmadan maksat, muallekat-ı seb'a (Yedi Askı) şairlerine, başlarını önlerine eğdirerek yazdıklarını yırttıran o eşsiz fesâhat ve belâğat karşısında, Arapların üstün gördükleri daha nice söz, şiir ve hitabelerin ne kadar sönük kaldığına dikkat çekerek Kur'an'ın i'cazını göstermektir. 2059
Kur'an'ın indiği toplumda, ifade güzelliğinin revaçta olduğu, yukarıda ifade
2057] 2/Bakara, 179
2058] Elmalılı Hamdi Yazır, c. 1, s. 610
2059] Nedim Yılmaz, İ'cazü'l Kur'an, s. 42-43
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 469 -
edildi. Kur'an'ın bu açıdan o dönem insanlarını ne kadar etkilediği, tarihî bilgilerle sabittir. Kur'an'dan birkaç âyeti dinledikten sonra, bu sözün insan sözü olamayacağını itiraf edenlerin sayısı pek çoktur.
İşte Hz. Ömer... Ömer, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere kılıcını kuşanmış, O'nu aramaktadır. O arada kız kardeşi ile kocasının da İslâm'ı kabul ettiklerini duyar ve yolunu değiştirerek her şeyden önce onlara bir ders vermeyi kararlaştırır. Büyük bir hiddet ve öfkeyle kız kardeşini tokatlar. Ancak orada Kur'an'dan birkaç âyeti dinledikten sonra bu sözün insan sözü olamayacağını itiraf eder ve İslâm dinini kabul eder.
İfade güzelliği konusunda âdeta uzmanlaşmış olan o toplum, Kur'an'ın ifade güzelliği karşısında şaşkına dönmüş, inatlarından bazen Kur'an için bu bir şiirdir, demiş, sonra kendileri bu yakıştırmanın tutmayacağını anlayarak, bu bir sihirdir, insanları büyülüyor demişlerdir.2060 Kur'an'ın karşısında âciz duruma düşen kâfirler, bazen şöyle, bazen böyle diyorlardı; bazen de iftira mahsulü düzmece sözlerdir, diyorlardı. Kur'an, işte bu konuda meydan okudu, hâlâ meydan okumaktadır.
Günümüzde de nice insan, hatta Arapça bilmeyen, Kur'an'ı meal veya tefsirinden okuyan nice inançsız insan, Arapça'daki güzelliğinin çoğunun muhafaza edilemediği bir mealden etkilenerek, bu ifade güzelliğine hayran olmakta, arayış ve iyi niyet sahibiyse İslâm'ı kabul etmek zorunda kalmaktadır. Yine Arapça bilmeyen, okunan Kur'an'ın anlamından haberdar olmayan insanları bile bir hâfızın Kur'an kıraati duygulandırmakta, ruhunun derinliklerine kadar etkisini hissettirmekte, kalpleri ürpertip titretmektedir.
Gaybî İ'câzı
a- Kur'an'ın Gelecekten Haber Vermesi
Kur'an'da, hiçbir beşerin asla bilmesi mümkün olmayan ve istikbalde vuku bulacak olaylara dair birçok haber vardır. Kur'an'ın haber verdiği hadiseler, olduğu gibi çıkmıştır. Meselâ:
1- "Onlar, yenilmelerinden sonra yakında yeneceklerdir." 2061
2- "Elbette inşâallah (Allah dilerse) Mescid-i Haram'a emin olarak (güven içinde) gireceksiniz." 2062
3- "Onu (İslâm'ı) bütün dinlere üstün kılsın diye, peygamberini gönderdi." 2063
4- "Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga, Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman..." 2064
5- "Allah, sizden iman edenlere ve salih amel işleyenlere kendilerinden öncekileri halife yaptığı gibi, kendilerini de yeryüzünde halife yapıp hâkim kılacağını, kendileri için razı olduğu dini yerleştireceğini, onları korkmalarından sonra bir emniyete kavuşturacağını
2060] Bk. 21/Enbiyâ, 5
2061] 30/Rûm, 2
2062] 48/Fetih, 27
2063] 48/Fetih, 28
2064] 110/Nasr, 1-2
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vadetti." 2065
Bütün bunlar, âyetlerin belirttiği şekilde meydana geldi. 1- Rumlar, bu âyet indikten birkaç sene sonra İranlılara galip geldiler. 2- Müslümanlar, Mescid-i Haram'a Mekke'yi fethederek güven içinde girdiler. 3- İslâm Dini, diğer dinlere üstün kılındı. 4- Halk, grup grup İslâm'a girdi. Rasül-i Ekrem, vefat ettikleri sırada Arap yarımadasında hiçbir yer yoktu ki oraya İslâmiyet girmiş olmasın. 5- Allah, mü'minleri doğudan batıya yeryüzüne hâkim kıldı, dinlerini teyid etti, yerleştirdi. Hz. Ebûbekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.) müslümanları gazaya götürdükleri zaman, zafer kazanacaklarına inanmalarını sağlamak ve moral vermek için, onlara Allah'ın bu va'dini hatırlatırlardı. Neticede bu ilahî vaad, gerçekleşmiş ve İslâm dini, kısa zamanda doğuda İran, batıda İspanya'ya kadar yayılmıştır. Daha Hz. Ömer zamanda Mısır fethedilmiş, o zamanın ikinci süper devleti olan İran alınmış, Hindistan ve Ermenistan'a girilmiştir.
Ve Cenab-ı Hakk'ın, "Muhakkak Zikr'i Biz indirdik ve onu Biz koruyacağız." 2066 âyeti de aynen gerçekleşmiş Kur'an, tek harfi değiştirilmeden günümüze ulaşmıştır. Bütün dünyadaki mushaflar aynıdır. Kıyamete kadar da aynen korunacaktır. Müşriklerden, mülhidlerden, yahudilerden, her çeşit sapık fırkalardan, muattıladan, özellikle Kermatîlerden onun muhkem âyetlerini değiştirmeye, tahrif etmeye gayret edenler, sayılamayacak kadar çoktur. 14 asırdır hilelerini ve güçlerini bu konu üzerinde birleştirenler olmuş, ama Kur'an'ın nurundan bir şey söndürmeğe, sözlerinden bir kelime değiştirmeğe, müslümanları bir harfinden dahi şüpheye düşürmeğe kadir olamamışlardır.
b- Geçmiş Toplumlardan Haber Vermesi
Hz. Peygamber, hiç okuması, yazması olmadığı, hiçbir insandan eğitim görüp bir şey öğrenmediği, ümmî olduğu halde, geçmiş milletlerden haber vermesi -ki, eski kitaplara, tarih bilgisine vâkıf olanlar, bunların doğruluğunu itiraf eder- Kur'an'ın mûcizelerinden biridir. Peygamberimiz, Âdem’in (a.s.) yaratılışından kendisinin peygamber olarak gönderildiği zamana kadar vuku bulan birçok mühim olayı haber vermiştir. Rasül-i Ekrem'den birçok sorular sorulmuş, O bunları cevaplandırmıştır. Tevrat ve İncil'deki birçok hakikatleri ifade etmiştir. Yahudiler O'nu tekzib etmeye çok hırslı oldukları halde bu haberlerin doğruluğunu inkâr edememişlerdir. Bu hususta azıcık inat edene: "De ki: Doğru iseniz Tevrat'ı getirip okuyun." 20672068 âyetiyle cevap verilmiş ve susturulmuştur. Hiç kimse aksini iddia edememiştir. "Ey kitap ehli, size rasülümüz geldi, size gizlemekte olduğunuz şeyin çoğunu haber veriyor ve çoğundan da affediyor." 2069
Okuması yazması olmadığına, bunları bir yerden öğrenmesi mümkün olmadığına göre, bunların kaynağı ancak vahiy olabilir, onun için Yüce Allah, şüphecilere şöyle diyor: "Sen bundan önce bir kitap okumuyor ve elinle yazı yazmıyordun ki iptalciler şüphe etsinler." 2070; "Bu sana vahyettiğimiz, gaybe / gizliye ait haberlerdendir.
2065] 24/Nur, 55
2066] 15/Hıcr, 9
2067] 15/Hıcr, 9
2068] 3/Âl-i İmran, 93
2069] 5/Mâide, 15
2070] 6/En'âm, 105
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 471 -
Bundan önce onları ne sen biliyordun, ne de kavmin..." 2071
c- Bütün İnsanların İhtiyacını Karşılayacak Esaslar İhtivâ Etmesi
Peygamberler, insanların dünya ve ahiret saadetlerini temin etmek için, Allah tarafından gönderilmiş elçilerdir. Rasül-i Ekrem de, bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğine2072 ve kendisinden sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, onun tebliğ ettiği kitap ve din, kıyamete kadar bütün insanların ihtiyaçlarını temin edecek nitelikte olmuştur. Böylece Kur'an, hiçbir şeyi eksik bırakmadan, insanlığın yeryüzündeki kısa hayatı için gerekli olan idarî, iktisadi, manevî, ahlâkî, sosyal... esasları ihtivâ ettiği gibi, ahirete ait esasları da içermiştir. Fakat o, bütün bu esasları tafsilatıyla anlatmaz, çoğunun formülünü verir, düşünme ve araştırma yolu ile çözümünü insanlara bırakır. "Balık hediye ettiğin kişiyi bir günlüğüne doyurursun, fakat balık avlamayı öğrettiğin kişiyi her gün doyurursun" atasözünün ifade ettiği gibi, insanlara dünya ve ahiret mutluluğunu nasıl temin edeceklerini öğreterek, maddî ve manevî bakımdan daima tok kalmalarını sağlar. Zaman, onun esaslarını eskitemez, değiştiremez. O, insanların eserleri ve kanunları gibi ihtiyarlayıp yıpranarak etkisini ve tazeliğini yitirmez. O, bütün asırlardaki her seviyeden insana yöneltilen ilahî ve ezelî bir hitap olduğundan, yeni nâzil olmuşçasına her devirde daima taze kalmaktadır.
Onun, bütün insanların ihtiyacını karşılayacak nitelikteki esaslarını şöyle özetleyebiliriz:
a- Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere iman adı altında mebde', meâd ve bu ikisi arasındaki hakikatlere insanları irşad etmek suretiyle akideleri;
b- Nefisleri tezkiye ederek ruhları gıdalandıracak, iradeyi kıvamına koyacak, fert ve topluma fayda verecek şeylere irşad etmek suretiyle ibâdetleri;
c- Fazilete irşad etme, reziletten nefret ettirme suretiyle ahlâkı;
d- Eşit şartlarda eşit hak ve sorumluluklar getirme suretiyle toplum hayatını ıslah etmesi; vicdanlara, akıllara ve fikirlere hürriyet vererek zorlamayı, baskıyı ve dinî tahakkümü men etmesi.
İslâm'a girmeden önce müşrik Arap toplumunun ahlâkî yapısı ve seviyesi tarihen sabittir. Her türlü ahlâksızlık ve çapulculuğun hüküm sürdüğü o toplum, İslâm'a girdikten sonra insanlık için örnek bir toplum oldu. Birlik ve beraberliği sağlayan, güçsüzün hakkını koruyan, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bir toplum oldu. Geriliğiyle alay eden toplumlara fazilet ve medeniyet taşıyan bir toplum. O toplum, kısa bir müddet içerisinde çevresine hakim olmuş, sadece mü'minleri değil; İslâm'ı kabul etmeyen diğer din mensuplarını da huzur ve güvenliğe kavuşturmuştur. Kur'an'ın getirdiği ilkelerin ilahîliğini ispatlayan bu tarihî gerçeklik, O'nun mu'cizeliğine güzel bir delildir. Kur'an'ın gerçekleştirdiği bu değişim ve dönüşüm, bu inkılab, tarihte hiçbir zaman hiçbir yerde gerçekleşmemiştir. Eşi benzeri görülmeyen bu devrim, yani insanların dalâletten hidâyete; ahlâksızlıktan en erdemli kişiliğe; toplumların bedeviyetten medeniyete; küçük kabile yönetiminden kıtalara hükmeden büyük ve âdil bir devlete...
2071] 11/Hûd, 49; İslâm'a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim'den Cevaplar, s. 240-241
2072] 34/Sebe', 28
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ulaşmasını sağlayan Kur'an, bu yönleriyle de mu'cizedir, insanları benzerini yapmaktan âciz bırakır.
d- Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in Her Arzusuna
Uygun Olarak Nâzil Olmaması
Hz. Peygamber, risâlet görevini ifa ederken, zaman zaman öyle zor durumlarda kalmıştı ki, bu durumlar onun derhal bir hüküm vermesini ya da bir şeyler söylemesini gerektiriyordu. Kur'an onun kendi sözü olsaydı, öyle durumlarda, insan olarak bir şey söylememesi veya bir hüküm vermemesi mümkün değildi. Buna rağmen o günlerce susmuş, cevap verebilmek için vahyin gelmesini beklemişti. Mesela, ifk hadisesinde 40 gün kadar, kıblenin Kâbe'ye çevrilmesi için bir buçuk yıl beklemişti. Hâlbuki birinci olayda Hz. Aişe’nin (r.a.) temize çıkmasını, ikincisinde ise yahudilerin: "Hem bize muhalefet ediyor, hem de namazda kıblemize dönüyor. Biz olmasaydık nereye döneceğini bilemeyecekti" demeleri yüzünden ve bir de Kâbe'ye döndüğü takdirde Arapların İslâm'a meylederek müslüman olmalarını umduğu için Kâbe'nin kıble olmasını şiddetle arzuluyordu. Eğer Kur'an, kendi kelamı olsaydı, bu ve benzeri durumlarda gerekeni hemen yapar, beklemezdi.
Ayrıca Hz. Peygamber'i kınar mahiyette bazı âyetlerin nâzil olması da Kur'an'ın kendi kelamı olmadığını göstermektedir. Mesela, Abese suresinin ilk on âyeti, Hz. Peygamber kendilerini İslâm'a sokmak ümidi ile Kureyş'in ileri gelenleri ile görüşürken, a'mâ Abdullah b. Ümmü Mektum'un gelip de: "Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret" demesi, O'nun da bunu kerih görerek yüzünü ekşitmesi üzerine kendisini kınar mahiyette nâzil olmuştur. Aynı şekilde Tahrim suresinin birinci âyetinde Hz. Peygamber'in, zevcelerinin isteği doğrultusunda, Allah'ın helâl kıldığı bazı şeyleri kendisine haram kılmasını kınamaktadır. Hâlbuki bir insanın, özellikle peygamberlik dâvâsında bulunan bir insanın, kendi görüş ve davranışlarındaki isabetsizlikleri acı ifadelerle kınaması tasavvur edilemez. 2073
Kur'an'ın İlmî İ'câzı
Allah, insanı fıtraten, akıl ve duyular gibi bazı kabiliyetlerle donatmış ve hayatta, yolunu seçip tercih ederken bu yeteneklerini mutlaka faal tutmasını ondan istemiştir. "Bilmediğin şeyin ardına düşüp gitme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur."2074 İnsanın nefsinde ve çevresindeki tabiatta âyetler yaratan Allah, o fıtrî kabiliyetlere tabiî doneler (veriler) sunmuştur. Sahip olduğu kabiliyetleri seferber edip tabiattaki/tabiatındaki sözsüz âyetleri2075 done alan insanoğlu, bir yere kadar varlığının mânâsını kavramak ve 'kaalû-belâ' temsîliyle ifade olunduğu üzere Rabbini birleyerek O'nu itiraf etmek sorumluluğundadır.2076 Bununla beraber, insan, bütün zaaflarını bertaraf edememiş; Allah'ın özel hidâyetinden müstağnî kalamamıştır. İnsanoğlunun, doğrudan hidâyete en çok muhtaç bulunduğu sahaları tesbite çalışırken, onun, yeryüzündeki mücâdelesi boyunca, üç tür varlıkla olan münâsebetlerini doğru oluşturmak için çabalayıp
2073] Nedim Yılmaz, İ'cazü'l-Kur'an, Özel Y. (Fatih Y.), s. 47-50
2074] 17/İsrâ, 36
2075] 41/Fussılet, 53
2076] 7/A'râf, 172-173
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 473 -
durmuş olduğunu görürüz. 1- Mâ dûnu (alt-varlık) olan kendi dışındaki varlıklarla, 2- Mâ fevkı (üst-varlık) olan Yaratıcısı ile 3- Hemcinsi olan insanlarla ve dolayısıyla kendisiyle.
İnsanoğlu; mâ dûnu olan varlıklar, yani kendi cinsi dışında kalan hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar üzerinde, fıtraten yeterli kabiliyetlerle donatılmış olduğundan, İlâhî doğrudan hidâyetin (sözlü âyetlerin/vahyin) konusu, bu sahadaki ilişkileri tanzim etmek olmamıştır. Yaratılışta sahip bulunduğu yetenekleriyle insanın, bu varlıklara yönelmesi için Kur'an sadece bazı sevkler, impuls'lar vermiştir. 2077
Bu alanda Kur'an'dan elde edilebilecek olanlar, sadece, ilk muhâtap toplumu etkileyebilecek edebî ve diyagramatik tasvirlerdir. Bu tasvirlerden hareketle, günümüzde Bucaillizm diye de adlandırılan, "Kur'an âyetlerini, ilmin ya da teknolojinin ulaşmış bulunduğu bazı sonuçlarla intibak ettirme" gayretkeşliğine düşmemek gerekir. Bu yolda ileri sürülmüş bulunan iddiaların çoğunun, Kur'an diline ve üslûbuna vukufsuzluğun bir sonucu olduğunu kanıtlamak pek zor olmadığı gibi, bu teşebbüslerin, Kur'an'ın hidâyet hedefini saptırmaktan başka bir işe yaramadığı da görülmektedir.
Örnek verirsek, bir döneme kadar bazı tefsir kitaplarında, Kur'an âyetleri delil getirilerek dünyanın 'sath' yani düz,2078 "Ve yeryüzüne (bakmazlar mı) nasıl yayılmış/düzleştirilmiş?"2079 âyetinin tefsîrinde şunları okuyoruz: "Âyetteki "yayılmış/düzleştirilmiş" sözü, dünyanın, astronomi âlimlerinin inandıkları gibi 'küre' değil; düz olduğunun kesin delilidir. Mâmâfih, onların bu inancı dinin esaslarından birini nakzetmez.") ya da 'sâkin' yani hareketsiz2080 olduğu iddia edilmiştir. Meşhur tefsirinde Fahreddin Râzî, aklî ve naklî delillerle(!) dünyanın hareketsiz olduğunu ispatlamaya çalışır. Günümüzde ise, yine Kur'an âyetlerine dayanılarak dünyanın 'küre' veya 'elipsoid' şeklinde olduğu ya da 'dönmekte' olduğu ispata çalışılmaktadır.2081 Oysa İlâhî hidâyetin hedefi ne onu, ne de diğerini ifade etmektir. Kur'an için insana yakın olan, onun hayatında olan gerçekler önemlidir.
'Dünyanın yuvarlak olduğu' şeklindeki inancın, insanın mutluluğu ve erdemi ile doğrudan ilgili olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Mahşer gününde, 'dünyanın düz olduğu ya da yuvarlak olduğu' yolundaki inancından dolayı insanların sorguya çekileceğine dair elimizde aklî veya naklî bir delil de yoktur. Çünkü orada geçerli değerler, Allah'a olan şirksiz imanımız ve sâlih amellerimizdir.
Kur'an'ın; sadece aktüel yönüne önem verdiği ve işin ilmî yönünü -din haline getirmeksizin- insanın kabiliyetine ve tecessüsüne tevdî ettiği, bu maddî âlemle ilgili bazı edebî tasvirlerin din/akîde telakki edilmesinin müncer olduğu vahim bir anlayışa -günümüzde- bir örnek verelim:
Suûdi Arabistan'lı meşhur şeyh (T.C.'deki Diyanet İşleri Başkanı, hatta daha üst seviyede kabul edilen yetkili) Abdu'l-Aziz bin Bâz, el-Edilletu'l-Akliyye
2077] Meselâ, bk. 3/Âl-i İmrân, 190; 29/Ankebût, 20; 38/Sâd, 2
2078] Meselâ bk. Celâleyn Tefsiri
2079] 88/Ğâşiye, 20
2080] Mefâtîhu'l-Ğayb -Tefsrîru'l-Kebîr, Tahran, tarihsiz, c. 2, s. 102-103
2081] Meselâ, Hasan Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, c. 3, s. 1143; Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali; her iki mealde de 79/Nâziât, 30 âyeti... Ve bkz. Celâl Kırca, Kur'ân-ı Kerim'de Fen Bilimleri, s. 72-78
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve'l-Hissiyye alâ Cereyâni'ş-Şemsi ve Sükûni'l-Ardı ve İmkâni's-Suûdi ilâ'l-Kevâkib (=Dünyanın Sâkin, Güneşin Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkânına Dair Aklî ve Hissî Deliller) isimli, 1975 yılında Medine'de, resmî makamlarca basılan risâlesinde 'güneşin yerinde durduğunu ve dünyanın onun etrafında hareket etmekte olduğunu' iddia edenleri, bakınız, Ortaçağ kilisesinin engizisyoncu zihniyetiyle nasıl mahkûm etmektedir: "...Kim bunu iddia ederse küfür ve dalâlete düşmüş olur. Çünkü bu iddia, hem Allah'ın, hem Kur'an'ın, hem de Peygamber'in (s.a.s.) tekzîbidir... (Bunu iddia eden kişi) tevbeye dâvet edilir. Ederse ne âlâl. Aksi takdirde, kâfir ve mürted olarak öldürülür ve malı da müslümanların beytulmâline irad kaydedilir. (...) Eğer ileri sürdükleri gibi dünya dönüyor olsaydı; ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı, insanlar batıdaki ülkelerin, doğuya; doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi, Kıblenin yeri değişir, insanlar kıble'yi tâyin edemezlerdi. Velhâsıl (bunların hiçbir i müşâhede edilmediğine göre) bu iddia ('dünyanın hareketli olduğu' iddiası), sayması uzun sürecek birçok nedenden dolayı bâtıldır."
Bu ilginç örnekte, Bucaillizm'in negatif olarak işletildiğini görüyoruz: Kur'an'ın zâhirine aykırı görülen ilmî buluşlar karşısında, onları ihbar eden nass'lar aramak psikozuna karşılık, bu defa, onları kesin reddeden ve savunanlarını da engizisyoncu kilise zihniyetiyle mahkûm eden bir zihniyete şâhit oluyoruz. 2082
Kur’ân-ı Kerim, bir ilim kitabı olarak nâzil olmamıştır. Yani O, bir Fizik, Kimya, Coğrafya, Tarih kitabı, bir ansiklopedi değildir. O, her şeyden önce bir tevhid, ibâdet/eylem ve ahlâk kitabıdır. Hz. Peygamber'in insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarması için indirilmiş2083 bir irşad2084 kitabıdır. Onun davetine ve çizdiği yola uyanlar, iki dünyada da selamet ve saadete ererler. Ancak, "Kur'an'da hiç ilmî hakikat, bilimsel gerçek yok" şeklinde bir iddia da tümüyle bâtıldır, yanlıştır. "Kur'an'da her şey mevcuttur, bütün icatlar ondan alınmıştır" sözü ne kadar sakat ise, "Onda hiçbir bilimsel gerçeğin olmadığı" kanısı da ötekinden daha sakat ve gerçekten uzaktır.
Hakikat şudur ki, Kur'an'da birçok bilimsel gerçekler, birçok tabiat kanunları formüle edilmiştir. Ancak, Kur'an, bunlara sadece bir mûcize olarak işaret yapmış ve hiçbir zaman ilimle çatışmadığını göstermiştir. Seyyid Kutub'un da dediği gibi, ondaki kevnî hakikatler, ana prensipler halindedir. Öyle ki, hiçbir buluş onu nakzedememiştir ve nakzedemez. Yalnız, Kur'an'ın işaret ettiği hakikatleri anlayabilmek için, müsbet ilimlere iyice vâkıf olmak ve Kur'an'ı iyice düşünerek tetkik etmek gerekir. Bu nedenle, tabiatla ilgili ilimleri ilgilendiren birçok konuya, düşünmek suretiyle Allah'ın varlığı ve birliği anlaşılsın, dolayısıyla imana ve doğru yola gelinsin diye Kur'an zaman zaman temas etmiştir. 2085
Kur'an'ın inzal olan ilk âyeti "Oku" emriyle başlar; okumanın vasıtası olan kalemden, öğretimden söz eder, ilmin önemli dallarından biri olan anatomiye bu
2082] Hikmet Zeyveli, Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 280-283
2083] 14/İbrahim, 1
2084] 2/Bakara, 256
2085] S. Ateş, İslâm'a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim'den Cevaplar, s. 245
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 475 -
ilk âyetlerde dikkati çeker: "Oku, Yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı alaktan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir." 2086 İlmin önemini vurgulayan nice âyet, bu konuda delil olarak belirtilebilir. İlme son derece kıymet veren Kur'an'ın ilimle çatışması asla tasavvur olunamaz. Ne var ki bazı yanlış tefsirler ve indî teviller, onu ilme aykırı imiş gibi gösterebilmiştir. Bir de Kur'an'ın ilimden çok önce haber vermiş bulunduğu bazı hakikatler, o zamanın âlimlerince anlaşılmamış ve ilme aykırı sanılmıştır. Hakikatte bunlar, ilmin ta kendisidir. Şimdi, Kur'an'ın, bilimden önce haber verdiği ve neticede bilimin de onun söylediklerini desteklediğini açığa vuran birkaç misal üzerinde durarak O'nun ne ilahî bir mûcize olduğunu göstermeye çalışalım:
Onun dünya, güneş, ay ve bütün gök cisimlerinin birleşik bir gaz kütlesinden koptuğunu,2087 arzın yuvarlaklığını,2088 güneşin kendi yörüngesinde döndüğünü,2089 yer çekimi kanununu,2090 yıldızların yörüngeleri ve kara delikleri,2091 evrenin genişlemesi,2092 hava basıncının varlığı,2093 insanın nasıl bir sudan yaratıldığı,2094 denizlerin kaynaması ve kıyametin kopması,2095 güneşin hararetini tazelemesi,2096 dünyanın dönüşünün yavaşlaması,2097 insanın topraktan yaratılması,2098 ceninde nutfenin yeri,2099 insanın nasıl yaratıldığı,2100 anne karnındaki üç karanlık (üç sağır perde),2101 insanda cinsin tayini2102 ve bunlara benzer birçok bilimsel gerçekleri, asırlar önce, bunlardan hiçbir ilim adamının haberi yokken anlatması ve özellikle bilginler, edebiyatçılar, filozoflar, kanun koyucular ve ahlâkçıların hep birden benzerini getirmeleri imkânsız iken, bütün bunların ümmî/okuma yazması olmayan bir kimseden sâdır olması, ancak mûcizeliğini ve ilahî kaynaktan geldiğini gösterir.
Kur'an'ın i'caz yönleri sadece bunlardan ibaret değildir. Yukarıda temas edilenlerin dışında Kur'an'ın mûcizeliğini ispatlayan daha birçok delil bulmak mümkündür. Mesela, birçok sebep varken, müslüman olmayan Arapların Kur'an'a muâraza edememeleri, her mûcizeye kıyas edilebilmesi, düşmanlarına menfi, dostlarına müspet etki etmesi, sanki bir tek söz imiş gibi âyetleri ve sureleri arasında münasebet bulunması, okuyana usanç vermemesi, kolay ezberlenebilmesi, hakikat, mecaz, teşbih, istiare, kinaye, i'caz ve itnab, darb-ı mesel gibi edebî konuları ihtiva etmesi, duyulduğu zaman kalplere nüfuz etmesi, ruhlara tesiri...
2086] 96/Alak, 1-5
2087] 21/Enbiyâ, 30
2088] 79/Nâziât, 30; 39/Zümer, 5
2089] 36/Yâsin, 38
2090] 13/Ra'd, 2; 31/Lokman, 10; 22/Hacc, 65
2091] 56/Vâkıa, 75-76
2092] 51/Zâriyât, 47
2093] 6/En'âm, 125
2094] 86/Târık, 5-7
2095] 54/Kamer, 50; 16/Nahl, 77; 81/Tekvir, 6
2096] 17/İsrâ, 97
2097] 28/Kasas, 71-72
2098] 30/Rûm, 20; 6/En'âm, 2; 55/Rahman, 14
2099] 7/A'raf, 172
2100] 86/Târık, 5-8; 76/İnsan, 2; 23/Mü'minun, 11-13
2101] 39/Zümer, 6
2102] 31/Lokman, 34; 22/Hacc, 5, 77/Mürselât, 20-22; 75/Kıyâmet, 36-40
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Özetle, Yüce Allah, insanlığın bilim ve düşünce yönünden pek gelişmediği ilk çağlarda, gönderdiği hak peygamberlerine gözle görülen ve açıkta meydana gelen mûcizeler ihsan etmiştir. Bu çağlarda insanlar, sadece gözleri ile gördükleri şeylere inanıyorlardı. Bu yüzden de Yüce Allah, insanlığın akıl ve düşünce bakımından kavrayabileceği ve gözleriyle gördüğü olağan üstü olaylardan iman etme yönünden kabulleneceği gerçekleri ihsan buyurmuştur. Yani, bu mûcizelerin çoğu, hissiyatla/duygularla açıktan açığa görülen ve kavranılan türdendi.
Ancak, insanlığın akıl, düşünce ve ilim yönünden hızla ilerlediği bir çağda, hiç şüphesiz gözle görülen hissî mûcizelerin yanında, ilim ve akılla kavranacak mûcizelerin de bildirilmesi gerekmekteydi. Bir hak peygamberin doğruluğuna inanmak için sadece gözle görülen mûcizelerin gösterilmesi yeterli değildi. Bunun yanı sıra, bütün çağlar boyunca her insanın rahatlıkla düşünüp anlayabileceği ilmî ve aklî mûcizeler de gerekliydi. İlim, akıl, düşünce ve mantık bakımından asla karşı konulmayacak büyük deliller getirmek, doğruluğunu aksi asla düşünülmeyecek belgelerle kanıtlamaya çalışmak, mûcizelerin en büyüğüdür. Böyle bir mûcizenin karşısında dağlar erir, akan sular durur.
Kur’ân-ı Kerim, inişi ile bozgunculuğu, inançsızlığı, sapıklığı, haksızlığı ve her türlü câhiliyye âdetlerini temelden söküp atmıştır. İnsanlığın yaratılışına, akıl ve düşünce kurallarına uymayan her türlü bâtıl inanışları ve hurâfeleri yasaklamıştır. Kur'an, kötülüğün kaynağını kurutmuş ve insanlığın zararına olacak her türlü çirkin âdet ve alışkanlıkların kapısını kapatmıştır. Böylece insanlığı olgunlaştırmıştır. Kur'an'ın ana hedefi, putlara ve tağutlara kul olmaktan insanları kurtarıp sadece Allah'a ibâdeti ve O'na kulluk yapmayı gerçekleştirmek, ferdin nefsini ıslah etmek, sosyal dayanışmayı sağlamak, şûrâyı, adaleti ve bütün insanlar arasında Allah'ın hükmünü egemen kılmaktır. İnsanları hak dine çağırmak ve mü'minler arasında kardeşlik duygusunu ve inancını yaymaktır.
İşte, bütün bunlar, Kur'an'ın en büyük mûcize olduğunu göstermektedir. Çünkü saydığımız bu temel ilke ve kurallar, çağımız insanının şiddetle muhtaç olduğu ilke ve kurallardır. Bunları, Kur'an, çağımızın bütün çaresizliklerine derman olmakta ve ona çözüm yollarını sunmaktadır. Kur'an, böylece eşsiz ve büyüleyici beyanı ile çağdaş bilim adamlarının altından kalkamadığı çağımız sorunlarına derman olmaktadır. Çağımızın en büyük hastalığı, maddecilik illetidir. İnsanlığın huzur ve mutluluğuna hizmet için yaratılmış olan madde, çağımız insanı tarafından tapılan ve uğrunda kavga edilen bir duruma getirilmiştir. Madde, putlaştırılmış, insanlar da onun kulu ve kölesi haline gelmiştir. Oysa Kur'an, insanları maddeciliğin köleliğinden kurtulmaya ve Allah'a iman etmeye çağırmaktadır. Çünkü iman, huzur ve mutluluğun kaynağıdır. İnsanın yaratılış amacı, Allah'a iman edip kulluk görevini yerine getirmektir. Ancak bu amaç ile insanlık, gerçek huzur, saâdet ve barışa kavuşabilir.
Kur'an'ın mûcize oluşu, ölü kalplerin onun ulaştırdığı iman nuru ile dirilmesi, kör olan manevî gözlerin Kur'an'ın sunduğu İslâm hakikatleri ile açılması ve cahil olan bir toplumun ilim ve irfan ışığı ile aydınlanmasıdır. O çağda, yapılması ve gerçekleşmesi hayal bile edilmeyen birçok olayın, muhteşem bir inkılâbın, Kur'an'ın inzaliyle kendiliğinden oluşmasıdır. Hz. Musa'nın, asası ile sert kaya
KUR'AN'IN İ'CÂZI
- 477 -
parçasına vurup ondan suları akıtması nasıl bir mûcize ise, Kur'an'ın âyetleri de öylece vahşi, âsi ve cahil kimselerin kalplerini yumuşatmış ve bu paslı kalplere iman nurunu yerleştirmiştir. Bu, başlı başına bir mûcizedir. Hz. İsa, nasıl ölüleri bir ilahî mûcize olarak diriltmiş ise, Kur'an da öylece küfrün, şirkin, vahşetin ve cehaletin bataklığında can çekişen bir milleti, hakka, hidâyete ve İslâm'ın nûruna erdirmekle diriltmiştir. Onları, uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Çağlar boyunca bu millet, bütün dünya insanları için örnek alınacak bir ışık olmuştur.
Müslüman milletler, Kur'an'ın nuru ve hidâyeti sayesinde yükselmişler, refah ve huzur içinde yaşamışlardır. Kur'an'a baş eğdikleri sürece bütün dünya da onlara baş eğmiştir. Onlar, Kur'an'ın dosdoğru yolunda yürüdükleri müddetçe, zaferi ve üstünlüğü elde tutmuşlardır. Müslümanlar, Kur'an'ın bayrağı altında toplandıkları zaman, izzet ve şereflerini korumuşlardır. Bu bayrak altında, Yüce Allah'ın emrettiği bütün hüküm ve emirleri yerine getirdiklerinde iki cihan saadetine ulaşmışlardır. Bütün bunlar, Kur'an'ın mûcizeliğini ispatlar. 2103
2103] İslâm'ın En Büyük Mûcizesi Kur'an, s. 18-19
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an'ın İ'câzı ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Âciz Bırakmak Anlamındaki İ’câz ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 6/En’âm, 134; 8/Enfâl, 59; 9/Tevbe, 2, 3; 10/Yûnus, 53; 11/Hûd, 20, 33; 16/Nahl, 46; 24/Nûr, 57; 29/Ankebût, 22; 35/Fâtır, 44; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 31; 46/Ahkaf, 32; 72/Cinn, 12, 12.
B- Kur'an'ın İ'câzı Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
a- Kur'an, Eşsizdir ve Benzerini Getirmekten İnsanları Aciz Bırakır: Bakara, 23-24, 62; Enfal, 31; Yunus, 38-40; Hud, 13-14; Nahl, 103; İsra, 88; Şuara, 210-212; Lokman, 27; Fussılet, 41-42; Tur, 34.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c1, s. 234-239
2. Mefatihu'l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s.138-152
3. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 222-228
4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, HikmetY. c. 1, s. 97-99
5. Kur’ân-ı Kerim ŞifaTefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 107-109
6. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 80-81
7. İ'cazü'l-Kur'an, Nedim Yılmaz, Özel Y. (Fatih Y.)
8. Müsbet İlimlerde Kur'an Mûcizesi, Hikmet Özdemir, Gonca Y. s. 9-17
9. Kur’ân-ı Kerim Hakkında Bilmediklerimiz, Arif Arslan, Adım Y. s. 44-68
10. İlim ve Din Açısından Mûcize, Osman Karadeniz, Marifet Y.s. 198-210
11. Son İlahi Kitap Kur’ân-ı Kerim, Osman Keskioğlu, D.İ.B. Y. s. 21-24
12. Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 46-52
13. İslâm'ın En Büyük Mûcizesi Kur'an, Muhammed Mahmud es-Savvaf, Emin Y.
14. Kur'an'da Edebi Tasvir, Seyyid Kutub, Hilal / Çizgi Y.
15. İslâm'a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi Y. s. 191-305
16. İlmin Işığında İslâmiyet, Afif A. Tabbara, Kalem Y. s. 42-80
17. Büyük Tefsir Tarihi -Tabakatü'l-Müfessirin-, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
18. Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, D.İ.B. Y.
19. Kur'ân-ı Kerim Mûcizesi, Mâlik bin Nebi, T. Diyanet Vakfı Y.
20. Kur'an Mûcizesi, Muhammed M. Şaravi, Esra Y.
21. Mûcizeler Mûcizesi Kur'an, Ahmet Deedat, İnkılab Y.
22. Kur’ân-ı Kerim ve 19 Efsanesi, Mahmut Toptaş, İnkılab Y.
23. Sonsuz Mûcize Kur'an, İsmail Karaçam, Çağ Y.
24. Kur’ân-ı Kerim ve Kur'an İlimlerine Giriş, Suat Yıldırım, Ensar Y.
25. Kur'an'da Edebi Veche, Safvet Senih, Nil A.ş.
26. Kur'an Tefsirinde Yeni Bir Metod, Emin Huli, Kur'an Kitaplığı
27. En Mühim Mesaj Kur'an, M. Abdullah Draz, Akçağ Y.
28. Kur'an'da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y.
29. Çağımızı Aydınlatan Kur'an Mûcizeleri, Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kit.
30. Kur'an Mûcizeleri, Harun Yahya, Vural Y.
31. Kur'an Mûcizesi, Haluk Nurbaki, Damla Y.
32. Kur'an'ın ilmi Sırları, Süleyman Aksoy, Sır Y.
33. Kur'an'ın ve Peygamberimiz'in Çağımızı Aşan Mesajları, M. Avni Özmansur, Altınkalem Y.
34. Kur’ân-ı Kerim ve Fenni Keşifler, Suat Yıldırım, D.İ.B. Y.
35. Kur'an'da Edebî Mûcize, Abdullah Aymaz, Özel Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:22

KUR’AN

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KUR’AN


- 407 -
Kavram no: 120
Kitap 5
İman 19
Bk. İncil; Tevrat; İman; Okuma; İlim
KUR’AN


• Kitab; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an; Anlam ve Mâhiyeti
• Zalike'l- Kitab (Bu Kitap) Ne Demektir?
• Kur’an Hakkında Kısa Bilgi
• Kur’an Konuları
• Kur’an’da Kur’an
• Bu Kitab'ı Kim Göndermiştir?
• Bu Kitap Niçin Gönderilmiştir?
• Bu Kitap Neyi Anlatmaktadır?
• Kur’ân-ı Kerim Hakkında Bilgi
• Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır
• Bu Kitabı Nasıl Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?
“Kendisinde hiçbir şüphe olmayan bu Kitap, müttakîler için (takvâya, sorumluluk bilincine sahip olanlara) hidâyet kaynağı (rehber-kılavuz) ve yol göstericidir.” 1869
Kitab; Anlam ve Mahiyeti
Kur'an'ın temel kavramlarından biri olan "kitab" 255 yerde geçmektedir. Türkçedeki 'kitap' anlamı yanında; yazılı şey, yazı, yazılan ve yazdırılan anlamlarına da gelir. "El-Kitab": Allah'ın Kitabı demektir. Kur'an ıstilâhında Kitab; Allah tarafından yazdırılan şey anlamında kullanılır ve bu anlamda imanın temel konularından biri de Kitaplara imandır.
Kur'an'ın "kitab"la ilgili ifâdelerinden şunların kast edildiği anlaşılır:
Genel anlamda vahy, 1870
Son Peygamber'e gelmiş bulunan vahiyler toplamı, 1871
Bütün kâinat,
İnsan,
Levh-ı Mahfuz'daki Evrensel kayıt kitabı (evrensel kompütür), 1872
1869] 2/Bakara, 1-2
1870] 43/Zuhruf, 4; 13/Ra'd, 39
1871] 2/Bakara, 2; 38/Sâd, 29; 41/Fussılet, 3; 43/Zuhruf, 2; 44/Duhan, 2
1872] 18/Kehf, 47-49; 45/Câsiye, 29
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Her ferdin fiillerinin kaydedildiği bireysel disket. 1873
Kur'an'a göre insanın önüne, okunmak üzere konan üç temel kitap vardır: Kâinat kitabı, vahy kitabı (Kur'an) ve insanın bizzat kendisi. Kur'an, diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir nurdur/ışıkdır. Evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi için, bizzat Allah, vahy kitabı aracılığıyla insana yardımcı olmak için devreye girmektedir. Kur'an, bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını "âyet" olarak anmaktadır. Kur'an, bir âyetler topluluğu olduğu gibi, kâinat ve insan da âyetler topluluğudur.1874 Ne vahy kitabı, insan ve eşyaya ait ilimler olmaksızın çözülebilir; ne de eşya ve insan, vahy kitabı olmadan lâyıkıyla anlaşılabilir.
Kur’ân; Anlam ve Mahiyeti
Kur'an, Allah'ın Kitabı'nın özel adıdır. Kur'an'da, Kur'an için birkaç isme daha yer verilmekle birlikte; en çok Kur'an adı geçmektedir. Bu ad Kur'an'da 70 defa geçer. Kur'an kelimesi için iki ayrı kök gösterilir. Bunlardan biri, okumak anlamındaki kıraat; ikincisi toplamak, kompoze etmek anlamındaki karn köküdür. Kur'an, ilk emri olan "ikra'" yani oku anlamındaki kelimeyle aynı kökten bir isim taşıyarak okumaya ve ilme en büyük değeri verdiğini belirttiği gibi, neyi ve nasıl okumamız gerektiğini de gösterir. Birçok inceliği ve gerçeği topladığı için de toplamak mânâsındaki bir köke dayanması ayrı bir hikmet sergiler.
"Bu o Kitaptır ki, kendisinde hiçbir şüphe yoktur. Müttakîler için rehberdir, kılavuzdur (Hûden)." 1875
Bu âyet, Kur'an açıldığında Fâtiha'dan sonra ilk okunan âyettir. Kur'an'ı eline alan okuyucu için elinde tuttuğu Kitabın ne olduğu, ne işe yarayacağı ve kime fayda vereceğinin açıklanmasıyla başlamaktadır. Bu Kitap, "lâ raybe fîh", kendisinde şüphe bulunmayan bir Kitaptır. Allah’tan (c.c.) geldiği kesindir. Kitabı okuyan kişinin ilk öğrenmesi gereken onun bir Allah kelâmı olduğunu şeksiz ve şüphesiz kabul etmesidir. Allah'tan geldiği konusunda meydana gelebilecek bir "acaba?" endişesi, Kitap ile kul arasındaki irtibatı zayıflatacağından, öncelikle bu konudaki endişenin giderilmesi ve tam bir güvenle Allah ile konuşuyormuşçasına Kitapla uyum sağlanılmalıdır. Zira tüm Kitap boyunca birçok açıklama yapılacak, yol gösterilecektir. Ona yaklaşan kişinin, Kitabı bu bakışla değerlendirmesi gerekir.
Rayb kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de toplam 17 yerde geçer.1876 Bu kelimenin kökü, değişik kullanım biçimleriyle Kur’an’da toplam 36 yerde geçer. Rayb; r-y-b kökünden şu anlamda kelimeler geliyor: Râbehû-rayben: Şüpheye düşürmek, şüphe vermek; Rayb: Zan, şüphe, töhmet; İrtâbe: Şüphe etti, itham etti. Âyette geçen "Lâ raybe fih (onda şek, şüphe yoktur)"un anlamı, "Bu Kitabın Allah'tan olduğunda en ufak bir tereddüt bile geçersizdir" şeklinde olmalıdır. Zira Kitabı eline alan bir okuyucu ilk önce bu Kitabı kimin yazdığını ve nereden geldiğini merak eder. İşte bu şüphe, daha ilk cümlede ortadan kaldırılıyor. Bu Kitap açık, apaçık
1873] 17/İsrâ, 13-14
1874] 51/Zâriyât, 20-21; 41/Fussılet, 53
1875] 2/Bakara, 2
1876] Rayb Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde:) 2/Bakara, 2, 23; 3/Âl-i İmrân, 9, 25; 4/Nisâ,87; 6/En’âm, 12; 10/Yunus, 37; 17/İsrâ, 99; 18/Kehf, 21; 22/Hacc, 5, 7; 32/Secde, 2; 40/Mü’min, 59; 42/Şûrâ, 7; 45/Câsiye, 26, 32; 52/Tûr, 30.
KUR’AN
- 409 -
bir hakikat olarak işte elimizin altındadır.
“Lâ raybe fih” ifâdesiyle Kitabın "hak" olduğu; “Hûden” ifâdesiyle "ne işe yarayacağı", “li'l-muttekıyn” ifâdesi ile de "kime" yarayacağı açıklanmış oluyor.
Hidâyet kelimesinin kökü olan “Hdy” kelimesi ve türevleri Kur'an'da 317 yerde geçer. Hidâyetin zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü “d-l-l” ve türevleri ise toplam 188 yerde kullanılır.1877 H-d-y kökünden şu anlamlarda kelimeler geliyor: Hidâyet: Doğru yolu bulmak, yoluna girmek. Hûden (li): Yol tarif etmek, yol göstermek; Ehdâ: Mekke'ye kurbanlık sevketmek; Hâdâ: Hediyeleşmek, sulh yapmak; İhtedâ: Doğru yolu buldu, doğru yol üzerinde durdu; Hâdî: Yol gösteren, boyun, aslan; Hâdiye: Önde olan; Hûdâ: Yol gösterme, itaat ve kulluk; Hedy: Saygıdeğer kişi, hal ve gidiş. Bu kitabın ne işe yarayacağının "Hûden" lafzı ile anlatılışı genel bir yol gösterme ve rehberlik-kılavuzluk fonksiyonuna işaret etmektedir. Ayrıca şu veya bu konuda diyerek kısıtlama yapılmayarak sadece yol göstericidir denilmesi, akla gelebilecek her alanı kapsamaktadır. Arapçada, devenin önünde yularını tutup ona çölde yol gösteren kişiye "Hâdî" denilmektedir. Bu Kitab'ın yol gösterişi genel ve temel esaslardadır. O her şeyin genel rotasını çizer. Temel yönleri belirtir. Meselâ; doğu, batı, kuzey, güney gibi temel yönleri bildirir. Rasûller, güneybatı, kuzeydoğu vb. ara yönleri gösterir. Bunlar doğrultusunda muttakî fakih de daha iç yönleri bulabilir.
Bu Kitabın kime yararlı olacağı ise li'l-muttekıyn (Allah'tan sakınanlar için) ifâdesi ile açıklanır. V-k-y kökünden şu kelimeler gelmektedir: Vekaa: Sakınmak, korkmak, korumak, düzene koymak; İttikaa: Korku, saygı; et-takvâ: Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınma; Muttekıy: Allah'tan sakınan; Takıyye: Korkmak, gerçek durumunu gizlemek. Bu kitap Allah'tan sakınan, O'nun koyduğu kuralları çiğnemekten çekinen ve bu hissi taşıyan kişilere fayda verecektir. Diğerleri için ise sadece okunan, ezberlenen, araştırılan, bilgi sahibi olunan bir Kitap konumunda kalacaktır.
Bu kitabın gerçekten Hûden olabilmesi, onu eline alan kişinin niyet ve hisleri ile gerçekleşebilecektir. Zira burada canlı olan okuyucudur. Niyeti ne ise, ameli de ona göre olacaktır. Kitabı eline almaktan, okumaktan maksadı ne ise, yararı da ona göre olacaktır.
Bu Kitabın fayda verişi kişinin kasdına göre değişmektedir. Eğer kasdı kafasında önceden edindiği bir fikre delil bulmaksa, kasdı beğenmediği ve uymak istemediği bir ilkeyi, kuralı değiştirmekse, kasdı bilgi sahibi olmaksa, kasdı Bu Kitabı sermaye yapıp üzerinden geçinmekse, bu niyetler ona zarar vermeyecek; bu kasdı taşıyana zarar verecektir. Kasdı Allah'tan sakınmak, kalbi titreyerek gerçekten hayatına onunla yön çizmekse Bu Kitap işte bu kişiye Hûden olacak, fayda verecektir. Bütün bunlar Bu Kitaba hiçbir zarar vermeyecek, o tazeliğini ve zindeliğini daima koruyacak, ona yaklaşanlar eskiyecek, gelip geçecek; Bu Kitap ebedîyete kadar yaşayacaktır.
"Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah'ın zikriyle yumuşar. İşte Bu Kitap Allah'ın insanlar için gönderdiği bir rehber (Hûden)dir. Allah
1877] Hidâyet konusu ve hidâyetle ilgili âyetler için Bk. 1/Fâtiha, 6; İhdinâ’s-sırâta’l müstekîm âyeti.
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onunla dilediğini hidâyete erdirir. Kimi de Allah saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur." 1878
Kur'an'ın önsözü durumundaki Fâtiha'dan sonra, Kitab’ı ilk açan okuyucu için; "Bu Kitap kendisinde şek ve şüphe bulunmayan bir Kitaptır. Müttakîler için rehberdir, kılavuzdur (Hûden)."1879 açıklaması yapılarak okuyucunun Kitap hakkında endişe etmemesi gerektiği âdeta teyid edilmiştir. Lâ raybe fih denilerek Kitabın varlığı; Hûden denilerek de kitabın ne amaçla gönderildiği anlatılmaktadır. Böylece Kitabı eline alan mü'min, Allah'tan olduğu kesin olan Bu Kitab'ı rehber-kılavuz edinerek yolunu bulabilecektir.
Devam eden ikinci âyette yapılması gerekenler topluca özetlenmiştir. Gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan birkaç konuya kesin iman edecek, Salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerini ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir. Bunlara ilk kendisinin inanmadığını, devam edegelen tarihî mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan Bu Kitab'a, Kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan Kitaplara ve Rasûllere de iman edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayatın ikinci ve ebedî bölümü olan Âhiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayatın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak ve kurtulmuş olacaktır.
Kur’an’da Kur’an
Kur'an, kendisini bir kılavuz, rehber olarak tanıtıyor. Kur'an, insanlara hayatları boyunca takip etmeleri gereken esasları, yasaları gösteren ve onları teşvik eden bir kitaptır. Kur'an, akleden insanlar için bir öğüt ve hatırlatmadır. Kur'an'ı, kendi dilinden tanımaya çalışalım:
"Elif Lâm Râ; Bunlar, gerçeği açıklayan Kitab’ın âyetleridir. Biz, onu anlayasınız diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik. Biz, bu Kur'an'ı sana vahyederek en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa daha önce sen bunlardan habersizdin." 1880
"Bu, Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve hamde lâyık olan, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır." 1881
"Kur'an, âlemler için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir." 1882
"Bu Kitap, hiç şüphesiz müttakîler için rehberdir." 1883
"Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, tek bir ilâh bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir." 1884
"De ki, Kur'an'ı Rûhul Kudüs (Cebrâil) Rabbinin katından mü'minlerin imanlarını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere hak olarak
1878] 39/Zümer, 23
1879] 2/Bakara, 2
1880] 12/Yûsuf, 1-2
1881] 14/İbrahim, 1-2
1882] 68/Kalem, 52
1883] 2/Bakara, 2
1884] 14/İbrahim, 52
KUR’AN
- 411 -
indirmiştir." 1885
"Bu Kur'an, insanlara bir açıklama, müttakîlere yol gösterme ve bir öğüttür." 1886
"Doğrusu size Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızâsını gözetenleri onunla selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir." 1887
"O halde Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Onların heveslerine uyma. Eğer yüzçevirirlerse bil ki, Allah, bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar." 1888
"Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlerde açıkladık. Belki sakınırlar veya onlara bir öğüt olur." 1889
"Andolsun, bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü şekillerde açıkladık. Ama insanların çoğu inkâr ederek yüzçevirirler." 1890
"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hak ile bâtılın arasını ayıran ölçüyü indiren ne yücedir!" 1891
"De ki, bu, mü'minlere doğruluk rehberi ve şifâdır." 1892
"Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik." 1893
"Rabbinizdin size indirilen Kitaba uyun; ondan başka veliler edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz." 1894
"O gün zâlim kişi ellerini ısırıp 'keşke Peygamber'le beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim, and olsun ki beni, bana gelen Kur'an'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor.' der. Peygamber: 'Ey Rabbim, doğrusu kavmim/toplumum bu Kur'an'ı terk etmişti.' der." 1895
"Benim Kitabımdan yüzçeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve Kıyâmet günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman, 'Rabbim, beni niye kör olarak haşrettin? Oysa ben gören bir kimseydim' der. Allah: 'İşte böyle, âyetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun (önemsememiştin, arkana atmıştın) bugün de öylece unutulursun' der." 1896
"Gerçekten, indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitapta insanlara açıkladıktan sonra, onu gizleyen kimselere hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edenler lânet ederler. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler hâriç. Onların tevbesini kabul ederim." 1897
1885] 16/Nahl, 102
1886] 3/Âl-i İmran, 138
1887] 5/Mâide, 16
1888] 5/Mâide, 49
1889] 20/Tâhâ, 113
1890] 17/İsrâ, 89
1891] 25/Furkan, 1
1892] 41/Fussılet, 44
1893] 17/İsrâ, 106
1894] 7/A'râf, 3
1895] 25/Furkan, 27-30
1896] 20/Tâhâ, 124-126
1897] 2/Bakara, 159-160
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizlemede bulunup da onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah, Kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlarından arındırmaz. Onlara elem verici bir azap vardır." 1898
"Kur'an'ı işlerine geldiği gibi bölenlere de azâbı indirmişizdir. Onlar Kur'an'ı bölüp ayıranlardır. Rabbine and olsun ki mutlaka yaptıklarının hesabını hepsine soracağız. Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüzçevir!" 1899
"Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; Kıyâmet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir." 1900
"Onlar Kur'an'ı düşünmezler mi, yoksa kalpleri mi kilitli?" 1901
Bu Kitab'ı Kim Göndermiştir?
Şu âyetlere dikkatle göz atalım: "Bu Kur'an, Allah'ındır. O'ndan başkasına nispet edilemez. Ancak o daha önceki inen Kitapları tasdik edici ve hükümleri açıklayıcı, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Bunda hiç şüphe yoktur."1902 "Onlar hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânâsını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı muhakkak ki içinde birbirini tutmayan çok söz ve ifâdeler bulurlardı."1903 "Bu Kur'an, sana, hükmünde hikmet sahibi olup her şeyi bilen Allah katından veriliyor."1904 "Bu Kur'an, Rahmân, Rahim tarafından indirilmedir."1905 O, bir şair sözü değildir, bir kâhin sözü de değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz. O âlemlerin Rabbından indirilmedir."1906 "Eğer o peygamber bazı sözler uydurup bize isnat etmeye kalkışsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık. Sonra da onun kalp damarlarını keserdik. O vakit, sizden hiçbir iniz ona siper de olamazdınız."1907 "Kur'an'ı şeytanlar getirmedi; Kur'an'ı indirmek onlara uygun düşmez; hem de buna güçleri yetmez." 1908
Bu Kitab'ın Allah'tan geldiğinde şüphesi olanlara lâ raybe fîh ifâdesini teyid için yukarıdaki âyetlerle tafsilatlı açıklamalar yapılmaktadır. Kur'an'ın Allah kelâmı olmadığı, olamayacağı yolundaki itirazlar şu noktalarda toplanıyordu: Onun bir şair sözü olabileceği, Onun bir kâhin sözü olabileceği, Onun bir şeytan ilhamı ve vesvesesi olabileceği, Peygamberin uydurması olduğu. Yukarıdaki âyetlerde bu iddialara bir bir cevap verilerek reddedilir. Ve doğru olan ortaya konur. İnanan inanır; inanmayan inanmaz. "Bu Kur'an, bir Peygamberin (Allah'tan) getirdiği sözdür." 1909
Rasûlullah (s.a.s.) bir toplum içinde yaşıyordu. Onlardan biriydi. Ancak ona vahy olunuyordu. O da aldığı vahyi açıklıyor, insanları buna çağırıyordu. Ona
1898] 2/Bakara, 174
1899] 15/Hicr, 90-94
1900] 2/Bakara, 85
1901] 47/Muhammed, 24
1902] 10/Yûnus, 37
1903] 4/Nisî, 82
1904] 27/Neml, 6
1905] 41/Fussılet, 2
1906] 69/Haakka, 41-43
1907] 69/Haakka, 44-47
1908] 26/Şuarâ, 210- 211
1909] 69/Haakka, 40
KUR’AN
- 413 -
iman edenler, karşı çıkanlar oluyordu. Rasûl (s.a.s.) bu şekilde toplum içinde 23 yıl yaşadı. Bunun 13 yılını Mekke'de; 10 yılını Medine'de geçirdi. Kur'an bu süre içerisinde peyderpey nâzil oldu. Onun ölümü ile birlikte Bu Kitap tamamlanmış oldu.
Kur'an'daki âyetlerin olaylarla iç içe nâzil olduğunu bilmemiz bize Kitabın indiği toplum ve çevreden bağımsız anlaşılmayacağı gerçeğini öğretir. Zira o bir toplum hareketine öncülük etmiş, yönlendirmiş Kitaptır. Onu masa başı kitabı olarak ele almak yanlış sonuçlara götürür.
İlâhî vahy insana ve içinde yaşadığı topluma hitap etmektedir. Onu anlayacak, hayata geçirecek, toplum düzeni olarak bir sisteme dönüştürecek insandır. Bu Kitap'ta insanın düşünce, duygu, irade ve ünsiyet gibi yeteneklerini harekete geçirici âyetler vardır. Bu yeteneklerini kullanan insan, toplum içinde diğer insanları da etkileyecek, Şeytanın ilhamına kulak verenlerle Allah'tan gelen vahy ile mücâdele edecek; canını, malını bu yolda feda edecektir. Böylelikle İlâhî vahye olan bağlılığını ve imanını ispat etmiş olacaktır. Mücâdele, Allah'ın sözünün Şeytanın sözüne galebe çaldığı, İlâhî vahyin toplumda "ekber" hale geldiği âna kadar devam edecek, sonra dünyadaki tüm toplumlarda da bu İlâhî hedef gerçekleşinceye kadar sürecektir. İşte Allah'ın kitabı Kur'an, bütün bunları yapacak insana-topluma hitap etmektedir. İnsan bu mücâdele içinde yetişecek, olgunlaşacak, kemal noktasına ulaşacaktır.
Bu Kitap Niçin Gönderilmiştir?
"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumattan nura, her şeye galip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik."1910 "O (Kur'an) sizi zulumattan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir."1911 "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip salih amel işleyerek zulumattan nura çıkasınız." 1912
Bu Kitab'ın niçin gönderildiğini açıklayan birçok âyetten bazıları bunlar. Buna göre Kitabın inzal amacının şu esaslar üzerine kurulduğu söylenebilir:
Âyetlere göre şeytanın egemenliği altına giren herhangi bir durum zulumat (karanlıklar) olarak vasıflandırılmaktadır.
Rasûller bu zulumattan nura çıkışı gerçekleştirmek (dönüşüm-değişim) için seçilmişlerdir. Kitap ve âyetler bu ihracın (çıkışın) sağlanması için gönderilmişlerdir.
3- Bu çıkış, Allah'ın izniyle Kur'an ve salih amelle, yani çaba ile gerçekleşecektir. "Zulumattan nura çıkarmak için" ifâdesi bu Kitabın niçin gönderildiğini en veciz bir şekilde açıklamaktadır. Kur'an'a göre, aslolan toplumun karanlıklardan aydınlığa çıkmasıdır. Faziletli toplumun inşa edilmesidir. Bu arada fertler de bu mücâdele esnasında yetişip ahlâkî faziletlerle donanacaklardır. 1913
Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
1910] 14/İbrahim, 1
1911] 39/Zümer, 39
1912] 65/Talâk, 11
1913] İhsan Eliaçık, İtikad Üzerine, Şafak Y., s. 20
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."1914 Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır. Âhiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür."1915 Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler."1916 dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.
Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur; fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nuruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.
Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nur" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. "Kim benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, Kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." 1917
Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur câhiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin "Kitabın
1914] 5/Mâide, 45
1915] 2/Bakara, 257
1916] 7/A'râf, 179
1917] 20/Tâhâ, 124-127
KUR’AN
- 415 -
ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder."1918 “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz.
Bu Kitap Neyi Anlatmaktadır?
Tüm peygamberler ve Allah'tan getirdikleri kitapların ana fikri insanoğlunu ulûhiyeyyet ve ubûdiyyet konusunda aydınlatmaktır. Hz. Âdem ve Havvâ'nın yeryüzüne indirilişinden bu yana binlerce sene geçmiş ve insan nüfusu altı milyara ulaşmıştır. Bu rakam şu anda diri olanların sayısıdır. Geçmişte yaşayıp ölenler de eklenince milyarları bulmaktadır. Allah, yeryüzünü hiçbir zaman rehbersiz ve kılavuzsuz bırakmamış, daima elçilerle kitaplar göndererek insanlara yol göstermiştir. Kitaplar bu rehberliğin yazılı metinleridir. Allah'ın insanlara çağrısı ve onlar için gösterdiği hayat tarzı kitaplara kaydedilerek insanoğlunun elinde vesika olarak bulunması sağlanmıştır. Ancak bu rehberlik en son "Bu Kitap" ile sona ermiştir. Bir daha Nebî seçilmeyecek, yazılı metinlerden oluşan Kitap gönderilmeyecektir. Artık insanlık son Rasûlün (s.a.s.) getirdiği Kitapla yükümlü olacaklardır.
Bu Kitabı Nasıl Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?
Kur'an okuyor veya dinliyor olmamız, tek başına, bizi aldatmasın. O İlahi Kelâm'ı okurken, dinlerken, üzerinde düşünürken, sahih bir niyet taşıma gereği de unutulmasın. Bilelim ki Kur'an'a gerçekten muhatap olmamız, doğru bir niyetle, samimiyet ve ihlâsla ona yönelme şartına bağlanmış bulunuyor.
Bizatihi Kur'an'ın tarifiyle, âlemlerin Rabbinden gelen;1919 insanları hidâyete erdiren ve hakkı bâtıldan ayıran;1920 sonsuz hikmetler yüklü;1921 sonsuz derecede kerim;1922 bir Ezelî Kelâm'dır Kur'an. "Onun ahlâkı Kur'an'dı"1923 diye tarif edilen Ümmî Nebî (s.a.s.) kendi hayatıyla, Kur'an'ın bu sıfatlara hakkıyla mazhar olduğunun en birinci delilidir. Keza, ondan aldıkları hidâyet dersiyle bütün insanlık tarihine manidar ubudiyet örnekleri sunan sahabiler de. Ve herbiri ondan aldığı hakikat nuruyla kemale eren milyonlarca asfiya ve salih kullar ile hayatları onunla nurlanan yüz milyonlarca mü'min de onun tüm bu özellikleri hakkıyla taşıdığının şahidi ve delilidir.
Fakat bizatihi Kur'an, muhâtabı olan bizleri, kendisine sahih bir niyet ve sağlam bir itikad ile samimiyet ve ihlâs içinde muhatap olma konusunda uyarır. Meselâ Al-i İmran sûresinin yedinci âyetinde, kalbinde 'kaypaklık' taşıdığı halde
1918] 36/Yâsin, 65
1919] 56/Vâkıa, 80
1920] 2/Bakara, 185
1921] 36/Yâsin, 2
1922] 56/Vâkıa, 77
1923] Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139; Ebû Dâvud, Tatavvu, B. 26, Hds. 1342; Nesâî, K. Leyl, B. 2, Hds. 1601; Dârimî, Salât B. 165, Hds. 1342
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
'saptırma ve fitne için' onu okuyanların varlığına dikkat çeker. Bir sonraki âyette ise, hidâyet bulduktan sonra kalbimizi eğriltmenin mümkün olduğunu bildiren bir duâyla yüz yüze geliriz. Böylesi dehşetli bir tehlikeye karşı insan, acziyet ve tevâzu içinde Rabbine sığınma durumundadır: "Ey Rabbimiz! Bize doğru yolu gösterdikten sonra kalbimizi kaydırma, bize katından bir rahmet ver. Gerçekten her şeyi veren Sen'sin."1924 Tüm bu hususlar şunu açıkça gösterir:
Kur'an, gerçekten âlemlerin Rabbi namına bir İlâhî hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Hâlikı namına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelâm-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan'dır ve mu'cizü'l-beyandır. Dolayısıyla onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ın doğru bir niyetle okunmasıdır.
Kur'an'dan öğrendiğimize göre, ona yönelirken dikkat edilecek hususlar şunlardır: İyi niyet, istiâze, Kur'an'a temiz olarak dokunup yaklaşmak, Kur'an'a kulak verip susmak, onu tane tane, özümseyerek okumak.
Kur'an'a yönelirken dikkat edilecek ilk husus, recmedilmiş şeytana karşı, Rabbimize sığınmaktır: "Kur'an okumaya başladığın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."1925 İlk iş budur. Neden? Çünkü Kur'an'ın defaatle ders verdiği üzere, şeytanı şeytan kılan şudur: O, kendince bir 'üstünlük' vehmi üreterek Allah'ın yarattıklarını iyi-kötü, eksik-mükemmel ayrımına tabi tutmuştur. Bu şekilde, hem kendine bir üstünlük vermiş, hem de Allah'ın kudretine kusur ve noksan yüklemeye kalkışmıştır. Kendince açtığı bu yoldan yürüyerek, nefis ve esbab şirkine zemin hazırlamış; böylece, Rabbine karşı isyan ve inkâr cür'etini bulmuştur. İnsanı nefisperest olmaya sevkeden de, esbabperestliğe meylettiren de odur. Bütün kötülüklerin, bütün bâtıl düşünce ve hayat tarzlarının gerisinde şeytanın bir dahli vardır. Bu bakımdan şeytandan istiâze etmek, tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını taşır.
Kur'an'ı böylesi bir sığınma içinde okumak, onu bütün menfiliklerden Allah'a sığınarak okuma anlamını barındırır. Şahsi bir menfaat için okuma da bu anlama dâhildir; bir dünya menfaati için okumak da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak durma da bunun içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmak da. Ona şöhret için muhatap olmak da bunun içindedir; kendi aklına güvenip, aklını doğrulama mercii, Kur'an'ı ise aklın kölesi kılmak da. Zaten istiâze'nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabul etmeyip sadece kendisine güvenen kimse, başkasına sığınmaz. Dolayısıyla istiâze eder etmez, şeytanın bacağını Allah'ın izniyle kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah'a isyan eden, Kur'an'da belirtildiği üzere kibirlenerek kâfir olan şeytanın ürettiği en büyük tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak; nefsimizi okşayarak, enâniyetimizi kamçılamaktır. "Şeytanlar ene'nin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalâlet derelerine atıyorlar." İstiâze sâyesinde, bu tehlike, yolun daha başında bertaraf edilmektedir.
1924] 3/Âl-i İmran, 8
1925] 16/Nahl, 98
KUR’AN
- 417 -
İkinci bir husus, ona 'temiz' olarak yönelmektir. "Temizlerden başkası ona (Kur'an'a) dokunamaz."1926 Yani 'ancak temiz olanlar ona dokunabilir.' Bu âyetle emredilen bu temizlik, iki yönlü bir hazırlık niteliğindedir. En basit anlamıyla, bu temizlik şartı, insana sıradan bir kitap ve sıradan bir hitap ile yüz yüze olmadığını hatırlatır. O âna dek iştigal olunan ve muhtemelen nefsânîlik ve dünyevîlik karışmış hallerden arınma tâlimi yapılır. Böylece, kalpler ve akıllar, Rabbin pak, saf, temiz, bozulmamış, münezzeh, mukaddes ve ulvi Kitab'ına lâyıkınca muhatap olmaya hazırlanır. Bu arınma gerçekleşmeden o muhâtabiyetin sağlanması zaten mümkün değildir. Onun nuruna açılmamız, ancak dünyevîlik ve nefsânîliklerden temizlenmemizle mümkün olacaktır.
Âyette geçen 'dokunma'yı bu açıdan da dikkate almak gerekir. Bu ifâde, dünyevî kirlerden, nefsânî vehimlerden âzâde olamayan bir insanın, okusa bile onun hakikatini kavrayamayacağını da ihsas eder. Temiz bir kalple, selim bir fıtratla ona muhatap olmayan, o hakikat okyanusundan maalesef hissesiz kalmaktadır.
Kur'an'a yaklaşım konusunda bir üçüncü husus: "O Kur'an okunduğunda ona kulak verin ve susun ki rahmet edilesiniz."1927 Bu âyette, 'okuma' ve 'dokunma'nın yanına, iki husus daha eklenir: 'Dinleme' ve 'susma.' Dinlemek, tüm Kur'an'da en çok sözkonusu edilen insanî fiillerden biridir. Anlamanın ilk şartı odur. Kur'an okunurken dinlemeyen biri, onu nasıl anlayabilir ki? Yine dinleme, saygılı olmanın ve ciddiye almanın işaretidir. Kulun edebine yakışan da budur. En küçük bir âmiri konuşurken dahi dinlemeye memur olan insan, bütün âlemlerin Rabbi, bütün yaratıkların yaratıcısının kelâmı karşısında nasıl dinlemez, nasıl susmayıp konuşmayı sürdürür?
Âyette zikredilen 'dinleme' ve 'susma' yalnız şu maddî kulağımıza ve dilimize ait değildir. İstenen, aynı zamanda, her vakit şeytanı dinleyen nefsin, hep gelip geçici zevklerin zebûnu olan hevâ ve hevesin susmasıdır. Ayrıca, semavî bir hitap karşısında dünyevî fikriyat ve felsefelerin asıl tutulmamasıdır. Hüdâ'nın karşısına dehâ (!) ile çıkmamaktır. Bütün bir felsefe tarihinin ana tavrı olan, vahye sırtını çevirip yalnızca kendi aklıyla hakikatı bulma iddia ve inadında olmamaktır. Bilakis, bizi yaratan, bize bu sûreti, bu sîreti, bu fıtratı, bu aklı ve tüm bu duyguları veren; bizim yüz yüze olduğumuz, her bir mevcudundan gerek gözümüzle, gerek dilimizle, gerek fikrimizle, gerek kalbimizle istifâde ettiğimiz şu kâinatı da yaratan bir Rabbin bir âlet olarak yarattığı aklı o şekilde kullanmaktır. Onu sürücü değil, binek; hâkim değil, hizmetkâr yapmaktır.
Diğer bir husus, tüm bu şartlara azamî derecede riâyet gayretiyle okumaya başladığımız Kur'an'ı, her bir harfine hakkını vererek, tane tane okumaktır. "Kur'an'ı tertil ile tane tane oku."1928 Her sûresi, her âyeti, her kelimesi ve her harfi böylesine i'cazlı ve îcazlı bir Kitab, ancak ve ancak tane tane okunur. Düşüne düşüne, sindire sindire okunur. Onu hızla okuyup geçmek, dil kıpırdarken aklı, kalbi ve pek çok duyguyu hissesiz bırakmak demektir. "Kur'an'ı tertil ile tane tane oku" buyrulması; sözkonusu özümsemenin usûlünü de bildirmektedir. Hızlıca okunup geçilen hangi şey özümsenir ki? Tane tane okuma, okunan şeyi özümseme,
1926] 56/Vâkıa, 79
1927] 7/A'râf, 204
1928] 73/Müzzemmil, 4
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sindirme, benimseme ve hayatının her anını ona göre yaşama niyetini yansıtır. Nitekim, Kur'an, nûrânî sırlarını, "fıtratımın kemâli sensiz olamaz" diyerek ona ciddiyetle muhatap olanlara açmaktadır. 1929
"Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola iletir. (Bildirdiği) hayırlı amelleri yapan mü'minlere kendileri için pek büyük mükâfatın olduğunu da müjdeler."1930 İnanmak ve kanunlarına göre yaşamak mecburiyetinde olduğumuz Kur'an nedir?
Kur'an; Allah'ın insanlığa son peygamber ve önder olarak gönderdiği Hz. Muhammed'in, Cebrâil isimli melek aracılığı ile Yüce Rabbimizden vahiy yoluyla alıp insanlığa sunduğu hayat nizamıdır. Hayatın başlangıcı ve sonucunu açıklayan âyetleri, sunduğu hayat kanunları, felâket ve mutlulukla neticelenen yaşayış şekillerine ait tarihî belgeleri, kâinatla ilgili ilmî mûcizeleri ve Hakk'ı, bâtıllardan ayırıcı düsturları ile Kur’ân-ı Kerim bütün akıl sahipleri için hidâyet kaynağıdır.
Kur'an; kâinat nizamının son bulacağı zamana kadar yaşayacak bütün insanların muhtaç olacakları itikadî, ictimaî, iktisadî, hukukî ve ahlâkî en üstün hayat kanunlarını ihtiva eden bir Hak Kitaptır. Kur'an; bütün insanlığın bilginleri, aydınları, teknokratları, sosyologları, hukukçuları, edebiyatçıları, ahlâkçıları ve devrimcileri ile bir araya gelseler dahi bir benzerini meydana getiremeyecekleri İlahî kanunlar manzumesidir. Kur’an; lafızları ve insanlığı kuşatıcı hayat düsturları ile ilâhî, edebî ve ebedî bir Hak Kitap olduğu içindir ki, zaman aşımı, mekân değişimi onu eskitemez, yürürlükten düşüremez. O, her zaman yeni, her dem taze, her devirde eksiksiz ve mükemmeldir. Bunlara rağmen, yaşadığımız câhiliyye toplumunda Kur'an'ın sunduğu hayat düsturlarına göre yaşanılması, egemen güçlerce engellenmekte, otoritesi yıkılmaya çalışılmakta ve o, nesillerimize bir mâzi ve ölü kitabı şeklinde tanıtılmak istenmektedir.
Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:
Yüce Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur’ân-ı Kerim'in kişisel ve sosyal hayatımızdaki etkinliği nedir? Kur’ân-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah'ı fiil ve hayatımızda biricik ma'bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma'bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah'a şirk koşmaktır.
Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah'a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah'ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayatı tanzim edecek emir ve
1929] M. Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakalem Y., s. 15 vd.
1930] 17/İsrâ, 9
KUR’AN
- 419 -
yasaklarını içeren Kur’ân-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayattan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. "Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah'a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah'tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar (Bu da onlar için Allah'a bir nevi şirk koşmak olacak)." 1931
Allah'ın yanı sıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azâbına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü'minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur'an'la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim'in yasalarına uymayı Allah'ı ma'bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur'an'da "Namaz kılınız" emri gelince bütün mü'minler namaz kılmaya başlamıştı. "Zekât veriniz" emri gelince, şartlarını taşıyan mü'minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. "Savaşınız" buyruğu ise bütün mü'minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.
Allah'ı biricik ma'bud; ortaksız ilâh kabul etmeyi, O'nun kitabı Kur'an'ın düsturlarına göre yaşamak mânâsına anlayan ilk mü'minlerin hayatından iki örnek verelim:
Asrımızın câhiliyyeti gibi karanlık bir câhiliyyet hayatı yaşayan miladi 6.-7. asır Araplarında alkollü içkiler her dudağın sevgilisi, her merasimin protokol gereğiydi. Böyle bir cemiyetin insanı olan Ebû Büreyde şöyle nakleder: "Bir gün oturmuş içki içmeye başlamıştık. Ben bir ara kalktım, Peygamber'in huzuruna çıktım, selâm verdim ve orada içkinin haram edildiğini bildiren âyetin indirildiğini öğrendim. Derhal arkadaşlarımın yanına döndüm ve alkollü içkileri içme yasağını bildiren âyetleri "... artık bu iptilâdan vazgeçersiniz değil mi?"1932 cümlesine kadar okudum. Arkadaşlarım hemen kadehlerindeki içkileri döktüler, küpleri devirdiler ve 'Vazgeçtik ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!' dediler." 1933
Kur'an'ın bu yasağından sonra Medine yolları günlerce içki aktı. Artık İslâm toplumunun içki diye bir problemi kalmamıştı. Annemiz Hz. Aişe (r.a.) de şöyle anlatıyor: "Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın Kitabına iman ve onu tasdik etme bakımından Ensar kadınlarından daha gayretlisini görmedim. Nur sûresinin 'Başörtülerini yakalarına vursunlar (başlarını, saçlarını, kulaklarını, gerdanları ve sinelerini sımsıkı örtsünler)'1934 anlamındaki âyeti nâzil olup da erkeklerin herbiri evlerine dönerek karısı, kızı, kızkardeşi ve akrabasına Allah'ın indirdiği âyeti okuyunca onların herbiri Allah'ın Kitabına iman ve onu doğrulamak için örtülerine büründüler. Bu âyetin nüzûlünü takip eden sabah örtülerine bürünmüş olarak Hz. Peygamber'in arkasında namaza durdular. Örtülerine sımsıkı büründükleri için sanki başlarında kargalar varmış gibiydiler." 1935
Kısaca kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü'mini, Kur'an'ın ferdî ve ailevî hayatı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur'an'ı
1931] İbn Mâce, Hadis no: 4205
1932] 5/Mâide 90
1933] İbn Kesir, 5/Mâide 90 âyetinin tefsiri
1934] 24/Nûr, 31
1935] İbn Kesir, 24/Nûr, 31 âyetinin tefsiri
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur'an'ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber'in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayatı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıldığı modern câhiliyette yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur'an'a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza geçirmeliyiz. "(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz.)" 1936
Kur’ân-ı Kerim Hakkında Bilgi
Kur'an, Allah'ın Kitabı'nın özel adıdır. Kur'an'da, Kur'an için birkaç isme daha yer verilmekle birlikte; en çok Kur'an adı geçmektedir. Bu ad Kur'an'da 70 defa geçer. Kur'an kelimesi için iki ayrı kök gösterilir. Bunlardan biri, okumak anlamındaki kıraat; ikincisi toplamak, kompoze etmek anlamındaki karn köküdür.
Kur’an Nedir?
Allah’ın kendisine hitap ettiği en son peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.); insanlığa gönderilen son kitap ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.1937 Kur’an, İslâm’ın ortaya koyduğu her tür inanma, düşünme ve davranma biçimlerini belirleyen tek temel dayanaktır. Hz. Peygamber, bu dayanağa istinaden ve onun doğrultusunda hareket etmiş, insanlara ulaştırmakla görevli olduğu bu mesajı öncelikle hayatında kendisi uygulayarak fiilî hâle getirmiştir. Bu hususta Hz. Âişe’nin şu tanıklığı yeterli ve anlamlıdır: “Allah Resulü’nün ahlâkı, Kur’an’dı.”1938 Bundan daha doğal bir sonuç olamazdı; zira genelde bütün elçiler, özelde de Hz. Peygamber, aldığı haberi/mesajı sadece duyurmakla görevli bir postacı değildir. Aldığı mesajı öncelikle kendi hayatına dinamik bir şekilde yansıtabilmelidir ki ancak o zaman söylediği ile eylediği arasındaki uyum gün gibi âşikâr olabilsin. Dolayısıyla “Kitab”ı, “peygamber”den kopuk ve ayrı bir metin olarak algılamak, en başta bu metnin kendisine ihânet olacaktır. Peygamber, insanlar için hem bir “uyarıcı”, hem de “en iyi model”dir. 1939
Kur’an’ın Tanımı
Allah’ın, Hz. Peygamber’e indirdiği Kur’an ile ilgili olarak çeşitli tanımlar yapılmıştır. Âlimler tarafından yapılan bu tanımlardan herbiri Kur’an’ın belirli yönlerini vurgulamaktadır. Bunlar arasından en kapsamlı olan tanım şudur: Kur’an; Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılmış, Hz. Peygamber’den bizlere tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibâdet edilen, benzerini getirmekten insanların âciz kaldığı Allah kelâmıdır.
Bu tanımda yer alan temel özellikleri şimdi ayrıntısıyla ele alalım:
Allah’ın Kelâmı: Kur’an’ın en önde gelen bu niteliği, hiç şüphesiz onun sahip olduğu hakikatlerin ve bilgilerin kaynağına işaret etmektedir. Bu da ona
1936] 20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155; Ali Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., 1/88-92
1937] 33/Ahzâb, 40
1938] Buharî, Edeb 309; Müslim 1/514, 746; Hâkim, 2, 342
1939] 33/Ahzâb, 21
KUR’AN
- 421 -
inanmanın en temel gerekçesidir. Yaratan tarafından söylenmiş bir söz elbette ki diğer bütün sözlerin üstündedir ve bu özelliğinden dolayı bir kutsallık kazanır. Zira yaratan, diğer bütün lütuf ve ihsanlarına ilâveten, yarattığı insana tenezzül buyurarak söz söyleme lütfunda bulunmuş ve bu vesileyle de insan diğer yaratıklar arasında bir imtiyaza sahip olmuştur. Kur’an’ın, Allah’ın Kelâm’ı oluşunda dikkat edilmesi gereken bir husus da onun bir beşer tarafından uydurulmadığı, dolayısıyla da ihtivâettiği hakikatlerin herhangi bir beşerin ortaya koyabileceğinin çok ötesinde olduğudur. Kur’an’a, peygamber de olsa hiçbir insanın sözü karışmamıştır, karışamaz da: “Eğer o (peygamber), bize birtakım sözler isnat etmiş olsaydı onu sağ elinden yakalardık ve şah damarını koparırdık ve hiçbir iniz onu koruyamazdı.” 1940
Hz. Muhammed’e İndirilmiş: Bu ifade Allah’ın, daha önce başka peygamberlere indirmiş olduğu kitapları (Tevrat, Zebûr, İncil gibi) dışarıda tutarak yalnızca Peygamber Efendimiz’e indirilen vahyin Kur’an olarak isimlendirileceğini vurgulamaktadır. 1941
Mushaflarda Yazılmış: Mushaf terimi iki kapak arasında toplanmış sayfalar anlamına gelir ki Kur’an’ın elimizde tuttuğumuz kitap biçimini ifade eder. Kur’an, Hz. Peygamber’den sonra kitap hâline getirilmiş; ezberlenmesinin yanı sıra yazıya da geçirilerek günümüze kadar ulaştırılmıştır.
Tevâtür Yoluyla Nakledilmiş: Bir haber veya sözün, bir araya gelerek yalan söylemeleri mümkün olmayan çok sayıda kimse tarafından aynı şekilde aktarılmasına tevâtür denir. Kur’ân-ı Kerîm, mushaflarda yazılı olmasının yanı sıra ayrıca ezberlenmiş ve insanlarca kuşaktan kuşağa şifâhen/sözlü olarak da aktarılmıştır. Kur’an, bu özelliğiyle yeryüzünde hiçbir kitaba -ne İlâhî, ne de insanî hiçbir kitaba- nasip olmayan bir ayrıcalığa sahiptir.
Okunuşuyla İbadet Edilen: Kur’an, insan hayatının her alanıyla ilgili temel ilkeleri ortaya koyarak bunların uygulanmasını talep eder. Bununla birlikte Kur’an bir ibâdet dilidir de aynı zamanda. Onun içindir ki namazın, namaz olması Kur’an’dan bir parçanın -kişinin güç yetirebildiği kadarının- 1942 okunmasıyla mümkündür. Kur’an dışında bir şeyin okunması bu şartı yerine getirmez.
İnsanları Âciz Bırakan: Kur’an, hem lâfız hem mana hem de bu ikisinin oluşturduğu nazım/düzen/armoni itibarıyla bir bütünlük oluşturur. Gerek indiği dönemde gerekse sonraki dönemlerde ne lâfız ne de mânâ açısından onun benzeri bir kitap meydana getirilmemiştir, getirilememiştir. Kendisinin İlâhî kaynaklı olduğunu iddia ederken Kur’an, bir sûresinin benzerini getirmelerini isteyerek hasımlarına meydan okumuş, bunu yapamadıklarını ve de yapamayacaklarını kesin bir dille ifade etmiştir.1943 Kur’an’ın bu özelliği, onun en son kitap oluşunu ve Kıyâmete kadar da bu şekilde devam edeceğini göstermektedir.
Kur’an’ın Diğer İsimleri
Kur’an’ın altmış kadar ismi olduğu belirtilir. Bunların hepsi Kur’an’da mevcut olan ve genelde Kur’an’ın özelliklerinin anlatıldığı kullanımlardan çıkarılmıştır.
1940] 69/Haakka, 44-47
1941] 2/Bakara, 185; 10/Yûnus, 37; 17/Isrâ, 73-75
1942] 73/Müzzemmil, 20
1943] 2/Bakara, 23-24; 11/Hûd, 13; 17/Isrâ, 88; ayrıca Bk. 15/Hicr, 9
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Belli başlıcaları şunlardır:
Kitab: “Elif. Lâm. Mim. Bu kitab ki, kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakîler için bir kılavuzdur.” 1944
Tenzîl (İndirilme): “Şüphesiz bu, âlemlerin Rabbi tarafından tenzîldir.” 1945
Vahiy (Bildirim): “Bu bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” 1946
Kelâmullah (Allah’ın Kelâmı): “Ve müşriklerden biri senin korumana başvurursa onu koruma altına al, olur ki böylece kelâmullahı işitir.” 1947
Zikr (Hatırlatma): “Muhakkak ki Zikr’i Biz indirdik ve şüphesiz onun koruyucuları da Biziz, Biz.” 1948
Furkan (Hakkı bâtıldan ayıran): “Bütün insanlığa bir uyarıcı olsun diye kuluna furkânı indiren ne yücedir!” 1949
Hüdâ (Rehber, kılavuz, hidâyet): “Muhakkak Rabbinizden size apaçık bir kanıt, bir hüdâ, bir rahmet geldi.” 1950
Rahmet: “Muhakkak ki bu (Kur’an), hidâyet ve inananlar için rahmettir.” 1951
Şifâ: “Ey insanlar! İşte Rabbinizden size bir öğüt, kalplerdekiler için bir şifâ ve inananlar için bir hidâyet ve rahmet geldi.” 1952
Mev’iza (Öğüt): “Gerçek şu ki biz size apaçık âyetler, sizden önce geçip gitmiş toplumlardan bir ders ve müttakîler için bir mev’iza indirdik.” 1953
Hikmet: “Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın.”1954
Rûh: “İşte sana da kendi buyruğumuz altında rûhu vahyettik.” 1955
Ahsenü’l-Hadîs (Sözün en güzeli): “Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir Kitap hâlinde indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar. İşte bu Allah’ın rehberidir. Dilediğini bununla yola iletir. Ama Allah kimi sapkınlığında bırakırsa artık ona yol gösteren olmaz.” 1956
Belâğ (Duyuru): “Bu, onunla uyarılsınlar; O’nun yalnız tek tanrı olduğunu bilsinler ve sağduyu sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara yapılmış bir duyurudur.” 1957
Beyân (Açıklama): “Bu, insanlara bir açıklama, korunanlara yol gösterme ve
1944] 2/Bakara, 1-2
1945] 26/Şuarâ, 192
1946] 53/Necm, 4
1947] 9/Tevbe, 6
1948] 15/Hicr, 9
1949] 25/Furkân, 1
1950] 6/En’âm, 157
1951] 27/Neml, 77
1952] 10/Yûnus, 57
1953] 24/Nûr, 34
1954] 33/Ahzâb, 34
1955] 42/Şûrâ, 52
1956] 39/Zümer, 23
1957] 14/Ibrâhîm, 52
KUR’AN
- 423 -
öğüttür.”1958
Burhân (Delil): “Ey insanlar, size Rabbinizden delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.” 1959
Emr (Buyruk): “Bu, Allah’ın size indirdiği buyruğudur. Kim Allah’tan korkarsa onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını büyütür.” 1960
Hablullah (Allah'ın ipi): “Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, kalplerinizi uzlaştırdı. Onun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz.” 1961
Hâdî (Rehber, kılavuz): “Gerçekten bu Kur’an en doğru yola iletir ve iyi işler yapan mü’minlere, kendileri için büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” 1962
Hikmet: “Bunlar üstün hikmettir! Ama uyarılar fayda vermiyor.” 1963
en-Nebeü’l-Azim (Büyük haber): “De ki: “O, büyük bir haberdir.” 1964
Nûr (Aydınlık): “Artık Allah’a, Elçisine ve indirdiğimiz nûra inanın. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.” 1965
Risâlet (Mesaj): “Onlara bir âyet gelince: ‘Allah’ın elçilerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe katiyen inanmayız!’ dediler. Allah, risâletini koyacağı yeri bilir. Suç işleyenlere Allah katında bir aşağılık ve yaptıkları hileye karşı çetin bir azap erişecektir.” 1966
Tafsîlü’l-Kitab (Kitabın açıklaması): “Bu Kur’ân, Allah’tan başkası tarafından uydurulacak bir şey değildir. Ancak kendinden öncekinin doğrulaması ve kitabın açıklamasıdır. Onda asla şüphe yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” 1967
Tasdîku’l-Kitab (Kitabı doğrulayan): “Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır. Kur’ân uydurulacak bir söz değildir; ancak kendinden öncekinin doğrulaması, her şeyin açıklanması; inananlar için bir kılavuz ve rahmettir.” 1968
Tezkira (Hatırlatma): “Kur’an korunanlar için bir hatırlatmadır.” 1969
el-Urvetü’l-Vüskâ (Sağlam kulp): “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu inkâr edip Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” 1970
Kur’an’ın bu isimlerinde iki önemli hususiyet dikkati çekmektedir. İlk dört
1958] 3/Âl-i Imrân, 138
1959] 4/Nisâ, 174
1960] 65/Talâk, 5
1961] 3/Âl-i Imrân, 103
1962] 17/Isrâ, 9
1963] 54/Kamer, 5
1964] 38/Sâd, 67
1965] 64/Teğâbün, 8
1966] 6/En'âm, 124
1967] 10/Yûnus, 37
1968] 12/Yûsuf, 111
1969] 69/Haakka, 48
1970] 2/Bakara, 256
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
maddedeki isimler Kur’an’ın mâhiyeti, tabiatı ve yapısını nitelerken daha sonrakiler onun muhtevası hakkında bilgi vermektedir. Başka bir ifadeyle, ilk dört madde Kur’an’ın kaynağı ve nasıl bir hitap olduğuyla, diğerleri ise onun insanlar üzerinde/arasında gerçekleştirdiği işlev ve görevleriyle ilişkilidir
Kur’an Hakkında Özet Bilgi
Kur'an; âlemlerin Rabbi tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen kitabın en çok söylenen ismidir. Kur'an'ın diğer isimlerinden bazıları da şunlardır: Zikir, Furkan, Mushaf, Kitabu'l-Mübin, Kelâmullah, Nur, Hüdâ, Şifa, Mev'ize... Bazı müfessirler, Kur'an veya Kitaba sıfat olarak gelen tabirleri de sıralayarak, bu isimlerin sayısını yüze kadar çıkarmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, yirmi üç senede peyderpey nâzil olmuştur. Kitab'ın hepsi bir defada indirilmemiştir. Kur'an, bölüm olarak 114 sûreye ayrılır. Bu sûrelerin hepsi aynı uzunlukta değildir. Elli sayfalık bir sûre olduğu gibi, bir satırlık sûre de vardır. Sûreler de âyetlere ayrılır. En kısa sûre üç âyet, en uzun sûre de iki yüz seksen altı âyettir. Âyetlerin uzunlukları da eşit değildir. Bir sayfalık bir âyet olduğu gibi bir kelimelik âyetler de vardır. Kur'an, sayfa adedine göre de cüzlere ayrılır. Her cüz yirmi sayfadır. Kur'an, toplam otuz cüzdür. Her cüz de kendi içinde dört hizb'e ayrılır. Her hizb, beş sayfadır.
Kur’an Konuları
Kur'an'ın dış yapısıyla ilgili bu bilgileri verdikten sonra içyapısına, konularına geçebiliriz. Kur'an, ülûhiyet ve ubudiyet konularını içerir. Rabbimiz ve sıfatları, yaratıklar, özellikle de insan ve onun Rabbiyla ve diğer yaratıklarla ilişkileri Kur'an'ın ana konusudur. Kur'an, Rabbimizın bize mesajları olduğu için, konuları da kul ile Rab arasındaki ilişkiler bağlamında, kulun varlık âlemindeki konumu, kendisini yaratan Rabbin özellikleri, insanın ilişki içerisinde olduğu ve olabileceği her şeyi içermektedir. Kısaca maddeler halinde sıralayacak olursak:
Allah Teâlâ,
İnsanlar,
Tabiat ve evren,
Rasûller, Nebîler ve iyi kulların örnekliği,
Toplum ve Tarih,
Göremediğimiz, fakat etkilendiğimiz varlıklar (melek, cin),
Kötülük örnekleri, isyancı kullar (şeytan, Fir'avun, Karun, Ebû Leheb, kâfirler, müşrikler, zâlimler, fasıklar, münâfıklar...),
Helâklar, Kıyâmet, âhiret, cennet, cehennem,
Allah'ın gönderdiği kitaplar ve konuları,
İnsandan yapması istenen emirler, tavsiyeler; yapmaması istenen yasaklar, uyarılar ve sakındırmalar,
Dünya, evren ve hayatla ilgili hükümler.
Rasûlullah (s.a.s.) bir toplum içinde yaşıyordu. Onlardan biriydi. Ancak ona
KUR’AN
- 425 -
vahy olunuyordu. O da aldığı vahyi açıklıyor, insanları buna çağırıyordu. Ona iman edenler, karşı çıkanlar oluyordu. Rasûl (s.a.s.) bu şekilde toplum içinde 23 yıl yaşadı. Bunun 13 yılını Mekke'de; 10 yılını Medine'de geçirdi. Kur'an bu süre içerisinde peyderpey nâzil oldu. Onun ölümü ile birlikte Bu Kitap tamamlanmış oldu.
Kur'an'daki âyetlerin olaylarla iç içe nâzil olduğunu bilmemiz bize Kitabın indiği toplum ve çevreden bağımsız anlaşılmayacağı gerçeğini öğretir. Zira o bir toplum hareketine öncülük etmiş, yönlendirmiş Kitaptır. Onu masa başı kitabı olarak ele almak yanlış sonuçlara götürür.
İlâhî vahy insana ve içinde yaşadığı topluma hitap etmektedir. Onu anlayacak, hayata geçirecek, toplum düzeni olarak bir sisteme dönüştürecek insandır. Bu Kitap'ta insanın düşünce, duygu, irade ve ünsiyet gibi yeteneklerini harekete geçirici âyetler vardır. Bu yeteneklerini kullanan insan, toplum içinde diğer insanları da etkileyecek, Şeytanın ilhamına kulak verenlerle Allah'tan gelen vahy ile mücâdele edecek; canını, malını bu yolda feda edecektir. Böylelikle İlâhî vahye olan bağlılığını ve imanını ispat etmiş olacaktır. Mücâdele, Allah'ın sözünün Şeytanın sözüne galebe çaldığı, ilâhi vahyin toplumda "ekber" hale geldiği âna kadar devam edecek, sonra dünyadaki tüm toplumlarda da bu ilâhi hedef gerçekleşinceye kadar sürecektir. İşte Allah'ın kitabı Kur'an, bütün bunları yapacak insana-topluma hitap etmektedir. İnsan bu mücâdele içinde yetişecek, olgunlaşacak, kemal noktasına ulaşacaktır.
Kur'an, Hz. İsa'dan 610 yıl sonra yeni ve son bir Rasûl (s.a.s.) ile başlayan zulumattan nura çıkış hareketinin kılavuz kitabıdır. 23 yıl süren bir devrim hareketinin yol gösterici metinlerinin (âyetlerinin) bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Bu açıdan Kur'an 23 yıllık bir toplumsal değişme mücâdelesi içinde anlaşılabilir. Âyetlerin inmesiyle beraber Rasûlullah harekete geçmiş, içinde yaşadığı toplumu bu âyetlerle değiştirmek için gece gündüz çalışmıştır. Nihâyet çağrısı kendi doğup büyüdüğü Mekke'de değil; Medine'de yankı bulmuştur. Orada toplumun lideri olarak Peygamberliğine devam etmiş, 10 yıl içinde insanlık için örnek bir toplum modeli kurulmuştur. Bu esnada yüzlerce âyet nâzil olmuş, ilk günden son güne kadar harekete sürekli Kur'an rehberlik etmiş, Rasûlullah da uygulamış, âyetlerin pratiğe geçirilmesinde Kur'an'ın mücessem bir ifâdesi olmuştur.
Kur'an, Peygamberimiz'in en büyük mûcizesidir. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şahid olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur'an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzerinin yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.
Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelâm olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...
Bütün mûcizelerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâbdır. Kur'an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil'in samimi arkadaşı, eli silâhlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sâyesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adalet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâp sâyesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.
Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır
Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ulu’l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâb, Kur'an'ın yaptığı inkılâb; en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Kur'an'la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet; inkılâbçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim adı verilip insanlar kandırılmıştır. Karanlıklar, zulümler, hapisler, kölelikler arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur'an değişmemiştir ama, Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır, ama Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu
KUR’AN
- 427 -
sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. "Kur'an şifadır."1971 Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
Kur'an, gerçekten âlemlerin Rabbi namına bir İlâhî hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Halikı namına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelâm-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan'dır ve mu'cizü'l-beyandır. Dolayısıyla onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ın doğru bir niyetle okunmasıdır.
Kur'an'dan öğrendiğimize göre, ona yönelirken dikkat edilecek hususlar şunlardır: İyi niyet, istiaze, Kur'an'a temiz olarak dokunup yaklaşmak, Kur'an'a kulak verip susmak, onu tane tane, özümseyerek okumak.
Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku" iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlâk, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır. "Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?"1972 Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini
1971] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44
1972] 54/Kamer, 17
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mana zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.
Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız."1973 Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır." 1974
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." 1975
Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:
Tefsir, Te'vil, Tercüme ve Meal
Tefsir, İlâhî muradı kesin olarak beyan ettiği için çok daha hassâsiyet ve itinâ gerektiriyor. Aynı zamanda tefsiri yapanı derin ve ağır bir sorumluluk altına sokmuş oluyor. Bu yüzden, Hz. Peygamber'den veya sahâbeden sahih bir rivâyetle menkul olmayan haber ve izahlara itibar edilmemelidir.
Te'vil, muhtemel mânâlardan birini tercih etmek olduğuna göre, burada te'vili yapanın tercihi önem kazanıyor. Şüphesiz ki, âyeti te'vil eden kişinin bilgi ve kabiliyeti, İlâhî kelâma ve Hz. Peygamber'in sünnetine vukufu, Arap dili ve edebiyatına hâkimiyeti, bağlı bulunduğu mezhebi, hatta yaşadığı çevrenin sosyo-ekonomik ve politik yapısı, kurumsal faktörler... onun tercihinde etkili olacaktır. Burada beşerî bir tercih sözkonusu olduğu için, tercümesinin de daha rahat ve endişeden uzak olarak yapılabileceği söylenebilir.
Herbiri Kur'an ilimlerinin birer dalı olan Tefsir, Te'vil ve Tercüme; bunların üçü de, İlâhî mesajın insanlara en güzel şekilde anlatılıp kavratılmasını hedeflemektedir.
Tefsir
Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında "el-Fesr" masdarından tef'il
1973] 6/En'âm, 155
1974] Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341
1975] 20/Tâhâ, 124
KUR’AN
- 429 -
babında bir kelime. Istılâhta beşerî takat oranında, Allah Teâlâ'nın muradına delâlet etmesi yönünden Kur'ân-ı Kerim'i inceleyen bir ilimdir.
Konusu, Kur'an âyetleridir. Gâyesi, iki cihanda selâmete ve mutluluğa ulaşmak için Allah Teâlâ'nın kitabını yine O'nun murâdına uygun bir şekilde anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarmaya kudret kazanmaktır.
Tefsir ilminin şerefi: Bu ilmin şerefi, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ; "Dilediğine hikmeti verir, hikmet verilen kimseye çok şeyler verilmiştir"1976 buyurur. İbn Abbas (r.a.)'dan gelen bir rivâyete göre âyet-i kerimede geçen "hikmet" kelimesi, Kur'an'ın nâsihini, mensûhunu, muhkem ve müteşâbihini, ilk ve son inen âyetlerini, helâl ve haramını, mesellerini bilmek anlamındadır. Âlimlerin icmâ'ına göre Tefsir ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu itibarla Tefsir ilmi Şer'î ilimlerin en yücelerindendir. Mevzû, gâye ve kendisine duyulan ihtiyaç yönünden de ilimlerin en şereflisidir. 1977
Tefsire olan ihtiyaç: Kur’ân-ı Kerîm'in tefsirine büyük bir ihtiyaç vardır. Vakıa, Kur’ân-ı Kerîm bir belâğat mûcizesidir, birçok meseleleri, hükümleri pek açık lafızlarla beyan buyurmuştur. Fakat ilmî, edebî, ahlâkî, hukukî, sosyal hakikatlerine kadar açık bir tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar; yine bunları herkes gereği gibi anlayamaz; bu hususta şerhlere, izahlara ihtiyaç görülür. Bunun içindir ki, en beliğ ediplerin, en güçlü yazarların eserleri hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır.
Bununla beraber, herhangi bir mesele, birçok meselelerle ilgili olabilir. Mütehassıs olmayanlar bu ilgiyi göremezler. Bu meseleleri bir arada düşünmeye ve mütalâaya muktedir olamazlar. Müfessirler ise, her meseleyi izah eder ve o mesele ile ilgili olan diğer meseleleri de ortaya koyar. Artık bu hususta bilinmesi gereken maddeler bir tablo halinde gözler önüne serilir. Böylece mütalâa sahipleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda çok bilgi sahibi olurlar. Bir de herkes, Kur'an lafızlarının, ibarelerinin inceliklerini anlayamaz ve en ibret verici noktasına işaret edilen bir kıssanın, bir olayın teferruatına vakıf olamaz. Müfessirler ise, lafızlara ait incelemeleri yaparlar, kelimelerin ve terkiplerin hakiki, mecazî ve kinayeli mânâlarını, işaretlerini, delâletlerini gösterirler, Kıssalara, olaylara dair yeterli derecede bilgi verirler. Böylece Kur'an'ın hakikatları, güzellikleri büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmış olur.
Tefsirler başlıca iki kısma ayrılır:
1- Rivâyet tefsirleri: Bu tefsir, selefden nakledilegelen eserlere dayanan tefsir-i naklîdir ki, buna et-Tefsir bi'l-me'sur veya Bi-Tariki'r-Rivâye Tefsir de denir. Bu tefsirlerde âyetlerin mânâları, nüzûl sebepleri, nâsıh ve mensuh olanları gösterilir. Böylece rivâyet yolu ile yapılan tefsirlerin başlıca kaynakları, Hadis-i Şerif kitapları ile Siyer ve Tarih kitaplarıdır. Bunlara muhalif, aklın hükmüne aykırı olan rivâyetlere itimat edilmez.
2- Dirâyet Tefsirleri: Buna rey ile tefsir de denir. Bu tefsirde müfessir, âyet hakkında açıklayıcı bir nakil bulamayınca reye başvurur. Yani ictihad eder, ve Lugat, Belâğat gibi lisan ilimlerinden yararlanır. Müfessir bunu yaparken, müfessirde
1976] Bakara, 269
1977] Mennâ' el-Kattan, Mebâhis Ulumi'l-Kur'an, Beyrut, 1408/1987, s. 327
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aranan bazı şartları taşıması tabiidir. Gerek rivâyet ve gerekse dirâyet sahasında oldukça faydalı birçok tefsir te'lif edilmiştir.
Terceme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubâî) “Terceme” fiilidir. Cevheri bu kelimenin “Raceme”den geldiğini söylemektedir. Lügat mânâsı bir çok manaya gelmekle birlikte; bir kelâmı, bir dilden başka bir dile çevirmek, demektir. IstIlâhi mânâsı ise, bir kelâmın mânâsını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken, kelâmın bütün mânâ ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir. 1978
Terceme iki kısımda incelenebilir:
1) Harfî veya lafzî terceme: Aslına benzemesi gözetilen, başka bir deyimle eş anlamlılardan birinin yerine konulmasını hedefleyen tercemedir. Lafızları çeşitli yönlerden incelenmesini gerektiren zor bir terceme türüdür. Kur’an için mümkün değildir. Çünkü bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler benzerini meydana getiremezler. Aksi taktirde Kur’an’ın belâğat hususiyetleri ve i’cazı kaybolur.
2) Mânevî veya tefsiri terceme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilmeyen tercemedir. Bunda asıl gaye, mânânın güzel bir şekilde ifade edilmesi olduğu için uygulaması kolaydır. Üstelik harfi tercemeye tercih edilmiştir.
Kur’an’ın Tercemesi yapılabilir mi? Bu hususta âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat hepsinin ittifak ettikleri nokta Kur’an’ın harfi tercemesinin yapılamıyacağıdır. Buna karşılık tefsiri tercemenin yapılacağına izin verilmiştir. Çünkü bu tün terceme, lafzın mânâsını daha geniş bir sözle mümkün olduğu kadar ifade etmektedir. Üstelik bu terceme aslının da aynı sayılmamaktadır. Yalnız yapılan tercemenin Kur’an’ın yerine geçmeyeceği ve Kur’an’ın değer hükmünü taşımayacağı da bilinmelidir. Kur’ân-ı Kerim’in zengin olan Avrupa lisanlarına yapılan tercümeleri bile asıl mânâyı ifade etmekten çok âcizdir. 1979
Meal
Yaşadığımız ülkede Kur'ân-ı Kerim tercümesi yerine, daha çok "meal" lafzı kullanılmaktadır. Özellikle son zamanlarda yapılan Kur'an tercümelerinin hemen hepsi "meal" diye isimlendirilmişlerdir. Meal kelimesi, "döndü, aslına rucû etti" anlamına gelen âle fiilinden türemiştir.1980 Meâl; "Evl" kökünden mimli masdardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsında ism-i mekân da olur.1981 Mânâsı ise, "bir şeyin hülâsası, zübdesi, neticesi", âkıbeti ve dönüp varacağı yer (masîr) demektir. "İşte dayanamadığın işlerin te'vili/içyüzü budur."1982 Bu âyette geçen te'vilin aslının "meal" olduğu ve bu mânâda kullanıldığı da söylenmiştir. 1983
Meal kelimesi lügatte “evl” kökünden mimli mastardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsına mekân ismi de olur. Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine de meal denir. Istılâhta ise, bir sözün mânâsının her yönüyle aynen değil de, biraz
1978] Cevherî, Sıhah, 5/1928; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 8/211; Menâhil, 2/16; Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirîn, 1/23; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 215-216
1979] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 217-218; Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 222-223
1980] İbn Teymiyye, Meccmeu' Fetâvâ, 13/291; Mennâ' el-Kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, 325
1981] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I (Mukaddime, 30; Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/33
1982] 18/Kehf, 80
1983] Mennâ' el-Kattan, 326
KUR’AN
- 431 -
noksanıyla ifade edilmesine meal denir. İşte Kur’ân-ı Kerim’in tercemesi için kullanılan meal kelimesi, onu aynen terceme etmeye imkan olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcud olduğunu belirtmek içindir. Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün mertebe Allah’ın kelâmını kendi dilleriyle anlatmak ve müslüman olmayanlar arasında İslâm’ı yaymak için Kur’ân-ı Kerimin tercemesi zaruridir. Salahiyetli veya salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercemelerde, fahiş hatalar yapıldığı gözönünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya en yakın bir şekilde, Kur’an’ın bütün dillere tercemesi şartı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun da selâhiyetli heyetler tarafından yapılması gereklidir. 1984
Buraya kadar serdedilen mâlumattan, Kur'an'ın bütün özellik ve inceliklerini, mânâ ve maksatlarını edâ ederek tercümesinin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Bu durumu ileri sürerek Kur'an'ın başka dillere çevrilmesine itiraz edenler olabilir. Nitekim böyle de olmuştur. Ancak, unutmamak gerekir ki, Kur'an sadece Araplara nâzil olmamıştır. Hz. Peygamber evrensel bir mesaj sunmuştur. Onun bu misyonu, Kur'ân-ı Kerim'de "âlemlere rahmet",1985 "tüm insanlara beşîr/müjdeleyici ve nezîr/uyarıcı"1986 olarak gönderilmiş olmak gibi ifâdelerle belirtilmektedir. Tebliğ ettiği Kur'an'ın da bütün beşeriye indirildiğini beyan eden pek çok âyet mevcuttur. 1987 Dolayısıyla, Kur'an'daki emir ve yasaklar, kural ve kaideler, hüküm ve hikmetler Araplar kadar, dilleri farklı olan diğer müslümanları da, hatta bütün insanları da ilgilendirmektedir. O halde Kur'an, Arapların dışındaki müslümanların onu anlayıp kavramalarıy, emir ve yasaklarına şuurlu bir şekilde uymaları, kıssa ve hikmetlerinden ibret almaları... diğer insanların da üzerinde düşünüp tedebbür etmeleri, tahkik ve tedkiklerde bulunmaları... için, eksik ve yetersiz de olsa onların dillerine tercüme edilmeli; ancak bunun "meal" olduğu da belirtilmelidir.
Kur'ân-ı Kerim, sadece Türkçe değil; hiçbir dile aynen çevrilemez. Her ne kadar Farsça, Fransızca, İngilizce gibi bazı diller, kelime hazinesi açısından zengin iseler de, yine de Kur'an'ın tüm mânâ ve maksatlarıyla bu dillere tercüme edilmesi mümkün olmamakta, bu açıdan bu diller de yetersiz kalmaktadır. Buna rağmen, hemen hemen tüm bu dillere yapılan çevirilere "Kur'an tercümesi" denmiş, sadece içinde yaşadığımız toplum, Kur'an'a duyduğu sevgi ve saygının bir gereği olarak tercümeye "meal" deme nezâket ve inceliğini göstermiştir. 1988
Kur’ân-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri
Kur'anı Kerim Hz.Peygamber Aleyhisselam'a indirilirken bir yandan da çeviriliyordu. Aynı zamanda değişik dillere sahip uluslar Müslüman olduklarında onlar kendi dillerine çeviriyordu. Selman-ı Fârisî Farsça'ya çevirmişti. İlk tercümeler Farsça ve Türkçe dillerindeydi. Batı'da Latince olarak tercümenin tarihi 1143'tür. Bu türcüme 1543'te basılmıştır. Bugün bütün dünya dillerinde Kur'an tercümesi bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in İslâm’ın ilk devrinden itibaren başka dillere
1984] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 220-221
1985] 21/Enbiyâ, 107
1986] 7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28; 35/Fâtır, 24
1987] Bk.2/Bakara, 158; 6/En'âm, 19; 17/İsrâ, 82, 89; 18//Kehf, 54; 30/Rûm, 58; 39/Zümer, 27; 41/Fussılet, 44
1988] Hidâyet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi, s. 73-75
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tercüme edildiğine dair örneklere rastlamaktayız. Kur’ân-ı Kerim hemen hemen bütün Avrupa dillerine terceme edilmiştir. Doğu ve Afrika dillerinin de çoğuna tercüme edilen Kur’an’ın hemen her dilde meali vardır.
65 dilde 2 bin 672 adet basılmış Kur’ân-ı Kerim tercümesi var. Sırasıyla Farsça, Türkçe ve Urduca tercümeler, tespiti yapılan tercümelerin yaklaşık yüzde 95'ini oluşturuyor. Bu oran Türkçe meal çalışmalarının ne kadar yaygın olduğunu ortaya koyuyor.
Türkçe Mealler
En eski elyazması Türkçe meal Şirazlı Hacı Devletşah oğlu Muhammed'in istinsah ettiği (1333) mealdir ve Türk-İslam eserleri Müzesi'ndedir. Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki bir nüsha Harezm Türkçesinde yapılmıştır.
Osmanlı Türkçesiyle yazılmış ve kelime kelime yapılmış olan tercemelerin, muhtelif kütüphanelerimizdeki sayısının 60’a vardığını biliyoruz. Latin harfleriyle yapılmış meallere gelince, sayıları hayli çoktur ve gittikçe artmaktadır. Günümüzde yayınlanan Türkçe meal sayısının 2010 yılı itibarıyla 200’e yaklaştığını ifade edebiliriz. Türkçe yazılmış veya Türkçeye tercüme edilip yayınlanmış tefsir sayısının da 50 civarında olduğunu belirtelim.
Bu kaynağın herkes tarafından okunup anlaşılması için çabalar her dönemde sürüyor. Bu yüzden pek çok kişi Kur’an meal ve tefsiri yazdı. Kesin olmayan bilgilere göre Türkiye’de 2000 yılı itibarıyla, son 50 yılda 115 farklı kişi, 115 farklı meal kaleme aldı ve piyasaya sürdü. Mustafa Nejat Sefercioğlu, İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nin (IRCICA) 1998′de tamamlanan bir araştırmasından yola çıkarak “Kur’an Bibliyografyası” isimli bir kitap yazdı. En çok basılıp satılan meal olarak, rekor, aslında özel olarak meal şeklinde yazılmayan, tefsirinden alıntı olarak basılan Elmalılı Hamdi Yazır’ın mealindedir. İlk basıldığı haliyle ve farklı kişilerin sadeleştirip farklı yayınevlerince basılan günümüz diliyle Elmalılı meali bir milyondan fazla sattı. Yarım milyonu deviren meallerin sayısı da azımsanamaz. İşaret Yayınları’nın bir yetkilisi, Muhammed Esed’in “Kur’an Mesajı” mealinin 500 binden çok sattığını söylüyor. Yaşar Nuri Öztürk’ün “Kur’an-ı Kerim Meali (Türkçe çeviri)” kitabı 150 baskı yaptı. Bu da 500 bin civarında bir satışa tekabül ediyor. Prof. Suat Yıldırım ve Prof. Süleyman Ateş’in mealleri de çok satanlardan. Diyanet İşleri Başkanlığı da farklı kişilere meal yazdırıyor. Bir heyet tarafından kaleme alınan ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından çıkarılan “Kur’an-ı Kerim Meali” ve yine Diyanet tarafından bastırılan Prof. Dr. Halil Altuntaş ile Dr. Muzaffer Şahin imzalı aynı adlı eser de çok satanların başında. Türkiye’de yılda tahminen 650 – 700 bin adet meal okuyucuyla buluşuyor.
Kur’ân’ın Tedrîcî Olarak İnzâl Edilmesi
Kur’an, peyderpey, parça parça indirilmiştir. Kur’an, Hz. Peygamber’in yirmi üç yıllık risaleti süresince âyet âyet, bazen birkaç âyet, bazen de kısa sûreler hâlinde, ama aralarında mutlaka zaman boşlukları bulunarak nâzil olmuştur. Bunun önemli bir yönü bulunmaktadır; zira Kur’an’ın bu şekilde indirilişi, bizlere, onun anlaşılması ve uygulanmasına dair bir yöntem/usul de sunmaktadır.
KUR’AN
- 433 -
Kur’an, Hz. Peygamber’e ilk defa Ramazan ayında,1989 mübârek bir gecede,1990 Hira mağarasındayken indirilmeye başlanmıştır. Hz. Peygamber’e inen ilk âyetler Alâk Sûresi’nin ilk âyetleridir.1991 Kur’an’ın bu ilk inişinin -yaklaşık olarak- hicretten önce on üçüncü yılda (ki milâdî Temmuz veya Ağustos 610 tarihine denk gelmektedir), Hz. Peygamber kırk yaşlarında iken gerçekleştiği belirtilir.
Kur’an’ın peyderpey indirilişinde, önemli hikmetler mevcuttur. Kur’an’ın peyderpey indirilişine, bizzat Kur’an’ın kendisi tanıklık etmektedir:
“Kâfirler ‘Kur’an ona bir bütün olarak bir kerede indirilseydi ya!’ derler. Oysa Biz onu kalbine iyice yerleştirelim diye indirdik ve böyle belli bir düzen içinde ağır ağır okuduk.” 1992
“Biz bunu (Kur’an’ı) hakikatle indirdik ve o da sana hak olarak indi. Biz seni yalnızca bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve ayrıca onu insanlara yavaş yavaş okuyasın diye bir okuma/kur’an olarak bölüm bölüm ayırdık ve parça parça indirdik” 1993
“Parça parça inene (Kur’an’a) ant olsun!” 1994
“(Kur’an’ın) parçalar hâlinde indirilişini tanıklığa çağırırım. Eğer bilirseniz bu büyük bir yemindir. O gerçekten değerli bir okumadır/kur’andır. Sağlam korunan kelâm içindedir. Ona ancak arındırılmış olanlar dokunur. Âlemlerin Rabbinden indirilmedir!” 1995
Bu âyetler hem Kur’an’ın Hz. Peygamber’in yirmi üç yılı bulan peygamberliği süresince peyderpey (müneccemen) vahyedilmiş olmasındaki tarihî gerçeği, hem de bununla birlikte kendi içinde tutarlı bir bütün olduğunu1996 ve dolayısıyla ancak bir bütün olarak ele alınırsa, yani her bölümü diğer bütün bölümler gözönünde bulundurularak okunursa tam olarak anlaşılabileceğini ifade etmektedir.
Kur’an’ın Muhtevâsı ve İşlevi
Bütün peygamberlerin getirdiği din, İslâm/Teslimiyet olduğundandır ki onlara uyanları da Allah “Müslüman/Teslim olan” diye adlandırmıştır: “Ve Allah uğrunda gösterilmesi gereken çabayı gösterin. O sizi seçti ve din konusunda üzerinize bir zorluk yüklemedi. Atanız İbrâhim’in milletini/inancını izleyenler olarak, elçinin size, sizin de bütün insanlara tanık olmanız için sizi önceden Müslüman/Teslim olanlar diye isimlendirdi. Öyleyse namaz kılın ve zekât verin ve sımsıkı Allah’a bağlanın. Sizin efendiniz odur. O ne yüce Efendi, ne yüce Yardımcıdır.” 1997
Allah’ın, Müslümanlar olarak adlandırdığı kimselerin oluşturduğu topluluğun, çevresinde halkalandığı inanç merkezi (ümmet) de ortaktır: “Gerçek şu ki bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir; çünkü hepinizin Rabbi benim. Öyleyse bana kulluk edin.”1998; “Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir, çünkü hepinizin Rabbi be1989]
2/Bakara, 185
1990] 49/Duhân, 3; ayrıca Bk.97/Kadr, 1
1991] Buharî, Bed’ü’l-vahy, 1
1992] 25/Furkân, 32
1993] 17/Isrâ,105-106
1994] 53/Necm, 1
1995] 56/Vâkıa, 75-80
1996] 4/Nisâ, 82
1997] 22/Hac, 78
1998] 21/Enbiyâ, 92
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nim. Öyleyse Benden sakının.” 1999
Farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda yaşamalarına rağmen, kendilerini Allah’a teslim edenlerin, içinde yaşadıkları şartlar gereği getirilen özel durum ve uygulamalar dışında (“Biz herbiriniz için bir yol/sistem (şir’a) ve bir hayat tarzı/yöntem (minhac) belirledik. Eğer Allah dileseydi hepinizi bir tek topluluk yapardı, ama size indirdikleri aracılığıyla sizi sınamak için böyle diledi. O hâlde hayırlı işlerde yarışın! Hepinizin dönüşü Allah’adır; o zaman Allah farklı olduğunuz hususları size bildirecektir.”2000 Tek Allah inancına dayanan bütün dinler, Hıristiyanlık ve yahûdiliğin sonradan tahrif olmasıyla birlikte, aslı itibarıyla hak dindir, evrensel bir bütünlüğe ve ortak bir yapıya sahiptir: “O, sizin için dinden Nûh’a emrettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya emrettiğimizi teşrî buyurdu. Dini tastamam yerine getirin ve bu konuda ayrılığa düşmeyin.” 2001
Allah’ın bütün peygamberleri aracılığıyla gönderdiği ve adına İslâm dediği bu dinin temel ilkelerini de yine Allah kendisi açıklamaktadır. Bu ilkeler kurtuluşun temel ve yegâne şartıdır. Bu şartlar peygamberlere gelen bütün vahiylerin ortak paydasıdır. Bu sebeple Kur’an’ın getirmiş olduğu her türlü mesaj, emir, nehiy ve açıklama, bu şartlar altında ele alınabilir. İşte bütün inananların ortak olarak üzerinde birleştikleri şartları Kur’an bize şöyle açıklar: “Hiç kuşku yok ki (bu ilâhî kelâma) inananlar ile Yahûdi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden her kim Allah’a ve âhiret gününe inanır ve (bu inanca) uygun ve doğru işler yaparsa elbette onların, Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmeyeceklerdir de.” 2002
Kur’an’ın Bölümleri
Âyet: Sözlükte işaret, delil, alâmet anlamlarına gelen âyet kelimesi Kur’an’da mûcize, alâmet, ibret, delil ve benzeri anlamlarda kullanılır. Kâinatta bulunan her şey bir âyettir; zira Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eder. Kur’an’ın en küçük birimi de âyettir; zira o da Allah’ın mesajını göstermektedir. Bazı sûrelerin başında bulunan müstakil harflerin (hurûf-ı mukattaa) âyet sayılıp sayılmamasından ve iki âyeti birbirinden ayıran durakların tespitindeki değişik yaklaşımlardan dolayı Kur’an âyetlerinin sayısı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlere göre âyetlerin sayısı, 6204, 6214, 6219 şeklinde farklılık göstermektedir ki, elimizde mevcut olan Kur’ân-ı Kerîm mushafları 6236 âyetten oluşmaktadır. Bir sûrenin içindeki âyetlerin sıralanışı/tertibi Hz. Peygamber’in talimatına dayanmaktadır.
Sûre: Sözlükte yüksek rütbe, mevki, yüksek bina, etrafı surlarla çevrili şehir anlamlarına gelen sûre kelimesi Kur’an’ın, en az üç âyetten oluşan, farklı uzunluklara sahip her bir özel bölümüne verilen addır. Kur’an’da 114 sûre bulunmaktadır. En uzun sûre 286 âyetli Bakara, en kısası ise 3 âyetli Kevser’dir. Mushaflarda ilk sûre Fâtiha, son sûre de Nâs’dır. Sûrelerin isimleri tevkıfî (Hz. Peygamberin emri ve işaretine bağlı) olmadığından bazen bir sûrenin birden fazla ismi bulunmaktadır.
1999] 23/Mü’minûn, 52
2000] 5/Mâide, 48
2001] 42/Şûrâ, 13
2002] 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69
KUR’AN
- 435 -
Cüz: Altı yüz sayfalık Kur’an mushafının yirmi sayfalık her bir bölümüne denir. Kelime anlamı parça, bir bütünü oluşturan bölüm demektir. Kur’an otuz cüze bölünmüştür.
Aşr veya Rukû‘: Her bir sûrenin içinde bir pasaj tarzında konu bütünlüğüne sahip olan ve âyet sonundaki duraklarda “ayn” harfiyle gösterilen kısa bölümlerin adıdır. Yaklaşık onar âyetten oluşurlar.
Kur’an İlimlerine Dair Kimi Kavram ve Terimler
Kur’an’ın inişinden itibaren, ona inananlar bu İlâhî kelâmı anlamaya ve hayatlarında canlı kılmaya çabalamışlardır. Ancak Kur’an’ın inişinin üzerinden zaman geçtikçe Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan insanların karşılaşmadığı kimi anlama sorunları ortaya çıkmaya başlamıştır. Her kuşak kendinden önceki nesillerin Kur’an’a dair anlayış ve yorumlarını öğrenmiş ve kendinden sonrakilere aktarma ihtiyacı duymuştur. Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan insanlar (sahabe) elbette bu inişe tanıklık etmiş; hangi şartlarda hangi âyetlerin indiğini, dolayısıyla âyetlerin delâlet ettiği anlamların neler olduğunu herhangi bir sorun yaşamadan anlamışlardır. Zaten Kur’an, onların kullanageldikleri ve hiçbir sûrette yabancılık çekmeyecekleri bir dil formunda nâzil olmuştur. Ancak yıllar geçtikçe ve farklı din ve milletlerden insanlar İslâm’a girdikçe İslâm toplumunda çeşitli görüşler ortaya çıkmaya ve bunlar tartışma konusu yapılmaya başlanmıştı. Bu etkiyle insanlar sorunları çözmek üzere Kur’an’a başvurmak durumunda kalmış; ancak her düşünce sahibi kendi düşüncesini Kur’an’da bulmaya ya da kendi görüşünü Kur’an’a dayanarak benimsetmeye kalkışmıştı. Bu ve benzeri sebeplerden ötürü sahabeden itibaren her çağda yaşayan ilim adamları Kur’an’la ilgili çalışma ve araştırmalar yapmaya ve bu çalışmalarını belirli bir yönteme göre ortaya koymaya çaba göstermişlerdir. Yapılan bu çalışmalara Ulûmu’l-Kur’an/Kur’an Ilimleri denmiş, bu ilimlerde takip edilen yönteme de Usûl-i Tefsir/Tefsir Yöntemi adı verilmiştir. Şimdi Kur’an İlimlerine dair birtakım kavram ve terimlere değinelim:
Sebeb-i Nüzûl: Kur’an âyetlerinin iniş sebebi demek olan bu ifade, Kur’an’ın peyderpey inen parçalarının, belirli bir olgu veya olay üzerine belirli bir maksadı elde etmek üzere indirildiğini işaret etmektedir. Kur’an’ın ahkâm (hukukî hükümler) ve ahlâka ait olan âyetlerinin çoğu, sebeb-i nüzûl adı verilen ortamlarda inmiştir. Kur’an’ın yirmi üç yıllık bir süre zarfında bölük bölük, âyet âyet inmesindeki çeşitli hikmetlerden biri de yeni oluşmaya başlamış bir İslâm toplumunun, gelen vahiyleri özümsemesini kolaylaştırmak ve bu suretle insanları tekâmülî bir tarzda yavaş yavaş, tedricen eğitmek ve biçimlendirmektir. İşte sebeb-i nüzûl, vahyin hangi durumlarda nasıl bir tavır aldığını göstermektedir ki bu da âyetler arasındaki münasebetleri anlamamızı kolaylaştırıcı bir etkiye sahiptir.
Âyetlerin inişiyle ilgili olarak bahsedeceğimiz iki kavram daha bulunmaktadır:
1. Mekkî âyetler: Hicretten önce inen ve genellikle iman ve ahlâkla alâkalı olan âyetlerdir.
2. Medenî âyetler: Hicretten sonra inen ve genellikle ibâdet, hukuk ve diğer semavî din mensuplarıyla münasebet gibi konuları ele alan âyetlerdir.
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu ayrımın bilinmesi hangi hükümlerin hangi olgu ve şartlara göre nâzil olduğunu öğrenmeyi sağlar ki bu da Kur’an metnini daha iyi anlamamıza yardımcı olur.
Muhkem ve Müteşâbih: Âl-i Imrân Sûresi’nin yedinci âyetinde Kur’an âyetleri iki kısma ayrılmıştır:
1. Muhkem: Kelime mânâsı sağlamlaştırılmış, berkitilmiş demek olan muhkem, mânâsı ve lâfzı itibarıyla herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirgin ve belli olan anlamına gelir.
2. Müteşâbih: Sözlükte birbirine benzeyen, benzeşen anlamına gelir. Müteşâbih âyet ise ya lâfız ya da mana yönünden başkasına benzemesi sebebiyle anlaşılmasında kapalılık bulunan, bu sebeple ilk anlaşılan mânâsı kastedilmeyen âyetler demektir.
Bu durumda muhkem, lâfzın zahirî anlamı itibarıyla yoruma ihtiyaç duymazken müteşâbih, ilk bakışta anlamı kapalı geldiği/göründüğü için ancak muhkeme başvurarak anlaşılabilir. Müteşâbih âyetleri, genellikle, gayb âlemiyle ilgili olan durum ve olguların sembolik ve benzetme yoluyla anlatımı şeklinde ifadelendirmek daha uygun bir anlayış olacaktır. Allah’ın sıfatları ile âhiretteki mükâfat ve azap durumlarını anlatan âyetler müteşâbih grubuna girer. Örneğin, bize cennet ve cehennemden bahseden âyetler, tamamıyla bizim bildiğimiz ve idrâk dünyamıza dâhil olan olgu ve olaylardan yola çıkarak yapılan tasvir ve anlatımları içermektedir. 2003
Hurûf-ı Mukattaa: Kelime anlamı bölünmüş, ayrık harfler demek olan hurûf-ı mukattaa, Kur’an’ın yirmi dokuz sûresinin başında bulunan ve elifbâ (alfabe) harflerinin tek olarak kullanılmasıyla ya da ikili, üçlü, dörtlü veya beşli bir kompozisyon çerçevesinde bir araya gelmesiyle oluşan; harflerin sesleriyle değil, kendi adlarıyla “Nûn”, “Yâ. Sîn”, “Elif. Lâm. Mîm”, “Tâ. Sîn. Mîm.”, “Elif. Lâm. Mîm. Râ.”, “Kâf. Hâ. Yâ. Ayn. Sâd.” şeklinde okunan harf-sembollerdir. Bu harfler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu tür bir kullanımın o dönemki Arap şiir/söz söyleme geleneğinde mevcut olduğu, hatibin/şairin muhatabın dikkatini söze/şiire çekmek gayesiyle eserine alfabenin bir veya birkaç harfiyle başladığı bize kadar ulaşan bilgiler arasındadır. Dolayısıyla Arap diliyle inen bir kitabın diğer durumlarda olduğu gibi burada da Arap edebiyat kültüründen faydalanması kadar tabiî bir şey düşünülemez. Ayrıca şunu da hemen belirtelim ki hurûf-ı mukattaa hakkında ileri sürülen her türlü düşünce ve yorum nihâyetinde birer içtihattır. Bu harflerin aslını ve esasını Allah bilir.
Kur’an’ı Okumak ve Anlamak
Kur’an’ı okumaktan bahsederken burada onu Arapçasından ezbere veya yüzüne okumayı kastetmiyoruz. Elbette yerine getirene bu tarz bir okuyuşun faydası vardır. Ancak bizim burada üzerinde durduğumuz husus, Kur’an’ın anlaşılması olduğundan dolayı Arapça bilmeyen ya da Arapça bilgisi Kur’an’ı orijinal metinden okuyup anlayacak bir düzeyde olmayan kişinin bu okuyuşu bizim konumuz dışında kalmaktadır. Dolayısıyla bundan sonra kullanacağımız “Kur’an’ı okumak” ifadesiyle onun mushaftan, yani Arapçasından anlamaksızın
2003] 13/Ra‘d, 35; 47/Muhammed, 15
KUR’AN
- 437 -
yüzünden veya ezbere okunmasını değil, anlamının okunmasını kastettiğimiz önemle akılda tutulmalıdır.
Kur’an, anlaşılmak için okunur. Zira Allah’ın, Resûlullah’a Kur’an’ı indirmesinin amacı onu insanlara duyurması ve iletmesidir.2004 İnsanlar da kendilerine duyurulan ve iletilen bu mesajı anlamakla yükümlüdürler.2005 Zira hayatlarını Allah’ın istediği istikamette düzenlemekle sorumlu tutulan insanlar bunu ancak kendilerinden isteneni anladıkları zaman yerine getirebilirler. Bu yüzden Kur’an okumak farzdır: “Bir de Kur’an’ı okumakla emrolundum.” 2006
Rasûlullah (s.a.s.) "Muhakkak ki ileride kapkaranlık geceler misâli fitneler olacak!" buyurdu. "Onlardan kurtuluşun yolu nedir, Ey Allah'ın Resûlü?" denildi. Buyurdu: "Allah'ın kitabı! Onda sizden öncekilerin olayları, sizden sonrakilerin haberleri ve sizin de hükmünüz vardır. O, kesin çizgidir; şaka değildir. Her kim kibirlenerek onu terk ederse Allah onun belini kırar. Her kim ondan başka hidâyet ararsa Allah onu saptırır. O Allah'ın sapasağlam ipidir. O, apaçık bir nurdur. O hikmetli bir hatırlatmadır. O dosdoğru yoldur. Hevalar onun sâyesinde kaymaz. Görüşler onun sâyesinde dağılmaz. Âlimler ona doymazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez. Hayretengiz yönleri tükenmez. Her kim onun ilmiyle ilimlenirse ileri gider. Her kim onunla amel ederse ecirlenir. Her kim onunla hükmederse adalet eyler. Her kim ona tutunursa doğru yolu bulur." 2007
Kendini Kur’an’a Açmak
Kur’an’ı okumaya niyetlenen kişinin ondan faydalanması için öncelikle kendisini Kur’an’a açması gerekir. Bu da ancak kendisine yapılan uyarı ve hatırlatmaya kulak veren için sözkonusudur: “Sen ancak uyarıyı/hatırlatmayı izleyeni ve gıyaben Rahmân’dan korkan kişiyi uyarabilirsin.”2008 Bu sebeple, Kur’an okumaya yönelen kimsenin onu okumakla neyi amaçladığını çok iyi belirlemesi gerekir. Kur’an’ı anlamak için okumalıyız; kendi düşünce ya da emellerimizi destekleyeceğini umduğumuz âyetleri bulmak için değil.
Kur’an’ı Yaşamak, Kur’anla Yaşamak
Kur’an okumaktan maksat onu anlamak, onu anlamaktan maksat ise onu yaşamak, pratiğe dökmek, “yap” dediklerini yapmak, “yapma” dediklerinden de kaçınmaktır. Okuyup anladığımız hâlde eğer onu uygulamaz isek Peygamber’in Kur’an’da zikredilen şu sitemine maruz kalanlardan oluruz: “Ve (o gün) Resul şöyle diyecek: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı terk edilecek bir şey olarak gördü.” 2009
Huzurun Kaynağı Kur’an
Kur’an anlamamız için kolaylaştırılmıştır. Bunu bize haber veren bizzat Allah’tır.2010 Anlaşılması için kolaylaştırılan Kur’an, hayata aktarıldığı ve canlı kılındığı durumda insana mutluluk ve huzur verir; sıkıntı ve darlık değil: “Kur’an’ı
2004] 16/Nahl, 44, 64; 5/Mâide, 15,19; 14/Ibrâhîm, 4
2005] 2/Bakara, 219, 221, 243, 266; 24/Nûr, 61; 7/A’râf, 176; 10/Yûnus, 24; 16/Nahl, 44; 38/Yâsîn, 29; 4/Nisâ 82; 47/Muhammed, 24; vd.
2006] 27/Neml, 92
2007] Ahmed b. Hanbel, 1, 91; Dârimî, Fezâilü'l-Kur'ân, 1; Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân 14, 2908
2008] 36/Yâsîn, 11
2009] 25/Furkan, 30
2010] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 19/Meryem, 97; 44/Duhân, 58
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sana, bedbaht olasın diye indirmedik. Yalnızca saygısı olana, yeri ve yüce gökleri yaratan Allah katından bir öğüt, bir uyarıcı olsun diye indirdik.” 2011
Kitaplara İman
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, sana indirilene (Kur’an’a) ve senden önce indirilenlere (İlâhî Kitaplara) iman ederler. Onlar âhirete de yakînî olarak, kesin bir şekilde iman ederler.”2012
Kitaplara iman
“O takvâ sahipleri ki, onlar sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler.”2013
İman esaslarından biri de Kur’an’a ve Kur’an’dan önceki kitap ve suhuflara (küçük kitaplara) inanmaktır. O kitaplar ki Allah tarafından Rasullerine gönderilmiş ve Rasuller de hiçbir kapalılık bırakmadan o kitaplardaki hükümleri insanlara tebliğ etmişlerdir. Bu kitaplarda Allah insanlara emirlerini, yasaklarını, mükâfatını ve azâbını açıklamıştır.
Biz müslümanlar, peygamberlere gönderilen kitapların hepsine inanırız. Ancak, Kur’ân-ı Kerim hâricindeki kitaplar sonradan insanlar tarafından bozulmaya uğramışlardır. Bu sebeple biz onların bozulmuş haline değil bozulmamış haline inanıyoruz.
Mü’minlerin Kur’an’a ve önceki kitaplara inanması, Hz. Âdem’den kıyâmete kadar insanların tek bir dini, tek bir Rabbi olduğunu ispatlıyor. Onun için de bu inanç büyük bir değer taşır. Bu akîde, mü’minlerin ruhlarından kötü taassubu kökünden söküp attığı için büyük öneme sahiptir. Bu akîde sahibi her mü’min, hak olan geçmiş bütün din ve peygamberlere inanır.
Bu inanca sahip olan insanlar, peygamberden peygambere intikal eden tek dini (İslâm’ı) bulmuş olurlar. Böylece sağlam bir akîdeye sahip olduktan sonra Kur’an’a uymaları ve onu pratik hayatlarında yaşamaları kaçınılmaz bir görevdir. Çünkü hayat tarzını ancak Kur’an tesbit eder. Müslümanlar Allah’ın indirdiği kitaba göre hayatlarını düzenler. Kur’an’ın dışındaki bütün hayat modelleri yanlıştır ve sapıklıktır. Eğer Kur’an ölçüsüne göre değil de, insanların akıllarına göre hayat modelleri tesbit edilmeye çalışılırsa, o zaman ne kadar insan kafası varsa o kadar da hayat modeli ortaya çıkar. Bu modellerin hiçbir i vahye dayanmadığı gibi, aynı zamanda herbiri değersizdir. Mü’minin hayat modeli, onu yaratan Allah tarafından çizilmiştir. Mü’min ondan başkasını kabullenemez. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle ifâde ediyor: “Kim İslâm’dan başka bir din (yol) ararsa, o istediği din kendisinden kabul olunmayacaktır. Ve o, âhirette de ebedî hursân/zarar çekenlerdendir.”2014
Mü’minler bilmelidir ki, İslâm dille söylenen laflardan ibâret olmadığı gibi, sadece kalple tasdik edilen bir inanç da değildir. İslâm, Allah’ın dinine teslimiyet demektir. Bu teslimiyet pratik hayatta bizzat görülmelidir. Yukarıdaki
2011] 20/Tâhâ, 2-4; ayrıca Bk.13/Ra’d, 28; Kur’an Anlaşılsın Diye, Heyet, Yekder Y., s. 10-39
2012] 2/Bakara, 4
2013] 2/Bakara, 4
2014] 3/Âl-i İmran, 85
KUR’AN
- 439 -
âyette görüldüğü gibi, mü’minin dini sadece İslâm’dır; İslâm’ın ana kaynağı da Kur’an’dır.
Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapları tasdik eder, fakat onlarla amel etmeyi emretmez. Kur’an geldikten sonra artık önceki kitapların hükmü tamamen neshedilmiştir (kaldırılmıştır).
Allah Teâlâ hiçbir insanı tebliğsiz bırakmamıştır. Her topluma kendi dinini bildirmiştir. Beşer hayatını peygamberlerine gönderdiği kitaplarla tanzim etmiştir. Her topluma itikad, şeriat, ahlâk ve edeplerini gösteren hak kitaplar göndermiştir.
Tarih boyunca kimileri bu kitapları alıp kabul etmişler, kimileri de reddetmişlerdir. Kimileri ise alıp kendilerine göre değiştirmişlerdir. Bugün yahûdilerde bulunan Tevrat ve hıristiyanlarda bulunan İncil tamamen değişikliğe uğratılmıştır. Birçok kısımlar çıkartılmış, birçok kısımlar da ilave edilmiştir. Dolayısıyla önceki İlâhî kitapların aslı kalmamıştır. Allah Teâlâ da onları neshetmiştir. Öyleyse bu kitaplara tabi olan hiç kimse hak yolda (İslâm’da) değildir. Hatta bir defasında Hz. Ömer’in elinde Tevrat sayfalarını veya Tevrat’ın tefsiri kabul edilen rivâyetleri içeren Mişna kitabını gören Rasûlullah (s.a.s.): “Ey Ömer, vallahi Hz. Mûsâ da aramızda olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı.”2015 diyerek onun elindeki Tevrat (veya onun yorumunu içeren) sayfalarını yok etmesini buyurmuştur.
Öyleyse Mü’min de Kur’an’dan başka hiçbir kaynağa bağlanamaz. Çünkü Kur’an geldikten sonra -ister değiştirilsinler, ister değiştirilmesinler- hiçbir hükmüne uyulmaz. Onların hükmü kalmayıp nesholunmuşlardır.
Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplar büyüklüklerine göre iki kısımda incelenirler: Suhuflar (Küçük Kitaplar) ve Büyük Kitaplar.
Suhuf (Sayfalar -Küçük Kitaplar-)
Allah tarafından gönderilen kitaplardan bazıları birkaç sayfadan meydana gelen küçük kitaplardır. Bunlara sahifeler (sayfalar) anlamına gelen “suhuf” denilir.
Kur’ân-ı Kerim’de açıklanan bazı öğütlerin “es-suhufu’l-ûlâ (ilk suhufta/sayfalarda)” mevcut olduğu2016 bildirilmiştir. Yine benzer öğüt ve hükümlerin İbrâhim ve Mûsâ’nın suhufunda/sayfalarında2017 da bulunduğu bildirilerek suhuf denilen küçük ebatlı İlâhî kitapların mevcûdiyeti Kur’ân-ı Kerim’de ifâde edilmiştir. Sayfalar halinde kayda geçirildiği için Kur’an, Kur’an’a da suhuf der.2018 Bununla birlikte hangi peygambere ne kadar suhuf verildiği açıklanmamıştır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrâhim’in soyundan İshak, Yakup, Süleyman, Yusuf, Zekeriyya, Yahya Peygamberler’e kitap verildiğini belirtir.2019 Hadislerde de suhuf hakkında fazla bilgi yoktur. Bazı rivâyetlerde Hz. Âdem’e 10, Hz. Şit’e 50, Hz. İdris’e 30, Hz. İbrâhim’e 10 sayfa (suhuf) verildiği nakledilirse de, bu konuda kesin bilgi ifâde eden sahih hadisler mevcut değildir.
2015] Ahmed bin Hanbel, III, 378
2016] 20/Tâhâ, 133; 87/A’lâ, 18
2017] 87/A’lâ, 19
2018] 80/Abese, 13; 98/Beyyine, 2
2019] 4/Nisâ, 54; 6/En’âm, 89; 57/Hadîd, 26
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberlerin sayısını bilemediğimiz gibi suhuf ve kitapların tümünü ve hangi peygamberlere ne miktarda verildiği de Kur’an ve sahih sünnette tüm ayrıntılarıyla bildirilmemiştir. Peygamberlere indirilen küçük-büyük bütün kitaplara (suhuf ve büyük kitaplara) icmâlî olarak iman şarttır.
Büyük Kitaplar
Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği büyük kitaplar dört tanedir. Bu kitaplar şu peygamberlere gönderilmiştir:
1) Tevrat (’ın bir bölümü, İsrâiloğullarına indirilen kitapların -Ahd-i Atîk’in- ilk 5 kitabı): Hz. Mûsâ’ya,
2) Zebûr: Hz. Dâvud’a,
3) İncil: Hz. İsa’ya,
4) Kur’ân-ı Kerim: Hz.Muhammed’e indirilmiştir.
Zebûr, Tevrat ve İncil’in aslı bozulmuş, insanlar tarafından tahrif edilip değiştirilmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapların hükmünü nesh etmiş, yani ortadan kaldırmıştır.
Kitapların Gönderiliş Amacı
Kitapların gönderiliş amaçlarının başında insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak gelir. İnsanı yaratan Allah, insanın hayatı boyunca takip edeceği itikat, ibâdet, ahlâk, emir ve yasakları içine alan kitap ve sahifeleri ilk insandan itibaren göndermiştir. Bu kitaplar sayesinde insanlar hidâyeti, dünya huzuru ve âhiret saâdeti gibi pek çok gerçeği anlamışlardır.
Vahy ve Vahyin Çeşitleri
“Vahy”in sözlük anlamı: Bir şeyi gizli ve çabuk bildirmek demektir. Vahyin terim anlamı: Allah Teâlâ tarafından doğrudan doğruya, ya da elçi melek vasıtası ile peygamberlere bildirilen ve kesinlik ifâde eden bilgilere vahiy denir.
Vahyin Çeşitleri
1) Sâdık Rüya: Allah dilediği bilgileri doğru bir bilgi ile peygamberlerine bildirmiştir. Peygamberlerin rüyalarında gördükleri şeyler aynen gerçek çıkmıştır. Peygamber Efendimize de zaman zaman vahiy böyle gelmişti.
2) İlham Yoluyla Vahiy: Allah’ın dilediği şeyleri peygamberin kalbine koyması şeklindeki vahiy çeşididir.
3) Perde Arkasından Vahiy: Allah ile peygamber arasında bir vasıta olmadan ve söyleyeni görmeden Allah kelâmının işitilmesidir.
4) Melek Aracılığı İle Gelen Vahiy: Allah Teâlâ’nın, bildirmek istediği bilgileri bir melek ile peygamberine bildirmesi şeklidir. Bu melek Cebrâil (a.s.)’ dir.
Kitab; Anlam ve Mâhiyeti
Kur'an'ın temel kavramlarından biri olan "kitab" Kitabımızda 255 yerde geçmektedir. Türkçedeki 'kitap' anlamı yanında; yazılı şey, yazı, yazılan ve yazdırılan anlamlarına da gelir. "El-Kitab": Allah'ın Kitabı demektir. Kur'an ıstılahında
KUR’AN
- 441 -
Kitab; Allah tarafından yazdırılan şey anlamında kullanılır ve bu anlamda imanın temel konularından biri de Kitaplara imandır.
Kur'an'ın "kitab" la ilgili ifâdelerinden şunların kast edildiği anlaşılır:
Genel anlamda vahy2020
Son Peygamber'e gelmiş bulunan vahiyler toplamı2021
Bütün kâinat
İnsan
Levh-ı Mahfuz'daki Evrensel kayıt kitabı (evrensel kompütür)2022
Her ferdin fiillerinin kaydedildiği bireysel disket2023
Kur'an'a göre insanın önüne, okunmak üzere konan üç temel kitap vardır: Kâinat kitabı, vahy kitabı (Kur'an) ve insanın bizzat kendisi. Kur'an, diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir nurdur (ışık). Evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi için, bizzat Allah, vahy kitabı aracılığıyla insana yardımcı olmak için devreye girmektedir. Kur'an, bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını "âyet" olarak anmaktadır. Kur'an, bir âyetler topluluğu olduğu gibi, kâinat ve insan da âyetler topluluğudur.2024 Ne vahy kitabı, insan ve eşyaya ait ilimler olmaksızın çözülebilir; ne de eşya ve insan, vahy kitabı olmadan layıkıyla anlaşılabilir.
Kur’ân-ı Kerim’in Özellikleri
Kur'an; âlemlerin Rabbi tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen kitabın en çok söylenen ismidir. Kur'an'ın diğer isimlerinden bazıları da şunlardır: Zikir, Furkan, Mushaf, Kitabu'l-Mübin, Kelâmullah, Nur, Hüdâ, Şifa, Mev'ize... Bazı müfessirler, Kur'an veya Kitaba sıfat olarak gelen tabirleri de sıralayarak, bu isimlerin sayısını yüze kadar çıkarmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, yirmi üç senede peyderpey nâzil olmuştur. Kitab'ın hepsi bir defada indirilmemiştir. Kur'an, bölüm olarak 114 sûreye ayrılır. Bu sûrelerin hepsi aynı uzunlukta değildir. Elli sayfalık bir sûre olduğu gibi, bir satırlık sûre de vardır. Sûreler de âyetlere ayrılır. En kısa sûre üç âyet, en uzun sûre de iki yüz seksen altı âyettir. Âyetlerin uzunlukları da eşit değildir. Bir sayfalık bir âyet olduğu gibi bir kelimelik âyetler de vardır. Kur'an, sayfa adedine göre de cüzlere ayrılır. Her cüz yirmi sayfadır. Kur'an, toplam otuz cüzdür. Her cüz de kendi içinde dört hizb'e ayrılır. Her hizb, beş sayfadır.
Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimizin en büyük mûcizesidir. Kur’ân-ı Kerim Allah’ın koruması altındadır. O’nun bir kelimesi bile değiştirilmemiştir ve değiştirilemeyecektir. Dünyanın bir ucundaki Kur’an (Mushaf) ile diğer ucundaki Kur’an aynıdır. Allah, Kur’an’da şöyle buyuruyor: “O’nu Biz indirdik, O’nun koruyucusu
2020] 43/Zuhruf, 4; 13/Ra'd, 39
2021] 2/Bakara, 2; 38/Sâd, 29; 41/Fussılet, 3; 43/Zuhruf, 2; 44/Duhan, 2
2022] 18/Kehf, 47-49; 45/Câsiye, 29
2023] 17/İsrâ, 13-14
2024] 51/Zâriyât, 20-21; 41/Fussılet, 53
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
elbette Biziz.”2025
Kur’ân-ı Kerim’in Peygamberimize gönderilmesi 23 senede tamamlanmıştır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Ebû Bekir zamanında yazılı sayfalar birleştirilerek mushaf haline getirilmiş, Hz. Osman zamanında çoğaltılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de 114 sûre vardır. Kur’ân-ı Kerim, yeryüzünde en çok okunan, ezberlenen ve yazılıp basılan kitaptır.
Kur’an’ın âyetleri ruhları coşturur, kalplere huzur verir. Kur’an, insanları dalâlet ten hidâyete, karanlıklardan nûra, bâtıldan hakka kavuşturur. Kur’ân-ı Kerim baştan sona hikmet hazinesidir. O’nun delilleri açık ve ikna edicidir. Haberleri doğru, hükümleri sağlamdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim’de çelişki veya hatalar bulunmaz. Kur’ân-ı Kerim insanlar için bir rehber, bir yol göstericidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Bu kitapta asla şüphe yoktur. O müttakîler (Allah’tan korkanlar) için yol göstericidir.”2026; “Sana indirdiğimiz bu kitap mübârektir; âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.”2027
Kur’ân-ı Kerim’deki sûreler Mekkî ve Medenî olmak üzere ikiye ayrılır. Mekkî sûreler; Peygamberimiz Medine’ye hicret edene kadar nâzil olan sûrelerdir. Medeni sûreler; hicretten başlayarak Peygamberimizin vefatına kadar nâzil olan sûrelerdir.
Mekkî sûrelerde daha çok inancı kuvvetlendirici âyetler nâzil olmuştur. Medenî sûrelerde ise, daha çok ahkâm âyetleri, yani dinin dünyada nasıl yaşanacağını gösteren âyetler nâzil olmuştur.
İlk inen âyetler Alak sûresinin ilk 5 âyetidir. Son inen âyet ise (müfessir ve araştırmacıların çoğunluğuna göre) Mâide sûresinin 3. âyetidir. Kur’ân-ı Kerim Fâtiha sûresi ile başlar, Nâs sûresi ile sona erer.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok ismi daha vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır: Furkan (hak ile bâtılı ayıran), Hüdâ (hidâyet veren), Hakîm (hüküm koyan), Nûr, Şifâ, Rahmet, Zikir...
Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Hiç kimse Kur’ân-ı Kerim’in dengi bir kitap meydana getirememiştir ve getiremeyecektir. Kur’ân-ı Kerim bu konuda birçok âyette insanlara ve cinlere meydan okumaktadır: “Bu Kur’an gibi bir kitap meydana getirmek için bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler ve birbirlerine yardım etseler, yine O’nun bir eşini meydana getiremezler.”2028
Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara…
2025] 15/Hıcr, 9
2026] 2/Bakara, 2
2027] 38/Sâd, 29
2028] 17/İsrâ, 66
KUR’AN
- 443 -
Kur'an-ı Kerim İle İlgili Âyet-i Kerimeler
Kitab Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 255 Yerde -ktb kökü ve türevleri toplam 322 Yerde-) 2/Bakara, 2, 44, 53, 78, 79, 85, 87, 89, 101, 101, 105, 109, 113, 121, 129, 144, 145, 146, 151, 159, 174, 176, 176, 177, 213, 231, 235; 3/Âl-i İmrân, 3, 7, 7, 19, 20, 23, 23, 48, 64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 78, 78, 78, 79, 79, 81, 98, 99, 100, 110, 113, 119, 145, 164, 184, 186, 187, 199; 4/Nisâ, 24, 44, 47, 51, 54, 103, 105, 113, 123, 127, 131, 136, 136, 140, 153, 153, 159, 171; 5/Mâide, 5, 5, 15, 15, 15, 19, 44, 48, 48, 57, 59, 65, 68, 77, 110; 6/En’âm, 7, 20, 38, 59, 89, 91, 92, 114, 114, 154, 155, 156, 157; 7/A’râf, 2, 37, 52, 169, 169, 170, 196; 8/Enfâl, 68, 75; 9/Tevbe, 29, 36; 10/Yûnus, 1, 37, 61, 94; 11/Hûd, 1, 6, 17, 110; 12/Yûsuf, 1; 13/Ra’d, 1, 36, 38, 39, 43; 14/İbrâhim, 1; 15/Hıcr, 1, 4; 16/Nahl, 64, 89; 17/isrâ, 2, 4, 13, 14, 58, 71, 71, 93; 18/Kehf, 1, 27, 49, 49; 19/Meryem, 12, 16, 30, 41, 51, 54, 56; 20/Tâhâ, 52; 21/Enbiyâ, 10; 22/Hacc, 8, 70; 23/Mü’minûn, 49, 62; 24/Nûr, 33; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 2; 27/Neml, 1, 28, 29, 40, 75; 28/Kasas, 2, 43, 49, 52, 86; 29/Ankebût, 27, 45, 46, 47, 47, 48, 51; 30/Rûm, 56; 31/Lokman, 2, 20; 32/Secde, 2, 23; 33/Ahzâb, 6, 6; 26; 34/Sebe’, 3; 35/Fâtır, 11, 25, 29, 31, 32, 40; 37/Sâffât, 117, 157; 38/Sâd, 29; 39/Zümer, 1, 2, 23, 41, 69; 40/Mü’min, 2, 53, 70; 41/Fussılet, 3, 41, 45; 42/Şûrâ, 14, 15, 17, 52; 43/Zuhruf, 2, 4, 21; 44/Duhân, 2; 45/Câsiye, 2, 16, 28, 29; 46/Ahkaf, 2, 4, 12, 12, 30; 50/Kaf, 4; 52/Tûr, 2; 56/Vâkıa, 78; 57/Hadîd, 16, 22, 25, 26, 29; 59/Haşr, 2, 11; 62/Cum’a, 2; 68/Kalem, 37; 69/Haakka, 19, 19, 25, 25, 25; 74/Müddessir, 31, 31; 78/Nebe’, 29; 83/Mutaffifîn, 7, 9, 18, 20; 84/İnşikak, 7, 10; 98/Beyyine, 1, 4, 4, 6.
Kitab Kelimesinin Çoğulu Kütüb Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde:) 2/Bakara, 285, 4/Nisâ, 136; 21/Enbiyâ, 104; 34/Sebe’, 44; 66/Tahrîm, 12; 98/Beyyine, 3.
Kur’an Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde:) 2/Bakara, 185; 4/Nisâ, 82; 5/Mâide, 101; 6/en’âm, 19; 7/A’râf, 204; 9/Tevbe, 111; 10/Yûnus, 15, 37, 61; 12/Yûsuf, 2, 3; 13/Ra’d, 31; 15/Hıcr, 1, 87, 91; 16/Nahl, 98; 17/isrâ, 9, 41, 45, 46, 60, 78, 78, 82, 88, 89, 106; 18/Kehf, 54; 20/Tâhâ, 2, 113, 114; 25/Furkan, 30, 32; 27/Neml, 1, 7, 76, 92; 28/Kasas, 85; 30/Rûm, 58; 34/Sebe’, 31; 36/Yâsin, 2, 69; 38/Sâd, 1; 39/Zümer, 27, 28; 41/Fussılet, 3, 26, 44; 42/Şûrâ, 7; 43/Zuhruf, 3, 31; 46/Ahkaf, 29; 47/Muhammed, 24; 50Kaf, 1, 45; 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 55/Rahmân, 2; 56/Vâkıa, 77; 59/Haşr, 21; 72/Cinn, 1; 73/Müzzemmil, 4, 20; 75/Kıyâmet, 17, 18; 76/İnsân, 23, 84/İnşikak, 21; 85/Bürûc, 21.
D- Kur’an’la İlgili Konular
Kur'an'a İman: Bakara, 2, 41, 97, 99, 129, 137, 176, 185,285; Al-i İmran, 4, 7, 87; Nisa, 136, 140, 162; Maide, 15, 48; En'am, 92, 153, 157; A'raf, 2-3, 52; Enfal, 41, Tevbe, 111...
Kur'an'ı ve Âyetlerini İnkâr: Bakara, 98; Al-i İmran, 4, 19, 21-22; Nisa, 56; Maide, 10; En'am, 21, 27, 39, 49, 93, 124, 157; A'raf, 36-37, 40, 177, 182; Enfal, 54; Yunus, 17, 69-70, 95; Hud, 18; Nahl, 56, 62, 116; Taha, 100-101; AnkEbût, 23, 47, 49, 68...
Âyetleri Satmak: Bakara, 41, 174-176.
Âyetleri Gizlemek: Bakara, 159-160, 174-176.
Kur'an Sorumluluğuna Ulaşmak: Haşr, 21.
Kur'an, Kafirler İçin Hasrettir: Haakka, 50.
Kur'an'ın İnmesi, Mazeret gösterilmemesi İçindir: En'am, 156-157
Cinlerin Kur'an Dinlemeleri: Ahkaf, 29-31; Cin, 1-2, 13, 19.
Kur'an Dinlemek:A'raf, 204; Enfal, 20-22
Kur'an Âyetleri, Mü'minlerin İmanını Artırır: Enfal, 2; Tevbe, 124-125; Nahl, 102; Furkan, 73; Secde, 15; Zümer, 23; Zariyat, 55.
Kur'an Âyetleri, Kafirlerin Küfrünü Artırır: Tevbe, 124-125; İsra, 41, 46, 60, 82; Hacc, 72; Şuara, 5-6, 198-201; Yasin, 45-46, Casiye, 9.
Kur'an Okurken Allah'a Sığınmak: Nahl, 98.
Kur'an Okumak: Neml, 92; AnkEbût, 45; Fatır, 29-30, Hadid, 16-17; Müzzemmil, 4.
Kur'an'a Sarılmak: Zuhruf, 43-44.
Kur'an'a Tabi olmak: Enfal, 20-22.
Kur'an Allah Katındandır: Bakara, 2; Al-i İmran, 7; Nisa, 82, 166; Yunus, 37; Hud, 1, 35; Ra'd, 1; Kehf, 2, 29; Furkan, 6; Şuara, 192, 210-212; Neml, 6; Kasas, 45-46; AnkEbût, 50; Secde, 2-3; Yasin, 5; Zümer, 1; Mü'min, 2-3; Fussılet, 2, 42; Şura, 3 ...
Kur'an'ın İ'cazı; Kur'an Eşsizdir ve Aciz Bırakır: Bakara, 23-24, 62; Enfal, 31; Yunus, 38-40; Hud, 13-14; Nahl, 103; İsra, 88; Şuara, 210-212; Lokman, 27; Fussılet, 41-42.
Kur'an'ı Cebrail İndirmiştir: Bakara, 97; Nahl, 102; Şuara, 193-194; Tekvir, 15-24.
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an, Ramazan Ayında İnmiştir: Bakara, 185.
Kur'an, Kadir Gecesinde İnmiştir: Duhan, 2-3; Kadr, 1.
Kur'an, Şeytan Sözü Değildir: Tekvir, 25-26.
Kur'an, Kâhin Sözü Değildir: Haakka, 42.
Kur'an, Peygamber Sözü Değildir: Haakka, 40, 44-47.
Kur'an, Şiir Değildir: Yasin, 69; Haakka, 41.
Kur'an Sözlerinde Bozukluk Yoktur: Kehf, 1.
Kur'an'ın Manasında Çelişki Yoktur: Kehf, 1; Zümer, 28.
Kur'an, Hak Olarak İnmiştir: Bakara, 252; İsra, 105; Fatır, 31; Zümer, 2, 41; Casiye, 6; Haakka, 51.
Kur'an'ın Geleceği, Önceki Kitaplarda Bildirilmiştir: Şuara, 196-197; Ahkaf, 10.
Kur'an, Hz. Muhammed'e Verilmiştir: Bakar, 99, 119, 151; Nisa, 163; Hıcr, 87; Nahl, 44; Kehf, 1; AnkEbût, 47; Şura, 52; Haakka, 40; Müzzemmil, 5.
Kur'an Kolaylaştırılmıştır: Meryem, 97; Kamer, 17, 22, 32, 40; A'la, 8.
Kur'an'ın Arapça Olması: Yusuf, 2; Ra'd, 37; Nahl, 103; Meryem, 97; Taha, 113; Şuara, 193-194; Zümer, 28; Fussılet, 3, 44; Şura, 7; Zuhruf,2-3; Duhan,58; Ahkaf, 12.
Kur'an'ın Koruyucusu ve Öğreticisi Allah'tır: Hıcr,9; İsra, 86-87; Kıyame, 16-19
Kur'an, Korunmuştur ve Değişmez: En'am, 115; Yunus, 15-17; Hıcr, 9; Kehf, 27; AnkEbût, 48-49; Zuhruf, 5; Vakıa,77-78; Haakka,40;Abese,13-16;Buruc, 22, A'la, 6-7
Kur'an, Parça Parça İnmiştir: Nahl, 89; İsra, 82, 106; Taha, 4; Furkan, 32-33;İnsan, 23
Kur'an Hidâyettir: Bakara, 2, 185; Al-i İmran, 138; A'raf, 52, 203; Yunus, 57; Yusuf, 111; İbrahim, 1; Nahl, 64, 89; Neml, 2, 77; Lokman, 2-3; Zümer, 23; Fussılet, 44; Şura, 52; Casiye, 11, 20.
Kur'an Şereflidir: Vakıa, 75-77; Kalem, 52; Abese, 13-14.
Kur'an'a Temiz Olanlardan Başkası El Süremez: Vakıa, 79.
Kur'an, Hak İle Batılı Ayırır: Bakara, 185; Al-i İmran, 4; Nahl, 64; Furkan, 1; Şuara, 2; Neml, 1, 76, 78; Tarık, 11-14; Beyyine, 3.
Kur'an, Öğüttür: Bakara, 231, Al-i İmran, 138; En'am, 90; A'raf, 2; Yunus, 57; Yusuf, 104; Taha, 2-3; Nur, 34; AnkEbût, 51; Yasin, 69; Sâd, 87; Kaf, 45; Zariyat, 55; Haakka, 48; Müzzemmil, 19; Müddessir, 54-55; İnsan, 29;Abese,11-12;Tekvir, 27-28
Kur'an, Kendinden Önceki Kitapları Tasdik Eder: Al-i İmran, 3; Nisa, 47; Maide, 48; En'am, 92; Yunus, 37; Yusuf, 111; Fatır, 31; Ahkaf, 12.
Kur'an Hikmet Doludur: Al-i İmran, 58; Yunus, 1; Ra'd, 37; Lokman, 2; Yasin, 2; Zuhruf, 4.
Kur'an, Beyandır, Açıklar: Bakara, 118, 221-222; Al-i İmran, 138; En'am, 97-98; Yusuf, 1; Hıcr, 1; Nahl, 89; İsra, 89; Kehf, 54; Hacc, 16; Nur, 34, 46; Kasas, 2; Sâd, 67-68, 88; Fussılet, 2-4; Duhan, 2; Talak, 11.
Kur'an, Nurdur: Nisa, 105; Şura, 52; Teğabün, 8.
Kur'an, İlahi Kanundur: Nisa, 105; Maide, 48; En'am, 115; A'raf, 3.
Kur'an, Şaka ve Eğlence Değildir: Tarık, 14.
Kur'an Şeriatı: Maide, 48; En'am, 151-153
Kur'an, Feyiz Kaynağıdır: En'am, 155; Sâd, 29.
Kur'an, Muhammed Ümmetine Mirastır: Fatır, 32.
Kur'an, En Doğruya Götürür: İsra, 9; enbiya, 106; Zuhruf, 43; Cin, 2.
Kur'an, Mü'minlere Mükafat, Kafirlere Azap Haberi Verir: İsra, 9-10
Kur'an, Mü'minleri Kafirlerden Korur: İsra, 45.
Kur'an İnzardır, Korkutur: En'am, 51; Kehf, 2, 4; Meryem, 97; Furkan, 1; Yasin, 6, 70; Fussılet, 4; Şura, 7; Ahkaf, 12.
Kur'an Müjdedir, Sevindirir: Kehf, 2-3; Meryem, 97; Neml, 2; Fussılet, 4; Ahkaf, 12.
Kur'an zikirdir: Taha, 99-100; Enbiya, 10, 50.
Kur'an Şifadır: Yunus, 57; İsra, 82; Fussılet, 44.
Kur'an Rahmettir: A'raf, 203; Yunus, 57-58; Yusuf, 111; Nahl, 64, 89; İsra, 82; Neml, 77; Kasas, 86; AnkEbût, 51; Lokman, 2-3; Duhan, 6; Casiye, 20.
Kur'an, Bütün İnsanlara Tebliğdir: İbrahim, 52.
Kur'an'daki Secde Âyetleri: A'raf, 206; Ra'd, 15; Nahl, 50; İsra, 107; Meryem, 58; Hacc, 18; FurKUR’AN
- 445 -
kan, 60; Neml, 25; Secde, 15; Sâd, 24; Fussılet, 37; Necm, 62; İnşikak, 21; Alak, 19.
Kur'an-ı Kerim İle İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
(Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, AkçağY.)
-İlk rakam: Cilt; sonraki rakam: Sayfa numarasıdır.-
Kur'an'ın Faziletine Dair: 3, 224-225
Kur'an En Büyük Mûcize: 12, 388
Kur'an'a Temiz Olanların Dokunmasıyla İlgili Hususun Mahiyeti: 4, 288-289
Kur'an'dan Bir Tek Âyeti İnkar Edenin Durumu: 17, 314
Kur'an'ı Ezberledikten Sonra Unutan: 3, 242
Kur'an'dan Öğrenilen Sûrelerin Unutulmasının Cezası: 15, 318-319
Kur'an, İslâm'ın Anayasasıdır: 1, 338
Kur'an Öğrenip Öğreten: 16, 540-54
Kur'an Öğretimine Ücret Alınır mı? 11, 349; 16, 250-251; 17, 247.
Kur'an'da Geçen Malca ve Kuvvetçe Güçlü Olan Kavimler: 12, 376
Kur'an, Her şeye Ehemmiyeti Nisbetinde Yer Verir: 14, 482-483
Kur'an, İki Büyük Dairenin Mühim Meselelerini Açıklar: 14, 483
Kur'an'da İnsanların Maymuna Çevrildiğini Belirten Âyetler ve Evrim Farkı: 11, 147
Kur'an-ı Kerim'in İcazı: 12, 390-391
Kur'an İlimleri Kıyamete Yakın Yok Olacak: 17, 548
Kur'an'ı İnkar Edenlere Cevap: 12, 391-393
Kur'an'ın Hz. Peygamber'i Uyarması: 1, 345
Kur'an'da Hz. Muhammed Ümmetinin Tebcili: 3, 262-263
Kur'an'da Mesleki Ihzariyeler: 14, 484
"Kur'an Hakkında Münakaşa Küfürdür" den Maksat Nedir? 5, 271
Kur'anda, Hadiste Olmayan Hususların Çözümünde Âlimler Ne Yapmalı? 1, 312-314
Kur'an-ı Kerim ve İtaat: 5, 62-66
Kur'an'ın Kalbi Yasin: 4, 209
İhlas Sûresi Kur'an-ı Kerim'in Üçte Biri Demektir: 17, 490
Kıyamet Günü Kur'an'ın İnsan Şeklinde Gelişi: 17, 490
Kur'an-Sünnet Münâsebeti: 1, 337-338
Kur'an Şifadır: 11, 332, 334; 17, 449
Kur'an ve Hadis Arasındaki Fark: 1, 349
Kur'an ve Hadise Uymaya Dair: 2, 328
Kur'an ve Hadisin Sübut Yönü: 1, 351
Kur'an ve İlim: 1, 407-411
Kur'an ve Kadınlarla İstişare: 16, 159-160
Kur'an ve Sünnete Sarılma Bölümü: 2, 327
Kitabullah İle Hükmetmeyi Terk Halinde: 17, 540
Kur'an'ı Yazma ve Öğretmenin Ücreti: 14, 506
Kur'an'dan Başka Şeyi (Hadis vs.) Reddedecek İnsanlar: 2, 333-334
Koltuğuna Oturup Kur'an'dan Başka Bir şey Tanımayınız Diyenler: 2, 233-234
Kur'an'ın Tertibi Bölümü: (Cem Edilmesi, İstinsahı...) 4, 477-493
Kur'an'ın Tilaveti ve Kıraati Bölümü: 4, 430-476
Kur'an'ı Hizb ve Evrad Kılma: 4, 453-455
Kur'an Nasıl Okunur?: 8, 431
Kur'an Okuyanın Ahiretteki Durumu: 17, 489
Kur'an Tilavet Etmek: 3, 229
Kur'an'ı Hafi ve Cehri Okumak: 3, 234-235
Kur'an'ın Kıraatini Sesle Güzelleştirmek: 3, 239; 4, 433-436; 17, 88
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an'ı Güzel Sesle Okuyanı Cenab-ı Allah Dahi Dinler: 17, 91
Kur'an'ı Kekeleyerek Mahir Olarak Okumak: 3, 238
Kur'an'ı Lahn ve Terci' İle Okumak: 3, 233
Kur'an'ı Teğanni İle Okumak: 4, 434
Kur'an Tilavetine Verilen Sevap: 3, 230
Kur'an Okuyunca Cennette Derecenin Yükselmesi: 3, 237
Kur'an'ı Okurken ve Namaz Kılarken Sesin Alçaltılıp Yükseltilmesi: 4, 66
Kur'an'ın Kıraati Anında Ağlamanın Dışındaki Hareketler Bid'attır: 4, 449
Kur'an'ı Okuma Şekli: 17, 89
Kur'an Okurken Manaya Nüfuz Edilmesi: 4, 450
Kur'an Okuma Zamanları: 12, 271
Kur'an Okuyan Kimsenin Vasfı: 17, 91
İnsanlar, Kur'an'la Olan İlgi Derecesine Göre Değişik Evsaftaki Topraklara Düşen Yağmura
Benzetilmiştir: 2, 336-337
Kur'an, Kıyamete Yakın Bir Gecede Kaldırılacak: 17, 549
Kur'an'ın Terci' İle Okunmasının Yasak Oluşu: 4, 437-438
Ashabın Kur'an Okuyuş Şekli ve Zamanları: 12, 271
Kur'an Tilavetinde Hz. Peygamber ve Ashab Ağlardı: 4, 448-449
Kur'an Okumada Hz. Muaz'ın takip Ettiği Usul: 12, 271
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. KİTAB, EL-KİTAB
2. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 227-242
3. İnanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 34-38
4. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s. 23-36
5. Kelime-i Tevhid Davası, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 91-111
6. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 134-146
7. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. s. 51-61
8. İslâm İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 111-121
9. Akaid ve Şeriat, Mahmut Şeltut, Yöneliş Y. c. 1 s. 88-113
10. İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y. s. 83-101
11. İslâm Nizamı, A. Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 1 s. 49-53; 88-92; c. 2 s. 218-223
12. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 405-411
13. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. 182-183
14. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 251-
15. İbâdet mi Ayin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 108-121
16. Hak Yolda Yürürken (Davet İçin Yol Azığı), Mustafa Meşhur, Fecr Y. s. 17-30
17. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 15-22
18. Kur'an ve Hayat, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 87
19. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. I, s. 44-46
20. Kur'an Araştırmaları, 1, 2, Mevlüt Güngör, Kur'an Kitaplığı Y.
21. Kur'an Araştırmaları I, II, Muhammed Kutub, (Terc. Akif Nuri) Fikir Y.
22. Kur'ani Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tuba Y.
23. Kur'an Ansiklopedisi, El-İtkan Fi Ulumi'l-Kur'an, I-II, Suyuti, Hikmet Neşr.
24. El-İtkan Fi Ulumi'l-Kur'an, Celaleddin Suyuti, Ravza Y.
25. Kur'an'a Bakış, Ali Şeriati, Fecr Y.
26. Kur'an'a Muhatap Olmak ve Engelleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
27. Kur'an Çalışmalarında Yöntem, Mustafa Müslim, Fecr Y.
28. Kur'an Işığında Düşünmek, Ebû Haşim Hicazi, Fıtrat Y.
29. Kur'an Bilgisi, M. Sadeddin Evrin, Doğuş Matbaası, Ankara
KUR’AN
- 447 -
30. Kur'an Bilgisi, Cavit Yalçın, Vural Y.
31. Kur'an'a Doğru, Mahmut Şeltut, (terc. M. Beşir Eryarsoy), Bir Y.
32. Kur'an'a Giriş, Hasan El Benna, İslâmoğlu Y.
33. Kur'an'a Hizmet İçin Kur'an Hamilinin Adabı- , İmam Nevevi, Türdav Y.
34. Kur'an'a Yönelirken, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
35. Kur'an'a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat
36. Kur'an Bilinci, Abdullah Ali, Denge Y.
37. Kur'an'da Kur'an, Ejder Okumuş, Dünya Y.
38. Kur'an Kur'an'ı Tanımlıyor, Muhammed Çelik, Şule Y.
39. Kur'an Bize Ne Diyor? Hikmet Taşkın, Madve Y.
40. Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y.
41. Kur'an Çalışmalarında Yöntem, Mustafa Müslim, Fecr Y.
42. Kur'an Çerçevesinde, Haşimi Rafsancani, Endişe Y.
43. Kur'an'da İnsan ve Medeniyet, Ramazan El-Buti, Risale Y.
44. Kur'an'da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y.
45. Kur'an'da Dini ve Ahlâki Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
46. Kur'an'da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
47. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y.
48. Kur'an'da İslâmi Düşünce, Seyyit Ali Hamenei
49. Kur'an'da İslâmi Düşüncenin Genel Yapısı, S. Ali, Bir Y.
50. Kur'an'ın Harika Mesajları, 1, 2, Haluk Nurbaki, Damla Y.
51. Kur'an'ı Anlamak Farzdır, Abdullah Yıldız, Şemseddin Özdemir, Pınar Y.
52. Kur'an'ın İkna Hususiyeti, Muhammed Çelik, Çağlayan Y.
53. Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine -Kur'an'ın Kur'an'la Tefsiri- , Halis Albayrak, Şule Y.
54. Kur'an Işığında Düşünmek, Ebû Haşim Hicazi, Fıtrat Y.
55. Kur'an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
56. Kur'an'la Birlikte Düşünmek, İsmail Kazdal, Birleşik Y.
57. Kur'an'la Parıldayan Gerçekler, Nuray Oktay, Zariflik Birliktir Y.
58. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, (terc. Cahit Koytak) İşaret Y.
59. Kur'an Nedir, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
60. Kur'an Nedir, Ahmed Nedim Serinsu, Şule Y.
61. Kur'an Nizamı, Süleyman Ateş, Dergah/ Yeni Ufuklar Y.
62. Kur'an Niçin İndirildi? Muhammed Ahmed Abdüsselâm, Fecr Y.
63. Kur'an'ın İnsan-Biçimci Dili, Nadim Macit, Beyan Y.
64. Kur'an Sempozyumu, Heyet, Zaman Gazetesi Y.
65. Kur'an Sembolizmi, Sadık Kılıç, Kılıç Y.
66. Kur'an-Sünnet Bütünlüğü, Necati Kara, İhtar Y.
67. Kur'an Kültürü ve Ehemmiyeti, Muzaffer Can, Cantaş Y.
68. Kur'an Okulu, Muhammed Bagır Es-Sadr, Bir Y.
69. Kur'an Üzerine Makaleler, Rudi Paret, Bilgi Vakfı Y.
70. Kur'an ve Sünnet, Soruşturma 2, Sor Y.
71. Kur'an-Sünnet Bütünlüğü, Necati Kara, İhtar Y.
72. Kur'an ve Sünnet Üzerine, Hikmet Zeyveli, Bilgi Vakfı Y.
73. Kur'an ve Mesajı, John Davenport, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
74. Kur'an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y.
75. 1. Kur'an Haftası Kur'an Sempozyumu: Kur'an'ın Aydınlığına Doğru, Heyet, Fecr Y.
76. 1. Kur'an Sempozyumu, Heyet, Bilgi Vakfı Y.
77. Kur'an-ı Kerim'den Âyetler ve İlmi Gerçekler, Haluk Nurbaki, Damla Y.
78. Kur'an "Temel İlkeler" , T. B. İrving, İlke Y.
79. Kur'an Tarihi, İsmet Ersöz, Ravza Y.
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
80. Kur'an Tarihi ve Kur'an Okumanın Edepleri, Ahmet Cevdet Paşa, Kültür Bas. Y. Birliği
81. Kur'an-ı Kerim Tarihi, Muhammed Hamidullah, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Y
82. Muhtasar Kur'an Tarihi, Ahmed Cevdet Paşa, özel yayın
83. Şiada ve Sünni Kaynaklarda Kur'an Tarihi, Ekin Y.
84. Kur'an-ı Kerim'den Nasiplenme, Nail Çivrili, Şahsi Y.
85. Kur'an-ı Kerim'den Dersler ve Öğütler, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
86. Kur'an-ı Kerim'in Evrensel Mesajı, 1, 2, Süleyman Ateş, Kur'an Okulu Y.
87. Kur'an-ı Kerim'in Evrensel Mesajına Çağrı, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
88. Kur'an-ı Kerim Hakkında Bilmediklerimiz, Arif Arslan, Adım Y
89. Kur'an-ı Kerim Nasıl Bir Kitaptır? İsmail Cerrahoğlu, Altınkalem Y.
90. Kur'an-ı Kerim Cevap Veriyor, Abdüsselâm Erzen, Terazi Y.
91. Kur'an-ı Kerim'in Hedefleri, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Y.
92. Kur'an-ı Kerim Meleğin Vahyidir, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Y.
93. Kur'an İlimleri ve Kur'an-ı Kerim Tarihi, Abdurrahman Çetin, Dergah Y.
94. Kur'an İlimleri, Subhi Es-Salih (terc. Said Şimşek), Hibaş Y. (Esra Y)
95. Kur'an İlimleri, Muhammed Ali Sabuni, İnsan Y.
96. Kur'an-ı Kerim ve Kur'an İlimlerine Giriş, Suat Yıldırım, Ensar Neşriyat
97. Kur'an-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, T. Diyanet Vakfı Y.
98. Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerim, Ahmet Okutan, özel yayın
99. Kur'an-ı Kerim ve 19 Efsanesi, Heyet, İnkılab
100. 19 Meselesi ve Edip Yüksel'e Cevaplar, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
101. Kur'an-ı Kerim ve 19 Efsanesi, Mahmut Toptaş, İnkılab Y.
102. İnsanlar da Kayar, Emine Şenlikoğlu Özkan, Mektup Y.
103. Kuran Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y.
104. Kur'an'ı Nasıl Okuyalım? Muhammed Kutub, Bir Y. ;
105. Kur'an-ı Kerim'in Nüzulü ve Kıraati, İsmail Karaçam, Nedve Y.
106. Kur'an'ı Nasıl Okumalı ve Okutmalı? Osman Zümret, Özel Y.
107. Kıraat İlminin Talimi, Necati Tetik, İşaret Y.
108. Kur'an'ı Okuma Adabı, Fikri Aksoy, Din Kültürü Neşriyat
109. Kur'an Okumanın Mükafatı ve Sûrelerin Fazileti, Bayram Altan, Kılıç Y.
110. Kur'an'ın Faziletleri, İbn Kesir (terc. Mehmed Sofuoğlu), Türdav Y.
111. Kur'an-ı Kerim'in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, İsmail Karaçam, Mar. İl. F. V. Y.
112. Kur'an-ı Kerim'in Fazileti Hakkında Kırk Hadis, Aliyyül Kari, Bahar Y.
113. Kur'an-ı Kerim'den Âyetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Y.
114. Kur'an'ı Anlamak İçin Temel Prensipler, Mevdudi, İMKO Y.
115. Kur'an'ı Anlama'nın Anlamı, Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.
116. Kur'an'ı Anlama Metodu, M. Hüseyin Beheşti, Kıyam Y.
117. Anlamın Buharlaşması ve Kur'an, Dücane Cündioğlu, Kitabevi Y.
118. Kur'an'ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazali, Şule Y.
119. Kur'an'ı Anlamak ve Yaşamak, Muhammed Savval, Işık Y.
120. Kur'an'ı Anlamak 1, 2, İsmail Kazdal, Kur'an Okulu Y.
121. Kur'an'ı Anlamak Farzdır, Abdullah Yıldız, Şemseddin Özdemir, Pınar Y.
122. Kur'an'ı Anlama Yolu, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
123. Kur'an'ı Anlamak, Cemaleddin Kasımi, İz Y.
124. Kur'an'ı Nasıl Anlayalım? Mevdudi, Bir Y. ; İşaret Y.
125. Kur'an'da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y.
126. Kur'an'ı Anlamada Siyakın Rolü, Mustafa Ünver, Sidre Y.
127. Kur'an'ın Anlaşılmasında Esbab-ı Nüzul'ün Rolü, Ahmed Nedim Serinsu, Şule Y.
128. Kur'an'ın Anlaşılmasında İki Mesele, (Muhk-Müt., Nesh) M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
129. Kur'an-ı Kerim'de Muhkem ve Müteşabih, M. Fatih Kesler, Osmanlı Y.
KUR’AN
- 449 -
130. Kur'an'ın Müteşabihleri Üzerine, Muhsin Demirci, Birleşik Y.
131. Kur'an'ın Nasih ve Mensuh Âyetleri, Ahmet Gürkan, Yeni İlahiyat Kitabevi Y.
132. Kur'an'da Temsili Anlatım, Veli Ulutürk, İnsan Y.
133. Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y.
134. Kur'an Sembolizmi, Sadık Kılıç, Kılıç Y.
135. Kur'an Mûcizesi -Müsbet İlimlerde- Hikmet Özdemir, Gonca Y.
136. Kur'an Mûcizesi, Muhammed M. Şaravi, Esra Y.
137. Kur'an Mûcizesi, Faruk Yılmaz, Furkan Y.
138. Kur'an Mûcizeleri, Haluk Nurbaki, Mayaş Y.
139. Mûcizeler Mûcizesi Kur'an, Ahmed Deedat, İnkılab Y.
140. Kur'an-ı Kerim Mûcizesi, Malik bin Nebî, T. Diyanet Vakfı Y.
141. Sonsuz Mûcize Kur'an, İsmail Karaçam, Çağ Y.
142. İslâm'ın En Büyük Mûcizesi Kur'an, Muhammed Mahmud Es-Savvaf, Emin Y.
143. Kur'an'da Edebi Veche, Safvet Senih, Nil A.Ş.
144. Kur'an'da Edebi Mûcize, Abdullah Aymaz, -özel yayın-
145. Kur'an'da Edebi Tasvir, Seyyid Kutub, Çigi Y.
146. Kur'an-ı Kerim ve Fenni Keşifler, Suat Yıldırım, D.İ.B. Y.
147. Kur'an ve Peygamberimiz'in Çağımızı Aşan Mesajları, M. Avni Özmansur, Altınkalem Y.
148. 20. Asırda Kur'an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y.
149. Kur'an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, J. M. S. Baljon, Fecr Y.
150. Kur'an'a Bilimsel, Filolojik, Pratik Yaklaşımlar, J. J. G. Jansen, Fecr Y.
151. Kur'an'a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat
152. Kur'an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y.
153. Kur'an'da Fen Bilimleri, Celal Kırca, Marifet Y.
154. Kur'an-ı Kerim ve Müsbet İlim, Fahri Demir, D. İ. B. Y.
155. Kur'an ve İlimler, Safvet Senih, Nil Y.
156. Kur'an ve Bilim, Celal Kırca, Marifet Y.
157. Kur'an'ın İlmi Sırları, Süleyman Aksoy, Sır Y.
158. Kur'an'ın Matematik Sırları, Haluk Nurbaki, Damla Y.
159. Kur'an'dan Tekniğe, Şaban Döğen, Nesil Basım Yayın
160. Kur'an'dan İcatlara, Şaban Döğen, Nesil Basım Yayın
161. Kur'an'da İlmi Mûcizeler, Abdülmecid Zindani, Kayıhan Y.
162. Kur'an'a Göre Uzayda Hayat Var, Rauf Pehlivan Gür, Gonca Y.
163. Kur'an ve Kainat Âyetleri, Safiye Gülen İnkılab Y.
164. Kur'an ve Kainat Âyetleri -Allah, Kainat ve İnsan- Fethullah Han, İnkılab Y
165. Kur'an'da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y.
166. Kur'an'ın Zihin İnşası, Seyyid Abdüllatif, Pınar Y.
167. Kur'an-ı Kerim Tarihi ve türkçe Tefsirler Bibliyografyası, M. Hamidullah, Yağmur Y.
168. Tefsir Üzerine, İbni Teymiyye, Pınar Y.
169. Tefsir İlminin Temel Meseleleri, Cemaleddin El-Kasımi, İz Y.
170. Tefsirde İsrailiyyat, Abdullah Aydemir, D. İ. B. Y.
171. Kur'an-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi, Hidâyet Aydar Kur'an Okulu Y.
172. Kur'an-ı Kerim Tefsirlerinde Hurafe ve Bid'atlar, M: Hüseyin Ez-Zehebi, Saba Y.
173. Peygamberimiz'in Kur'an'ı Tefsiri, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.
174. Kur'an Tefsirinde Fıkhi Tefsir Hareketi ve İlk Fıkhi Tefsir, Mevlüt Güngör, Kur'an Kitaplığı
175. Kur'an Tefsirinde Yeni Bir Metod, Emin Huli, Kur'an Kitaplığı
176. Günümüz Tefsir Problemleri, M. Said Şimşek, Esra Y.
177. Kur'an Tercümesi Meselesi, Mustafa Sabri Efendi, Bedir Y
178. Kur'an Tercümeleri, Salih Akdemir, Gün Y.
179. Cumhuriyet Dönemi Kur'an Tercümeleri (Eleştirel Yaklaşım), S. Akdemir, Akid Y.
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
180. Büyük Tefsir Tarihi, Tabakatü'l-Müfessirin, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
181. Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, D.İ.B. Y.
182. Hadislerin Kur'an'a Arzı, Ahmet Keleş, İnsan Y.
183. Kelimeler Kavramlar 1- 2, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y.
184. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y
185. Çarpıtılan, Değiştirilen, İnkar Edilen Kur'ani Kavraml., R. Yılmaz, MücahedeY.
186. Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Müstansır Mir, İnkılab Y.
187. Ana Konularıyla Kur'an, FazlurRahman, Fecr Y.
188. El-Mucemü'l-Müfehres Li Elfazı'l-Kur'ani'l-Kerim, Muhammed Fuad Abdülbaki, Çağrı Y.
189. Kelime ve Konularına Göre Alfabetik Kur'an Fihritli, Recep Aykan, Pınar Y.
190. Konularına Göre Kur'an (Sistematik Kur'an Fihristi), Ömer Özsoy, Fecr Y.
191. Konularına Göre Kur'an-ı Kerim Fihristi, Nevzat Yüksel, Bayrak Y.
192. Kur'an-ı Kerim Fihristi, Abdülvehhab Öztürk, Timaş Y.
193. Kur'an-ı Kerim Fihristi, Bedrettin Çetiner, Marm. Ünv. İlahiyat Fak. Vakfı Y.
194. Kur'an-ı Kerim Fihristi, Muhammed El Arabi, El-Azzuzi, Sönmez Y.
195. El-Müfredat Fi Garibi'l-Kur'an, Rağıb El-İsfahani, Kahraman Y.
196. Terimler Sözlüğü, -Kitabu't-Ta'rifat, Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y.
197. El Vücuh Ve'n- Nezair, Mukatil b. Süleyman, İlmi Neşriyat
198. İki Kur'an Sözlüğü, Cemal Muhtar, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Y.
199. Kur'an Lügatı, Zeliha Topaloğlu, Nil A.Ş.
200. Kur'an-ı Kerim Lügatı, Mahmut Çanga, Timaş Y.
201. Kur'an-ı Kerim Sözlüğü, Abdülvehhab Öztürk, Şamil Y.
202. Kıraat ve Tecvid Istılahları, Nihat Temel, Mar. Ün. İlahiyat Fak. V. Y.
203. Umdetül Huffaz; Kur'an Kelimeleri Sözlüğü, Mesud İbni İbrahim Halebi, Hizmet Kit.
204. Âyetlerle Cep Kitapları Serisi (20 Kitap), Said Köşk, Anahtar Y.
205. Hadis-i Şerifler Işığında İlahi Kelamın Müdafaası, İmam Buhari, İz Y.
206. Sözün Özü (Kelam-ı İlahi'nin Tabiatına Dair), Dücane Cündioğlu, Tıbyan Y.
207. Nüzulünden Günümüze Kur'an ve Müslümanlar, Zeki Duman, Fecr Y.
208. Kainatı Aydınlatan Kur'an-ı Kerim'den İnciler, Mehmet Fikri Seyhan, Şahsi Y.
209. İslâm'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi Y.
210. Yüce Kitabımız Hz. Kur'an, Tayyar Altıkulaç, T. Diyanet Vakfı Y.
211. Son İlahi Kitap Kur'an-ı Kerim, Osman Keskioğlu, D. İ. B. Y.
212. İslâm'da Kur'an, Tabatabai, Bir Y.
213. İcazü'l-Kur'an, Nedim Yılmaz, Fatih Yayınevi Neşriyat
214. Garp İlminin Kur'an-ı Kerim Hayranlığı, İ. Hami Danişmend, Dergah Y.
215. Âyetler Işığında Reçeteler, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
216. Âyetlerden İşaretler, Abdülkadir Es-Sufi, Yeryüzü Y.
217. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
218. Esbab-ı Nüzul, Abdülfettah El-Kadi, Fecr Y.
219. Esbab-ı Nüzul, El-vahıdi, İhtar Y.
220. Vahiy Gerçeği, M. Zeki Duman, Fecr Y.
221. Muhammedi Vahiy, M. Reşid Rızâ, Fecr Y.
222. Yemin Olsun ki, Sadık Kılıç, İhtar Y.
223. İncilerden Üç Sûre, Muhammed Mahmud Es-Savvaf, Emin Y
224. Gözardı Edilen Kur'an Hükümleri, Cavit Yalçın, Vural Y.
225. Ahkam-ı Kur'aniye, Konya'lı Mehmed Vehbi, Can Kitabevi
226. Cassas ve Ahkamu'l Kur'an'ı, Mevlüt Güngör, Kur'an Kitaplığı
227. Fert ve Topluma Kur'an'ın Mesajı, Vehbe Zuhayli, Risale Y.
228. Yeniden Kur'an'a Dönüş, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
229. Soruşturma 2, Kur'an ve Sünnet, Heyet, Sor Y.
KUR’AN
- 451 -
230. Temel Kaynaklardan Yararlanmada Yöntem, Hüseyin Hatemi, İşaret Y.
231. Kur’an’a Hicret, Adil Akkoyunlu, Çıra Y.
232. Ramazan ve Kur’an, Mehmet Pamak, İlkyay Y.
233. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 156-161; 182-183
234. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 80-81
235. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Yay. s. 30-34 (*308-315)
236. İtikat Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y. s. 20-60
237. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 105
238. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. Kavramlar: Kur'an: 1, s. 44-46
239. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 251-
240. Kur'an'da Kur'an, Ejder Okumuş, Dünya Y. s. 11-13
241. Kur'an'ın Faziletleri, İmam Nesai, Hüner Y.
242. Kur'an'ı Yeniden Düşünmek, Kazım Dönmez, Rağbet Y.
243. Kur'an ve İslâm Üzerine, Ömer Rızâ Doğrul, Ağaç Kitabevi Y.
244. Kur'an'a Hicret, Adil Akkoyunlu, Çıra Y.
245. Kur'an En Büyük Mucize, Said Alpsoy, Gelenek Y.
246. Kitab'a Vâris Olanlar, Mustafa Akman, Ekin Y.
247. Yeniden Kur'an'a Yönelmek, Doç. Dr. Bahattin Dartma, Rağbet Y.
248. Kur'an Nedir? Prof. Dr. Ahmet Nedim Serinsu, Şule Y.
249. Kur'an'ı Nasıl Anlayalım, Ebû'l Ala Mevdudi, İşaret Y.
250. Kur'an'ı Nasıl Okuyalım, Prof. Muhammed Kutub, İşaret Y.
251. Kur'an'ı Anlamanın Anlamı, Dücane Cündioğlu, Kaknüs Y.
252. Kur'an'ı Anlamak Farzdır, Şemseddin Özdemir/ Abdullah Yıldız, Pınar Y.
253. Kur'an'ın Zihni İnşası, Seyyid Abdullatif, Pınar Y.
254. Kur'an'dan Nasıl Yararlanılır, Ebû'l Hasan Ali En-Nedvi, Şule Y.
255. Sahabenin Kur'an Anlayışı, Dr. Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
256. Kur'an'ı Anlamaya Giriş, Şemseddin Özdemir/ Abdullah Yıldız, Pınar Y.
257. Anlamın Buharlaşması ve Kur'an, Dücane Cündioğlu, Kaknüs Y.
258. Temel Kaynağımız Kur'an, Fevzi Zülaloğlu, Ekin Y.
259. Kur'an Surelerinin Sıralanışındaki Sırlar, İmam Suyuti, Rağbet Y.
260. Kur'an'da İnsanlık Öğretisi, Şehid Murtaza Mutahhari, Ağaç Kitabevi Y.
261. Kur'an'da İnsan Tipleri ve Davranışları, Dr. H.Emin Sert, Bilge Y.
262. Ana Konularıyla Kur'an, Prof. Fazlur Rahman, Ankara Okulu Y.
263. Kur'an Dili ve Retoriği, Mustafa Öztürk, Kitabiyat Y.
264. Kur'an'a Giriş, W. Montgomery Watt, Ankara Okulu Y.
265. Kur'an'da Allah ve İnsan, Toshihiko Izutsu, Yeni Ufuklar Neşriyat
266. Kur'an ve Tarihselcilik, Dr. Şevket Kotan, Beyan Y.
267. Kur'an'a Bakış, Dr. Ali Şeriati, Fecr Y.
268. Kur'an'a Giriş, Abdullah Draz, Kitabiyat Y.
269. Kur'anı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazali, Şule Y.
TEFSİR KONUSUNDA YARARLANILABİLECEK KAYNAKLAR
Türkçe Tefsirler
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. 16 cilt
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. 7 cilt
3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Y. 8 cilt
4. Et-Tefsiru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Yayınları 7 cilt
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. 16 cilt
6. Tefsir-i Kebir (Mefâtihu’l Gayb), Fahreddin Râzi, Akçağ / Huzur Y. 24 cilt
7. Tefsir-i Kebir, Mukatil bin Süleyman, İşaret Y. 4 cilt
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
8. Kur’an Yolu, Türkçe Meal Tefsir, Heyet, D.İ.B. Y. 5 cilt
9. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. 3 cilt
10. Besairu’l Kur’an, Ali Küçük, 20 cilt
11. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, İz Y. 7 cilt
12. Kur’ân-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. 8 cilt
13. El-Esas fi't-Tefsir, Said Havvâ, Şamil Y. 16 cilt
14. Tefsîru’s-Sa’dî, Abdurrahman es-Sa’dî, Guraba Y. 5 cilt
15. Muhtasar Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. 6 cilt
16. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, AkÂdemi Y. 10 cilt
17. El-Mizan fî Tefsiri’l-Kur’an, Tabatabâî, Kevser Y.
18. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y.
19. Kur’ân-ı Kerim Şifâ Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. 8 cilt
20. el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Kurtubî, 20 cilt
21. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat 12 cilt
22. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. 30 cilt
23. Beyânu’l-Hak, M. Zeki Duman, Fecr Y. 3 cilt
24. Celâleyn Tefsiri, Celâleddin Suyûti, Sağlam Y. 3 cilt
25. Et-Tefsirü’l-Münir, Vehbe Zuhayli, Risale Yayınları
26. Kur’an’a Bakışlar Zeynep el-Gazali, Uysal Kitabevi Y.
27. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y.
28. Vedahu’l Burhan, Muhammed Ebû’l-Hasan En-Nisaburi, Tevhid Yayınları 2 cilt
29. Nesefi Tefsiri, İmam Nesefi, Ravza Yayınları 8 cilt
30. Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraktar Bayraklı, Bayraklı Y., 22 c.
31. Büyük Kur’an Tefsiri, Ali Arslan, Arslan Yayınları / Okusan 16 cilt
32. İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Celal Yıldırım, Anadolu Yayınları
33. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat 8 cilt
34. Furkan Tefsiri, Hicazi, İlim Y./Vahdet Y.
35. Yaşayan Kur’an Türkçe Meal/Tefsir, R. İhsan Eliaçık, İnşa Y. 3 cilt
36. Ruhu’l-Beyan, İsmail Hakkı Bursevi, Erkam Y.
37. Taberi Tefsiri, Taberi, Hisar Yayınevi
38. Tefsiru’l Kur’an, Ebû’l-Leys Semerkandi, Sezgin Neşriyat / Hizmet Kitabevi
39. Ebûssuud Tefsiri, Ebûssuud, Boğaziçi Y.
40. Ebû Bekir Cabir el-Cezâiri, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları
41. İbn Kayyim Tefsiri, Polen Y.
42. Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân-ı Kerim Meal ve Tefsiri, D.İ.B. Y.
43. Tanrı Buyruğu Kur’ân-ı Kerim’in Tercümesi ve Tefsiri, Ömer Rızâ Doğrul, İnkılâp Y. 1-2
44. Tibyan Tefsiri Ayntabi Mehmed Efendi, Terc: Ahmed Davudoğlu, Huzur Y. 4 cilt
45. Şemseddin Yeşil, Füyuzat, Yeşil Yayınevi
46. Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, Mustafa İslâmoğlu, I-II, Düşün Y.
47. Kelâmullah Allah’ın Kelâmı, Meâl-Tefsir, Mehmet Türk, EDAV Y. (Konya)
48. Kur’an’ın Tümünü Kapsamayan, Bazı Sûre ve Âyet Tefsirleri
49. Kur’an’ın Konulu Tefsiri, Muhammed Gazali, Şûrâ Y. (var)
50. Celal Yeniçeri, Uzay Âyetleri Tefsiri, Erkam Yayınları (var)
51. İbni Teymiyye, Müşkil Âyetlerin Tefsiri, Tevhid Yayınları (var)
52. Fâtiha Tefsiri ve Namaz, Ömer Temizel, Şahsi Y. (var)
53. Fâtiha Üzerine Mülâhazalar Hikmet Işık, Nil Y. (var)
54. Fâtiha'nın Kırk Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. (var)
55. Fâtiha Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. (var)
56. Fâtiha ve En'am Sûreleri Tefsiri, Suat Yıldırım, Nil A. Ş. (var)
57. Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. (var)
KUR’AN
- 453 -
58. Sorularla Fâtiha Sûresi, Zabit Durmuş- Ali İçipak, Yenda Y. (var)
59. Fâtiha Sûresi, Âzad, Bir Y. (var)
60. Fâtiha Sûresi Tefsiri, Sadreddin Konevi, İz Yayıncılık
61. Fâtiha Sûresi, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
62. Fâtiha Şuuru, Mustafa Çelik, Fütüvvet Y. (var)
63. Fâtiha Üzerine Mülahazalar, M. Fethullah Gülen, Nil Y.
64. Besmele ve Fâtiha Tefsiri, Ebûlleys Semerkandi, Sezgin Neşriyat
65. Rahmân ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla, Harun Yahya, Araştırma Y.
66. Kur’an Okulu, Heyet, Hanif Y.
67. Âyet Yorumları, Ali Şeriati, Kıyam Y.
68. İki Sûre İki Yorum, Ali Şeriati, Endişe Y.
69. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaş, Birleşik Dağıtım Ankara
70. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. 1 (2 var) (küçük boy, koyu kahverengi)
71. Ahmed Davudoğlu, Kur’ân-ı Kerim Meâli ve Tefsir-i Tibyân Tefsîri, Akpınar Y.
72. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. (var)
73. Bakara Sûresi Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y. (var)
74. Âyet-el Kürsî Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y. (var)
75. Tefsir-i Sâvî (4 cilt), Ahmed Savi, Eser Neşriyat
76. Tefsir-ül İbn-i Abbas, Abdullah İbni Abbas, Eda Neşriyat
77. Tefsiru Ebdei’l-Beyan Li Cemî’-i Âyi’l-Kur’an, Muhammed Bedreddin, Nil A.Ş. Y.
78. Kelimâtu’l-Kur’an Fî Tefsîri’l-Beyan, M. Mahluf, Esma Y.
79. Abdullah Parlıyan, Özlü Tefsir (var)
80. Tevbe Sûresinin Gölgesinde Cihad Dersleri, Abdullah Azzam, Buruc Y.
81. Kur’an Araştırmaları, Muhammed Kutub, Fikir Y. 2 cilt (1 var)
82. Eûzü Besmelenin Ve Fâtiha’nın İlginç Nükteleri, Eşref İba, Şahsî Y.
83. Besmelenin Şerhi, Abdülkerim bin İbrahim Cîlî, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
84. Besmele Tefsiri, Hacı Bektaş Veli, Kültür Bakanlığı Y.
85. Besmele ve Fâtiha Tefsiri, Ebûl Leys Semerkandi, Hizmet Kit.
86. Asım Yılmaz, İşaratu’l Furkan ve Tevhid-i Beyan
Türkçeye Tercüme Edilmemiş Bazı Arapça Tefsirler
1. Mecmuâtu’t Tefâsîr (Hâzin, İbn Abbas, Nesefî, Kadı Beydavî Tefsirleri), Çağrı Y. İst. 1979
2. Keşşâf an Hakaikı Kavâmidi’t Tenzîl, Zemahşerî, Kahire, 1953
3. Mir Muhammed Kerim el-Baküvi, Keşfu’l-Hakayık
4. Abdürrazzâk, Tefsir
5. Cemaleddin Kasımî, Tefsir
6. Ebû Tâlib el-Mekkî, Tefsiru’l Müşkil
7. Beğavî Tefsiri, Meâlimu’t-Tenzil
8. Mâverdi, Mâverdi Tefsiri
9. İmam Vahidî, Tefsiru’l-Veciz
10. Muhammed Emin Şankitî, Edvâu’l-Beyan Tefsiri
Bazı Mealler
1. Ahmet Ağırakça, B. Eryarsoy, Meal, Buruc Y.
2. İnsanlığa Son Çağrı, Meal, Hamdi Döndüren, Çelik Y. 2 cilt
3. Son Mesaj, Mustafa Yıldız, Çıra Y.
4. Allah’ın Kelâmı (Meal-Tefsir), Mehmet Türk, Edav Y.
5. Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut Kısa, Armağan Kitaplar
6. Hayat Kitabı Kur’an, Gerekçeli Meal-Tefsir, Mustafa İslâmoğlu, Düşün Y.
7. K.K. ve Açıklamalı Meali, Heyet, T. Diyanet Vakfı Y.
8. K.K. Yüce Meali, S. Gümüş, Y. Çiçek, M. Demirci, İpek Y.
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
9. Nüzul Sırasına Göre K.K. Türkçe Anlamı, Ali Bulaç, Birim Y.
10. K.K. ve Özlü Tefsir, Tefsirlerin Özü, Abdullah Parlıyan, Konya Kitapçılık
11. K.K. Meali, H. Altuntaş, M. Şahin, D.İ.B. Y.
12. K.K. ve İzahlı Meal-i Âlîsi, Ali Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat
13. Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, (Fatiha, Bakara), Abdülaziz Bayındır, Sül.Vakfı Y.
14. Feyzü’l Kur’an, K.K. Açıklamalı Meali, Hasan Tahsin Feyizli, Server Neşriyat
15. Kur’an-ı Kerim Meali (Türkçe Çeviri), Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut Y.
16. Kur’an Türkçe Çeviri, Sadık Türkmen, Sistem Y. 2 cilt
17. K.K. ve Kelime Meali, Medine Balcı, Ebrar Y. 2 cilt
18. K.K. Türkçe Anlamı ve Kelime Meali, Halil Uysal, Kitap Kent Y.
19. K.K. ve Türkçe Meali, Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, İkra Y.
20. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, T.D.Vakfı Y., Heyet
21. Suat Yıldırım, Kur’an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali, Işık Yayınları
22. Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Tefsirî Meal, Ahmet Tekin, Kelam Y.
23. Açıklamalı K.K. Meali, Tercümânu’l Kur’an, Mevdudi, İnkılab Y.
24. Kur’an-ı Kerim Meali, Şaban Piriş
25. Kur’ân-ı Kerim Meali, Talât Koçyiğit, Hüner Y.
26. Yaşayan Kur’an, Türkçe Meal-Tefsir, İhsan Eliaçık, İnşa Y.
27. Kur’an’a Bakışlar, Meal-Tefsir, Zeynep Gazali, Uysal Kitabevi Y.
28. Kur’ân-ı Kerim Yüce Meali, S. Gümüş, Y. Çiçek, M. Demirci, İpek Y.
29. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, Mustafa Hizmetli, Erguvan Y.
30. Kur’ân-ı Kerim Meali ve Yüce Tefsiri, Hacı Murad, Doğuş Y.
31. Aziz Kur’an Çeviri ve Açıklama, Muhammed Hamidullah, Beyan Y.
32. Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, Muhammed Esed, İşaret Y.
33. Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmet Ağırakça, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
34. Nüzul Sebepli Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Ahmet Ağırakça-Beşir Eryarsoy, İst. 1987
35. Kur’an-ı Kerim’in Türçe Anlamı, Ali Bulaç, Bakış Y.
36. Yüce Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsir Notları, (3 cilt), Ebû’l-A’lâ Mevdudi, Merve Y.
37. Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, Hasan Basri Çantay, Çantay Kitabevi Y./Risale Y.
38. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
39. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Heyet, Hikmet Neşriyat
40. Kur’an-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi, Mahmud Ustaosmanoğlu, Yasin Y.
41. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklama, İsmail Mutlu, Nesil Basım Yayın
42. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Heyet, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
43. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
44. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, İsmail Mutlu, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
45. Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meali, Ahmed Davudoğlu, Çile Y./Timaş Y./Merve Yayın Paz. / Çelik Y. /Seha Neşriyat
46. Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmed Davudoğlu, Şelale Y./Temel Neşriyat/Cevher Y./Bahar Y.
47. Elmalılı Meali, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Azim Dağıtım Y./İhtar Y./Huzur Y./İslamoğlu Y./Eser Neşriyat
48. Kur’an-ı Kerim ve Meali, İsmail Kurt, Huzur Y.
49. Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Türkçe Meali, İ. Atasoy, Ü. Şimşek, M. Paksu, İ. Mutlu, Ş. Döğen, C. Uşşak, İst. 1989
50. Kur’an-ı Kerim ve Türçe Anlamı (Meal), Hüseyin Atay, Yaşar Kutluay, D.İ.B. Y.
51. Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Abdullah Aydın, Aydın Y.
52. Kur’an-ı Kerim ve Meali, Ali Arslan, Okusan Yayıncılık
53. Kur’an’ı Anlamaya Doğru, Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmet Tekin, Özel Y.
54. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Hasan Rızâ, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
55. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, İsmail Hakkı İzmirli, Eren Y.
56. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlatımı, Bekir Sadak, Ötüken Neşriyat
KUR’AN
- 455 -
57. Kur’an-ı Kerim Meali, Ziya Kazıcı, Çağrı Y.
58. Kur’an-ı Kerim Meali, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Basım Yay./Akçağ Y.
59. Kur’an-ı Kerim Meali, Ali Arslan, Devran Y.
60. Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri, Ayntabi Mehmed Efendi, İst. 1956
61. Kur’an, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ank. 1957
62. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Tefsirli Meal-i Âlîsi, Enver Baytan, İst. 1986
63. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâni-i Kur’an, İzmirli İsmail Hakkı, İst. 1977
64. Kur’an-ı Kerim Türçe Meali, H. Karakaya, K. Kabakçı, M. Süslü, K. Seyidhanoğlu, K. Aytekin, İst. 1981
65. Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Celal Yıldırım, İst. 1982
66. Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Talat Koçyiğit-İsmail Cerrahoğlu, Ank. 1985
67. Kur’an-ı Kerim Meali (Türkçe Anlam), Ziya Kazıcı, Necip Taylan, Çağrı Y.
68. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi, Ali Özek , Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İ. Kâfi Dönmez, Sadreddin Gümüş, Ank. 1993/S. Arabistan Krallığı, Medine
69. Kur’an-ı Kerim, Ş. Oral, Y. Z. Ersal, M. Runyun, A. S. Yücesoy, A. Güven, M. A. Köksal, M. Ş. Özmen, K. Edip Kürkçüoğlu, H. Atay ve Y. Kutluay (3 cilt), Ank. 1973
70. Kur’an-ı Kerim’in Konularına Göre Ayrılmış Türkçe Anlamı, Ahmet Okutan, İst. 1967
71. Türkçe Kur’an-ı Kerim, Osman Nebioğlu, İst. 1957
72. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, H. E. Çalışkan, Güneş Gaz. Y.
73. Kur’an-ı Kerim ve Meali, Akpınar Y.
74. Kur’an Tercümesi, Muhammed bin Hamza, İst. 1976
75. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Abdullah Tüzüner, İst. 1973
76. Kur’an-ı Kerim Meali, Enver Baytan, Baytan Y.
77. Kur’an-ı Kerim ve Meali, Abdülbâki Gölpınarlı, Remzi Kitabevi Y.
78. Fuyuzat; Kur’an-ı Mübin’in Mealen Tefsiri, Şemsettin Yeşil, İst. 1964
79. Kur’an-ı Kerim ve Türçe Anlamı (Meal) (3 cilt), Hüseyin Atay ve Yaşar Kutluay, D.İ.B. Y.
80. Kur’an-ı Kerim, Besim Atalay, İst. İ962
81. Kutsal Kur’an Türkçe Meali, Sadi Irmak, İst, 1962
82. Kur’an-ı Kerim Meali, Y. N. Öztürk, Yeni Boyut Y.
83. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Yüce Meali, Ayntabî Mehmed Efendi, Huzur Y.
84. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Açıklaması, Osman Keskioğlu, Eren Y.
85. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, Ş. Taha, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
86. Kur’an ve Açıklamalı Meali, Heyet, Nesil Basım Yayın
87. Kur’an Meali, Ahmet Varol, Ozan Y.
88. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Tefsirli Meal-i Âlîsi, Hasan Rızâ, Baytan Y.
89. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Mustafa Hizmetli, Birleşik Y.
90. Nüzul Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Meali, Mesut Okumuş, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
91. Kur’an-ı Kerim ve Kürtçe Meali, Abdullah Varlı, Şahsi Y.
92. İngilizce Kur’an-ı Kerim Meali, Heyet, İlmi Neşriyat
93. Kur’an-ı Kerim’in Mealen Manzum Açıklaması, A. Adnan Sütmen, Üçdal Neşriyat
94. Tanrı Buyruğu Oku, Kur’an Nazım Çeviri, Rızâ Çiloğlu, İst. 1987
95. Kur’an-ı Kerim, Süleyman Tevfik Özzorluoğlu, İst. 1932
96. Lafzen ve Meâlen Kur’an-ı Hakim’in Tercümesi, Ali Rızâ Sağman, İst. 1980
97. Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Süleyman Ateş, Kılıç Y./Yeni Ufuklar Neşriyat/Şura Y.
98. Kur’an-ı Hakim ve Öztürkçe Meali, Dabbetu’l-Arz Profesör 1400 (Alevi Dedeleri), Ank. 1995
99. İslâm’ın Mukaddes Kitabı Kur’an-ı Kerim, Türçe Tercüme ve Tefsiri, Hacı Murat Sertoğlu, İst. 55
100. İniş Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Meali, Y.N.Öztürk, Yeni Boyut Y.
101. Mevzularına Göre Âyetü-i Kerimeler ve Mealleri, (2 cilt), Şamil Y.

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:19

KÖLELİK VE CÂRİYELİK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

KÖLELİK VE CÂRİYELİK


- 339 -
Kavram no: 119
İlâhî Ceza 4
Bk. Savaş-Kıtâl
KÖLELİK VE CÂRİYELİK


• Abd/Köle; Anlam ve Mâhiyeti
• Köleliğin Tarihî Seyri
• Köleliğin Kaynakları
• Kur'ân-ı Kerim'de Köle ve Kölelik
• Hadis-i Şeriflerde Kölelik
• Kölenin Hukukî Statüsü
• Fıkhî Hükümlere Göre Câriyelerden Cinsî Yönde Yararlanma Şartları
• Kölelik Mantığı ve Naklî-Aklî Değerlerle Çatışması
• Câriyelik ve Câriyeler
• Câriyelerin Avret Yeri; Dine Bundan Büyük İftira Olamaz: "Örtünmelerini Din Yasaklıyor!"
• Köle Âzâd Etme ve Önemi
• Kölelikle İlgili Bazı Kelime ve Terimler
• Kölelik Çok Önceleri Kalkmış Olmalı Değil miydi?
• Kölelik Gerçekten Kalktı mı? Modern Kölelik ve Özgürlük Üzerine Düşünceler
"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra ma’rûfa/iyiye uymak, öldürülenin velîsine (gereken diyeti) güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gelir. O halde söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra saldırıya kalkışırsa, muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.” 1657
Abd/Köle; Anlam ve Mâhiyeti
Sâmi kökenli olduğu için İbrânice ve diğer akraba dillerde de görülen "abd"; Arapçada bazı mânâ farklılıklarıyla birlikte rakîk, rakabe, kınn, memlûk, vasîf, milk-i yemîn ve sadece kadın köle anlamında câriye, eme, vasîfe, memlûke, ğurre kelimeleriyle de ifâde edilmiştir. Kelimenin kökünü oluşturan ibâdet ve ubûdiyet köklerinde kulluk ve itaat anlamı vardır.
Kulluk ve itaat Allah'a yapılıyorsa abd: "Hür insan"; kula yapılıyorsa: "Köle" mânâsında kullanılır. Kur'an'da bütün müslümanlarca "insanların en fazîletlisi" kabul edilen Hz. Muhammed (s.a.s.) için, ayrıca diğer peygamberler, cinler, hatta melekler için "abd" kelimesi kullanılmıştır. 1658
Köle anlamında kullanılan "abd" için "Mü'min bir abd, hür bir müşrikten daha
1657] 2/Bakara, 178
1658] 17/İsrâ, 1; 51/Zâriyât, 56; 4/Nisâ, 172
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyidir"1659 denilmekte, câriye için de yine aynı âyette "eme" sözcüğü kullanılmakta ve benzer yargıda bulunulmaktadır. Râgıb el-Isfahânî, "abd"in Kur'an'daki kullanılış tarzını dörde ayırmıştır: 1) Hukuk açısından abd, 2) Yaratılması bakımından abd, 3) Allah'a kulluk bakımından abd, 4) Dünyanın ve dünya servetinin kölesi olan abd. Kulların en kötüsü dördüncü gruptan olan abddır.
Kur'ân-ı Kerim'de, göklerde ve yerde bulunan herkesin, Allah'ın huzuruna abd olarak çıkacağı bildirilir.1660 Câhiliyye döneminde pek az kullanılan Abdullah (Allah'ın kulu) şahıs adlarının, İslâm döneminde yaygın hale gelmesinin temelinde bu prensip vardır. Ayrıca, bu ismin yaygınlaşmasında, İslâm'daki vicdan özgürlüğü ve tevhid anlayışının yanı sıra, en güzel ismin Abdullah ve Abdurrahman olduğunu bildiren hadis-i şerifin1661 de büyük rol oynadığını kabul etmek gerekir.
İnsanın başkalarına karşı isteyerek veya istemeyerek yaptığı kulluk hizmetleri de vardır. Bu durumda abd, sadece görevini yerine getiren, efendisinin emrini yapan insandır. Fakat insan, Allah'a kulluk görevinde, sadece O'nun emirlerini yerine getirmekle yetinmez, aynı zamanda O'nun rızâsını kazanmak amacıyla mümkün olan en içtenlikli söz ve davranışlarıyla saygı, sevgi ve bağlılığını gösterir. 1662
Köle; hukukî, iktisadî ve sosyal bakımlardan hür insanlardan farklı ve aşağı statüde kabul edilen kimse demektir. Bu statüde bulunan erkeğe “köle”, kadına ise “câriye” denir. Kul, bende, halayık ve halk dilinde esir, kölenin eş anlamlısıdır. Kadın köleye ise Türkçede câriye ve odalık denir. Farsçada “bende” ve “gulâm” köle; “kenîz” ise câriye anlamındadır.
Köle, hukukî muâmele ve tasarruflara konu olabildiği için bir yönüyle “mal” sayılırken; iman, ibâdet, muâmelât ve cezâ hukuku alanındaki sorumluluk ve yükümlülükleri dikkate alındığında “edâ” ve “vücub” ehliyeti kısıtlanmış kendine özgü bir insan statüsündedir. Velâyet, şâhitlik ve kazâ görevinden âciz olması ve mülk edinememesi köleliğin ehliyet ârızâsı yönünü güçlendirir.
Köleliğin Tarihî Seyri
Köleliğin tarihi çok eskilere uzanır. Eski Mısır ve Yakın Doğuda savaş esiri kölelerle, komşu kabile veya kavimlerden kaçırılan insanlar, babaları veya başka yakınları tarafından köle diye satılan çocuklar ve borçlarına veya işledikleri bazı suçlarına karşılık köle statüsüne geçirilen insanlar büyük bir sayıya ulaşmaktadır.
Tevrat’ta kölelikle ilgili bazı hükümler yer almıştır. Kişinin borcuna karşılık kendisini köle olarak satması,1663 alacaklıların, mal bırakmadan ölen borçlunun çocuklarını köle edinebilmesi,1664 bir kimsenin kendi öz kızını satabilmesi bunlar arasında sayılabilir. Tevrat’ta köle âzâdı ile ilgili bir hüküm yer almamıştır. Ancak efendisi tarafından gözü kör edilen veya dişi kırılan yahûdi olmayan kölenin hürriyetine kavuşacağından söz edilir.1665 İncil’de de köle âzâdından söz edilmez.
1659] 2/Bakara, 221
1660] 19/Meryem, 93
1661] Ahmed bin Hanbel, IV/178, 345
1662] Muhammed Hamidullah, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 57
1663] Levililer, 35/39
1664] II. Krallar, 4/1-7
1665] Çıkış, 21/26
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 341 -
Kiliseler, köleliği tarihî bir olay olarak kabul etmişlerdir.
Dinlerin yanında beşerî hukuk da, hatta filozoflar da kölelik kurumunu kabul etmişlerdi. Meselâ Aristo’ya göre, bazı insanla, kölelik için yaratılmışlardır. Onlar, insanın hizmetinde olan araç-gereç mesâbesindedirler. Araç-gereçten farkları, sadece canlı olmalarıdır. Aristo’nun hocası Eflatun’a göre de, köleler, vatandaşlık haklarından mahrum edilirler. Onlar, efendilerine itaat etmek mecbûriyetindedirler. Efendisine karşı gelen köle, devlet tarafından yakalanır ve cezâlandırılması için efendisine teslim edilir.
Roma hukukunda, İus Gentlum’a göre kölelerin hiçbir değeri yoktu. Başlangıçta âzâd edilmeleri de yasaklanmıştı. Sonraları köle âzâdına imkân sağlanmıştır. Eski Yunan ve Roma’da köleliğin başlıca kaynaklarını savaş esirleri ve ile korsanlık vb. yollarla kaçırılan veya yabancı (barbar) ülkelerden getirtilen insanlar ve kölelerden doğmuş olan çocuklar oluşturuyordu.
Önceleri, borçlunun borcuna karşılık alacaklısına köle olma kuralı ve terkedilmiş çocukları büyütüp yetiştirenlerin elinde köle sayılması uygulaması sözkonusu iken, bu tâli kaynak sonradan yasaklanmıştır. Bu dönemde kölelerin yaşam şartlarının son derece elverişsiz olduğu ve bu durumun zaman zaman büyük sosyal patlamalara neden olduğu bilinmektedir. Roma hukukunda belirli bir dönemde kölelerin evlenme hakkı yoktu. Ancak köle ve câriyelerin kendi aralarında cinsel hayat yaşamalarına ses çıkarılmıyordu.
Eski Türklerde: Orhun yazıtlarında Göktürklerin Çin etkisinde uğradığı yıkımdan söz edilirken çocuklarının köle, genç kızlarının câriye yapıldıkları anlatılır: "Tabgaç budunka beglik urı oglı kul boldı, silik kız oglı küng boldı (Çin ulusana beylik erkek çocuğu köle oldu, el değmemiş kız çocuğu câriye oldu)."
Arap câhiliyyesinde kölelik: İslâm’ın çıkışı sırasında Arap Yarımadasında ve Hicaz yöresinde kölelik uygulaması hayli yaygındı. Bunların büyük çoğunluğunu Afrikalı zenciler teşkil etmekte idi. Nitekim Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl-ı Habeşî de bunlardan biriydi. Bu kölelerin kaynağı tam olarak bilinmemekle birlikte, eski Yunan ve Roma’daki köle kaynağına benzemektedir. Bunlar, ya ele geçirilenler tarafından satılmış ve el değiştire değiştire Mekke’ye kadar getirilmiş esirler veya kıtlıklar yüzünden âileleri tarafından satılmış çocuklardı. Arap Yarımadasına başka beldelerden getirilen köleler de vardı. Meselâ; İkrime bin Ebî Cehil’in kölesi ile Ezrka bin Ukbe es-Sekafî ve Süheyb-i Rûmî Rum menşeli kölelerdi. Ancak Süheyb, kendisinin aslen Arap olduğunu ve bir savaş sonucu Rumlara esir düştüğünü söylemiştir. Selmân-ı Fârisî, İran’lı idi. Kaçırılarak yahûdilere satılmış, müslüman olmak için Medine’ye kadar gelmişti. Hz. Peygamber hürriyetine kavuşması için Selmân’a para yardımında bulunmuştur. Hz. Peygamber’in sonradan âzâd edip evlâtlık edindiği Zeyd bin Hârise (r.a.) ise Arap kölelerden idi.
Köleliğin Kaynakları
Bir İnsan, Nasıl Köleleştirilirdi? Köleliğin Sebepleri Nelerdi? İslâm, köleliğin sebep ve kaynaklarını 2'ye indirmiş, hatta onları da kısa süre sonra kurumaya ve kendiliğinden tarihe mal edilmeye mahkûm etmişti. İslâm öncesi din ve hukuklarda köleliğin çok sayıda ve çok basit sebepleri vardı. Bunları sıralayalım:
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1- Savaşlar: Sırf köle edinmek için seferler düzenlendiği, çevredeki kabilelere baskınlar yapılıp insanların köleleştirilmek üzere kaçırıldığı bilinmektedir.
2- Özellikle beyaz olmayanların zulümle köle yapılması: Aristo’nnu felsefesini devletin temeli olarak gören toplumlarda, özellikle Batılılarda, aristokrat zümreye hizmet etmek üzere, özellikle beyaz olmayanların zulümle köle yapılması, toplumun sınıflara ayrılması ve “insanlar, yaratılıştan hür veya köle doğar” felsefesinin hayata geçirilmesi.
3- Suçluların kölelikle cezalandırılması: Suçluların köle statüsünü geçirilerek cezâlandırılması usûlü. Meselâ, Roma hukukunda idamlık suçlar, aynı zamanda kölelik sebebidir. Cinâyet ve soygun gibi bazı ağır suçlar da kölelik sebebi sayılıyordu.
4- İnsanın kendini veya çocuğunu köle olarak satması: Fakirlik sebebiyle, bir insanın kendisini veya çocuklarını ya da diğer yakınlarını köle olarak satması usûlü.
5- Bulunan insanın köleleştirilmesi: Terkedilmiş veya kimsesi çıkmayan insanların köle olarak kabul edilmesi. Meselâ Kur’an’da zikredildiği üzere,1666 kuyuda terkedilmiş olarak bulunan Hz. Yusuf, kervan tarafından alınarak Mısır’da köle çarşısında satılmıştır.
6- Borçluluk: Özellikle Roma hukuku gibi bazı sistemlerde borçluluk, borcunu vâdesinde ödeyememe, kölelik sebebiydi.
7- Serflik/işçilik: Feodalite rejiminde işçilik, yani serflik, bir nevi yarı kölelik demekti. Bu sınıfa ait olanlar köle muâmelesi görüyordu.
8- Köle çocuğu olmak: Köle ana-babadan veya köle anneden doğma da köleliğin sebebi idi.
9- Ticaret yoluyla: Ticaret gâyesiyle hür insanları köle yapmak, özellikle Amerika ve Avrupa’da uygulanan vahşi bir kölelik sebebiydi.
10- Haydutluk vb. sebepler: Haydutluk, eşkıyalık, ırkçılık, saldırganlık gibi sebepler de kölelik kaynağıydı.
İslâm’a Göre Köleliğin Temel Kaynağı Olan Savaş Esirlerinin Köleleştirilmesi
İslâm, hür insanların köleleştirilmesini tasvip etmemiş, "hür bir insanı köle yapıp satan kimsenin, kıyâmette hasmının Allah olduğunu" belirtmiştir."1667 Yukarıda sayılan kaynakların hemen tümünü geçersiz saymış, sadece savaş esirlerinin bazı şartlarla köleleştirilmesini onaylamıştır. Savaşta "karşılık" esas olduğu için, özellikle İslâm'ın ilk dönemlerinde, savaştaki karşı tarafın müslümanları esir alıp köleleştirdiği duruma, aynı ceza ile karşılık verilmesi, eğer İslâm ve müslümanların maslahatına uygun ise, İslâm devlet başkanının tercihine bırakılmıştır. Bu konu da, tek seçenek değildir. Hatta Kur'an, esirlerin köleleştirilebileceğini de belirtmez. Bunun dışında müslümanların tarihsel süreç içinde kabul ettiği ikinci kölelik kaynağı ise, kölelerin çocuklarıdır. Başka yolla köleleştirmeyi hiçbir İslâm
1666] 12/Yusuf, 19-21
1667] Buhârî, Büyû' 106, İcâre 10
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 343 -
âlimi kabul etmez. İslâm'a göre, esirlerin köleleştirilmesi konusunu izah etmeye çalışalım:
"(Savaşta) İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harp, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız.). Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor). Allah, kendi yolunda öldürülenlerin yaptıkları işleri zâyi etmeyecektir."1668 Bu âyette mü'minlere, kâfirlerle karşılaştıkları zaman onların boyunlarını vurmaları, onları sindirip savaşta gâlip gelince bağlayıp esir almaları, savaştan sonra esirleri ya bir iyilik ve ikram olarak veya fidye karşılığında serbest bırakmaları emrediliyor. Allah dilese, mü'minlerin öcünü bizzat kendisi alır, savaşmaya gerek kalmaz. Ama Allah insanları birbirleriyle denemek ve imtihan etmek için savaşı takdir buyurmuştur.
Savaşın amacı, vicdanlar üzerindeki baskıyı kaldırmak, insanlara inanç özgürlüğü sağlamaktır. Bu özgürlüğü sağlayabilmek için insanları baskı altında tutan saldırgan küfür ve zulüm liderlerini sindirmek, küfrün belini kırmak gerekir. Savaşılması ve sindirilmesi istenen kimseler, müslümanlara saldıran küfür liderleridir. Kendi hallerinde yaşayan kimselere saldırılmayacağı birçok âyette vurgulanmıştır: "Allah saldırganları sevmez."1669; "Zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur." 1670
Kur'an'daki esirlere karşı tatbikatla ilgili âyetten çıkarılan hüküm gereği, çoğunluğun kanısına göre imama (İslâm Devleti başkanına), esiri ya fidye ile veya fidyesiz serbest bırakma seçeneği verilmiştir. Ancak, fakîh ve müfessirlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in, Bedir Savaşında alınan esirlerden ikisini öldürmüş, çoğunu fidye ile bir kısmını da fidyesiz serbest bırakmış olmasına dayanarak imamın, dilerse esiri öldürebileceği düşüncesini benimsemişlerdir. İmam Şâfiî'ye göre imam (İslâm Devleti başkanı), dilerse esiri öldürür, dilerse fidyesiz veya fidye ile serbest bırakır, dilerse köle yapar.1671 Başka bir görüşe göre esir ya fidye ile veya fidyesiz serbest bırakılır veya köle yapılır, ama öldürülmez. Bir başka görüşe göre de, âyette esir hakkında sadece fidyesiz veya fidye ile serbest bırakma hükmü vardır. Bunun için esiri öldürme veya köle yapma câiz değildir. Hasan-ı Basrî bu görüştedir. Haccâc, getirdiği esirleri öldürmesi için Abdullah bin Ömer'e gönderdiği zaman Abdullah İbn Ömer şöyle dedi: "Bize böyle emredilmedi. Yüce Allah: "Onları vurup sindirdikten sonra bağlayın; daha sonra ya lütfen veya fidye ile serbest bırakın" buyurmuştur. 1672
Hz. Peygamber'in gönderdiği birliklerden biri, Necd yöresindeki Hanefiyye Oğullarından Sümâme İbn Esâl'i tutsak edip getirmişler ve Mescidin direklerinden birine bağlamışlardı. Allah'ın Rasûlü, Sümâme'nin yanına gelip: "Sümâme, yanında neyin var (Fidye verecek paran var mı)?" diye sordu. Sümâme: "Yâ Muhammed, yanımda param var. Eğer öldürürsen kanı araştırılacak birini öldürmüş olursun. Eğer lütfen serbest bırakırsan sana teşekkür edecek birini serbest bırakmış olursun. Mal istiyorsan, istediğin kadar verilir" dedi. Peygamber gitti, ertesi
1668] 47/Muhammed, 4
1669] 2/Bakara, 190
1670] 2/Bakara, 193
1671] İbn Kesir, 4/174
1672] Câmiu'l-Beyân, 26/41
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gün gelip aynı şeyi sordu ve aynı cevabı aldı. Üçüncü gün de sordu ve aynı cevabı alınca Sümâme'nin serbest bırakılmasını emretti. Serbest bırakılan Sümâme, Mescidin yakınındaki bir hurmalıkta yıkanıp Mescide geldi, şehâdet getirip müslüman oldu ve şöyle dedi: "Senin yüzün, en çok nefret ettiğim yüz idi; şimdi en çok sevdiğim yüz oldu. Dinin en sevmediğim din idi; şimdi en sevdiğim din oldu. Kentin en sevmediğim şehir idi; şimdi en sevdiğim kent oldu. Süvârilerin beni yakaladıkları zaman Umreye gidiyordum. Şimdi ne buyurursun?"
Allah'ın Elçisi onu müjdeledi, umre yapmasını emretti. Sümâme, umre için Mekke'ye gidince biri ona: "Sâbiî mi oldun?" diye sordu. Sümâme: "Hayır, Allah'ın Rasûlü'nün yanında müslüman oldum. Vallahi bundan sonra Rasûlullah izin vermedikçe Yemâme'den size bir dâne dahi buğday gelmez" dedi. 1673
Bu âyet,1674 genel olarak esirler hakkında yapılacak işlemi belirlemektedir. Bu işlem de savaş esnâsında onları tutuklamak, savaştan sonra da ya menn veya fidye, yani ya lütfen veya fidye karşılığında serbest bırakmaktır. Gerek Kur'an'ın bu konudaki âyetlerinden, gerek Allah Rasûlünün uygulamasından şu sonuca varırız: 1) Esas prensip, esirlerin öldürülmemesidir. 2) Yaşaması ve serbest bırakılması tehlikeli olan, önceden ağır suç işlemiş esirler öldürülebilir. İşte Ukbe ve Nadr İbn Hâris, vaktiyle müslümanlara çok kötülük etmiş, azılı düşmanlar idiler. Onlar, müslümanlara yaptıkları kötülüklerden, işledikleri cinâyetlerden ötürü; Kurayzalılar da büyük hiyânetlerinden ötürü ölüm cezâsına çarptırılmışlardır. Ama normal savaş esirleri hakkında Kur'an'ın hiçbir âyetinde ölüm cezâsı yoktur. Bundan dolayı normal savaş esiri öldürülemez, toplu katliam kesinlikle yapılamaz.
Ne bu âyette, ne de başka bir âyette esirin öldürüleceğine dair bir hüküm vardır. Kur'an'ın hiçbir yerinde esirin köle yapılacağını bildiren bir âyet de mevcut değildir. Tam tersine, Kur'an: "Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek."1675 âyetleriyle temeli esârete dayanan köleyi özgürlüğe dayanan köleyi özgürlüğe kavuşturmayı, ulaşılması gereken ideal bir hedef olarak göstermekte; "Yoksula, yetime ve esire sevdikleri yemeği yedirirler."1676 âyetiyle de esire iyilik etmeyi, ona iyi bakmayı; çöpe atılacak yemekler değil; sevilen güzel yemekleri yedirmeyi öğütlemektedir.
Bazı Bedir esirleri ve Sümâme olayında olduğu gibi, Peygamber (s.a.s.), bir kısım esirleri fidyesiz serbest bırakmıştır. Ukbe ve Nadr'ın öldürülmesi, bu âyetin inzâlinden önce olduğu gibi, Kurayza Oğulları olayı da bu âyetten çok öncedir. Ve onlar hakkındaki hüküm, kendi hiyânetlerinin cezâsı olarak Tevrat'ta belirlenen hükümdür. Yani onlara, kendi Kitaplarının hükmü uygulanmıştır. O hüküm, Kur'an'ın hükmü değildir. Çünkü Kur'an'ın hiçbir yerinde Kitap ehli veya başka bir din mensubu esirin öldürüleceğine dair bir hüküm yoktur. Bedirde öldürülen iki esir, Mekke devrinde Peygamber'in en azılı düşmanı idiler. Ona etmedikleri eziyet bırakmamışlardı. Mekke'de nâzil olan âyetlerde onların bir azâba uğrayacakları bildirilmişti. Onlar, işledikleri suçların cezâsı olarak idam edilmişlerdir.
1673] Müslim, Cihad 59; Hâzin, 6/174
1674] 47/Muhammed, 4
1675] 90/Beled, 11-13
1676] 76/İnsan, 8
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 345 -
Onları sıradan esir saymak doğru değildir. Onlar sadece savaş suçlusu değil, çok eskiden beri suçlu idiler. Eski hiyânetlerinden ötürü öldürülmüşlerdir. Onlardan başka esir müşriklerin öldürülmemesi de gösterir ki onlar, savaş suçlusu olarak değil, fakat daha önceki suçlarından ötürü öldürülmüşlerdir. Kaldı ki sırf esir oldukları için öldürülmüş olsalar bile onlar hakkındaki uygulama, bu âyetin hükmünü değiştirmez. Çünkü o uygulamadan çok sonra gelen bu âyet, esirin öldürülmesi uygulamasını kaldırmıştır.
Savaştan önce müslümanlar için büyük zarar vermiş, ağır suç işlemiş olanlar öldürülebilir. Ukbe ve Nadr gibi suçlu cânîler, Kurayzalılar gibi hâinler öldürülebilir. Bu da komutanın takdirine bağlıdır. Fakat normal bir esir öldürülmez. Âyet, müslümanların devlet başkanına, esirleri ya lütfen veya fidye ile serbest bırakma yetkisi vermektedir. Müslümanların genel yararı, siyasal durum hangi seçeneği gerekli kılıyorsa öyle yapılır. Ama âyete göre esir öldürülmez, çünkü âyette böyle bir seçenekten söz edilmemiştir. Kaldı ki kendi devletinin yasaları gereği savaşa girmekten başka bir suçu olmayan insanı esir alınca öldürmek, insanî bir işlem değildir ve esirlerin öldürülmeyeceği, onlara iyi muâmele edileceği hakkındaki bu Kur'an prensipleri, asırlar sonra rûhen Birleşmiş Milletlerce kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de yer almıştır.
Peygamber’in (s.a.s.) bazı esirleri köle yaptığı ve onları mücâhidlere ganîmet olarak verdiği, beşte birini de Beytü'l-Mâl'e ayırdığı hakkında rivâyetler vardır. Meselâ Huneyn Savaşında esir alınan kadınları câriye yapıp müslümanlara dağıtmış, sonra kocaları fidye verince onları serbest bırakmıştır. Dört Halife devrinden beri de İslâm tarihi boyunca savaşlarda alınan esirler, henüz köle yapılmalarına karar verilmeden önce müslüman olmadıkları takdirde köle yapılmışlardır. Fakat henüz köleliklerine karar verilmeden müslüman olanlar, köle yapılamayacağı için ya lütfen veya fidyeyle serbest bırakılmışlardır. Peygamberimiz, köle âzâdında öncülük ederek, ömrü boyunca, kendi parasıyla âzâd etmek üzere birçok köle almış, ömrü boyunca tam 63 köleyi hürriyete kavuşturmuştur. Eşi Hz. Âişe’nin 67; amcası Hz. Abbas’ın (r.a.) 70, Hz. Osman’ın, muhâsarada iken 20, Abdullah bin Ömer’in bin, Hz. Ebû Bekir’in çok sayıda köleyi âzâd ettiği nakledilir;1677 Vefat etmeden evvel, hizmetinde bulunan tüm erkek ve kadın kölelerini hürriyetlerine kavuşturmuş ve âzâd etmiştir. 1678
Âyette lütfen veya fidye ile esirin serbest bırakılacağı belirtilmiş, fakat fidye veremeycek durumda olanlar hakkında bir şey söylenmemiştir. İşte İslâm Devleti başkanının, fidyesiz bırakmayı uygun görmediği, fidye de veremeyecek durumda olan esirler köle yapılmışlardır. Savaş esirlerini köle yapmak, o zaman bütün dünyada yaygın bir âdet idi. İnsan köleliğinin en büyük kaynağı da savaşlardı. Tâ yakın zamanlara kadar çeşitli uluslarda görülen bu uygulama, İslâm ile büyük bir darbe yemiştir. Çünkü âyetleri gözönüne alırsak; esir hakkında yapılacak tek şey vardır: Savaştan sonra serbest bırakmak. Bu serbest bırakma da, ya fidyesiz veya fidye ile olur. Âyette "menn" daha önce anıldığına göre esiri fidyesiz serbest bırakmak daha makbuldür.
Kur'an, insan özgürlüğünün kısıtlanmasını asla doğru bulmaz. Peygamber
1677] El-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm Terc. Ve Şerhi, c. 4, s. 294
1678] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. 2, s. 742-750
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(s.a.s.) de; "Hür bir insanı köle yapıp satan kimsenin, kıyâmette hasmı olacağını" 1679 buyurmuştur. Öyle ise İslâm'ın köleliği benimsediğini, ya da teşvik ettiğini söylemek insafsızlık olur. O zaman kölelik, bütün dünyada yaygın olduğu ve müslümanlar da çeşitli düşmanlarla savaş halinde bulundukları için İslâm, köleliği tümden kaldırmamış, fakat kaldırılması yolunda büyük adımlar atmıştır. Bazı günahların ve hatâların keffâreti olarak köleyi özgürlüğe kavuşturma gereğini koymakla, insanları özgürlüğe kavuşturmanın ne denli önemli bir şey olduğunu göstermiştir.
Köleliğin en büyük kaynağı savaşlar idi. Kur'an, bu kaynağı kurutmakla köleliğin kaldırılmasına giden yolu açmıştır. Çünkü Kur'an'ın savaş tutsakları hakkındaki hükmüne göre esir ya lütfen veya fidye ile serbest bırakılır. Tutsağın köle de yapılabileceği bir üçüncü seçenek Kur'an'da yoktur. Demek ki İslâm'ın asıl hedefi, köleliği kaldırmaktı. Zaten kölelik, tevhid dininin özüne aykırıdır. Zira tevhidin temel ilkesi, insanları sadece Allah'a kul yapmaktır. Kölenin anlamı kul demektir. İnsan, insanın kulu olamaz; insan sadece Allah'ın kuludur.
“Allah Rasûlü’nün, esirlerden herhangi birini köle yaptığı sâbit olmamıştır. Aksine, Mekke, Benî Mustalik ve Huneyn kölelerini serbest bırakmıştır. Nebî (s.a.s.)’nin câhiliyye döneminde yanında bulunan köleleri âzâd ettiği, yine böyle kendisine hediye edilen köleleri de âzâd ettiği sâbittir.” 1680
Şimdi bugün dünyada Kur'an'ın bu amacı, rûhen olmasa da görünürde gerçekleşmiş, kölelik Kur'an'ın bu hükümleri koymasından 12-13 asır sonra (o da şeklen) kaldırılmıştır. Aslında dünyanın birçok yerinde tutsaklar köle gibi çalıştırılır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları süresince esir kamplarının durumu, oralardaki vahşet hâlâ unutulmamıştır. Uzağa gitmeğe hâcet yok. Saraybosna'da, Sırpların ve Hırvatların, müslüman esirleri aylarca esir kamplarında aç ve susuz bırakmaları, işkence altında ezmeleri, döverek, boğazlayarak öldürmeleri, kadınların ırzına geçmeleri bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde çoğunlukla güçlünün güçsüzü ezmesi; kapitalistin işçiyi, sanayileşmiş zengin ülkelerin geri bırakılmış yoksul ülkeleri sömürüsü sürmektedir. Ama ezilenlere, dövülenlere, sömürülene ismen köle denmemektedir. Şeklen de olsa dünyanın hiçbir yerinde tutsak, eşya gibi alınıp satılan bir varlık değildir. Bu uygulama, ortadan kaldırılmış, Kur'an'ın gösterdiği bu hedefe şeklen ve 12-13 asır sonra ancak ulaşılmıştır. Rûhen de ulaşılmasını dileriz. 1681
Kölelik hususunda, diğer bir husus; fıkhî mirasın, “kölenin çocuklarının da köle olacağı”nı hükme bağlamasıdır. Kur’an prensiplerine göre bu isâbetli değildir. Çünkü kölelik bir cezâdır; cezâ, ancak suç işleyene tatbik edilir. “...Herkesin kazanacağı yalnız kendisine âittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez...”1682 Hiçbir şahıs, babası da olsa başka bir kişinin işlemiş olduğu suçtan dolayı sorumlu tutulamaz. Kölenin oğlu veya kızı, savaş suçu işlememiştir; dolayısıyla onlar hürdür, köleleştirilmeleri Kur’an rûhuna uygun değildir.
Kur'ân-ı Kerim'de Köle ve Kölelik
“Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin
1679] Buhârî, Büyû' 106, İcâre 10; İbn Mâce, Ruhûn 4
1680] Seyyid Sâbık, Fıkhu’s-Sünne, c. 3, s. 381
1681] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 12, s. 51-56
1682] 6/En’âm, 164; 17/İsrâ, 15
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 347 -
iyiliğidir ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızâsı için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Andlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte sâdık/doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakîler de ancak onlardır.” 1683
"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra ma’rûfa/iyiye uymak, öldürülenin velîsine (gereken diyeti) güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gelir. O halde söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra saldırıya kalkışırsa, muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.” 1684
“İman edinceye kadar müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. İman etmiş bir câriye, beğenseniz bile müşrik/putperest bir kadından kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman edinceye kadar müşrik/putperest erkekleri de evlendirmeyin. Mü’min bir köle, beğenseniz bile müşrik bir kişiden kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. Onlar ateşe çağırır. Allah ise izni ve inâyeti ile cennete ve mağfirete çağırır, âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” 1685
“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riâyet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (câriyeler) ile yetinin. Bu, adâletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” 1686
(Harp esiri olarak) Sahip olduğunuz câriyeler müstesnâ, evli kadınlar(la evlenmeniz) de size haram kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, nâmuslu ve zinâ etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşı kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar kesinti için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir. İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) câriyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla, sahiplerinin izni ile onları (câriyeleri) nikâhlayın alın, mehirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezâsının yarısı (uygulanır). Bu (câriye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.”1687 (Zinâ kesin olarak haramdır. Nikâhsız metres ve dost tutmak da zinânın başka bir çeşididir. Bir müslümanın evlilik ihtiyacı karşısında yapacağı şey, imkânı varsa, öncelikle bir mü’min ve hür hanımla evlenmektir; ehl-i kitap kadınla evlenmesi de câizdir. Sonra câriye ile evlenmesi gelir. Âyetin câriyelere; “kızlarınız” diyen ve “bütün insanların aynı kökten geldiklerini, insan evlâdı olduklarını” düşünerek onların hor görülmemesini, onlarla evlenmekten çekinilmemesini isteyen kısmı, İslâm’ın insana verdiği değer bakımından önemli vesikalar mâhiyetindedir. İslâm’da köle ve
1683] 2/Bakara, 177
1684] 2/Bakara, 178
1685] 2/Bakara, 221
1686] 4/Nisâ, 3
1687] 4/Nisâ, 24-25
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
câriyenin tek aslî kaynağı savaştır. O da halifenin gerekli olduğu istisnâî hallerde uygulanır. Kur’an, esirleri ya karşılıksız olarak veya fidye alarak salıvermeyi emreder.1688 Dolayısıyla savaş esirleri için tek alternatif, kölelik ve câriyelik değildir; hatta bu durum, zorunlu ve istisnâî hallerde devreye girmelidir. Esir, köle ve câriye statüsüne geçirilmiş ise, bu takdirde onlara yapılan muâmele, hür insanlarınkine oldukça yakındır ve hedef hidâyete ermelerini temindir.)
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş, dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, câriye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” 1689
“Yanlışlıkla olması dışında bir mü’minin bir mü’mini öldürmeğe hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimsenin, mü’min bir köle âzâd etmesi ve ölenin âilesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğerki ölünün âilesi o diyeti bağışlamış olsun! (Bu takdirde diyet gerekmez.) Eğer ölen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mü’min bir köle âzad etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise âilesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü’min köleyi âzad etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşi peşine oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” 1690
“Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, âilenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek veya bir köle âzad etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffâreti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riâyet edin). Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz.” 1691
“Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere, esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için ebedî olan) âhireti istiyor. Çünkü Allah azizdir (dostlarını düşmanlarına gâlip kılar), hakîmdir (dünyanın mı âhiretin mi daha hayırlı olduğunu pek iyi bilir).” 1692
“Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: ‘Eğer Allah sizin kalbinizde (iyi niyet ve imandan) hayırlı davranış olduğunu bilirse, sizden alınandan (fidyeden) daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1693
“Allah, rızık hususunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altındakilere (köle ve hizmetçilere) vermiyorlar ki rızıkta hepsi eşit olsunlar. (Onlar ellerinin altındakilerle kendilerini eşit tutmazlarken, Allah’ı putlarla nasıl eşit sayıyorlar? Yoksa) Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” 1694
“Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Doğrusu hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bunu
1688] 47/Muhammed, 4
1689] 4/Nisâ, 36
1690] 4/Nisâ, 92
1691] 5/Mâide, 89
1692] 8/Enfâl, 67
1693] 8/Enfâl, 70
1694] 16/Nahl, 71
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 349 -
bilmezler.” 1695 (Allah Teâlâ, bu âyette bir benzetme yapmıştır. Hürriyetine sahip olmayan köleler ile güzel bir rızık ile rızıklandırıldıktan sonra, onu fakir ve yoksullara harcayan hür ve zengin kimseler eşit olur mu? Elbette bunlar eşit olmazlar. İşte bunun gibi, Allah’tan başkasına tapanlar da taptıkları şeylerin köleleri durumundadırlar. Allah’tan başkasına tapmayan mü’minler ise, hür kimselerdir. Onlar Allah’tan başka hiçbir gücün karşısında eğilmezler. Elbette bu iki grup da eşit değildir.)
“(Kurtuluşa eren mü’minlerin özelliği olarak...) Ve onlar iffetlerini korurlar; Ancak eşleri ve ellerinin altındaki sahip oldukları (câriyeler) hâriç. (Bunlarla ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir.” 1696
“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih/iyi davranışlı olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lutfu ile onları zengin kılar. Allah, (lutfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir. Evlenme imkânını bulamayan ise, Allah, lutfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde (hürriyete kavuşmalarında kendileri için) bir iyilik görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, nâmuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” 1697 Mükâtebe, köle veya câriye ile efendisi arasında yapılan bir akiddir ki, bu anlaşmada köle veya câriye, belli bir bedel ödediği takdirde efendisinden, kendisine hürriyetini vermesini ister veya aynı teklifi efendisi ona yapar. Üzerinde anlaşmaya varılan bu bedel hazır ise, köle bu bedeli hemen ödemek; değilse, efendisinin kendisine tanıdığı bir süre içinde temin ettikten sonra ödemek şartıyla hürriyetine kavuşur. Bu âyette, “Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin” buyrulmakla, efendinin elindeki malın asıl sahibinin Allah olduğu, şu halde Allah’ın malından köle ve câriyelere de vermek sûretiyle onların hürriyete kavuşturmalarını kolaylaştırmanın dinî, ahlâkî, sosyal bir vazife olduğu ortaya konmaktadır. Bu görev, İslâm’ın asırlarca uygulana gelen ve bir çırpıda tasfiyesi mümkün olmayan kölelik kurumunu ortadan kaldırmak için almış olduğu bir dizi tedbirlerden biridir.)
“Ey mü’minler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve câriyeleriniz) ve içinizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar, mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında sizin için de, onlar için de bir mahzur yoktur. Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz. İşte Allah, âyetleri size böyle açıklar. Allah (her şeyi) bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 1698
“(Mûsâ (a.s.), Firavun’a:) O nimet diye başıma kaktığın ise, (aslında) İsrâil oğullarını kendine kul ve köle etmendir.”1699; “Allah size kendisinden bir temsil getirmektedir: Mülkiyetiniz altında bulunan köleler içinde, size verdiğimiz rızıklarda birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz derecede sizinle eşit (haklara sahip) ortaklarınız var mı? İşte
1695] 16/Nahl, 75
1696] 23/Mü’minûn, 5-6
1697] 24/Nûr, 32-33
1698] 24/Nûr, 58
1699] 26/Şuarâ, 22
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Biz âyetlerimizi, aklını kullanacak bir kavim için böyle açıklıyoruz.”1700 (Âyette, insanların, kendi cinslerinden ve aynı yaratılış evsâfına sahip olan kölelerini bile kendilerine denk tutmaya, geçici dünya mülklerine ortak etmeye rızâ göstermedikleri gerçeğine işaret edilerek; eşi ve benzeri olmayan Yüce Allah’a şirk koşmanın, O’nun mutlak mülkiyetine ortaklık atfetmenin ne kadar akıl almaz bir iş olduğu temsil yoluyla anlatılmakta ve Kur’an âyetlerinin, düşünen kafalara hitap ettiği de özellikle belirtilmektedir.)
“Ey Peygamber! Ücretlerini (mehirlerini) verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana ganîmet olarak verdiği ve elinin altında bulunanları (câriyeleri), seninle beraber göç eden amcakızlarını, halakızlarını, dayı ve teyzekızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz olarak) Peygamber’e hibe eden ve Peygamber’in de kendisini almayı dilediği mü’mine kadını, diğer mü’minlere değil; sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz hanımları ve ellerinin altında bulunan (câriyeleri) hakkında mü’minlere neyi farz kıldığımızı bildirdik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”1701 (Evlilikle ilgili olarak mü’minlere açıklanan hükümler, ancak dört kadına kadar evlenmek, velisiz, şâhitsiz ve mehirsiz evlenmemek, birden fazla evlilik halinde adâlete riâyet etmektir.)
“Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, bunları başka hanımlarla değiştirmen, güzellikleri hoşuna gitse bile sana helâl değildir. Ancak elinin altında bulunan (câriyeler) hâriç, başka kadınlar alamazsın. Allah her şeyi gözetler.”1702 (Buna göre Hz. Peygamber, bazılarını boşasa bile evlendiği hanımların dışında evlenemeyecektir.)
"(Savaşta) İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harp, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız.). Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor). Allah, kendi yolunda öldürülenlerin yaptıkları işleri zâyi etmeyecektir." 1703
“Kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” 1704
“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz; O yüzden, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız’ (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenâlığından korur; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” 1705
"Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek." 1706
1700] 30/Rûm, 28
1701] 33/Ahzâb, 50
1702] 33/Ahzâb, 52
1703] 47/Muhammed, 4
1704] 58/Mücâdele, 3
1705] 76/İnsân, 8-12
1706] 90/Beled, 11-13
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 351 -
Hadis-i Şeriflerde Kölelik
"Allah Teâlâ buyurdu ki: Hür bir insanı köle yapıp satan kimsenin, kıyâmette hasmı Ben olurum." 1707
“Ashâbım! Hastaları ziyâret edin, açları doyun, elinizin altındaki köleleri salıverin.” 1708
“Kim bir mü’min köleyi âzâd ederse, Yüce Allah onun huzuruna karşılık âzâd edenin bir uzvunu cehennem ateşinden âzâd eder. (Hatta fercine karşılık fercini.)” 1709
Vâile İbnu’l-Eskaf (r.a.) anlatıyor: “Kendisine -katl sebebiyle ateş- vâcip olan bir arkadaşımızla Rasûlullah’a (s.a.s.) gelmiştik. “Ona bedel bir köle âzâd edin, Allah da onun her bir uzvuna bedel sizden bir uzvu ateşten âzâd etsin!” buyurdu.” 1710
"Hiçbir evlât babanın hakkını ödeyemez. Ancak, onu köle olarak bulup da satın alır ve onu âzâd ederse, o başka." 1711
“Kölesini öldüreni öldürürüz; onun burnunu, kulağını kesenin burnunu, kulağını keseriz ve onu iğdiş edeni iğdiş ederiz.” 1712
“Kötü muâmele sahibi cennete giremez!” 1713
"Mülkiyeti altında bulunan (köle ve câriye)lere kötü muâmele eden kimse cennete girmeyecektir... Onlara çocuklarınıza verdiğiniz değer gibi değer verin ve yediklerinizden yedirin... Onlar namaz kıldığı zaman artık o senin kardeşindir." 1714
"Bir kimseye günah nâmına, sahibi bulunduğu kimselerin yiyeceğini vermemesi yeter." 1715
"Kim kölesine tokat atar veya onu döverse, keffâreti o köleyi âzâd etmesidir." 1716
Ali İbn Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) ölmezden önce söylediği en son sözü: “Namaz, namaz! Ellerinizin sahip olduğu köleler hususunda Allah’tan korkun!” oldu." 1717
“Köleleriniz kardeşlerinizdir. Allah onları sizin ellerinizin altına (emânet olarak) koymuştur. Öyleyse kimin elinin altında kardeşi varsa, ona, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin, yapamayacağı işi emretmesin, emrettiği takdirde yardım etsin (Gündüz iş verirse gece iş vermesin, gece iş verirse gündüz vermesin.).” 1718
Bir adam Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek: “Hizmetçiyi ne kadar affedeyim?” diye sordu. Allah Rasûlü sustu, cevap vermedi. Adam tekrar: “Ey Allah’ın Rasûlü!
1707] Buhârî, Büyû' 106, İcâre 10, 12, 15; İbn Mâce, Ruhûn 4; Ahmed bin Hanbel, II/292, 358, III-143, IV/274
1708] Buhârî, Et’ıme 1, Cihâd 171, Merdâ 4; Ahmed bin Hanbel, IV/299; Dârimî, Siyer 62
1709] Buhârî, Keffârât 6, Itk 1; Müslim, Itk 21-24, hadis no: 1509; Tirmizî, Nüzür 14, 19, hadis no: 1547; Ahmed bin Hanbel, II/420, 422
1710] Ebû Dâvud, Itk 13, hadis no: 3964
1711] Müslim, Itk 25, hadis no: 1510; Ebû Dâvud, Edeb 120; Tirmizî, Birr 8; İbn Mâce, Edeb 1
1712] Buhârî, İlim 39, Cihad 17, Diyât 24, 31; Ebû Dâvud, Diyât 7, 11, 147, hadis no: 4515-4518; Tirmizî, Diyât 18, hadis no: 1414; Nesâî, Kasâme 9
1713] Tirmizî, Birr 29, hadis no: 1947
1714] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 477, hadis no: 1111 -3691- (7098)
1715] Müslim, Zekât 40, hadis no: 996
1716] Müslim, Eymân 29, hadis no: 1657
1717] Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 5156; İbn Mâce, Vesâyâ 1, hadis no: 2698
1718] Kütüb-i Sitte Terc. C. 11, s. 552
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hizmetçimi ne kadar affedeyim?” diye sordu. Bu sefer: “Her gün yetmiş kere affet!” cevabını verdi. 1719
“Kim yumuşak davranmaktan mahrum ise, hayırdan da mahrum olur.” 1720
“Bir kavmin âzâdlısı o kavimden (bir âilenin âzâdlısı o âileden bir fert) sayılır.” 1721
"Kimin câriyesi, kendisinden bir çocuk doğurmuşsa, o câriye (ümmü veled olur ve) kendisinin vefatından sonra hür olur." 1722
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında (oğlu) İbrâhim'in annesi zikredilmişti. Peygamber (s.a.s.): "Onu, oğlu İbrâhim âzâd etti!" buyurdu." 1723
“Câriyenin talâkı iki talâktır, iddeti de iki hayız müddetidir.” 1724
Muâviye İbn Süveyd dedi ki: "Bir kölemize tokat atarak kaçtım. Sonra öğleden evvel geldim ve babamın arkasında namaz kıldım. Babam köleyi de, beni de çağırdı ve köleye: "Ona misilleme yap!" dedi. Köle affetti. Sonra babam şunu söyledi: "Biz Mukarrin oğullarının Rasûlullah devrinde bir hizmetçimiz vardı. Birimiz onu tokatladı. Bu, Peygamber'in kulağına ulaşmış da: "Onu âzâd edin!" buyurdu." 1725
Ebû Mes'ûd el-Bedrî (r.a.) şöyle dedi: "Bir kölemi kırbaçla dövüyordum. Derken arkamdan bir ses işittim. "Bilmiş ol ey Ebâ Mes'ûd!" diyordu. Ben öfkemden dolayı bu sesi anlayamadım. Bana yaklaşınca bir de baktım ki Rasûlullah (s.a.s.) imiş! Bana: "Bilmiş ol ey Ebâ Mes'ûd ki, Allah senin üzerine, senin bu köle üzerine olan kudretinden daha kaadirdir/muktedirdir" buyurdu. Ben de: Yâ Rasûlallah, o Allah rızâsı için hürdür! Bundan sonra ebediyyen bir memlûk dövmem!" dedim. Bunun üzerine: "Beri bak! Eğer bunu yapmasaydın senin yüzünü mutlaka ateş çalardı (çarpardı)!" buyurdu. 1726
Ma'rûr bin Süveyd (r.a.) diyor ki: Rebeze'de Ebû Zerr'in yanına uğradık. Üzerinde çizgili bir aba vardı. Kölesinin üzerinde de aynı abanın bir eşi vardı. Biz Ebû Zerr'e: "Yâ Ebâ Zer! Bu iki abayı birleştirsen bir kat elbise olurdu!" dedik. Bunun üzerine Ebû Zer şunları söyledi: "Benimle din kardeşlerimden bir zât (bir köle) arasında münâkaşa geçmişti. O zâtın annesi a'cemi idi. Ben de onu annesi sebebiyle kınadım/yerdim de beni Peygamber (s.a.s.)'e şikâyet etmiş. Derken Peygamber'e rastladım. "Yâ Ebâ Zerr! Gerçekten sen, kendinde câhiliyyet bulunan bir kimsesin!" dedi. "Yâ Rasûlallah, eğer bir kimse âleme söverse onun anasına babasına söverler!" dedim. Rasûlullah: "Yâ Ebâ Zerr! Gerçekten sen kendinde câhiliyyet bulunan bir kimsesin! Onlar (köleler) sizin din kardeşlerinizdir. Allah onları sizin elleriniz altına (emâneten) vermiştir. Onlara kendi yediğinizden yedirin! Kendi giydiğinizden
1719] Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 5164; Tirmizî, Birr 31, hadis no: 1950
1720] Müslim, Birr 23
1721] Tirmizî, Zekât 25, hadis no: 657; Ebû Dâvud, Zekât 29, hadis no: 1650; Nesâî, Zekât 97
1722] Kütüb-i Sitte Terc. C. 17, s. 310, hadis no: 790 -2525- (6777)
1723] Kütüb-i Sitte Terc. C. 17, s. 310, hadis no: 791 -2516- (6778)
1724] Ebû Dâvud, Talâk 6, hadis no: 2189; Tirmizî, Talâk 7, hadis no: 1182; İbn Mâce, Talâk 30, hadis no: 2080
1725] Müslim, Eymân 31, hadis no: 1658; Tirmizî, Nüzür 14, hadis no: 1542; Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 55166, 5167
1726] Müslim, Eymân 34, 35, hadis no: 1659; Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 5159, 5160; Tirmizî, Birr 30, hadis no: 1949
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 353 -
giydirin! Onlara yapamayacakları şeyleri yüklemeyin!" buyurdular. 1727
Ebû Zer şöyle dedi: "Yâ Rasûlallah, amellerin hangisi daha fazîletlidir?" dedim. Peygamber (s.a.s.): "Allah'a imanla O'nun yolunda cihaddır" buyurdu. "Köle ve câriyelerin hangisi (ni âzâd etmek) daha fazîletlidir?" diye sordum. "Sahiplerince en nefis sayılanlarla fiyatı en yüksek olanlardır" buyurdu. "Ya (bunu) yapamazsam?" dedim. "Yapan bir kimseye yardım edersin yahut yapamayan nâmına sen yaparsın" buyurdu. Ben: "Yâ Rasûlallah! Bu işin bir kısmını yapmaktan âciz kalırsam ne buyurursun?" dedim. "Şerrini insanlardan men edersin; zira bu, senden sana bir sadakadır." buyurdu. 1728
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ben karı-koca iki kölemi âzâd etmek istemiştim. Rasûlullah (s.a.s.), önce erkekten başlayıp sonra kadını âzâd etmemi emretti.” 1729
“Köleyi ölme ânında âzâd edenin misali, doyduğu zaman hediyede bulanan adam gibidir.” 1730
"Üç kişi vardır ki, bunlara ecirleri ikişer defa verilir: 1- Ehl-i kitaptan olup peygamberine iman eden bir kimse Nebî'ye erişir; ona da iman eder, ona da tâbi olur ve tasdik ederse işte bu kimseye iki ecir vardır. 2- Başkasının mülkü olan bir köle, hem Allah Teâlâ'nın hakkını, hem de efendisinin hakkını öderse, ona da iki ecir vardır. 3- Câriyesi olan bir kimse, o câriyeyi besler, gıdasına iyi bakar; sonra onu terbiye eder ve terbiyesini güzelce yapar da sonra âzâd ederek kendisi ile evlenirse ona da iki ecir vardır." 1731
Muâviye İbn Hakem es-Sülemî anlatıyor: "... Benim bir câriyem vardı. Uhud ve cevâniyye taraflarında koyunlarımı güderdi. Bir gün kendisini dolaşmaya gittim. Bir de ne göreyim! Onun koyunlarından birini kurt götürmüş! Ben de Benî Âdem'den bir adamım. Herkes gibi ben de üzülürüm! Lâkin câriyeye öyle bir tokat vurdum ki!... Sonra Rasûllah'a geldim. Bu yaptığımı bana fazla buldu. Ben: "Yâ Rasûlallah! O halde câriyeyi âzâd edeyim mi?" dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Sen onu bana getir" buyurdu. Derhal getirdim. Peygamber (s.a.s.) ona: "Allah nerededir?" diye sordu. Câriye: "Göktedir" cevabını verdi. Rasûlullah (s.a.s.): "Ben kimim?" dedi. Câriye: "Sen Rasûlullah'sın!" cevabını verdi. Rasûl-i Ekrem: "Onu âzâd et; çünkü o mü'minedir" buyurdu. 1732
"Allah yolunda infak ettiğin bir dînâr, köle âzâdı için infak ettiğin bir dînâr, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dînâr, âilene sarfettiğin bir dînâr vardır. Bunların sevabı itibarı ile en büyüğü; âilene sarfettiğindir." 1733
Bir bedevî: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana bir amel öğret de beni Cennete koysun” demişti. Rasûlullah (s.a.s.): “Bir neseme (can) kurtar veya bir köle salıver” buyurdu. Adam: “Onun ikisi de bir değil mi?” dedi. Allah Rasûlü buyurdu ki: “Hayır, bir can kurtarmak, onu âzât etmekte senin yalnız ve tek olmandır. Fekk-i rakabe, yani bir köleyi
1727] Buhârî, İman 22, Itk 15, Edeb 44; Müslim, Eymân, 38, 39, 40, hadis no: 1661; Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 5157, 5158, 5161; Tirmizî, Birr 29, hadis no: 1946
1728] Müslim, İman 136 -84-
1729] Ebû Dâvud, Talâk 22, hadis no: 2237; Nesâî, Talâk 28
1730] Ebû Dâvud, Itk 15, hadis no: 3968; Tirmizî, Vesâyât 7, hadis no: 2124
1731] Müslim, İman 241 -154-; Buhârî, İlim, Itk, Cihâd; Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, Nikâh
1732] Müslim, İman 33 -537-
1733] Müslim, Zekât 39, hadis no: 995
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
salıvermek ise onun âzât edilmesine yardım etmendir.” 1734
"Şüphesiz ki köle, sahibine karşı samimi olup Allah'a ibâdetini güzel yaparsa, onun için iki defa ecir vardır." 1735
"Sakın biriniz (kölesine:) 'abdim" ve 'emem' (kulum, kölem) demesin! Hepiniz Allah'ın abdleri/kullarısınız ve hepinizin kadınları Allah'ın emeleri/kullarıdır. Fakat 'benim gulâmım/oğlum, benim câriyem, benim fetâm (delikanlım), benim fetâtım (genç kızım) desin! Köle de (efendisine:)'Rabbim' demesin, fakat 'seyyidim (efendim)' desin. Zira hepiniz memlüklersiniz/kulsunuz; Rab de Aziz ve Celil olan Allah’tır." 1736
"Birinize hizmetçisi yemeğini getirince, onu beraber yemek üzere oturtmayacaksa, hiç olmazsa bir iki lokma veya bir iki yiyecek versin. Zira yemeğin harâret (pişirme) ve muâmele (zahmeti)ni o çekmiştir." 1737
“Kim yakın akrabasına mâlik olursa, o yakın akrabası hürdür.” 1738
Ebû Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: “Hz. Ali (r.a.)’ye: ‘Ey mü’minlerin emîri! Yanınızda Kur’an’da bulunmayan yazılı bir şey var mı?’ diye sormuştum. Şöyle cevap verdi: ‘Hayır! Dâneyi yar(ıp ondan filizi çıkar)an ve insanı yaratan Zâta kasem olsun! Bildiğim şeyler, Allah’ın Kur’an’da olanı anlamak üzere kişiye verdiği anlayış ve bir de şu sahifede bulunanlardır. ‘Peki, bu sahifede ne var?’ dedim. ‘Diyet(le ilgili ahkâm), esirlerin hürriyete kavuşturulması (ile ilgili emir), kâfir karşılığında müslümanın öldürülmeyeceği!” cevabını verdi.” 1739
İbn Ömer (r.a.) diyor ki: “Hangi câriye, efendisinden bir çocuk dünyaya getirirse, artık efendi bu câriyeyi satamaz, hibe edemez, miras da kılamaz. Hayatta oldukça ondan istifade eder, öldümü artık câriye hür olur.” 1740
"Eğer size âzâsı kesilmiş bir köle emîr tâyin edilir de sizi Allah'ın kitabı ile idâre ederse hemen kendisini dinleyip itaat edin!" 1741
“Altına, gümüşe ve lükse kul-köle olan insan helâk olsun!” 1742
Kölenin Hukukî Statüsü
Fıkhî ictihadlara göre, köleliğin iki kaynağı vardır:
1) Savaş esirlerinden uygun görülenler. Savaş sonrası halifenin veya vekili olan komutanın şu alternatiflerden birini seçme hakkı vardır: Öldürme, fidye karşılığı salıverme, meccânen salıverme, esir mübâdelesi (karşı tarafla esir değiştirme) ve köle edinme veya zimmî statüsünde İslâm Devletinin tebaası/vatandaşı haline getirilmesi. Bazı Hanefî hukukçulara göre esirleri köle olarak kullanma hükmü
1734] Ahmed bin Hanbel, IV/299
1735] Müslim, Eymân 43, hadis no: 1664
1736] Buhârî, Itk 17; Müslim, Elfâz 13, 14, 15, hadis no: 2249; Ebû Dâvud, Edeb 83, hadis no: 4975, 4976
1737] Buhârî, Et'ime 55, Itk 18; Müslim, Eymân 42, hadis no: 1663; Tirmizî, Et’ıme 44, hds no: 1854; Ebû Dâvud, Et'ıme 51, hds no: 3846
1738] Ebû Dâvud, Itk 7, hadis no: 3949; Tirmizî, Ahkâm 28, hadis no: 1365; İbn Mâce, Itk 5, hadis no: 2524
1739] Buhârî, Diyât 31, İlim 39, Cihad 171; Tirmizî, Diyât 16, hadis no: 1412; Nesâî, Kasâme 12
1740] Muvattâ, Itk 6 -2, 776-
1741] Müslim, Hacc 311, hadis no: 1298
1742] Tirmizî, Zühd 42; İbn Mâce, Zühd 8
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 355 -
Muhammed sûresi 4. ve Enfâl sûresi 67. âyetlerle neshedilmiştir. Kur’anda ise savaş esirlerinin köle edinilebilmesi için izin veren bir âyet yoktur. Savaş esirleri ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverilmelidir. 1743
2) Kölelerin çocukları. Bir savaş sonrası köle statüsü ortaya çıkınca, ikinci kaynak olan doğumla kölelik statüsü de bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkmış olur. Fıkhî ictihadlara göre, kural olarak köle, annenin statüsüne tâbidir. Bunun istisnâsı, hür bir baba ile onun câriyesinden doğan çocuk hür sayılır. Köle baba ile hür anneden doğan çocuk, genel kurala göre hürdür. İslâm hukukuna esas kabul edilen fıkhî ictihadlarda köleliğin bu iki kaynak dışında başka bir kaynağı yoktur.
O zamandaki şartların gereği olarak ortaya konulan bu ictihadların Kur’an ışığında tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini ve Kur’an’ın köleliliğe yol açan tüm kaynakları kuruttuğunu söylemek zorundayız. İslâm, sadece kölelik konusunda değil; içki yasağı gibi birçok konuda tedricî bir yasaklamayı prensip edinmiştir. İslâm, köleliği câmi kapısına bırakılan çocuk gibi kendi başına da sarılmış bir problem olarak bulmuş; kısa dönem içinde yapılabilecek olanın en güzelini yapmış, bu kurumu öncelikle tümüyle ıslah etmiştir. İslâm’ın ilk dönemlerinde kölelik önemli bir vâkıadır. Büyük bir devlet olarak, sosyal hayata tümüyle hâkim ve büyük coğrafyalara sözünü geçirecek şekilde ve büyük çapta gücü ortaya çıkıncaya kadar kesin yasak getirilmemiş, ancak câhiliyyedeki haliyle de kabul edilmeyip o günkü anlayışa göre büyük bir devrim sayılacak şekilde ıslah edilmiş, ancak zarûret hallerinde ve çok istisnâî şekilde köleleştirilmeye gidilmiştir. O dönemin şartları gereği, kölelik fiilî bir durumdur ve hemen kaldırılması sosyal ve siyasal çok büyük yaralar açacak; müslümanların, İslâm Devletinin ve kölelerin zor durumda kalmalarına, toplumun da fesâdına sebep olacaktır. En güzel çözüm, zamana bırakmak ve kaynağını kurutarak kısa bir zaman sonra tarihe gömmektir. Kur’an ve sünnet de bu yolu göstermiştir. Asr-ı Saâdetteki çok sınırlı şekilde kullanılan köleleştirme hareketi, Kur’an’ın emri ve Rasûlullah’ın sünnetiyle terkedilmiş, köleleştirme kaynağı tümüyle kurutulmuştur. Ancak istisnâî durumlarda ve bir zarûret sözkonusu olursa İslâm Devleti başkanının bu yola mürâcaat edebilme yetkisinden, yeni oluşacak şartlarla ve yeni ictihadlarla -belki- bahsedilebilir. Onun dışında Kur’an ve Sünnet prensipleri itibarıyla insanları köleleştirmek değil; tam tersine her türlü kulluk ve köleliği kaldırıp kişileri hürleştirmek ve yalnız Allah’a kul yapmaya çalışmaktır. Kur’an prensipleri ve Rasûl’ün çizgisi, tevhidi ikame etmeyi, hürriyet ve adâleti esas aldığından, insanlar arasında kul-efendi ilişkisini normal şartlarda onaylamaz.
Fıkhî Eserlerde Kölenin Hukukî Statüsü: Fıkhî ictihadlara dayalı fıkıh kitaplarında köle, satışa konu olması bakımından “eşya” gibi kabul edilmekle birlikte; diğer inanç, ibâdet ve muâmeleler bakımından ehliyeti kısıtlı bir insan statüsündedir. İslâmî emir ve yasaklara muhâtap olması bakımından bir kölenin hak ve sorumluluklarını fıkıh kitaplarından şöyle özetlemek mümkündür:
1- İnanç ve ibâdet hürriyeti bakımından: Bir müslümanın yanında ve mülkiyetinde bulunan köle veya câriyenin inanç özgürlüğü vardır. Gayri müslim olarak kalabileceği gibi, İslâm’a girmesi ve İslâmî akîdeye sahip olması da hakkıdır. Ancak efendisi onu, buna zorlayamaz. Çünkü iman kalp işi olduğu için, zor
1743] 47/Muhammed, 4
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşısında inanmış görünmek kişiyi “münâfık” durumuna düşürür. Bu durum çoğu zaman, karşı taraf için, kişinin gerçek yüzüyle görünmesinden daha zararlı olabilir. Müslüman köle, ibâdet ve dinî yükümlülükler bakımından temelde hür insanlar gibidir. Ancak ehliyeti kısıtlı olduğu için, bu yükümlülükler onun gücü ile sınırlıdır. Bu yüzden müslüman köle ve câriye, namaz ve oruçla yükümlü olmakla birlikte; mülk sahibi olamadığı için zekât ve hacdan muaftır. Fıtır sadakası, efendisi tarafından verilir. Cihadla yükümlü değildir. Câriyelerin örtünme konusundaki sorumlulukları, hür kadınlara göre sınırlı, yani daha hafiftir.
2- Muâmelât ve ukubât bakımından: Köle mülkiyete ve tasarruflara konu olması bakımından eşya gibidir. Alınıp satılabilir, hibe edilebilir, kiralanabilir, ortak mülkiyete konu olabilir. Eksik vücub ehliyeti vardır. Mülk edinemediği için, kazandıkları efendisine âit olur. Bu yüzden ona karşı yapılacak haksız fiilden elde edilecek diyet ve erş gibi tazminatları efendisi alır. Başkasına karşı işleyeceği haksız fiillerde ise köle kendi mülkiyetiyle sorumludur. Efendisi bu zararı ödemezse, zarar görene kölenin mülkiyetini devretmek zorunda kalır. Efendisi köleye hukukî tasarruflarda bulunma izni verebilir. Böyle bir köleye “me’zûn” denir. Me’zûn, borçlardan şahsen sorumlu sayılır. Efendisi bunları ödemezse, köle satılarak bunlar ödenir. Kazandığı efendisine ait olur. Ancak efendi köle ile “mükâteb” anlaşması yapmışsa köle vücub ve edâ ehliyetine de sahip olur. Çünkü bu durumda belli bir bedeli kazanarak efendisine ödeyince hürriyetine kavuşabilecektir. Bu da onun mülk edinmesini gerektirir. Efendi, verdiği tasarruf izninden her zaman dönebilirken “mükâteb” sözleşmesi, dönülemeyen bir tasarruftur.
Köle ve câriyelerin evlenmesi, efendilerinin iznine bağlıdır. Erkek köle mehri ve evliliğin getireceği bazı mâlî yükümlülükleri bizzat karşılamak zorunda kalacağı için, onun evlenmesi efendisini de ilgilendirmektedir. Bu yüzden kölenin evlenmesinde efendisinin rızâsı aranmaktadır. Efendi köleyi evlenmeye zorladığı takdirde, köle hürriyetine kavuşunca muhayyerlik hakkına (hıyâru’l-ıtk) sahiptir. Kölelerin evlenmesinde şu durumlar sözkonusu olabilir:
a. Hür bir erkek kendi câriyesi ile nikâh sözkonusu olmaksızın cinsel hayat yaşayabileceği gibi, onu nikâh akdi ile eş edinmesi de mümkündür. Ancak hür olan eşle câriye bir nikâh altında toplanamaz. Diğer yandan hür bir erkek, başkasının câriyesi ile onun efendisinin izniyle ve mehir de vererek evlenebilir. 1744
b. Hür bir kadın kendi rızâsıyla, başkasının mülkü olan bir köle ile evlenebilir.1745 Ancak, kadının velîsi, böyle bir evliliğe kefâet (denklik) bakımından itiraz ederek evliliği feshetme hakkına sahiptir. Velîsi bu yetkiyi kullanmazsa akit kesinleşir. Doğacak çocuklar anneye tâbi olarak hür sayılır. Koca, satın alma, hibe, miras, vasiyet ve benzeri yollarla karısının mülkiyetine geçerse nikâh akdi münfesih (bozulmuş) olur. Çünkü nikâh akdi, mülkiyet kadın bakımından aynı kişide toplanamaz. Böyle bir kadın evliliği sürdürmek isterse, kölesi statüsünde olan kocasını âzâd eder. Erkek serbest kaldıktan sonra yeni bir akitle evlenmeleri mümkündür. Ancak serbest kalan kölenin bu ikinci evliliği kabul etmeme imkânı vardır.
c. Köle ve câriyenin efendilerinin izniyle evlenmesi mümkündür. Bunların aynı efendinin veya ayrı ayrı efendilerin kölesi olması sonucu değiştirmez.
1744] Bk. 2/Bakara, 221
1745] 2/Bakara, 221
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 357 -
Doğan çocuklar annenin efendisine âittir. Çoğunluğa göre, köle ister hür olsun ister câriye, yalnız iki kadınla, İmam Mâlik’e göre ise dört kadınla evlenebilir. Erkek kölenin, çocukları üzerinde velâyet, kadın kölenin de hidâne hakkı vardır. Köle, boşama konusunda efendisinden izin almak zorunda değildir. O, bu konuda tam ehliyetli sayılır. Ancak câriyenin iki defa boşanması mümkündür. Bununla beynûnet-i kübrâ meydana gelir. Kocası olan veya boşanan câriyeler, hür kadınların yarısı kadar iddet beklerler. Doğum halinde iddet doğumla sona erer. Köle ve câriye, miras veya vasiyet yoluyla mülk edinemez. Aksi halde ona intikal edebilecek mal, efendisinin sayılacağı için, servet dolaylı yoldan ilgisi olmayana geçmiş sayılır.
Köle, had cezâsı gerektiren suçların cezâsını hürlere göre, yarı olarak çeker. Meselâ; zinâda bekâr köleye, hür kimselere verilen cezânın1746 yarısı verilir.1747 Köle ve câriye, evli de olsa muhsan sayılmaz ve onlara zinâda had cezâsının yarısı (elli sopa) uygulanır. Zinâ iftirâsı (kazf) suçunda hürlere verilen cezânın yarısı,1748 hırsızlık1749 ve irtidad suçlarında cezânın yarıya indirilmesi mümkün olmadığı için tam cezâ uygulanır.
Kısası gerektiren suçlarda köle, hür veya köle karşılığında kısas olarak öldürülür. Bir köleyi öldüren hür kimse de kısas yoluyla öldürülür. Hanefîler dışındaki mezheplere göre ise, bu durumda, aralarında eşitlik olmadığı için kısas uygulanmaz. Yaralamalarda da kısas yoluna gidilmez. Diyet gereken durumlarda kölenin sahibi dilerse, hak sahiplerine diyeti öder, dilerse diyet yerine karşı tarafa kölenin mülkiyetini devreder. Hanefilere göre, kölenin diyeti, hür kimsenin diyetini aşamaz. Şâfiîlere göre ise, böyle bir sınırlama sözkonusu değildir.
Ta’zir cezâları İslâm Devletinin toplum düzenini sağlamak için serbestçe koyacağı cezâlar olduğu için, Devlet köle ve câriyelerin had ve kısas cezâları dışında kalan suçları için, hürlere eşit veya farklı biçimlerde cezâ koyma hakkına sahiptir.
Kölelerin hak ve görevleri: Ehliyeti, hak ve yetkileri çeşitli bakımlardan kısıtlanmakla birlikte, köle bir insandır ve Allah’ın bir kuludur. Bu yüzden âyet ve hadislerde köle ve câriyelere insanca muâmele yapılması tavsiye edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de: “...Sahip olduğunuz kölelere iyilikte bulunun.”1750 buyrulması, çeşitli hadis-i şeriflerde: “Onlara ‘kölem’ demeyin; ‘oğlum, kızım’ diye hitap edin.”1751; “Köleler, Allah’ın sizin yanınızda bulundurduğu kardeşlerinizdir. Allah sizi de onların hizmetine tâbi kılabilirdi. O halde onlara iyi davranın.” buyurması, bu tavsiyelere örnek olabilir. 1752
Fıkhî Hükümlere Göre Câriyelerden Cinsî Yönde Yararlanma Şartları
Kur'ân-ı Kerim'e göre câriye, "bilek gücüyle elde edilen kadın" olduğu, bilek gücünün de ancak Allah yolunda savaşla sınırlandırıldığından, câriye olacak kadın ancak İslâm'a göre câiz ve gerekli olan bir savaş sonucu olarak yakalanan
1746] 24/Nûr, 2
1747] 4/Nisâ, 2
1748] 24/Nûr, 4
1749] 5/Mâide, 38
1750] 4/Nisâ, 36
1751] Buhârî, Itk 17; Müslim, Elfâz 13, 14, 15; Ebû Dâvud, Edeb 83
1752] Hamdi Yusufoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 394-395
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savaş suçlusudur. Peki, fıkhî eserlere göre, bunun prosedürü nasıldır?
Savaşta ele geçirilen kadınlardan faydalanmak savaşan gâzilere müsaade edilmiştir. Ancak, bunu Allah korkusu olmayan orduların düşmanlarının yurduna girer girmez kadınları özgürce yakalayıp, nerede bir kadın bulursa onu kendi pis arzularına kurban etmelerine benzeten, yani İslâm'ın da kendi ordularına aynı şekilde bir izin verdiğini zanneden kişi zır câhildir. Aslında bu müsâade birkaç şartla birlikte verilmiştir:
1. İslâm'da kadınları esir almak, hangi şekilde olursa olsun, ordunun cinsel gereksinimlerini karşılamak amacıyla düşman ulusun kadınlarını koyun sürüsü gibi toplamaya yönelik bir eylem değildir. Asr-ı Saâdetteki ve Hulefâ-yı Râşidîn zamanındaki misallerden kadınların sadece iki durumda esir alınabileceği açıkça anlaşılmıştır. Birincisi; kadın eğer düşman ordusuyla birlikte savaşa katılmışsa. Bu durumda ordunun erkekleri nasıl yakalanıyorsa, aynı şekilde kadınlar da yakalanır. İkincisi; eğer herhangi bir şehir halkı İslâm ordusuna karşı koyar da, şehir ânî baskın neticesinde fethedilirse. İslâm ordusu komutanı gerekli görürse tüm şehir halkını esir alma hakkına sahiptir. Bu durumda İslâm ordusu, âile reisleri savaşta vurulmuş kadın ve çocukları kendi himâyesine alır.
2. Bu durumlardan herhangi bir durumla İslâm ordusunun eline geçen kadınlara, İslâmî hükümet bu kadınların câriye yapılmasına karar verinceye ve kadınlar ordu içerisinde düzenli bir şekilde dağıtılıncaya kadar hiçbir asker el süremez. Ayrıca bu karar, sırf düşmanla herhangi bir fidye anlaşması veya savaş esirlerinin değişimi gibi bir muâmele olmadığı zaman verilebilir. (Ve bu kararın, İslâm'ın ve müslümanların maslahatlarına uygun olması halinde verilebileceği unutulmamalıdır.)
3. Aynı şekilde, İslâmî yönetim tarafından herhangi bir erkeğin mülkiyetine verilen kadın üzerinde sadece o erkeğin tasarruf hakkı vardır. O erkeğin kendisine verilen kadına sahip olabilmesi içinse kanun şu şekildedir: Erkek, istibrâ-yı rahim için kadına bir temizlik müddeti geçinceye kadar yaklaşamaz. Bundan gaye, kadının hâmile olup olmadığını anlamaktır. Kadın eğer hâmile ise, erkeğin, kadın çocuğunu doğuruncaya kadar beklemesi gerekir. Bu müddet içerisinde onunla ilişkiye girme hakkına sahip olamaz.
4. Bu yolla, herhangi bir şahsın mülkiyetine verilen kadınla o şahıs münâsebette bulunursa, o kadından olacak çocuk, zikri geçen şahsın meşrû evlâdı olarak görülür ve onun mirasçısı olur. Yine, kadın çocuk anası olduktan sonra o şahıs kadını satma hakkına sahip değildir ve o şahsın ölmesiyle birlikte kadın kendiliğinden özgür kalır. 1753
Unutmayalım, her câriye, istifrâş (yatak hizmeti) için değerlendirilmez. Câriyelerin çoğu, efendilerine göre, bugünkü hizmetçi statüsündedir. Onun cinsel ihtiyaçları efendisi tarafından karşılanmayacaksa, fakir hür gençlerle veya kölelerle nikâhlanıp evlendirilerek karı-koca hayatı ile giderilir. Ama her durumda câriye kadından sadece bir erkek (efendisi veya nikâhlı kocası) cinsî yönden yararlanabilir.
Müslümanların hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir
1753] Mevdûdi, Fetvâlar, Nehir Y. İst. 1992, c. 2, s.182-183
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 359 -
statüye tâbidirler. Efendileri nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecbûriyetindedirler. Onlara iyi davranılması da Kur'an'da emredilmektedir.1754 Efendileri, yediklerinden onlara yedirir, giydiklerinden giydirirler. Âzâd edilmesi sözkonusu edilmemiş olan câriyeler alınıp satılabilirler. Ancak âzâd edilmeleri efendilerinin ölümüne bağlı olanlar (müdebbereler), âzâd edilmeleri karşılığında kendilerinden bir bedel talep edilmiş olanlar (mükâtebeler) ve efendilerinden çocuk doğurmuş olup "ümm-i veled" statüsünü kazanmış olanlar alınıp satılamazlar.
Kölelik Mantığı ve Naklî-Aklî Değerlerle Çatışması
İnsanların ırk, renk, cinsiyet vb. açılardan farklılık taşımaları, kendi seçimlerine bağlı değildir. Rabbimiz bu farklılıkların sebebini insanların birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları olduğunu açıklamış, farlılıkların bir zümrenin diğer zümreye üstünlüğü olarak algılanma tehlikesinden dolayı üstünlüğü takvâya bağlamıştır.1755 Vahiyle irtibatını kestikçe adâlet ölçüsünü kaybeden insan, farklılıkları birtakım imtiyazlı sınıfların oluşmasına temel yapmıştır. Tarih boyunca gücü elinde bulunduranlar âciz ve dirençsiz olanlara karşı otorite kurmuş ve onların en tabiî haklarını dahi ellerinden almışlardır. Tarih, insanın mal haline getirilişini ve onlara yapılan utanç verici muâmeleleri gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Sosyal statü itibarıyla köleleşen bu insanlar hallerine rızâ gösterdikleri oranda zulmün devamına sessizce katıldılar. Artık köleler efendilerinin hâkimiyetine karşılık kendilerinin teslimiyetini o kadar normal görmeye başladılar ki kendi çocuklarına da bu zihniyeti âdeta kalıtımsal olarak geçirdiler.
İslâmiyet'ten Önce Kölelik
Eski çağlarda kölelik, bütün kavimlerde ortak bir kavramdı; kölesiz bir toplum düşünülemezdi. Toplumların ekonomik hayatı için köle vazgeçilmez bir unsur idi. Aynı zamanda bütün maddî ihtiyaçları köleler giderir, ev işi görür, tarlalarda çalışırlardı. Hatta bugünkü toplumlarda saygıdeğer meslekler sayılan hizmetleri bile köleler görürlerdi. Çünkü bu meslekleri para karşılığında özgür kişilerin yerine getirmesi utanç verici olarak görülüyordu. Roma'da bazı köleler köylerde kâhyalar tarafından çok kötü muâmeleye mâruz kalıyorlar ve toprakla birlikte alınıp satılıyorlardı. Bu tutum, "toprak köleliği" kavramını doğurdu. M.Ö. 2. yüzyıldan başlayarak Romalılarda lüks ve eğlenceye düşkünlük artınca köleler bir eğlence aracı haline geldiler. 1756
Köleliğin gelişimine yardım eden kaynaklar çok çeşitli idi. Harplerde esir alınıp köle edinilenlerin yanında, korsanlık ve kaçırma ile insanlar köle haline getirilebiliyorlardı. Öldürmek, çalmak, zina etmek gibi birtakım suçları işleyenler köleliğe mahkûm ediliyorlardı. Borçlunun borcunu ödeyememesi de bazı hukuklarda köle edilmesi için yeterliydi. Babanın çocuğunu köle olarak satması mümkünken, belli bir para karşılığında kişinin kendini satma yetkisi mevcuttu. Bütün bunlara babası hür de olsa, köle bir anneden doğan çocuğun köle statüsünde olması köle toplumuna her gün binlerce insan katıyordu. O kadar ki birçok
1754] 4/Nisâ, 36
1755] 49/Hucurât, 13
1756] Özcan Karadeniz-C. Celiban, Roma Hukuku, A.Ü. Hukuk Fak. Y. Ank. 1986, s. 129-131
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
milletlerde köle adedinin özgür insanların sayısını kat kat aştığı görülüyordu. 1757
İslâmiyet'e kadar köleliğin kaldırılmasına yönelik ciddi bir çaba gözükmemektedir. Hatta Antik Çağın ünlü filozofları kölelik kurumunu doğal ve gerekli görmektedirler. Ayrıca Tevrat'ta da, İncil'de de kölelerin âzâd edilmesinden bahsedilmemektedir. St. Thomas d'Aquino'ya göre ise kölelik, Hz. Âdem'in ilk günahının kaçılmaz sonucudur.1758 Bazı yerlerde tarih boyunca görülen köle ayaklanmalarının başlıca sebebi ise kölelik kurumu olmayıp, kendilerine karşı uygulanan işkence ve kıyımlardır. Bunlardan biri M.Ö. 73 yılında Sicilya Adası'nda meydana gelen Spartaküs isyanıdır. Ayaklanmanın sebebi, Romalı aristokratların kölelere karşı davranışlarıydı. Kutlama törenlerinde güçlü kölelere güreş tutturuluyor ve güreşte kazanan, seyircileri eğlendirmek için rakibini öldürmek zorunda kalıyordu. Spartaküs, Roma ve Kuzey Afrika'nın kölelerini etrafında toplayarak Roma'ya savaş açtı. Kısmî başarılarından sonra altı bin köle Roma'ya giden yol üzerinde çarmıha gerildi. 1759
İslâmiyet, geldiği dönemde köleliği, ekonomi ve geçimin yükünü sırtında taşıyan önemli bir kurum olarak buldu. Araplar'da kölelerin çoğunluğu siyah tenliydi. Köle değerli ve menkul mallardan sayılırdı; alınır, satılır, miras bırakılır, kiralanırdı. Bir köle ya da câriyeye bir'den çok adam ortak olarak sahip olabiliyordu. Câriye sahipleri, onların fuhşa düşmelerine sebep olabiliyorlardı. 1760
Bir bütün olarak kölelik kurumuna baktığımızda, bu kurumun iki ayırt edici özelliği olduğunu görürüz. Bunlardan birisi, kölenin bir mal olması, yani başka bir insan tarafından mülk edinilebilmesidir. Bu anlamda kölenin insan olmasının fazla bir önemi yoktur. Yani köle toplumsal ilişkilerde bir özne değil; nesne olarak görülür. Kölenin diğer bir özelliği ise, herhangi bir üretim aracına sahip olmaması, dolayısıyla belirli durumlarda özerk olabilse de, kullandığı ve ürettiği her şeyin sahibinin olmasıdır. 1761
İslâm'ın Kölelik Kurumuna Bakışı
İslâm, tebliğinin ilk yıllarından itibaren insanın insana kulluğuna karşı mücâdele etmiştir. Bu tevhid dini, insanların cins, renk, makam vb. ayrımları ile oluşturdukları sınıfsal yapıyı temelinden sarstı. İslâm tarihinde siyah bir Habeşli olan Bilal'in konumu, Hz. Peygamber'in köle ve köle çocuğu olan Zeyd ve oğlu Üsâme'yi birçok Arap ileri gelenlerinin, muhâcir ve ensârın görev yaptıkları ordulara komutan tâyin etmesi, beşerî sistemlerde görülmeyecek bir durum ve büyük bir devrimdir. Özellikle İslâm'ın Mekke'de yayılma dönemlerinde müslüman oldukları için ezâ ve işkence gören müslüman köleleri Hz. Ebû Bekir'in satın aldığı ve hürriyetlerine kavuşturduğunu biliyoruz. Bu açıdan değerlendirildiğinde her türlü fikirsel, sosyal, siyasal bağımlılığa/tutsaklığa karşı çıkan ve bu uğurda yanına köleleri de alan bir sistemin, kölelikten rahatsız olacağı ve bu müessese ile mücâdele edeceği mantıksal bir zorunluluktur. Ancak, niçin İslâm'ın köleliği bir kalemde silip atmadığı, hazır bulduğu köleliği kaldırmaya yönelik
1757] Ali Abdülvâhid Vâfi, İslâmiyet'e Göre Kölelik, A.Ü.İ.F. Dergisi, Ank, 1961, s. 208
1758] M. Akif Aydın, M. Hamidullah, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Köle md. Örnek Fasikül, İst. 1986
1759] Mahmut Talegâni, İslâm ve Mülkiyet, Yöneliş Y. İst. 1989, s. 234
1760] İzzet Derveze, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, Yöneliş Y. İst. 1989, c. 1, s. 217-218
1761] Hasan Kanbolat-Erol Taymaz, Kafkas-Osmanlı İlişkileri ve Köle Ticareti, Tarih ve Toplum, İletişim Y. İstanbul 1990, c. 14, s. 36
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 361 -
çabalarının yanında, köleleştirme yolunu tamamen ve birden kapatmadığı yolunda da sorular yöneltilmektedir. Onlar Batı ülkeleri ve Amerika'da yayınlanan bildirgelerle köleliğin bir hamlede kaldırıldığını örnek göstermektedirler. Ancak, unutulmamalıdır ki, bu kaldırış, görüntüden öteye gidememiştir.
İslâmiyet, ekonomik hayatın bütün yönleriyle kölelik sistemine dayandığı ve kölelerin o asırda ekonominin buharı ve enerji kaynağı kabul edilebileceği bir çağda doğmuştu.1762 Bunlara bir de tarihî ve psikolojik sebepleri eklediğimizde köleliğin kaldırılmasının tek bir hükümle gerçekleşemeyeceği sonucuna varmamız zor olmaz.
İşte İslâm, birçok hükmün haram kılınması konusunda müslümanların hazır hale gelmesine kadar tedricî bir yöntem izlemesi gibi, mevcut köleliğin kaldırılmasında da batıdaki uygulamaların aksine, aynı yöntemi izlemiştir:
a- Köle âzâdına teşvik: Rabbimiz âhirette kitapları sağ taraftan verilecek olanların, yani sarp yokuşa atılanların amellerinden biri olarak köle âzâd etmeyi zikretmiştir. "Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek." 1763 Kölelere mal vermek, gerçek iyiliğin ölçülerinden kabul edilmiştir: “Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızâsı için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir...” 1764
b- Keffâret için köle âzâdı: Hata ile bir mü'mini öldüren kişi, öncelikle mü'min bir köle âzâd etmesi gerekir. “...Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimsenin, mü’min bir köle âzâd etmesi ve ölenin âilesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğerki ölünün âilesi o diyeti bağışlamış olsun! (Bu takdirde diyet gerekmez.) Eğer ölen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mü’min bir köle âzad etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise âilesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü’min köleyi âzad etmek gerekir...”1765; “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, âilenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek veya bir köle âzad etmektir...”1766 Zıhar yapanlar da köle âzâdıyla mükellef tutulmuşlardır: “Kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir...” 1767
c- Mükâtebe: Kur'an'a göre âzâd etme sebeplerinden biri de kölenin "mükâtebe" istemesidir. Yani kölenin sahibine belirli bir mal veya para verdiği takdirde, âzâd edileceği hususunda karşılıklı anlaşmaya varmış olmalarıdır. İslâm’ın özgürlüğe ne kadar kıymet verdiği, bu nevi köleler için gerekli malın/paranın elde edilmesi hususunda her türlü çareyi araştırmış olması, bunun açık delilidir. Onlara, kendi boyunlarını kölelik zincirinden kurtarmak için anlaşmış
1762] Ali Abdülvâhid Vâfi, a.g.m.
1763] 90/Beled, 11-13
1764] 2/Bakara, 177
1765] 4/Nisâ, 92
1766] 5/Mâide, 89
1767] 58/Mücâdele, 3
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oldukları malı toplayabilme hususunda, hür insanlar gibi davranmak, akidler yapmak, ticaretle meşgul olmak, almak ve satmak yeterliliklerini vermiştir.1768 “Ellerinizin altında bulunan (köle ve câriye)lerden, mükâtebe (akdi) yapmak isteyenlerle -eğer kendilerinde iyilik görürseniz- mükâtebe yapın. Allah’ın size verdiği malından onlara da verin.”1769 Kölenin sosyal hayatta tek başına ayakta kalabilmesi için mükâtebe ile belli bir geçiş dönemi yaşaması da özgürlüğüne kavuştuktan sonraki zorlukları en aza indirebilmek için ideal bir yöntem olarak gözüküyor. Âyetteki “eğer kendilerinde bir iyilik görürseniz” ifâdesinin, özgürlüğe hazır olma durumunu da içermesi mümkündür.
d- Zekâttan kölelerin özgürlüğü için pay ayrılması: Kur’ân-ı Kerim’in zekât verilecek kişilerden olarak köleleri zikretmesi1770 bizzat devlet eliyle köleliğin kaldırılmaya çalışılmasına çarpıcı bir örnektir. Çünkü zekâtı toplayan, organize eden, dağıtan İslâm devletidir. Ayrıca, İslâm hukukunda mecburi veya kanuni olarak köle âzâdının gerektiği yerlerden bahsedilmektedir. Meselâ savaş esnâsında müslümanlara sığınan İslâm’ı kabul etmiş bir köle hürriyetine kavuşur. Bir’den fazla sahibi bulunan köle, âzâd edilmeyen payın bedelini efendisine ödemekle mükelleftir. Yine bir kimse kölesini kendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşturmak üzere âzâd edebilir. 1771
Kur’an’ı en iyi anlayan ve hayata geçirilmesinde müslümanlar için örnek olan Allah Rasûlü’nün vefat ettiğinde bir tek kölesi bile bulunmayışı1772 bizler için çok önemli bir ipucudur. Köleliğin kaldırılmasına yönelik hükümler gerek Kur’an’da, gerekse rasûl’ün sünnetinde açıktır. Konunun esas can alıcı noktası, bizzat İslâm’ın var olanın dışında, hür olan insanları köleleştirip köleleştirmediği hususudur.
Genellikle bu konuyla ilgili yapılan araştırmalarda İslâm’ın savaş esirleri dışında köleliğe giden yolları tamamen kapattığı belirtilip, akabinde de niçin savaşta esir alındığı konusunda da açıklamalarda bulunulur.1773 Burada üzerinde önemle durulması gereken bir nokta vardır ki, o da, “köle” ve “esir” kavramlarının aynı anlama gelmediğidir.1774 Kısaca tarihini vermeye çalıştığımız anlamda köle, alınıp satılan bir mal hükmündedir. Esir ise “savaş tutsağı”dır. O halde soru; “İslâm, esirlerin köleleştirilmesine izin veriyor mu? Hz. Peygamber esirleri köle haline getirmiş midir?” şeklinde sorulmalıdır.
Öncelikle, esirlerle ilgili iki âyet ve bu çerçevede Rasûl’ün uygulamalarına bakalım: “Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere, esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için ebedî olan) âhireti istiyor. Çünkü Allah azizdir (dostlarını düşmanlarına gâlip kılar), hakîmdir (dünyanın mı âhiretin mi daha hayırlı olduğunu çok iyi bilir). (Yanılma ile verilen hükümlerden ötürü azap etmeme hususunda) Allah tarafından önceden belirlenmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka bir azap dokunurdu. Artık elde
1768] Vâfi, a.g.m.
1769] 24/Nûr, 33
1770] 9/Tevbe, 60
1771] M. Akif Aydın, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Köle md. Örnek Fasikül, İst. 1986
1772] Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Nesil Y. , İst. 1992, c. 3, s. 185
1773] Örneğin, adı geçen makaleler ve Tahir bin Aşur’un İslâm Hukuk Felsefesi, İklim Y. İst. 1988, s. 116-117
1774] Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, Faisal Finans Kurumu Y. İst, 1986, c. 2, s. 219
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 363 -
ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olara yiyin ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah bağışlayan ve merhamet edendir.”1775 Bu âyet Hz. Peygamber’in Bedir Gazvesinden sonra ashâbıyla görüşüp esirlerin fidye karşılığında salıverilmesini kararlaştırması üzerine nâzil olmuştur. İbn Abbas’a göre bu savaşta esir almanın hoş karşılaşmaması, müslümanların o sırada zayıf durumda bulunmaları sebebiyledir.1776 Bazı âlimler bu âyetin 1777 aşağıda mealini vereceğimiz Muhammed sûresi 6. âyetini neshettiği görüşündeyken, bazı açıklamalarda da yukarıdaki âyetin savaş esirlerinin kaderiyle ilgili genel geçer bir kural olmayıp Allah’ın gerçek irâdesinin şu âyetteki esirlerle ilgili hükümler olduğu söylenmektedir.1778 "(Savaşta) İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harp, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız.). Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor). Allah, kendi yolunda öldürülenlerin yaptıkları işleri zâyi etmeyecektir." 1779
Birinci âyette fidye alınmasının eleştirilmesi müslümanların henüz zayıf durumda olduğu bir dönemde düşmanın tamamen yerle bir edilmesinin, düşman açısından da psikolojik olarak daha etkileyici olmasındandır. İkinci âyetin müslümanların mutlak zaferinin düşünülebildiği bir dönemde geldiği görülürse, esirlere muâmele konusundaki âyetlerin hukukî olmaktan çok siyasi olduklarını görürüz.1780 Ancak, âyetlerde esirlerin köle edilebilirliği konusunda bir hükme rastlamamaktayız. Nitekim Hz. Peygamber, Bedir savaşında 70 esir almış, bu esirlerin bir kısmından fidye alınmış, okuma-yazma bilenlerden ise on kişiye okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu ve mâlî imkânları yeterli olmayan yedi esir ise karşılıksız serbest bırakılmıştı. Beni Mustalik gazvesinde esir edilen 600 kişinin içinden Hz. Peygamber, bir kabile reisinin kızıyla evlendi ve müslüman askerler de esirlerin bırakılmasına râzı oldular. Ayrıca Mekke fethinde Hz. Peygamber, herkesin serbest bırakılmasını istemesi üzerine, karşılıksız bırakmayan sahâbeye Beytülmâlden fidye ödeyerek esirleri serbest bırakmıştır.1781 Rasûlullah’ın uygulamalarından çıkarılacak sonuç, onun esirlerden herhangi birini köle yaptığının sâbit olmayışıdır. 1782
Muhammed Sûresi 4. âyete dikkat çeken Reşid Rızâ, esirleri ya fidye karşılığında ya da karşılıksız serbest bırakma arasında muhayyer olduğumuzu, dolayısıyla bu âyetin İslâm’da, köleliğe yeniden başlangıç yapmanın ortadan kaldırıldığı şer’î bir temel sayıldığını vurguluyor.1783 Bunun yanında imamın nâdir durumlarda da olsa köleleştirme yetkisinin olduğunu ekliyor. Esirler için serbest bırakma ya da fidye karşılığı salıverme seçenekleri âyetle1784 belirtildikten sonra yine de imamın köleleştirme yetkisinin bulunduğunun belirtilmesi, diğer fıkıh
1775] 8/Enfâl, 67-69
1776] Ahmet Özel, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Esir Maddesi, c. 11, s. 382-389
1777] 8/Enfâl, 67
1778] Ahmed Ebû Süleyman, İslâm’ın Uluslar arası İlişkiler Kuramı, İnsan Y. İst. 1985, s. 107; Ahmet Özel, a.g.m. (İsl. Ans.)
1779] 47/Muhammed, 4
1780] Ahmed Ebû Süleyman, a.g.e. s. 108
1781] M. Ali Kapar-Vecdi Akyüz, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdet, Beyan Y. İst. 1994, c. 2, s. 359-360
1782] Seyyid Sâbık, Fıkhu’s-Sünne, Pınar Y. İst. 1987, c. 3, s. 381
1783] M. Reşit Rıza, Muhammedî Vahiy, Fecr Y. Ank, 1991, s. 346
1784] 47/Muhammed, 4
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kitaplarında da yer almaktadır.1785 Kanaatimizce esirlerin, şartlara bağlı olarak gelişen herhangi bir siyasi durum gereğince, İslâm topraklarında alıkonulması ve doğal olarak özgürlüklerinin kısıtlanması -ki savaşa çıkan herkes bunları baştan kabullenmektedir- köle statüsünde olduklarına hükmetmek için yeterli sebep değildir. Bu nedenle esirlere uygulanacak herhangi bir kısıtlamanın köleleştirme anlamında anlaşılmasının, köle ve esir kavramlarının farklılığı gözönünde bulundurularak doğru olmadığı kanaatindeyiz.
Rasûlullah’ın uygulamalarında her ne kadar az da olsa, rivâyetlerde geçen esirlerin müslüman âilelere dağıtılması, onların mülkiyetlerine verilmesi değil; onların Batı’da görüldüğü gibi kamplarda olumsuz şartlarda barındırılmaktansa, merhamet ve insan haklarına riâyet ölçüsünde müslüman toplumun içinde bulundurulmalarının bir göstergesidir. Rabbimiz Kur’an’da bir yerde cennet ehlinden bahsederken, onların davranışlarından biri olarak; sevdikleri yemeği yoksula, yetime ve esire yedirmeleri olduğunu belirtmiştir.1786 Örneğin, Hicretin 8. senesinde Arap Hevâzin kabilesinin esirleri askerler arasında taksim edilmişti. Ancak, kabilenin İslâm’ı kabul ettikten sonra vâki olan ricâlarına cevap olarak hepsi serbest bırakılmışlardır. İçlerinden esirleri bırakmak istemeyenlere devlet tarafından tazminat verilmiştir.1787 Bu ve benzeri örnekler esirlere uygulanan muâmelenin tarihte anlaşılan şekliyle köleleştirme sayılamayacağını göstermektedir.
Rasûlullah’tan sonra Hulefâ-i Râşidîn dönemi fetih hareketlerine bakıldığında da bunların çoğunun barış yoluyla gerçekleştiği görülür. Bu dönemde antlaşma yapıp müslümanlarla barış içinde yaşamak isteyen milletlerle savaş yapılmamış, anlaşma şartlarına bağlı kaldıkları sürece esir ve köle muâmelesine tâbi tutulmayacakları hükme bağlanmıştır. Buna karşılık barışa yanaşmayanlara karşı savaşılmış, esir alınan savaşçı erkeklerin bazen öldürüldüğü de olmuştur. Öte yandan başta Irak olmak üzere birçok yerde fetihten sonra hiç kimseye dokunulmayarak halk zimmî statüsüne geçirilmiş ve toprakları vergi (cizye) karşılığında kendilerine bırakılmıştır. Hatta Hz. Ömer’in uygulamalarında görüldüğü gibi birçok defa gâziler arasında dağıtılan veya Medine’ye gönderilen esirler bile serbest bırakılmış ve toprakları kendilerine iâde edilmiştir.1788 Ebû Ubeyde (r.a.), Irak ve Suriye toprakları işgal edildiği zaman Hz. Ömer’e bir mektupla gayr-i müslimlerin hezîmetini, Allah’ın müslümanlara ihsân ettiği ganimetleri, fetholunan memleketlerin ahâlisinin teklif ettikleri sulh şartlarını ve müslümanların kendi aralarında savaş ganimeti olarak şehirlerin ve ahâlisinin, ağaçlarıyla beraber topraklarını tevzîini/dağıtılmasını istediklerini bildirerek, kendisinin bunları reddettiğini ilâve etti ve mütâlaasını sordu. Yapılabilecek yanlış uygulamaların bilincinde olarak Hz. Ömer’in verdiği cevap şöyledir: “Onlara cizye tarh et ve onları köle yapma. Müslümanların onlara zulüm yapmalarına, zarar vermelerine, meşrû yol müstesnâ, onların mallarını almalarına meydana verme! Onlara verdiğiniz barış şartlarını tam olarak yerine getirin.” 1789
1785] Muhammed Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, A. Said Matbaası, İst. 1963, s. 177
1786] 76/İnsan, 8
1787] M. Hamidullah, a.g.e., s. 176
1788] Ahmet Özel, a.g.m. (İslâm Ans.)
1789] Muhammed Hamidullah, a.g.e., s. 199
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 365 -
Câriyelik ve Câriyeler
Câriye: Köle kadın veya kız. “Câriye”, aslında, denizin üzerinde akıp giden gemiye denir. Câriyeler de efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket etmeleri sebebiyle bu ismi almışlardır. Savaş neticesinde esir edilen veya para ile satın alınan erkeklere "köle" denildiği gibi, kadın ve kızlara da "câriye" denilirdi. Sahibi, bunun üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahipti. İstediği işi gördürür, istifraş (yatak hizmeti) eder veya satabilirdi. Hukuk bakımından cansız eşyadan farksızdı. Câriyelerin aslı, bir yeri fetheden fâtihler tarafından savaş esnâsında ganimet olarak alınan kadın ve kızlardan ibaretti. Bu esirler, aslında hükümdarlarla eşrâf ve seçkin kızlarından olsalar bile yine fâtihlerin malı sayılırdı. Câriyelik de, kölelik gibi, insanlık tarihi kadar eskidir. Kendisinde ötekinden fazla kuvvet ve kudret gören, diğerini hizmetinde kullanmış ve ona tahakküm etmiştir.
Bir mal sahibi, malında nasıl tasarruf hakkına sahipse, bu câriyelerin sahipleri de câriyelerini tasarrufta aynı haklara mâliktiler. Dolayısıyla câriyelerini hizmetlerinde kullanırlar, odalık edinirler ve nihâyet, arzu ettikleri zaman da satarlardı. Bir zamanlar at, eşya vs. nasıl hediye edilir idiyse, câriye de küçükten büyüğe, akrandan akrana öylece hediye edilirdi. Özellikle, kim mevki-makam sahibi birinin sevgisini kazanmak isterse ona hobi ve sevdiği meşgalelerinden birine âşinâ bir câriye hediye ederdi. Meselâ o zât, güzellikten hoşlanıyorsa ona endâmı güzel bir câriye, şarkı-türküden hoşlanıyorsa güzel bir muğanniye (şarkıcı, müzisyen) takdim olunurdu. Hatta bazen o kimselere herbiri birer farklı sanatta mâhir farklı câriyeler hediye edilirdi. Bazı kere, o gibi câriyeler bir müddet sonra efendilerinden çocuk doğurarak içinde bulundukları konakların vâlide ve sahibeliğini aldıkları olurdu. Abbâsi halifelerinin ve Osmanlı Padişahların hemen hepsinin anneleri de bu şekilde "vâlide sultan" olan câriyelerdi.
Câriye kullanmak, İslâmiyet'le başlamış bir durum değildir. Daha önceleri İran ve Yunan hükümdarlarının câriyeleri vardı ve bu hükümdarlar birbirlerine câriye hediye ederlerdi. Hatta eski İran krallarından birinin sarayında bulunan câriyelerin miktarı altı bine ulaşmıştı. Abbâsi halifelerinden bazılarında biner câriye mevcuttu.
Câriyeler, esir tâcirleri tarafından Türk, Hint, Gürcü, Hata, Ermenistan, Rum, Berber, Nobe, Sudan ve Habeş'ten, çoğunlukla küçük yaşta getirilerek yeteneklerine uygun bir sûrette terbiye edilirlerdi. Bunlardan sütanalar, dadılar, maşitalar, odalıklar, hânendeler (şarkıcılar), sâzendeler (çalgıcılar), hatta allâmeler (bilginler) yetişmiştir. Bir zamanlar câriyelerin eğitim ve öğretimi, çok kazançlı bir işti. Bu yolla para kazanmak isteyen kimse esir pazarına gider, zekâ ve yetenekli bir câriye satın alırdı. Câriyeye şiir ve edebiyat, şarkı ve çalgı, Kur'an okumak ve ev idaresi gibi şeylerden birisini öğrettikten sonra aldığı fiyatın birkaç misliyle satardı. Câriyelere rağbet artınca, zengin ve makam sahiplerinin konaklarında câriyelerin sayısı çoğaldığı gibi, onları süslü ve güzel giydirmek için de her türlü tezyînât ve isrâfa mürâcaat edilirdi.
Câriyelerin nüfuz ve tesiri de önemlidir. Güzelliklerini silâh gibi kullanmasını bilenler vezirleri ve sultanları bile etkilemişlerdi. Hükümdarların içinde câriyeler uğrunda akıl ve zanlarını kaçıranlar bile olmuştur. Emevî hükümdarı Yezit İbn Abdülmelik'in mâşukası Hubâbe, sultanı çılgın, saltanat işlerine bakamaz hale getirmiştir. Zâtulhal adıyla bilinen bir câriye de Abbâsi hükümdarlarından Reşid'i
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendine âdeta esir etmişti. Bunlardan başka birçok halife ve emir, saltanat ve idare işlerini bırakarak düşkün oldukları câriyelerle vakit geçirmişlerdi. Hânende ve sâzendeler (şarkıcı ve çalgıcı sanatçı câriyeler), diğer câriyelerden daha fazla halife ve sultanlara etki ederlerdi. İşte bunların bu nüfuz ve etkilerinden istifadeyle en önemli hafiyelik (ajanlık) işleri veya rütbe ve makam elde etme için câriyeler kullanılırdı. Abbâsi halifelerinden Me'mun, bir adamın durumunu anlamak istediği zaman hafiyelik etmek üzere o adama güzel bir câriye hediye ederdi. 1790
Câriyelik: Kadın köle anlamında câriye, köleliğin içinde incelenecek bir durum olmakla birlikte müslümanların tarihindeki ilginç uygulamalar, konuyu daha farklı boyutlara itmiştir. Tarihî süreçte yaşananları, Osmanlılardaki durumunu daha sonra aktarmak üzere, öncelikle İslâm’ın mevcut câriyeliğe karşı tutumunu değerlendirelim:
İslâm, câriyelerin özgür kadınlar konumuna getirilmesini istemiş, ancak bunu yaparken gerek toplumun câriyelere bakışı, gerekse câriyelerin kendi durumlarını iyileştirme bilincine sahip olmaları noktasında tedrîcîliği elden bırakmamıştır. Köleliğin tedrîcî bir yöntemle kaldırılması konusunda ifâde ettiğimiz tüm hususlar, burada da geçerlidir. İslâm, câriyeleri öncelikle farklı statüleri itibarıyla sosyal bir vâkıa olarak kabul etmiş ve özgür kadınlarla bir tutmamıştır. 1791 Zira mevcut sorunlar, yok sayılarak çözümlenemez. Ancak, bu kısmî farklılığın kabul edilişine rağmen câriyeler, dışlanmak yerine topluma kazandırılmaya çalışılmıştır.
Arap toplumunda hor görülen ve fuhşa zorlanan câriyeler konusunda Allah, “Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, nâmuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”1792 Aşağıda vereceğimiz iki âyet de câriyenin konumunu iyileştirme konusunda oldukça önemlidir: “İman edinceye kadar müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. İman etmiş bir câriye, beğenseniz bile müşrik/putperest bir kadından kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman edinceye kadar müşrik/putperest erkekleri de evlendirmeyin. Mü’min bir köle, beğenseniz bile müşrik bir kişiden kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir...”1793; “İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) câriyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla, sahiplerinin izni ile onları (câriyeleri) nikâhlayın alın, mehirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezâsının yarısı (uygulanır). Bu (câriye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.”1794 âyetleri câriyelerle evlenmeyi öngörmekle onların şerefini yüceltmeye ve özgür kadınlar statüsüne çıkarmaya yöneliktir. Aynı zamanda câriyelerin yetişme şartları, ahlâk anlayışları, psikolojileri gözetildiğinde toplumsal normlara intibakları zor olduğundan hareketle evlendikten sonra fuhuş yapma durumunda özgür kadınlara uygulanan cezanın yarısının uygulanmasına
1790] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. 1, s. 259
1791] 4/Nisâ, 3, 14
1792] 24/Nûr, 33
1793] 2/Bakara, 221
1794] 4/Nisâ, 25; ayrıca Bk. 24/Nûr, 32
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 367 -
hükmedilmiştir.
Mevcut olanın dışında hür kadınların câriye edinilmesi konusunu tarihteki uygulamaların yanlışlığını kabul ederek esirin köle olmadığı çerçevesinde değerlendirebiliriz. Bu görüşe karşı delil olarak getirilen âyet meâli şöyledir: “Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana ganîmet olarak verdiği ve elinin altında bulunan câriyeleri... sana helâl kıldık.”1795 Âyetteki “Allah’ın sana ganîmet olarak verdiği” ifâdesinden, hür olan kadınların câriye haline getirildiği anlamı çıkarılmıştır. Ancak, Rasûlullah’ın sünnetini gözönünde bulundurarak bu ganîmet olarak verilen câriyelerin, savaşta alınan esirlerin köleleri/câriyeleri olabileceğini düşünmemize herhangi bir engel yoktur ve bir bütün olarak Kur’an mantığı, köle ve esirlerle ilgili hükümlere baktığımızda ikinci anlayışın daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Rasûlullah’ın vefat ettiğinde hiçbir kölesinin bulunmayışı, Benî Müstalik Gazvesinde esir kadınları câriye yapmak yerine, içlerinden biri ile evlenmesi ve bu yolla tüm esirlerin sahâbe tarafından serbest bırakılması, İslâm’ın harem uygulamaları için müsâit bir din olmadığını göstermektedir. Rasûl’ün şu hadisi de bu görüşü destekler niteliktedir: “...Câriyesi olan bir kimse, o câriyeyi besler, gıdasına iyi bakar; sonra onu terbiye eder ve terbiyesini güzelce yapar da sonra âzâd ederek kendisi ile evlenirse ona iki ecir vardır." 1796
Kur'ân-ı Kerim'de câriye, "bilek gücüyle elde edilen kadın" şeklinde tarif edilmiştir. Yalnız, Kur'ân-ı Kerim, "bilek gücü"nü kullanmayı sadece Allah yolunda savaşla sınırladığı için, Kur'an'ın tarifine göre câriye, "Allah yolunda savaşta yakalanan ve müslümanların eline geçen kadındır." "Size anneleriniz... evli kadınlar haram kılındı, bundan sağ ellerinizin sahip olduğu (bilek gücüyle elde ettiğiniz kadınlar) müstesnâdır."1797 "Milk-i yemîn", yani bilek gücüyle elde edilen kadın anlamında bu ifade Kur'an'da 15 yerde geçer: 4/Nisâ, 3, 24, 25, 36; 16/Nahl, 71; 23/Mü’minûn, 6; 24/Nûr, 31, 33, 58; 30/Rûm, 28; 33/Ahzâb, 50, 50, 52, 55; 70/Meâric, 30. Arapçada sağ el; kudret, galebe, kahır, bilek gücü mânâlarında kullanılmaktadır. Bu âyetler, câriyenin yukarıda zikredilen tarifi lehinde yeterli bir delildir.
Emevî ve Abbâsilerin Saltanat Döneminde Köle ve Câriye
Hulefâ-i râşidîn döneminden sonra sistemli bir şekilde yozlaştırılan dinî anlayış, her konuda olduğu gibi kölelik meselesine de yansımıştır. Emevîlerde artan fetihler sonucu kölelerin sayısı mübâlağalı rakamlara ulaşmıştır. Meselâ, el-Muktedir’in sarayında on bir bin Grek ve Sudanlı hadım köle barınmaktaydı. Bir rivâyete göre de Mütevekkil dört bin câriyeye sahipti.1798 Yine Abbâsiler döneminde Halife el-Mutemed’in idaresi zamanında 14 yıl boyunca süren köleler harbi dikkate değerdir. Bu isyan, Batı Asya tarihinde kaydedilen en kanlı isyan harekâtı olarak tasvir edilmektedir. Bu köleler Aşağı Fırat vâdilerindeki kaya tuzu madenlerinde çalıştırılan Doğu Afrika’dan getirilmiş siyahî kölelerdi. Tarih kitapları, başkanlarının düzenbaz Hâricî gibi suçlamalarla isyanı farklı boyutlara taşısa da, resmî tarihin isyanlara karşı mâlum bakış açısının arkasında 14 yıl kadar
1795] 33/Ahzâb, 50
1796] Müslim, İman 241 -154-; Buhârî, İlim, Itk, Cihâd; Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, Nikâh
1797] 4/Nisâ, 23-24
1798] P. K. Hitti, İslâm Tarihi, Boğaziçi Y. İst. 1980, c. 2, s. 370, 526
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
süren bir isyanın haklı nedenleri olabileceği düşünülmelidir.1799 Abbasi döneminde kölelerle ilgili gayri ahlâkî uygulamalar İslâm tarihi kitaplarından birinde şöyle yer almaktadır: “...Hizmetçiler zümresi harp esnâsında esir düşen ya da sulh zamanında satın alınmak sûretiyle elde edilen gayri müslimlerden oluşuyordu.
Bazı köleler hareme ait işleri gören iğdişlerdi. Diğerlerine gılman adı verirlerdi ki bunlar iğdiş olabilir, fakat efendilerinin özel lütuf ve himâyelerine mazhar kimseler olarak zengin ve göz alıcı elbiseler içinde dolaşırlar, ekseriya kadıncıl tavırlar içinde güzel koku sürerler ve güzellik bakımı yaparlardı. Harun Reşid devrinde gılmanların mevcûdiyetine dair bazı bilgilerimiz vardır.1800 Açıkça anlaşılmaktadır ki Harun Reşid İran’da eskiden mevcut olanları tâkiben gayri tabiî seksüel münâsebetler için müslüman dünyasında gılman müessesesini ihdas eden kimsedir. El-Me’mun zamanında bir kadı bunlardan dört yüz kadar genci eli altında bulunduruyordu. Ebû Nuvas gibi şâirler, azgınlaşmış hislerini açığa vurmaktan ve genç oğlanlara dair aşk şiirlerini ortaya koymaktan utanç duymuyordu.
Câriyelerin bazılarının halifeler üzerinde önemli tesirleri olmuştur. Hârun Reşid, câriyelerden birini tam yetmiş bin dirheme satın almış, fakat araya giren bir kıskançlık sonucu onu erkek kölelerinden birine hediye etmişti. Harun Reşid’in zevcesi Zübeyde, bağlandığı câriyelerden birini ondan soğutmak amacıyla kocasına on câriye ihsân etti.1801 Görülüyor ki saltanatla başlayan dönemle birlikte kölelik kurumunun savaş esirleriyle sınırlanması bir yana, sulh zamanlarında köle ve câriye satın alınmış ve gayri ahlâkî uygulamalarda bir zevk aracı olarak kullanılmıştır.
Osmanlılar Döneminde Câriye
Osmanlılarda, hemen son zamanlara kadar sarayı ve konakları câriyeler doldururdu. Saray bir zamanlar binlerce câriyenin mekânı olmuştur. Yüzlerce câriyesi olan vezirler, Osmanlı tarihinde pek çoktur. Kanuni'nin sadrâzamı İbrahim Paşa'nın, Sokulllu Mehmet Paşa'nın konakları câriye ve kölelerle doluydu. İstanbul'da ve taşranın büyük şehirlerinde esir pazarları bulunuyorsa orada kölelerle birlikte câriyeler de alınıp satılıyordu. Câriye yetiştirmek gibi sanatlarla uğraşanlar çoktu. Padişahların câriyelerden oluşan sâzende ve hânendeleri vardı. Esasen vâlide sultanların çoğu, câriyelikle saraya girmişler, çocuk doğurmaları sayesinde o mertebeye ulaşmışlardı. Câriyelerin saraylardaki nüfuz ve etkisi çok önemliydi. Önemli ve büyük işler, câriyeler tarafından görülürdü. Hürrem Sultan, Kösem Sultan, Turhan Sultan, Safiye Sultan gibi âdeta saltanat sürmüş olan kadınlar, hep câriyelikten yetişmişlerdir.
Vezirlerle devlet erkânı, güzel câriyeler takdimi suretiyle padişahların gözlerine girmeye çalışırlardı. Seraskerler, kumandanlar, hele fütûhat zamanlarında zaptettikleri yerlerdeki en güzel kız ve kadınları saraya takdim ederler, bu sâyede teveccüh ve iltifata nâil olurlardı. Padişahların da vezirlerine karşı muhabbetlerini göstermek için câriye hediye ettikleri olurdu. Osmanlılarda son zamanlardaki câriyelerin çoğu Çerkez ve Gürcü idi. Sudan'dan getirilmiş olan
1799] P. K. Hitti, a.g.e., c. 3, s. 736-737
1800] Taberî, İbn Esir
1801] P. K. Hitti, a.g.e., s. 524-525
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 369 -
siyahî câriyeler de epey bir yekun teşkil ediyordu. Yalnız, birincilere olan rağbet daha fazlaydı. Çünkü Çerkez ve Gürcüler aynı zamanda odalık hizmetini de görüyorlardı. Siyahîler ise sadece ev hizmetini görürlerdi. İstanbul'da câriye satışında "pençik" adıyla bir fındık altını resim (vergi) alınırdı. Hicrî 1215 senesinde maktu bir fındık altınının yerine, diğer ticarî mallar gibi, satış bedelinden yüzde üç vergi alınmasına karar verilmişti. 1802
Gedikli câriye: Saray câriyeleri içinde bir derece. Saray câriyeleri; Acemiler, Câriyeler, Şâkirtler, Ustalar ve Gedikliler adıyla beş sınıftı. Gedikliden sonra gelen derece, en yüksek olup buna "Kadın" denirdi. Gedikliler mutlak sûrette çamaşırcı, çaşnigir (sofracı) gibi belirli bir vazife sahibi olup kendilerine Usta ünvânı verilirdi. Bunların içinden en genç ve güzel on ikisi, padişahın şahsî hizmetlerinde bulunurlar, hünkârın gönlünü çelmeye muvaffak olana has odalık, gözde veya ikbal denirdi. İkbal birkaç tane olursa en gözde olanına baş ikbal adı verilir, padişahın hanımlarından birisi vefat eder veya gözden düşüp eski saraya gönderilirse onun yerine geçerek Kadın ünvânını alırdı. Yalnız padişahtan hâmile kalan ikballer hemen Kadın olurlardı. Bunlar, hükümdarların zevcesi sayılır, sayıları dörtten yediye kadar olurdu. En sevilenlerine Haseki, çocuk doğuranlarına Haseki Sultan denirdi.
Kadın derecesine yükselen câriye, padişahın eteğini öperek samur kürk giyer, kendisine bir daire ve çokça câriyeler tahsis olunurdu. Padişahın ilk zevcesi, yani birinci kadın, daima öbürlerinden üstün olurdu. Gedikli câriyeler, ucu yerde sürünen uzun elbiseler giyerler, bellerine altın işlemeli ve bazen mücevherli kemer takarlardı. İkballer ise kışın kürkle kaplı elbise giymek hakkına sahiptiler. Padişah vefat edecek olursa, erkek çocuk doğurmamış, kız çocuk doğurmuş veya doğurduğu erkek çocuk ölmüş olan kadın ve hasekileri, devlet ricâlinden biriyle evlendirilirlerdi. 1803
Osmanlılarda Köle:
Osmanlılarda, kuruluştan 20. yüzyılın başlarına kadar kölelik ve köle ticareti yasaldı. Devletin özellikle Avrupa’da genişlediği dönemlerde köle ihtiyacı büyük ölçüde savaş esirlerinden ve devşirme yöntemiyle karşılanıyordu. Duraklama ve gerileme dönemlerinde Afrika, Güney Rusya ve Kafkasya gibi bölgelerden köle ticareti giderek önem kazandı. Özellikle 15. yüzyılda Kafkas köle ticaretini ele geçirmeye başlayan Osmanlılar bu ticaretten gelir elde etmek için 15. yüzyılın sonunda Karadeniz bölgesinden getirilen köleler için pençik resmi (gümrük vergisi) almaya başlamış ve bu iş için mültezimler atamıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı köle nüfusunun üç ana kaynaktan geldiği görülmektedir: 1- Siyahî köleler: Merkezî Afrika’dan ve Sudan’dan, 2- Etiyopyalı köleler (Habeşler), 3- Çerkez ve Gürcü köleler; Kafkasya’dan. Diğer köleler arasında farklı konumu olan hadımlar (iğdişler) Mısır ve Sudan’dan getiriliyordu.
Osmanlı köle tüccarları arasında işbölümü gelişmişti. İlk iş bölümü, köle toplayıcıları ve yerel (kentli) köle tüccarları arasındaydı. Her kentsel meslekte olduğu gibi köle tüccarları da aktif köle pazarı olan kentlerde loncalar halinde örgütlenmişti. Beyaz ve siyah köle tüccarlarının loncaları farklıydı ve “esirci esnafı”
1802] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. 1, s. 260
1803] Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügatı, Enderun Kitabevi Y. İstanbul, 1986
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ismiyle bilinen beyaz köle tüccarları saygın meslekler arasında sayılıyordu. İstanbul’daki “Köle Tüccarları Loncası” 1857’de yasal olarak kapatıldı. Fakat kölelerin yanı sıra başka malların da ticaretini yapan köle tüccarlarının loncaları yasadışı olarak faâliyetlerine devam etti.
Köleler genellikle esir pazarlarında satılırdı. Osmanlılar’ın ilk başkenti Bursa ve Edirne’de esir pazarları vardı. İstanbul’un ele geçirilmesinden sonra bugün Haseki semtinde kurulan esir pazarı, Üçüncü Murad döneminde eski ve yeni bedestenlerde merkezîleştirilmişti. 1609’da I. Ahmed’in emriyle yeni bedestenin yakınlarında altlı üstlü 300 odalı büyük bir han yaptırıldı ve esir pazarı buraya taşındı. Zenginlere satılan beyaz köleler kapalı odalarda müşterilere gösteriliyordu.
Sayılamayacak ve açıklanamayacak istismarlara müsâit olan esir ticareti ve câriye alım satımı konusunda, fuhuş ve zinânın, kitabına uydurulmuş ve fetvâsı alınmış şekilde uygulandığı da olmuyor değildi: Esir pazarına câriye satın almaya gelmiş gibi görünen bazı erkekler, esirciye bir miktar kaparo verip beğendikleri câriyeyi evlerine veya müsait bir yere götürürler; birkaç gece beraber olur, sonra “kusurlu çıktı” bahanesiyle iâde ederlerdi. Fetvâlar gereği, kusurlu kabul edilen câriyenin üç gün içinde iâde edilmesi gerektiğinden, bu süre içinde geri verilmeleri gerekmekteydi. Bir malın satın alınmasında denenebileceğine, kusuru varsa iâde edileceğine ve câriye de erkeğin malı olduğuna göre ortada fıkhî hükümler açısından bir mahzur yok gibi görünmekteydi. Zaten bir erkeğin sahip olduğu câriyeden istifadesinde sakınca olmadığından, sık sık câriye değiştiren veya câriye koleksiyonu yapan, ya da pahalı olmasına rağmen aralıklarla, hepsi bâkire yüzlerce câriye satın alan keyif ehli zenginler de oluyordu. Nikâh, dört kadınla sınırlı olduğu halde, nasıl olsa fıkhî hükümlerde câriyeler için üst sınır yoktu. Meselâ, Osmanlı tarihinin ünlü kahramanlarından biri olan Kapdân-ı Derya Kılıç Ali Paşa, câriyelere aşırı düşkünlüğüyle tanınan ve doksan yaşına gelinceye kadar, her akşam bâkire bir câriyeyle beraber olma alışkanlığından hiçbir fedâkârlıkta bulunmamış bir kişidir. III. Murad'ın tam 130 çocuğu olmuştu. Câriyelerinin yanında, tam 40 has odalığı vardı.
Bu konuda katkısı olsun diye Osmanlı Devletinde Kölelik adlı kitaptan küçük bir iktibasa yer verelim: “1534 yılında idam edilen Defterdar İskender Çelebi’nin 6-7 bin kölesi mevcuttu. 1546’da vefat eden Barbaros Hayrettin Paşa’nın mirası içinde iki bin köle bulunmaktaydı. Sadrazam Rüstem Paşa 1561 yılında vefat ettiğinde 1700 kölesi vardı. Kendisinden önce sadrazam olan Hadım Süleyman Paşa, ziynet eşyalarıyla süslenmiş bin köleye mâlikti. 1589 yılında mahallî bir ayaklanmayı bastırırken bir kaza kurşunu ile ölen Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa’nın hanımı, bu olaydan sonra İstanbul’a gitmek üzere bindiği gemiye yüklediği servetinin yanı sıra 400 köle ve 40 tane de câriyesi mevcuttu. Evliya Çelebi, 1670 yılında Mekke’ye giderken uğradığı Sakız Adası’nda 4. Murad’ın veziri Recep Paşa’nın hemşîre-zâde ve mühürdarı olan zâtın muhteşem bağına hizmet eden iki bin adet köle olduğunu yazmakta ve o civardaki halktan bir adamın 3 câriyesi olduğundan bahsetmektedir. Cezâyir’de bazı zamanlarda o kadar çok sayıda esir mevcut olmuştur ki, bir hıristiyan esirinin bir baş soğana satın alınabileceği darbımesel olmuştu. 1360-1920 yılları arasında her sene Osmanlı Devletine ortalama yedi bin köle gelmiştir. Bu da yaklaşık 4 milyon insan demektir. Fidye, mübâdele (esir değişimi) veya mükâtebe ile kölelikten kurtulanların hâricinde
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 371 -
olduğunu zannettiğimiz 4 milyon esirin % 80’inin genç kadın ve çocuklardan ibaret olduğunu düşünürsek, kölelik sisteminin Osmanlıların nüfus artışı için ne derece önemli katkıda bulunduğu tahmin edilebilir.” 1804
Bazı tarihçiler, esirler arasında muhabbet tellâllığı (pezevenklik) yapanların -her türlü tedbir ve şiddete rağmen- her zaman bulunduğunu yazıyorlar.
Tanzimat döneminde 1847 Fermanı ile esir pazarı kapatıldıysa da zenciler Fatih, Tophane gibi yerlerde evlerde satılmaya devam etti.
Beyaz köle ticaretinin yasaklanmasına direnen Osmanlı hükümeti, siyah köle ticareti ile ilgili farklı bir tutumdaydı. Beyaz köle ticareti siyah köle ticaretinin yasaklanmasından çok sonra, ancak 1909’da yasaklanmıştır. Osmanlı’da 20. yüzyılın başlarında çıkarılan bir yasa, oldukça çarpıcıdır: “Çerkes vesâir köle ve câriyelerin de üserâ-yı zenciye gibi men’i bey’ ü şîrâsı (Çerkez ve diğer köle ve câriyelerin de zenci esirler gibi alım satımının yasaklanması). 1805
Osmanlı Köle Ticareti adlı kitabın yazarı Toledano’nun bazı yazışmalar üzerinde yaptığı incelemeler okunduğunda niçin beyaz köle ticaretinin yasaklanmasına direnildiğinin ipuçlarını yakalayabiliriz. 1891-1892 yıllarında Abdülhamit’in baş kâtibi Süreyya Paşa’nın, Konya valisi Hasan Paşa ile yaptığı şifreli telgraf yazışmaları, bu dönemde saraya nasıl câriyelerin alındığını göstermektedir. Süreyya Paşa, Türk âdetlerini bilmeyen 14 yaşından büyük, tercîhen sarı saçlı mavi gözlü kızlar bulmasını istemiştir. Hilmi Paşa kendi bölgesi dışında Sivas, Ankara ve Bursa vilâyetlerinde de araştırmalar yapmış ve sonuçta birkaç kız alınarak saraya yerleştirilmiştir. 1806
Osmanlıda haremle ilgili olarak Yılmaz Öztuna’nın verdiği bilgiler de oldukça dikkat çekicidir: Haremdeki câriyeleri, başhazinedar usta denen en büyük câriye yönetir. Derecesi vezire eşittir ve vezir maaşı alır ve padişahın üç mühründen biri bu câriyededir. 18. asır sonlarında maaşı yılda 15 bin altın idi. 1807
Haremdeki câriye sayısı dönemlere göre değişiyordu. İlk câriye miktarını gösteren liste I. Mahmud dönemine âittir. Buna göre haremdeki câriye sayısı 456 idi. Bu sayı Abdülmecid döneminde 688, Abdülaziz devrinde 809’a yükselmişti. 1808
Tarih kitapları, saray câriyelerinin birbirleriyle çekişmeleri, Vâlide Sultan ile câriyeler arasındaki ilişkiler konusunda ilginç vâkıalarla doludur. Örneğin yüzden fazla çocuğu olduğu söylenen III. Murad’ın annesi Nur Banu Sultan, oğlunun Venedikli bir câriye olan Safiye’ye bağlılığını, egemenliğinin silinmesinden dolayı çekemiyordu. Bunun için Sokullu Mehmet Paşa ve babası ile anlaşarak Safiye ile boy ölçüşecek güzellikte hareme kızlar soktu. Padişahın gittikçe kendisinden uzaklaştığını gören Safiye, kocasını kıskandırmaktan vazgeçerek devlet işlerine el attı.1809 Ayrıca Kösem Sultan ve Hürrem Sultan da bu anlamda tarihte önemli rol oynamışlardır.
1804] Nihat Engin, Osmanlı Devletinde Kölelik, s. 106-110
1805] Hasan Kanbolat-Erol Taymaz, a.g.m.
1806] E. R. Toledona, Osmanlı Köle Ticareti (1840-1890), Tarih Vakfı Yurt Y. s. 154
1807] Yılmaz Öztuna, a.g.e. c. II, s. 26
1808] Meral Altındal, Osmanlıda Harem, Altın Kitaplar Y. İst, 1993, s. 68
1809] Alphonse de Lamantine, Osmanlı Tarihi, Sabah Y. c.I, s. İst, 1991, c. 1, s. 518
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi saltanat döneminde köle ve câriye ile ilgili uygulamalar, Kur’an’daki köle konusunu doğru anlamamıza en büyük engel teşkil etmektedir. Bütün imtiyazlara son verme iddiasında bulunan İslâm, Allah dışındaki bütün bağımlılıklara karşı mücâdelenin adıdır. Zaten İslâm savaşlarının hedefi de dünya halklarını Allah’ın kendilerine sunmuş olduğu özgürlüklerine kavuşturmak, kulların kulları kul edinmesini yasaklayıp tüm insanları sadece Allah'a kulluğa çağırmak değil midir? Ve nasıl olur da böyle bir din, köleliği kabul edebilir?
Allah’a rağmen ve her türlü köleci zihniyete karşı hayatını mücâdeleyle geçiren Rasûlü’ne rağmen, meşru imişçesine kölelikle ilgili hüküm geliştirenler, vahyi düşüncelerinin temeline almamaktadırlar. Vahiyle aramıza konan bu engel, doğru-yanlış demeden, savunma psikolojisiyle tarihte yapılanları kutsamak yerine; meselelere Kur’an bütünlüğünde bakmakla aşılacaktır. Aksi takdirde zihnimizi bir yığın hurâfe ile doldurduktan sonra oluşturduğumuz bakış açıları ile Kur’an’ı anlamamız mümkün değildir. 1810
İslâm, insanları her çeşit tutsaklıktan kurtarıp her bakımdan hürriyete kavuşturmak için gelmiş, Allah'a kulluğun dışındaki tüm kullukları reddetmiştir. Hz. Ömer (r.a.)'in dediği gibi, anaların hür doğurduklarını köle edinmeye kimsenin hakkı yoktur. İslâm, köleliği onaylasa idi, onu âzâd etmeyi hayırlı bir iş olarak görmez, kaynaklarını da kurutmazdı.
Câriyelerin Avret Yeri; Dine Bundan Büyük İftira Olamaz: "Örtünmelerini Din Yasaklıyor!"
Câriyeler konusundaki tartışmalardan biri de, câriyelerin hür kadınlar gibi örtünmesinin yasak olduğu inancıdır. Bu konuda açık bir âyet ve hadis bulunmamaktadır. Hz. Ömer’in, rivâyetlere göre, başörtülü bir câriye gördüğünde (Y.Ö.K. gibi) onu kamçıladığı ve “Ey kokmuş câriye! Hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?” dediği iddiâ edilmiştir. Bu rivâyet üzerine binâ edilen fıkhî hükümler, dinin nasıl yozlaştırıldığının önemli verilerindendir. (Kur’an’ın örtünme ile fitne ve fuhşa giden yolların tıkanmasıyla, genel ahlâkla, câriyelerin normal kadın statüsüne çıkarılması ve câriyeliğin kaldırılmasına giden yolla... ilgili tüm hükümleri gözardı edilmiş, bu konulardaki âyetler görmezden gelinmiş, Rasûl’ün sünnetinden de aksine hiç delil bulunmamış olmasına rağmen bir sahâbeden gelen rivâyetin sıhhati de değerlendirilmemiş, sözgelimi, kütüb-i sitte gibi sahih kabul edilen hadis kitaplarında da olmamasına rağmen sahih kabul edilmiş ve de sahih olsa bile Kur’an ve Sünnet çerçevesinde te’vil ve yorumu yapılması gerektiği halde bu rivâyet, her hükmü iptal edecek şekilde tek başına hüküm kaynağı olmuştur.) Meselâ Hanefî mezhebine göre câriyenin başörtüsüz namaz kılması gerekir.
Dört mezhebe ve özellikle Mâlikî mezhebine göre, kadınların örtünmesi ile ilgili Kur’an âyetleri, sadece hür kadınlara mahsustur ve câriyenin avreti, erkek gibi diz kapağı ile göbeğinin arasıdır. Ayrıca câriyelerin satışında tanınmasını temin edecek kadar yerlerine bakılabilir, hatta göğüslerine ve benzeri yerlerine dokunulabilir, etinin yumuşaklığı-sertliği kontrol edilebilir1811 şeklindeki
1810] H. Koç, Câriyeliğin Mantığı ve Kölelik, Haksöz, sayı 51 (Haziran 95)
1811] Daha geniş bilgi için bkz. Hüseyin Hatemi, İlâhi Hikmette Kadın, İşaret Y. İst, 1995, s. 257 vd.
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 373 -
fetvâlarla zihinlerimizde savaş esirlerinin satıldığı pazarlar canlanıyor ki, bu pazarlarda câriyelerin satılışında ahlâk kuralları da bir tarafa itiliyor ve iffetli olmak isteyen müslüman olmuş câriyeler emîru’l-mü’minîn tarafından kırbaçlanıyor. Oluşturulan bu tablo, Kur’an’ın insana verdiği değer ve Rasûlullah’ın kölelikle mücâdelesine karşı yapılmış bir ihânettir. Bir yandan İslâm’ın köleliği kaldırdığından övgüyle bahsedilirken öte yandan İslâm topraklarında köle pazarları düşünmek nasıl bağdaşabilir? Atalarının köle pazarları ve harem dairelerini meşrûlaştırma çabasıyla oluşturulan bu çarpık inancın Kur’anî ve mantıkî hiçbir temeli olamaz. 1812
Câriyenin avret yeri konusunda, sınırları tâyin eden bir âyet olmadığı gibi, sahih bir hadis de yoktur. Zâhirîlerin dışında cumhûrun görüşü, câriyenin avret yerinin erkeğinki gibi olduğudur. Fakat Zâhirîlerin dışında, bu görüşe katılmayan az da olsa âlimler vardır. Meselâ, el-Hasenu'l-Basrî'ye göre, evlenen veya kişinin kendi için edindiği câriyenin başını örtmesi gerekir. Atâ'ya göre câriyenin namazda başını örtmesi müstahaptır.
Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebinde, câriyenin avreti ile erkeğin avreti arasında ayrım yapılmamaktadır. Zâhirîlere göre ise câriye, bu konuda hür kadınlar gibidir. Hanefîlere göre câriyenin avreti, erkeğin avreti gibidir. (Erkeğin avretine ek olarak karnı ve sırtı ile iki yanı da avret sayılır.) Çünkü Hz. Ömer, bir câriyeye şöyle demiştir: "Ey Deffâr! Başörtüsünü at, yoksa hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?" (Zeylaî bu hadis rivâyeti hakkında "gariptir" demiştir. Kütüb-i Sitte'de bulunmayan bu mânâdaki bir hadis rivâyetini -ehl-i sünnete göre sahâbenin sözü de hadis kabul edilmiştir- Abdürrazzak Hz. Ömer'den rivâyet etmiştir. Beyhakî de bu hadisi rivâyet etmiştir.) Aynı zamanda câriyeler, efendilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için âdet olarak iş elbiseleri ile dışarı çıkarlar, dolayısıyla güçlükleri gidermek için yabancılar, mahremleri gibi kabul edilmiştir. Mâlikî mezhebine göre, câriyeler avret konusunda aynen erkekler gibidir. Câriyenin namazda avret yeri, uyluklar ile birlikte iki müstehcen uzuvdur. Bu uzuvlardan bir kısmı açıldığı zaman yahut kişi uyluğunun tamamını veya bir kısmını açtığı zaman, vakit içinde namazını kesin olarak iâde etmelidir. Şâfiîlere göre câriyenin avret yeri erkeğin avret yeri gibidir. Çünkü her ikisinin başı avret olmamak bakımından birbirine benzemektedirler. Baş ile kollarının açılmasına ihtiyaç vardır. Hanbelî mezhebine göre, câriyenin avret yeri erkeğinki gibi olup diz kapağı ile göbeği arasıdır. Çünkü Amr bin Şuayb'tan rivâyet edilen merfû hadiste şöyle buyrulmuştur: "Sizden biri erkek kölesini, câriyesi veya hizmetçisi ile evlendirirse, bu câriye yahut hizmetçinin avret yerine hiç bakmasın. Çünkü göbeği ile diz kapağı arası avret yeridir.” 1813
Bir fıkhî fetvâdan daha alıntı yapalım: "Kişi, kendi câriyesiyle istifraş edebilir, onu yatak hizmetlerinde nikâhsız olarak kullanabilir. Başkalarının câriyeleri de, mahrem olan kadınlar gibidir. Erkekler, mahrem (nikâhları kendilerine haram olan, birinci derecede yakın akrabalar) kadınların bakabilecekleri ziynet yerleri gibi, başkalarının câriyelerinin ziynet yerlerine de bakabilir ve dokunabilirler. Ama mahrem kadınlarında olduğu gibi göbekle diz kapağı arasına bakmaz ve dokunmazlar. Bu konuda kanıt, şu olaydır: Hz. Ömer, örtülü bir câriye görmüş,
1812] H. Koç, a.g.m., s. 40
1813] Vehbe Zuhayli, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Risâle Y. c. 1, s. 458-465
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çubukla örtüsüne dokunup: "Şu başörtünü at, ey kokmuş! Hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?" demiş. Bu da câriyenin başına, saçına, kulağına... bakmanın helâl olduğunu gösterir. Yine Ömer (r.a.) satılmakta olan bir câriyenin yanına geldi, eliyle kadının göğsüne vurdu ve: "Haydi, alın!" dedi. Eğer câriyenin göğsü haram olsaydı, elbette Ömer ona dokunmazdı. Kaldı ki insanlar, câriyenin alım-satımı esnâsında kadının derisinin yumuşaklık ve sertliğini öğrenmek isterler. Çünkü buna göre kadının fiyatı değişir. Bundan dolayı câriyenin avreti de diğer mahrem kadınların avreti gibi sayılmıştır. Bunlarla yalnız başına bulunmak, beraber yola gitmek câizdir. Hem bakıp hem dokunduğu zaman şehvetinin uyanacağından korkan kimse, yalnız bakmakla yetinir. Fakat satın almak istediği câriyeye istek (şehvet) duysa da, yine bakabilir; hatta Ebû Hanife'ye göre (şehvetle) dokunabilir de."1814 Bu anlayış sonucu, müslüman bir câriyenin namaz kılarken bile başını örtmesine müsâade edilmemiş; bu zulüm, kitaplarda müslümanlara İslâm adına tavsiye edilebilmiştir.
Bu fıkhî görüşlere rağmen, Kur'an ve Sünnet ekseninde olayı değerlendirdiğimizde, erkekleri fitneye düşürecek her türlü kıyafet ve açıklığın yasaklandığını, kadın ve kızların örtünmelerinin dinin şiarlarından olduğunu belirtmeliyiz. Kur'an, toplumu âdî şehvet duygularından korumak, güzel ahlâkı korumak için normal bir giyim emretmiştir. Kadının erkeklerin şehvet nazarlarını üzerine çekmeyecek biçimde sokağa çıkmasına müsaade edilmiştir. Müslüman câriyeler için tesettürün erkeklerinkiyle aynı olması, Kur'an ve Sünnetten değil; tarihin yanlış örfünden kaynaklandığı kanısındayız.
Âyet ve hadislerde kadının örtünmesi konusundaki emirlerde câriyelerin istisnâ edilmediği, emrin genel olduğu değerlendirilmelidir. "Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boğaz, baş, gerdan, kol, bacak ve kulakları gibi yerlerini) açıp göstermesinler."1815 Bu âyette Allah, mü'min kadınların örtünmelerini emrediyor. Mü'min câriyelerin açılmalarına izin veren herhangi bir âyet de kesinlikle yoktur. "Allah, bülûğa ermiş kadının namazını başörtüsüz kabul etmez."1816 ve "Kadın bülûğ çağına erince elleri ve yüzü dışında başka yerlerinin başkasına görünmesi helâl olmaz."1817 şeklindeki hadisleri, bu konuyla ilgili de değerlendirmek zorunda olduğumuz kanaatini taşıyoruz. Yoksa, çarşıda sokakta câriyelerin göbeklerinin üstü açık, yani üstsüz veya şeffaf bir giysiyle dolaştıklarını düşündüğünüzde bunun İslâm âdâbı ile ne kadar bağdaşacağını ve bunun dinin verdiği bir hak olduğunu nasıl iddiâ edersiniz?
Köle Âzâd Etme ve Önemi
İslâm, köleliğin kaldırılmasının önemli bir adımı olarak, insanın gönlüne hitap ederek köle âzâd edilmesini tavsiye etmiş, takvâ sahibi olmak isteyenler için köleyi hürriyetine kavuşturmayı büyük bir fazilet ve sevap olarak takdim etmiştir. Bunun yanında bazı hallerde ise, köle âzâdını zorunlu kılmıştır. Kölesiz yapamayan insan ve toplumlara, ilk olarak kölelere insanca muâmeleyi şart koşmuş, savaş dışında köleleştirme kaynaklarını kurutmuştur. Sonra, sınıf farklılığının yok
1814] Bedâyiu's-Sanâyi fî Tertîbi'ş-Şerâyi', c. 6, s. 2956; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 3, s. 244
1815] 24/Nûr, 31
1816] İbn Mâce, Tahâre 132; Tirmizî, Salât 160; Ahmed bin Hanbel, IV/151, 218, 259
1817] Ebû Dâvud, Libâs 31
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 375 -
edilmesi için ilk aşamalardan biri olarak köleleri hürriyete kavuşturmanın fazilet ve güzelliklerini göstermiştir. Bu yol bile İslâm’ın ilk yayılış yıllarında dahi köleliği kaldırmak için nasıl bir yol izlediğini göstermesi açısından önemlidir.
Kur’an, âhirette zor hesabı verip, sırat köprüsünden geçmek gibi zorlukları yeneceklerin durumunu “sarp yolu aşmak” olarak vurgular ve bunun köleyi âzâd etmek sâyesinde mümkün olacağını belirtir. "Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek." 1818
İslâm, bazı hata ve günahların cezâlarından kurtulmak için keffâret olarak köle âzâdını şart koşar. Meselâ, hatâ ile bir mü'mini öldüren kişinin, öncelikle mü'min bir köle âzâd etmesi gerekir. “Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimsenin, mü’min bir köle âzâd etmesi ve ölenin âilesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğerki ölünün âilesi o diyeti bağışlamış olsun! (Bu takdirde diyet gerekmez.) Eğer ölen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mü’min bir köle âzad etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise âilesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü’min köleyi âzad etmek gerekir...”1819 Yine yeminin keffâret yollarından biri de köle âzâd etmektir. “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, âilenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek veya bir köle âzad etmektir...”1820 Zıhar yapanlar da köle âzâdıyla mükellef tutulmuşlardır: “Kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir...” 1821
Kur'an'a göre köleyi âzâd etme sebeplerinden biri de kölenin "mükâtebe" istemesidir. Yani kölenin sahibine belirli bir mal veya para verdiği takdirde, âzâd edileceği hususunda karşılıklı anlaşmaya varmış olmalarıdır. İslâm’ın özgürlüğe ne kadar kıymet verdiği, bu nevi köleler için gerekli malın/paranın elde edilmesi hususunda her türlü çareyi araştırmış olması, bunun açık delilidir. Onlara, kendi boyunlarını kölelik zincirinden kurtarmak için anlaşmış oldukları malı toplayabilme hususunda, hür insanlar gibi davranmak, akidler yapmak, ticaretle meşgul olmak, almak ve satmak yeterliliklerini vermiştir. “Ellerinizin altında bulunan (köle ve câriye)lerden, mükâtebe (akdi) yapmak isteyenlerle -eğer kendilerinde iyilik görürseniz- mükâtebe yapın. Allah’ın size verdiği malından onlara da verin.”1822 Kölenin sosyal hayatta tek başına ayakta kalabilmesi için mükâtebe ile belli bir geçiş dönemi yaşaması da özgürlüğüne kavuştuktan sonraki zorlukları en aza indirebilmek için ideal bir yöntem olarak gözüküyor.
Kur’ân-ı Kerim’in zekât verilecek kişilerden olarak köleleri zikretmesi (bizzat devlet eliyle köleliğin kaldırılmaya çalışılmasına çarpıcı bir örnektir. Çünkü zekâtı toplayan, organize eden, dağıtan İslâm devletidir. Zekât, İslâm devleti tarafından toplanan özel bir vergi olduğuna göre, İslâmî devletin kendisi, kölelerin hürriyete kavuşmaları için bir fon ayırmaktadır. Ayrıca, İslâm hukukunda
1818] 90/Beled, 11-13
1819] 4/Nisâ, 92
1820] 5/Mâide, 89
1821] 58/Mücâdele, 3
1822] 24/Nûr, 33
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mecburi veya kanuni olarak köle âzâdının gerektiği yerlerden bahsedilmektedir. Meselâ savaş esnâsında müslümanlara sığınan İslâm’ı kabul etmiş bir köle hürriyetine kavuşur. Bir’den fazla sahibi bulunan köle, âzâd edilmeyen payın bedelini efendisine ödemekle mükelleftir. Yine bir kimse kölesini kendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşturmak üzere âzâd edebilir ki buna tedbîr denilir.
Kur’an’ı en iyi anlayan ve hayata geçirilmesinde müslümanlar için örnek olan Allah Rasûlü, vefat ettiğinde bir tek kölesi bile bulunmuyordu; onu örnek almak zorunda olan bütün müslümanların da bu yolu izlemeleri gerektiği halde, tarihte makam ve mal sahibi çoğunluğun kölesiz yapamamaları Kur’an ve Peygamber çizgisinden sapmak olarak değerlendirilebilir.
Şimdi de hadis-i şeriflerde köle âzâd etmenin sevap ve faziletini görelim: “Kim bir mü’min köleyi âzâd ederse, Yüce Allah onun huzuruna karşılık âzâd edenin bir uzvunu cehennem ateşinden âzâd eder. (Hatta fercine karşılık fercini.)”1823 Vâile İbnu’l-Eskaf (r.a.) anlatıyor: “Kendisine -katl sebebiyle ateş- vâcip olan bir arkadaşımızla Rasûlullah (s.a.s.)’a gelmiştik. “Ona bedel bir köle âzâd edin, Allah da onun her bir uzvuna bedel sizden bir uzvu ateşten âzâd etsin!” buyurdu.”1824; "Hiçbir evlât babanın hakkını ödeyemez. Ancak, onu köle olarak bulup da satın alır ve onu âzâd ederse, o başka." 1825
İslâm, kölelerin otomatikman özgür olacakları durumları da hayli genişletmiştir. Meselâ, köleler, dâru’l-harp veya dâru’l-küfürden çıkıp dâru’l-İslâm’a girince kendiliğinden özgür olurlar. Efendisinden çocuk doğuran câriye, otomatikman, efendisi öldükten sonra hür haline gelir, zaten “ümmü’l-veled denilen böyle câriyelerin doğurduğu çocuk da hürdür. "Kimin câriyesi, kendisinden bir çocuk doğurmuşsa, o câriye (ümmü veled olur ve) kendisinin vefatından sonra hür olur." 1826
Peygamber’in (s.a.s.) emrine göre, bir köledeki hissesini âzâd eden kimse, eğer malı varsa, diğer hisse karşılığını da ödeyerek köleyi tamamen özgür kılmalıdır. Kim kölesine işkence eder ya da ona büyük bir ceza verirse veya iğdiş ederse, kölesi özgür olur. Köleye ağır cezâ vermek haram olduğu gibi, aynı zamanda bu suçun keffâreti, o kölenin âzâd edilmesidir: "Kim kölesine tokat atar veya onu döverse, keffâreti o köleyi âzâd etmesidir."1827 Muâviye İbn Süveyd dedi ki: "Bir kölemize tokat atarak kaçtım. Sonra öğleden evvel geldim ve babamın arkasında namaz kıldım. Babam köleyi de, beni de çağırdı ve köleye: "Ona misilleme yap!" dedi. Köle affetti. Sonra babam şunu söyledi: "Biz Mukarrin oğullarının Rasûlullah devrinde bir hizmetçimiz vardı. Birimiz onu tokatladı. Bu, Peygamber'in kulağına ulaşmış da: "Onu âzâd edin!" buyurdu."1828 Ebû Mes'ûd el-Bedrî (r.a.) şöyle dedi: "Bir kölemi kırbaçla dövüyordum. Derken arkamdan bir ses işittim. "Bilmiş ol ey Ebâ Mes'ûd!" diyordu. Ben öfkemden dolayı bu sesi anlayamadım. Bana yaklaşınca bir de baktım ki Rasûlullah (s.a.s.) imiş! Bana: "Bilmiş ol ey Ebâ Mes'ûd ki, Allah senin üzerine, senin bu köle üzerine olan kudretinden daha kaadirdir/muktedirdir"
1823] Buhârî, Keffârât 6, Itk 1; Müslim, Itk 21-24, hadis no: 1509
1824] Ebû Dâvud, Itk 13, hadis no: 3964
1825] Müslim, Itk 25, hadis no: 1510; Ebû Dâvud, Edeb 120; Tirmizî, Birr 8; İbn Mâce, Edeb 1
1826] Kütüb-i Sitte Terc. C. 17, s. 310, hadis no: 790 -2525- (6777)
1827] Müslim, Eymân 29, hadis no: 1657
1828] Müslim, Eymân 31, hadis no: 1658; Tirmizî, Nüzür 14, hadis no: 1542; Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 55166, 5167
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 377 -
buyurdu. Ben de: Yâ Rasûlallah, o Allah rızâsı için hürdür! Bundan sonra ebediyyen bir memlûk dövmem!" dedim. Bunun üzerine: "Beri bak! Eğer bunu yapmasaydın senin yüzünü mutlaka ateş çalardı (çarpardı)!" buyurdu. 1829
Önemli ve faziletli olan köleye ihtiyacı olduğu halde âzâd etmektir. Bu, nefse ağır gelen sarp yokuştur, ama onu aşarak insan yücelir. Yoksa öldükten sonra köle âzâdı gerçek anlamda ve önemli bir fazîlet değildir: “Köleyi ölme ânında âzâd edenin misali, doyduğu zaman hediyede bulanan adam gibidir.”1830; "... Câriyesi olan bir kimse, o câriyeyi besler, gıdasına iyi bakar; sonra onu terbiye eder ve terbiyesini güzelce yapar da sonra âzâd ederek kendisi ile evlenirse ona da iki ecir vardır."1831 Bir bedevî: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana bir amel öğret de beni Cennete koysun” demişti. Rasûlullah (s.a.s.): “Bir neseme (can) kurtar veya bir köle salıver” buyurdu. Adam: “Onun ikisi de bir değil mi?” dedi. Allah Rasûlü buyurdu ki: “Hayır, bir can kurtarmak, onu âzât etmekte senin yalnız ve tek olmandır. Fekk-i rakabe, yani bir köleyi salıvermek ise onun âzât edilmesine yardım etmendir.” 1832
Allah Rasûlü, hayatında bütün kölelerini âzâd etmiştir. O, ümmetine örnek olmak için âzâd etmek üzere çok sayıda köle alıp, eğitip âzâd etmiştir. Hz. Ali’nin, önemine binâen sayfalara yazdığı ön önemli Peygamber tavsiyelerinden biri kölelerin hürriyete kavuşturulmasıdır: Ebû Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: “Hz. Ali’ye (r.a.): ‘Ey mü’minlerin emîri! Yanınızda Kur’an’da bulunmayan yazılı bir şey var mı?’ diye sormuştum. Şöyle cevap verdi: ‘Hayır! Dâneyi yar(ıp ondan filizi çıkar)an ve insanı yaratan Zâta kasem olsun! Bildiğim şeyler, Allah’ın Kur’an’da olanı anlamak üzere kişiye verdiği anlayış ve bir de şu sahifede bulunanlardır. ‘Peki, bu sahifede ne var?’ dedim. ‘Diyet(le ilgili ahkâm), esirlerin hürriyete kavuşturulması (ile ilgili emir), kâfir karşılığında müslümanın öldürülmeyeceği!” cevabını verdi.”1833 Hürriyet, fıtrî bir özellik, Allah’ın tüm yarattıklarına verdiği bir haktır. Bu yüzdendir ki Hz. Ömer (r.a.): “Ne hakla, insanları köleleştirdiniz? Hâlbuki anaları onları hür olarak doğurmuştur” demiştir. Yani, onların hür olmaları, fıtrî bir husustur.
Fukahânın “Şâri’, daima hürriyeti yeğler” şeklindeki sözü, fıkhî kaidelerden birini meydana getirir. Bu, hukukun en önemli gâyelerinden birinin, köleliği ortadan kaldırmak ve hürriyeti yaygınlaştırmak olduğunu gösteren düzenlemelerin tümevarım yoluyla incelenmesi sonucu ortaya konulmuştur.
Kölelikle İlgili Bazı Kelime ve Terimler
Kul: Osmanlılarda kullanıldığı şekliyle köle mânâsınadır. Yeniçeri için kullanılırdı. Yeniçeri ve altı bölük süvari askerine Kapıkulu veya Padişah kulu denirdi. Padişahlar bunlara "kullarım" diye hitap ederdi. Bunun gibi bütün devlet adamları, hemen tamamen enderundan yetiştikleri için, padişahın kulu sayılırlardı. Satın alınmış köle veya câriyeler de kul diye anılırdı. Aslında, bırakın askere, normal kölelere bile köle olduğunu hatırlatıp “kullarım!” demesine dinimiz müsâade etmez. Allah Rasûlü, bir efendinin kölesine bile “kulum!” veya
1829] Müslim, Eymân 34, 35, hadis no: 1659; Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 5159, 5160; Tirmizî, Birr 30, hadis no: 1949
1830] bû Dâvud, Itk 15, hadis no: 3968; Tirmizî, Vesâyât 7, hadis no: 2124)
1831] Müslim, İman 241 -154-; Buhârî, İlim, Itk, Cihâd; Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, Nikâh
1832] Ahmed bin Hanbel, IV/299
1833] Buhârî, Diyât 31, İlim 39, Cihad 171; Tirmizî, Diyât 16, hadis no: 1412; Nesâî, Kasâme 12
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“kölem!” demesini kesin bir dille yasaklamıştır: "Sakın biriniz (kölesine:) 'abdim" ve 'emem' (kulum, kölem) demesin! Hepiniz Allah'ın abdleri/kullarınız ve hepinizin kadınları Allah'ın emeleri/kullarıdır. Fakat 'benim gulâmım/oğlum, benim câriyem, benim fetâm (delikanlım), benim fetâtım (genç kızım) desin! Köle de (efendisine:)'Rabbim' demesin, fakat 'seyyidim (efendim)' desin. Zira hepiniz memlüklersiniz/kulsunuz; Rab de Aziz ve Celil olan Allah’tır." 1834. Kendisinin halkın rabbı/efendisi olduğunu ilân edip1835 “kullarım!” diye hitap eden, aslında insanların hakkı olan bazı şeyleri başa kakarak hatırlatan zâlim Firavun’un bu durumu, insanları köleleştirmekten başka bir şey değildir: “(Mûsâ (a.s.), Firavun’a:) O nimet diye başıma kaktığın ise, (aslında) İsrâil oğullarını kendine kul ve köle etmendir.” 1836
Yeniçerilere kul denildiği başları olan ağaya da kul ağası denilirdi. Kapıkulu: Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı ücretli asker. Bunlara Dergâh-ı âli kulları da denirdi. Yeniçeri ocağı mensupları hakkında "kul tâifesi" denirdi. Ocak bireyleri padişahın kulu sayıldığı için yeniçerilere kul tâifesi denilmiştir. Genel olarak, sultana bağlı asker ve hizmetlilere kapı kulu denilirdi. Sonradan, sultana ve onun anlayışına bağlı bilginlere de da kapıkulu mollaları denilmeye başlanmıştır. Bu tür resmî görevlere de “kulluk görevi” denilirdi, sonradan bu “kolluk görevi” şekline dönüştü. Eskiden karakollara kulluk denirdi; kul yeri demekti. İnzıbatı temine mahsus karakollara "kulluk", buralarda nöbetçi olarak bekleyen yeniçerilere de kullukçu veya karakullukçu denirdi. Şimdiki "karakol" tâbiri, Osmanlılar zamanındaki "karakul" kelimesinin bozulmuş şeklidir. Kulluğun ismi değişse de cismi değişmemiş olacak ki, özellikle karakollardaki görevliler, kendilerine yakıştıramadıkları bir uygulama yapmak zorunda olduklarında hâlâ öyle derler: “ne yapayım, ben emir kuluyum!”
Reâyâ: Raiyyet kelimesinin çoğuludur. Kelime mânâsı güdülen, idâre olunan kimseler olup genellikle Osmanlı tebaası ve daha özel anlamda müstahsil (üretici) köylü anlamında kullanılmıştır.
Devşirme: Saray hizmetleriyle yeniçeri ocağında kullanılmak üzere toplanan hıristiyan çocuklarına denir. Yıldırım Bayezid'in Ankara mağlûbiyetinden sonra fetihlerin duraklaması sebebiyle yeniden esir elde edilememesi üzerine Acemi oğlan ihtiyacı için hıristiyan tebaadan alınmaya başlanan genç çocuklar ve onların böylece alınmasına devşirme adı verilirdi. İhtiyaca göre üç beş senede bir ve bazen daha uzun fâsılalarla hıristiyanlardan 8-20 yaş arasındaki çocukların gürbüz ve sağlam olanları alınırdı. Kırk evden bir oğlan hesabıyla ihtiyaç oranında devşirilen çocukların daha çok 14-18 yaş arasında olanları tercih olunur ve evliler alınmazdı. Kanun gereği çocukların en asilleri, papaz çocukları, iki çocuğu olanın biri, birkaç çocuğu olanın en güzeli ve sıhhatlisi seçilirdi. Bir oğlu olanın çocuğu alınmaz, babasının hizmetine bırakılırdı. Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Uzun boylu ve endâmı mütenâsip olanlar saray için seçilirlerdi. Yahûdiler (ticaretle meşgul olduklarından) onlardan devşirme hiç alınmaz, sadece hıristiyan çocukları toplanırdı. Devşirmelik; Arnavut, Bulgar, Ermeni ve Bosnalılara münhasırdı.
1834] Buhârî, Itk 17; Müslim, Elfâz 13, 14, 15, hadis no: 2249; Ebû Dâvud, Edeb 83, hadis no: 4975, 4976
1835] 79/Nâziât, 24
1836] 26/Şuarâ, 22
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 379 -
Tek oğul, yahudi ve evlilerden başka; köy kethüdâsı (köy kâhyası, muhtarı)nın oğlu, çoban ve sığırtmaç, köse, kel, doğuştan sünnetli, Türkçe bilen, sanat sahibi, İstanbul'a gelip gitmiş, çok uzun veya çok kısa boylu olanlar da devşirilmezdi. Rus, çingene ve Acemlerden oğlan devşirmek kesinlikle yasaktı. Devşirilen çocuklar sürü denilen 100-200 kişilik kafileler halinde ve sürücülerin muhâfazası altında hükümet merkezine sevkolunurdu. Sürü, devlet merkezine gelince iki üç gün istirahat eder, oğlanlar şehâdet getirtilip müslüman edilirdi. Sonra yeniçeri ağası tarafından teftiş olunur, içlerinde sünnetli bulunup bulunmadığına bakılır, uygun çıkanlar eşkâl defterine kaydolup Acemi ocağı cerrahı tarafından sünnet edilirlerdi. Bundan sonra güzelleri saray için, gürbüzceleri Bostancı ocağı için ayrılır, öbürleri Anadolu ve Rumeli ağaları vasıtasıyla Türk köylülerine dağıtılırdı. Buna Türke vermek denirdi. Orada belirli bir müddet hizmet ettikten sonra eşkâli yoklanıp Acemi oğlanı yazılırlardı. Bu Acemi oğlanlar, ihtiyaca göre devşirilirdi. Bazen ölenler, kaçanlar ve kapıya çıkarılanlar çok fazla olduğu zaman, noksanı kapatmak için de oğlan devşirilirdi. Osmanlı ricâlinin çoğu, devşirme usûlüyle alınan, İslâm ve Osmanlı terbiyesi gören hıristiyan çocuklarından yetişme idi.
Esir (esâret): Arapçada “savaş tutsağı” karşılığında kullanılan esîr kelimesi, “ip vb. şeylerle sağlamca bağlamak” anlamındaki esr (isâre) kökünden türemiş bir sıfattır. Esâret de, esir olma hali, esirlik, tutsaklık demektir. Arap dilinde ve Kur’an literatüründe “savaş tutsağı” anlamında kullanılmasına rağmen, Osmanlı kaynak ve belgelerinde, bu anlam yanında, daha çok “köle” anlamında kullanılmış olup “esirci, esir tüccarı, esir pazarı, esirciler şeyhi” gibi tâbirler, köle alım satımıyla ilgilidir. Türkçeye bu şekilde geçmesine rağmen, İslâmî ıstılahta “esir” ile “köle” farklı anlamdadır.
Osmanlılarda, harpte alınan esirlerden Acemi Ocağına yaramayanlar veya sayısı beşten aşağı olanlardan devlet pençik resmi adıyla belli bir vergi alır, bu vergiye esas olmak üzere esirleri yaşlarına göre sıraya koyardı. Buna göre erkek esirler: 1- Şirhor (süt emen demektir, yani henüz meme emen) 2- Beççe (yavru anlamındadır, 3 ilâ 8 yaşındaki çocuklar için kullanılır), 3- Gulâmçe (çocuk anlamındadır, 8 ilâ 12 yaşındakiler için kullanılır), 4- Gulâm (delikanlı anlamındadır, bıyığı yeni terlemiş, bülûğa ermiş oğlanlar için söylenir), 5- Sakallı (iyice tıraşı gelmiş genç veya orta yaşlı), 6- Pir (yaşlı, ihtiyar) olmak üzere sınıflara ayrılırlardı. Kadın esirler ise, buna uygun olarak şu isimleri alırlardı: Şirhor: Şirhor, Beççe: Duhterek, Gulâmçe: Duhter, Gulâm: Ümmü'l-veled, Sakallı: Mariye, Pir: Acûze ve daha ihtiyar olursa Fertûte. Bundan başka, bir kusuru olanına Ma'yûbe, hastalıklı bulunana Bîmâre dendiği gibi esirler arasında vücutça sakatlığı bulunanlar da bu sakatlığa göre Yekdest (tek elli), Yekçeşim (tek gözlü) vb. şeklinde anılırlardı.
Osmanlılarla ilgili belgelerde baba adları “Abdullah” diye geçen şahıslar, umûmiyetle köle veya hıristiyan asıllı kişilerdir.
Esirci: Kölelik milletlerarası anlaşmalarla kaldırılmadan önce esir alıp satanlara verilen isim. Satmak üzere İstanbul'a kız getiren erkeklere "esirci esnafı" veya "esir tüccarı" da denirdi. Esir tüccarları, getirdikleri kızları esir pazarına götürüp sattıkları gibi, çoğu İstanbul'lu olan esirci kadınlar vasıtasıyla sattıkları olurdu.
Esirci, köle ticareti yapan kimsedir. Osmanlı Devletinde esir ticâreti, Orhan Gâzi’nin son zamanlarında görülmeye başlanmış, I. Murad’ın tahta çıkmasının
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilk senelerinde esircilik mesleği ortaya çıkmıştır. Osmanlılar’da esircilik, müslümanlara mahsus bir esnaflıktır; gayri müslimlerin esir ticâreti yapmalarına izin verilmemiştir. Osmanlı Devleti’ndeki esircilerin sayısını tesbit etmeye imkân yoktur. Reşad Ekrem Koçu, 17. asırda yaşamış büyük yazar Evliya Çelebi’nin sadece İstanbul’da Esirhâne esnafının 1 ağa ve 400 kişi ile denetlediği Esirciler Bezirgânı esnafının iki bin kişi olduğunu belirttiğini söylemektedir.
Esir pazarı: Esirlerin satıldığı yer. Osmanlılarda İstanbul'da Tavukpazarı civarında bulunan ve esirlerin satılması için kullanılan yere denirdi. 1847'de esirciliğin ilgâsı üzerine bu pazar kapatılmıştır. Bundan başka 16. Yüzyıl sonlarına kadar Cerrahpaşa Câmiinin biraz ilerisinde Arkadyus meydanı diye anılan yer, esir pazarı olarak kullanılmıştır. Burada daha çok kadın esirler satılır, bu yüzden de "avrat pazarı" diye anılırdı. Fakir kızların yanında, asil ve zengin kızların da satıldıkları olurdu. Satılığa gelen câriyeler arasında güzel, çirkin her çeşidi bulunduğu gibi, güzelliğine, yaşına ve seviyesine göre her fiyatta kızlar vardı. Beğenilen câriyenin; uykusunu tecrübe için bir gece müşterisinin evinde bırakılması âdetti. Eğer uykusu ağırsa, horluyorsa fiyatında indirim yapılırdı. Câriyenin bedeli, doktor ve ebe muâyenesinden sonra verilir, esirci kadın da hem tüccardan, hem müşteriden tellâliye (komisyon) alırdı. Satın alacak erkek, kızın göğsünü, kollarını ve dizlerine kadar bacaklarını muâyene ederdi. Esir pazarı 1847'de dağıtıldıktan sonra zenci köle ve câriyeler, Fatih civarında bazı hanlarda, Çerkesler de Tophane'deki evlerde esirciler tarafından satılırdı. Durumu müsait olan bazı kişiler de, küçük çerkez câriyeler alırlar, evlerinde kimine saz, kimine raks öğretirler, bazılarını da çağına geldiklerinde odalık olmak üzere sağlıklarına ve terbiyelerine özen göstererek yaşları ve hünerleri yeterli olunca ağır paha ile satarlardı. Hicrî 1263, milâdî 1847'de esir pazarının dağıtılması üzerine esir tüccarı tarihe karışmış ise de, köle ve câriye alım satımı 1908'e kadar devam etmiştir.
Başta İstanbul olmak üzere, Osmanlılarda çeşitli merkez şehirlerde esir pazarları kurulmuştur. Bazı büyük panayırlarda esir satışına mahsus bölümler olduğu görülmektedir. Osmanlı Devletinde köle ticaretinin yasaklanmasında, Koca Reşid Paşa’nın ve dolayısıyla İngiliz tesirinin olduğu kesindir. Osmanlı Devletinin son seksen yılında köle ticareti resmen yasak olmakla beraber, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar bu alış-veriş devam etmiştir.
Bugünkü medyanın bazı şeyleri reklâmladığı veya pazarladığı gibi, yeni yaygınlaşan gazetelerin de 19. yüzyıldan itibaren esir pazarına rakip çıktığı veya onun rolünü de üstlendiği göze çarpar. Örnek olarak şu iki gazete reklâmını iktibas edebiliriz: “”Kabaymak (ebelik) bilir ve yeni dahi doğurmuş sütü gür olarak tâyelik (dadılık, sütanneliği) için satılık bir Arap câriye olmağla, üç bin kuruşa doğru verileceği sahibi tarafından haber verildiğinden, isteklisi olur ise, yerini gelip Cerîde-i Havâdis Gazetesi’nden öğrenmesi için derc olundu.”1837, “Âlâ keman ve santur ve saz ve kafes çalgısında yegâne (eşsiz üstünlükte) ve rakkâselikte (dansözlükte) pek âlâ (çok iyi) satılık bir Arap câriye olduğu ve üç bin kuruşa verileceği ve isteyen olur ise Elçi Hanı’nda kahveci Bayburdî Osman Ağa’dan sorulması haber verilmiştir.” 1838
İnsan avcısı: Esir pazarlarında zenginlere satılmak üzere genç ve güzel kızları
1837] Cerîde-i Havâdis, 20; 9 Zilkade 1256 / 2 Ocak 1841
1838] Cerîde-i Havâdis, 57; 7 Ramazân 1257 / 23 Ekim 1841
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 381 -
çeşitli şekillerde çalıp avlayan kimselere denir. Osmanlılarda, Kafkasya'nın güzel kızları, bunları avlamak üzere gizlenen insan avcıları tarafından çalındıkları gibi evlenme vaadiyle de kaçırılırlar yahut istikbal ümidiyle İstanbul'a gelip satılmayı kendileri isterlerdi.
İstifrâş: Bir kadını, bir câriyeyi nikâhsız olarak yatak hizmetinde kullanmak.
Halayık: Câriye demektir. Osmanlılarda câriyelere halayık da denilirdi.
Câriye: Köle kadın veya kız. “Savaş neticesinde esir edilen veya para ile satın alınan erkeklere "köle" denildiği gibi, kadın ve kızlara da "câriye" denilirdi. Sahibi, bunun üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahipti. İstediği işi gördürür, istifraş (yatak hizmeti) eder veya satabilirdi.
Gedikli câriye: Saray câriyeleri içinde bir derece. Saray câriyeleri; Acemiler, Câriyeler, Şâkirtler, Ustalar ve Gedikliler adıyla beş sınıftı. Gedikliden sonra gelen derece, en yüksek olup buna "Kadın" denirdi. Bu "kadınlar", hükümdarların zevcesi sayılır, sayıları dörtten yediye kadar olurdu. En sevilenlerine Haseki, çocuk doğuranlarına Haseki Sultan denirdi.
Odalık: İstifrâş edilen, yani efendisinin yatak hizmetinde kullanılan câriye. Odalık, evin erkeğine ait hususi hizmetler gördürülmek üzere alınan kadınlar hakkında kullanılan bir tâbirdir. İstifrâş edilen, yani yatak hizmetinde kullanılan câriyeye, sadece hizmetçilik yapanlardan ayırmak için odalık denirdi. Efendilerinin "firâşına dâhil olan" (yatağına giren) odalıklar, "câriye" genel adını da taşırlardı. Bütün câriyeler gibi odalıklar da son zamanlarda Kafkas tarafları halkından idiler. Bununla beraber içlerinde başka halktan olanlar da vardı. Bunlar ilkin sırf bu işler için eğitilir, esirciler tarafından güzellik ve câzibelerine göre değerlendirilen fiyatlarla satılırlardı. İçlerinden bir kısmı odalıktan efendilerinin meşrû zevceliğine (nikâhlı karılığına) geçenler olduğu gibi, heveslerini aldıktan veya ihtiyaçlarından dolayı satılarak aynı maksatla başkasının mülkiyetine transfer olanlar da vardı. Odalıklardan ömürleri boyunca esirlik hayatı yaşayanlar, gençlik ve güzellikleri geçtikten sonra evlerin ağır işlerinde kullanılanlar olduğu gibi, azledilenler ve efendileri tarafından evlendirilenler de olurdu. Odalık kullanımı son zamanlara kadar devam etmiş ise de ilk zamanlara oranla azalmış ve özellikle 1908'den sonra tamamen ortadan kalkmıştır. Osmanlı sarayındaki hasekiler odalık idiler.
Hasodalık: Osmanlılarda saray câriyelerinin içinden en genç ve güzel olanlardan, padişahın şahsî hizmetlerinde bulunanlar içinde sultanın gönlünü çelmeye muvaffak olan câriyeye denirdi.
Haseki: Câriyelerden padişahların gözüne girenler hakkında kullanılan bir tâbirdir. (Haseki, aslında, has-eski sözünden değişmiştir. Genellikle bir hizmette eskiyenlere verilen unvândır, Enderun'da çeşitli hizmetlerde kıdem sahibi olanlarla, saray câriyelerinden acemilikleri geçenler içinden padişah tarafından seçilenlere denirdi.) Saray câriyelerinden özel bir konumda olan Gedikli câriyelerden padişahın hizmetinde bulunanlardan bazıları padişahın gözüne girer has odalık, gözde veya ikbal olurdu. Padişahın hanımlarından birisi vefat eder veya gözden düşerse, onun yerine geçerek Kadın unvânını alırlardı. Bunlar, hükümdarların zevcesi sayılırdı. En sevilenlerine haseki, padişahtan çocuk doğuranlarına haseki sultan denirdi.
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Saraya alınan veya hediye edilen câriyeler ilkin "acemi", sonra "kalfa", daha sonra "hazinedar" olurlardı. Bu mertebelere geçme sırasında güzellikleri ve işvebazlıkları dolayısıyla padişahın teveccühüne mazhar olanlar haseki olurlardı. Hasekilerin dört, altı veya yedi tanesi diğerlerinin üstünde idi. Bunlar hükümdarı en sevgisi zevceleri olup kendilerine "kadın" unvânı verilir ve haslar tâyin olunurdu. Ayrı ayrı daireleri ve maiyetleri olurdu.
Osmanlı padişahlarına göre, asıl ve nesilleri çoğunlukla belirsiz veya milliyetleri farklı kadınların nikâhla alınmaları saray gururuna uygun düşmediğinden, evlât yetiştirmelerine ve birçoğu bu özellikle Vâlide Sultanlık mevkiine yükselmelerine rağmen hasekilerin nikâhlanması âdet değildi. Fâtih Sultan Mehmet'ten sonra nikâhla kadın almayı düşünen İkinci Osman'la Sultan İbrahim'dir. Bunlardan birincisi Şeyhülislâm'ın kızını alarak sarayda bir yenilik vücuda getirmek, Osmanlı padişahlarının neslini nikâhsız kadınlardan sürdürme âdetini değiştirmek istemişti. Deli İbrahim ise, hasekilerden birini, düğün yapıp eğlenmek düşüncesiyle nikâhlamıştı. Fakat her iki hareket, bir an'ane mâhiyetini alamadı, onları izleyenler olmadı, istisnâî olarak kaldı. İkinci Abdülhamit zamanına kadar Osmanlı padişahlarının karılarına "haseki", çocuklara "haseki sultan" denilmek âdeti devam etti. Ondan sonra "kadın efendi" unvânı kullanılmaya başlandı.
Aileleri belli olanlardan saraya câriye alınmaması ve bunların hasekilik ve kadın efendilik mevkiine çıkarılmaması, saray sırlarının dışarıya sızdırılmaması maksadına mâtuftu. Çünkü şehir halkından saraya intisap edeceklerin âileleriyle bağlarını korumaları ve o yüzden saray sırlarını etrafa yaymaları ihtimali vardı. Bu ise, saray için tehlikeli kabul ediliyordu.
Kadınefendi: Saray câriyelerinin en seçkinlerine denilen gedikliden sonra gelen derece, en yüksek olup buna "Kadın" denirdi. Bunların içinden en genç ve güzel on ikisi, padişahın şahsî hizmetlerinde bulunurlar, hünkârın gönlünü çelmeye muvaffak olana has odalık, gözde veya ikbal denirdi. İkbal birkaç tane olursa en gözde olanına baş ikbal adı verilir, padişahın hanımlarından birisi vefat eder veya gözden düşüp eski saraya gönderilirse onun yerine geçerek Kadın ünvanını alırdı. Yalnız padişahtan hâmile kalan ikballer hemen "Kadın" olurlardı. Bunlar, hükümdarların zevcesi sayılır, sayıları dörtten yediye kadar olurdu. En sevilenlerine Haseki, çocuk doğuranlarına Haseki Sultan denirdi.
İkbal ve Gözde: Saray câriyelerinin içinden en genç ve güzel on ikisi, padişahın şahsî hizmetlerinde bulunurlar, hünkârın gönlünü çelmeye muvaffak olana "has odalık", "gözde" veya "ikbal" denirdi. İkbal birkaç tane olursa en gözde olanına baş ikbal adı verilir, padişahın hanımlarından birisi vefat eder veya gözden düşüp eski saraya gönderilirse onun yerine geçerek Kadın ünvanını alırdı.
Hadım: Doğuştan veya daha çok sonradan yapılmış bir ameliye yüzünden erkeklik özelliklerinden mahrum olan kimse. Abbâsi ve Osmanlı saraylarındaki zenci erkek hizmetçilerin tümü Mısır vâlisi tarafından Habeşistan veya Sudan yöresinden toplanıp Mısır’da iğdiş edilerek İstanbul’a öyle gönderilirlerdi. Erkeklik kabiliyetinden mahrum edilmiş bu kimselere "iğdiş" de denir. Saraylarda ve vezir konaklarında Harem denilen kadınlara mahsus dairelerde vazife görürlerdi. Bir adı da Tavaşî idi. Hadım etme işleminin nasıl yapıldığına dair ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. İslâm hukukunda hiçbir şekilde ve hiçbir kimseye câiz görülmeyen bu işlemin iki şekilde yapıldığı bilinmektedir: Erkeğin cinsel organının kesilmesi
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 383 -
veya hayaları kesilerek ya da işlevsiz hale getirilerek hadım edilme. Osmanlılarda, organı tümden kesme şeklinde icrâ edildiği belgelerdeki bazı ifâdelerden anlaşılmaktadır. Bunun yanında, bu işlemle ilgili tarihî deyimler, çeşitli gerçekleri ortaya çıkartır. Bunlar arasında "ezme", "vurma", "kesme" ve "içe itme" gibi yöntemler olduğu belgelerde geçen bu deyimlerden anlaşılmaktadır. Hayaları veya erkeklik uzuvları kesilen hadımların, tamamında olmasa bile bir kısmında sonradan erkeklik uzvunun yeniden geliştiği ve hatta cinsî hayata hazır hale geldiği de araştırmaların ve tarihî olayların ortaya koyduğu bir gerçektir. Bu yüzden arada kontroller yapılır, erkeklik görevi yapabilme ihtimali olanlar, başka bir görevle saraydan uzaklaştırılırdı. Tedbir olarak, Osmanlı haremine alınan hadımların erkeklik organlarının tamamıyla kesilmiş olduğuna dikkat edilmiştir. Hadım edilmiş erkeklerde birtakım rûhî bozukluklar da ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple, iğdiş edilmiş erkekler; huysuz, çocuksu ve sinirli olmanın yanında, basit, saf, zararsız, ikiyüzlü insanlar olduğu belirtilir. Ayrıca, kıllanmanın durması, şişmanlık ve irâdesiz bir yumuşaklık, böbrek hastalıkları ve uykusuzluk gibi problemler de yaşarlardı.
Bir erkeğin iğdiş edilmesi, ona yapılacak çok büyük bir zulümdür. İslâm, hiç kimseye zulmedilmesini onaylamaz. Köleye bu çeşit zulmeden kimseye Peygamberimiz misliyle cezâ vereceğini belirtir: “Kölesini öldüreni öldürürüz; onun burnunu, kulağını kesenin burnunu, kulağını keseriz ve onu iğdiş edeni iğdiş ederiz.”1839 Kim kölesine büyük bir ceza verir veya onu iğdiş ederse, kölesi özgür olur. İmam Ahmed’in rivâyet ettiğine göre, Zinbağa Ebî Rebâh’ın bir kölesi ve bir câriyesi vardı. Kölenin burnu kesilmiş ve hadım edilmişti. Bundan dolayı köle Nebi’ye (s.a.s.) şikâyet etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, köleye: “Git, sen özgürsün!” dedi.
Bu hadisten çıkan sonuç, iğdiş/hadım etme, haramdır ve kölenin âzâd edilmesini gerektirir ve bunu hâkim uygular. Bundan dolayı iğdiş edilen her köleye iki zulüm yapılmış olur. Birincisi böyle bir zulümden, ikincisi, bu zulümden sonra âzâd edilme hakkını gasbedip hâlâ köle olarak tutmaktan dolayı. Adamın biri, Hz. Peygamber’e bağırarak geldi. Nebî ona: “Neyin var, ne oldu?” demesi üzerine adam: “Efendim beni, bir câriyesini öperken gördü ve beni hadım etti” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Bana adamı getirin!” dedi. Adam çağrıldı fakat gelmeye cesâret edemedi. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) köleye: “Git, sen özgürsün!” dedi. 1840
Akağa: Osmanlı sarayında çalıştırılan hadım ağalarının bir sınıfı. Hadım ağalardan zenci veya Habeş olanlar, daha çok Harem ağaları diye anılırlar. Hadım ağalarının zenci veya habeş olmayıp beyaz renkte olanlarına hadım akağası veya ak hadımlar denirdi.
Haremağası: "Harem": Sarayların ve konakların yalnız kadınlara mahsus olan kısmı. "Harem-i Hümâyun": Topkapı Sarayının harem dairesine verilen isim. "Harem ağası”: Saray hareminde câriye ve diğer kadınlar içinde görev yapan, çoğunlukla iri yarı zencilerden olan hadım edilmiş olan görevli. Ahlâkî çöküntünün zirvede olduğu Bizans’ta aristokrat zenginlerin livâta gibi değişik çirkin zevklerinin aracı olarak, güzel görülen bazı genç erkek köle ve hizmetçilerin iğdiş
1839] Buhârî, İlim 39, Cihad 17, Diyât 24, 31; Ebû Dâvud, Diyât 7, 11, 147, hadis no: 4515-4518; Tirmizî, Diyât 18, hadis no: 1414; Nesâî, Kasâme 9
1840] Ebû Dâvud, Diyât 7, hadis no: 4519; İbn Mâce, Diyât 29, hadis no: 2680
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilmesi âdet idi. Eski câhiliye çağlarında Doğuda ve Roma'da; Ortaçağlarda Abbasîlerde ve Memlûk saraylarında rastlanan ve önemli vazife sahibi olup erkekliği yok edilmiş bulunan çoğu Habeşî ve zenci olan hadım ağaları, Osmanlı saraylarında da kullanılmıştır. Harem-i Hümayunda yani sarayın kadınlara mahsus kısmında hizmet, muhâfaza ve nezârette bulunduklarından kendilerine harem ağası denmiştir. Bunlar, hemen daima Mısır valileri tarafında saraya takdim olunurlardı. III. Ahmed zamanında sadrâzam olan Şehid Ali Paşa zamanında 1715 senesinde Mısır ve havâlisindeki Habeşlerin hadım edilmemeleri hakkında Mısır valisine bir hüküm gönderilmişse de kısa zaman sonra onun şehid olması üzerine bu hüküm tatbik olunmamış ve bu usûl Osmanlılarda hep devam etmiştir. Erkek zenci kölelerin hemen hemen hepsi hadım edilerek İstanbul’a yollandığından, nüfus artışında rol oynamamışlardır. Fâtih zamanında 20 civarında olan saraydaki harem ağalarının sayısı, son dönemlerde 100 civarında olmuştur.
Kızlarağası: Sarayda bulunan harem ağalarının başı ve en büyük âmiri. Resmî ünvânı Dâru's-saâde ağası idi. 17. Yüzyıldan itibaren nüfuzları artmış ve padişahların üzerinde çok etkili olmuşlardır. Zencilerden olurdu, resmî teşrifatta sıraları sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonra gelirdi.
Ğulâm, Ğılman: Gulâm: Lügat mânâsı, bülûğa ermiş genç çocuk demektir. Gılmân; Gulâm'ın çoğuludur. Osmanlılarda, harpte alınan erkek esirlerin bir cinsine gulâm denirdi. Gulâmçe: Sekiz ilâ 12 yaşına kadar olan çocuk demektir, bu da savaşta alınan erkek esirlerin bir cinsidir. Gılman tâbiri, daha çok saray hizmetlerinde bulunanlar hakkında kullanılırdı. Meselâ, Enderun oğlanlarına "gılmân-ı Enderun" denirdi.
Saraylarda kadın gibi süslenen, güzel elbiseler giyip makyaj yapan, parfümler süren gulam ve gılmanların hangi işlerde kullanıldığı tam olarak bilinememekte, ama görüntülerden ve bu konularda yazılmış şiir ve yazılardan anlaşıldığı kadar, bu gılmânın erkek câriye olarak kullanıldığı değerlendirilmektedir. Bu güzel ve yakışıklı gençler hakkında, bunların güzelliklerini ve mârifetlerini öven kitaplara "Hûbânnâme" adı verilir. Güzel kadınlar hakkında yazılanlara da "Zenânnâme" denilir. Enderun'lu Fâzıl'ın manzum Hûbânnâmesi meşhurdur.
Bazı köleler hareme ait işleri gören iğdişlerdi. Diğerlerine gılman adı verirlerdi ki bunlar iğdiş olabilir, fakat efendilerinin özel lütuf ve himâyelerine mazhar kimseler olarak zengin ve göz alıcı elbiseler içinde dolaşırlar, ekseriya kadıncıl tavırlar içinde güzel koku sürerler ve güzellik bakımı yaparlardı. Osmanlılardan önce, Harun Reşid devrinde saraylarda gılmanların mevcûdiyetine dair bazı bilgilerimiz vardır.1841 Açıkça anlaşılmaktadır ki Harun Reşid İran’da eskiden mevcut olanları tâkiben gayri tabiî seksüel münâsebetler için müslüman dünyasında gılman müessesesini ihdas eden kimsedir. El-Me’mun zamanında bir kadı bunlardan dört yüz kadar genci eli altında bulunduruyordu. Ebû Nuvas gibi şâirler, azgınlaşmış hislerini açığa vurmaktan ve genç oğlanlara dair aşk şiirlerini ortaya koymaktan utanç duymuyordu.
Mevâlî: Hürriyetlerine kavuşmuş eski köleler. Mevlâ kelimesinin çoğulu. Birçok İslâm büyüğü (komutan, âlim) mevâlidendi. Allah Rasûlü tarafından
1841] Taberî, İbn Esir
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 385 -
Bizans’a karşı hazırlanan ve içinde Ebû Bekir ve Ömer’in (r.a.) de bulunduğu ensâr ve muhâcirlerden oluşan ordunun başına kumandan olarak mevâlîden ve o gün henüz 18 yaşlarında bulunan Üsâme idi. Zâten babası Zeyd bin Hârise de mevâlîdendi, o da Mûte’de İslâm ordusuna kumanda etmiş ve orada şehid düşmüştü. İmam Mâlik gibi birisini yetiştiren, devrinin belki en meşhur âlimi olan Nâfi, mevâlîdendi. Mesrûk, Tâvûs bin Keysân ve daha nice âlim hep mevâlîdendi.
Osmanlılarda mevâli, farklı anlamda kullanılırdı. Mevâli, Osmanlılarda vilâyet kadılarına verilen isimdi. Devriye mevâlisi, mahreç mevâlisi, bilâd-ı hamse, Haremeyn, Galata, İstanbul kadıları olmak üzere altı sınıftı.
Tedbir (müdebber): Efendinin vefatı veya herhangi bir olaya bağlamakla yapılan hürriyet vaadidir. Daha çok, efendinin kölesine “Sen, ben öldükten sonra özgürsün!” demesiyle tedbir akdolunur. Bu şekildeki söze muhâtap olan köleye “müdebber” denilir. Tedbir’den dönmek câiz değildir. Böyle bir kölenin satışı da câiz olmaz. Birkaç kölesine de tedbire gücü yetiyorsa, tedbir hususu kalanlara da sirâyet eder. Tedbir yapılan câriyenin çocukları, âzatlıkta ve kölelikte annelerine tâbidirler. Anneleri âzat edilirse, onlar da âzat olunurlar.
Mükâtebe: Kölenin, belli bir para (veya hizmet) karşılığında efendisinden özgürlüğünü satın alma akdidir. Köle, efendisine bunu önerirse, âyetin1842 hükmüne göre, efendisi bunu kabul etmek zorundadır. Âyetin mendupluk bildirdiğini iddiâ edenlere göre âyet bunu efendiye emir değil; tavsiye ediyor. Ancak, Hz. Ömer'in âyetten buna uymanın farz olduğu hükmünü çıkardığı da bilinmektedir.
Ümmü veled: Efendisinden çocuk doğuran câriye. Otomatikman, efendisi öldükten sonra özgür hale gelir. Efendisi, hayattayken de onu satamaz.
Itk (Âzât): Bir köleden köleliği kaldırmak, onu hürriyetine kavuşturmak. Arapça’da ıtk, Farsça’da ve Türkçe’ye geçmiş şekliyle âzâd denir. Itk’ın sözlük anlamı: Güç, kuvvet, bolluk, güzellik, kerem ve iyiliktir. Köle de âzâd edilmekle daha önce yapamadığı işleri yapmaya güç bulduğu, insanlar arasında itibar kazanıp kölelik darlığından kurtulduğu için hürriyete kavuşturma “ıtk” kelimesiyle ifâde edilmiştir.
Pençik: Farsça beşte bir mânasına olan pençüyek kelimesinden bozmadır. Savaşta elde edilen esirlerden beşte biri devlet hazinesi nâmına alınarak asker yetiştirmek üzere Acemi ocaklarına verilirdi. İşte bu beşte bir esirlere pençlik denirdi. Yaşı Acemi ocağına alınmaya müsait olmayan veya sayısı beşten az bulunan esirlerden ise "pençik resmi" adlı belirli bir vergi alınmakla yetinilirdi.
Forsa: Buharlı gemilerin icadından önce gemilerde kürek çekmeye mahkûm savaş esirlerine verilen isimdir. Kaçmamaları için birer ayakları güvertelere çakılı olurdu. Ayaklarından bağlı olmaları münâsebetiyle bunlara "payzen" adı da verilirdi. Bununla birlikte, payzen tâbiri, daha çok, bir cinâyet veya suç işleyenlerden kürek cezâsına mahkûm olanlar hakkında kullanılırdı. Forsa tâbiri İtalyaca'dan alınmadır. Osmanlı bahriyesi teriminde, kürekte kullanılan hıristiyan harp esirlerine isim olmuştu. Bu esirlerin gençleri ve çocukları saraylara ve acemi oğlanları kışlalarına verilir, yirmi yaşından yukarı olanları da küreğe konulmak üzere tersaneye gönderilirdi.
1842] 24/Nûr, 33
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kölelik Çok Önceleri Kalkmış Olmalı Değil miydi?
İslâm’ın, niçin köleliği bir anda devrimci bir tarzda kaldırmadığı, köleliği kaldırmaya yönelik çabalarının yanında, köleleştirme yolunu birden ve tamamen niye kapatmadığı tarzında sorular yöneltilmektedir. Bu soruları iyi niyetle, öğrenmek için soranlar olduğu gibi; bazen itham edecek tarzda, “üzüm yemek için değil; bağcı dövmek için” kasıtlı olarak soranlar da çıkmaktadır. Onlar, Batı ülkeleri ve özellikle Amerika’da yayınlanan bildirgelerle köleliğin bir hamlede kaldırıldığını örnek göstermektedirler. Ancak bu kaldırış, şekilden ve görüntüden öteye gidememiştir.
Nitekim bildirgelerle, kanunlarla köleliğin kaldırılamayacağına tarih şâhitlik etmiştir. Üstelik köleliğin bazı ülkelerde sanayi devriminden sonra çıkarılan özel kanunlarla resmî olarak lağvedilmesi merhamet duygularından da kaynaklanmamaktadır. Sebebi, sanayi devrimi ile ilgâ edilen feodalitenin yerine kapitalizmin geçmesiyle toprak sahipleri için işçi ve köleleri elde tutmanın çok pahalı ve tehlikeli hale gelmesiydi. Daha önemlisi, başka milletleri sömürgeleştirmenin yolunun açılmasıydı. Bu tür geniş kapsamlı bir köleleştirme ile milletler üzerinde hegemonya kurmak ve onların servetleri, hayatları ve kaynaklarına el koymak mümkün iken geleneksel kölelikte ısrar etmenin kârlı bir yanı yoktu. Avrupa ülkeleri arasında köleliği kaldırmada öncülük yapmış olan İngiltere, denizlere ve limanlara tamamen hâkim olmak ve diğer güçlerin hareketlerini kontrol altına almak için bahaneler arıyordu. Bunu yapmanın en iyi yolu, o zaman yaygın olan kölelerin alınıp satılmasının yasaklanmasıydı. Bu yasak yardımıyla İngiltere deniz trafiğini dostlarının da desteğiyle kendi güvenliğini koruyacak şekilde düzenledi.
Batıda köleliği kaldırma çabaları insan hakları ihlâllerine son vermekten öte, çağdaş ve daha kapsamlı, insanların kabullenmede daha az zorlanacağı köleliği oluşturmaya hizmet etmiştir. Kaldı ki niyet iyi olsa dahi, böyle köklü bir tarihî kurum, bildirgelerle kaldırılabilir mi? Nitekim A. Lincoln’ün köle tüccarları tarafından direnç gösterilerek kanlı bir savaşa dönüşen 1863’teki Özgürlük Bildirgesi’nin sonucunda ABD’de köle ticareti yasaklanmasına rağmen fikrî ve ekonomik olarak özgürlüğe hazır olmayan birçok köle serbest bırakıldıktan sonra efendilerine yeniden dönmek istediler.
İslâm’ın geldiği ortamda da kölelik tamamen yerleşmişti. Kölelik imtiyazlı sınıflar lehine kullanılıyordu. Köle avcıları aralarında işbirliği yaparak birbirleriyle alışverişe girerlerdi. Bakımları ve idareleri savaşçılar için bir problem olan savaş esirleri ucuz fiyattan satın alınmak için savaş alanları ve kabileler arasında mekik dokurlardı. Köle tüccarları karşısında köle alım ve satımının bir veya birkaç ülkede yasaklanmasının hiçbir etkisi yoktu ve sürekli bir uygulama alanı bulamazdı.1843 Bunun yanında İslâmiyet, ekonomik hayatın bütün yönleriyle, kölelik sistemine dayandığı ve kölelerin o asırda ekonominin buharı ve enerji kaynağı kabul edilebileceği bir çağda doğmuştu.1844 Bunlara bir de tarihî ve psikolojik sebepleri eklediğimizde köleliğin kaldırılmasının tek bir hükümle gerçekleşemeyeceği sonucuna varmamız zor olmaz. İslâm, içki gibi birçok hükmü haram kılma konusunda müslümanların hazır hale gelmesine kadar nasıl bir tedrîcî yöntem izlemişse, mevcut köleliğin kaldırılmasında da -Batıdaki uygulamaların
1843] Mahmut Talegâni, a.g.e., s. 230-231
1844] Mahmut Talegâni, a.g.e., s. 235
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 387 -
aksine- aynı yöntemi izlemiştir. 1845
Bununla birlikte, Peygamber çizgisi ve hulefâ-i râşidîn yolu tâkip edilse ve hepsinden önemlisi Kur’an prensiplerinin, tevhid ve sadece Allah’a kulluk bilincinin hayata geçirilme endişesi nefsî arzuların önüne geçmiş olsa, Hicrî birinci asırda kölelik kurumu müslümanlar açısından kesinlikle tarihe karışmış olacaktı. Müslümanların kölelikle ve câriyelikle ilgili yaklaşım ve uygulamalarını tasvip etmediğimizi, ama bu konuda İslâm’ın en küçük bir itham edilecek eksikliğinin veya yanlışlığının bulunmadığını belirtmek istiyoruz. Tarihi kutsallaştırmak, köle ve câriye sahibi her çeşit müslümanı savunmak zorunluluğu hisseden kimseler, bilerek veya bilmeyerek bu yanlışları savunarak İslâm’a zarar vermektedirler. Onlarca yanlış bakış ve uygulama İslâm adına savunulduğu için akılsız (gâfil veya hâin) dostun düşmandan beter olduğunu göstermektedirler.
Saray haremlerini, orta malı olarak pazara sunulan para veren kim olursa kendisine sahip olacağı esir ve köle ticaretini, zevk ve eğlence aracı olarak saray ve konakların süsü olduğu halde pâdişahların hemen hepsinin de nikâhlı veya nikâhsız hanımı ve anaları olacak şekilde uygulanan câriyeliği, ona başörtüsünü bile çok gören, örtülmesi gereken yerlerinin erkeklerden farklı olmadığını değerlendiren yaklaşımları tasvip etmemiz mümkün değildir. Câriyeleri, avret yerleri olarak erkeğe benzeten anlayış, erkekleri de hanıma benzetmekten uzak durmamış, gulam/gılmân denilen saraylarda süslü erkekler(!) bulundurulurken, bazı iri cüsseli zencilerin de erkeklikleri alınmıştır. Bütün bunları tevil ve fetvâlarla savunarak dinin onayladığını söylemek, hatalı müslümanları savunacağım derken hatasız İslâm’a iftira atmak demektir.
Hem sâhi, Osmanlılar, 18. ve 19. yüzyıllarda gayri müslimlere karşı nerelerde zafer kazandılar, onlardan savaş ganimeti olarak esir elde ettiler ki? Hani, “Osmanlılar, her konuda ve tabii köle ve câriye konusunda da İslâmî kuralları hiç çiğnemediler” diyenler var ya, İslâm hukukunda da köle ve câriyenin tek kaynağı olarak savaş esirleri gösteriliyor ya... Bırakın Kur’an ve Sünnetin köleleştirmeye giden tüm yolları kapattığını ve Osmanlıların bunu uygulamak zorunda olduğunu, fıkhî hükümlere bile ne oranda uyulduğunu test edin: Son asırlardaki köle ve câriyeler, hangi savaşlarda ve hangi şartlarda esir alınmıştır? Fetih mi olmaktadır ki, o fethedilen yerdeki kadınlar esir alınsın? Hıristiyan kadınlar hangi savaşa katılıp Osmanlılara yenilmişlerdi ki savaş esiri olsun ve sonra köleleştirilsin?!
Bu konuda Osmanlı Devletinde Kölelik adlı kitaptan kısa bir iktibas yapalım: “Osmanlılar’da harplerin dışındaki kölelik kaynaklarını “ticâret yoluyla kölelik” başlığı altında değerlendirmek uygun olur. Çünkü bunların hepsinde maddî menfaatin ilk planda görüldüğü müşâhede edilmektedir. Bu kaynakların çeşitleri şunlardır:
a- Kaçırma Yoluyla Kölelik: İnsanların, hayvanlar ve diğer ticaret malları gibi para ile alınıp satıldıkları zamanlarda, barış sırasında, zorla kaçırılarak Osmanlı sınırları içinde esir diye satılan zavallı insanlarla ilgili çok sayıda bilgi ve arşiv vesikasına sahibiz. Kafkasya’dan, Eflâk, Boğdan ve Budin taraflarından böyle birçok hür insanın kaçırılarak satıldıklarının yanı sıra, hür ve müslümanların bile zaman zaman haraç mezat satıldıklarına şâhit olmaktayız. İslâm ve Osmanlı
1845] H. Koç, a.g.m., s. 36
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hukuklarında insan hürriyetinin asıl olmasına rağmen, fütûhât dönemlerinde dahi, korsanların kaçırma yoluyla hür insanları köle yaptıklarını bilmekteyiz. Bu insan avcılarına en ağır cezaların uygulanmasına rağmen, kaçırma yoluyla köleliğin, saltanatın kaldırılmasına kadar Osmanlı Devletinde devam ettiğini bilmekteyiz.
17. yüzyılda fetihlerin hemen hemen tamamen sona ermiş olması ve Avrupa eyâletlerinin devşirme uygulamasına tepki göstermeleri nedeniyle, köle elde etme yolu olarak yalnızca satın alma kalmıştır. Bu yüzyıldan itibaren Mısır tarafından Bâb-ı âlî’ye vergi olarak yapılan ödemeler arasında, Mısır vâlisinin Nübye veya Sudan’dan sağlayabileceği siyah kölelerin mevcûdiyeti sözkonusudur. Kaçırma yoluyla kölelik kaynakları olarak başlıca üç bölge görülmektedir: 1) Macaristan, Eflâk, Boğdan, Rusya, Polonya, Ukrayna; 2) Kafkasya; 3) Afrika.
b- Ailenin Satışı: Fütûhât devrinin sona ermesinden sonra, kaçırmanın yanı sıra, bizzat âilelerin kendi çocuklarını satmaları, önemli bir köle kaynağı olarak müşâhede edilmektedir. Osmanlı Devletinin sona ermesine kadar saray ve konakların köle-câriye ihtiyaçlarını, kaçırma ve ailelerin satışı yoluyla kölelik tarzı karşılamıştır diyebiliriz. Âileler, kendi çocuklarını daha çok kıtlık ve yokluk sebebiyle, para hırsıyla satmışlardır.
c- Hediye Yoluyla Kölelik: Osmanlı Devletindeki köle kaynaklarından biri olan hediye yoluyla kölelik, sayı bakımından az olmakla beraber, bir realitedir. Padişah veya devletin ileri gelenlerine başka ülkelerden, devlete bağlı hanlıklardan veya Cezayir Ocağı denilen denizcilerden gönderilen hediyeler arasında, köle ve câriyelerin de bulunduğunu görmekteyiz. Buna mukabil Osmanlıların da büyük zaferlerden sonra habercileri veya elçileriyle komşu müslüman ülkelere yolladıkları hediyeler arasında köle ve câriyeler gönderdiklerini müşâhede etmekteyiz. Komutanlar, ele geçirdikleri esirler arasında bulunan müstesnâ güzelliğe sahip kız ve oğlanları satmaz, fidye ile serbest bırakmaz, genellikle padişaha veya vezirlere hediye olarak sunarlardı.
d- Anlaşma Üzerine Köle Verme: Meselâ, 1764 yılında Gürcüler’in bir bölümünü oluşturan ve Türkler’in “Açıkbaşlar” dedikleri İmerler, Bâb-ı âlî’ye her yıl üç yüz kese vergi verecek ve sayısını Ahıska paşasının ya da Çıldır vâlisinin tespit edeceği miktarda esir göndereceklerdi.” 1846
İslâmiyet, köleliği ancak kendi kendini yok etme yeterliliğine sahip bir formülle tanımlamıştır. Bu formülün başlıca özellikleri, köleliği besleyen kaynakları daraltması, bunların ancak belirli bir süre için kalmalarına müsâade etmesi ve âzâd etme kapılarını da en geniş şekliyle açmasıdır. Böylece kölelik sistemini, akış yollarının çoğaldığı ve suyunu almış olduğu asıl kaynağının da kesildiği eski, küçük bir nehre benzetmek mümkündür ki, böyle bir nehrin kurumağa mahkûm olduğu açık bir gerçektir. 1847
İlk asırda, müslümanların gücü arttığı ve dünya devleti olduğu ilk anda, Kur’an’ın öngördüğü, İslâm devletinin de doğal görevi olan hürriyet için, kölesiz ve sınıfsız bir hayat için altyapı oluşturulup sosyal ve ekonomik tedbirler
1846] Nihat Engin, Osmanlı Devletinde Kölelik, İFAV Y. İst. 1998, s. 89 vd. (özetlenerek) (Konuyla ilgili birçok belge ve bilgiler için bkz. s. 89-102)
1847] Ali Abdülvâhid Vâfi, a.g.m. s. 212
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 389 -
alınarak, köleliğin her çeşidiyle ve tümüyle kaldırdığı ilân edilmeli, Peygamber’in Vedâ Haccındaki İnsan hakları bildirisi, son şeklini bulmalıydı. Artık tedric ilkesine göre şartlar oluştuğu ve kesin yasağı uygulamanın zamanı geldiği gerçek halifeler ve Kur’an ve Sünnet çizgisindeki âlimler tarafından değerlendirilmeliydi. Böylece, köleliğin tümüyle kaldırılmasının ilânı bütün dünyada yankısını bulacak, ezilen ve köleleştirilen tüm dünya insanı İslâm’ı kurtarıcı olarak bilecekti. Kur’an’a ve Sünnete rağmen, müslümanlar köleci ve zâlim Batı ülkeleri ve Amerika tarafından köleliği şeklen kaldırmaya zorlanmayacaklar, onlar yalancı kahramanlığa soyunamayacaklardı. Osmanlıların köleliği, Batının zoruyla kaldırması, onların dayatmasıyla kölelikten vazgeçmek zorunda kalması, yoksa kimbilir daha ne kadar sürdürecek olmaları, müslüman bilginler ve yöneticiler ve kölelikten yararlananlar için çok acı bir durumdur, büyük bir lekedir. Allah’a kul olamayanlar, sadece Allah’a kul olduğunu iddia edenlere, kulları kul edinmenin kötülüğünü anlatacaklar...
İslâm, başından beri kölecilerin değil, kölelerin yanında yer aldı, onlara sahip çıktı. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere ilk müslümanlar, onları özgürleştirmek için büyük fedâkârlıklarda bulundu. Tevhid dini İslâm, insanın insana kulluğuna son vermeyi temel prensiplerinden biri olarak ilân etti. Böylece kısa zamanda köleliğin temellerini sarstı ve sonunda tam olarak çökertti.
Kur’an’da insanların birbirini ezmesi, tahakküm etmesi, zulmetmek bir tarafa, zâlimlere en küçük çapta meyledilmesi, Allah’ın kulları arasında takvâdan başka üstünlük yolları aranması, toplumun sınıflara ayrılması şiddetle kınanmış, önemli günahlar olarak sayılmıştır. Bütün bunlar, şeytanî bir özellik olan istikbâr kavramıyla izah edilmiş, müstekbirler şiddetle kınanmıştır. Köleliğin kabulü ezilen sınıfın kabulü demektir. Ezilen ve hor görülen insanın varlığı, ister istemez ezen müstekbir karakteri de oluşturacaktır. Hâlbuki dinimiz, böyle bir yolu tıkayacak nice tedbirler almış, bunlara müsâade etmemiş, insanları bunlara karşı uyarmıştır.
Osmanlılar tarafından, hıristiyan vatandaşlardan sulh zamanlarında saray hizmetleri ve yeniçeri ocağında kullanılmak üzere devşirilen, anne ve babalarından zorla alınan çocuk ve gençlerden oluşturulan sistemin, yani devşirmeliğin Kur’an ve Sünnette yerinin olmadığı, kapıkulu ulemâsının gündemine bile hiç girmemiş olmalıdır.
"Allah Teâlâ buyurdu ki: Hür bir insanı köle yapıp satan kimsenin, kıyâmette hasmı Ben olurum." 1848
Eski çağlar câhiliyyesinde Doğunun ve Roma'nın sefâhat ortamında rastlanan iğdiş edilmiş köleler, Ortaçağlarda Abbasîlerde ve Memlûk saraylarında da aynen ortaya çıkmıştır Daha sonra iyice kurumlaşıp adına Harem ağası denilen ve önemli vazife sahibi olup erkekliği yok edilmiş bulunan çoğu Habeşî ve zenci olan harem ağaları, Osmanlı saraylarının vazgeçilmezleri arasına girmiştir. Bu câhiliyye âdetini aynen uygulayan ve insanlık onuruyla bağdaşmayacak biçimde yaratılışı değiştirip fıtrata müdâhale eden padişah ve vezirlerin Kur’an’ın kısas emri ve Rasûl’ün hadisi gereği iğdiş edilmesi gerekiyordu. Sadece bunları değil,
1848] Buhârî, Büyû' 106, İcâre 10, 12, 15; İbn Mâce, Ruhûn 4; Ahmed bin Hanbel, II/292, 358, III-143, IV/274
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
atalar yolunu kutsayan, onların tüm yaptıklarında hikmetler arayan, Osmanlıya toz kondurmayan günümüzdeki fanatiklerin/hayranların da, kardeşlerine uygun gördükleri bu sistem kendilerine uygulansın isterler mi acaba? “Kölesini öldüreni öldürürüz; onun burnunu, kulağını kesenin burnunu, kulağını keseriz ve onu iğdiş edeni iğdiş ederiz.”1849; “Kötü muâmele sahibi cennete giremez!”1850; "Mülkiyeti altında bulunan (köle ve câriye)lere kötü muâmele eden kimse cennete girmeyecektir... Onlara çocuklarınıza verdiğiniz değer gibi değer verin ve yediklerinizden yedirin... Onlar namaz kıldığı zaman artık o senin kardeşindir."1851 Ali İbn Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) ölmezden önce söylediği en son sözü: “Namaz, namaz! Ellerinizin sahip olduğu köleler hususunda Allah’tan korkun!” oldu." 1852
İslâm inancına göre insan yaratıkların en fazîletlisi, en saygıdeğer olanıdır. “Biz, gerçekten, insanoğlunu şan ve şeref (mükerrem) sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vâsıtalarıyla) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdir; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.”1853; “Biz insanı en güzel biçimde (ahsen-i takvîm) yarattık.”1854; “Hatırla ki; Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım’ dedi...” 1855; "Allah Teâlâ buyurdu ki: Hür bir insanı köle yapıp satan kimsenin, kıyâmette hasmı Ben olurum." 1856
Müslüman bir câriyeye veya köleye revâ görülen, yani bir müslümanın din kardeşine uygun gördüğü şeylere bir bakın hele... Gayri müslim bir köle ve câriye, bu şartlarla nasıl ve ne şekilde müslüman olacaktır? Savaşa katılmadığı, müslümanlarla savaşmadığı halde, elinden zorla çocuğu alınan (devşirilen) bir hıristiyan ana ve baba, İslâm’a ve müslümanlara hangi gözle ve hangi duygularla bakacaktır? Bir İslâm âliminin dâveti, bu uygulamalarla işlevsiz kalmayacak mıdır? Gayri müslim köle, sahibinin elinde müslüman oldu; uygulamada bolca görüldüğü şekilde din kardeşi onu köle olarak kullanmaya devam mı edecek? Veya zaten satın aldığında müslüman idiyse, kardeşini nasıl köle olarak kullanacak? Bir insanı, hele bir müslümanı köle olarak kullanmak veya sarayda diğer câriyelere karşı tedbir olsun diye hadım etmek...
Kur’anî prensipleri ve Peygamberî tavsiyeleri önemseyen bir müslüman kul, nasıl başka bir kulu kendine kul edecektir? “Mü’minler ancak kardeştir...”1857; “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabilelere ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah yanında en üstün olanınız takvâca en ileri olanınızdır...”1858; “Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin ellerinizin altına (emânet olarak) koymuştur...”1859; “Sizden biriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğini, kardeşi
1849] Buhârî, İlim 39, Cihad 17, Diyât 24, 31; Ebû Dâvud, Diyât 7, 11, 147, hadis no: 4515-4518; Tirmizî, Diyât 18, hadis no: 1414; Nesâî, Kasâme 9
1850] Tirmizî, Birr 29, hadis no: 1947
1851] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 477, hadis no: 1111 -3691- (7098)
1852] Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 5156; İbn Mâce, Vesâyâ 1, hadis no: 2698
1853] 17/İsrâ, 70
1854] 95/Tîn, 4
1855] 2/Bakara, 30
1856] Buhârî, Büyû' 106, İcâre 10, 12, 15; İbn Mâce, Ruhûn 4; Ahmed bin Hanbel, II/292, 358, III-143, IV/274
1857] 49/Hucurât, 10
1858] 49/Hucurât, 13
1859] Kütüb-i Sitte Terc. C. 11, s. 552
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 391 -
için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz.”1860; "Eğer size âzâsı kesilmiş bir köle emîr tâyin edilir de sizi Allah'ın kitabı ile idâre ederse hemen kendisini dinleyip itaat edin!"1861 Ve Rasûlullah'ın, âhirete irtihalinden evvel çok net emri: “Ashâbım! Hastaları ziyâret edin, açları doyun, elinizin altındaki köleleri salıverin.” 1862
Fıkhî mirasın, “Köleliği savunan müslümanların tek haklı gibi olduğu gerekçe şudur: “Kölelik, İslâm’a ve müslümanlara karşı savaş suçunun bir cezâsıdır.” Ama unutuluyor ki, cezâlarda adâlet, İslâm’ın temelidir. Aynı suçu işleyenlere aynı cezâ verilir. Karşı tarafın esirleriyle değiştirilerek kurtulan veya fidye karşılığı salıverilen, ya da Peygamber (s.a.s.) zamanında olduğu ve Kur’an’ın da tavsiye ettiği doğrultuda karşılıksız serbest bırakılan benzer savaşçılarla karşılaştırınca adâlet kavramı nereye oturacak? Bu köleleştirilen esirin, aynı suçu işlediği halde köleleştirilmeyen diğerlerinden fazla olan suçu nedir? Başkalarının (kendi devletinin veya müslümanların komutanının) davranışları, onun ceza çekip çekmemesini belirliyor. Bu durumda eşitlik ve adâletin uygulanması, nasıl oluyor?
Yine, fıkhî mirasın “Kölelerin çocuklarının da köle olacağı”nı hükme bağlaması da Kur’an prensiplerine göre isâbetli değildir. Cezâ, ancak suç işleyene tatbik edilir. “...Herkesin kazanacağı yalnız kendisine âittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez...”1863 Kur’an ve hadislere göre, hiçbir şahıs, babası da olsa başka bir kişinin işlemiş olduğu suçtan dolayı sorumlu tutulamaz. Kölenin oğlu veya kızı, savaş suçu işlememiştir; dolayısıyla onlar hürdür, köleleştirilmeleri Kur’an rûhuna uygun değildir.
Kölelik Gerçekten Kalktı mı? Modern Kölelik ve Özgürlük Üzerine Düşünceler
İslâm’ın köleliği icad etmediği, onu çok yaygın ve çeşitli zulümlere müsâit bir gelenekle dolu bulduğu halde, onu ıslah edip, kaynaklarını kurutmuş ve kısa zamanda kendiliğinden yok olacağı bir kapıyı açtığı halde, köleliği birden kaldırmadı, zarûret halinde ve geçici bir süre için de olsa onu câiz gördü diye eleştiren art niyetli insanlara her dönemde rastlanmıştır. Bu insanlar, samimi olsa, diğer din ve toplumlardaki kölelikle ilgili hüküm ve uygulamaları da gündeme getirirler ve İslâm’la ve müslümanlarla mukayesesini yaparlardı. Bunların hemen hepsinin derdi, “üzüm yemek değil; bağcı dövmek”tir. Bu insanlar, gerçekten insan onurunu, insan hak ve özgürlüklerini savunsalar, günümüzdeki -hem de en vahşi uygulamalarla mevcut olan- köleliğe cephe alırlardı.
İsimlendirilmiş ve kurumsallaşmış "kölelik"ten başka, her zaman diliminde ve tabii günümüzde mevcut olan, fakat adı konmamış köle, câriye ve efendilik düzeni ve uygulaması vardır ki, bu klasik kölelikten daha fecîdir, çünkü bu tür kölenin beyni ve gönlü de esir alındığından, köleliğinin farkında bile değildir. Zâlim efendisine âşıktır bu gönüllü köle. Günümüzdeki insan çoğunluğunun rağbet ettiği ideolojiler, hep birer köle rejimidir. Komünizm ve sosyalizm, başta mülkiyet hakkı olmak üzere şahsî hürriyetlerin hemen hiçbir inin olmadığı, devletin ve komünist partisinin efendi, halkın da köle olduğu bir sistem değil midir?
1860] Buhârî, İman 7
1861] Müslim, Hacc 311, hadis no: 1298
1862] Buhârî, Et’ıme 1, Cihâd 171, Merdâ 4; Ahmed bin Hanbel, IV/299; Dârimî, Siyer 62
1863] 6/En’âm, 164; 17/İsrâ, 15
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kapitalizm, işçilerin kanını emen, halkı sömüren, paranın ve para babası kapitalistlerin efendi, vatandaşın köle olduğu bir sömürü düzeni değil midir? Demokrasi adına oynanan oyunlar ve kandırmacalar, köleliğin yapısını değil, ancak şeklini değiştirmiştir. Demokrasi, gerçekten uygulanıyorsa, kölelerin efendilerini özgür bir şekilde seçtiği; Türkiye’deki gibi uygulanıyor gözüken yerlerde ise, köleleştirilenlerin efendilerini seçtiğini zannettiği bir yönetim tarzından başka nedir ki? Demokratik rejimlere göre, özgürlüğün anlamı, kişinin efendisini seçme hakkıdır. Demokrasi ve hürriyet var; bireyler dilediği kimsenin kölesi olmakta serbesttir. Beşerî rejimler, yönlendirdikleri medya gibi sihirbaz değnekleri, direkt ve dolaylı yollardan kafa ve gönüllerini eğitip etkiledikleri halkları gönüllü köle haline getirmişlerdir. Halkın içinden hemen hiç kimsenin memnun olmadığı rejime, nasıl halkın kendi kendini idare etmesi denebilir, bilinmez ama öyle yutturulabilmektedir. Egemenlik kayıtsız şartsız paranın, üniformanın, medyanın, dış güçlerin, masonik kuruluşlarındır; ama kesinlikle ulusun, halkın değildir. Yönetimler, istediği kadar vergi isterler, diledikleri kanunu çıkarırlar, ülkeyi ve halkı kendi belirledikleri ölçülerle yönetirler. İstedikleri ülkeye ve diledikleri inanca karşı savaş açarlar, halka ve askerlik yapan erlere sadece “emredersiniz!” demek kalır. Halkın devletle ve devlet kurumlarıyla, özellikle polislerle ilişkisini ve mecburî eğitim, mecburî askerlik, mecburî vergi karşısındaki tavrını konuyla ilgili yönüyle değerlendirmek ilginç sonuçlara götürecektir.
Uluslararası emperyalizmi, NATO’yu, Birleşmiş Milletler’i, Uluslararası Para Fonu’nu, Dünya Bankasını, Avrupa Birliği’ni, ABD’yi ve bunların direktiflerini uygulamak zorunda olan ülkeleri ve ulusları düşündüğümüzde köleliğin global boyutu ortaya çıkar. İkinci Dünya Savaşına kadar Batının emperyalist ülkelerinin kendi ülkelerindeki nüfustan birkaç misli büyük çoğunluktaki diğer ülkeleri sömürgeleştirdikleri, işgal ettikleri ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini memleketlerine taşıdıkları, sömürdükleri insanları sadece bedenen değil, aynı zamanda beyinsel ve ruhsal yönden de köleleştirdikleri unutulmamalıdır. “Artık, o devirler geride kaldı, şimdi sömürgecilik yok” demek, ne kadar doğru olur? Sömürgecilik sadece şekil değiştirmiştir; daha ucuz, daha kalıcı, daha az risk taşıyan ve daha kapsamlı şekilleri icad edildiğinden klasik sömürgecilik ve klasik kölelik kabuk değiştirdi. Sanayileşmiş zengin ülkelerin geri bırakılmış yoksul ülkeleri sömürmesi ve adı konulmayan fakat çok kapsamlı işgali, en çirkin boyutlarda sürmektedir. Ama ezilenlere, dövülenlere, sömürülenlere ismen köle denmediğinden köleler köleliklerini fark etmemektedirler. Ortadoğunun müslüman halkları, kendi yaşadıkları ülkelerinde iki defa köle durumundalar. Ülkelerinin dış ülkelere köleliği yanında, başlarındaki rejimlerin de kendilerine köle muâmelesi yaptıkları bir gerçek. Bir başka deyişle, onlar, kölelerin kölesi durumundalar. Şâir de öyle diyor ya: “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Nefsine, arzu ve hevâsına, istek ve zevklerine tutsak/köle olan yığınların durumu, kişilerin ne kadar özgür olduğu ve özgürlerse bu özgürlüğün insanî ve ölçülü bir hürriyet mi, hayvanî bir özgürlük mü olduğu değerlendirilmelidir. Başta futbol olmak üzere çeşitli spor dalları, müzik, moda, sinema, yabancı dil, Batı kültürü, ideolojiler... hep köleleştirme araçlarıdır. Bireyler homo-ekonomikus haline getirilmekte, kalabalıklar tüketim toplumuna dönüştürülmekte, yani insan maddeye, eşyaya (dolayısıyla onları üreten ve satanlara) köle yapılmaktadır. Eşyalar, teknolojik aygıtlar, televizyonlar, bilgisayarlar mı insana hizmet eden
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 393 -
cansız kölelerdir, yoksa insan bu araçların mı kölesi durumundadır? Bu soruya, insanların bunları elde etmek için nelere katlandıkları ve bunlara sahip olduktan sonra bu âletlerin hayatlarını ne oranda değiştirdiği ve bunlar olmaksızın yapamayan tutsak haline gelip gelmediğinin tesbit edilmesiyle cevap verilebilir.
Hayata ait hükümleri, İlâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmak, onlara kul-köle olmaktır. Allah’a hakkıyla kul olamayanlar, başkalarına kul-köle olacaktır. Sadece Allah’a kul olan ise, başka bütün kulluk ve köleliklerden kurtulup özgürlüğün en güzel hazzını tadacaktır. Sadece Allah’a kul olması gereken insan, insandan daha aşağıda olan nelerin kulu olmuyor ki?! Para, eşya, içki, uyuşturucu, kanun ve kurallar, örf ve âdetler, sigara ve kötü alışkanlıklar günümüz insanını kendine esir eden efendilerden sadece birkaçı. Aşk ve sevdâ da, köleliğin gönüllü kabulü, gönlün esâreti; kendini, çılgınca sevdiği kişinin irâdesine tümüyle teslim etmek... Tutkuların herbiri de tutsaklık...
Çirkin kapitalist düzen, işçileri ücretli köle haline getirirken, memurluk da emir kulu olmak anlamına gelmekte. Kişilerin en temel hakkı olan ibâdet hürriyeti, örtünme hürriyeti, inandığını ifade edebilme, tebliğ edebilme, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker görevini icrâ edebilme, cihâd hürriyeti, gözlerini harama bulaştırmadan sokağa çıkma, harama girmeden ticaret yapma özgürlüğü olmayan insanların kafaları ve gönülleri ne kadar hür olabilir ki? Câriyelik kalktı deniyor. Aslında adı değişti, kimi hizmetçiler ve sekreterler gönüllü olarak bu görevi yürütürken, hediye karşılığı odalık hizmeti yapanlar var. Bu işi dobra dobra ve kiralama ücreti belli târifeye göre yapanlara fâhişe denilirken; aynı işi hediye karşılığı yapanlara bayan arkadaş, hanımefendi, metres veya sanatçı deniliyor. Esir pazarlarının yerini, güzellik yarışmaları, mankenlik ajansları, barlar, pavyonlar, magazin sayfaları ve televoleler almış, beyaz kadın ticareti sadece isim değiştirmiş, keyif düşkünü insanın eskiden esirpazarından sık sık câriye alarak yaptığının çok daha çirkinini, hiçbir sınır tanımadan, isterse her gün ve daha ucuza vizite ücreti vererek günümüz insanı yapabilmektedir. Eskiden bu iş satın alınarak yapılıyordu, şimdi kiralanarak. Ama eskiden kadın köle/câriye sadece satın alanın sayılıyordu, şimdi orta malı olarak herkesin. Bu işler, vergisi alınarak yasal halde yapıldığından câriyeliğin en çirkinin resmî olarak sürdüğünü görmemek mümkün mü?
Ama bütün bunlar, kölelik değil; tam tersine özgürlük olarak sunulabilmektedir. Anadolu’yu işgal edenler, Afrika’yı sömürenler, Afganistan’ı yerle bir edenler de oralara medeniyet götürmek, oradaki insanları kurtarmak, uygarlaştırmak, özgürleştirmek adına yapmadılar mı bunları? Fransız devriminden yana, eşitlik, hürriyet, adâlet gibi parlak laflarla modern kölelik oluşturulmadı mı? Sonra kafalar bile köleleşti; "Apaçiler (kızılderililer) vahşîdir, Afrikalılar da yamyam. Zenciler mi? Onlar da akılsız serseri grubu... Batılılarsa; kahramandır, süpermendir, üstündür, yani efendi..." Artık, geri bırakılmış ülkelerin köle psikolojisine sahip insanı, efendilerine öyle âşıktır ki: “Bir yolunu bulsak da özgür Avrupa’ya kapağı atsak!”, “Keşke Amerika vatandaşı (gibi) olabilsek!”, “Arapça’yı ne yapacaksın, İngilizce çok önemli arkadaşım...” Yeni dünya kölelik düzeninin köleleştirdiği yığınların efendilerine duydukları hayranlıkları “köle zihniyeti”nin dışında neyle izah edebiliriz? Efendilere duyulan bu aşk olmasa kaka kola bu kadar yaygınlaşabilir, Mc Donalds’lar adım başı hamburger dükkânı açabilir, kişiler
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Amerikan bayraklı tişörtleri sevgiyle giyebilir miydi? Onların modalarına, ideoloji ve ahlâk(sızlığ)ına özenilir miydi?
İnsan, köleliğe râzı olunca, muhakkak onu emri altına alacak efendiler çıkacaktır. Müstaz’aflığı kabul eden bir yapı içinde ezilip büzülmüş ve karşısındakini gözünde büyütmüş biri, takvâ sahibi mütevâzi bir mü’minle karşılaşmadıysa, kölelik halkası geçirsin diye boynunu efendi adayına uzatmış demektir. Böyle bir durum, müstekbirlerin arayıp bulamadığı bir tavırdır. İnsanlar sadece bacaklarının arasından hadım edilmezler, esas iğdişlik, kafalarda ve gönüllerde yapılıyor. Darağaçlarıyla, İstiklâl mahkemeleriyle, takrîr-i sükûnla, tek parti faşizan baskılarıyla, her on yılda bir yapılan ihtilâl ve darbelerle, olağanüstü haller ve sıkı yönetimlerle, tek tip insan oluşturmaya yönelik baskı ve dayatmalarla yetişen nesillerin köle karakterinin dışında bir yapı oluşturmaları çok zordur.
“Büyük balık küçük balığı yutar.” Yaşadığımız çağın, acımasız ve çıkarcı asrın felsefesi bu. Allah’a hakkıyla kul ol(a)mayan, kendinde güç görüyorsa efendilik taslayacak, başkalarını kendine köle edinecek; yok kendini güçlü görmeyen müstaz’af ise, mutlaka bir efendi bulup ona kul-köle olacaktır. Askerî hiyerarşi gibi, bir üstün bir altı köle görmesi... İşçi patronunun, memur âmirinin, asistan profesörünün, çocuk babasının, kadın kocasının kölesi. Vatandaş devletin, devlet hortumcuların ve dış güçlerin... Gücü yeten yetene... Müstaz’af-müstekbir, ezen-ezilen ilişkisi, yani köle-efendi uygulaması! Kravatlar kölelik tasmaları, diplomalar kölelik belgeleri mi acaba?
“Altına, gümüşe ve lükse kul-köle olan insan helâk olsun!”1864 Amerikan emperyalizmine karşı çıkmak lafla olmuyor. Üzerindeki Amerikan blue jeani, elindeki Amerikan sigarası, içtiği kaka kolası ile Amerika karşıtlığı, Amerika için bir baraj kapağıdır. Dolar efendinin karşısında iki büklüm olup eğilmeyecek kaç özgür insan çıkar toplumda? İnsanlar niçin köle gibi çalışıyorlar? İyi bir ev, bir araba ve buna benzer bazı maddî şeyler için mi? Öyleyse insan arabanın veya evin kölesi mi oluyor? Kim kime hizmet edecek? Araba insana mı, insan arabaya mı? Çeşitli oyunlar ve chat yapmak gibi tutsak edici özelliğiyle bilgisayar mı insanın her emrini yerine getiren sessiz kölesi, yoksa farkında olmadan insan mı onun kölesi? Televizyonun düğmesine hükmedemeyen, ama programların saatine göre akşamdan sonraki hayatını ayarlamak zorunda kalan insan, televizyonun kölesi olmuyor mu? Amerika, ta uzaklardan kovboycasına attığı Hollywood marka kementleriyle, dünyanın öteki ucundaki, evinde veya sinemada koltuğuna yaslanmış insanı esir mi alıyor dersiniz? Nelerin tutsağı olduğumuz nelersiz yapamayacağımızı düşünerek, alışkanlıklarımızı, evimizi, işimizi, giysilerimizi, yiyip içtiklerimizi, kafa ve gönlümüzü bu anlayışla gözden geçirerek değerlendirebiliriz. Tabii bunu değerlendirebilmek için de özgür bir terazi gerek.
Bütün bunların yanında, bir de madalyonun diğer tarafına göz atalım: Günümüzde özgürlük de bir put, bir efendi haline gelmiş; insan da, özgürlüğün kölesi! Şâir de öyle diyor ya: "Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esâretten." Günümüzde “özgürlük” denen şey; çoğu insan açısından nefse, arzu ve hevâya köleliğin adından başka bir şey değil! Hiçbir şeyi beğenmeyen, kendinden başka adam tanımayan, herkesi eleştiri kılıcıyla doğrayan, isyankâr, büyüklere saygı, ana-babaya hürmet, dinî ahlâk...
1864] Tirmizî, Zühd 42; İbn Mâce, Zühd 8
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 395 -
tanımayan ukalâ gencin bütün bunları ne adına yaptığını sorarsanız, cevap tek kelimedir: Özgürlük! Günümüzde, özgürlük putunun kulu olan gençlere göre, bağımsızlık ve özgürlük demek, kural ve sınır tanımamak, özellikle de İlâhî hududu çiğnemek demektir, nefse/hevâya bağımlılık demeye gelmektedir. Söz veya davranışla “Allah’a kulluk” eleştiriliyor; nefse kul olanlar tarafından, nefse ve daha birçok şeye... Allah’ın kulu anlamında “abdullah” olamayanlar, abd-i abd veya daha çirkini, abd-i ABD oluyor. Allah’ın kulu olmak yerine, emir kulu olmayı tercih ediyor. Bir kulun kula kulluk yapması kadar kulu alçaltan şey yoksa; sadece Rabbe kulluk kadar yücelten bir şey de yoktur.
Bireyin özgürlüğü, öncelikle beynin özgürlüğüyle sağlanır. Önyargılarının, hevâsının, düzenin, âdet ve alışkanlıkların sağlıklı düşünceye prangalar vurduğu durumda özgürlük, köleliğin maskeli halidir ancak. Giyeceği bir kıyafeti ta Paris'teki modacıların yönlendirdiği, onların izni olmadan giyeceği elbiseyi bile seçemeyen bir kadın, ne kadar özgür olabilir?
Aslında, insan için mutlak özgürlük yoktur. Sınırsız hürriyet isteği, insanlıktan çıkma arzusu demektir. İstediği yerde anırmak ve istediği yere pislemek özgürlüğü ancak eşeklere aittir, onlara özenen kişi ancak bu tür bir hürriyet hasreti çeker. İnsanî hürriyet, başka insanların hürriyetlerinin başladığı yere kadardır denilir, ama öncelikle "Rabbinin çizdiği sınırlar kadardır" hükmü unutulur. Bu ölçü olmayınca, özgürlük istekleri çatışınca hakem kim olacaktır? Sözgelimi, günümüzde kadınların istediği gibi açılıp saçılma özgürlüğü, erkekleri tahrik edecek şekilde sokağa çıkma hürriyetleri vardır. Peki, müslüman bir erkeğin günaha girmeden sokağa çıkma hürriyeti ne olacak? Hangisinin özgürlüğü, diğerini sınırlayacak, kim, kimin lehine kendi özgürlüğünden vazgeçecek? Bu, sadece, sokakta ve yalnız gözleri korumakla sınırlı değil elbet, gayri İslâmî tüm ortamlar için sorunun özü bu; kime göre hürriyet, kime ve ne özgürlüğü?
Allah'ın hükmünün hakem olmadığı bir ortamda, müslümanın müslümanca yaşama hürriyeti elinden alınmış, ona zulmedilmiş olmaktadır. Kâfirin de elbette cehenneme gitme özgürlüğü vardır, dilediği gibi inanma ve yaşama hakkına sahiptir, ama başkalarını ifsâd etmediği, bireysel fesâdını topluma taşımadığı müddetçe. Fesadın pis bir mikrop gibi başkalarına yayılması, "fitne"nin ortaya çıkması demektir. Müslümanlar böyle bir ortama giden yolları tıkayacaklar, tıkamaya çalıştıkları halde veya kendi inisiyatifleri dışında oluşup büyüyen toplumsal fesat/fitne yayıldıysa, bunu kaldırmak için savaşacaklardır: "Fitne tamamen yok edilinceye ve din de (kulluk da) yalnız Allah için oluncaya kadar savaşın. Şâyet vazgeçerlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur." 1865
Hükümdara: "Senin kölesi olduğun şehvet, mide, öfke, hırs... gibi şeyler, benim kölemdir; sen benim kölemin kölesi, ben de senin efendinin efendisiyim" diyebilen ve onun ihsânına ihtiyaç duymayan kişi mi, yoksa hükümdar mı daha özgürdür? Kul-köle, sahibinin istediğini ve emrettiğini yapar. Onun sahibi varken, kendi arzusu, isteği olmaz. Başka tüm kullukları reddedip sadece Allah'a kulluk yapma bilincinde olan mü'min de, irâdesini Allah'ın hükmüyle sınırlamalı, O'nun tâyin ettiği alan içinde hürriyetini kullanmalıdır. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme
1865] 2/Bakara, 193
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." 1866
“Münâfığa ‘seyyid/efendi’ demeyin. Çünkü o sizin efendiniz olursa, Aziz ve Celil olan Rabbinizi gazaplandırmış olursunuz.” 1867
Müslümanların çoğunluğunun ictihadına göre, savaş esirleri konusunda, İslâm’ın ve müslümanların maslahatına ise, savaş esirlerinin köleleştirilip gâzilere dağıtılmasını imam veya vekili uygun görebilir. Tarihte müslümanların kölelik uygulaması, kaynak itibarıyla esir kamplarının alternatifi olarak değerlendirilmelidir. Önce, unutulmamalıdır ki, köleliği icad eden ve onu ilk uygulayanlar müslümanlar değildir. Din, köleliğin koruyucusu ve devam ettiricisi değildir. Kölelik, devletlerin savaşlar münâsebetiyle oluşturduğu bir kurumdur. Şimdi düşünelim. Bir savaş oldu. Müslümanlar esir aldı ve onlardan esir aldılar. Esirlere yapılacak muâmele seçeneklerini sayalım: a- Esirlerin hepsini öldürmek, b- Esir kampları, c- Kendi memleketlerine serbestçe dönmelerini sağlamak, d- Ganimet olarak gâzilere dağıtmak. e- Mübâdele, yani esirleri karşılıklı olarak değiştirmek. Son şık, o devirlerde istisnâlar dışında uygulanmıyordu. Ayrıca, kölelik yadırganmıyor, kimse onu çirkin bir şey saymıyor ve savaşa katılan kimse, ölümü göze aldığı gibi köleliği de ihtimal olarak görüyordu.
İslâm, Peygamber zamanındaki sosyal, psikolojik zorunluluk dolayısıyla kölelik konusunu iki merhalede ele aldı. İlk merhale; köleliği ıslah, kölenin de insan olduğu zihniyetini herkese kabul etttirmek ve rûhî hürleştirme. İkinci merhale, ideal olan durum ki, tüm köleleri ve tüm insanları hürleştirme, Allah’tan başkasına kulluk yapılmasına engel olma aşaması. Tarihteki müslümanların kabahati, birinci merhale konusunda çok az olmakla birlikte, esas olarak, ikinci aşamaya geçmeyi çok geciktirmek olmuştur.
Aslında dünyanın birçok yerinde tutsaklar köle gibi çalıştırılır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları süresince esir kamplarının durumu, oralardaki vahşet hâlâ unutulmamıştır. Uzağa gitmeğe hâcet yok. Ağır sıklet güreşçisiyle küçücük bir çocuğun güreşi şeklindeki, Amerika’nın Afganistan’daki rezilce ve alçakça gâlibiyetinden sonra Afgan esirlerini alıp götürdüğü esir kampında insanlık dışı durumları gözümüzün önüne getirelim ve bunu asr-ı saâdetteki kölelerin haklarıyla ve onlara yapılanlarla karşılaştıralım. İsrail adı verilen Ortadoğudaki vampirin işgal ettiği yerlerde tutukladığı Filistin’li müslümanlara esir kamplarında, tutukevlerinde neler yaptığını düşünelim; bunu müslümanların kölelerine yapmak zorunda olduğu Kur’anî prensiplerle ve Sünnetteki uygulamalarla mukayese edelim. Ne çabuk unuttuk, daha dün Saraybosna'da, Sırpların ve Hırvatların, müslüman esirleri aylarca esir kamplarında aç ve susuz bırakmaları, işkence altında ezmeleri, döverek, boğazlayarak öldürmeleri, kadınların ırzına geçmeleri bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir. “Allah’tan korkan, kul hakkını bilen ve zulmün her çeşidinin haram olduğu bilincinde olan bir müslümanın kölesi olmayı mı, yoksa esir kamplarında günümüzde bile sürdürülen uygulamayı mı, hangisini tercih edersin?” diye savaştan mağlup olarak çıkan esirlere sorup anket yapalım, sonuç ne çıkar dersiniz? Köleliği şeklen kaldırmak yetmiyor, savaş esirlerine alternatifler getirmek ve köleliğin her çeşidine, her ne ad verilirse verilsin karşı çıkıp modern köleliğin kaynaklarını da kurutmak gerekiyor.
1866] 33/Ahzâb, 36
1867] Buhârî, Edebu’l-Müfred, II, hadis no: 760
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 397 -
Görüldüğü gibi müslümanların işi hayli zor. Görünmeyen zincirleri kırmak, işgal altındaki beynini ve gönlünü öncelikle kurtarmak, köleleştirilen çoluk çocuğunu, müslümanları ve tüm insanları Allah’a kulluğun dışında tüm tutsaklıklardan kurtaracak çalışmalar yapmak... Öyleyse hâlâ ne diye gündelik işlerle oyalanıyorsunuz? İşiniz, okulunuz mu var? İşinizin mi kölesisiniz ki, bu mâzerete sığınıyorsunuz? Haydi, içinizdeki ve dışınızdaki, kendinizdeki ve çevrenizdeki, müslümanlardaki ve diğer mazlumlardaki zincirleri kırmak için çalışmaya.
Allah’ın dışındaki tüm kulluk ve bağlardan arınmaya ve tüm esâret zincirlerinden kurtulmaya çalışanlara selâm olsun!
"Hiç kimse, diğer bir kimsenin kulu değildir." (Hz. Ali)
"Allah, hürriyeti ancak onu sevenlere ve onu korumaya ve savunmaya hazır olanlara verir."
"Allah bize hayatı verirken, hürriyeti de verdi."
"Allah, dilsiz hayvanlara bile özgürlük vermiştir."
"Allah özgürlüğü, kişi de tutsaklığı yaratmıştır."
"Allah, özgürlüğü ancak onu arayanlara verir."
"Özgürlük, başkalarından el çekmek değil, onlara el uzatmaktır."
"Özgürlüğünden vazgeçen kimse, insanlıktan, hak ve görevlerinden vazgeçmiş demektir."
"Hürriyetin en yüksek hazzı Allah'a kulluktadır."
"Özgürlük, evet özgürlük ama, İlâhî sınırlara kadar."
“Müslüman, inancının hâkim olmadığı yerde kölesin!”
"Hevâî/nefsî özgürlük, (b)alıklar için, oltanın ucundaki yemden yararlanma isteğidir."
"Özgür olmayıp kendisini özgür sanan kimseden başka tutsak/köle kalmamıştır."
"Ruhunda kölelik olan 'taht'a çıksa da yine köledir."
"Köleliğin en kötüsü, nefsine köle olmaktır."
"Koyunu kurdun elinden kurtaran çoban, koyuna göre kurtarıcı, kurda göre ise özgürlüğüne engel olan bir kimsedir. Demek ki, koyun ile kurdun özgürlük deyince söylemek istedikleri şeyler birbirlerinden değişiktir."
"Özgürlük ağacı, ancak şehitlerin kanları ile sulandıkları vakit büyür"
"Özgürlük ağacı, arada sırada, zorba ve zâlimlerin kanıyla sulanmalıdır. Çünkü bu onun doğal gübresidir."
"Ey Hürriyet! Ey Hürriyet! Adına ne cinâyetler işleniyor."
"Hürriyeti hakkıyla anlamayan, er geç onu kötüye kullanır."
"Mantıksız ve erdemsiz hürriyet nedir? Kötülüklerin en büyüğü."
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Bir adamın kendi hürriyetini başkasına devretmesine müsâade etmek, hürriyet değildir."
"Düşüncesini anlatmak hürriyeti olmadımı, insanlarda hürriyet yok demektir."
"Hürriyetin, hakkın korundukça insansın."
"Kendi selâmeti için hürriyetten vazgeçmek isteyenler, ne selâmeti, ne de hürriyeti hak etmişlerdir.
"İsteyeni arttıkça, özgürlüğün bedeli düşer."
"Özgürlük istemiyoruz, özgürlükler istiyoruz!"
"İnsan özgür olmadan mutlu olamaz."
"İnsan, yaşamayı ve yaşamamayı aynı şey diye kabul ettiği zaman hürriyete kavuşur."
"İnsanlar, ancak tutkularına gem vurabilecekleri oranda özgürlüğe hak kazanırlar."
"İnsanları tam bir hürriyete kavuşturmayan ezelî ve ebedî iki zorba kuvvet vardır: İhtiyaç ve alışkanlık."
"İnsanın hürriyeti, komşusunun (kardeşinin) hürriyetinin başladığı yerde biter."
"Müslümanın hürriyeti, Rabbinin çizdiği sınır içindeki çok geniş alandadır."
"Kuşların özgürlüğü bir yem boyudur."
"Tek başına (sadece nefsiyle) kumanda etmek, bir köleliktir aslında."
"İnsanlar köleyseler bu, onların kendi hak ve güçlerini bilmemelerindendir."
"Köle, düşüncesini söyleyemeyen adamdır."
"Köleliğin beteri, kendinin kölesi olmak değil midir?"
"Başkalarının özgürlüğünü tanımayanlar, özgürlüğe lâyık değildirler."
"Başkalarına da vermeden sahip olamayacağımız tek şey, özgürlüktür."
"Başkasının kölesi olmayan ve başkasını kendine köle etme hırsına kapılmayan bir kimseye ne mutlu!"
"Köle olmayan var mı bu dünyada?"
"Şeytana köle olmak, bir kadına köle olmaktan daha ehvendir."
"Kölelik insanı alçaltır, alçaltır, o kadar ki ona köleliği sevdirir."
"Köle, kanaati nisbetinde hürdür. Hür adam ise tamahı/hırsı nisbetinde köledir."
"Asil bir ruh için başını boyunduruğa uzatmakla balta önünde eğmek arasında fark olmamalıdır."
"İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır."
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 399 -
"Hiçbir şey insan hayal gücü kadar hür değildir."
"En hür insan bile efendisiz değildir."
"Nefsinden ferâgat etmeyen, gerçek hürriyete kavuşamaz."
"Cesâret yoksa esâret var demektir."
"Kendisi için olduğu kadar, hasımları için de hürriyet hakkını istemeyen ve kabul etmeyen bir kimse hür olmaya lâyık değildir."
"Hürriyet, bir kişinin değil, herkesin hakkıdır."
"Herkes için eşit hak olan hürriyet, bir şahsa âit kalamaz. Hürriyetin sınırı, başkalarınınki ile tehdit edilir."
"İslâm hukukunda köle almak, köle olmaktır." (Ahmed Cevdet Paşa)
"Özgürlük yok olunca, bir ülke kalır, ama artık bir vatan yoktur."
"Bir şahıs için sıhhat ne ise, toplum için de hürriyet odur. Eğer insan, sıhhatini kaybederse dünyada hiçbir zevk onu tatmin etmez. Şâyet cemiyet de hürriyetini kaybederse zaafa uğrar ve saâdet yüzü görmez."
"Özgürlüğü elinden alınmış bir ulus, ne kadar zengin ve rahat olursa olsun, uygar insanlık gözünde bir uşaktan daha aşağıdır."
"Hürriyete karşı güveni kalmayan bir toplum derhal yıkılır."
"Hürriyetten vazgeçmek bir suçtur."
"En güzel hürriyet rüyası hapiste görülür."
"Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak demektir; bu ise, rüzgârı zaptetmekten de zordur."
"Hürriyet verilmez, alınır."
"Hürriyet, hiçbir vakit hapsedilemez, hatta o tazyike uğradığı oranda genişler."
"Hürriyet, ancak hürriyetini her gün yeniden kazanan insana lâyıktır."
"Hür insanın vücudu esir edilebilir, ama ruhu yakalanamaz."
"Hür insan, mahpus olabilir, fakat asla esir olamaz."
"İnsan hür olmadan huzurlu ve mutlu olamaz."
"Hürriyetsiz dünya, kuru bir makineye benzer."
"Hürriyetsiz ahlâk mevcut olmayacağından, onsuz vazife ve mes'ûliyet de olamaz."
"İnsanlar ancak alışkanlıklarına gem vurabilecekleri nisbette hürriyete hak kazanırlar."
"Özgürlüğü olmayan adamın davranışları, kendi davranışları değildir."
"İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar (Allah'ın kuludurlar)."
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam."
"Hürriyet, hayat makinesinin buharıdır."
"Hürriyetin şânı odur ki, kendine de, başkasına da zararı dokunmasın."
"Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin Firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etmemesidir."
"Hürriyet odur ki, İlâhî ve evrensel adâlet kanunu ve edebe dâvet dışında hiç kimse, kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku korunsun, herkes meşrû hareketinde şahlar kadar serbest olsun."
"Şeriat dâiresi dışındaki özgürlük, ya istibdat/tahakküm ya nefse esirlik veya da canavarcasına hayvanlık ya da vahşettir."
"Nâzenin hürriyetin, Şeriat âdabıyla terbiye edilmesi gerekir. Yoksa sefâhet ve rezillikteki özgürlük, hürriyet değil; hayvanlıktır. Terbiyesiz özgürlük şeytanın tahakkümüdür, nefs-i emmâreye esir olmaktır."
"Mü'min, gerçek anlamda hürdür. Yaratıcıya kul ve hizmetçi olan, halka tezellüle tenezzül etmez. İnsanda iman ne kadar kuvvetli olursa, hüriyyeti de o kadar büyür. Ama mutlak hürriyet (sınırsız özgürlük), sınırsız vahşettir, hayvanlıktır. Özgürlükleri sınırlamak, insanlık açısından zarûrîdir. Vicdan bağıyla, İslâmî hükümlerle kayıtlanan özgürlük de olgunluktur."
"Câhil halk, avamdan insanlar, sınırsız özgür olsa, tüm şartlardan uzak sonsuz serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur; (hem kendilerine ve hem de topluma sınırsız zararları dokunur)."
"Bazı lâubâlîler (gerçek anlamda) özgürce yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmârenin tahakkümüne ve rezilce esâretinin altına girmek istiyorlar."
"İslâmî özgürlük, Cenâb-ı Hakk'ın Rahmân ve Rahîm tecellîsiyle bir ihsânıdır ve imanın bir hassasıdır."
"Haklı hürriyetten hakkıyla istifâde etmek, imandan yardım almakla olur. Zira tüm yaratıkların teslimiyetle kulluk ettikleri Yaratıcı'ya kul ve hizmetkâr olanın, halka kulluğa tenezzül etmeyeceği kesindir."
"Mü'min, Allah'ın kendine tanıdığı meşrû hürriyet ve serbestliğinin, hiçbir keyfî kanunla sınırlandırılmasını kabul edemez."
"Özgürlükleri üretmek yetmez, paylaşmak gerekir."
"Hürriyet, hürriyetin ne olduğunu bilmeyenin hakkı değildir."
"Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik!" 1868
"Aşk esirleri fidye ile esâretten kurtulamazlar."
"Özgürlüğünden geçmek, insan olma niteliğinden, insanlık haklarından, hatta ödevlerinden geçmektir."
"Ba'zan sana ağlanırsa ba'zan gülünür; / Uğrunda ömürler, ortasından bölünür...
1868] Fransız İhtilâli Sloganlarının En Meşhuru
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 401 -
Dünyada sevincin yaşanır, Hürriyet / Ve senin için ölünür!"
"Hür olmak eğer ister isen, olma cihanın
Zevkında, safâsında, gamında, kederinde."
"Ezizim ne hazeldir / Ne güldür, ne hazeldir.
Beyin köleliğinden / İtin damı gözeldir." (Azerbaycan halk bayatısı)
"Bir bende ki âzad ola elbet olur şâd
Amma ki Senin benden olan olur şâd"
"Bir başıma kalsam şehe, sultâna kul olmam.
Vîran kalası hânede evlâd u iyâl var."
"Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esâretten."
"Kimsenin lûtfuna olma tâlib / Bedeli cevher-i hürriyettir."
"İnsan esirliği, / Memleketlere sığmaz.
Millet esirliği / Yeryüzüne."
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kölelik Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Erkek Köle Anlamındaki Abd ve Çoğulu Ibâd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde:) 2/Bakara, 178, 178, 221; 16/Nahl, 75; 24/Nûr, 32; 26/Şuarâ, 22; 38/Sâd, 30, 44.
B- Kadın Köle (Câriye Anlamına Gelen Emeh ve Çoğulu İmâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde:) 2/Bakara, 221; 24/Nûr, 32.
Kur’ân-ı Kerim’de Abd/Köle Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
Abd kelimesi, Kur’an’da toplam Olarak 275 Yerde Geçer. Köle Anlamında Abd Kelimesi (6 Yerde): 2/Bakara, 178, 178, 221; 16/Nahl, 75; 24/Nûr, 32; 26/Şuarâ, 22.
Köle Anlamında Rakabe Kelimesi (6 Yerde): 4/Nisâ, 92, 92, 92, 5/Mâide, 89; 58/Mücâdele, 3; 90/Beled, 13.
Çoğulu Rikab (Köle Anlamında 1 Yerde): 2/Bakara, 177.
Kadın Köle (Câriye) Anlamında Eme Kelimesi (1 Yerde): 2/Bakara, 221.
Eme’nin Çoğulu İmâ’ Kelimesi (1 Yerde): 24/Nûr, 32.
Milk-i Yemîn (Köle Olarak Sahip Olmak -bilek gücüyle elde edilen kadın ve eli altında olmak- Anlamında 15 Yerde: 4/Nisâ, 3, 24, 25, 36; 16/Nahl, 71; 23/Mü’minûn, 6; 24/Nûr, 31, 33, 58; 30/Rûm, 28; 33/Ahzâb, 50, 50, 52, 55; 70/Meâric, 30.
Memlûk (Mülk Edinilen Köle). 1 Yerde: 16/Nahl, 75.
Esîr Kelimesi (1 Yerde): 76/İnsân, 8.
Esîr Kelimesinin Çoğulu Esrâ Kelimesi (2 Yerde): 8/Enfâl, 67, 70.
Esîr Kelimesinin Çoğulu Üsârâ Kelimesi (1 Yerde): 2/Bakara, 85.
Hurr (Kölenin Zıddı Olarak Hür, hürriyet sahibi Anlamında (2 Yerde): 2/Bakara, 178, 178.
Tahrîr (Köle Âzâd Etmek) 5 Yerde: 4/Nisâ, 92, 92, 92; 5/Mâide, 89; 58/Mücâdele, 3.
Köle ve Câriyelerin Özgürlüğünü Vermek: 4/Nisâ, 92; 5/Mâide, 89; 24/Nûr, 33; 58/Mücâdele, 3; 90/Beled, 12-13.
a- Zıhâr Yapan Kimse, Köle Âzâd Etmelidir: 58/Mücâdele, 3.
Öldürülen Mü'mine Karşılık Köle Âzad Etmek: 4/Nisâ, 92.
E- Köleyi Kurtarmak İçin İnfak/Fidye: 2/Bakara, 177.
F- Köleye İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36; 16/Nahl, 71.
G- Mü'min Bir Köle Nikâhlamak, Müşrik Nikâhlamaktan Daha Hayırlıdır: 2/Bakara, 221
a- Bekârları ve Köleleri Evlendirmek: 24/Nûr, 32
Câriyelerin Nikâhı: 4/Nisâ, 24-25.
H- Câriyeleri Fuhşa İtmek: 24/Nûr, 33.
İ- Hürriyet/Özgürlük:
a- Vicdan Özgürlüğü: 2/Bakara, 256; 5/Mâide, 99; 9/Tevbe, 6; 10/Yûnus, 41, 43, 39; 16/Nahl, 35; 17/İsrâ, 54; 18/Kehf, 29; 50/Kaf, 45; 88/Ğâşiye, 21, 22; 96/Alak, 9-10; 109/Kâfirûn, 6.
K- Savaş Esirleri:
a- Düşmana Karşı Tam Üstünlük Sağlayıncaya Kadar Esir Almakla Uğraşmak Doğru Değildir: 8/Enfâl, 67.
b- Esirlere İyi Davranmak: 8/Enfâl, 69-71; 47/Muhammed, 4.
Esirlere Yedirip İçirmek: 76/İnsân, 8-12.
Esirleri Kurtarmak İçin İnfak: 2/Bakara, 177.
Bedir Esirleri: 8/Enfâl, 69.
Savaş Esirlerinin Fidyesi: 8/Enfâl, 67-69; 47/Muhammed, 4.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kölelik ve Câriyelik, Hasan Tahsin Fendoğlu, Beyan Y.
2. İslâm Hukukunda Kölelik-Câriyelik Müessesesi ve Osmanlıda Harem, Ahmed Akgündüz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Y.
3. İslâm’ın İlk Döneminde Kölelik, Mehmet Nadir Özdemir, Gökkubbe Y.
4. Osmanlı Devletinde Kölelik, Nihat Engin, İFAV Y.
5. İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ahmet Özel, T. Diyanet Vakfı Y.
6. Köleliğin Alfabesi-Hürriyetin Elifbâsı, Mahmut Toptaş, İnkılab Y.
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 403 -
7. Kölelik Bir Yazgı Değilse Eğer, Bülent Sönmez, Birleşik Dağıtım Ank. Y.
8. Kölelikten Efendiliğe, Sâmiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat
9. Kölelik, Maurice Lengelle, Çev. Emine Su, İletişim Y.
10. Kölelikten Kurtuluş, Booker Washington, çev. Ayşe Pertev Akıncı, Timaş Y.
11. Kölelik Yolu, Friedrich A. Von Hayek, çev. T. Feyzioğlu-Y. Arsan, Liberal Düşünce Topluluğu Y.
12. Kanun, Yaşama Faâliyeti ve Özgürlük; Sosyal Adalet Serabı, F. A. Von Hayek, T. İş Bankası Y.
13. Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, Jale Parla, İletişim Y.
14. İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Servet Armağan, D.İ.B. Y.
15. İslâm Toplumunda Vatandaşlık Hakları, Raşid Gannuşi, Birleşik Y.
16. İslâm Hukukunda Gayri Müslimlerin Temel Hakları, Osman Şekerci, Nun Y.
17. Müslümanlar Gayri Müslimlere Nasıl Davrandı, Yusuf el-Kardavi, İhya Y.
18. İslâm’da Düşünce Özgürlüğü, Mehmet Bayrakdar, Türk Demokrasi Vakfı Y.
19. İnsanın Özgürlük Arayışı, Ali Bulaç, Beyan Y. / İz Y.
20. Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye, Heyet, Can Y.
21. Yine Düşünce Özgürlüğü, Yine Türkiye, Heyet, Can Y.
22. Kadının Özgürlüğü, Safinaz Kâzım, Denge Y.
23. Kadının Özgürlük Savaşı, Muhammed Kutup, Ravza Y.
24. Çağımızın Özgürlük Sorunu, Eric Fromm, Gündoğan Y.
25. İslâm ve Emperyalizm, Seyyid Kutup, Şelâle Y.
26. Özgürlüğün Bittiği Yerde, Ayla Çeliktürk, Timaş Y.
27. İnsan Hakları (Müslümanca Bir Yaklaşım), Heyet, Akabe Y.
28. Özgürlükler Hukuku, İbrahim Ö. Kabaoğlu, Afa Y.
29. Hürriyet Bildirgeleri, Janko Musulin, Belge Y.
30. İnsan Hürriyeti, Necati Öner, Vadi Y.
31. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında İslâm ve Hürriyet, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
32. Ben Devletim, Vururum, Halil Nebiler, BDS Y.
33. Medine Düşünceleri, Hüseyin Hatemi, Nesil Basım Yayın
34. Özgürlük Arayışı ve İslâm, Muhammed Selâhaddin, Çeviren: N. Ahmed Asrar, Pınar Y. İst., 1989
35. Amerika'da Zenci Müslümanlık Hareketi, Kadir Mısıroğlu, Sebil Y. s. 40 vd.
36. İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Servet Armağan, D.İ.B. Y. Ankara, 1946
37. Asr-ı Saâdette Kölelik ve Câriyelik (Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdette İslâm, Beyan Y. c. 1, s. 493-494), Nihat Engin, Vecdi Akyüz, İstanbul, 1994
38. Eski Hukukumuzda Kölelik, Hasan Tahsin Fendoğlu, Basılmamış Doçentlik Tezi, Diyarbakır 1994
39. Şer’iye Sicillerine Göre Sosyal ve Ekonomik Hayatta Köleler (17 ve 18. Yüzyıllar), İzzet Sak, Basılmamış Doktora Tezi, Konya 1992
40. Çağlar Boyu Kölelik (Eski Yunan ve Roma), Hasan Malay, Gündoğan Y. Ankara, 1990
41. Antik Devirde Gladyatörler, Hasan Malay-H. Sılay, Arkeoloji ve Sanat Y. 1991
42. Eski Yunan'da Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne, Alaaddin Şenel, Bilim ve Sanat Kitabevi Y. Ankara, 1970
43. Gâvurların Esiri, Temeşvarlı Osman Ağa, Çev. Esat Nermi, İst. 1971Trtbatı
44. Tanzimat Edebiyatında Kölelik, İsmail Parlatır, Türk Tarih Kurumu Y. Ankara, 1992
45. İnsan Hakları Tarihi, Erol Anar, Çivi Yazıları Y.
46. Hepimiz Bir Katiliz –Sömürgecilik Bir Sistemdir-, Jean Paul Sartre, Belge Y.
47. Sömürgeciliğin Çöküşü (Dekolonizasyon), M. E. Chamberlain, Rehber Y.
48. Sömürgecilik, İbrahim Erdinç Şumnu, Zafer Y.
49. Yeryüzünün Lânetlileri, Frantz Fanon, Birleşik Y.
50. Soğuk Savaş Dönemi: Süper Güçlerin Hâkimiyet Kavgası, Cemal Acar, Şahsi Y.
51. Süper Güçlerin Hâkimiyet Kavgası, Cemal Acar, İrfan Y.
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
52. Medeni Vahşet, Hüsnü Aktaş, Düşünce Y.
53. Sömürgecilik ve Panİslâmizm Işığında Türkistan, Alaaddin Yalçınkaya, Timaş Y.
54. Harp Suçları ve Devletlerarası Hukuk, İlhan Lütem, Ank. 1951, s. 17-18
55. Haçlı Seferleri Tarihi, Steven Runciman, Çev. Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu Y. 3 cilt, Ank. 1992
56. Bosna’da Soykırım Günlüğü, Roy Gutman, Çev. Şakir Altıntaş, Pınar Y. İst. 1994
57. Roma Hukuku, Ziya Umur, Beta Basım Yayım, İst. 1950
58. Osmanlı Saray Kadınları, Pars Tuğlacı, İstanbul, 1985
59. Ümem-i Nasrâniye'deki İstirkak Hakkında Mütalaât, Larok Patris, Paris
60. Osmanlı'da Harem, Meral Altındal, Altın Kitaplar Y. İstanbul, 1993
61. Abdülhamid'in Haremi, Nahit Sırrı Örik, Arba Y. İstanbul, 1989
62. Harem-i Hümâyun, İ. Mouradja d'Ohson, Terc. Ayda Düz, Hayat Tarih Mecmuası İlâvesi, İst. 1972
63. Osmanlı Köle Ticareti 1840-1890, Ehud R. Toledano, Tarih Vakfı Yurt Y. İstanbul, 1994
64. Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, M. Çağatay Uluçay, İstanbul, 1959
65. Harem I-II, Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Y.
66. Haremin İçyüzü, Süleyman Kâni İrtem, Temel Y.
67. Haremden Mektuplar I, Harem II, M. Çağatay Uluçay, Ankara, 1992
68. Padişahların Bütün Kadınları, Haremden Taşanlar, Nazım Tektaç, Çatı Kitapları Y.
69. Harem Penceresinden Sultan Abdülhamid, İsmet Bozdağ, Emre Y.
70. Haremden Mahrem Hâtıralar, Melek Hanım, Çeviren: İsmail Yerguz, Oğlak Y.
71. Harem-i Hümâyun, Leslie P. Peirce, Çeviren: Ayşe Berktay, Tarih Vakfı Yurt Y. 1996
72. Harem, Alev LytteCroutier, Yılmaz Y.
73. Câriyeler, Sema Ok, Kamer Neşriyat, İst, 1996
74. Köleliğin Alfabesi Hürriyetin Elifbası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
75. Kulluk, İbn Teymiyye, Çev. İ. E. Dal, İhyâ Y.
76. Kulluğum Sultanlığımdır, Ömer Sevinçgül, Zafer Y.
77. Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
78. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (abd maddesi: M. Hamidullah,) c. 1, s. 57; (esir maddesi: Ahmet Özel,) c. 11, s. 382-389; (hürriyet md. Mustafa Çağrıcı,) c. 18, s. 502-505; (köle md. M. Hamidullah-M. Akif Aydın,) Örnek Fasikül, İst. 1986
79. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Köle-Kölelik: (Hamdi Yusufoğlu,) c. 3, s. 392-395, Câriye: (M. Said Şimşek,) c. 1, s. 274; Hürriyet: (Ahmet Özalp,) c. 3, s. 36-37
80. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. Kölelik: (İzzet Er,) c. 2, s. 411-413; Özgürlük: (R. Özdenören,) c. 3, s. 211-213, Sömürgecilik: (D. Dursun,) c. 3, s. 494-509
81. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 12, s. 51-58
82. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M. Zeki Pakalın, M.E.B. Y. Köle: c. 2, s. 300-302; Câriye: c. 1, s. 259-261
83. Osmanlı Tarih Lügatı, Midhat Sertoğlu, Enderun Kitabevi Y. , İstanbul, 1986
84. Hz. Peygamber’in Savaşları, Muhammed Hamidullah, Yağmur Y. İst. 1994, s. 92-93, 158
85. Kur'an'ın Ana Konuları, M. Said Şimşek, Beyan Y. s. 189-193
86. Örnekleriyle İslâm Ahlâkı, M. Yaşar Kandemir, Nesil Y. s. 134-142
87. İslâm'a Göre Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y. s. 404-412
88. İslâm'ın İnsana Verdiği Değer, Muhammed Abdullah Draz, Kayıhan Y. s. 51-58
89. İslâm ve Mülkiyet, Mahmut Talegani, âm ve Mülkiyet, Mahmut Talegani, Yöneliş Y. s. 228-248
90. Muhammedî Vahiy, M. Reşid Rızâ, Fecr Y. s. 343-358
91. İlâhî Hikmette Kadın, Hüseyin Hatemi, İşaret Y. s. 257 vd.
92. Fıkhu’s-Sünne, Seyyid Sâbık, Pınar Y. c. 3, s. 379-384
93. İslâm Hukuk Felsefesi, M. Tâhir b. Âşûr, İklim Y. s. 115-121
94. İslâm'ın Etrafındaki Şüpheler, Muhammed Kutub, Hisar Y. s. 48-90
KÖLELİK VE CÂRİYELİK
- 405 -
95. Modern Çağda İslâmî Meseleler, Mevdudi,. Çeviren: Yusuf Işıcık, Tekin Y. Konya, s. 86-147
96. Son Barış Çağrısı, Muhammed Ebû Zehra, Şûle Y. s. 103-111
97. Sorular-Cevaplar, M. F. Dahhâk, s. 103-120
98. Şüpheler ve Çıkış Yolları, M.Abdülfettah Şahin, s. Zaman Gazetesi Y. Kitap 1, s. 58-71; Kitap 5, s. 82-90
99. Şüpheler ve Çıkış Yolları, M.Abdülfettah Şahin, s. Zaman Gazetesi Y. s. 1/58-71
100. Bülûğu’l-Merâm (Selâmet Yolları), İbn Hacer el-Askalânî, Terc. Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Neşriyat, c. 4, s. 292 vd.
101. İslâm Peygamberi, Muhammed Hamidullah, Çev. Salih Tuğ, İrfan Y. c. 2, s. 742-750
102. İbn-i Âbidin, (Reddü'l-Muhtar Ale'd-Dürri'l-Muhtar), İbn-i Âbidin, Şamil Y. 6 5-31; 7/423-477
103. Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Ahmet Şerbâsî, Özgü Y. c. 7, s. 172-175, 338-341
104. Fetvâlar, Mevdûdi, Nehir Y. 2/225-226; 2/179-184; 3/77-84
105. Câriyeliğin Mantığı ve Kölelik, Hülya Koç, Haksöz, sayı 51 (Haziran 95), s. 35-41
106. İslâmiyet'e Göre Kölelik, Ali Abdülvâhid Vâfi, AÜİFD. Sayı, 9, 1961, s. 207-212
107. İslâm’da Köle ve Câriye, Ahmed Akgündüz, Eğitim Bilim, Ocak 2002 s. 59
108. Gerçek Harem Nedir? Ahmed Akgündüz, Türk Edebiyatı, sayı 247, Mayıs 1994, s. 6-10
109. İslâm'da ve Osmanlı'da Kölelik ve Câriyelik, Neşet Çağatay, Bilim ve Ütopya, Ocak 1996
110. Osmanlı İmparatorluğunda Kölelik, Bülent Tahiroğlu, İÜHF Mecmuası, XLV-XlVII, s. 1-4, İst. 1982
111. Kafkas Osmanlı İlişkileri ve Köle Ticareti, Hasan Kanbolat-E. Taymaz, Tarih ve Toplum, 14/79, 1990
112. Osmanlı Türk Toplumunda Köleler ve Câriyeler, Hayat Tarih Mecmuası, 3/8, 1977
113. Osmanlı İmparatorluğunda Kölelik, Bülent Tahiroğlu, İ.Ü.Hukuk Fak. Mecmuası, 45/47 (1/4), 1979/1981
114. Esir Ticareti, Şemsi Rızâ Zobu, Hayat Tarih Mecmuası, I, s. 3, 1971
115. Esir, Esirciler, Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, X, İst. 1970
116. Esir Hanı, Esir Pazarı, Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, X, İst. 1971
117. Esir Pazarı ve Câriyeler, Cemal Kutay, Tarih Konuşuyor, I/3, 1964
118. Esirler ve Esirciler, Reşad Ekrem Koçu, Hayat Tarih Mecmuası, I, 1972
119. Esir Pazarından Beşiktaş Sarayına, Sermet Muhtar Alus, Tarih Hazinesi 5, 1951
120. Saraya Câriye Alınması, Türk Folklor Araştırmaları, 16, 1976
121. Câriyeler Hakkında, Hurşid Paşa, Hayat Tarih Mecmuası, I/5, 1965
122. Osmanlı Haremi Ne Zaman Kuruldu? Zıya Ergins, Tarih Dünyası, Yı. 1, sayı 8-9, 15 Ağustos 1950
123. Harem Bir Okuldu, Halil İnalcık, Tempo 10-16 Kasım 1994, Sayı, 175, s. 34
124. 15. Y.Y.ın Sonu ile 16. Y.Y.ın Başında Bursa'da Kölelerin Sosyal ve Ekonomik Hayattaki Yeri, Halil Sahillioğlu, ODTÜ Gelişme Dergisi, 1979-1980 Özel Sayı, s. 74
125. Harem ve İçyüzü, Muammer Lebib, Tarih Dünyası I, İstanbul 1950
126. Eski Sarayın Harem Hayatı, Yekta Ragıb Öncü, Dünya Gazetesinde Tefrika, ?1992
127. Harem ve Saray Âdât-ı Kadîmesi, Leyla Hanım -Saz-, Vakit Gazetesi, 1332
128. Saray ve Harem Hâtıraları, Leyla Hanım -Saz-, Yeni Tarih Dergisi II, İstanbul, 1958
129. 17. Yüzyıl İstanbul'unda Harem, Walch, Terc. Filiz Aydın, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı 10, s. 46-49, İstanbul, 1970
130. 18. Asırda Harem, M. Çağatay Uluçay, Tarih Dergisi, XVII, İstanbul, 1963
131. Osmanlı Toplum Yaşayışıyla İlgili Belgeler-Bilgiler, Kölelik, Tarih ve Toplum, İst. 1984
132. Amerika'nın Mazlum Sahipleri Kızılderililer -Toprak İçin Bir Irk Kurutuldu-, Zaman, 25. 10. 1992

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:15

KORKU

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KORKU


- 305 -
Kavram no: 118
İmtihan 6
Bk. İmtihan-Belâ; Fitne; Takvâ
KORKU


• Havf; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Korku Kavramı
• Kur’an’da Korku Anlamındaki Kelimeler
• Hadis-i Şeriflerde Korku Kavramı
• Korku Denen Reaksiyon
• Korku Çeşitleri
• Korkaklık
• Korku Namazı
• Selefin Havf/Korku Anlayışı
• İnsan Psikolojisini Dengeleyen İki Unsur: Korku ve Ümit
• Korku-Ümit Terazisinde Ağır Basan Taraf Korku Olmalıdır
• Stresin İlâcı, Allah Korkusudur
• Korkmak Ayrı, Takıyye Yapmak Ayrı Şeydir
• Korku-İman İlişkisi; İmanları Tartan Terazi: Korku
“Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir.” 1466
Havf; Anlam ve Mâhiyeti
Sözlükte “korkmak, kaygılanmak, endişe duymak” anlamlarına gelen havf, genellikle “hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve korku” şeklinde tanımlanmıştır. İnsanın tahmin ettiği veya açıkça bildiği bir emâreye dayanarak başına kötü bir hal geleceğinden kaygılanması olarak da tarif edilir. Gazâli havfı şöyle tanımlar: “İleride kötü bir durumla karşılaşılacağı beklentisinin insanın ruhunda sebep olduğu elem ve huzursuzluktur.”
Dinî literatürde “havf” kelimesi, özellikle Allah korkusu ve âhiret hayatıyla ilgili ağır endişeler için bir terim olarak kullanılır. İnsanın Allah katındaki durumu hakkında hissettiği korku ve kaygıları, havf terimiyle ifade edilir. Tehânevî, havfın anlamını şöyle özetler: “İsyanlardan ve günahlardan dolayı hayâ ve elem duymaktır.”
Kur’ân-ı Kerim’de Korku Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “havf” kökünden gelen fiil ve isimler 124 yerde geçmektedir. Bunların yarısına yakını dünyevî korku ve kaygıları, diğerleri ise Allah
1466] 2/Bakara, 62
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korkusu, azap korkusu, âhiret kaygısı, günah işleme endişesi gibi dinî kaygıları ifade etmektedir.
Hz. Âdem’in, aralarında anlaşmazlık çıkan iki oğlundan biri, diğerine; ‘kendisini öldürmeye kalkışsa bile yine de ona el kaldırmayacağını’ belirterek, “çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım”1467 der. Hz. Peygamber’e hitap eden, “De ki: ‘Ben Rabbime isyan edersem kesinlikle büyük bir günün azabına uğrayacağımdan korkarım”1468 meâlindeki âyette havf, hem günah işleme endişesini, hem de uhrevî ceza korkusunu anlatmaktadır. Hz. İbrahim de küfürde ısrar eden babası Âzer’i, “Babacığım! Senin Allah’ın azabına çarpılmandan ve sonuçta şeytanın yakını olmandan korkuyorum”1469 diyerek uyarmıştır. Âyetlerde, kişinin sadece kendisi adına değil; başkası adına duyduğu korku ve kaygıların da havf kelimesiyle ifade edildiği görülmektedir. 1470
Bazı âyetlerde, insanın mutlaka “Rabbinin makamı”nda durup hesap vereceğini bilerek bundan korkması ve ona göre davranması gerektiği;1471 diğer âyetlerde de “Allah’ın hidâyetine uyan”,1472 “iyi bir mü’min olarak kendisini Allah’a teslim eden”,1473 “iman edip iyilik ve barış yolunda çaba harcayan”,1474 “iman ettikten sonra istikamet üzere olan”1475 kimselerle “Allah dostları” 1476 için âhirette korkulacak (havf) ve üzülecek (hüzün) bir durum olmadığı bildirilir. Bir kısım âyetlerde havf, ümit ve yakarışla birlikte duâ, zikir ve tesbihin âdâbı arasında gösterilir. 1477
Havfın dünyevî korku ve kaygılarla ilgili olarak kullanıldığı âyetlerin önemli bir kısmında da herhangi bir dinî konuyla ilişkisinin kurulduğu görülür. Meselâ, Allah’ı seven ve O’nun sevgisini kazanmış olan dindarların yüksek niteliklerinden söz edilirken, dolaylı olarak haksız kınama ve eleştirilerden korkulması din duygusundaki zayıflığa bağlanır.1478 Başka bir âyette açlık, mal ve can kaybı gibi musîbetler yanında, dünyevî korkular da Allah’ın insanları imtihan etmek üzere bu dünyada onları mâruz bıraktığı sıkıntılar arasında zikredilmiştir. 1479
“...Eğer Benden size bir hidâyet gelir de her kim hidâyetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.” 1480
“...Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir.” 1481
1467] 5/Mâide, 28
1468] 6/En’âm, 15
1469] 19/Meryem, 45
1470] Bk. 11/Hûd, 26, 84; 40/Mü’min, 26
1471] 11/Hûd, 103; 14/İbrahim, 14; 55/Rahmân, 46
1472] 2/Bakara, 38
1473] 2/Bakara, 112
1474] 6/En’âm, 48
1475] 46/Ahkaf, 13
1476] 10/Yûnus, 62
1477] 7/A’râf, 56, 205; 13/Ra’d, 13; 32/Secde, 16
1478] 5/Mâide, 54
1479] 2/Bakara, 155
1480] 2/Bakara, 38
1481] 2/Bakara, 62
KORKU
- 307 -
“Bunlardan sonra kalpleriniz yine katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” 1482
“Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun, sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!’ dediler.” 1483
“İşte o şeytan, yalnız kendi dostlarını korkutabilir. (Veya şeytan, sizi kendi dostlarından korkutmaktadır.) Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” 1484
“Kendilerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup; insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar. ‘Rabbimiz, savaşı bize niçin yazdın (farz kıldın)? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir. Allah’tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez.” 1485
“...(Bunlar), Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” 1486
“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperip titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.“ 1487
“...Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü’minlerden iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.” 1488
“(O münâfıklar) sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir; fakat onlar korkak bir topluluktur.” 1489
“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyâmet vaktinin depremi müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah’ın azabı çok dehşetlidir.” 1490
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer (vecel); başlarına gelene sabrederler; namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) infak edip harcarlar.” 1491
“Onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” 1492
1482] 2/Bakara, 74
1483] 3/Âl-i İmrân, 173
1484] 3/Âl-i İmrân, 175
1485] 4/Nisâ, 77
1486] 5/Mâide, 54
1487] 8/Enfâl, 2
1488] 9/Tevbe, 13
1489] 9/Tevbe, 56
1490] 22/Hac, 1-2
1491] 22/Hac, 35
1492] 24/Nûr, 37
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet etmek, gece teheccüd namazı kılmak için), vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.” 1493
“Onlar, Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.” 1494
“...Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.” 1495
“De ki: ‘Ben Rabb’ime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.” 1496
“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner: Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! (derler.)” 1497
“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.” 1498
“Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” 1499
“İman edip sâlih ameller işleyenler de halkın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O’na saygı gösterenler) içindir.” 1500
Kur’an’da Korku Anlamındaki Kelimeler
“Havf” kelimesinden başka, Kur’an’da korkuyu değişik boyutlarıyla anlatan ‘haşyet’, ‘ittika-takvâ’, ‘hazer’, ‘huşû’, ‘hudû’, ‘rehbet’, ‘vecel’, ‘işfak’, ‘feza’’, ‘ru’b’, ‘inzâr’ kelimeleri ve bunların türevleri de kullanılmıştır. Havf ile aynı veya yakın anlamları olan bu kelimelerin herbiri korku olayını değişik boyutlarıyla anlatmaktadır. Havf kelimesi ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de 124 yerde; haşyet ve türevleri, 48; ittika-takvâ ve türevleri 258 yerde; hazer 21 defa, huşû, 17; hudû 2 âyette, rehbet kelimesi ve türevleri 12; vecel 5; işfak 11; feza’ 6; ru’b 5 ve inzâr ise 127 yerde geçmektedir. Korku ve korkuyla karışık sakınma ve saygılı olma hallerini anlatan bu kelimelerin Kur’an’da kullanılma miktarları da (toplam 646) göstermektedir ki, Kur’an’da Allah korkusu üzerinde çok ısrarla durulmuş, insanın bu psikolojik haline ciddiyetle vurgu yapılmıştır.
Haşyet: Fâtır sûresinin 28. âyetindeki kullanımından da anlaşılacağı üzere daha ziyade kendisine saygı duyulan varlık hakkındaki bilginin bir ürünü olarak ortaya çıkar. “...Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”1501 Âyette bahsedilen ilim, imanla birleşen ilimdir. İmansız bilgiye Kur’an’da “ilim” denilmediği gibi; bu tür bilgi sahibine de “âlim” sıfatı verilmez. Allah’ı bilip O’na
1493] 32/Secde, 16
1494] 33/Ahzâb, 39
1495] 35/Fâtır, 28
1496] 39/Zümer, 13
1497] 41/Fussılet, 30
1498] 55/Rahmân, 46
1499] 59/Haşr, 21
1500] 98/Beyyine, 7-8
1501] 35/Fâtır, 28
KORKU
- 309 -
tâzimde bulunarak saygı besleyen ve gereği gibi sakınıp O’ndan korkanlar ancak “âlim”dirler. Haşyet makamının âlimler, âbidler ve muhsinlerin makamı olduğu belirtilir.
Haşyet, havf ile eş anlamlı bir kelime olduğu halde, literatürde havf daha çok maddî olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu; haşyet ise saygıdan doğan, ümide yönelik, yüceltmeyle birlikte bulunan bir korku duyma durumunu anlatmak için kullanılagelmiştir. Haşyet, uhrevî ve ilâhî bir korku anlamını yüklenmiştir. Kur’an’da yer yer havf kelimesiyle aynı anlamda da kullanıldığı görülür.
Haşyet, yalnızca insanların duyageldiği bir korku değildir. Taşlar, Allah korkusundan yuvarlanır1502 ve dağlar, insanları ürperten Kur’ân-ı Kerim’in kendilerine inmesi halinde Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olma durumundadır. 1503
Takvâ: Kişinin kendini korktuğu şeyden koruması anlamına gelen takvâ, terim olarak “insanların haramlarla birlikte bazı mubahları da terk edecek derecede titiz davranarak kendini günah işlemeye sevk eden şeylerden koruması” şeklinde tarif edilir. Kur’an’ın anlattığı ‘takvâ’ olayı, basit bir savunma, sıradan bir korku, kolay bir nefis koruması değil, iman ve amelle desteklenen bir aksiyondur.
Kur’an, insan yaratılışındaki korku ve ümit duygularını, yine fıtrata (yaratılışa) en uygun bir biçimde değerlendiriyor. Bu duyguları kulluk faaliyeti çerçevesinde, insana en faydalı bir şekilde yönlendiriyor. Asıl korkulması gereken makamı gösteriyor. Takvâ, korku duygusunu da içerisine alan bir çekinmenin, bir korunmanın ve bir saygının ahlâk ve ibâdet olarak gösterilmesidir. İslâm, insandaki bu korku ve ümit duygusunu işleterek, bu duyguların övülen bir sıfat haline gelmesini sağlıyor. Kur’an, insandaki sıradan korku ve sığınma hissini geliştirerek, kişinin mânevî olarak yücelmesinin yolunu açıyor. Takvâ, yaratılıştaki korkunun düzene konularak, bir korunma ahlâkı, bir yücelme faaliyeti, bir sorumluluk bilinci haline getirilmesidir.
Takvâ, insanın kendisini Allah’ın koruması altına koyarak âhirette zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılmasıdır. Birçok âyette insanlara “Allah’tan ittika edin” denilmektedir. Birçok peygamber, kavimlerini İslâm’a dâvet ederken, “Allah’tan ittika etmez misiniz?” diyerek onların, Allah’tan çekinip O’nun korumasına girmelerini istemiştir.
İnsan, her durumda kendinden yüce gördüğü ve makam sahibi kimselerin gözü önünde kötü ve çirkin iş yapmaktan çekinir. Bu çirkin işleri daha çok gizli yapmayı tercih eder. Allah’a kuvvetli bir imanla bağlanan kimse; O’nun her yerde kendisini gördüğünü bilen, yaptığı her şeyin kayıt altına alındığının şuurunda olan bir kişi, şüphesiz her an ve her yerde kendine çeki düzen verir, Allah’ın yüce makamı karşısında çekinir, yaptığı hatalardan dolayı da O’na sığınır. İşte takvânın özünde yatan incelik, bu iman ve mes’ûliyet duygusudur. İbâdet, takvâya götüren davranıştır. İbâdet, ilâhî emir ve yasakları yerine getirmek, takvâ ise zarar verecek tüm günah ve davranışlardan sakınmaktır.
Hazer: Çekinme, zarar verebilecek şeylerden kaçınma, korunma, korkma
1502] 2/Bakara, 74
1503] 59/Haşr, 21
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demektir. Zâhidler, verâ ehli ve huşû sahiplerinin makamı olduğu ifade edilir.
Huşû: Allah’a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme ve bu duygu ile alçak gönüllülük ve tevâzu göstermeye huşû denir. Huşû, kalp, ses ve organlarla birlikte, yani varlığının tümüyle tam bir boyun eğiş, teslim oluş halidir. Huşû, nerede olunursa olunsun, Allah’ın her şeye muttalî olduğunu, azametini ve kişinin kendi kusurlarını bilmesini gerekli kılar. Huşû, namazda ve namaz dışında, daha çok da yalnızken uygulanır. Ahzâb sûresinde 35. âyette geçen huşû kelimesinden türeyen “el-hâşiîn ve’l-hâşiât” kelimelerine, “Allah’a boyun eğen erkekler ve Allah’a boyun eğen kadınlar” diye meal verilir. Fakat bu kelimenin izahı gerekir: Yani, “onlar kibir, gurur ve kendini beğenmişlikten uzaktırlar; kul olduklarının ve ibâdet ve tâat etmekten başka bir konumda olmayacaklarının farkındadırlar. Bu nedenle vücutları ile birlikte kalpleri de, Allah’tan korkarak O’nun önünde secde eder. Onlar, Allah’tan korkmayan ve kibir içinde yaşayanlar gibi davranmazlar.” Bu niteliklerin dizilişinden huşû ile genelde Allah korkusunun yanında, özellikle namazın kast edildiği anlaşılmaktadır. Çünkü sadaka vermek ve oruç tutmak, hemen bunun ardında yer almaktadır. 1504
Huşû ve huzur-ı kalp namazda şarttır. “Zikrim için, Beni hatırlamak için namaz kıl.”1505 âyeti buna bir örnektir. Bilindiği üzere emrin zâhiri vücuptur. Gaflet zikre engeldir. Bütün namazı gaflet ile geçen bir insan, namazda Allah’ı nasıl hatırlamış olabilir? Yüce Allah: “Gâfillerden olma!”1506 buyurarak gafleti yasaklıyor. Namazda huşûnun büyük bir önemi vardır. Kur’an’da, mutlaka felâha erip kurtulacak olan kâmil mü’minlerin özellikleri sayılır. Birinci sıfat olarak şöyle denir: “Gerçekten (şu) mü’minler felâha erip kurtulmuştur; Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” 1507
İslâm âlimlerinin bir kısmı huşûun, korku gibi yalnız kalp fiilinden olduğunu söyler. Bazılarıysa, namazda sükûn ve sağa sola bakmayı terk etmek gibi, organlarla ilgili fiillerden kabul ederler. Ashâb-ı kiramdan Abdullah bin Abbas, bu âyetteki “hâşiûn”u, “onlar namazlarında korku ve sükûnet içindedirler” şeklinde tefsir ederken, Hz. Ali (r.a.)’nin “huşûdan maksat, kalbin huşûudur” dediği nakledilir.1508 Namazda huşû, kalbin tam olarak dış ilgilerden boşaltılıp, Allah’a bağlanması ile meydana gelir. O zaman gönül huzuru duyulur.
Hudû: Eğilmek, bükülmek, küçülmek, boyun eğmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak anlamlarına gelir. Duâ ve ibâdetin temeli, hudû ve huşûdur. Bunlar, çok yakın anlamlı iki kelimedir.
Rehbet: Şiddetli veya telâşlı korkuyu ifade eder. Çeşitli âyetlerde havf ve takvâ ile aynı anlamda kullanıldığı da görülmektedir.1509 Aşırı dinî korku ve kaygıdan dolayı bir hücreye kapanıp kendini ibâdete veren hıristiyan keşişlere “rehbet” kökünden gelen “râhib” ismi verilmiştir. Bu kelime, çoğul şekliyle (ruhbân), Kur’ân-ı Kerim’de geçmekte1510, ayrıca bir âyette 1511 rahbâniyye
1504] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’ân Terc, 4/374
1505] 20/Tâhâ, 14
1506] 7/A’râf, 205
1507] 23/Mü’minûn, 1-2
1508] İbn Kesir, Mü’minûn sûresi, 2. âyetinin tefsiri
1509] 16/Nahl, 51-52; 59/Haşr, 13
1510] 5/Mâide, 82; 9/Tevbe, 31, 34
1511] 57/Hadîd, 27
KORKU
- 311 -
kelimesi yer almaktadır.
Vecel: Sorumluluk duygusundan dolayı, ilâhî büyüklük karşısında ıstırap ve endişeyle titreme, korku hissetme durumudur. Kur’an’da bazen “haşyet”in anlamıyla eşitlenmiş şekilde kullanılır. “Mü’minler ancak o kişilerdir ki, Allah zikredildiğinde/anıldığında kalpleri titrer (vecel); onlara Allah’ın âyetleri okunduğunda, bu onların imanlarını artırır ve onlar, yalnız Rablerine dayanıp güvenirler”1512;“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer (vecel); başlarına gelene sabrederler; namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) infak edip harcarlar.”1513 Veclin; zikredenlerin, Allah’a boyun eğenlerin ve âriflerin makamı olduğu söylenir.
İşfak: Korku ile birlikte halecan (kalp çarpıntısı, çırpınma) içinde titremek anlamındadır. İşfak kelimesi Kur’an’da havf/korku anlamında kullanıldığı gibi,1514 biraz daha farklı olarak “kaygı verici bir durumla karşılaşmaktan korkmak, çekinmek, ürpermek” mânasında da geçmektedir.1515 İşfak’ın hem korku ve hem de ümit içerdiği de belirtilir. Sıddîklar, şehidler ve âşıkların makamı olduğu belirtilir.
Feza’: Korkunç bir şeyin kişide meydana getirdiği tutukluluk ve ürkeklik hali anlamında kullanılır. Feza’ türü korkuyu, lügat âlimleri imdat ettiren korkular kategorisine sokmaktadırlar. Bundan dolayı Kur’an’da kıyâmet olayı “el-fezeu’l-ekber = büyük feza’ (korku)”1516 şeklinde bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu tür olaylardan kaynaklanan korkular, insan bünyesinde, şaşkınlık, zihninde tutukluluk ve sarhoşluk gibi bir hal meydana getirmektedir.
Ru’b: Allah’tan korkmayı ifade etmekle birlikte, genellikle harekette futur, sakınma, çarpıntı gibi yansıma ve belirtileri de olan bir korkudur. Normal olan korkuları da ifade eder.
İnzâr: Korkutma, uyarma demektir. Neticenin kötü olacağını bildirerek, fenalıktan sakındırmak; azap ve ceza vaad etmek. Peygamberimizin Kur’an’da anlatılan sıfatlarından biri de nezîr, yani inzâr eden olmasıdır. Rasûl-i Ekrem, beşîr/müjdeleyici ve nezîr/korkutucu ve uyarıcı sıfatlarıyla insanlığa gönderilmiştir1517. Peygamberimiz, insanları Allah’ın sonsuz rahmetiyle müjdelerken, beri taraftan O’na isyan edenleri elem verici bir azap ve can yakıcı bir ateş ile de korkutmuştur.
Hadis-i Şeriflerde Korku Kavramı
Havf kelimesi, hadislerde de yukarıdaki anlamlarıyla sıkça geçmektedir. Hz. Peygamber, ümmeti için birer tehlike olarak gördüğü şirk, fitne, Deccâl, dünyevîleşme/dünya tutkusu, zenginlik gibi mânevî tehlikelerle ilgili korku ve kaygılarını “havf” kelimesiyle ifade etmiştir. 1518
“Ümmetim adına yoldan çıkarıcı yöneticilerden korkarım/endişe ederim.” 1519
1512] 8/Enfâl, 2
1513] 22/Hac, 35
1514] 70/Meâric, 27
1515] 21/Enbiyâ, 49; 42/Şuarâ, 18, 22
1516] 21/Enbiâ, 103; 27/Neml, 89
1517] 2/Bakara, 119; 34/Sebe’, 28; 35/Fâtır, 24; 41/Fussılet, 4
1518] Müsned, IV/124, 126; Buhâri, Cenâiz 73, Rikak 7; Müslim, Fiten 110; Ebû Dâvud, Nikâh 12
1519] Ebû Dâvud, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 51
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim/Allah’tan korkum, sizinkinden daha fazladır.” 1520
“Mü’minler, Allah indindeki ukubeti/azapları bilselerdi, hiçbir i Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiçbir i O’nun rahmetinden/ cennetinden ümit kesmezdi.” 1521
“ Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” Hasta: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’tan ümidim var; ancak günahlarımdan korkuyorum.’ diye cevap verdi. Rasûlullah da (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleştimi Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.” 1522
“Allah’a yemin ederim ki sizin hakkınızda fakirlikten korkmuyorum. Fakat sizden önceki (ümmet)lere dünyanın açılıp din yönünden ziyana uğramaları ve birbirlerini kıskanmalarından dolayı helâke uğramaları gibi, sizin de aynı duruma düşüp helâki hak etmenizden korkuyorum.” 1523
Ebû Said el-Hudrî rivâyet ediyor: “Rasûlullah (s.a.s.) minbere oturdu; biz de etrafına oturduk. Sonra şöyle buyurdu: “Benden sonra sizin hakkınızda korktuklarımın başında, dünya çiçek ve süslerinin size açılıp sizin bu zînetlere gönlünüzü kaptırmanız gelir; Sizin için bundan korkuyorum.” 1524
“Bir müslümana, bir başka müslümanı korkutmak helâl olmaz.” 1525
“Allah’ım! Korkaklıktan Sana sığınırım.” 1526
“Cihadın en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” 1527
“Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.” 1528
“Aman dikkat edin! Halk korkusu, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın.” 1529
“Sizden kimse nefsini hakîr görmesin.” ‘Ey Allah’ın rasûlü, kişi nefsini nasıl hakîr görür?’ “Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenâb-ı Hak kıyâmet günü kendisine sorar: ‘Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?’ O kul cevap verir: ‘Halk korkusu!’ Allah o zaman şöyle der: ‘Asıl Benden korkman gerekirdi.” 1530
1520] Buhâri, Edeb 72; Müslim, Fezâil 127-128
1521] Müslim, Tevbe 23 hadis no: 2755; Tirmizî, Deavât 108, hadis no: 3536; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 355
1522] Tirmizî, Cenâiz 11, hadis no: 983; İbn Mâce, Zühd 31, hadis no: 4261; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 351
1523] Buhârî; Müslim
1524] Buhârî; Müslim
1525] Ebû Dâvud, Edeb 93, hadis no: 5004; Kütüb-i Sitte Terc. c. 15, s. 213
1526] Müslim, S. Müslim Terc. 7/188
1527] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349
1528] a.g.e. aynı sayfa
1529] a.g.e.
1530] a.g.e.
KORKU
- 313 -
Korku Denen Reaksiyon
İlâhî hikmet, insan ve hayvanı, yaşamaya ve hayatta kalmaya zorlayacak olan reaksiyonlarla donatmayı gerektirmiştir. Meselâ korku reaksiyonu, hayatımızı tehdit eden tehlikelerden sakınmayı; öfke, kendini ve dâvâsını savunma ve hayatta kalmak için mücadeleyi; sevgi, insanların birbirlerine yakınlık duymasını ve türün devamı için karşı cinslerin birbirlerinden hoşlanmalarını sağlamaktadır.
Korku, insan hayatındaki önemli reaksiyonlardandır. Korkunun faydası, sadece kişiyi dünya hayatını tehdit eden tehlikelerden korumaya yönelik değildir. Korkunun önemli faydalarından biri de, mü’mini âhiret yaşantısında Allah’ın azabından sakınmaya yönlendirmesidir. Allah’ın cezalandırmasından korkmak, mü’mini günahlara düşmekten korumaya, onu takvâya yapışmaya, ibâdetleri düzenli bir şekilde ifa etmeye ve Allah’ın râzı olacağı fiilleri işlemeye sevk etmektedir.
“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperip titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.”1531; “Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet etmek, gece teheccüd namazı kılmak için), vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”1532 “Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyâmet vaktinin depremi müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah’ın azabı çok dehşetlidir.” 1533
Korku reaksiyonu, insanın bütün bünyesini tesir altına alan etkili bir tedirginlik halidir. Kur’an, bu tedirginliği, düşünme yetisi ile nefsin üzerinde kontrolünü yitirten, insanı şiddetli sarsan etkili bir sarsıntı şeklinde nitelemektedir.1534 Korku, şiddetli ve ansızın geldiğinde, insanda, hareket ve düşünmeye güç yetiremeyecek derecede bir şaşkınlık meydana gelmektedir. Kur’an, kıyâmet gününün anlatımı esnasında, şiddetli ve âni korkunun sebep olduğu bu türden şaşkınlık haline işaret etmektedir: “Doğrusu o, onlara ansızın gelecek, onları şaşırtacak, ne onu reddedebilecekler, ne de kendilerine mühlet verilecek.” 1535
Genelde insan, kendisini tehdit eden ve korku reaksiyonunu doğuran tehlike yerlerinden uzaklaşmak ve kaçmak şeklinde tepkide bulunur. Kur’an, peygamberlerini yalanlamak ve inançsızlıkta ısrar etmek suretiyle geçmiş ümmetlerden kâfirlerin başına gelen olayların anlatımı esnasında, insanın tehlike arz eden ve korku veren yerlerden kaçma şeklindeki tepkilerini ve bunlara dehşetli korkunun hâkim olduğunu ve azaptan kaçma girişimlerinde bulunduklarını dile getirmektedir. “Zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da nice başka topluluklar vücuda getirdik. Azabımızı hissettiklerinde bir de bakarsın ki oralardan (azap bölgesinden) kaçıyorlar!” 1536
1531] 8/Enfâl, 2
1532] 32/Secde, 16
1533] 22/Hac, 1-2
1534] 33/Ahzâb, 10-11
1535] 21/Enbiyâ, 40
1536] 21/Enbiyâ, 11-12
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Korku Çeşitleri
İnsanın korktuğu şeyler çoktur. Kur’an, insanın Allah, ölüm ve fakirlikten korkması gibi önemli bazı korkularını dile getirmektedir. Allah’tan korkmak, mü’minin hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Bu, kişiyi, Allah’tan saygı ile sakınmaya, rızâsını aramaya, yoluna tâbi olmaya, men ettiği şeyleri terk etmeye ve emrettiklerini yapmaya sevk etmektedir. Allah’tan korku, Allah’a iman hususunda bir payanda, mü’min şahsiyetin oluşumunda önemli bir esas olarak kabul edilmektedir.
“İman edip sâlih ameller işleyenler de halkın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O’na saygı gösterenler) içindir.” 1537
Ölüm Korkusu: Ölüm korkusu, insanlar arasında yaygın olan korku çeşitlerindendir. Kur’an, şu ifadesi ile insanların ölüm korkusuna işaret etmiştir: “De ki: ‘Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, sizi mutlaka bulacaktır.”1538 Savaşlarda ölüm korkusu, bütün açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Özellikle bu, savaş alanına gönderilen muhâriplerde daha belirgindir. Kur’an’da münâfıkların savaştaki ölüm korkusuna temas edilmektedir: “Kendilerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar. ‘Rabbimiz, savaşı bize niçin yazdın (farz kıldın)? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir. Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez.” 1539
Allah’a sağlam bir iman, insanı ölüm korkusundan kurtarır. Çünkü mü’min, kesin olarak ölümün kendisini, Allah’ın rahmeti sayesinde en güzel nimetlere kavuşacağı sonsuz âhiret hayatına götüreceğine inanır. Mü’min ölümden korktuğu takdirde, bu sadece Allah’ın mağfiretinden nasiplenememek ve rahmetine ulaşamamak endişesinden dolayıdır. Hiç şüphesiz ölüm korkusu, tevbe etmeden evvel öleceklerinden korkan günahkârlarda fazla olmaktadır. Realitede ölüm korkusu, sadece tevbe etmeye engel olması cihetiyledir. Bu yüzden, ölüm korkusunun Allah korkusuyla sağlam bir şekilde sımsıkı bir bağı bulunmaktadır. Kâfirler, dirilişe de âhirete de inanmadıklarından, varlıklarını çürüttüğü ve yok ettiği için ölümden korkarlar. Bazıları da kendilerini nasıl bir meçhule götüreceğini bilmediklerinden dolayı ölümden korkarlar. Bu gibi kişilerin gidecekleri son yeri bilmemeleri, ölümden korkma ve endişelenme sebebi olmaktadır.
Ölüm korkusunun doğurduğu kaygı, endişe ve bunalımlara çözüm arayışı içine giren insanın imdadına gerçek anlamda yetişecek olan imandır, yeniden dirilmeye ve âhirete inanmaktır. Âhirete yakînî bir şekilde iman eden kimse için ölüm; korkutucu, ürkütücü ve acı veren bir olay olmaktan çıkar, zorlukların bitip her türlü güzelliklere, sonsuz nimetlere açılan bir kapı olur. İnsandaki ölümsüzlük arzusunu doyurup tatmin edebilecek olan da ancak âhiret inancıdır. Eğer insan için her şey bu hayattan ibaret olsaydı, bir yandan akıl almaz rûhî eğilim ve arzuları, diğer taraftan sınırlı güç ve yetenekleri arasında bocalayıp duracaktı. İşte insanın bu duygu ve ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayacak husus Allah'a
1537] 98/Beyyine, 7-8
1538] 62/Cum’a, 8
1539] 4/Nisâ, 77
KORKU
- 315 -
ve âhirete imandır. Allah'a ve âhirete yakînî bir şekilde inanan kimse, Allah’ın azâbından korkar. Bunu Allah’ın hududuna riâyet ederek yaşantısında gösterir, takvâ yoluna girer.
Mal ve Makam Korkusu: Kur’an, mal ve makamın elden gitmesine dair korkunun, bazen insanı hak yola tâbi olmaktan engellediğini belirtmektedir. Mekke müşriklerinden bazılarının peygamberimize yönelttikleri şu söz gibi, “Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız.”1540 Bu da bize, iman etmeyenlerin hak yola uymalarını engelleyen sebeplerden birinin, servet ve makamdan mahrum olma korkusu olduğunu açıklar.
Fakirlik Korkusu: Fakirlik korkusu da halk arasında yaygın olan korkulardan biridir. İnsan, rızkını birçok zorlukları göğüsleyerek kazandığından, onun korunması yolunda çok ürkek olur. Bu psikoloji, insanı rızkını başkalarından kıskanmasına sebep olmakta ve bu da onu ruhsal bazı sapmalara götürmektedir. İnsanın hayatı boyunca çabası, kendisi, eşi ve evlâdının nafakası peşinde koşmaya, kendinin ve ailesinin esenlik ve güvenliğini sağlayacak şeyleri temin etmeye yöneliktir. İnsan genellikle rızkını kazanma yolunda çokça çaba sarf etmekte, zahmet ve sıkıntı çekmektedir. Rızkını tehdit hususunda tehlike arzeden şey, korku ve dehşete düşmesine sebep olmaktadır. İslâm’dan önce bazı Araplar, rızık endişesi konusundaki rûhî sapmanın yansıması olarak, fakirlik korkusuyla çocuklarını öldürüyorlardı. Kur’an, onları böyle yapmaktan men etmiş ve kendileriyle evlâtlarının rızıklarını Allah’ın verdiğini bildirmiştir: “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de Biz besliyoruz. Onları öldürmek, büyük günahtır.” 1541
Kur’an, fakirlik endişeli korkunun, şeytandan geldiğini açıklar: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur/tehdit eder...”1542 Allah’a iman, fakirlik hususundaki korkuyu ortadan kaldırır. Sağlam iman sahibi olan mü’min, rızkın Allah’tan olduğunu kesin olarak bilir. Onun fakirlikten korkması için hiçbir sebep yoktur. “Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır. 1543; “Gökte rızkınız var, uyarıldığınız (azab) da var!” 1544
Anormal Korku: Korku herkeste mevcuttur; ancak bu, insanın günlük yaşantısını aksatacak düzeye erişip normal işlevini engellediği veya ruhsal bunalıma sevk edecek, dehşete düşürecek derecede olduğu zaman anormal olur. Anormal korku sahiplerinin ruhlarına korku sindiğinden, bu gibi kimseler iyi ve güzel olan düşüncelerini harekete geçiremezler. Bundan dolayı insanların korku zaafları, zâlim ve cebbarlar için daima bir koz olmuş,1545 bunu bir baskı aracı şeklinde kullanarak insanları daima hak yolundan engellemişlerdir. “Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düşerek kavminden bir grup gençten başka kimse Mûsâ’ya iman etmedi...” 1546
Zâlimlerin Halklarına Korku Salmaları: Zâlim ve cebbarların korku
1540] 28/Kasas, 57
1541] 17/İsrâ, 31
1542] 2/Bakara, 268
1543] 51/Zâriyât, 58
1544] 51/Zâriyât, 22
1545] 7/A’râf, 88; 36/Yâsin, 18; 19/Meryem, 46
1546] 10/Yûnus, 83
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vasıtasıyla halkı sindirmeleri sürüp gelen bir yasa olmaktadır.1547 Varaka’nın bu yasayı bilmesi veya büyük ihtimalle Tevrat metinlerinden öğrenmesi neticesinde Hz. Peygamber’e (s.a.s.) kavminin kendisini memleketinden çıkaracaklarını, bununla ona gözdağı vereceklerini söylediği nakledilmektedir. Nitekim bu bağlamda Mekke’nin baskı ortamından dolayı çok az kişi Hz. Peygamber’e iman etmişken, Medine’nin hür ortamı içerisinde akın akın insanlar İslâm’a girmiştir. Yine Mekke fethedilip baskı ve zulüm ortamı tarihe karışınca bütün Mekke halkı ve çevresindekiler fevc fevc/grup grup Allah’ın dinine girmiştir. 1548
Terhîb; Caydırıcı Korku: Kur’an’ın korku bağlamında insanları hakka yöneltmek için zaman zaman başvurduğu yöntemlerden biri terhîb denilen korkutmadır. Çünkü korku ifadeleri şiddet içerirler; şiddetin de özelliği kalpleri hassaslaştırmasıdır. İnsanların şiddet ve zorluk zamanında psikolojik olarak, en ufak ürpertileri hissedebilecek bir durumda oldukları bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı Kur’an, kişilerin bu psikolojik durumlarını gözönüne alıp telkinde bulunmaktadır; korku bağlamında kıyâmet, diriliş, hesap verme, cehennem azabı gibi olaylara temas etmektedir.1549 Kur’an’ın bu metodu takip etmesi, fertlerde kötülüklere karşı caydırıcı bir etkiyi meydana getirmektedir. Nitekim bunun müşahhas örneklerine islâm tarihinde rastlamak mümkündür. Bu örneklerden biri, Cübeyr bin Mut’im’dir. Bedir esirlerinin fidye mukabili kurtulması için Medine’ye bir akşam vaktinde gelen Cübeyr, Mescid-i Nebevî’de Rasûlullah’tan Tûr sûresini işitince, onda bulunan bu temaların vurgularıyla müslümanlığa girmiştir. 1550
İnsan, yaratılışı gereği asayişi, nimeti, mutluluğu, rahatının bağlı olduğu şeyleri arzu ettiğinden, bu husus onu kendi nefsinden elemi uzaklaştırmaya, mutluluğu için huzuru elde etme hususunda gayrete sevk ettirecektir. Bu aynen bir yavrunun korkunun tesiriyle kaçıp ana kucağına sığınması gibi insanı bir ilticâ/sığınma noktasına doğru sürükler. Bu durum, her insanda ortak olan bir reaksiyondur. Kur’an, izlediği bu metod vasıtasıyla, ilticânın gerçekleşebilmesinin ancak kulun Allah’ın emrettiği hususları yerine getirmekle mümkün olabileceği imajını muhâtabına vermek suretiyle bu gibi konularda büyük bir etki meydana getirmektedir. Nitekim Kur’an’ın etkili metodları hakkında Seyyid Kutub’un şu ifadeleri bu durumu te’yid etmektedir: “Eğer hanımı Hadice, arkadaşı Ebûbekir, amcaoğlu Ali, kölesi Zeyd ve benzerleri gibi Hz. Peygamber’in bizzat inanmalarına sebep olduğu birkaç kişi hâriç tutulursa, İslâm’ın gücünün ve topluluğunun olmadığı ilk dâvet günlerinde mü’min olanların iman etmelerinde rol oynayan biricik etkenin, Kur’an’ın metodu olduğunu görmekteyiz.” 1551İşte bu Kur’an’ın emsalsiz metodudur. 1552 Kur’an, insanı şok edici, sarsıcı bir şekilde uyarıp, caydırıcı korkuyu insanın hayrına çok güzel kullanmıştır.
Allah Korkusu: Mü’minin hissettiği gerçek korku, Allah korkusudur. Çünkü Allah’a iman, onu ölüm, fakirlik, insanlardan veya herhangi başka bir şeyden gerçek anlamda korkmasını engeller. Mü’min, sadece Allah’ın gazab, öfke ve cezalandırmasından korkar. Allah korkusu, mü’minin hayatında önemli ve faydalı
1547] 17/İsrâ, 76-77
1548] 119/Nasr, 1-2
1549] 22/Hac, 1-2: 54/Kamer, 7-8; 101/Karia, 1-11
1550] S. Buhâri, Tecrîd- Sarih Terc. II/751
1551] Kur’anda Edebî Tasvir, s. 11
1552] Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 94-96
KORKU
- 317 -
görevleri yerine getirir. Çünkü bu korku, mü’mini günah işlemekten uzaklaştırır. Bununla da onu, Allah’ın gazab ve cezalandırmasından korur; ibâdetleri yerine getirmeye, Allah’ın rızâsını kazanacak hayırlı işleri yapmaya sevkeder. Bu durumda Allah korkusu sayesinde mü’minde bir ruhsal dinginlik meydana gelir. Çünkü bu durumdaki mü’mini, Allah’ın affı ve rızâsı hususunda ümit şuuru kaplamaktadır. “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner: Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! (derler.)” 1553
Mü’min, Allah’ı zâtıyla ve sıfatlarıyla tanıyıp bildiği ve O’nun her şeye kaadir olduğu, dilediği anda bütün evreni helâk edebileceğini idrâk ettiği için O’ndan, O’nun azabından korkar. İsyan ve günahlara daldığı için, O’nun vereceği cezayı düşünerek O’ndan korkar. Bazen hem O’nun azametini/yüceliğini, hem de azabını düşünerek her ikisi sebebiyle O’ndan korkar. Allah’tan en çok korkan O’nu en çok bilendir. Bunun için Peygamberimiz (s.a.s.), Buhâri’nin Hz. Enes’den rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: “Ben Allah’tan en çok korkanınızım” buyurmuştur. Hadisin diğer rivâyeti şöyledir: “Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim/Allah’tan korkum, sizinkinden daha fazladır.” 1554 Kur’an’da bu konuyla ilgili şöyle buyrulur: “Allah’tan, kulları içinde en çok âlimler korkar.”1555 Hz. Peygamberimiz de beşîr/müjdeleyici ve nezîr/korkutucu ve uyarıcı sıfatlarıyla insanlığa gönderilmiştir. 1556 Peygamberimiz, insanları Allah’ın sonsuz rahmetiyle müjdelerken, beri taraftan O’na isyan edenleri elem verici bir azap ve can yakıcı bir ateş ile de korkutmuştur.
Kulun Allah’tan korkması, sadece büyük bir tehlikeden duyulan korku gibi olmayıp, bununla birlikte, Allah’a karşı bir saygının da ifadesidir. Korkan, korktuğundan kaçar; ancak, Allah’tan korkan O’na yaklaşır ve O’nun lütfuna mazhar olur. “Allah katında ikrama en lâyık olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”1557; “Allah’a kaçın/koşun.”1558 Allah’tan kaçmak kesinlikle mümkün değildir; Allah’a doğru kaçmak, daha doğrusu O’nun azabından yine O’nun rahmetine sığınmak gerekir ki bu da takvâ ve haşyet gibi Allah korkusu ile gerçekleşir. Allah’tan korkma, O’nun emirlerine itaati ve yasaklarından kaçınmayı gerektirir.
Kullarına karşı daima lütufkâr olan Allah, ibâdetleri onların cehennem azâbından kurtulmaları ve cennet nimetlerine kavuşmaları için bir sebep kılmıştır. Sebeplere sarılmak, neticelere râzı olmak demektir. Dünyaya ait korkular devamlı değil, geçicidir. Çünkü hiçbir tehlike, Allah’ın azabı kadar şiddetli değildir. Bunun için Allah, “Öyleyse siz onlardan değil; Benden korkun, eğer gerçek mü’minlerden iseniz.”1559 buyurmuştur. Allah korkusu, her türlü hayırlı işlere vesiledir. “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Bu korku, kişiyi Allah’ın emirlerine isyandan alıkoyduğu için Allah ona mükâfat olarak iki cennet vaad etmiştir. “Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.”1560 Allah korkusunun bir tezâhürü, Allah’ın anıldığı yerde mü’minin kalbinin titremesidir: “Mü’minler o kimselerdir ki,
1553] 41/Fussılet, 30
1554] Buhâri, Edeb 72; Müslim, Fezâil 127-128
1555] 35/Fâtır, 28
1556] 2/Bakara, 119; 34/Sebe’, 28; 35/Fâtır, 24; 41/Fussılet, 4
1557] 49/Hucurât, 13
1558] 51/Zâriyât, 50
1559] 3/Âl-i İmrân, 175
1560] 55/Rahmân, 46
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah zikredildiği/anıldığı zaman yürekleri ürpererek titrer.”1561 Peygamberimiz’e, “insanların en hayırlısı kimdir?” diye sorulunca: “Allah’tan en çok korkanlardır.” buyurmuştur. Mü’min, gücü yettiği nisbette Allah’a isyandan sakınmalı ve O’ndan korkmalıdır. 1562
İnsanlardan Korkmak: İnsanlardan korku da, insanlar arasında yaygın olan korku çeşitlerindendir. İnsanlardan birçoğu, kuvvetli, nüfuz ve iktidar sahibi, serkeş ve zâlim kişilerin kendilerine bulaşmalarından, zarar vermelerinden korkarlar. Samimi iman sahibi olan mü’min, insanlardan korkmaz. O, Allah’ın takdirinden başka başına bir şey gelmeyeceğini, O dilemedikçe insanların kendisine zarar veremeyeceklerini bilir.1563 Bunun kanıtı Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Abdullah bin Abbas’a yönelik şu beyanıdır: “İnsanların hepsi sana yardım hususunda bir araya gelseler, Allah’ın sana yazdığı şeyden başka yardımda bulunamazlar. Eğer sana zarar verme hususunda birleşseler ancak Allah’ın aleyhinde yazdığı şeyden başka bir zarar veremezler.”1564
Münâfıklar Korkaktır: Kur’an, münafıkların mü’minlerden korkarak kaçmaya yeltenmelerini şu âyetle dile getirmektedir: “(O münâfıklar) sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir; fakat onlar korkak bir topluluktur.” 1565
Korkaklık
Peygamberimiz’in (s.a.s.)“Allah’ım! Korkaklıktan Sana sığınırım.”1566 buyurması, korkaklığın kötü huylardan olduğunu göstermektedir. Korkak insan, hayal, vehim ve zanlarının esiri olup her şeyden korkar. Korkaklığı, onu güvenilmez yapar. Sabır ve sebat isteyen, cesaret gerektiren savaş ve yolculuk gibi zor işlerde 0bulundurulamaz, düşmana karşı kendilerine görev verilemez. Korkak insanların can, mal ve namusları daima tehlikededir. Korkakların, bu kötü huylarından kurtulabilmeleri için, cesur kimselerle arkadaş olmaları ve onlarla düşüp kalkmaları gerekir. Böylece yavaş yavaş korkuyu üzerlerinden atar, onun kötülüklerinden korunmuş olurlar.
Terbiyenin korkak yetişmekteki tesiri büyüktür. Bunun için ana baba ve öğretmenlerin çok dikkatli olmaları gerekir. Çocukları cesur yetiştirmek için onların kafalarını öcü ve gulyabâni masalları ile değil; mertlik ve kahramanlık hikâyeleri ile doldurmak icab eder. Rasûlullah’ın çok cesur olduğu ve ashâbının da O’nun yolundan gittiği bilinen bir gerçektir. Ashâbdan Berâ bin Âzib (r.a.): “Savaş kızıştığı zaman biz, Rasûlullah’tan cesaret alırdık. Çünkü O, cesaret örneğiydi.” demiştir.
“Pişmanlık, yaptığımızdan duyulan acı değil; yaptıklarımızın sonucu olarak başımıza geleceklere karşı duyulan korkudur.”
“Mal kaybeden bir şey kaybetmiştir. Onurunu kaybeden birçok şey kaybetmiştir. Cesaretini kaybeden her şeyi kaybetmiştir.”
1561] 8/Enfâl, 2
1562] 64/Teğâbün, 16; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 119
1563] Osman Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 57
1564] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/293
1565] 9/Tevbe, 56
1566] S. Müslim Terc. 7/188
KORKU
- 319 -
“Cesaret, tehlike karşısında akıl ve zekânın, onlardan daha önce de iman ve takvânın kullanılmasıdır.”
“Cesareti olmayan adam, keskin kenarı olmayan bıçağa benzer.”
“Bir sürünün üzerine atılacak kurt, onun sayısını düşünmez.”
“Kendi dâvâna ve kendine hizmet etmek için cesur ol!”
“Doğru olan bir şeyi gördüğü halde yapmamak, cesaretsizliktir.”
“Haksız bir dâvâ için dövüşmek, gerçek bir cesaret sayılmaz.”
“Ölümden korkmayan cesurdur. Fakat çile ve ıstıraptan korkmayan daha çok cesurdur.”
“Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemeyince insan okyanus keşfedemez.”
“Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık da ölüme götürür.”
“Dünyada birçok yetenekli kişi, küçük bir cesaret sahibi olmadığı için kaybolur.”
“İnsanı cesur bir kahraman yapan, Allah korkusudur.”
“Hiçbir şeye cesaret etmeyen, hiçbir şey için umut beklemesin.”
“Allah daima cesur olana yardım eder.”
“Her şeyin değeri, zorluğundadır.”
“Allah dışında hiçbir şeyden korkmayan kimse, herkesin korktuğu adam kadar kudretlidir.”
“Allah’tan korkma nedir, utanma nedir bilen bir insan için, daima bir kurtuluş yolu vardır.”
“Vezir, “melik” ten korktuğu kadar Allah’tan korksaydı, “melek” olurdu.” (Şeyh Sâdi)
“Başkalarını korkutanın, kendisi de hep korku içinde yaşar.”
“Hiçbir şey, korku kadar korkunç değildir.”
“Acının sınırı vardır, ama korku sınır tanımaz.”
“Korku içinde yaşayan adam, asla özgür değildir.”
“Korku, kimi zaman topuklarımıza kanat takar, kimi zaman da ayaklarımızı yere çiviler.”
“Korkak, ölmeden önce kimbilir kaç kere ölür; yiğit ise, sadece bir kere.”
“Korkunun ecele faydası yoktur.” “Ama ecelin korkuya faydası vardır. ”
“Korku, mezar taşlarını insan yapar.”
“Korkak olana gölge bile düşmandır.”
“Korkak, tehlikeye düşünce ayaklarıyla düşünendir.”
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Korkaklar hiçbir zaman zafer anıtları dikmemişlerdir.”
Korkak insan, hayatta başarılı olamaz. Hakkını koruyamaz ve karşısına çıkacak engellere, güçlüklere karşı koyamaz. Hayatta, gereksiz atılganlığın da, gereksiz korkaklığın da yeri olmamalıdır. Allah’tan korkmak bir müslüman için nasıl iyi bir özellik ise; aynı zamanda O’nun yarattıklarından korkmamak da o ölçüde üstün bir fazilettir. “...Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü’minlerden iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.”1567;“Allah’ın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap gören olarak yeter.”1568 Korkaklık müslümana yakışmaz. Hiçbir kınayıcının kınamasından ve İslâm’a karşı olan insanlardan korkmamak; yalnız ve yalnız Allah’tan korkmak gerekir. “...(Bunlar), Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” 1569
Mü’minler, yalnız Allah’tan ve O’nun azabından; yani kıyâmet gününün dehşetinden, Cehennem azabından korkmalıdır.1570 Buna karşılık, sözgelimi insanlardan,1571 düşman eline geçmekten,1572 kâfirlerin hile ve düzenlerinden,1573 özetle Allah’tan başka hiçbir kimse ve nesneden1574 korkulmamalıdır. Kur’an’ın öngördüğü Allah korkusu, insanı pasifliğe, hareketsizliğe itme amacı gütmez. Tam tersine, insanı korkunun nedenlerini ortadan kaldıracak tutum ve davranışlara yöneltmek amacı taşır. Meselâ Allah’ın gazabına, cehennem azabına neden olacak davranış ve eylemlerden sakındırır, Allah’ın emirlerine uymaya yönlendirir. Bu yöneliş kişiyi yalnızca korkuya neden olacak eylemlerden uzaklaştırmakla kalmayacak, ona gerçek anlamda iyi ve olgun bir mü’min olmanın yollarını açacaktır. Korku ile başlayan bu yöneliş ittika ile sürerek takvâ ile sonuçlanacaktır. Takvâ, mü’minin ulaşabileceği en yüksek dereceyi belirtir.
Mü’minler, Allah’tan korkmakta oldukları kadar O’ndan umut kesmemekle de yükümlüdürler. “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.”1575 Çünkü umutsuzluk insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Kur’an, mü’minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek müjdelerle doludur: “Şüphesiz Rabbin onların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.”1576; “Rabbiniz bol rahmet sahibidir.”1577; “Rahmetim her şeyi kaplamıştır” 1578
Fakat bu ve benzeri âyetler, ne yaparsa yapsın insanın mutlaka bağışlanacağı anlamına gelmez. Umut (recâ), sebepsiz ve insanı umduğu şeye ulaşmak için çalışmaktan alıkoyacak, kötülük ve günahları önemsiz gösterecek bir beklenti değildir.
1567] 9/Tevbe, 13
1568] 33/Ahzâb, 39
1569] 5/Mâide, 54
1570] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 175; 5/Mâide, 57
1571] 33/Ahzâb, 37
1572] 20/Tâhâ, 77
1573] 20/Tâhâ, 65-68
1574] 16/Nahl, 51-52
1575] 39/Zümer, 53
1576] 13/Ra’d, 6
1577] 6/En’âm, 147
1578] 7/A’râf, 156
KORKU
- 321 -
“Onlar ki iman ettiler, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah’ın rahmetini umarlar.”1579; “Allah’a iman edenleri ve O’nun kitabına sarılanları Allah rahmetine ve bol nimetine kavuşturacak, onları kendisine götüren doğru yola eriştirecektir.” 1580 gibi âyetlerde açıklandığı üzere umut, ancak gerekli şartları hazırladıktan sonra, sonucu Allah’tan ummaktır.
Bunun aksi bir beklenti, Hz. Peygamber’in “Nefsini hevâsına tâbi kılıp şehevî arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allah’tan Cennet isteyen ahmaktır” hadisinde tanımladığı gibi ahmaklıktır. Korku ve ümit, birbirini bütünleyen ve mü’mini kemâle erdiren iki niteliktir. Bu sebeple Kur’an mü’minleri tanımlarken bu iki niteliği birlikte anar: “Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab’lerine duâ ederler.”1581 İslâm âlimleri, bu tür Kur’ânî yönlendirmelerden yola çıkarak mü’minin sürekli korku ve umut arasında olması gerektiğini belirtmişlerdir.
Korku Namazı
Düşman, sel, yangın, yırtıcı hayvan gibi bir engel karşısında bulunan bir cemaatin, iki grup halinde nöbetle kıldıkları namaza korku namazı denir. Daha çok savaş ânında kılınan namaz şeklidir. Bu namaz, Kur’an ve sünnetle sâbittir. 1582
Bu namazın kılınışı şöyledir: Cemaatten bir grup, düşman karşısında bulunurken diğer grup imama uyar ve iki rekâtlı bir namazın ilk rekâtını imamla beraber kılar. Namazın durumuna göre, birinci rekâtta ikinci secdeden veya birinci oturuşta teşehhüdden sonra düşman cephesine gider; diğer grup gelerek imama uyar, onunla beraber namazın geri kalan kısmını kılar ve tekrar düşman karşısına gider. İmam ise kendi başına selâm verir ve namazı bitirir. Daha önce namazın ilk kısmını kılan grup, gelerek namazlarını kıraatsiz olarak tamamlar, selâm verir ve düşmana karşı giderler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Zâtu’r-Rik’a, Batn-ı Nahle, Usfan, Zû Kared olaylarında korku namazı kıldırmıştır. Daha sonra ashâb-ı kirâm da mecûsiler ve başkalarıyla yaptıkları savaşlarda aynı şekilde korku namazı kılmışlardır. 1583
Selefin Havf/Korku Anlayışı
İnsanın Allah katındaki durumu, ölüm ve ölümden sonraki hayatı, uhrevî sorumluluğu, cehennem azabı gibi hususlarla ilgili âyet ve hadisler, ilk dönemlerden itibaren özellikle dinî hassâsiyeti gelişmiş müslümanlar üzerinde derin etkiler bırakmış; Ebû’d-Derdâ, Ebû Zer el-Gıfârî, Abdullah bin Mes’ûd, Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Huzeyfe bin Yemân gibi sahâbîler; başta Hasan-ı Basrî olmak üzere Âmir bin Abdullah, Herim bin Hayyân, Üveys el-Karanî gibi tâbiîn ileri gelenleri hayatlarını, Allah korkusuyla âhiret kaygısının ruhlarında meydana getirdiği derin tesirlerle şekillendirmeye çalışmışlardır. Bilhassa Hasan-ı Basrî ve zamanla onun etrafında toplanan âbid ve zâhidler, korku ve hüzün halini dinî hayatlarının temel belirleyicisi olarak algılamışlardır.
Abdullah bin Mes’ûd, Kur’an ehlinin hüzünlü olması ve gözyaşı dökmesi
1579] 2/Bakara, 218
1580] 4/Nisâ, 175
1581] 32/Secde, 6
1582] Bk. 4/Nisâ, 101-103 ve Buhârî, Havf 11; Nesâî, Havf 11; Dârimî, Salât 185
1583] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 391-392
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gerektiğini söylüyor.1584 Ebû Zer el-Gıfârî, “Allah’ın haklarını yerine getirme yolundaki çabalarım, etrafımda dost; hesap gününden duyduğum korku, bedenimde et bırakmadı” diyordu. Ebû Mûsâ el-Eş’arî, vali olarak gittiği Basra’da halka yaptığı bir konuşmada, “üzücü sıkıntılardan ve ayak sesleri duyulan fitneden başka, dünyadan ne beklenebilir!” diyor, âhiret azabından bahsediyor ve müslümanlardan ağlamalarını istiyordu.1585 Böylece cehennemden korkup gözyaşı dökmek, kulluğun ve zühdün alâmeti olarak görülüyordu.
Korku ve üzüntüye dayalı dindarlık anlayışı, sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Herim bin Hayyân, “dehşetli kıyâmetten korkuyorum” diye devamlı sızlanıyor, Âmir bin Kays’ın zühdü, cehennem ateşinden korkmakla başlıyordu. Câhız’ın bildirdiğine göre bu dönemde âbidlerin en önemli takarrüb (Allah’a yaklaşma) yolu ve korkanların merhamet dileme vâsıtası ağlamaktı. 1586
Ebû Tâlib el-Mekkî, esasen Allah’a inanan her insanın O’ndan korktuğunu, fakat bu korkunun derecesinin Allah’a yakınlık derecesine göre değiştiğini söyler.1587 Ebû Nasr es-Serrâc, “Onlardan değil, Benden korkun 1588 meâlindeki âyetin irfan sahiplerine, “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.”1589 mânasındaki âyetin ortada olanlara, “Onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”1590 mealindeki âyetin de avam düzeyinde bulunanların korku anlayışına işaret ettiğini söyler.1591 Buna göre havfın en yüksek derecesi, doğrudan doğruya Allah’tan korkmaktır. İkinci âyette işaret edilen havf, doğrudan Allah’tan korkmaktan ziyade hesap vermekten korkma anlamı taşıdığı için derecesi, ilkine göre biraz daha düşüktür. Üçüncü âyette ise asıl korkulan şey, âhiret dehşeti olduğu, Allah korkusu biraz daha geri planda kaldığı için havfın bu düzeyi en alt mertebe olarak görülmüştür.
İbn Cellâ, Allah’tan korkan kişiyi, bütün mahlûkatın kendisinden emîn olduğu kimse, diye tanımlar. Ebû Hafs el-Haddâd, havfı bir meş’ale olarak tasavvur etmekte, kalpte bulunan hayır ve şerrin bu meş’alenin yardımıyla görülüp ayırt edilebileceğini düşünmektedir. Ebû Süleyman ed-Dârânî, bir kalbin harap olmasını havf duygusunun yok olmasına bağlarken; Hâtim el-Esam havf ile ibâdet arasındaki münasebete dikkat çekmiş ve onu ibâdetin süsü olarak görmüştür. Havf halinin sürekliliğiyle ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür: Muâz bin Cebel, sırat köprüsü geride kalmadıkça korkunun devam edeceğini söyler. Ebû Osman el-Hirî, korku ile ünsiyet kurup onu bir tür alışkanlık haline getirmenin yanlışlığını belirterek, havfın, kişiyi günah ve hata işleme konusunda sürekli tedbirli ve ihtiyatlı kılan bir şuur hali olduğunu vurgular.
Gazâli’ye göre havfın sebebi, ilim ve mârifettir. Mârifet, kişiye hem kendi kusurlarını hem de Allah’ın celâl ve kudretini gösterir. Havfın neticesinde ise iffet, verâ ve takvâ erdemlerine ulaşılır. Bu erdemler, bir taraftan insanın kalbine
1584] Ebû Nuaym, I/130
1585] a.g.e. I/263
1586] el-Buhalâ, s. 5-6
1587] Kutü’l-Kulûb, I/226-227
1588] 3/Âl-i İmrân, 175
1589] 55/Rahmân, 46
1590] 24/Nûr, 37
1591] el-Lum’a, s. 89
KORKU
- 323 -
nüfuz ederek dünya, madde ve menfaate karşı bir ilgisizlik meydana getirirken, diğer taraftan onun bedenî davranışlarına tesir ederek günahlardan uzak durmasını ve edep kaidelerine uymasını sağlar. Gazâli, mü’minin havf halini ilim ve mârifetle yaşaması gerektiğini söyler. Çünkü mârifetten korku, korkudan zühd, sabır, tevbe ve ihlâs doğar. Buna gücü yetmeyenler bu hali yaşayanlarla sohbet etmeli, buna da imkân bulamayanlar sözkonusu halle ilgili olayları tâkip ederek bunlardan ders çıkarmalı, ayrıca konuyla ilgili kitapları okumalıdır. Gazali’ye göre havf hali nefsânî arzuların önüne geçerse iffet, haramlardan sakındırırsa verâ, şüpheli şeylerden uzak tutarsa takvâ, Allah’a mânen yaklaştırmayan şeylere engel olursa sıdk adını alır. 1592
Gerçek mutluluk, muhabbet ve mârifetle Allah’ı sevmek ve O’nunla ünsiyet kurmakla gerçekleşir. Muhabbet mârifetle, mârifet tefekkürle, ünsiyet sevgi ve zikirle meydana gelir. Zikir ve tefekkür dünya sevgisini gönülden çıkarmakla, dünya sevgisini gönülden çıkarmak zevk ve şehvetleri terk etmekle, şehveti kırmak da korku ateşiyle mümkün olur. 1593
Tutkuları dizginlemek, kötü alışkanlıkları yok etmek, taşkınlıkları gidermek ve hevâ ateşini söndürmek, havf halinin tesirlerindendir. Bu etkileri göstermeyen bir korku halinin dengeli olmadığı belirtilir. Zira havfın zayıf olan derecesi, belirtilen sonuçları gerçekleştirmeye yetmez. Aşırı olanı da arzu ve istekleri büsbütün öldürür; aklı, tabiatı ve mizacı bozar ve kişiyi ümitsizliğe sevk eder. Gerçek hedef, Allah’ın sevgi ve rızâsını kazanmaktır. Allah korkusu, bu yolda kullanılan bir âletten, terbiyesizliği ve kötülüğü alışkanlık haline getiren nefsin onunla yola getirileceği bir kamçıdan ibarettir. 1594
İnsan Psikolojisini Dengeleyen İki Unsur: Korku ve Ümit
Sözlükte beklenti anlamını ifade eden ümit, Kur’an’da tama’ ve recâ kelimeleri ile ifade edilir. Tama’, kalbin ileride meydana gelecek olan şeyi arzu edip ona yönelmesi, bu konuda hırs göstermesidir. Recâ ise, ye’sin (ümitsizliğin) zıddı olup meydana gelmesi mümkün olan, arzu edilen bir şeyin tahakkukunun istenmesidir. Korkuyu ifade eden havf ise, insanın zanna ya da bilgiye dayanarak bazı işaretlerden hareketle gelecekte hoşuna gitmeyecek bir şeyin meydana gelmesinden veya sevilen bir şeyin elden gitme endişesine kapılarak bundan kalbinin elem duymasıdır.
Kurân-ı Kerim, çeşitli âyetlerinde insanın korkularından bahseder. İnsan düşünen, etrafını gözleyen, kâinatın birçok tehlikelerine karşı ne kadar âciz kaldığının idrâkinde olan bir varlıktır. Bundan dolayı insan, tehlikelere karşı kendisini korumak mecbûriyetindedir. İnsanı buna sevk eden şey ise fıtratındaki korku hissidir.
Bugünkü ilmî araştırmalar, insan psikolojisinin korku ve ümit adında iki temel duyguya dayandığını göstermektedir. Bu iki duygu, insanın hayattaki yönelişini, hedefini tayin etmektedir. Önümüzde nefsin iki zıt çizgisi var: Korku ve ümit. Tabiatı icabı nefis korkar ve ümitlenir. Çocuk birbirine komşu bu iki yetenekle yaratılır ve o büyüdükçe bunlar da onunla büyür ve gelişir, çeşitlenir.
1592] İmam Gazâli, İhyâi Ulûmi’d Din, c. 4, s. 164
1593] Gazâli, a.g.e., s. 160-161
1594] İslâm Ansiklopedisi (T. D. Vakfı), c. 16, s. 528 vd.
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu ikisi insanın hayatına yön verir. Hedeflerini, davranışlarını, duygu ve düşüncelerini sınırlar, ayarlar ve dengeye sevk eder.
Kur’an, korku ve ümit çizgisine yönelir ve ilk iş olarak bu iki çizgiden her türlü fâsit ve sahte korkuyu ve sapık emeli ayıklar. Sonra sadece kendisi için gerekli olanı umacak, korkulması gerekli olandan korkacak şekilde ayarlar. Bu yapılmazsa insanın rûhî dengesi bozulur, hastalanır. Bilhassa korku hissi yönlendirilmezse rûhî bunalımların ve akıl hastalıklarının çok mühim bir sebebi olur. Bunun için “korku, psikiyatrinin atomu gibidir” denilmiştir. Yani birçok rûhî hastalığın temelinde o yatar. İnsanların çoğu, fıtratlarındaki korku hissi iyi yönlendirilmediği için, gerçek mercî olan Allah'a tevcih edilmediğinden binlerce sahte korkunun elinde huzursuzluğun esiri olmuş, çırpınıp durmaktadır. Gerek bizzat kendisini, gerek toplumu iyi müşâhede edebilen her insaf sahibi bu fikre katılır.
Kur’an, bu iki temel duyguya sık sık vurgu yapar. Kur’an’daki ibret amaçlı olaylar ve derslerin büyük bir kısmının bu iki temel duyguyu hedeflediklerini söylemek mümkündür. Çoğu kez rahmet ve azap âyetleri ile cehennem azabı ve cennet hayatının birbirlerini takip ettikleri görülür. Zaten dinde de, hem Allah’ı sevmek hem de O’ndan korkmak bir esas olarak kabul edilmektedir. Bundan dolayı Allah, hem sevilmeli, hem de kendisinden korkulmalıdır. Nitekim Kur’an’da mü’minler, duyguları itibarıyla bu her iki durumu dengede tutan kimseler olarak tanıtılır: “Korkarak ve umarak Rablerine duâ ederler...” 1595
Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: “Mü’minler, Allah’ın azab ve azabının miktarını bilselerdi hiçbir i Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiçbir i O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” 1596
Ümit: Kur’an’da ümit anlamında kullanılan tama’, haram işleme,1597 Allah’ın mal vermesi,1598 sâlihlerden olma,1599 cennete girme 1600 ve bulutlardan yağmur yağma beklentisi içinde olmak 1601ile rahmet ve bağışlanma, recâ ve ümit 1602 gibi hususlarda kullanılmaktadır. Bundan dolayı bu kelime, Kur’an’da sözlük anlamında olduğu gibi, beklenti ve ümit içinde olmayı ifade etmektedir.
Yine Kur’an’da ümit ifade eden recâ ise, saygı bekleme,1603 Allah'a kavuşma,1604 rahmet ümidi içinde bulunma 1605 ve hakkında yapılacak bir muâmele beklentisi içinde olma 1606 anlamlarında kullanılır. Kur’an, ümit bağlamında zaman zaman insanın dünyada yaptığı iyi işler ve onlara verilecek cennet nimetlerini dile getirmiş ve bununla muhâtabını iyi amele, güzel ahlâka sevk etmeyi amaçlamıştır. 1607
1595] 32/Secde, 16
1596] Müslim, Tevbe 23
1597] 33/Ahzâb, 32
1598] 74/Müddessir, 15
1599] 5/Mâide, 84
1600] 7/A’râf, 46; 70/Meâric, 38
1601] 13/Ra’d, 12; 30/Rûm, 2
1602] 7/A’râf, 56; 32/Secde, 16
1603] 71/Nûh, 13
1604] 18/Kehf, 110; 29/Ankebût, 5
1605] 2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 104
1606] 9/Tevbe, 106
1607] Hayati Aydın, a.g.e. s. 86-88
KORKU
- 325 -
Beyne’l Havfi ve’r-Recâ; Korku ve Ümit Arası: Havf, tatlı bir korku, Allah’ın celâl, kibriyâ ve azameti karşısında haşyet duyma... Recâ, zevkli bir ümit. O’nun lütuf, ihsân ve kereminden daima ümitvâr olma... Hayırları işlemek, amel-i sâlih; şerlerden kaçmak ise takvâdır. Amel-i sâlih işlendikçe recâ kapısı, takvâda ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet. Takvâ ve sâlih amel nasıl birbirlerinden kesin hatlarla ayrılmıyorsa, havf ve recâ da öyle... Bir mü’min Allah’ı hem sevecek, O’nun rahmetinden daima ümitvâr olacak, hem de O’ndan korkacak, azâbından emin olmayacaktır. İşte bu iki meziyet, kalbi safha safha terakkî ettirir, dalga dalga güzelleştirir; ona mânâ ve ulviyet kazandırır...
Korku ve ümit, bir âhenk içinde olmalı. Geceyle gündüzün, dünyanın başını sırayla sarması gibi... Bu arz küresi, hiçbir zaman, ne tam bir karanlığa bürünmüş ne de topyekün bir aydınlığa kavuşmuştur. Arzın bir yüzü kararırken beri tarafı aydınlanır, bir tarafı aydınlanırken ötesi kararır. Bu nöbetleşme ile arzın başında, her an hem aydınlık hem de karanlık hükmeder. Mü’min de her an, hem ümit ve hem de korku içinde olmalı. Zira Allah hem Ğaffâr’dır, hem de Kahhâr. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de.
Havf ve recâ imandandır... Her ikisi de mü’minin sıfatları. Bundandır ki, hangisi ruhtan çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recânın azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yol...
Bazı kimseler, alenen, sıkılmadan ve daha kötüsü, seve seve günah işlemekte ve sırası geldiğinde de kendilerini teselli sadedinde, “Allah Ğafur ve Rahîm değil mi?” demekteler. Hâlbuki Ğafur ve Rahîm olan Allah'a isyandan sıkılmak gerekmez mi? İsterse hiç azap etmesin, cehennemine atmasın. Kaldı ki, bir kulun af ve mağfirete ermesi için birtakım şartlara uyması gerek. Ğafur ve Rahîm isimleri, isyanını alenen ve severek işleyenlerden çok, yaptığı günahtan vicdanen rahatsız olan, sıkılan ve kötü halinden kurtulmak isteyenlerin ilticâ edecekleri isimler. Bu isimler, mü’mini yeisten kurtarır. Yoksa –hâşâ- âsînin isyanını devam ettirmez. Bu sözü sarf edenler Allah’ın sadece Ğaffâr ve Settâr değil; Kahhâr ve Cebbâr da olduğunu hatırlarından çıkarmasalar böyle bir hataya düşmezlerdi...
Kur’ân-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini cennetle müjdelerken, bir kısmı da âsileri cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması gibi, insanı bir havfa bir recâya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar. Fâtiha, Kur’ân-ı Kerim’in fihristi, hülâsası, özü ve özeti. Onda da havf ve recâ dersi birlikte veriliyor: “Hamd”de medih ve senâ hâkim. “Mâlik-i yevmi’d-dîn”, havf dersi verir. “İbâdet” recâya, “istiâne” havfa işaret ederler. “Sırât-ı müstakîme hidâyet talebi”: Recâ; “Mağdûb ve dâllînden olma korkusu”: Havf. Fâtiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de, havf ve recâ dalgaları arasında seyerân eder. 1608
Korku-Ümit Terazisinde Ağır Basan Taraf Korku Olmalıdır
Korku hissi insan tabiatında, diğer birçok hislere ve hatta zıddı olan ümit hissine oranla daha kuvvetlidir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, bu hissi özellikle muhâtap almış ve gerçek mevkiine oturtmaya gayret etmiştir. Kur’an’da
1608] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 127-129
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapılacak bir araştırma, korku üzerine âyetlerin daha çok olduğunu ortaya koyacaktır. Kur’an’ın korku hissini daha çok gündeme getirmesi, insanın en fazla frenlenmeye ve gem vurulmaya, bir noktada dengede tutulmaya muhtaç duygusunun, taşkınlık, haddi aşmak, zulüm işlemek, yani kısacası yasakları çiğnemek eğilimi olmasındandır. İnsan, bu huylarından ancak korku sebebiyle vazgeçebilir. İnsanı, işlemeğe pek hırslı olduğu günahlardan, ancak onun korku hissine hitap ederek, cezâî müeyyideler/yaptırımlar koyarak ve hatta uygulayarak vazgeçirebilirsiniz.
Hiçbir ülkenin şu veya bu günah ve suçları işlemeyen insanlara ‘şu şekilde mükâfatlar vereceğiz’ diye bir ceza hukuku anlayışları yoktur. Beşerî terbiye sistemlerinde her ne kadar örnek davranışlara özendirmeye yönelik ödüllendirme usulleri varsa da insanları, yasakları işlemek ve yasaları çiğnemekten caydırmak için korkutucu yaptırımlar daha ağır basmaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki korku, insandaki haddi aşma, haksızlık etme ve taşkınlıklar yapma gibi his ve eğilimleri frenleyen çok özel bir duygudur. Korku, insan arzu ve iştihalarını helâl ve haram sınırında dengeli tutmaktadır. Bu yüzden Kur’an’da korkutan âyetlere daha çok yer verilmiştir. Aslına bakılırsa bu âyetler ne fazla ne de azdır. İnsandaki tuğyanı zararsız seviyede tutmak için yeterli ve dengelidir.
İmam Gazâli, “korkunun recâdan daha fazla olması mı, ikisinin birbirine denk olması mı efdaldir?” başlığı altında meseleyi çok güzel ele almıştır. Ona göre; ilk bakışta hangisinin efdal olduğunu söylemek zordur. Bu, “ekmek mi, su mu efdal?” sorusuna benzer. Acıkan için cevap başkadır, susamış olan için başka. Korku da ümit de kalbi tedavi eden bir ilaçtır. Birbirlerine üstünlükleri kalpteki hastalığa göredir. Allah’ın mekrinden emin olma hastalığı varsa, buna ilâç korkudur. Rahmet-i İlâhîden ümitsizlik hastalığı varsa ilâç recâ, yani ümittir. Hangi hastalık galip ise onun ilâcı efdaldir. Aynı şekilde insanın isyan yönü daha galipse korku efdaldir. İnsanların çoğunlukla günah ve isyan hastalığına müptelâ oluşlarını nazarı itibara alırsak korkunun daha makbul olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlara daha faydalı olan, korku halidir. Çünkü insanlar için en uygun olanı, kişiyi ibâdete yönelten, bütün haram arzuları törpüleyen, kalbi dünyaya meyletmekten koruyan, korku tarafının ümitten daha fazla olmasıdır. Bu ölüm vakti gelene kadar böyle olmalıdır. Herkese yaraşan, şiddetli hastalık halinde, ölüm ânında 1609 Allah sevgisi ve ümidin ağır basmasıyla dünyadan ayrılmaktır. 1610
Mustafa Sabri Efendi de, İslâm’da korku hissine verilen önemin, bir yanlış değerlendirme olmadığını, bilakis aksini iddia edenlerin, Avrupalıların tesiri altında kaldıklarını anlatır. Ona göre, insan tabiatüstü varlık olmadığından maddî faydalara ve maddî sakıncalara daha çok bağlanır. Bundan dolayı, korku altında itaat, bağlılıkların belki en kuvvetlisi ve en ciddisidir. İnsanı gizli ve açık bütün eylemlerinde onu takip eden ve hiç aldanmayan ilâhî kontrolün sonsuz tesir eden korkusu, muhabbet bağına kıyas edilemeyecek şekilde, itaat ve boyun eğmenin en amansız müeyyidesi, yani yaptırımıdır. Bunu kabul etmeyen reformcularımızın tenkitleri, İslâm’ın temel esaslarına yabancılıklarından (veya kasıtlı olup kötü niyetlerinden) kaynaklanır. Müslümanlara özellikle Allah korkusunu telkin eden eski âlimleri suçlu bulan kişiler, bu eğer bir suç ise, bu suçu Kur’ân-ı
1609] Nevevî, Riyâzü’s Sâlihîn Terc. I/479
1610] İmam Gazâli, a.g.e. c. 4, s. 303
KORKU
- 327 -
Kerim’e atfetmelidirler. Çünkü O’nun hemen her sayfasında korku ifade eden bir âyet vardır. Hucurât sûresinin on üçüncü âyetinde “Allah katında en şerefliniz, en müttakî; yani Allah’tan en çok korkup sakınanızdır” buyruluyor.
İnsanın yaratıcısı ve sahibi olan Allah, gönderdiği kitabında fıtrata en uygun olanı yapmış ve korku hissine ağırlık vermiştir. Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona kadar dikkatsizce okuyan bir kimse bile bunu fark eder. Böyle olması, yani Kur’an’da korkuya önem verilmesi, çok az kavramda görülen bir özellikle bu kavramın çok çeşitli kelimelerle ifade edilmesi, fıtrata uygunluktan başka bir şey değildir. 1611
Takvâ, Kur’an’da defalarca övülen bir sıfattır. Allah indinde insanların taşıyacakları en yüksek şeref pâyesidir. Fıtrat dini İslâm, insanların ulaşmalarını arzu ettiği takvâ ve etka mertebelerinin tahakkuk etmesi için, bunların dayandığı korku hissini işletip, bu övülen vasıflara mü’minlerin sahip olmasını temin etmiştir. Daha doğrusu İslâm ve onun kitabı Kur’an, insanın tekâmül usûlünü ortaya koymuştur. Mânen yükselmeyi dileyen için başka yöntem yoktur. Korkuya verilen önemin sebebi, neticesinin takvâ oluşundandır.
İnsan, şu uçsuz bucaksız gibi görünen evrende kendisini kuşatan korkutucu unsurlara, içinde bulunduğu tehlikelere, geceye, vahşi tabiata, yırtıcı hayvanlara; açlık, susuzluk, çıplaklık; düşman, işkence ve ölüm gibi kendisiyle burun buruna yaşayan korkulara bakacak olursa, kâinat kitabında da korkunun, emniyet vaad eden öğelerden daha ağır bastığını, daha objektif bir şekilde görecek ve anlayacaktır. Hal böyleyken Kur’an’da korku hissinin daha çok uyarılması, neden zor anlaşılan bir mesele olsun? İnsanın beşikten mezara kadar geçirdiği hayat mâcerasında ona ümit ve emniyetten daha çok, korku arkadaşlık etmiştir şüphesiz. Bu da gösteriyor ki Allah, kulunu korku ile terbiye ediyor. İnsana öyle geliyor ki: Kâinattaki korku miktarı insandaki isyan arzusuna denktir. Yeter ki insan bu korkudan haberdar olsun.
İnsanı Rabbine yönelten duygular, nimetlerden, emniyet ve ümitten kaynaklansaydı Kur’an’da insanın nankörlüğünden bahsedilmez; şükreden kulların ve şükür amelinin azlığı sık sık vurgulanmazdı. Belki bazı kimseler, Yüce Allah’ın “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” 1612 meâlindeki âyetlerin ve Allah’ın âhirette daha çok rahmetiyle muâmele edeceğine dair hadislerin ışığı altında rahmetin daha ağır bastığını düşünebilir. Bu, ilk bakışta doğru bir eğilim gibi görünse de, dikkatle bakıldığı zaman bu görüş hemen kıymetini kaybeder. Çünkü Allah’ın rahmet sıfatıyla muttasıf olması, gadabıyla değil de, mahlûkata rahmetiyle muâmele etmesi bile O’nun korku hissini uyarmasını gerektirir.
Anneler neden çocuklarını daha çok tehlikelere karşı uyarır ve onları korkuturlar? Çokça merhametlidirler de ondan. Yüce Allah da eğer Kur’an’da korku hissini fazlaca uyarmışsa, bu da O’nun her şeyi kuşatan rahmeti gereğidir. Korkutmak bir azap değil; rahmettir. Çünkü korkutanın korkutmakla maksadı, korkuttuğu kimseleri tehlikelerden yana selâmete dâvet etmek hedefine yöneliktir. Bu yüzden Allah’ın rahmetinin genişliği fikrini esas alarak Kur’an’da korku hissinin az uyarıldığını iddia etmenin tutarsızlığı açıktır. Kur’an’da, dağ gibi deniz dalgalarının insanı kuşattığı an, insanların Allah'a yönelip dini yalnız O’na has
1611] Mustafa Sabri Efendi, naklen: L. Cebeci, Kur’an’a Göre Takvâ, s. 27-28
1612] 7/A’râf, 156
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kılarak Allah’ı tanıdıkları 1613 anlatılmaktadır.
Korku, hem kâinatta hem de Kur’an’da başlı başına bir denge unsurudur. Çünkü duygularımız ne gereksiz ve ne de zararlıdır; her his bir maksat için yaratılmıştır. Önemli olan, bu duygularımıza güzel istikametler vermek ve aşırılıklardan kaçınıp sınır koyabilmektir.
Korku olmazsa insandaki taşkınlık arzusu artar. Korkusuz insan da serazat bir şekilde her yasayı fütürsuzca çiğner dolaşır. Buna bağlı olarak da tüm beşerî dengeler alt üst olur. Korku çok aşırı olursa bu sefer pusup susan insan, kendini tehlikelere ve onursuzluklara teslim edip helâk veya zelîl olur. Hiç korkmayan insan gibi, aşırı korku yüzünden de kişi, normal aktivitesini kaybedip asıl fonksiyonunu yerine getiremez.
Kur’ân-ı Kerim, insanı bir bakıma ilâhî tekliflerle dengeleyerek, âlemleri fesattan koruyor diye de değerlendirebiliriz. Bu tekliflerden emir ve yasaklar manzûmesini ihlâl edenler, en şiddetli azap ve cezalarla korkutuluyor. Emre itaat edenler ise ümitlendiriliyor. İşte bu korkutma ve ümitlendirme çok hassas bir denge istiyor.
İnsanda azgınlık yeteneği çok; o halde korkutma işlemi de o kadar çok olmalı. İnsanda gurur, yani aldanış, avunma ve temenni gibi ümidi kötüye kullanma diyebileceğimiz huylar da çok. O halde “Şeytan sizi Allah’ın rahmetine güvendirerek aldatmasın.”1614 şeklinde insana mesaj veren âyetler de o nisbette Kur’an’da vardır. Ancak, ne var ki ümitlendiren âyetlerle, korkutan âyetler sayıldığı zaman, korkutan âyetler çok fazla çıkar. (Yukarıda listesi verilen korku ile ilgili kelimeler Kur’an’da, toplam olarak 646 yerde geçerken; ümit anlamına gelen recâ (28) ve tama’ (12) kelimeleri, türevleriyle birlikte toplam olarak 40 yerde kullanılmıştır.)
Bu durum, dengesizlik ifade etmeyeceği gibi, bilâkis dengenin ta kendisidir. Korku ve ümit dengesi derken, korkuyu terazinin bir kefesine, ümidi de diğer kefesine koyun, eşit olsunlar, işte bu dengedir demek istemiyoruz. Bu fevkalâde yanlış bir denkleştirme olur. Eşitlik ayrı şeydir, adâlet ayrı. İşte böyle bir denkleştirme yüzündendir ki Kur’an’da “korkutan” âyetlerin çokluğu, kişide aritmetiksel bir dengesizlik intibaı uyandırsa bile bu, adâlet gereğidir. Bu konuda kavramların hizmet ettikleri maksatlarıyla olan mutâbakatına “denge” demek daha doğrudur.
“Korku” duygusunun maksadı beşerî taşkınlıkları frenlemektir. O halde korku; bu taşkınlıkları durduracak miktarda olmalıdır. Ümit duygusunun maksadı ise, korku ümitsizliğe ve karamsarlığa dönüştüğü zaman, bu hali kendisine çekerek korkunun miktarını ayarlamaktır. Buna göre de ümit, korkuyu kendi miktarına çekecek derecede olmalıdır. Bu da ümit miktarının dengede olması demektir ki işte bu durum, Kur’an’da dengeli olarak vardır. “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” 1615
Hiç insanın rabbi/terbiyecisi, terbiye edeceği varlığa ne kadar korku, ne kadar ümit gerekir, bilmez mi?!
1613] 31/Lokman, 32
1614] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
1615] 67/Mülk, 1
KORKU
- 329 -
Selim kalp, korku ve ümit hislerinin en hassas dengeleri üzerindedir. Çünkü o, daima korku ve ümit arasındadır. Ne Allah'a sûi zan besleyecek kadar ümitsiz ve korkak olur; ne de şımaracak kadar ümitvar.
Bazı kıssalarda Allah korkusundan ölen, çıldıran, dağlara düşen kimselerin hikâyelerini şüphesiz duymuş veya okumuşuzdur. İşte bu halin de dengelenmesi gerekir. Kişinin işlediği günahları, Allah’ın rahmetinden ümit kestirecek derecede büyütmesi ne kadar yanlış ve ne kadar tehlikeli ise; işlediği sevapları da şımaracak kadar çok görmesi ve kendini beğenmesi de o derece yanlış ve tehlikelidir. Öyle ki kul ümitsizlikten kurtulması için bile korkutulur. Yani, eğer Allah’tan ümit keserseniz, ebedî hüsrâna uğrarsınız denir. Bu noktada bile korku yine rahmetin bir tecellisi olarak zuhur eder. İşte Gazâli, “günahın gizli ve açığını, zâhir ve bâtınını terk eden müttakîye gelince, ona da yaraşan korku ve ümit tarafını eşit tutmaya çalışmasıdır”1616 demektedir.
Aşırı günahlara dalan biri için “Nefislerine günah işlemekle zulmeden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin”1617 gibi rahmet âyetlerinin, Allah’ın azabından emin olanlar için de azap âyetlerinin okunması gibi bir tebliğ ve telkin üslûbu kişide korku ve ümit dengesini gerçekleştirecektir. Özetle korku ve ümit, hem insanın yeis ve ümit gibi hislerindeki aşırılıkları dengeleyen birer âmil ve unsur, hem de asılları itibariyle insanda kâfi miktarda olmaları gereken huylar olarak karşımıza çıkmaktadır. 1618
Stresin İlâcı, Allah Korkusudur
Çağımızın en önemli ve en yaygın problemlerinden biri olan stres, bilindiği gibi, aşırı gerginlik demektir; dış etkenlerin organizmada, iç organlarda ve metabolizmada oluşturduğu bozukluklara denir. Küçük problemler, çözümlenmeden biriktirilip insanın taşıyamayacağı hale gelince, bu sorunların çeşitli ruhî hastalıklara dönüşmesi stresin en önemli göstergesidir. Daha büyük bir korkudan dolayı, diğer küçük korku ve kaygılarını unutan kimseler strese düşmezler. Kur’ân-ı Kerim, bu sonucun elde edilmesini, bu dünya hayatını “bir oyun ve eğlence” görmeye, dünyevî kaygılardan sıyrılarak Allah’tan korkmaya bağlar. “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar (Allah’tan gereği gibi korkup haramlardan sakınanlar) için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”1619; “Doğrusu dünya hayatı, ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve korkup sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez.” 1620
Küçükler plastik araba, yapboz ev veya oyuncak bebekle oynarken; büyükler bunların sahicileriyle oyalanmaktadır. Çeşitli oyunlar, nasıl çocukların karakterlerini ortaya çıkarıyorsa, büyüklerin kişiliklerini, emaneti sahiplenerek taşıyıp taşımama meyillerini, emniyetli olma veya güvensizliklerini de dünya hayatı ortaya çıkaracaktır. Oyun ve eğlence, tamamen çıkarsız bir yarış ve oyalanmadır. Oyunun ayrılmaz niteliği de “geçici” olmasıdır. Çıkarsız ve geçici bir yarış,
1616] Gazâli, a.g.e., c. 4, s. 306
1617] 39/Zümer, 55
1618] Faruk Gürbüz, Kur’an’da Denge, s. 182 vd.
1619] 6/En’âm, 32
1620] 47/Muhammed, 36 ve Bk. 29/Ankebût, 64; 57/Hadîd, 20
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanı, özellikle mü’mini pek kaygılandırmamalıdır. Öyleyse, dünya tutkusunu, dünyevîleşmeyi kırarak, her bireye Allah korkusunu kuvvetle telkin eden dinin, ruhlara ve dolayısıyla fizikî bünyelere şifâ verici rolü her türlü ilâçtan daha mühimdir. Din, mensuplarına şunları tavsiye eder: Yaratıcıyı unutmamak, O’nun karşısında böbürlenmemek, O’nun için secdeye kapanmak, O’na korku ve umutla duâ etmek, ulaşılan refahı diğer insanlarla paylaşmak. 1621
Modern insan, kendisini özgür ve güvenli sanmaktadır. Bu özgürlük ve güven duygusu aldatıcıdır. O, teknolojik ve endüstriyel nimetlere (bu şekliyle nimet denilirse tabii), kendi bilgi ve becerisiyle değil; Allah’ın fırsat ve imkân verip bağışıyla kavuştuğuna inanmalıdır. Üstünlük/ müstekbirlik taslamamalı, yalancı ve geçici güvene aldanmamalıdır. Gerçek güvene kavuşmak istiyorsa, dünyevî emniyetten çok ilâhî güvene sığınmalıdır. 1622
Korkmak Ayrı, Takıyye Yapmak Ayrı Şeydir
Takıyye: ‘Takıyye’, korkmak, vikayeye girmek, elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini korumak anlamına gelen ‘takvâ’ kelimesinden türemiştir. Takıyye, canını, malını, ırzını düşmanın zararından korunmak için ondan sakınmak demektir. “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (takıyye) başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır.”1623 Bu âyette görüldüğü gibi, can kaygısı bulunan müslümanlara, kâfirlerden korunmaları için verdiği izne, İslâmî literatürde “takıyye”, yani “korunma” denmiştir.
Takıyye, güçlü olan bir düşmandan; din, mal, can, namus, ırz gibi her türlü üstün değerleri, tehlikeli bir durum karşısında korumak için başvurulan bir tedbirdir. Bu gibi değerleri tehdit altında olan bir müslüman, böyle tehlikelerden kurtulmak, zarara uğramamak için imanını ve durumunu gizleyebilir. Kur’an buna izin vermektedir.
İslâm’a teslim olmuş müslümanlar bir bina gibi birbirlerine kenetlenerek tevhid kelimesinin gereğini toplu olarak yerine getirmek zorundadırlar. Bunun sağlanabilmesi için, müslümanların sürekli çaba göstermeleri gerekir. Ancak İslâm’ın hâkimiyetini istemeyen müşrikler ve tağutlar, müslümanlarla mücadele edeceklerdir. Müslümanlardan bazıları bu mücadelede düşmanın eline esir düşebilir, eziyet görebilir, işkenceye uğrayabilir, bazı hakları tehdit altına girebilir. Bu gibi durumlarda o mü’min, kendinin ve bağlı olduğu müslüman toplumun aleyhine olabilecek şeyleri söylememeli, sır vermemeli. Böyle bir durumda kendini gizlemenin, hatta ölüm tehlikesi ve şiddetli işkence gibi ikrâh-ı mülcî hallerinde imanını gizleyip açığa vurmama ruhsatıdır takiyye. Takıyye de takvâ gibi kişinin kendini ve bağlı olduğu müslüman toplumu elem ve zarar verecek şeylerden koruyup sakınması demektir. Öyleyse takıyye, Kur’an’ın izin verdiği bir korunma, bir sakınmadır.
Peygamberimiz’in Mekke hayatında müşriklerin işkencelerine uğrayan sahabeden bazılarına takıyye izni verdiğini biliyoruz. Bunun en canlı örneği, müşrikler
1621] 32/Secde, 15-16
1622] Ahmet Baydar, Kur’an Açısından Korku ve Büyü, s. 58-59
1623] 3/Âl-i İmrân, 28
KORKU
- 331 -
tarafından gözünün önünde babası ve annesi öldürülen Ammar bin Yâsir’dir. Yapılan işkencelere dayanamayan Ammar (r.a.), müşriklerin istediği sözleri söyler ve ölümden kurtulur. Sonra ağlayarak Peygamberimiz’e gelerek, O’nun hakkında kötü konuştuğunu ve onların ilâhlarını övdüğünü söyler. Peygamberimiz ona şöyle sorar: “Peki, o anda kalbinde ne hissettin?” O da “kalbinin imanla dopdolu olduğunu” söyleyince, Peygamberimiz, aynı durumla karşılaştığı zaman yine öyle yapmasını tavsiye etmiştir.1624 Şu âyet bu durumu desteklemektedir: “Kim imanından sonra Allah’a (karşı) küfre sapıp da, -kalbi imanla tatmin olduğu halde baskı altında zorlanan hâriç- küfre göğsünü açarsa, işte onlara Allah’tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır.” 1625
Şu örnek de dikkat çekicidir: Yalancı peygamber Müseylime sahabelerden iki kişiyi esir almıştı. Birine “Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şahitlik eder misin?” diye sordu. O da ‘evet’ dedi. Sonra kendisinin peygamberliğine şahitlik edip etmediğini sordu. O yine ‘evet’ deyince onu serbest bıraktı. Aynı soruyu ikinciye de sordu. Ancak o ikinci soruya cevap olarak ‘ben dilsizim’ deyince onu öldürttü. Olayı duyan Peygamberimiz, şehid olanın imanındaki doğrulukla öldüğünü ve mübarek olduğunu, diğerinin ise Allah’ın ruhsatını kullandığını ve hata etmediğini söyledi. 1626
Dikkat edilirse görülecektir ki ‘takıyye’ bir ruhsattır. Dileyen önemli bir tehlike karşısında ona başvurabilir. Ancak Kur’an’ın diğer âyetlerine baktığımız zaman kuvvetli olmayı, düşmanlara karşı hazırlıklı olmayı, cihad etmeyi, Allah yolunda canı ve malı harcamayı teşvik ettiğini, mü’minlerin önceki müslümanlar gibi deneneceklerini söylediğini görmekteyiz. Bilndiği gibi Kur’an’da, kâfirlerden korkmak ve onlara dost olmak yasaklanır. Asıl korkulması gereken insanlar değil, Allah’tır. 1627
Bütün bunlara rağmen zayıf kalan, işkenceye uğrayan veya müslümanlar aleyhine bir şey söylemesi istenen müslümanlar bu ruhsata başvurabilirler. Ancak, takıyye ruhsatı, hiçbir zaman dünyalık bir çıkar veya makam için ikiyüzlü davranmak, şahsiyetsiz, kaypak, ciddiyetsiz ve ilkesiz olmak demek değildir. Takiyye, müslümanlara karşı kullanılan bir aldatma silahı değil; hasımlardan gelebilecek bir tehlikeye karşı sakınma ruhsatıdır. Ahlâkî boyutlarda bırakılan ve kişinin iyi niyetine bağlanması gereken bir husustur, dininden ve müslümanca yaşayışından tâviz vermesini câiz kılan bir husus değil!
Korku-İman İlişkisi; İmanları Tartan Terazi: Korku
Haşyet, takvâ gibi korkular, kişiyi daima Allah’ın rızâsını aramaya, nehyettiği hususları terk etmeye ve emrettiği hususları yapmaya sevk eder. Bundan dolayı Allah’tan korkmak, Allah'a iman hususunda bir rükün sayılmaktadır. “...Eğer mü’min iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!”1628; “İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden
1624] Hayatü’s Sahabe, 1/245; Elmalılı, 5/263
1625] 16/Nahl, 106
1626] nak. Elmalılı, 2/340
1627] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s, 661 vd.
1628] 3/Âl-i İmrân, 175
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuştur. Bunlar hep Rabbinden korkan, O’na saygı gösterenler içindir.” 1629
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ancak Allah’tan ve kıyâmetten korkanları korkutup uyararak onların uyanmasını sağlayabileceği;1630 Kitab’ın Allah’tan korkanlara öğüt olarak indirildiği ve Allah’tan korkanların öğüt alacakları haber verilerek, haşyet ile iman arasındaki bağ belirtilerek açıklanır.1631 Mü’minlerin, Rablerinden korku duydukları;1632 bu haşyetle iman gereği titremekte oldukları bildirilir.1633 Bu, görülmeyen bir Rab’den olan korkudur ve korkuyu, ancak, ilim sahiplerinin duyabilecekleri haber verilmiştir.1634 Haşyet duymamak ise, ancak, kalbi hasta olanlar için sözkonusudur.1635 O yüzden Allah’tan korkmayanın imanı yoktur. Bütün peygamberler, insanları Allah'a imana ve tevhide çağırırken, daha ilk mesajlarında Allah’tan korkmaya çağırmışlardır. Örnek olarak Hz. Nûh, kavmine şu dâvetle seslenmiştir: “(Allah'a karşı gelmekten korkmaz ve) sakınmaz mısınız (ittika)? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir rasûlüm/elçiyim. Artık Allah’tan korkun, Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”1636; “Andolsun ki Nûh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim! dedi, Allah'a ibâdet/kulluk edin; O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ (Allah’tan) korkup sakınmaz mısınız?” 1637
Korku-tevhid ilişkisini anlatması açısından şu âyet çok mânidardır: “Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O, ancak bir İlâhtır; yalnız Benden korkun! Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur. Din de sürekli olarak yalnız O’nundur. Hâlâ Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” 1638
Haşyet ve Allah’a, âhirete iman; namaz ve zekât ile birlikte,1639 yine ittika ile birlikte haşyet, Allah’a ve Peygamber’e itaatin yanı başında anılabilecek ölçüde önemli bir tutumdur.1640 Kitap, Allah’tan gereği gibi korkanları ürpertir;1641 onlar insanlardan değil, Allah’tan korkmanın uygunluğunun 1642 ve gerekliliğinin1643 idrâki içinde bulunmakla, tebliğ sırasında insanlardan çekinmezler. 1644
Şirk, Bütün Yanlış Korkuların Kaynağıdır: Tevhid inancı, emniyet ve huzurun kaynaklandığı bir güç ve kuvvet olduğu gibi; şirk de korku ve kuruntuların, vehim ve stresin, çeşitli fobilerin kaynağıdır. Hurâfelerden, çeşitli evhâm ve kuruntulardan, uğursuzluk anlayışından ve bâtıl tanrılardan korkar durur müşrik. Ölüm, müşrik ve kâfir için, sevdiği her şeyin bittiği ve yok olmak demek olduğu
1629] 98/Beyyine, 7-8
1630] 36/Yâsin, 11; 79/Nâziât, 45
1631] 20/Tâhâ, 3; 87/A’lâ, 10
1632] 13/Ra’d, 21
1633] 21/Enbiyâ, 25; 23/Mü’minûn, 57
1634] 21/Enbiyâ, 49; 35/Fâtır, 18; 50/Kaf, 33
1635] 5/Mâide, 52
1636] 26/Şuarâ, 106-108
1637] 23/Mü’minûn, 23
1638] 16/Nahl, 51-52
1639] 9/Tevbe, 18
1640] 24/Nûr, 52
1641] 39/Zümer, 23
1642] 33/Ahzâb, 37
1643] 5/Mâide, 3
1644] 33/Ahzâb, 39
KORKU
- 333 -
için çok korkunç ve ürkütücü bir olaydır. Şirk ortamlarında, ortada bir sebep yokken korku, uğursuzluk görüşü ve evhâma kapılma gibi rûhî ve mânevî hastalıklar, insanda çokça ortaya çıkar. “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi, Allah’a şirk/ortak koşmalarından ötürü, kâfirlerin/inkâr edenlerin kalbine korku salacağız.”1645 Bu âyet, Allah’a inanmanın verdiği moral gücünden yoksun olanların kalplerini korku saracağını ifade etmektedir. Kalbin huzur ve mutluluğu ise, Allah’a iman ve O’na ibâdet/zikir ile mümkün olur.1646 Hidâyete tâbi olanlara, yani iman edip sâlih amel işleyenlere korku ve üzüntü yoktur. 1647
Vehim, stres, bunalım, fobi gibi her çeşidinin bolca örneklerini gördüğümüz çağdaş hastalıklar, çoğunlukla kaynağını korku damarından almaktadır. Kontrolden çıkmış ve sürati ayarlanamamış korku aracının, içindeki insanı götüreceği dünya durakları bunlar olduğu gibi, ondan sonrası daha da korkunç olacaktır. Fıtrî olan insandaki korku hissi, aslında hayatın koruyucu bir zırhı ve takvâ boyutu ile cennete götüren füze iken; imanla, akıl, şuur ve irâde ile kontrol edilememişse, hayatı tahrib eden bir musîbete dönüşecek ve içindekini cehenneme götürecektir. Yanlış ve yersiz korku, insanı her iki dünyada da rezil edecek; Takvâ, huşû ve haşyet kelimeleri ile ifade edilen Allah korkusu ise dünyada izzet, kahramanlık, gazilik ve şehidlik gibi rütbeler; âhirette de bir değil, iki cennet 1648 sahibi kılacaktır.
Kur’an, bütün duygularımıza istikamet gösterir, meşrû ve faydalı hedeflere yönlendirir. Aynı zamanda ifrat ve tefrit gibi aşırılıklardan koruyarak onların itidâlde kullanılmasını öğütler. Korku duygusu için de bunlar geçerlidir. Kur’an, insan fıtratındaki korku hissini yönlendirerek, bu duyguyu her çeşit sahte, sapık, yanlış ve boş hedeflerden alıkoymaya çağırır. Sonra da doğru hedef göstererek, bu duygumuzu esas korkulması ve sığınılması gereken Yüce Allah'a bağlar. İnsandaki korku hissi iyi yönlendirilmezse veya asıl korkulması gereken makam olan Allah’tan hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulduğu gibi, kişi, bir sürü sahte otoriteye boyun eğmek zorunda kalır. İnsan, tarih boyunca böylesine lüzumsuz ve yanlış korkular yüzünden sayısız tanrı icat etmiştir. Doğa güçlerinden korkmuş, ateşi, gökleri, karanlıkları; firavunlardan ve diktatörlerden korkmuş, onları; açlıktan korkmuş, ekmek ve maaş verenleri; yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş, putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Bu lüzumsuz korkular yüzünden insanoğlu, sığınılacak kucaklar aramış, ancak çoğu zaman sığındığı kucaklar kendisi için tehlikeli ve zararlı olmuştur.
İnsan, Allah’ın dışında başka şeylerden gerçek anlamıyla korkarsa, korktuğu çoğunlukla başına gelir; Allah korktuğu şeyi veya kimseyi ona musallat eder. Bu, yanlış korkunun dünyadaki zararlarındandır.
Allah korkusu amaç değil; araçtır. Bu doğru korku, istenen amaçları gerçekleştirmiyorsa, doğru olmaktan çıkar. Allah’tan korkmak, O’nun emir ve yasaklarına titiz bir şekilde yapışmayı neticelendirmelidir. Allah korkusu, kişiyi sorumluluk bilincine, teslimiyete götürür/götürmelidir. Mü’min, Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkar. Allah sevgisinin ve râzısının bedeli de O’na her konuda
1645] 3/Âl-i İmrân, 151
1646] 13/Ra’d, 28
1647] 2/Bakara, 38, 62
1648] 55/Rahmân, 46
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
itaattir. Amelde tesiri olmayan korku, hayvanı yürütmeyen kamçı gibidir, bir değer taşımaz.
Zâlim müstekbirler, tarih boyunca tedhiş, zulüm, baskı gibi şiddetli korkutma araçlarını etkili bir silâh olarak kullanıp halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdir. Bu günkü dünyada da temelde pek farklılık yoktur; sadece yöntem ve araçlar daha modern şekillerde insandaki korku hissine emperyalist amaçlar çerçevesinde yön vermektedir. İslâm, insanı korku sebebiyle zâlimlere esir olmaktan kurtarabilmek için, sadece Allah’tan korkmayı esas almış, ruhlarda bu anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah korkusunun gereği gibi yerleştiği kalplerde başka kimselerden ve herhangi bir şeyden korku olmaz. Mü’minde dünyevî korkular, gerçek korku değil; mecâzîdir, bir çeşit tedbirden ibarettir. Mü’min bilir ve inanır ki, Allah kendisini korku ile imtihan etmektedir.1649 Kimlerin ve nelerin korkusunu ne oranda kalbine yerleştireceği sınanmaktadır. O yüzden, bazı insanların korkusuyla; inancından, imanını dışa yansıtmaktan, kamuya açık alanlarda da mü’min gibi görünüp mü’min gibi davranmaktan tâviz ver(e)mez mü’min.
Yalnız, korku ile tedbiri karıştırmamak gerekir. Korku, kalp ve duyularla ilgilidir; tedbir ise davranışlarla ilgili. Gerçek mü’minlerin Allah’tan başka hiç kimseden korkmayışları, onların tedbirsiz olmalarını gerektirmez. Kendisine, mü’min kardeşlerine ve onlardan daha önemli olan dâvâsına gelebilecek zarardan dolayı, tâğutlara, müşrik ve kâfir egemen güçlere karşı tedbirli olmaya, gerekli konularda gizliliğe son derece gayret etmek, dâvâ adamının şiârıdır. Çünkü teşkilâtlanma ve cihadla ilgili gerekli durumlarda gizlilik ve tedbir, Rasûlullah’ın sünneti ve ashâbının prensibidir.
İslâm dışı düzenler, korku rejimidir, baskıcıdır, zorbadır. Bu rejimlerin başındaki egemen güçler, etrafa korku ve dehşet salmaya, hakkını arayanları sindirmeye ve insanları robot gibi tek tipleştirmeye, daha doğrusu kendilerine kul/köle yapmaya çalışırlar. Bırakın eylemi, düşünmek bile yasaktır, düşüncesini söylemek ve yazmak sadece rejimden yana olanların yapmasına izin verilen bir lütuftur. İnsanlar öyle korkutulmuştur ki, her yerde devletin gözü kulağı var zannedilir. Devlet, bilinçaltında dev’letilmiş, devleştirilmiştir. Devlet denince öncelikle karakol, polis, askerlik, mecbûrî eğitim, vergi, mahkeme, suç-ceza, hapishane... akla gelmektedir. Bu tür korku rejimlerinin kutsal kitapları şu cümleyle başlar: “Yurtta sus, cihanda sus!” Nice insan, omuzlarındaki kameraman ve yazıcıları düşünmez de konuştuklarının rejim tarafından dinlendiğinden kuşkulanır. “Haram” pek önemli değildir sokaktaki vatandaş için, ama “yasak!”, o başka. Hapis korkusu, nice insanda cehennem korkusunun önüne geçmiştir. Ama gerçek mü’min, sadece Allah’ın kulu olduğunun bilincindedir. Müşriklerin korktuğu korkunç insanlar, bostan korkuluğu gibi gözükür müttakî mü’minin gözüne.
İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur. Bazı insanlardan korkmanın getireceği esâret ve istibdat zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu yerleştirmiştir. Allah
1649] 2/Bakara, 155
KORKU
- 335 -
korkusu olmayan kimsenin başına on tane polis diksen, işini bilen insan suç işlemenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bir de o polislere de ayrıca polis gerekecek; rüşvet yemesinler, görevlerini kötüye kullanmasınlar diye, tabi o polislere de başka polisler... Mehmed Âkif’i gel de hatırlama:
“Ne irfandır ahlâka yükseklik veren, ne vicdandır;
Fazilet hissi, insanda Allah korkusundandır.”
Bir-iki âyet-i kerîme: “Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun, sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!’ dediler.”1650; “İşte o şeytan, yalnız kendi dostlarını korkutabilir (Veya şeytan, sizi kendi dostlarından korkutmaktadır). Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.”1651 Unutmayalım ki, Allah, bizim içimizden, gerçekten iman edip sâlih ameller işleyenlere, halifelik/egemenlik vererek yeryüzünde hâkim kılacak, korkularımızı güvene tebdil edecektir. Ama bunun için iki şart vardır: Sadece Allah'a ibâdet/kulluk ve hiçbir şeyi O’na şirk/eş koşmamak. 1652
Birkaç da hadis-i şerif: “Allah’ım! Korkaklıktan Sana sığınırım.” 1653; “Cihadın en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” 1654; “Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.” 1655; “Aman dikkat edin! Halk korkusu, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın.” 1656
İmanlar, korku terazisiyle tartılmaktadır. Korkunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Ya sadece Allah’tan korkup takvâ zirvesine tırmanarak Allah katında en ekrem, yani ikram edilmeye en lâyık yiğit bir Allah eri olmak; ya da ayaklar altında ezilinceye kadar sümüklü böcek gibi yaşamak. İnsan özgürdür; bu iki yoldan birini seçebilir. Ama takvâ yolunu seçerse, bilmelidir ki, bunun bedeli ucuz değil! Korku hissinin tevhidî bilinçle, mü’mine has irâdeyle kontrol altında tutulması, şeytanın korku oklarının fedâkârca savuşturulup karşı hücuma geçilmesi gerekecektir, hem de ömür boyu.
“Zincirlerin altınsa da hattâ koparıp kır;
Susmak ne demekmiş? Yere haykır, göğe haykır!”
“Korkup susma! Susarsan sıra (hem burada, hem orada) sana da gelecek.”
1650] 3/Âl-i İmrân, 173
1651] 3/Âl-i İmrân, 175
1652] 24/Nûr, 55
1653] S. Müslim Terc. 7/188
1654] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349
1655] a.g.e. aynı sayfa
1656] a.g.e.
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’den Korku İle İlgili Âyet-i Kerimeler
Havf Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 124 Yerde:) 2/Bakara, 38, 62, 112, 114, 155, 182, 229, 229, 239, 262, 274, 277; 3/Âl-i İmrân, 170, 175, 175, 175; 4/Nisâ, 3, 3, 9, 34, 35, 83, 101, 128; 5/Mâide, 23, 28, 54, 69, 94, 108; 6/En’âm, 15, 48, 51, 80, 81, 81; 7/A’râf, 35, 49, 56, 59, 205; 8/Enfâl, 26, 48, 58; 9/Tevbe, 28; 10/Yûnus, 15, 62, 83; 11/Hûd, 3, 26, 70, 70, 84, 103; 12/Yûsuf, 13; 13/Ra’d, 12, 13, 21; 14/İbrâhim, 14, 14; 16/Nahl, 47, 50, 112; 17/İsrâ, 57, 59, 60; 19/Meryem, 5, 45; 20/Tâhâ, 21, 45, 46, 67, 68, 77, 112; 24/Nûr, 37, 50, 55; 26/Şuarâ, 12, 14, 21, 135; 27/Neml, 10, 10; 28/Kasas, 7, 7, 18, 21, 25, 31, 33, 34; 29/Ankebût, 33; 30/Rûm, 24, 28, 28; 32/Secde, 15; 33/Ahzâb, 19, 19, 38/Sâd, 22; 39/Zümer, 13, 16, 36; 40/Mü’min, 26, 30, 32; 41/Fussılet, 30; 43/Zuhruf, 68; 46/Ahkaf, 13, 21; 48/Fetih, 27; 50/Kaf, 45; 51/Zâriyât, 28, 28, 37; 55/Rahmân, 46; 59/Haşr, 16; 72/Cinn, 13; 74/Müddessir, 53; 76/İnsân, 7, 10; 79/Nâziât, 40; 91/Şems, 15; 106/Kurayş, 4.
Haşyet ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 48 Yerde:) 2/Bakara, 74, 150, 150; 3/Âl-i İmrân, 173; 4/Nisâ, 9, 25, 77, 77, 77; 5/Mâide, 3, 3, 44, 44, 52; 9/Tevbe, 13, 13, 18, 24; 13/Ra’d, 21; 17/İsrâ, 31, 100; 18/Kehf, 80; 20/Tâhâ, 3, 44, 77, 94; 21/Enbiyâ, 28, 49; 23/Mü’minûn, 57; 24/Nûr, 52; 31/Lokman, 33; 33/Ahzâb, 37, 37, 39, 39; 35/Fâtır, 18, 28; 36/Yâsin, 11; 39/Zümer, 23; 50/Kaf, 33; 59/Haşr, 21; 67/Mülk, 12; 79/Nâziât, 19, 26, 45; 80/Abese, 9; 87/A’lâ, 10; 98/Beyyine, 8.
Takvâ-İttika Kelimelerinin Kökü Olan V-k-y Kökü ve Türevleriyle İlgili Kelimeler (Toplam 258 Yerde:) 2/Bakara, 2, 21, 24, 41, 48, 63, 66, 103, 123, 177, 179, 180, 183, 187, 189, 189, 194, 194, 196, 197, 197, 201, 203, 203, 206, 212, 223, 224, 231, 233, 237, 241, 278, 281, 282, 282, 283; 3/Âl-i İmrân, 15, 16, 28, 28, 50, 76, 76, 102, 102, 115, 120, 123, 125, 130, 131, 133, 138, 172, 179, 186, 191, 198, 200; 4/Nisâ, 1, 1, 9, 77, 128, 129, 131; 5/Mâide, 2, 2, 4, 7, 8, 8, 11, 27, 35, 46, 57, 65, 88, 93, 93, 93, 96, 100, 108, 112; 6/En’âm, 32, 51, 69, 69, 72, 153, 155; 7/A’râf, 26, 35, 63, 65, 96, 128, 156, 164, 169, 171, 201; 8/Enfâl, 1, 25, 29, 34, 56, 69; 9/Tevbe, 4, 7, 36, 44, 108, 109, 115, 119, 123; 10/Yûnus, 6, 31, 63; 11/Hûd, 49, 78; 12/Yûsuf, 57, 90, 109; 13/Ra’d, 34, 35, 35, 37; 15/Hıcr, 45, 69; 16/Nahl, 2, 30, 30, 31, 52, 81, 81, 128; 19/Meryem, 13, 18, 63, 72, 85, 97; 20/Tâhâ, 113, 132; 21/Enbiyâ, 48; 22/Hacc, 1, 32, 37; 23/Mü’minûn, 23, 32, 52, 87; 24/Nûr, 34, 52; 25/Furkan, 15, 74; 26/Şuarâ, 11, 90, 106, 108, 110, 124, 126, 131, 32, 142, 144, 150, 161, 163, 177, 179, 184; 27/Neml, 53; 28/Kasas, 83; 29/Ankebût, 16; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 33; 33/Ahzâb, 1, 32, 37, 55, 70; 36/Yâsin, 45; 37/Sâffât, 124; 38/Sâd, 28, 49; 39/Zümer, 10, 16, 20, 24, 28, 33, 57, 61, 73; 40/Mü’min, 7, 9, 9, 21, 45; 41/Fussılet, 18; 43/Zuhruf, 35, 63, 67; 44/Duhân, 51, 56; 45/Câsiye, 19; 47/Muhammed, 15, 17, 36; 48/Fetih, 26; 49/Hucurât, 1, 3, 10, 12, 13; 50/Kaf, 31; 51/Zâriyât, 15; 52/Tûr, 17, 18, 27; 53/Necm, 32; 54/Kamer, 54; 57/Hadîd, 28; 58/Mücâdele, 9, 9; 59/Haşr, 7, 9, 18, 18; 60/Mümtehıne, 11; 64/Teğâbün, 16, 16; 65/Talâk, 1, 2, 4, 5, 10; 66/Tahrîm, 6; 68/Kalem, 34; 69/Haakka, 48; 71/Nûh, 3; 73/Müzzemmil, 17; 74/Müddessir, 56; 76/İnsân, 11; 77/Mürselât, 41; 78/Nebe’, 31; 91/Şems, 8; 92/Leyl, 5, 17; 96/Alak, 12.
Hazer Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 21 Yerde:) 2/Bakara, 19, 235, 243; 3/Âl-i İmrân, 28, 30; 4/Nisâ, 71, 102, 102; 5/Mâide, 41, 49, 92; 9/Tevbe, 64, 64, 122; 17/İsrâ, 57; 24/Nûr, 63; 26/Şuarâ, 56; 28/Kasas, 6; 39/Zümer, 9; 63/Münâfıkun, 4; 64/Teğâbün, 14.
Huşû’ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde:) 2/Bakara, 45; 3/Âl-i İmrân, 199; 17/İsrâ, 109; 20/Tâhâ, 108; 21/Enbiyâ, 90; 23/Mü’minûn, 2; 33/Ahzâb, 35, 35; 41/Fussılet, 39; 42/Şûrâ, 45; 54/Kamer, 7; 57/Hadîd, 16; 59/Haşr, 21; 68/Kalem, 43; 70/Meâric, 44; 79/Nâziât, 9; 88/Ğâşiye, 2.
Hudû’ Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde:) 26/Şuarâ, 4; 33/Ahzâb, 32.
Rehbet (R-h-b) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde:) 2/Bakara, 40; 5/M3aide, 82; 7/A’râf, 116, 154; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 31, 34; 16/Nahl, 51; 21/Enbiyâ, 90; 28/Kasas, 32; 57/Hadîd, 27; 59/Haşr, 13.
Vecel (V-c-l) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde:) 8/Enfâl, 2; 15/Hıcr, 52, 53; 22/Hacc, 35; 23/Mü’minûn, 60.
İşfak ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde:) 18/Kehf, 49; 21/Enbiyâ, 28, 49; 23/Mü’minûn, 57; 33/Ahzâb, 72; 42/Şûrâ, 18, 22; 52/Tûr, 26; 58/Mücâdele, 13; 70/Meâric, 27; 84/İnşikak, 16.
Feza’ Kelimesi ve Çekimlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde:) 21/Enbiyâ, 103; 27/Neml, 87, 89; 34/Sebe’, 23, 51; 38/Sâd, 22.
Ru’b Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 151; 8/Enfâl, 12; 18/Kehf, 18; 33/Ahzâb, 26; 59/Haşr, 2.
İnzâr Kelimesinin Kökü N-z-r ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 130 Yerde:) 2/Bakara, 6, 6, 119, 213; 4/Nisâ, 165; 5/Mâide, 19, 19; 6/En’âm, 19, 48, 51, 92, 130; 7/A’râf, 2, 63, 69,
KORKU
- 337 -
184, 188; 9/Tevbe, 122; 10/Yûnus, 2, 73, 101; 11/Hûd, 2, 12, 25; 13/Ra’d, 7; 14/İbrâhim, 44, 52; 15/Hıcr, 89; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 105; 18/Kehf, 2, 4, 56, 56; 19/Meryem, 39, 97; 21/Enbiyâ, 45, 45; 22/Hacc, 49; 25/Furkan, 1, 7, 51, 56; 26/Şuarâ, 115, 173, 194, 208, 214; 27/Neml, 58, 92; 28/Kasas, 46, 46; 29/Ankebût, 50; 32/Secde, 3, 3; 33/Ahzâb, 45; 34/Sebe’, 28, 34, 44, 46; 35/Fâtır, 18, 23, 24, 24, 37, 42, 42; 36/Yâsin, 6, 6, 10, 10, 11, 70; 37/Sâffât, 72, 73, 177; 38/Sâd, 4, 65, 70; 39/Zümer, 71; 40/Mü’min, 15, 18; 41/Fussılet, 4, 13; 42/Şûrâ, 7, 7; 43/Zuhruf, 23; 44/Duhân, 3; 46/Ahkaf, 3, 9, 12, 21, 21, 29; 48/Fetih, 8; 50/Kaf, 2; 51/Zâriyât, 50, 51; 53/Necm, 56, 56; 54/Kamer, 5, 16, 18, 21, 23, 30, 33, 36, 37, 36, 39, 41; 67/Mülk, 8, 9, 17, 26; 71/Nûh, 1, 2; 74/Müddessir, 2, 36; 77/Mürselât, 6; 78/Nebe’, 40; 79/Nâziât, 45; 92/Leyl, 14.
Allah Korkusu Konusunda Âyetler
Allah’tan Korkmak: 2/Bakara, 74, 150, 194, 196, 203, 212, 223, 231, 233, 278; 3/Âl- İmrân, 28, 30, 102, 200; 4/Nisâ, 1, 131; 5/Mâide, 8, 11, 35, 88, 93; 6/En’âm, 72; 8/Enfâl, 1-2, 29; 9/Tevbe, 119; 13/Ra’d, 21; 16/Nahl, 51-52; 22/Hac, 34-35; 30/Rûum, 31; 31/Lokman, 33; 33/Ahzâb, 1-2, 70; 39/Zümer, 10, 16; 49/Hucurât, 10, 12; 57/Hadîd, 28; 59/Haşr,7, 18; 64/Teğâbün, 16; 65/Talak, 4-5; 67/Mülk, 12; 74/Müddessir, 56.
Allah, Kendisinden Korkanlara Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
Allah’tan Korkanların Mükâfatı: 39/Zümer, 20; 98/Beyyine, 7-8
Takvâ Konusunda Âyetler
Takvâ Sahipleri: 2/Bakara, 2-5, 45-46; 3/Âl-i İmrân, 16-17, 134-136; 21/Enbiyâ, 48-49; 24/Nûr, 52; 39/Zümer, 33; 51/Zâriyât, 17-19.
Takvâ Sahipleri, Şeytanın Aldatmasını İdrâk Eder: 7/A’râf, 201; 15/Hıcr, 39-40; 17/İsrâ, 65.
Takvâ Sahiplerinin Mükâcfatı: 3/Âl-i İmrân, 14-15, 136; 15/Hıcr, 45-48; 16/Nahl, 30-31; 19/Meryem, 63; 38/Sâd, 49-53; 39/Zümer, 34-35,73; 51/Zâriyât, 15-16; 52/Tûr, 17-20; 54/Kamer, 54-55; 55/Rahmân, 46, 48, 50, 52, 54, 56, 58, 60, 62, 64, 66, 68, 70, 72, 74, 76, 78. 68/Kalem, 34-35; 77/Mürselâl, 41-44; 78/Nebe’, 31-36; 79/Nâziât, 40-41; 92/Leyl, 17-21.
O- Allah’ın Dışında Başkalarından Korkmak
Kâfirlerden ve Müşriklerden Korkulmaz: 5/Mâide, 3; 8/Enfâl, 30; 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hac, 38; 37/Saffât, 171-175.
P- Ümit
Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53.
Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesenler Kâfirlerdir: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56.
Korku İle Ümit Arasında Bulunmak: 32/Secde, 16; 39/Zümer, 9; 57/Hadîd, 22-23; 70/Meârci, 27-28.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 279; 311-313
2. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 311-312; 363
3. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 2, s. 439-441; c. 3, s. 57
4. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 126-127
5. Hulâsatü’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 106; 143-144
6. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 16, s. 528-531; c.18, s. 422-423
7. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 518-521; c. 8, s. 468-471; 530-535
8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 119-120; 233; c. 2, s. 364-365; c. 3, s. 29-30; 390-392
9. İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 4, s. 286-350
10. Tenbihu'l Gâfilin ve Bostanu'l Ârifin, Ebûlleys Semerkandi, Bedir Y. s. 407-414
11. Hayâtü's- Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevî, İslâmî Neşriyat Y. c. 2, s. 211-215; c. 3, s. 244-249
12. Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 212-216
13. Kur’ânî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 109-112
14. Kur’an’da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko Uzutsu, Pınar Y. s. 259-267
15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 460-465
16. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 664-666
17. Kur'ân- Kerim'de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 142-144
18. Kur'an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y. s. 321-325
19. Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y. s. 262-263
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
20. İlâhî Kanunların Hikmeti, Sünnetullah, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 274-276
21. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 237-244
22. Yokluğunda Düşülmüş Notlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 95-97; 204-206; 243-245
23. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 126-129
24. Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 1, s. 32-40
25. Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 211-232
26. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 86-96
27. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 29-30
28. Kur'an'da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 29-31
29. Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 45-48; 78-80; 144-146
30. Kur'an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 57-64; 93-96
31. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 139; 179-180
32. Kur’an’da Denge, Faruk Gürbüz, Denge Y. s. 182-191
33. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 250-251
34. Kütüb-i Sitte Muht. Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 6, s. 348-357
35. İslâm Terbiye Metodu ve Ahlâk Sistemi, Muhammed Kutub, Hisar Y. s. 178-198
36. İslâm’a Göre İnsan Psikolojisi, Muhammed Kutub, Hicret Y. s. 97-106
37. İnsan ve Davranışı, Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi, Y. s. 276-278; 440-444
38. Çocuk Ruh Sağlığı, Atalay Yörükoğlu, Özgür Y. s. 289-304
39. İnsanı Anlamak, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y. s. 247-251
40. İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 103-113
41. Kur’an Açısından Korku ve Büyü, Ahmet Baydar, Beyan Y. s. 7-62
42. Korku ve Ümid, Mehmed Zâhid Kotku, Seha Neşriyat
43. Korku ve Ümit ve Aşk, Sadık Yalsızuçanlar, Akçağ Y.
44. Korkular, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
45. Korkunun Sanatları, Giovanni Scognamillo, İnkılâp Kitabevi Y.
46. Korkmaktan Korkmayın, Douglas Hunt, Yılmaz Y.
47. Korku, Pierre Mannoni, İleşitim Y.
48. Korku Cumhuriyeti, Ahmet Kahraman, Tüm Zamanlar Y.
49. Korkusuz Yaşama Sanatı, Josef Kirschner, Arıtan Y.
50. Korku ile Nefret Arasında, David Grossman, Cep Kitapları Y.
51. Korku ve Kaygı, Hoimar Von Ditfurth, Metis Y.
52. Korku ve Titreme –Diyalektik Lirik- Soren Kıerkegoard, Ara Y.
53. Kur’an’a Göre Takvâ, Lutfullah Cebeci, Seha Neşriyat
54. Din Psikolojisi, Hayati Hökelekli, t. Diyanet Vakfı Y.
55. Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.V. Y.
56. İnsan ve Psikoloji, Hayrani Altıntaş, Kültür Bakanlığı Y.
57. Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
58. Psikanaliz Sözlüğü, Charles Rysroft (Terc. M. Sağman Kayatekin), Ara Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:14

KOLAYLIK / YÜSR

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KOLAYLIK / YÜSR


- 263 -
Kavram no: 117
Nimet 16
Bk. Hikmet; İnsan/Nâs
KOLAYLIK / YÜSR
• Yüsrr/Kolaylık; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de Kolaylık-Zorluk Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Kolaylık-Zorluk Kavramı
• İslâm; Basitlik Değildir Ama Kolaylıktır!
• Müslümanca Yaşayış Güzel ve Kolay; Gayri İslâmî Hayat Çirkin ve Zor Bir Yaşamdır
• Her Zorluğun İçine Dürülen Kolaylık
• Geleneksel Din Anlayışı ve Yozlaşmasının Sonucu: Dinin Zorlaştırılması
• Kolaylığın Sınırı; İlâhî Ölçü ve Hevâ
• İslâm’ı Yaşamayanlara Cezâ: Hayatın Zorlaşması
“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve hidâyeti/doğruyu eğriden ayırmanın (furkanın) açık delilleri olarak kendisinde Kur’an indirilen aydır. Sizden her kim hilâli (Ramazan ayının ilk hilâlini) görürse oruç tutsun (oruca başlasın). Kim o anda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk istemez. O, sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiği için Allah’ı ta’zim etmenizi ister. Umulur ki, şükredersiniz. " 1285
Yüsr/Kolaylık; Anlam ve Mâhiyeti
“Yüsr” zorluğun karşıtıdır; Kolaylaştırma, kolay, hafif, hafifletme, zorluğu giderme gibi anlamlara gelir. Kur’an, bu mânâları ifâde etmek üzere ‘yüsr, yüsrâ, yesîr, meysûr ve tahfîf gibi kelimeleri kullanmaktadir. Yüsr'ün karşıtı usr’dür (zorluk).
“Yüsr”, işin kolay olması demektir. “Yesîr”, az olan, kolay olan şey, hakir (değersiz) anlamlarına gelir. “Yüsrâ”, kolay, kolaylık, sol taraf, sol el; “meysûr”, kolaylık, kolay kılınmış şey; “tahfîf”, hafifletme, yükün ağırlığını giderme gibi mânâlara gelmektedirler.
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir .
Dünyada insan nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak uğruna yanlış yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis çoğu zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha
1285] 2/Bakara, 185
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da azgınlaşması, Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında Din’in teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez.1286 Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler. 1287
Dinde Kolaylık Esastır: Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” 1288
İslâm’ın amacı insanları ağır yüklerle zorluğa bırakmak değil, aksine her türlü kolaylığı göstererek, onların iyi birer insan olup İlâhî mükâfatları hak etmelerini sağlamaktır. “Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” 1289 İslâm, fıtrat (yaradılış) dinidir, yani insanın yaratılışına uygun, tabiî bir yaşama biçimidir. İnsanı yaratan Rabbimiz, onun fıtratına uygun tekliflerini İslâm adıyla ona göndermiştir. Bunu Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıklıyor: “Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” 1290
İslâm’ın prensibi her işte kolaylıktır; zorluk çıkarmak, insanları yokuşa sürmek, zor tekliflerle onlara güçlük vermek, yapamayacaklarını emredip de onları bunaltmak değildir. Allah (c.c.) -hâşâ- kullarına işkence etmez, onlardan intikam almaya kalkmaz. İslâm’ın bu kolaylık prensibini birçok konuda görmemiz mümkündür. Allah (c.c.), Kur’an’ı, okunup anlaşılsın, öğüt alınsın diye kolaylaştırmıştır.1291 Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dilinde de kolaylaştırılmıştır ki, takvâ sahiplerini müjdelesin, inatçı toplulukları da uyarsın. 1292
Mü’minler gerek namazda gerekse günlük hayatlarında Kur’an’dan kolaylarına gelen kısmı okurlar, bu konuda bir sınırlama yoktur.1293 Peygamberimize hitâben söylenmiş şu gerçek, Kur’an’ın asıl amacını ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir: “Tâ Hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik. ‘İçi titreyerek korku duyanlara’ ancak öğüt ve hatırlatma olsun (diye indirdik).”1294 Allah (c.c.),
1286] 2/Bakara, 286
1287] 42/Şûrâ, 13
1288] 2/Bakara, 185
1289] 4/Nisâ, 28
1290] Buhârî, İman 29
1291] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
1292] 19/Meryem, 97; ayrıca Bk. 44/Duhân, 58
1293] 73/Müzzemmil, 20
1294] 20/Tâhâ, 1-3
KOLAYLIK / YÜSR
- 265 -
Peygamber tebliğini güzel yapsın diye O’nun işini kolaylaştırır, önündeki engelleri aşması için O’na yardım eder.1295 Kur’an, ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık sağlanmasını tavsiye ederken,1296 Kıyâmet günü ameli iyi olanların hesabının çok kolay, ameli kötü olanların ise hesabının çok zor olacağını haber vermektedir.1297 Allah (c.c.) takvâ sahiplerine işlerinde kolaylık göstereceğini müjdeliyor. 1298 Demek ki, Din’in ve ona ait tekliflerin insana kolay gösterilmesinin sebebi takvâdır ve Allah (c.c.) bu İlâhî bağışı da muttakîlere vermektedir.
Bir başka deyişle takvâ sahibi mü’minler, Allah’a ihlâslı bir şekilde ibâdet ettikleri, Allah’a hakkıyla teslim oldukları için, Din’in tekliflerini kolaylıkla yerine getirirler, onlarda bir zorluk görmezler. Diğer taraftan İslâm karşısında inatçılık edip, Allah’a boyun eğmeyen kibirliler, İslâm’ın emir ve yasakları karşısında sıkıntı duyarlar, bocalarlar; deyim yerinde ise soğuk ter dökerler, zorluğundan bahsederler, kendi statülerine ve zamana uymadığından dem vururlar ve onun hükümlerini tartışmaya açmaya yeltenirler. İnsan, Allah’tan hakkıya korkup sakınabilse, şüphesiz Din’in emirleri ona çok kolay ve çok sevimli gelir. Çünkü onları yerine getirdiği zaman ölçülemeyecek kadar çok karşılığa kavuşacaktır.
Burada, kendilerine hidâyet verilen ile sapıtanların psikolojisini hatırlamak faydalı olacaktır: “Allah, kime hidâyet vermek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, -sanki göğe yükseliyormuş gibi- dar ve sıkıntılı kılar…” 1299 Mallarını Allah yolunda harcamayan cimrilerle, güzelliğe sırtını dönen kimselere, zorluklar, sıkıntılar, darlıklar ve azap kolaylaştırılır. Çünkü bu kimseler bunu hak etmişlerdir.1300 Allah (c.c.) her zorluktan sonra bir kolaylık olduğunu haber veriyor.1301 Zorluktan sonra kolaylığın olması, gerekli tedbirleri almakla, duâ ve ibâdetle Allah’a rağbet etmek, O’na yaklaşmakla mümkündür.
Şurası kesindir ki, İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler; kendi hevâlarına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putları elleriyle icat edenler, ya da kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. Allah (c.c.) ve O’nun son peygamberi, insanlara, altlarından kalkamayacağı hiçbir şeyi teklif etmemiştir. Din’in bütün emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan şeyleri kazandırmak, zararlı olan şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.
Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde nass’la (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Dinin kesin hükümlerini sağa sola çekmek, onları yerli yersiz tartışmalara konu etmek insanı İslâm’ın sınırlarının dışına çıkarabilir. Ancak, hakkında hüküm olmayan, yani mubah alan dediğimiz konularda en kolayı ve Dine uygun olanı tercih etmek Peygamberimizin tavrıdır. Müslümanlar
1295] 92/Leyl, 7-10
1296] 2/Bakara, 280
1297] 84/İnşikak, 7-13
1298] 65/Talak, 4
1299] 6/En’âm, 125
1300] 92/Leyl, 8-10
1301] İnşirâh, 5-6; 65/Talak, 7
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da aynı şekilde hareket ederler. Hz. Âişe şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki tercih karşısında kaldığı zaman, mutlaka kolay olanı seçmiştir.” 1302
Nitekim bazı ibâdetlerde yerine göre kolaylıklar gösterilmiştir. Bunun sebebi ibâdetlerin her şart ve ortamda yerine getirilmesi, müslümanın kolaylıkla kulluğunu yapabilmesidir. Oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin oruçlarını Ramazan’dan sonra kazâ etmeleri, ayakta namaz kılamayanların namazlarını oturarak kılmaları, su olmadığı veya suyu kullanma imkânı kalmadığı zaman teyemmüm edilmesi, yolculukta namazın kısatılması; bilinen kolaylıklardandır.
İslâm’da ruhbanlık olmadığı gibi, gevşeklik de yoktur. ‘Ne yaparsam yapayım, Allah beni affeder’ mantığı sakat bir mantıktır. Allah (c.c.) dilerse bütün günahları affeder, doğrudur. Ancak hiç kimse tevbe edebilme ve tevbesinin kabul edilme garantisi veremez. Kul için Allah (c.c.) rızâsından daha büyük kazanç var mıdır? Bize her türlü nimeti karşılıksız veren Rabbimiz, şükredilmeye lâyık değil midir? Allah’ın katındaki yüce makamları hak etmek zararlı mıdır? Allah’ın azâbına lâyık olmaktan daha korkunç bir kayıp var mıdır?
Dinimiz her şeyde olduğu gibi ibâdette de dengeyi emrediyor. Ne gevşeklik ne de ruhbanlar gibi dünyadan el etek çekme anlayışı; her iki tutum da İslâmî değildir. Her konuda en büyük örnek Peygamberimizdir. Allah’a en güzel kulluğu O yapmıştı. O’nun ibâdet hayatı da ölçülüydü, aşırı ve insan gücünün üzerinde değildi. Ne kadar gayret ederse etsin, hiç kimse Peygamberden daha takvâ sahibi olamaz. O, ibâdetini insan olmanın sınırları içerisinde yapardı, emredilenlerin dışında nâfile ibâdet de ederdi. Ümmetine de az da olsa, devamlı ibâdet etmeyi tavsiye ederdi. Öyleyse, İslâm’ı her açıdan zorlaştırarak, yaşanamaz, uygulanamaz bir hale getirmek, hayatın acı ve zor gerçekleriyle karşı karşıya bırakmak doğru değildir. Anlatılan ve gösterilen İslâm, ‘yok, biz bunu yaşayamayız, çok zor, tahammül edilmez bir şey’ dedirtiyorsa, anlatanların ve İslâm’ı öyle sunanların vebâli vardır. Dinde olmadığı halde, dinin emri gibi lanse edilen bir sürü formalite ve zorlama şeyler, gerçekten insanları şüpheye düşürebilir, Âllah’a ibâdetten uzaklaştırabilir.
Evet, Din kolaydır; her devirde, her ülkede ve her iklimde yaşanabilir. Çünkü fıtrat dinidir. Kimileri İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve müslümanları kendi sahte tanrılarına tâbi kılmak için, İslâm’ın çok zor olduğu propagandasını yapsalar da, bu böyledir. Ancak, Allah’ın Dini Kur’an’da ve Peygamberin Sünnetinde tebliğ edildiği gibidir. Hiçbir kişinin, rejimin ve ülkenin kalıbına göre şekil almaz. İnsanların uydurduğu ideolojilere göre şekillenmez. İnsanlar, gönülden, ihlâsla Hak Din’e bağlandıkları ve samimi bir şekilde yaşadıkları zaman, ne kadar kolay olduğunu bizzat görürler. Dünya hayatında bile güzellikleri, mutlulukları ve Cenneti tadarlar. Buyursun; insanlar bunu bir denesinler, kesinlikle kayıpları olmayacaktır. 1303
Kur'ân-ı Kerim'de Kolaylık-Zorluk Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de "yüsr/kolaylık" kelimesi, türevleriyle birlikte 41 yerde; "usr/zorluk" kelimesi ise türevleriyle birlikte 12 yerde kullanılır. Zorlama anlamındaki
1302] Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
1303] İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s.762-765
KOLAYLIK / YÜSR
- 267 -
"ikrâh" kelimesi ise 7 yerde geçer.
Allah’ın temel vasfı merhamettir. O Rahmân ve Rahîmdir. İnsanlara, kaldıramayacağı yükü, zorlukları yüklemez; ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.1304 “Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah, daima bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratır.”1305 Allah, insanlara zorluk dilemez, kolaylık ister.1306 İnsan zayıf olarak yaratıldığı, zorlukların altına girmek istemediğinden, Allah ağır yükleri hafifletmek ister. 1307
İslâm'da insanın tabiatına aykırı düşen, fıtratını zorlayan hiçbir güçlük yoktur. Allah, bağlılarına 'müslümanlar' ismini verdiği bu din husûsunda insanların üzerine hiçbir zorluk yüklememiştir.1308 İbâdet ve yükümlülüklerde bir azîmet, yani normal şartlardaki genel hüküm yanında, bir de ruhsat, yani mâzeret sebebiyle kolaylık vardır. Ayrıca, günahlar için tevbe, keffâret vb. kurtuluş ve arınma yolları açık tutulmuştur. Dolayısıyla bu din, Allah tarafından kolaylaştırılmıştır.
Allah, insana daha hayata adım atarken yolunu kolaylaştırmış, anasının karnından kolayca çıkmasını sağlamıştır.1309 Dünyada rahat etmemiz, kolayca yaşayabilmemiz için sayısız nimetler ve imkânlar vermiştir. Fıtrata uygun yaşamak, aslında hayatı kolaylaştırmak demektir. Dünya hayatını, insanlar, câhiliyye düzenleri ve câhiller zorlaştırmıştır. Bu konuda çözüm takvâya sarılmaktır. Takvâ, hem âhiret ve hem de dünya işlerimizin kolaylaşması için anahtar görevi yapar. Din ve dünya işlerimizin Allah tarafından kolaylaştırılmasını istiyorsak takvâ sahibi olmalı, Allah’tan hakkıyla korkmalıyız. 1310
Zorluk fıtrata ters olduğu gibi insanı zorla dine sokmaya çalışmak, zorlayarak İslâm’a girmesini mecbur etmek de yanlış ve yasaktır. Din hidâyet işidir, iman ve tercih işidir, hür irâdeyi kullanmaktır. Bir insanı zorla müslüman etmek, dinde zorlamak, farkında olmadan da olsa, çoğunlukla muhâtabı münâfık yapmakla sonuçlanır. Dinde zorlama yoktur.1311 İman etmeleri için insanları zorlamak yanlıştır, yasaktır; çünkü Rabbimiz dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi. 1312
Yalnız, “dinde zorlama yoktur” hükmü, dine girme konusundadır; yoksa, bazılarının zannettiği gibi, müslüman kimsenin dinini yaşama konusuyla ilgili değildir. Bir insan, kendi hür irâdesiyle İslâm’a girip müslüman olduktan sonra, Allah ve Rasûlünün verdiği hükümde, başka bir alternatifi seçme hakkına sahip değildir.1313 Müslüman Allah’a teslim olan kimse demektir; bir müslüman, Allah’a isyan eder, O’nun emirlerini mâzeretsiz olarak yerine getirmezse, âhirette cezâyı hak ettiği gibi, dünyada da İslâmî otorite tarafından cezalandırılır; bu, dinde zorlama anlamına gelmez, irâdesiyle dini seçeni disipline etmek, ona seçtiği
1304] 2/Bakara, 286
1305] 5/Talâk, 6-7
1306] 2/Bakara, 185
1307] 4/Nisâ, 28
1308] 22/Hacc, 78
1309] 80/Abese, 17-20
1310] 65/Talâk, 4
1311] 2/Bakara, 256
1312] 10/Yûnus, 99
1313] 33/Ahzâb, 36
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayat biçiminde doğru yolu yaşama ve yolu hayırla sona erdirmede başarıyı kolaylaştırmaktır.
Zorla din değiştirmek, her şart altında geçersiz ve temelsizdir. İnanmayan bir kişiyi İslâm’ı kabule zorlamak, sevap olması bir tarafa, günaha girmektir. Kişiyi zorla dine sokmaya çalışmak yanlış olduğu gibi, bir müslümanı zorla dinden çıkarma girişimi daha büyük yanlıştır ve bu konu, müslümana Allah tarafından kolaylık verilen bir durumdur. Kalbi iman ile dolu olduğu halde, dinden dönmeye ikrâh olunan/zorlanan kimsenin, zorlandığı sözü söylemesi, Allah’ın verdiği bir ruhsattır. 1314
Kur’an; öğrenilmesi, okunması, ezberlenmesi ve hayata geçirilmesi kolay olan, Allah tarafından kolaylaştırılmış olan bir kitaptır. Düşünmek, öğüt ve ibret almak, bireysel ve sosyal hayatta tatbik edilmek için indirilmiş ve Allah tarafından kolaylaştırılmıştır.1315 Yine, Kur’an, muttakîleri (Allah’tan korkup sakınanları) müjdelemek ve inat edenleri uyarmak için Rasûlullah’ın diliyle Arapça olarak indirilmiş ve kolaylaştırılmıştır.1316 Arapça indirilmesinin bir sebebi, insanlar öğüt alsın diye kolayca anlaşılmasını sağlamak içindir.1317 Kur’an, Rasûlullah’a (ve insanlara) güçlük ve meşakkat vermek için indirilmemiştir.1318 Özellikle namazlarda Kur’an’dan kolayımıza gelen âyet ve sûreleri okumalıyız. 1319
Kolaylık ve zorluk Allah’ın elindedir. Bir işi insana kolay ve zor kılan O’dur. Zorluk insanlar için sözkonusudur. Allah için hiçbir iş zor değildir, O’na zor gelen hiçbir şey yoktur. Allah, yerde ve gökte ne varsa hepsini ve her şeyi bilir. Eşya ve olayların bilgisine sahip olmak, Allah için çok kolaydır. 1320 Allah, mahlûkunu ilk baştan yarattığı gibi, ölümden sonra bunu tekrarlamakta, ölüden diri çıkartmakta, yeniden hayat vermektedir ve insanları tekrar diriltecektir; şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.1321 “O gün yer yarılır, onlar çabucak çıkarlar. Bu, Bize göre kolay olan bir haşirdir.” 1322
İnsanlar için esas zorluk, âhiret zorluğudur. Dünyadaki zorluklar, âhirete göre hem çok az ve hafif ve hem de geçicidir. Kıyâmetle başlayan öteki hayat, kâfirler için pek çetin ve zor gündür.1323 O sûra üfürüldüğü gün ve sonrası zorlu gündür; kâfirler için (hiç de) kolay değildir.1324 Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecektir, ama dünyada kötü ameller yapıp da kitabını solundan veya arkasından alanlar için iş, hiç de kolay olmayacaktır. 1325
Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen en basit ve çok kolay görülen bir şey bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir,
1314] 16/Nahl, 106
1315] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
1316] 19/Meryem, 97
1317] 44/Duhân, 58
1318] 20/Tâhâ, 1-3
1319] 73/Müzzemmil, 20
1320] 22/Hacc, 70
1321] 29/Ankebût, 19
1322] 50/Kaf, 44
1323] 25/Furkan, 26
1324] 74/Müddessir, 8-10
1325] 84/İnşikak, 6-13
KOLAYLIK / YÜSR
- 269 -
bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisi için kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rastgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir.1326 İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.1327 Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir.1328 Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir. 1329
Dünya, âhiretten farklıdır, dünyada hiç zorluk olmayacak olsaydı, cennetin kıymeti azalır, dünyanın imtihan olduğu hikmeti ortadan kalkardı. Dünya, dünyevî zafer, insanlar arasında evrilip çevrildiği gibi, bir insan için de kolaylık ve zorluk da gelip geçicidir. Zahmetsiz rahmet olmaz. Ama her rahmet, bedeli olan o zahmeti de güzelleştirir, zorlukları kolaylaştırır. Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Sonra tekrar zorluklar çıkacaktır. Ama bu zorluktan sonra da yine bir kolaylık vardır.1330 Allah, her zorluktan hemen sonra bir kolaylık getirecektir.1331 Hz. Mûsâ gibi Rabbimizden işimizi kolaylaştırması için duâ etmeliyiz: “Rabbim, işimi bana kolaylaştır.”1332 Çünkü Sen, bir şeyi kolaylaştırmazsan, o iş aslında kolay da olsa bize zor gelir. Sen merhametlilerin en merhametlisisin. “Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.” 1333
“…Allah size kolaylık (yüsr) diler, sizin için zorluk (usr) istemez.” 1334
“Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, hiçbir zaman kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 1335
“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer gerçekleri çok iyi anlayan kimseler iseniz, (ödeyemeyecek derecede güçsüz olan borçlunun borcunu) sadaka (veya zekât) saymak sizin için daha hayırlı bir iş olur.” 1336
“Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, ya kendi lehine yahut aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (bağışla). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim
1326] 65/Talâk, 4
1327] 87/A'lâ, 6-9
1328] 92/Leyl, 5-7
1329] 92/Leyl, 8-10
1330] 94/İnşirâh, 5-6
1331] 65/Talâk, 7
1332] 20/Tâhâ, 25-28
1333] 2/Bakara, 286
1334] 2/Bakara, 185
1335] 2/Bakara, 256
1336] 2/Bakara, 280
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mevlâmızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” 1337
“Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır.” 1338
“Küfür/inkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Onları (başka) bir yola iletecek de değildir. Ancak orada ebedî kalmak üzere cehennem yoluna (onları iletecektir.). Bu da Allah’a çok kolaydır.” 1339
"...Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size ihsân ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz." 1340
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Rasûle/elçiye, o ümmî Nebîye/Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz (ve güzel) şeyleri helâl, pis (ve zararlı) şeyleri haram kılar. Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar (yani, hata ile adam öldürmekte kısas icrâsını ve günah işleyen âzâların, pislik değen elbisenin kesilmesi gibi ağır teklifleri kaldırır). O Peygamber’e iman edip ona saygı gösteren, yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nûr’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” 1341
“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, (onlar) iki yüz kâfire gâlip gelirler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfir olanlardan bin kişiye gâlip gelirler. Çünkü onlar, kavraması olmayan bir topluluktur. Şimdi sizde (savaşa karşı) bir zaaf olduğunu bildiği için Allah sizden (yükü) hafifletti. O halde sizden sabırlı yüz (kişi) bulunursa, (onlardan) iki yüzüne gâlip gelir. Ve eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) iki bin (kişiye) gâlip gelirler. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 1342
“Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamber’i ve güçlük zamanında ona uyan muhâcirlerle ensârı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.” 1343
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman etmez. O, murdarlık (azâbını), akıllarını kullanmayanlara verir.” 1344
“Dünya hayatında onlara sadece bir azap vardır. Âhiret azâbı ise daha meşakkatlidir/şiddetli ve zordur. Onları Allah’tan (O’nun azâbından) koruyacak kimse de yoktur.” 1345
“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) ikrâh olunan/zorlanan hâriç, kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse (ona Allah’ın gazabı vardır). Ama kim, kâfirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve onlara büyük bir azap vardır.” 1346
“Mûsâ: ‘Unuttuğum şeyden dolayı beni muâheze etme; işimde bana güçlük çıkarma’ dedi.” 1347
1337] 2/Bakara, 286
1338] 4/Nisâ, 28
1339] 4/Nisâ, 168-169
1340] 5/Mâide, 6
1341] 7/A’râf, 157
1342] 8/Enfâl, 65-66
1343] 9/Tevbe, 117
1344] 10/Yûnus, 99-100
1345] 13/Ra'd, 34
1346] 16/Nahl, 106
1347] 18/Kehf, 73
KOLAYLIK / YÜSR
- 271 -
“İman edip de sâlih amel işleyen kimseye gelince, onun için en güzel bir karşılık vardır. Emrimizden ona kolay olanını söyleyeceğiz.” 1348
“(Rasûlüm!) Biz Kur’an’ı, sadece, onunla muttakîleri/Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve inat edenleri uyarasın diye senin dilinle (indirip okutarak) kolaylaştırdık.” 1349
“Tâ Hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik. Huşû duyan/içi titreyerek Allah’tan korkanlara, ancak öğüt ve hatırlatma olsun diye indirdik.” 1350
“Dedi: ‘Rabbim, ruhuma genişlik ver, aç göğsümü; Kolaylaştır bana işimi; Çöz bağını dilimin; ki anlasınlar sözümü.” 1351
“Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir? Bu, bir kitapta mevcuttur. Bu (eşya ve olayların bilgisine sahip olmak), Allah için çok kolaydır.” 1352
"Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrâhim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size 'müslümanlar' adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!" 1353
“İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o asîr/zor (pek çetin) bir gündür.” 1354
“Allah’ın, mahlûkunu ilk baştan nasıl yarattığını, (ölümden) sonra bunu tekrarladığını görmediler mi? Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” 1355
“Biz onu (Kur’an’ı) senin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık. Umulur ki öğüt alırlar.” 1356
“O gün yer yarılır, onlar çabucak çıkarlar. Bu, Bize göre kolay olan bir haşirdir. Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir cebbâr/zorlayıcı değilsin, sadece tehdîdimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.” 1357
“Andolsun Biz Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mudur?” 1358
"Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık/farz kılmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır." 1359
1348] 18/Kehf, 88
1349] 19/Meryem, 97
1350] 20/Tâhâ, 1-3
1351] 20/Tâhâ, 25-28
1352] 22/Hacc, 70
1353] 22/Hacc, 78
1354] 25/Furkan, 26
1355] 29/Ankebût, 19
1356] 44/Duhân, 58
1357] 50/Kaf, 44-45
1358] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
1359] 57/Hadîd, 27
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“...Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” 1360
“İmkânı geniş olan, infakı imkânlarına göre versin. Rızkı daralmış bulunan da infakı, Allah’ın kendisine verdiğinden ayırsın. Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah, daima bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratır.” 1361
“...Artık, Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun...” 1362
“O sûra üfürüldüğü zaman var ya, İşte o gün zorlu bir gündür; Kâfirler için (hiç de) kolay değildir.” 1363
“Kahrolası insan! Ne de nankör! Allah onu neden yarattı? Bir nutfeden yarattı da ona biçim verip hayatını programladı. Sonra yolunu kolaylaştırdı (Ana karnından kolayca çıkmasını sağladı).” 1364
“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine doğru çaba göstermektesin ve O’na varacaksın. Kimin kitabı sağından verilirse, Kolay bir hesapla hesaba çekilecek. Ve sevinçli olarak âilesine dönecektir.” 1365
“Sana Kur’an’ı okutacağız, Allah’ın dilemesi hâriç, sen onu hiç unutmayacaksın. Çünkü Allah, açığı ve gizleneni bilir. Seni en kolaya yöneltip onda başarılı kılacağız. Şimdi sen öğüt ver; şâyet fayda verirse (mesele yok).” 1366
“Kim verir ve ittika eder, Allah’tan sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse Biz de onu en kolaya hazırlar, onda başırılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz. Öylesi çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.” 1367
“Biz senin göğsünü (kalbini) açmadık mı? Ağırlığından dolayı belini büken yükünü senden alıp atmadık mı? Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi? Şunu iyi bil ki; Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır. (Evet) zorlukla beraber bir kolaylık vardır. İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış ve (ibâdet ve duâ ile) yorul, Rabbine rağbet et (O’na yönel; boş durma!)” 1368
Hadis-i Şeriflerde Kolaylık-Zorluk Kavramı
“Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” 1369
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” 1370
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” 1371
1360] 65/Talâk, 4
1361] 5/Talâk, 6-7
1362] 73/Müzzemmil, 20
1363] 74/Müddessir, 8-10
1364] 80/Abese, 17-20
1365] 84/İnşikak, 6-9
1366] 87/A'lâ, 6-9
1367] 92/Leyl, 5-11
1368] 94/İnşirâh, 1-8
1369] Buhârî, İman 29
1370] Ahmed bin Hanbel, III/479
1371] Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Eşribe 70-71
KOLAYLIK / YÜSR
- 273 -
"Din kolaylıktır." 1372
"Amellerinizde îtidâli ve doğruyu bulmaya çalışın." 1373
“Allah, koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da sever.” 1374
“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” 1375
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 1376
“Kul, Rabbinin affını nasıl seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle sever.” 1377
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” 1378
"Amelin az da olsa devamlı olanı, Allah yanında daha makbuldür." 1379
İslâm; Basitlik Değildir Ama Kolaylıktır!
Kendisini, fıtratın ve hayatın dini olarak tanıtan bir sistemin insan için en kolay ve âhenkli olanı sunduğu kuşkusuzdur. Çünkü fıtrat/yaradılış nizamı olmanın ilk şartı, yaradılış ve insanla çatışmamaktır. Çatışmamanın ilk gereği de, hitâb edilen varlığı zora sürmemek olduğu kesindir. İslâm düşüncesinin temel kabullerinden biri de şudur: İnsanı yokuşa süren, hayat ve insan gerçeğiyle çatışıp çelişen ne varsa yaradılışa ve insana terstir. Böyle terslik ve aykırılıklar hayat tarafından itilir ve insan hayatında uzun süre tutunamazlar. Fakat burada bir noktayı akıldan çıkarmamak lâzımdır: Fıtrat dinindeki kolaylık ve hoşgörü prensibi, herkesin kendisine kolay geleni yapması anlamını taşımaz. Bunun anlamı; fıtrat dininin, insanlar için en kolay ve uygulanabilir olanı getirdiği merkezindedir.
Allah ve O’nun seçtiği ve mü’minler için örnek gösterdiği, tebliğ görevlisi Hz. Peygamber, altından kalkamayacağı hiçbir yükü insana yüklememiştir. İslâmiyet, insanı yokuşa süren, zorlayan, hayatı işkenceye çeviren emir ve disiplinler içermez ve böylesi emir ve disiplinleri kendi bünyesinin dışında sayar. Nefsi öldürmek, bedene işkence çektirmek, hayat ve insanlardan kaçıp dağlarda münzevî olarak yaşamak, evlenmemek, gıdâ ve uykuyu terk gibi tavırlar Rasûlullah (s.a.s.) tarafından reddedilmiş ve din dışı ilan edilmiştir. Zorluk ve işkence bir yana; “din kolaylıktır.”1380; “Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.”1381; “Esası, peygamberlik ve rahmet olan dini”1382 insan için azap haline getirmek dine en büyük ihânet olacaktır. İbâdetler bir işkence, bir sıkıntı değil; bir iç ferahlığı ve Yaratıcı’ya huzur dolu bir
1372] Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28
1373] Müslim, Birr 52; Tirmizî, Tefsîr Nisâ Sûresi, hadis no: 3041
1374] Ahmed bin Hanbel, II/108
1375] Buhârî, İman 69
1376] Müslim, İlim 7
1377] et-Terğîb ve’t-Terhîb, II/135
1378] Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
1379] Buhârî, İman 16; Müslim, Salât 283
1380] Buhârî, İman 29
1381] Ahmed bin Hanbel, III/479
1382] Dârimî, Eşribe 8
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaklaşma oldukları sürece anlam taşırlar. Bunun içindir ki, “Dinde zorlama ve baskı yoktur” 1383 Dış görünüşü bakımından ne kadar mükemmel olursa olsun, insanın içten gelen isteklerinden kaynaklanmayan bir davranış, Allah katında değer ifâde etmemektedir.
İslâm, insanı köşeye sıkıştırıp ezmediği gibi, insanın kendi kendini baskı altına alıp ezmesine de karşı çıkmıştır. Tahrîm sûresinin ilk âyetinin meâli şöyledir: “Ey Peygamber! Allah’ın sana helâl kıldığı şeyleri neden kendine haram ediyorsun?”1384 Bir başka âyette ise şöyle deniyor: “De ki: ‘Allah’ın kulları için ortaya serdiği süs ve güzelliği, hoş ve temiz rızıkları kim haram etmiştir? De ki: ‘Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir.”1385 Bu İlâhî beyanlara dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Maddî ve mânevî bütün zevkler, en ideal anlamda, vahyin gösterdiği helâller dâiresinde mevcuttur. Allah, bu konuda kulları adına, kullarından daha cömert davranmıştır. Haram alanına çıkıp orada zevkler arayanlar, İslâm düşüncesine göre, fıtratı bozuk, sapmış ve yaradılış âhengi bozulmuş dejenere ruhlardır. Dini, hayata zıt, yaşanması imkânsız denecek kadar zor bir kurum olarak görüp ondan kaçmalarına sebep olmak, din adına bir cinâyettir. Fıtrat dini, hayat ve insanla çatışmaz.
Allah’ın koyduğu ölçülere müdâhale edilemez. Bunlar, kâinat kanunlarıdır. Bu ölçülerin zedelenmesi insanı İslâm’ın dışına çıkarır. Fakat bir konuda vahyin koyduğu kesin bir ölçü yoksa, başka bir deyimle konu, mubahlar dâiresine giriyorsa, o noktada kolaylığı seçmek, Hz. Peygamber’in tavrı ve emridir. Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.”1386 “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.”1387 Zoru seçmek, bir ifrattır. Her ifrat, bir tefriti gerektirir. Bu yüzdendir ki, Rahmet Peygamberi, Allah tarafından konmuş emir ve yasakları “az” bularak bunlara ilâveler yapmaya kalkanları kınamıştır. Esasen böyle bir tutum, dinin tek vaz’ edeni/koyucusu olan Allah’a noksanlık izâfe etmek anlamına gelebilir ve insanı şirke düşürebilir. Öte yandan, böyle bir tutum Allah’a güvenmekten çok, kendi nefsine yaslanmayı ve bu da insanın şuuraltında bir bozukluğun varlığını gösterir. Bu tip davranışlarla, kitle içinde sivrilmek isteyenlerin Hz. Peygamber’den asla itibar görmemeleri bunun en çarpıcı delilidir. Hz. Âişe (r.a.) şunu anlatıyor: Evlerine gelen bir kadının kim olduğu Peygamber tarafından sorulmuş, Âişe annemiz bu kadını tanıtırken onun çok namaz kıldığını söylemiş. Hz. Peygamber, bunun üzerine, takdir beklenen bir sırada, şöyle demiştir: “Heh! Sanki bir şey! Ben size fazlasını değil; gücünüzün yettiği kadarını tavsiye ederim.”1388 Hz. Peygamber, oruçlu insanın iftar etmeden akşam namazını kılmasını yasaklamıştır. Bunun da ötesinde, bu tavrı, sünnete uymanın en güzel belirişi olarak göstermiştir. Burada vurgulanmak istenen şudur: Allah’ın bir emrini yerine getirmek için bütün bir gün nefsini ezmiş bir insanı; orucunu açmaya hazır ve müsâit hale geldiği bir zamanda, ikinci bir beklentiye, ikinci bir zorluğa itmek yersizdir.
Bazı nâfile ibâdetleri yerine getirme, azîmeti tercih etme konuları, bütün
1383] 2/Bakara, 256
1384] 66/Tahrîm, 1
1385] 7’Arâf, 32
1386] İbn Sa’d, 1/369
1387] Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Eşribe 70-71
1388] et-Tâc, I/48
KOLAYLIK / YÜSR
- 275 -
toplumu bağlamaz, onlara emredilmez. Bu çeşit takvâ ile ilgili gayretler, seçkin benliklere hitâb edilen istisnâlardır. Kolay olanı tercih, İslâm’ın genel tavrı ve insana tanıdığı bir haktır. Fert, bu hakkını kullanmayabilir. Problem, bu hakkın inkâr edilmesidir. Varlığı kabul ve ilan edilen hakkın, sahibi tarafından kullanılmamasına gelince, bu bir fedâkârlık olarak övülebilir, bir ahlâkî fazîlet olabilir. Böyle bir tutum, fâiline maddî ve mânevî değerler de kazandırır. Fakat unutmayalım ki, bunu başarabilecek ruhlar çok azdır. İslâm ise, bütün insanlığa, büyük kitlelere ışık tutar. O, daima geneli, kamuyu, büyük yığınları dikkate alarak kurallar koyar; ancak bu kurallara mûnis yaklaşımlarla ve seçkin benliklere hitap edecek istisnâlar getirir. İslâm’ın bu istisnâî yanlarını kurallaştırarak onu, hayatı zora süren bir kurum haline getirenler, İslâm’ın karakteristik yapısını, genel tavrını bozmaktadır. Bir hak ve yetki, önce teslim edilir, sonra bu haktan ferâgat için sahibine dâvet edilebilir. O, bu dâvete icâbet eder veya etmez. Hak sahibini hakkından vazgeçmeye zorlamak ayrı bir şeydir. Bunun adı zulümdür. 1389
İslâm, hayata/fıtrata rağmen gelmiş bir din değildir. Onun amacı insana dünyayı dar etmek de değildir. Bilakis, hayata hayat vermek için gelmiştir. Dinin gâyesi, insanın fıtratını zorlamaksızın dünya ve âhiret saâdetini te'mine mâtuftur. Din, insanı yeniden inşâ eden, ahlâkî tekâmülünü gerçekleştirmesine zemin hazırlayan bir hakikattir. İnsanı gerilimlerden uzak tutarak ihtiyaçlarının giderilmesini öngörür. Fıtrat dini İslâm, bu yapısı ile "kolaylık" üzere inşâ edilmiştir; kolaylık/yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında vardır.
İbâdetlerin miktarı Allah tarafından belirlenmiş ve Elçisi tarafından da pratiğe aktarılmıştır. Bu açıdan, herhangi bir ziyâdeleştirme ya da noksanlaştırma kesin bir şekilde yasaklanmış ve bu yöndeki her davranış haddi aşma/bid'at olarak isimlendirilmiştir. Nitekim İmam Gazzâlî, ibâdetlerin miktarını, ilâçların karışımına benzetmiş ve sağlıklı bir netice alınabilmesi için bu ölçüye dikkat edilmesi gerektiğini ifâde etmiştir.1390 İbn Teymiyye de, amelinin daha makbul olması için ameldeki meşakkati artıranlar hakkında şöyle der: "Bilmek lâzımdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı ve sevgisi, faydasız bir şekilde kendi kendine azap çektirmek, canını zorluklara sürmekte değildir.1391 Buna göre, kışın ortasında, sıcak su varken sevâbı çok olsun düşüncesiyle soğuk su ile abdest almak ve aynı anlayışla, yakında câmi varken uzaktaki bir câmiye gitmek, mâkul ve doğru değildir.
İslâm, kolaylık üzere binâ edilmiştir; yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında vardır. Ancak bu, bir başıboşluğu, her şeyin câiz ve serbest olabileceğini ifâde etmez. Elbette ki bu kolaylığın da bir sınırı vardır. Kur'ân-ı Kerim'de yer yer şu ifâdelere rastlamaktayız: "İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, onu orada ebediyyen kalmak üzere zemîninden ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte en büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve Rasûlüne isyan eder, sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî kalmak üzere ateşe sokar." 1392; "İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphe yok ki kendine zulmetmiş olur." 1393
İnsanın kendine zulmetmesi, ifrâta kaçması ya da tefrîte düşmesi sûretiyle
1389] İslâm Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 262-268
1390] Gazzâlî, el-Munkızu mine'd-Dalâl, s. 111
1391] İbn Teymiyye, el-Fetâvâ, 10/192-193
1392] 4/Nisâ, 13-14
1393] 65/Talâk, 1
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olur. Allah Rasûlü, ümmetini ibâddetlerle ilgili hayatta da i'tidâl üzere olmaya çağırmıştır. Hadislerde belirtildiğine göre, Rasûl-i Ekrem, ümmetine farz kılınıp îfâsında zorluk çekileceği endişesiyle terâvih namazının cemaatle kılınmasına üçüncü veya dördüncü geceden sonra ara vermiş, hastalık ve yolculuk esnâsında namaz ve oruç gibi ibâdetler için tanınan ruhsatları kullanmamayı uygun bulmamış, insan gücünü zorlayacak şekilde nâfile namaz kılmayı tasvip etmemiş, imamlık yapanların namazı uzatmalarını eleştirmiş ve dinî hükümleri aşırılığa kaçarak uygulamaya çalışanların bunda muvaffak olamayacaklarına dikkatleri çekmiştir.
İslâm, sadece takvâ sahibi elitlerin, âlim ve mücâhidlerin/savaşçıların dini değil; bedevîlerin, ihtiyar kadınların, ortalama kültür ve bilgiye sahip yığınların da dinidir. Saçı başı dağınık, bedevî bir müslüman, Rasûlullah’a gelerek, Allah’ın kendini yükümlü tuttuğu ibâdetleri sormuştu. Peygamberimiz de; şehâdet kelimesi ve farz olan 5 vakit namaz, Ramazan orucu, her yıl zekât ve ömürde bir kere hac konusunu ve zekâtı saymıştı. Adam: “Sana ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de yapmam, eksik de bırakmam’ diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz (s.a.s.) de arkasından şöyle demiştir: “Şâyet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur.” 1394
Dinin tüm hükümleri, beşerî ve askerî yapıda emirler ve yasaklar sıralaması halinde değildir. Farz, vâcip, sünnet, müstehap, mubah sıralaması ve haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh, müfsid gibi merdiven basamakları vardır. Yine, azîmet ve ruhsat tercihi sözkonusudur. Ruhsatlar, İslâm’ın her şart ve ortamda kolaylıkla yaşanabilmesi, yükümlülerden ağır yüklerin kaldırılması ve İslâmî hükümlere henüz yeterince bağlı olmayanları onlara alıştırmak için başvurulan kolaylıklardır. Müslümanlar, hayatın akışı içerisinde çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. İbâdetlerini yerine getirirlerken, kendilerinden kaynaklanmayan zarûret durumuyla karşı karşıya gelebilirler. Bu gibi durumlarda ruhsatlar onların önünü açabilir. İhtiyaç olduğu zaman ruhsatlardan herkes yararlanabilir. Bir konuda ruhsat gündeme gelirse, mü’minler azîmetle amel etmeye zorlanamaz. Dileyen azîmet ile dileyen ruhsat ile amel eder. Ruhsat ve kolaylığı kullanma da, Yaratıcı’nın kuluna verdiği bir hak olduğuna göre, bu haktan yararlanıp yararlanmama meselesi, kulun tamamen serbest seçimine kalmıştır.
Nâfile ibâdetler, sünnet olan sınır aşılmamak şartıyla istenildiği kadar yapılabilir. Ama başkalarına emredilemez, bunlar dinin olmazsa olmazları arasına sokulamaz. Tebliğ ve tavsiyede önceliği alamaz. Tevhidî hususlardan, farzlardan daha önemli gibi gösterilemez. Aksi takdirde din zorlaştırılmış, ölçü kaçırılıp ifrâta gidilmiş olur.
Müslümanca Yaşayış Güzel ve Kolay; Gayri İslâmî Hayat Çirkin ve Zor Bir Yaşamdır
İnsanı en iyi tanıyan, onun gücünün neye yeteceğini bilen merhametli Allah, ona kolay dini vermiş, kaldırabileceği yükü yüklemiştir. Allah'a teslim olmuş müslüman bir kula da Allah'a itimat, güven ve tevekkül yakışır. "Sen bunları yapabilirsin, gücün yeter, bunlar kolaydır, senden zorluk istemiyorum" deniyorsa, "hayır, yapamamam, zor!" demek, her şeyden önce bir isyan ve yalanlamadır.
1394] Buhârî, Savm 1; Müslim, İman 9
KOLAYLIK / YÜSR
- 277 -
Sırât-ı müstakîm, dosdoğru yol demektir; Peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin1395 yoludur. Bu dosdoğru İslâmî yolda yolculuk kolaydır, ayağı kaymadan nice insan bu yoldan yürümüştür. Ayrıca bu yolda tehlikelere karşı uyarılar, işaretler, yardımlaşmalar, İlâhî ikram ve ihsanlar vardır. Diğer yollar sapıklıktır, dolambaçlı, zikzaklarla dolu ve kaygandır, zordur. Yaşadığımız ülke dâhil, hemen bütün dünyada yürürlükteki kapitalizm, insanların hayatını zorlaştırmaktan başka bir şey getirmemiştir. Tüketim ve israf toplumu, bunalım toplumuna dönüşmüştür. Herkes daha çok tüketmek için, daha çok kazanmaya, dolayısıyla daha zor bir hayata kendini mahkûm ediyor. Bu, kırılması mümkün olmayan bir kısır döngüdür.
İslâm'ın dışındaki tüm düzenler, dünya görüşleri ve ideolojiler birer şirk düzenidir. Şirk ise, büyük bir zulümdür. "Gerçekten şirk, büyük bir zulümdür." 1396 İslâm dışı düzenler ve uygulamalar zorbalık ve zulümdür, ağır yüktür. Haksız vergiler, hortumlar, adâletsiz hukukî düzenlemeler, halkın sırtındaki ağır yükler. Toplumdaki bütün bireylerin şikâyet ve huzursuzluğu, zorlukların isbatıdır. İnsanların hayatını kolaylaştırma vaadiyle ortaya çıkan materyalizm ve kapitalizm hayatın düzenini bozmuş, insanların fıtratını dejenere etmiş ve ihtiyaç kavramını alabildiğine genişletip bitmek tükenmek bilmeyen yarış içinde insanları tüketim araçlarının, teknolojik aygıtların kölesi yapmış, maddî-mânevî zorluk üstüne zorluklar üretmiştir.
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü'min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm'dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
Sevgi dağları deldirir, olmazları oldurur. Esas sevgi, Allah sevgisi ve Allah için olan sevgidir. Dini, imanı sevdiren de Allah'tır. "Allah, size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip çekici kıldı ve size küfrü, fıskı ve isyânı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş/irşâd olmuş olanlardır." 1397 İman sevgisi, dünyadaki her zorluğu kolay ve güzel kılan esrârengiz bir güçtür. Zorlukların en büyüğü, fedâkârlığın en yücesi, candan geçmektir. Ama Allah sevgisiyle dolu bir mü'min şehâdeti kolaylıkla arzular ve bu arzusuna ulaşmak için gözüne güzel gelen ölüm de ona kolaylaştırılır: "Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar." 1398
Günümüzde İslâm'ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.
1395] 4/Nisâ, 69
1396] 31/Lokman, 13
1397] 49/Hucurât, 7
1398] Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terketmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İlâve veya eksiltmelerle değiştirilen, atma ve katmalarla dejenere ve tahrîf edilen bu din Allah'ın râzı olduğu, tamamlanmış İslâm dini olmaktan çıktığı için kolaylık da kaybolur. Namaz kılmayan kimsenin, fahşâ ve münkerden uzaklaşması zordur. Oruç tutmayanın sabırlı olması ve cihada hazırlanması kolay değildir; aynen zekât vermeyenin, infak etmesi ve fedâkârlık göstermesinin zor olduğu gibi. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm'ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za'fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za'fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.
Allah'a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler... hep gayri İslâmî yönelişlerin bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. İçki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık gibi sunabilir. Fâhişelik ve onlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay bir şey olmasa gerektir.
"Lâ râhate fi'ddünya." İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm insanlar için geçerlidir. Yoksa cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu zorlukları kolaylık ve güzelliklere çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak, ya da gayri meşrû bir amaç uğruna zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada zor bir hayat onu bekleyecektir.
Her Zorluğun İçine Dürülen Kolaylık
"Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır", "Evet, her zorlukla beraber mutlaka bir kolaylık vardır!" 1399
Peygamberimizin çektiği zorluklardan sonra, "Sadr"ına ilim, hikmet, güç ve ferahlık verilmesiyle ulaştığı kolaylık ve bundan sonra devam edecek kolaylıklara dikkat çekilmiş oluyor.
İki kez tekrarlanarak adeta otomatik bir davranış ve alışkanlık durumu kazanmamızı istercesine dikkatimizin çekildiği bu konu, son derece önemli bir konudur. Ve insanın psikolojik hayatını doğrudan motive edici bir gücü vardır.
Kolaylık anlamındaki kelimenin, azamet ifade eden tenvinle gelmesi ve umum ifade eden nekre oluşu sebebiyle kolaylık, zorlu ğa oranla daha fazla ön plana çıkarılmakta ve bir zorluğa karşı âdeta pek çok kolaylık yollarının
1399] 94/İnşirâh, 5-6
KOLAYLIK / YÜSR
- 279 -
bulunabileceği uyarısı yapılmaktadır.
Ayetlerden konuyla ilgili şu mesajları okumak herhalde mümkün olabilir.
a-Ayetler öncelikle zorluk kavramına bir bakış açısı getirmektedir.
İfadede, zorluğun kolayca, bir kolaylık olarak kabul edilebileceğinin bir anlatımı hissediliyor. Zorlukla karşılaşan bir insana, bir çırpıda düşünmeden, emniyet, huzur ve güven telkin ederek: "Üzülme zorluklar kolaylıklar için var, zorlukta pek çok kolaylık var, zorluktan kolayca kurtulma ve kesin çözüme ulaşma yolu var, ben de seninle beraberim!" deniliyor.
Bu, en azından karşı tarafa olumlu bir ileti olarak gidecek, zorluğun ilk anda oluşturduğu şok etkiyi hafifletecek, bilinçsizce davranarak ortaya çıkacak zarar riskini ortadan kaldıracak ve moral ve motivasyon konusunda ön hazırlık anlamında ilk peşin ve en önemli kolaylığı sağlamış olacaktır.
Her şeyden önce zorlukları hayatın doğal parçaları ve süreçleri olarak görmek gerekir İmtihan, eğitim ve hizmet dünyasına salınan bir Ruha, Maddenin hareket ettiği, zamanın ortaya çıktığı bir evrene ve yıpranmak zorunda olan bir bedene sahibiz Biyolojik ve Psikolojik yapımız, mükemmelleşebilmek ve sonsuzluğa göre bir form kazanabilmek için, geçici dünyada geçici meşakkatlere bulaşmak ve onlarla ateşlenmek zorundadır.
Yerken lezzet almayı kabullendiğimiz gibi, dolaşım ve boşaltım zorluklarını da doğal kabul ediyoruz. Ama tedbir olarak yeterince yiyor ve uygun besinleri almaya yerinde ilaç kullanmaya çalışıyoruz Yörüngesinde dönen dünyamızın mevsimleri meydana getirerek bizi üşütmesini de terletmesini doğal karşılıyoruz. Ama ısınmak ya da serinlemek için zorluklarla mücadele de ediyoruz Evlat sahibi olmak, peşin avans bedensel lezzetlerin yanı sıra mutluluk ve sevinç de yaşatıyor fakat bu, getirdiği sorumluluk zorluklarını zevkle kabullenmeye ve uğraş vermeye engel olmuyor.
Hayat gerçekten güzel!Hayat başlı başına güzel! Çünkü hayatı veren "Hayy" güzel!Fakat hayat zorluklarıyla bir başka güzel!..
Zorluklar, hayatın güzelliklerinin ortaya çıkmasına yardımcı olduğu, anlam ve değerini daha iyi anlamamıza ve sevmemize sebep olduğu, çoğu zaman pek çok güzelliklere başlangıç ve nüve olarak fonksiyon gördüğü için, aslında hayatın güzellikleri kadar onlar da güzel!
Ve zorluklarla elde edilen şeylerin kadir ve kıymeti daha iyi bilinir, daha güzel muhafaza edilir
Güzelin mukaddimesi de güzel olur; acı ve çirkin görünse de! Acı veren iğne ve ilaç gibi. Hastalık ve ölüm gibi!..
Her güzellik gibi çirkinlik de, iyilik gibi kötülük de, hayat gibi ölüm de, kolaylık gibi zorluk da bir "vâkıa"dır. Bunu kabullenmek ilk ve en önemli adımdır. Bu aslında kolaylığa yönelmenin de ilk basamağıdır. Kabullenilmeyen zorlukların, kolay çözümden uzaklaşma riski her zaman yüksek olur.
Zorluklar aslında insan için avantaj olabilir Bu sayede insanın bilinmeyen farklı yetenekleri ve gizli enerjisi ortaya çıkar, duygu ve düşünceleri gelişir,
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilgi ve deneyimi artar. Büyük şair ve yazarların çok zor şartlar altında, başka zaman ortaya koyamayacakları eserler meydana getirdikleri bilinir Rakip ne kadar güçlü olursa, bir sporcu, o denli hazırlık yapar ve gerilime geçer.
Peygamberimizin: "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!" şeklindeki ifadeleri bu konu içinde ayrı bir anlam kazanmaktadır
Zorlukların, kolay yolla çözüme ulaşabilmesi, kolaylaştırılması için farklı alternatifler üretilmelidir Bu, kolay ve isabetli olanı seçme imkânı verir
Zor olanın yüklenmesi ile zorlaştırmak ayrı şeylerdir Öncelikle zor olan konular, görevler vb sorumluluklar, onları kaldırabilecek kapasitede olanlara verilerek, kaldırabilecekleri zorluklar yüklenerek, herkese bir kolaylık sağlanmış olur.
Zor olan konuya kolay yöntemlerle ulaşarak kolaylaştırmak gerekir. Bu tedrîcilik demektir ki Kur'an'ın ve Peygamberimizin temel eğitim yön temlerindendir.
Zor olan da istenir fakat kolay yöntemlerle alıştırılarak istenir. Bir sporcunun yavaş yavaş ağırlık arttırarak çalışması ve sürekli zor olan ağırlığa doğru ilerleyerek rekor kırması gibi. Çıtanın yüksekliği kademeli olarak arttırılması gibi…
Kolaylaştırmak ve zorlaştırmamak kişiye göre bir uygulama biçimi sunmak anlamına da gelebilir. Mezheplerin asılda, ana konularda, temel meselelerde bir oldukları halde, teferruata ait meselelerde farklı olmalarının bir hikmeti de Peygamberimizin alternatif davranış biçimleri sunmasıdır. Öte yandan Peygamberimiz çölden gelen bir insanla, başından beri kendi kültür çevresinde yetişmiş insana yaklaşımı ve yüklediği sorumlulukları ve beklentileri de farklılık arz etmiştir. Ve O daima zor işlere kendi seçtiği zorun adamlarını görevlendirmiştir.
Şu iki durum yanlış sonuç verebilir: Zorluklara önem vermemek, ilgisiz kalmak, ihmal etmek ve gerekli görevleri yerine getirmemek, zorlukları baş edilebilir olmaktan çıkarır, insanın hem kendine hem de çevresine zarar verecek hale dönüştürebilir.
Öte yandan zorlukları gereğinden fazla büyütmek, üstesinden gelinemez olarak nitelemek de insanı ümitsiz yapar, hayal kırıklığına uğratabilir, psikolojik problemlere yol açabilir.
b- Ayetlerde her zorluğun içinde bir kolaylığın gizlendiği anlatılıyor.
Zorluklar, kolaylıklar konusunda birer uyarıcıdır Zorluklar, tedbir alma ve çözüm üretme davetçileridir. Zorluklar, gerçek anlamda bir zihin tetikleyicisidir. Zorluklar insanın hem kendisiyle hem dış dünya ile yakın temasa geçmesini ve buluşmasını sağlayan ciddi arabuluculardır. Zorluklar irade ateşleyicileri, başarı yolunda mücadele tatlandırıcılarıdır. Zorluklar hem Allah'a yöneltmesi hem de insanı hedefine ulaştırması yönüyle mutluluk üreten sabır mekanizmalarıdır.
Zorlukla beraber bir kolaylığın olduğundan, ikisinin birlikteliğinden söz ediliyor. Bunu ifade ederken de ilginç bir anlatımla, iki zıt olay yan yana getiriliyor. Aslında zıtlar bir araya gelmez; bir iş ya kolay ya da zordur. Sadece zorluk dereceleri farklıdır Fakat ne kadar zor olursa olsun, zorluktan kurtulmanın zor
KOLAYLIK / YÜSR
- 281 -
ve imkânsız olmadığı, bir çıkış yolunun mutlaka bulunduğu gerçeği, imkânsız kavramların yan yana getirilmesiyle vurgulu biçimde anlatılmış oluyor.
Nitekim geceyle gündüz de aslında bir arada olmaz fakat kesinlikle biliriz ki her kışta bir bahar, her gecenin bağrında mutlaka bir gündüz ve ışık saklı bulunmaktadır Ya da bir tohuma ve çekirdeğe baktığımızda son derece basit görünür; oysa içinde meyveleriyle birlikte koca bir ağacın programının saklı bulunmaktadır. Sperm ve yumurta hücresinde de gen haritalarıyla insan serüveninin bulunduğunu biliriz. Aynı şekilde psikolojik her rahatsızlığın içinde mutlaka bir çıkış yolu ve huzura ermek için bir terapi yöntemi var demektir.
Zorluğun içinde kolaylığın olması şöyle de açıklanabilir: Her zorluğu da kolaylığı da veren, insanın iradesini de hesaba katan Allah'dır Her zorluk, içinde ilahî Rahmeti, Hikmeti ve inâyeti de barındırıyor demektir. Her zorluğa yönelen insan içindeki Rahmet kolaylığını hissedebilir; onu arayıp bulabilir, üstelik peşin hizmet lezzeti ve ücreti şeklinde bir kolaylığın gizli olduğunu da fark edebilir.
Demek ki kolaylık deyince aslında başarılı bir sonuçtan önce, Allah'ın insana lütfettiği manevî lezzet ve ruhî haz gelmektedir ki insan için moral açısından en büyük kolaylık şüphesiz bu olmalıdır. Moral ve motivasyon eksikliği çok mükemmelliği gölgede, teşebbüsleri yarıda bırakabilir. Güçlü motivasyon ise, diğerlerine göre avantaj sayılabilecek pek çok niteliği aşarak insanı başarı yolunda koşturabilir. Tarihî fıtrat gerçekliği içinde, inançlı, az ve zayıf güçlerin, silah gücü üstün çok kalabalıklara galebe etmesi gibi…
c- Ayetlerde her zorluğun içinde bulunan kolaylığın, aynı zamanda yeni zorlukların kolaylaşmasında da bir başlangıç olabileceği anlatılmış oluyor.
Bunu gelen ayetten çıkarabiliriz "Bir işten boş kalınca yenisine yönel!"
"Zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Bir zorlukla mücadele edip onu kolayladıktan ve çözüme ulaştırdıktan sonra, boş kalma, yeni zorluğa yönel ve onu da kolaylamaya bak!" gibi bir anlam hissedilmektedir. Yani zorlukların kolayca açılması ve aşılması için, bir işin, teşebbüsün, çabanın ardından bir diğeri getirilmelidir.
Bu durumda zorluk sonrası kolaylık yeni zorluğun başlangıcı oluyor O da kolaylanıyor, ardından bir başka zorluk geliyor!Ve bir salih daire oluşuyor: Zorluklar kolaylaşıyor; başarı tadı alınıyor, güven tazeleniyor, enerji birikiyor, şevk ve metafizik gerilim içinde, yeni bir solukla yeni zorluklara yöneliş, kazanılmış bu kolaylık içinde başlıyor Ve bir zorluk bir kolaylık, bir zorluk bir kolaylık… şeklinde bir yükseliş merdiveni oluşuyor
Bu önemli bir konudur Zorluğun içinde kolaylık kolaylığın içinde zorluk olduğu anlaşılıyor Her zorluk kolay olmaya, her kolaylık da zor olmaya aday durumdadır
Her zorluk kolaylıkla çözülürken ve sonuçlanırken, her kolaylık da bir zorluğun başlangıcı olmaktadır Zorluk kolaylığa, kolaylık da zorluğa bürünmektedir Bu durumda biz doğru anlamlı ters bir bakış açısı geliştirebiliriz Yani zorluğa kolaylık adını verebilir, kolaylığa da zorluk diyebiliriz
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Meselâ, kolay denilebilecek iki rekat namaz kılmak alışmamış bir insana çok zor gelirken, bedenine su içirir gibi ruhuna namazı içiren insanlar için gece boyu namaz bambaşka lezzet verebilir Oruç için de benzer yaklaşımda bulunabiliriz, malından veren cömertle vermeyen cimri için de
Kolaylık ve başarı hâkim olunca zorluk ortadan kalkmış oluyor Zorluğun kendini bütün ağırlığıyla hissettirdiği yerde ise, hiçbir şeyin öyle bir çırpıda kolayca olamayacağının da bilincine varıyoruz Bir ayet, "Öncekiler gibi bir kısım sıkıntılara uğramadan cennete kolayca girivereceğinizi mi zannediyorsunuz?" (2/214) demekle benzer yaklaşımı sergilemektedir
Zorluk da kolaylık da doğurgan bir yapıya sahiptir Zorluk bağrında kolay çözüm nüvelerini de taşır Ortaya çıkan çözüm ve kolaylaşmış durum ise, yeni zorlukları doğurur, yeni mücadele alanları açar Hem iç dünyada hem de dış dünyada fetihlerin ise sonu yoktur
Psikolojik yatkınlık haline getirilmiş alışkanlıklar zorluk olmaktan çıkıp ruhun kolay davranışına dönüşür Ve her mertebedeki zorluk, alışkanlık sonucu kolay olur, diğer zorlukları kolaylaştırmak da kolay hale gelir Bu kuralın dışında kalmış hiçbir zorluk gösterilemez
d- Ayetler zorluğu kolaylaştırma çabalarının içten ve sürekli olması gerektiğini vurguluyor
Zorlukların kolaylaştırılması mücadelesi durmadan sürdürülmelidir Ayet, bu mücadele sürecinin sürekliliğinin sağlanması ve hiçbir boşluk bırakılmaması konusunda uyarıda bulunmaktadır Zorluklarla mücadele ederken, zorluklar karşısında kolayca çözüm üretip başarı hedefine ulaşma yolunda yürürken, asla moralsizlik, tembellik ve de teknik eksikliği gibi boşluklar bırakılmamalıdır Aksi takdirde zorlukların aşılması kolaylıkların sağlanması ve hedefe ulaşılması imkânsız hale gelebilir
Buna göre, zorlukların kolaylığa dönüşmesinin temel sırrı, son ayetle nokta koyulduğu gibi Rabbe yönelerek; boş kalmamacasına ve hiçbir boşluk bırakmamacasına zorluklarla kıyasıya mücadele etmek, düşen kalkan ama tekrar tekrar kalkıp yürüyen karınca gibi sürekli denemektir Samimi ve ısrarlı yöneliş sonrasına dayanabilmiş ve yerini zafer anlamında kolaylığa bırakmamış hiçbir zorluk yoktur!
Çabanın ihlâslılığı ve sürekliliği, zor dağları bile yerinden oynatabilecek güçtedir Damladaki sabırlı süreklilik, mermeri bile deler Yürekten kopan ısrarlı birkaç söz yeri inletir gökleri harekete geçirir Devamlılık, az olan ibâdetin ve hayrın makbûliyetini de arttırır Süreklilik alışkanlık kazandırır bu da tutum ve davranışlarda otomatikleşmeyle sonuçlanır
e- Zorluklarla baş etmenin farklı açıları:
Zorluklarla baş etmenin sırlı bir anahtarı zorluklara karşı aşk duymaktır Aşk duyulacak kalbin sahibinden gelen ve O'na yaklaştıracak olan ve sile ve basamaklar olarak görmektir Çünkü O verdiği için, gülü gibi dikeni de hoştur Nimetler ve lütuflar kadar, menfî ibâdet yönüyle de O'na giden vesileler araştırmak ilahî emirdir (5/35, 17/57) Zorluklar insanın ruhunu, kalbini, duygu ve düşüncelerini Allah'a yöneltir Bu, esas güç ve bereket kaynağıyla buluşma anlamına gelir ki,
KOLAYLIK / YÜSR
- 283 -
O'nun adına hareket eden insanın, üstesinden gelemeyeceği hiçbir zorluk yoktur yeryüzünde
Hem ihlâsla hem de azimle mücadele eden, zorluk nüvesi içindeki çok boyutlu semereye mutlaka ulaşır İnsanın iradesi etkili olsun olmasın, başa gelen bütün zorlukları ve bütün sıkıntıları giderecek olan, her şeye hükmeden Allah’tır. Bu bakışla zorluklara yönelmek, Allah'a götüren vesileler araştırmak anlamına da gelebilir (5/35, 17/57)
İnsana düşen, her zorluğu aşarak bir kolaylığı elde etmesi, sonra çıkan ikinci zorluğu aşıp ikinci kolaylığı elde etmesi, üçüncüde, dördüncüde aynı şekilde düşünüp davranmasıdır… Ölmeyecek kadar gerekli olan rızkın, Allah'ın teminatı altında olması gibi, zorlukların tükendiği yerde kolaylık, yani başarı mutlaka elde edilecektir Bu Allah'ın garantisi altındadır Hakkın olduğu yerde yanlışın barınamaması gibi, kolaya, huzura, başarıya ulaşma yolunda verilen mücadele sonucu zorluk kesinlikle ortadan kalkacaktır Bu da kolaylığın önünün açılması demektir.
Özellikle insanın gereken çabayı gösterdikten sonra, çaresizlik içinde tevekkül ve duaya sarılması, ayet ve hadislerde örnekleri görüldüğü gibi açılmaz çok kapıların açılmasına, zorlukların kolaylıkla çözülmesine sebebiyet vermektedir.
İnsanların en büyük yanılgısı, sadece zorluklara konsantre olmaları, zorlukları saymaları, onları hayallerinde yığarak aşılmaz bir dağ engeli ve duvar olarak bilinçlerini hayal kırıklığına uğratmalarıdır. Bu da zorluk aşmayı bir kolaylık ve başarı olarak değerlendirememe gibi olumsuz bir sonuç verir.
Bir işi başaramamak, en azından onun o yolla başarılamayacağını öğrenmek demektir Dene-yanıl-öğren yöntemi uzun ve zor bir yol da olsa sonuçta zor aşılır ve başarıya ulaştırabilir. Edison"un bir ampul için bin ampul patlatması, şimdi ye kadar belki bin kez anlatılmıştır. Bu hatırlatma da bin birinci olsun! Kur'an'la ve Bilimlerle belirlenmiş gerçekleri deneyerek öğrenme sözkonusu olmadığına göre, bütün malzeme önümüzde demektir!
İnsanlar için en büyük handikap da zorluğa gelememeleri, başarıyı kolay yoldan elde etmek istemeleridir Bu, mizaçtan gelen bir yapı olabileceği gibi, kişilik bozukluğunun bir tezahürü, ya da nefse düşkünlüğün bir ifadesidir Para her zorluğu aşan en kolay yol olarak görülebilir. Zengin olmayan insanı da helâl olmayan yollarla servet sahibi olmaya itebilir.
"Zorluk acı verir, kolaylık da haz verir!" Bu zahiren görüleni ve söylenenidir. Oysa zorluk acı değildir, o sadece tadı saklar. Ama onu sadece tadı arayana sunar. Aslında zorluğu tatmayanlar, içindeki lezzeti de fark edemezler. Her zor hizmetin avans hizmet ücreti mutlaka içinde bulunur. Bu anlamda da her zorluk içinde, kolaylaştırıcı unsurlar mutlaka var demektir. Cevizin dış yüzüne bakanlar, bir kat alta inemeyenler onu da kıramayanlar, öze ulaşamazlar; özdeki tada varamazlar.
Meselâ can sıkıntısı aslında önemli bir zorluktur Ardında pek çok zorlukları barındırır ve insanı hem dünyada hem de âhirette zora sokacak pek çok günah ve olumsuz davranışlar içine atabilir Fakat inanç ve ilimle yaklaşılırsa, Allah'ın "Kâbıd" (kalpleri sıkan) isminin bir tecellisi olduğu düşünülür ve sıkıntı, Allah'ın "Bâsıt" (Gönle ferahlık ve inşirah veren) ismini misafir edecek bir tebessüme
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dönüşür. Gelen ayetin tavsiyesine uyulur, sıkıntı yapan boşluk, bir meşgale ve dost sohbeti veya hayırlara vesile olacak hizmetlerle doldurulur ve sıkıntı, bin veren gibi, gönül bahçesini neşe çiçekleriyle doldurur. Bunun gibi hüzün ve sıkıntılarına herbiri aslında birer cennet-tûbâ ağacının çekirdekleri gibidir.
İşte dünyada hem inanç ve ibâdet zorluklarına, hem dünyadan kaynaklanan bela ve musibetlere, hastalık ve ölümlere, hem haramlara direnme zorluklarına, hem de insanların iyiliği için hizmet yollarında zorluklara katlanmalara karşı Allah'ın cennetlik kullarına verdiği müjde: "Dünyadaki amellerinize karşı yiyin için!".1400 "Siz ve eşiniz değerli bir misafir gibi cennete girin. Orda altın tepsi ve bardaklar dolaşır. Canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey ve bol meyveler vardır. Orada ebedi kalacaksınız. Yaptıklarınıza karşı size miras verilen cennet budur!".1401 Cennet, sürekli yenilenen ve her anı orijinal olan bir yerdir. Oranın her neşesi yepyeni bir neşe doğurur, ama oranın neşesini buranın hayra vesile olan sıkıntıları doğurur.
Öte yandan sırf kolay olanda, rahatta ve istirahatta daima bir sıkıntı ve huzursuzluk saklıdır. Mirasın kıymetinin bilinmemesi bundandır. Bir mirasyedinin, akşama kadar çalışan ter dökerek para kazanan insanın, emeğiyle yediğinden aldığı hazzı alması düşünülemez. Bazen "Hiçbir şeyden tat alamıyorum!" dediğimiz olur. Aslında bu Ruhun derinlerden seslenmesi, kendine özgü gıda istemesi, hareket ve aksiyon beklentisi mesajıdır Mecnun cinnet tadına zor yollarda ermişti, sonra da Leyla vuslatı zorluk tadını kesmiş, bu yüzden ondan geçmişti… Başarı lezzet verse de o yolda hizmet, o lezzeti unutturmalıdır…
Allah'a gönlünü açan insanın, bir zorluğa karşı iki kolaylık gücü var demektir: Birisi kendi gücü diğeri Allah'ın lütfuyla katacağı fadlî güç! Yardımcısı Allah olduğundan zorluk-kolaylık sâlih dairesi oluşur. Allah’tan kopan insanda ise bu "sâlih" olma vasfını kaybeder ve "fâsit" bir daire oluşur ve insan o zorluklar içinde sıkışıp daralır, zorluk-zorluk üstüne ruhsal bunalımlar yaşar ve hayat meşakkatleri çeker durur!..
Çocukluğumuzda büyüklerimizin öğrettiği çok hoş bir dua vardı, yatarken mutlaka okurduk: "Rabbi yessir velâ tüassir Rabbi temmim bi’l-hayr!" "Rabbim! kolaylaştır, zorlaştırma! Hep hayırla sonuçlandır!" Meğer ne müthiş bir motivasyon cümlesiymiş! Bir de anlamını bilerek şuurla söyleyebilseydik! Siz çocuklarınıza bu çaplı anlamlarıyla bu duayı öğretin beraberce söyleyin, aranızdaki diyalog ve ilişki de kolaylıklar içinde oluşsun!
Ruhumuzu, bütün üniteleriyle benliğimizi Rabbimize yönelttiğimizi, O'na açtığımızı düşünelim. Rahmetiyle içimize, Hz. Âdem'e yaptığı gibi ilim, güç ve huzur doldurduğunu ve yeryüzünde iyiliği yaymakla görevlendirerek başımızı Nurdan bir Hizmet tâcını koyduğunu, böylece şânımızı yükselttiğini hayal edelim. Acaba böyle bir durumda hangi zorluk, ellerimize kelepçe, ayağımıza pranga vurabilir? Hangi etten veya demirden kuş, meleklerden ödünç aldığımız kanatlarımızla yarışabilir?
Hangi konuda olursa olsun, kişilere göre farklılık arz edebilecek, zorluk dereceleri farklı olan problemleri, kolay aşabileceğimiz gerekli bilgi, beceri ve deneyimle donanımlı olmamız zorunludur. Yetersiz kaldığımız noktada ise, mutlaka
1400] Tûr, 19; 69/Haakka, 24; 77/Mürselât, 43
1401] 43/Zuhruf, 70-73
KOLAYLIK / YÜSR
- 285 -
fikir, güç, malzeme vb. dış yardım almamız gerekebilir. Bilgisizce ve uzmanına sormadan, her işe atlamak, kolay çözülecek bir problemi içinden çıkılmaz bir hale sokabilir.
Sistematik olma, yöntem geliştirme, teknolojinin sunduğu Allah nimetlerinden yararlanma dışlayabileceğimiz şeyler değildir. Böyle davranmak, aslında Allah'ın âyette belirttiği ifadeyi umursamamak, kolaylık sağlayan nimetlerine sırt çevirmek anlamına gelebilir Zorluk tanklarına karşı ağızdan dolma tüfekle çıkılmaz! Bu, Don Kişot'un durumuna düşmek olur!
Hatta bu âyetten yola çıkarak, her alandaki farklı zorluklar için, yeni kolaylık yollarının araştırılmasına bir teşvik de sezilebilir. Uzay ve Gen haritası çalışmaları, bilgisayar, sağlık, eğitim gibi konulardaki gelişmeler, psikolojide psikodrama terapi uygulamaları, iletişim yöntemleri, NLP gibi çalışmalar hep insanla ilgili zorlukların kolaylaştırılmasına yönelik kolaylık çalışmaları olarak değerlendirilebilir.
Bizi ve çevremizi aşan ulusal ve evrensel boyuttaki zorluklara karşı, zorluklarla mücadele etmesini çok iyi bilen samimi topluluklarla birlikte olmak, kolaylık adına üzerimize düşen başka bir görev olmaktadır. "Bu zorluk beni aşıyor!", "Tek başına ne yapabilirim ki!", özellikle olumsuz beyin programlayıcıların, liste başı sloganlarından olan: "Bu milleti sen mi kurtaracaksın?" gibi deyimler bizim ve evlatlarımızın zihninde asla yer etmemelidir Himmetimiz dinimiz olduktan sonra, damlayken derya, ağaçken orman, gedâ iken sultan olur; hem dağlar gibi zorlukları kolayca aşarız hem de niyetimizle cemaat güç ve bereketine ulaşırız.
Bu ayet başlı başına bir terapi cümlesi olarak görülebilir Öyle psikolojik hastalar olabilmektedir ki, hayatının zorluklar tarafından tamamen çevrildiğini düşünmekte ve çaresizlik içinde hiçbir çıkış yolunun kalmadığı inancına saplanmaktadır. Bu çok riskli bir psikolojik yaklaşım şeklidir. Bunun bir adım ötesi zorluklardan kurtulma adına hayatına son verme zorunluluğunu duymak ve bilinçsizce intihara yönelebilmektir.
Âyet zorluklar karşısında sıkışıp kalmış bu gibi insanların ruhlarına, âdeta nefes alacak bir menfez açmakta, "Kimsesiz ve çaresiz değilsin, kesinlikle bir çıkış yolu var, her güçlüğün içinde bir kolaylık var, vazgeçme, zorluğu huzura çevirmeye çalış!" mesajını vermektedir. O kadar ki, şayet İnsan ümidini yitirmese, o insan o kolaylığı bulamasa bile kolaylık gelip onu mutlaka bulacaktır. Âyet bu konuda teminat vermekte, Allah kefil olmaktadır.
Ruhsal rahatsızlığın ürünleri olan iç sıkıntısı, korku, kaygı ve üzüntüler, stres ve depresyona yol açan olumsuz her türlü duygu ve düşünceler, huzur isteyen Ruhumuz için hep birer zorluktur. Psikiyatriste başvurmak, ilaç tedavisi ve terapi görmek bu zorlukları aşmanın vazgeçilmez kolaylıklarından biridir ve mutlaka bu yola başvurulmalıdır.
Bu konuda Allah tarafından şifa kaynağı olarak adlandırılan Kur'an'a başvurmak da şüphesiz vazgeçilemez bir ihtiyaçtır. İnsan sadece bu ayete bakıp, dikenler içinde gül, kömürde elmas, denizlerde inci arar gibi kolaylığı avlamaya az çaba gösterse, zorluklar içinde kolaylığın ve huzurun hiç de uzağında olmadığını anlayacaktır.
Duanın hem kavlî hem de fiilî, iki boyutlu olması gerektiği gibi, psikolojik
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
darlıklarımıza da iki reçete ile yaklaşmakta yarar vardır Şöyle olabilir.
Sıkıntım! Kaygım! Üzüntüm! Korkum! Siz varsınız, ama ben bu işte yokum! Biliyorum ki siz, huysuz birer zorluksunuz! Ruhumu durmadan zora sokuyorsunuz! Zorla da güzellik olmaz ki! İkide bir böyle, başıma dikiliyorsunuz! Bakın! Şu elimdeki psikiyatrist reçetesi, sağ elimdeki, Rabbime gönül dilekçesi! Çekilin bir güneş görsün, artık ruhumun şu dar penceresi!
Tepkiniz sesli gülme şeklinde olduysa, yüzde yetmiş beş başarı, tebessüm ettiyseniz yüzde elli, ilginç bulduysanız yüzde yirmi beş başarı sayılabilir. Hiç tepki vermediyseniz, siz başka alternatif deneyiniz, biz de yüreğimizi tekrar gözden geçirelim! Canınız sıkıldı ğında, üzüldüğünüzde, endişeye kapıldığınızda, ya da korktuğunuzda hatta öfkelendiğinizde bu inşirah (gönle huzur vermek) süresini yürekten okumanızı tavsiye edebiliriz.
Kolaylığın, diğer ifadesiyle psikolojik yatkınlığın temel yolu, nefis arzuları, günahlar, olumsuz duygu ve düşünceler gibi, olumsuz ağırlıklardan kurtulmak ve ruha bütünlük içinde yönelip huzur bulacağı besin kaynaklarına ulaşmaktır.
İnsan, inanç, bilgi ve hizmet eylemleriyle ciddi motive edilirse, bütün zorluklara karşı "Psikolojik bir yatkınlığa' sahip olur. Ve her zorluğu kolayla kolay hale getirip her müşkülün üstesinden gelebilir.
İnsanın psikolojik yatkınlığa ulaşmasının kolay iki yolu var: Biri gönülle Rabbe yönelmek diğeri şevkle insanlık yararına hizmetler üretmek!
Bu yatkınlığa ulaşma yolunda, gelen ayet de son derece uygun düşen iki boyutlu yol ve eylem planı sunmaktadır: İçe ve dışa ciddi yöneliş…
Biri Rabbe iştiyakla ve aşkla yöneliş, diğeri de dünya işlerinde, standartlar üstü ürün verecek şekilde hummalı bir çalışmayı Allah'a takdim ediyor havasında hizmet üretip durmaktır.
Bu demektir ki, insan Allah’tan uzaklaştıkça, aslında kendisini zorluklar içine sürüklemekte, dünya işlerinde de başarısız olmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği "Tevhid'de suhûletin" olmasının ifade edilmesidir. Bir ilâhı kabul etmeyen bir insan, pek çok ilâhı kabul etmek zorunda kalır ve kolay yolu zorlaştırır. Verilen diğer bir örnek de şöyledir: Gemiye binen bir insan, sırtındaki yükleri gemiye bırakmamakla, aslında kendini zorluklar içinde bırakmaktadır. İnsan iç ve dış dünyasında yaşadıklarını Yaratıcısı ile paylaşmasıyla ancak Psikolojik kolaylığa, huzura ve dünya işlerinde başarılara kavuşabilir. Başına gelen olumlu olumsuz her olayı doğrudan kendine mâl eden ve sırtına yüklenen insan, kendisini zorluklar içine atmakta, psikolojik rahatsızlıklara ve başarısızlıklara yatkın hale getirmektedir.
Psikolojik yatkınlığın önemli bir yöntemi insanın kendisini boy hedefi haline getirmesi olabilir. Çünkü esas zorluk kaynağı insanın ta kendisidir İnsanın nefsidir. Çocukluktan, gençlikten gelen alışkanlıklarıdır Esas mücadele alanı ve savaş cephesi kendi duygu ve düşünceleridir, bilinçaltıdır.
Böyle olunca zorluklara karşı en önemli engel olanı, öncelikle kendini aşması gerekir Şu sözler slogan haline getirilebilir: “Bana rağmen!”, “Nefsime rağmen!”, “Alışkanlıklarıma rağmen!”…Sözgelimi “Rabbim, günahlarıma rağmen
KOLAYLIK / YÜSR
- 287 -
senden asla vazgeçmeyeceğim, kapına gelip yüzümü sürmekten geri durmayacağım!”, “Zaaflarıma rağmen günah zorluklarının, yoksulluğuma veya tembelliğime rağmen ekonomik güçlüklerin üstesinden geleceğim!” “Her başarısızlığı, başarım için bir ateşleme ve tetikleme yapacak hamle ruhumu kamçılamasını sağlayacağım!” vb…
Günlük her zorluğa aslında bu bakış açısıyla bakmak da mümkündür. Zorluğun üstüne gitmez, bir kenara çekilir ondan kaçar sak, aslında o zorluğun daha çok büyümesine ve yeni zorluklar doğurmasına sebep olmuş oluruz. Eğer üzerine gider mücadele eder sek, hem ondan kurtulmuş hem de yeni zorlukları karşımıza çıkarmasına izin vermemiş oluruz. Bu aynı zamanda tembelliğimizin ve vurdumduymazlığımızın da önüne geçmek ve kendimizi aktif hale getirmek demektir. Zorluk içindeki en büyük kolaylık da aslında aktifliktir, aksiyondur Gelen ayet de bu konuya ışık tutmaktadır.
Hakiki imanı elde eden insanda, dünyaya ve insana, eşya ve hadiselere ve karşılaşacağı her probleme karşı bakışında ve yaklaşımlarında olumlu bir psikolojik yatkınlık gelişir.
Bu âyetler bize, ısrarla insanın "Psikolojik yatkınlığa" ulaşabileceği ve her zorluğu aşabileceği konusunu düşündürmektedir.
7, 8- "Bir işi bitirip boş kalınca, hemen kalk çalış ve yorul", "Ve sadece Rabbine yönel!" Ayet, insanın sürekli meşgul olmasını, iş bitirmesini ve hep daha zora doğru tırmanıp adeta her seferinde kendi derecesini ve rekorunu arttırması hedefini gösteriyor. Bu, insan için bir canlılık coşku ve şevk anlamına geldiği gibi başarı, dolayısıyla ürün anlamına da gelir. Böyle insanların sıkıl maya vakitleri olmaz ki depresyon onların semtine yaklaşabilsin!
Boş kalmak ruhta boşluk oluşturur. Boşluklar birikince ruhta zorluklar oluşur. İç sıkıntısı, kaygı ve üzüntülerin ana kaynağı ruhta oluşan bu boşluklardır. Oluşmakta olan küçük boşluğu kapatmak kolay olabilir. Boşluklar büyürse kapatmak zorlaşır ve ruhu yutacak dev boyutlara ulaşır.
Unutmamalıdır ki insan boş kalabilir fakat insanlığın azması ve insanlığın fesadı için çalışmaktan zevk alan çıkar uman insanlar, nefis arzuları, bilinçaltı ve olumsuz hayaller üretme merkezi gibi çalışan şeytan asla boş durmazlar. İnsanın boşluk anlarını arar durur ve bulduğu gibi de hücum ederler. İnsan nefsini meşgul etmezse, nefsi insanı meşgul etmeye başlar. Peygamberimizin: "Rabbim beni bir an bile nefsimle baş başa bırakma!" şeklindeki duası ne kadar manidardır!
Bilinçaltı, Ruh denizimizin yüzeyi gibidir Her zaman yakamozlar halinde göz kırpmaz, kimi zaman fırtınalar koparır, dev dalgalar halinde ruhumuzun sahillerini döver durur. Onu meşgul edecek bir konu veya iş bulamadığımız için serkeşlik yapmakta adeta intikam almaktadır.
Olumlu zorluklarla onu meşgul etmekten başka seçeneğimiz ve ondan kurtuluşumuz yoktur. Ya onun baskılarına boyun eğip günahlara girmek gerekecektir veya oturup içimizi sıkıntı ve üzüntülerle kemirmesine katlanmak zorunda kalacağız. Ya da manevi lezzet üreten işlerimizle ve güzel aktivitelerle onu susturacağız.
Boş duran ve boşluklar içinde yüzen fert ve toplumların, duran suyun
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yosunlaşması, işlemeyen demirin pas tutması gibi zamanla çürümesi kaçınılmazdır. Tarih bu anlamda, hamle ruhunu yitirmiş toplulukların akıbetlerine şahit bulunmaktadır.
Aksiyon halinde bulunan insanlar daima kazanırlar. Bu açıyı Kur'an şöyle belirler: “Boş oturanlarla, ayakta işleyip duranlar bir olmazlar! Allah işleyip duranları derece olarak üstün tutmaktadır.” 1402
Bu ayetle, Duha süresi, 4. ayet arasında latîf bir irtibat da seziliyor. Ve son derece orijinal bir mesajı bize fısıldıyor:
"Her işin sonu başından daha hayırlıdır." Çünkü hayırlı amaç ve niyetle başlanan her iş, yüce bir hedefe kilitlenmişlik ve sistematiklik içinde, azim ve sebatla çalışarak, hayırlara vesile olacak şekilde, başarıyla sonuçlandırılmalıdır ki bir yenisine yönelme şevkini, isteğini ve becerisini insana kazandırmış olsun!
Sonu belirleme ve onu açıklama, son derece etkili bir motivasyon oluşturur Aynı şekilde bir hedef belirleme, o hedefe ulaştığını hayal ederek şevkle çalışma adına vazgeçilmez bir prensiptir.
Ayetten, "Hiçbir zaman, salih bir eyleme, son eylem nazarıyla bakılmamalı!" gibi ikinci orijinal bir mesajın da ortaya çıktığını görüyoruz Sanki ayet bize: "Başladığın bu işe, bunu bitirip, başka bir işe başlamak üzere başla!" şeklinde bir uyarıda bulunuyor.
"Ve hedefler içinde, ömür boyu ulaşılamaz zirveye, sonsuz bir hedefe gözünü dikerek, ulaşılamaza ulaşmak için sürekli başla; bitir yeniden başla; hayatını böyle başla ve bitirlerle öylesine doldur ki, hayatın son bulduğunda, bir işe ya başlıyor ol ya da başlamak üzere bitiriyor ol!" diyerek düşünceleri derinleştiriyor…
Bu bir salih eylem dairesi oluşturma demektir Her son ve sonlandırma yeni bir başlangıç için kanca atma anlamını taşımalıdır Kitap okurken, bir sayfayı bitirirken diğerine geçmeye hazırlanmak gibi Eylemdeki manevi lezzet, insanı yeni bir eyleme hazır hale getirmekte, insanın psikolojik tavrına orijinal bir kıvam kazandırmaktadır.
İşimizde veya insanlara yararlı bir çalışmada sırtımıza yüklenen kas ağrıları ve yorgunluklar, boş oturmakla ruhumuzda oluşan boşluklardan sızan sıkıntı ve üzüntü ile oluşan rahatsızlıkların ağırlığından fazla olmayacaktır Tam tersine yorgunluk veren her hizmetten haz ve huzur hissedeceğimiz konusunda kuşku yoktur Çünkü külfet ne kadar çok olursa nimet o oranda artar. Mağrem kadar mağnem; zorluk nisbetince ödüle konma vardır.
Son ayet ise bu eylemlere bir ruh katmakta, "Allah adına!" diyerek anlam ve değer kazandırmaktadır. Çünkü insan sürekli iş yapar semere verir de bir gün, niyet ve amaç gibi en önemli bu ana faktörün yokluğundan bıkkınlığa düşebilir, "Ben niye, kimin için çabalıyorum ki bu kadar!" deyip, emeklerinin boşa gideceği anlayışına kapılabilir. İşte, insanın sa'yinin semeresini ahirette göreceği ve Allah’ın rızâsını kazanacağı inancı, onun için gerçek anlamda motive edici, yüreklendirici ve tükenmek bilmeyen, uçurucu bir enerji kaynağı olmaktadır Ve
1402] 4/Nisâ, 95
KOLAYLIK / YÜSR
- 289 -
böyle insanlarda psikolojik rahatsızlıklar pek görülmediği gibi, bu tarz insanların yoğun olduğu toplumlarda gerçek huzur hâkim olur.
Ayet, sürenin başında işaret edilen ve bütün nefis-ruh hastalıklarına, kişilik ve davranış bozukluklarına ana dosya durumunda olan "Sadr" darlığından kurtulup inşiraha kavuşmak için pratik bir çözüm önermektedir: Sadece Rabbe yönelmek, zorluklarla mücadele etmek ve hayatımızda nefis hesabına bir boşluk bırakmamacasına, insanlığa yararlı olacak hayırlı hizmetlerde koşturmak!
Son ayetler de bize insanın, "Psikolojik iç ve dış aksiyonu" nu düşündürmektedir.
Geleneksel Din Anlayışı ve Yozlaşmasının Sonucu: Dinin Zorlaştırılması
Kur'an ve Sünnet çizgisinden sapma, Hz. Peygamber tarafından her bid'atin dalâlet/sapıklık olduğu belirtilmesine rağmen bazı bid'atlerin "hasene/güzel" olduğu anlayışı ve bu düşüncenin sonucu "tamamlanmış din"e ilâveler, dini zorlaştırma çizgisini başlatmıştır. Giderek, fıkhî/mezhebi hükümler Kur'an ahkâmı gibi, ictihad ve yorumlar dinin kendisi gibi, beşerî ve göreceli doğrular mutlak hakikat gibi, fazîlet ve tavsiyeler farz gibi görülmeye/gösterilmeye başlanmış, din ortalama insanın kaldıramayacağı zorluklarla dolmuştur.
Kur’an; öğrenilmesi, okunması, ezberlenmesi ve hayata geçirilmesi kolay olan, Allah tarafından kolaylaştırılmış olan bir kitap olduğu halde,1403 Kur'an'ın zor olduğu, halkın anlamasının mümkün olmadığı belirli çevrelerce ısrarla belirtilmiştir. Kur'an'ın sadece okunması, ezberlenmesi değil, aynı zamanda insanlar öğüt alsın diye kolayca anlaşılmasını sağlamak için Arapça indirildiği halde,1404 kolaylaştırılmış Kur'an'ın yerine tavsiye edilen başka beşerî kitaplar dini zorlaştırmıştır. Ruhbanlık benzeri aşırılıklar yasaklanmış olmasına rağmen; çile inzivâ hayatı, azîmet ve zorluğu tercih etmek gerektiği, zora tâlip olunmasının şart olduğu, kendine ezâ verme, bir lokma-bir hırka anlayışı, dinin zorlaştırılmasında büyük etkenlerdendir. Sözgelimi resmin ve müziğin her çeşidi haram kabul edilmiş, bazı yiyecek ve giyecekler dinden, hatta kutsal kabul edilmiştir. Allah ve Rasûlü'nün haram kılmadığı nice hususlar, birçok yazarın eserinde ve konuşmacının dilinde haram ve günah ilan edilmiş, halk da "o haram, bu haram; şunu yapmak günah, bunu yapmak günah; İslâm'ı yaşamak mümkün değil, öyleyse boş ver gitsin!" demiştir.
İslâmî hayatı ve hayatın İslâmîleştirilmesini aşırı idealize etmek de dini zorlaştıran başka bir etkendir. Toplumun tümü veya önemli bir bölümünün harekete geçmesiyle ya da bir kıyamla gerçekleşebilecek şeylerin suçunu karşımızdaki müslüman bireylere atfetmek ve bunları şikâyet tarzında, sıkıntı ve görev kaçkınlığı olarak sunmak, mükemmeliyetçilik, hem hastalıklı bir tipi ortaya çıkarmakta ve hem de hastalıklı/ütopik/hayata uygulanamayan ideal bir din anlayışını doğurmakta ve dini yaşamanın imkânsızlığı vurgulanarak din zorlaştırılmaktadır. Kendini dâvet ve tebliğ görevini yüklenmek zorunda hisseden, samimi, ama "kolaylaştırın, zorlaştırmayın!" ilkesinden ve bunun nasıl pratize edileceğinden habersiz
1403] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 19/Meryem, 197
1404] 44/Duhân, 58
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
genç, aşırı idealize edilmiş, zor bir tablo ile "cihad, İslâm devleti, tâğutlara savaş, zorluklara tâlip olmak..." kavramlarının öne çıktığı dini sunmakta, muhâtabını da suçlamakta ve ilk elde ve hemen çok şey beklemektedir. Bu tavır, bırakın "çok"u, "az"ın bile oluşmasına engel olmakta, hatta bazen eldekinin bile gitmesini neticelendirmektedir.
Bu tavrın bir benzeri, bazı müslümanların bireysel İslâmî yaşayışı için de sözkonusudur. Güçlü iman, sabır, ibâdetlere özen, ahlâkî tutarlık, insanî ilişkilerde düzey gibi hususlarda yeterli olmadığı ve mânevî/psikolojik altyapı eksikliği ve bazen hastalıklı ve zikzaklarla dolu tavırlarına rağmen, dozu yüksek tutulmuş nâfile ibâdetler, fazla infak, fedâkârlık ve aşırı faâliyet içinde ezilebiliyor, ifrattan tefrîte yuvarlanabiliyor. Belirli bir zaman sonra da, bir müslümanın asgarî görevlerini bile terkeden çizgiye gelebiliyor. Hâfızlığa zorlanıp, insanî ve İslâmî olmayan usûllerle zorla hâfız yapılan nice gencin, hayatı boyunca Kur'an'dan ve dâvâdan uzak yaşaması gibi durumlar hep dinin zorlaştırılması ve idealize edilmesiyle ilgili problemlerdir.
İslâmî faâliyet ve hizmetlerde dâvânın yükü ve sorumluluğu fedâkâr ve gayretli bir tek kişinin üzerine yüklenmekte, onlarca insanın yapacağını bu bir kişi aşırı zorluklarla yerine getirmektedir. Cemaatin diğer fertleri de sadece onu eleştirip onun moralini bozmaktadır. Bunun sonucu olarak üzerine aşırı yük yüklenen kişi maddî ve mânevî yönden yıpranmakta ve bir zaman sonra ister istemez bir köşeye çekilip pasifize olmakta, hatta bazen dâvâdan, faâliyetten soğumaktadır.
Kolaylığın Sınırı; İlâhî Ölçü mü, Hevâ mı?
Allah Teâlâ, zor gibi görünen ibâdetleri farz kılmakla, esasen mü’min kullarını hayat mücâdelesine, zorluktan kurtarıp kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı dilemiştir. Namazla hevâsına direnecek, kötülük ve fahşâdan uzaklaşacak, oruçla kolay kolay cihad etmeye alışacak, lüzumunda sabır yolları öğrenilecek, zekâtla nefsinin paraya kul olmasından kurtulacak, hayatın zorlukları yenilecek, âhiret saâdetindeki güzellik, kolaylık ve saâdetlere erişecektir. İbâdetler insanı olgunlaştırır, insanı maddî ve özellikle mânevî yönden güçlendirir. İbâdet ve Allah’a tâat, O’nun hükümlerine riâyet, hevâsının/nefsinin kulluğundan kurtulmuş mü’min için hiç de zor değildir. Allah’a iman edip O’na teslim olan insan, zorlukları aşacak, daha doğrusu şeytanın zor gösterdiği kolaylıkları seçecektir. Şeytan, insana kötülüğü emreder, insanın kendini küçültüp basitleştirmesine, ibâdetleri zor zannedip onlarla yücelip güçlenmesine engel olmak ister.
Mü’min şeytana ve hevâsına kanmayacak, imtihanını kazanma gayreti içinde Allah’a kul olmanın, başka tüm kulluklardan daha kolay ve daha güzel olduğunu unutmayacaktır. İslâm’ın hükümleri ne zordur, ne de çok basit. Müslüman da en küçük görevi zor kabul edip kaçan basitlikte ve tembellikte bir insan değildir. “Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!” Devin yükü ağırdır, ama kaldıramayacağı kadar değildir. Dev için o yük kolay bir yüktür, ama seviyesi küçük olanlar için o yük, kaldırılamayacak kadar zor kabul edilebilir; bu konudaki problem, eşyanın içyüzüne vâkıf olamayan, kandırılıp yönlendirilebilen âciz alıcılarla bakmakta, yani serabı su, suyu da serap zannetmektedir. Mü’min, Allah’ın nûruyla bakar, kalp ve iman gözünü devreden çıkartmaz. Bilir ki, kâfirler, bakmasını bilmeyen bakar körlerdir. “...Onların gözleri vardır, fakat onlarla görmezler, onlar gâfillerin tâ
KOLAYLIK / YÜSR
- 291 -
kendileridir.” 1405; “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalpler kör olur.” 1406
Sahip olduklarından veren, takvâya sarılan, güzelliği benimseyen kişi ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların yüsre ulaşmaları rahatlıkla sağlanır. Kur'an, bu konuyu ifâde ederken "yüsrün teysîri" deyimini kullanıyor ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak demektir. Kolayı sevip aramak yetmez, kolayı elde etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte, Kur'an bu sırra dikkat çekiyor.1407 Cimrilik yolunu seçen, insanlarla hiçbir madde ve gönül alışverişinde bulunmayan, güzelliği yalanlayıp gerçek güzele sırt çeviren kişi ve toplumlar ise zora, zorluğa sürülür. Kur'an burada "usrün teysîri" deyimini kullanıyor ki, zorluğu kolay zannettirmek demek olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet ve yanlış bilgilerin tutsağı haline gelince, zoru kolay sanabilir ve hiç farkında olmadan başına binlerce sıkıntı ve problem sarabilir. 1408
İnsanın hevâsı/nefsi, arzu ve hevesleri, doğrunun ölçüsü olmadığı gibi, kolaylığın ölçüsü de olamaz. “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.”1409 Dünyada insan nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak uğruna yanlış yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis çoğu zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da azgınlaşması, Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin, ya da zor zannedilen bazı görevlerin olması normaldir. Aslında Din’in teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez.1410 Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler. 1411
Eski ümmetler, başlarında peygamberler olduğu halde, çok büyük zorluklarla imtihan olmuşlardı. Habbâb İbnu'l-Eret (r.a.) anlatıyor: "Rasulullah (s.a.s.) Kâbe'nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: "Bize yardım etmiyor musun, bize duâ etmiyor musun?" dedik. Şu cevabı verdi: "Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah'a kasem olsun Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindimi San'a'dan kalkıp Hadramevt'e kadar gidecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan
1405] 7/A’râf, 179
1406] 22/Hacc, 46
1407] 92/Leyl, 5-7; 87/A'lâ, 8
1408] Bk. 92/Leyl, 8-10
1409] 2/Bakara, 216
1410] 2/Bakara, 286
1411] 42/Şûrâ, 13
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz." 1412
Allah, eski ümmetlerin bu zor imtihanları gibi imtihana tâbi tutulmamamız ve ağır yüklerden muaf olmamız için Kendisine duâ etmemizi bize öğretir: “Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı!”1413 Hz. Mûsâ şeriatının İsrâiloğullarına yüklediği ibâdetlerin ağırlığı, Hz. İsa’nın kendi tâkipçilerine tavsiye ettiği dünyayı terk etmeye ve ondan sonra hıristiyanların icat ettiği ruhbanlık özellikleri gibi durumları, kaldıramayacağımız veya çok zorlanacağımız imtihanlardan Allah’ın bizi muaf tutmasını istiyoruz. “Rabbimiz, bizden önce Senin yolundan gidenlerin sınandığı zor engel ve sınavlarla bizi sınama!” diye duâ etmemiz gerekiyor. Hak yola tâbi olanların zor sınav ve denemelerden geçirilmelerinin Allah’ın kanunu olmasına rağmen, bir mü’min bu yolda kendisine kolaylıklar göstermesi ve zorluklarla karşılaştığında cesâret ve sabır vermesi, zorlukları kolaylıklara çevirmesi için Allah’a duâ etmelidir.
Konuyla ilgili büyük müfessir Elmalılı şu açıklamaları yapar: “Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez.”1414 “Yükleyemez” değil; “yüklemez.” Allah’ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun çok altındadır. Allah insanı zora koşmaz, güçlerini son sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülât ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah’ın kudreti olmadığından değildir; sırf fazl u kereminden ve rahmetindendir. Bu sûretle Allah’ın kullarına bahşettiği güç ve tâkat onlara emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu sâyede onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya ve maîşet işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve imkân kalabilecektir.
Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler yapabilirler. Meselâ, günde beş vakit namazdan başka daha nice işler görebilirler. Gerçi sorumluluk, irâdeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir, her zahmet de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten dolayı, her yükletilen sorumluluk ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gücü zorlamaması da şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu, gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve tâkatleri farklı olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki, adâlet ve eşitlik de bunu gerektirir. Meselâ, malı olmayan zekâtla mükellef olmayacağı gibi, farklı derecede zenginlerin zekâtları da bir ölçü çerçevesinde değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepsi de aynı nisbet dâhilinde, meselâ kırkta birdir. Güç ve imkân hesaba katılmayarak nüfus başına eşit olarak “herkes şu kadar verecek” demek, bu temele aykırı düşer. Yine bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan farz-ı kifâyenin fertlere ilişkisi de böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların toplamı hesap edildiği zaman dahi onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı sorumluluklarda zahmetsiz ve külfetsiz kudret-i mümekkineden başka bir de kudret-i müyessire denilen, yani daha da kolaylık esasına dayanan
1412] S. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649; Nesâî, Zînet 98, 8/204
1413] 2/Bakara, 286
1414] 2/Bakara, 286
KOLAYLIK / YÜSR
- 293 -
bir kudret de şart olmuştur. Velhâsıl bu âyet, hikmet-i teşrî’in en büyük esasını özet olarak ifâde etmiştir. Sorumluluk onu yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır.
“Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme.” 1415 Bizi isyan eden toplumlar gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere yaptığın gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır boyunduruklar, şiddetli mîsaklar, ağır bağlılıklar, meşakkatli buyruklar, katı kanun, kural ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini meshederek (sûretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar, zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.
Bu âyette geçen “ısr” kelimesinin, lügatte esas anlamı, esâret ve hapis mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır mîsaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki, tarihlerde görüldüğü üzere, yahûdi ve hıristiyanlar gibi önceki ümmetlerde katı yükümlülükler vardı. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, meselâ yahûdiler günde elli vakit namaz kılmak ve mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam cezâsı uygulanmak, tevbe etmek için intihar ile yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen cezâ verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümler vardı. Kaffal Tefsirinde denilmiştir ki, “Yahûdilerin ellerinde Tevrat diye iddiâ ettikleri kitabın beşinci sifri iyice gözden geçirilirse, onların ne kadar katı hükümlere, ne kadar çetin mîsaklara tâbi tutulmuş oldukları daha birçok acâyip hükümlerle birlikte görülür. İşte mü’minler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyâz ettiler ki, Allah da fazl u keremi ile “Üzerlerindeki ağır yükü kaldıran ve bağları çözen Peygamber...”1416 âyetiyle bunları giderdi.
“Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez”1417 buyrulduktan sonra, “aynı âyetin devamında bu duâya ne hâcet vardı?” denilmesin. Çünkü önce vüsû’, yani kapasite kelimesinin anlamı, tâkat kelimesinin anlamından daha geniş kapsamlı ise de, onun tâkat yerine kullanıldığı da meşhurdur. O halde mükellefiyetin tâkat ile orantılı olması da ihtimal dâhilindedir. Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir. Önceki ümmetlerde bunun meydana gelmiş olduğu da sâbittir. Bundan dolayı bu mücmel mânânın ortadan kaldırılıp vüs’un açık olan kolaylık anlamına olması dilenmiştir.
İkinci olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir bakıma daha geniş kapsamlıdır. Bunların bizzat İlâhî teklifin ve teşrîin eseri olarak değil; tam aksine bunların zıddına hareket eden Firavun ve benzerleri gibi azgınların tasallutu ile terbiye olması da mümkündür. Bunun için ‘lâ tükellif (mükellef tutma)’ yerine; “ve lâ tahmil (yükleme)” denilmiştir. Sûrenin başından beri sürüp gelen İsrâiloğulları kıssalarında her iki yönden de uyarılar olmuştur. Aynı mânâ, âyetin devamındaki şu duâda daha ziyâde düşünülebilmektedir: “Ey Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen
1415] 2/Bakara, 286
1416] 7/A’râf, 157
1417] 2/Bakara, 286
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeyleri de yükletme”1418; hiç çekilmez, tâkat getirilmez, yükletilecek olursa yerine getirilemez, isyana sevkeder, uygulanacak olursa cezâlandırma olur, mahveder, helâk eder, tâkat yetişmez belâlar, sevdâlar altında inletme ey Kaadir Rabbimiz! Çünkü Sen her şeye kaadirsin. Bunu rahmetinden dolayı yükümlülük olarak yapmazsan da imtihana çekmek için ve isyankârlara gazabından dolayı cezâlandırmak için yapabilirsin. Her şey, Senin istek ve irâdene bağlıdır. Bundan dolayı bize yükümlülük olarak, imtihan cinsinden de cezâ şeklinde de güç yetiremeyeceğimiz şeyleri yükletme.
Evet, “Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez”1419 müjden Muhammed ümmetinedir. İşte sağladığın bu kolaylık, bu hafifletme, bu ümmete bahşettiğin iman feyzi, itaat duygusu, ihlâs, irâde gücü ve Hakk’a bağlılık gibi güzel hasletler ile bağlantılıdır. Elbette bu kanunu tanımayanlar, bunun çerçevesinden dışarı çıkabilecek değiller; o zaman onlara birbirlerinin gereği olan, hak ve hukuk tanımayan kapasite ve güç dinlemeyen yükümlülükler koyduracaksın; kâfir, kâfir olmakla mükellefiyetsiz yaşayamayacak, fakat hakka uymadığından halka haksız ve yersiz yükümlülükler getirecek ve karşılığında da haksız tepkiler alacaktır ki, bu da aynı zamanda adâlet ve hakkın gereği olarak yine Senin yükletmiş olduğun bir yük olacaktır. Bu açıdan bakılırsa âlemde her kavmin kendine göre bir kanunu olduğu görülür. Ve o kanun kaçınılmaz şekilde İlâhî bir yüklemenin varlığına dayanır. Şu kadar ki, mü’minlerinki müstakîmdir ve İlâhî rahmet eseridir; kâfirlerinki gayr-i müstakîmdir, dolaylı olarak İlâhî adâletin ve gazabın eseridir. Mü’minlere adâlet olan şey, kâfirlere adâlet olmaz; kâfirlere adâlet olan şey de mü’minlere adâlet olmaz. Bütün bu liyâkat ümmetin rûhunda ve kalbindedir. “Kalpler, Rahmân ve Zülcelâl’in iki parmağı arasındadır.” Yâ Rab! Sen kalbimizi dilediğin gibi evirir çevirirsin. Bundan dolayı bizi, İslâm dininin kolay hükümlerinin yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma! Bundan ayrılmaya ve rahmetinden uzak düşmeye dayanamayız. Bizi böyle dayanılmaz dertlere uğratma!
O şekilde sorumlu tutma ve bu şekilde yük yükletme de, “Va’fu annâ (günahlarımızın izlerini bizden gider).”1420 İtiraf ederiz ki, biz Senin koyduğun hükümlere itaat etmeyi bütün gücümüz ve ihlâsımızla taahhüt etmiş olduğumuz halde, yine de kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş değiliz, bütün çalışmalarımız esas itibarıyla Senin bir nimetinin bile şükrünü edâya yetmez. Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs’at esâsen Senin bize ihsân ettiğin bir nimettir. Onun kullanılmasından doğacak faydalar da yine bize bahşedilmiş olduğu halde, bizim de onu tamamen Senin yolunda kullanmamız gerekirken, biz tutuyoruz da onunla Senin rızâna aykırı olarak kendimize zararlar bile verebiliyoruz. Kesb ve kazanç sermâyesi olarak verdiğin irâde ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya getirip hepsini kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden dilediğimiz dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil; fazl u rahmetinden ümid ederek diliyoruz. Hâlbuki olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir şekilde sâdır olmuş olan günahlar, Senin İlâhî bilginde zâten belli ve sâbittir. Onların oradan silinmesi imkânsızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle onların bize yönelik olan sonuçlarını istersen silebilirsin. Zira sebepleri yaratan ve gerçekten etki
1418] 2/Bakara, 286
1419] 2/Bakara, 286
1420] 2/Bakara, 286
KOLAYLIK / YÜSR
- 295 -
sahibi olan ancak Sensin. Bizim kötü işlerimizle onların doğuracakları sonuçlar arasındaki ilişkiyi dilersen mahvedebilirsin.” 1421
Allah, hiç kimseyi, yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz. 1422 Bununla birlikte, kişinin neyi yapıp neyi yapamayacağına kendisi karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belirli bir kimsenin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah’tır. Aynı şekilde, bir şeyin kolay veya zor olduğuna hükmetmek; şeytanın ve insan hevâsının/nefsinin kararına bırakılmamalıdır. Allah bizim için zorluk dilemediği, kolaylık istediği için,1423 Allah’ın bize emrettiği tüm hükümler kolaydır. Ama nasıl birçok zorluğu ve çirkinliği bulunan haramları şeytan süslediği,1424 kolay ve güzel gösterdiği gibi; Allah’a ibâdet ve itaati de zor göstermeye çalışır.
Müslümanca yaşamak, ibâdet ve tâatla Allah’a teslim olup O’na yönelmek, aslında hayatı kolaylaştırmaktır. Fakat insan şeytanla ve günahlarla imtihan edildiğinden nefsi/hevâsı ona ibâdetleri ve İslâmî hayatı zor gibi gösterir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur: “Dünya hayatında onlara sadece bir azap vardır. Âhiret azâbı ise daha meşakkatlidir/şiddetli ve zordur. Onları Allah’tan (O’nun azâbından) koruyacak kimse de yoktur.” 1425
Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah'ın hudûdudur. Allah'ın göstermediği kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf etmeye kalkmaktır. Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol keseden sevap dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve yazılmıştır: "Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl boyunca bütün günahların silinmesine sebep olur." (Hâlbuki Peygamber sünnetinde ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır, ne de bol keseden vaatler.) "Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen bir kadın, bu davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden bu insanların davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman sana uymazsa sen zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun, tâviz vermeden yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi geçinmeli, kâfirlere karşı da hoşgörülü olunmalıdır..." gibi yaklaşımlar, dini kolaylaştırmak adına tahrîf etmek demektir. Dine ilâveler (bid'atler) ve bu şekilde dini zorlaştırmalar ne kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini insanların arzu ve hevesine uygun hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir. "Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar? Eğer (azâbın âhirete ertelenmesiyle ilgili) o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (helâk kararı) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acıklı bir azap vardır." 1426
Halktan, hatta hoca geçinenlerden bazıları, dini kolaylaştırma konusunda bir örnek verirler. Hemen herkesin defalarca duyduğu bu meşhur misal şudur: Bir köy imamı, yeni tâyin olduğu köydeki câmiye cemaatin hiç gelmediğini görür. Günlerce bekler, dâvet eder, fakat köylüleri câmiye namaz kılmaya getirmeye
1421] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 273-274, 280-281
1422] 2/Bakara, 286
1423] 2/Bakara, 185
1424] 6/En’âm, 43
1425] 13/Ra'd, 34
1426] 42/Şûrâ, 21
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muvaffak olamaz. Sorar bir gün cemaat olması gereken ama olmayan köylülere: “Niye namaz kılmak için câmiye gelmiyorsunuz?” diye. Onlar da “Aslında biz müslümanız, namaz da kılmak istiyoruz. Fakat abdest alırken ayaklarımızı yıkamak bize çok zor geliyor; ayakkabılarımızı çıkarmak istemiyoruz. Hem, ayakkabıyla da câmiye girilmez; bir kolayını da bulamadığımız için câmiye gelemiyoruz” derler. Hoca da: “Kolay! der, hiç bunun için câmi terk edilir mi? Siz ayaklarınızı yıkamadan abdest alın, ayakkabılarınızla câmiye girin, namazınızı kılın, öyle de olur, câizdir!” Köylü, bu kolaylaştırma ile ve bu şekilde abdeste ve câmiye alışır, namazlarını hep bu şekilde kılmaya devam ederler. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, o köyün imamı başka yere tâyin edilir, başka bir imam da o köye. Köye gelen yeni imam, cemaatin ayaklarını yıkamadan abdest alması ve câmiiye ayakkabı ile girmesini çok yadırgar. “Bu nasıl iştir, böyle namaz olur mu? Size kim bu fetvâyı verdi?” diye çıkışır. Onlar da eski hocalarının "câizdir" diye fetvâ verdiğini söyleyince, yeni imam, selefi olan eski imamı arar bulur ve ondan hesap sorar. Eski imamın verdiği cevap şudur: “Ben onları ayakkabıyla abdest alıp namaz kıldırmaya alıştırdım; sen de ayakkabılarını çıkarttır!”
Bu fıkramsı hikâye, olmuş veya olmamıştır; hiç önemli değil. Önemli olan bunun din gibi, nass gibi halk arasında benimsenmesi ve hatta dinin uygulanması için örnek teşkil edecek temel bir ölçü kabul edilmesidir. Bu hikâyeden çıkarılan hükme/hikmete göre dine çağrının yöntemi şöyle olmalıdır: “Din kolaylaştırılmalı, halkın istediği şekilde zor gelen görevler yumuşatılmalı, insanlar ısınsın diye dinin hükümleri yavaş yavaş, bazı tâvizler verilerek uygulatılmaya çalışılmalıdır. Öteki türlü, kestirip atmak, tâviz vermemek insanların câmiden namazdan soğumasına sebep olacağından yanlıştır. Usûl/metod ayakkabıyla namaza alıştırma cinsinden olmalı, dine ve ibâdetlere dâvette bu yol tâkip edilmelidir ve ondan sonra da yavaş yavaş o hatalar/tâvizler düzeltilmeli, sıra geldiğinde ayakkabı çıkarılmaya çalışılmalıdır. Öyle birden bire yasaklar uygulanmaz, farzlar yerine getirilmez...”
Öncelikle söyleyelim ki, kıssa ve hikâyelerle, uydurmalarla din, ibâdet ve tebliğ usûlü belirlenmez. Kur’an’a ve Sünnete ters düşen hiçbir mantıkî öneri, hikâye din açısından delil de olmaz, bağlayıcı da; hatta daha da ilerisi, bunlar eski veya modern İsrâiliyattır, dinin tahrif edilmesine vesile olacak bâtıl inanışlar ve tavırlardır. Allah’ın göstermediği kolaylığı, O’nun adına hiç kimse gösterme hakkına sahip değildir. Allah’ın dinini oyuncak haline getirme, onu kuşa çevirme dünyada ve âhiret açısından büyük hüsrândır. Abdestin nasıl alınacağını, namazın nasıl kılınacağını tâyin ve tesbit, Allah’a âit bir haktır. Kimse, kendi kafasından Allah ve Rasûlünün belirlediği hükmü değiştiremez, insanların hevâsına ya da kendi arzusuna göre kolaylıklar icat edip dinden tâviz veremez. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat/dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” 1427
Müslüman, Allah’a teslim olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil; Allah’ın hükmünü ölçü alan kimse... Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’dır; Allah’ın hükmü... “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı
1427] 42/Şûrâ, 21
KOLAYLIK / YÜSR
- 297 -
yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”1428; “Bunlar, Allah’ın (koyduğu) hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâp vardır.” 1429
"...De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." 1430; "(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." 1431; "... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir." 1432; “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…”1433; “Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?”1434; “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” 1435; "Sonra da Seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma."1436; “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” 1437
Müslüman olmak için kendilerinin namaz, zekât ve cihadla mükellef tutulmamalarını şart koşan Tâif’lilere; Peygamberimiz’in, kesinlikle namazsız dinde hayır olmadığını belirterek böyle bir tâvizi kabul etmediğini biliyoruz.1438 Âişe vâlidemiz, Efendimiz’in müsâmahasını anlatırken, şahsî hiçbir meselesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini, kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki: “Allah’a âit bir hak ayaklar altında çiğnenirse, onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı.” 1439
Dini, Allah'ın koyduğu ölçüleri hiçe sayarak kendi kafasına göre kolaylaştırmak, Allah'ın göstermediği kolaylıklara müsâade etmek, -hâşâ- Allah'tan fazla merhametli olmaya kalkmak demektir ki, bu Allah'a karşı isyan, dine karşı da zulümdür. Bu ifrâtın yanında, Allah'ın mubah kıldığı şeyleri haram kılan tefrît çizgisi de aynı oranda sakattır/bâtıldır. Eski kavimlerde bu tefrît çizgisi, dinde tahrîfi
1428] 33/Ahzâb, 36
1429] 4/Nisâ, 13- 14
1430] 2/Bakara, 120
1431] 5/Mâide, 49
1432] 6/En'âm,119
1433] 23/Mü’minûn, 71
1434] 25/Furkan, 43
1435] 45/Câsiye, 23
1436] 45/Câsiye, 18
1437] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70
1438] Ahmed bin Hanbel, IV/218
1439] Müslim, Fedâil 79
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ortaya çıkarmıştır. Bu yahûdileşme çizgisiyle ilgili olarak Mustafa İslâmoğlu şu tesbitte bulunuyor:
“Dini zorlaştırmanın ve uydurmacılığın en tehlikeli yanlarından biri, Allah’ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmektir. İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını Kur’an’dan öğreniyoruz: “Tevrat indirilmeden önce, İsrâil (Yakup Peygamber)’in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: Getirip okuyun Tevrat’ı, eğer doğruysanız!”1440 (Gerçekten de İsrâiloğullarının kendilerine yasak kıldıkları inek etinin Tevrat’ta helâl kılındığını görüyoruz: 1441
Allah’ın koymadığı yasakları koymak, sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı. Çünkü eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa elbette bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar da bütün insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.
Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin “değişken” ve “sâbitelerini” birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din, kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya başlıyor; kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı lâubâlileşiyordu. Bu, tam İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’dan sonra dinlerine karşı lâubâli oluş serüveninin aynısıydı.
Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından, bugün “İslâmî tiyatronun farziyyeti” derecesine, dün “erkek çocuklarını dahi okula göndermeme” ifrâtının ardından bugün delikanlı kızların okuması hatırına “başlarını açıversinler canım” tefritine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen ancak tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday “hidâyet filmleri”ne, dün telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların, yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde verilen “İslâmî konser”lere, dün dinlenmesi “haram” olan radyodan bugün kurulması “farz” olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukarıda vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor.” 1442
Hz. Peygamber'in zorluklara mâruz kaldığı dönemde Allah, rasûlünün göğsünü genişlettiğini, yükünü kaldırdığını, şânını yücelttiğini1443 zikretmektedir. Ve eklemektedir: "Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet, her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır."1444 Güçlük bittikten sonra değil; güçlükle beraber kolaylık. Güçlükle kolaylık net çizgilerle birbirinden ayrılmamış; tersine geçişli, her ikisi de belirli bir oranda bir arada bulunabilmektedir. Güçlüklerin, sıkıntıların arttığı dönemlerde, çözüm yolları yavaş yavaş açılır, sıkıntılar süreç içinde azalırken, kolaylık da artar.
1440] 3/Âl-i İmrân, 93
1441] Levliler, 22/20-30
1442] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, Denge Y. s. 206
1443] 94/İnşirâh, 1-4
1444] 94/İnşirâh, 5-6
KOLAYLIK / YÜSR
- 299 -
Yaşadığımız sıkıntılar, hatta mağlûbiyetler; moralimizi bozabilir, yıpranmamıza neden olabilir. Ama bunlar kesinlikle trajedilere, çaresizliklere dönüştürülmemeli. Ne zorluk, ne de kolaylık mutlaktır. Zorlukların aşılması, ancak doğrular üzerindeki ısrar ve sabırla mümkündür. Allah Teâlâ, bizi başardıklarımızla değil; yapıp ettiklerimizle hesaba çekeceğine göre, zor zamanlarda üzerimize düşeni yerine getirmeli, bütün gücümüzle cehdetmeli ve Allah'a tevekkül etmeliyiz. Karanlığın en fazla koyulaştığı, ümitlerin yitirilmeye başlandığı an, İlâhî yardımın yaklaştığı andır.1445 Zorlukları aşmada gösterdiğimiz çaba, kolaylıkta da sürmeli, dinamizm süreklileştirilmelidir: "O halde, boş kaldığında yeniden yönel."1446 İmtihan, her zaman belâ, sıkıntı ve zorlukla olmaz; bazen de kolaylık ve nimetlerin bolluğu ile olur. Allah'a iman edenler için ümitsizliğe yer yoktur: "Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmiş iseniz, mutlaka siz üstün geleceksiniz." 1447
Dinde Kolaylık ve Müsâmaha Esastır: “Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Ben kulumun, Benim hakkımdaki zannı üzereyim. Kulum Beni nerede zikreder/anarsa Ben oradayım. Bana bir karış yaklaşana Ben bir kulaç yaklaşırım. Bana bir kulaç yaklaşana Ben iki kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene Ben koşarak giderim.” 1448
“Elinizden geldiği kadar müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız. Onun için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız. Devlet başkanının afta hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir.” 1449
“İsmah yüsmehu lek = Müsamahalı ol ki, müsamaha göresin.” 1450
Yeni müslüman olmuş ve İslâm’ın yüce ahlâk esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış bedevîlerin (çölde yaşayan ve medenî hayatın dışında kalmış kültürsüz insanlar) kaba ve haşin davranışları olurdu. İçinde yaşadıkları iklim ve medenî imkânlardan uzak hayat şartları, onları biraz da böyle olmaya âdeta zorlardı. Bir defasında Efendimiz Mescid-i Nebevîde ashabı ile oturmuş konuşuyorlardı. Bedevînin biri içeri girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım! Bana ve Muhammed’e rahmet et! Başka kimseye de bizimle beraber rahmet etme!” diye dua etti. Bunu duyan peygamberimiz: “Pek geniş olan ilâhî rahmete sınır çektin yahu!” buyurarak bedevînin hatasını düzeltmeye çalıştı. Bu bedevî, biraz sonra kalkıp Mescid’in bir tarafına giderek abdest bozmaya başlayınca, şaşkınlıklar içinde kalan sahâbiler bağrıştılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) işe müdâhale ederek şöyle buyurdu: “Bırakın (işini görsün). Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık göstermek üzere gönderildiniz.” Sonra bedevîyi yanına çağırarak ona dedi ki: “Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik içindir. Bunlar, Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır.” 1451
İnsana öyle geliyor ki, sahâbelerden çok Hz. Peygamber’in hiddetlenmesi, kendi mübarek mescidinin mâruz kaldığı böyle bir hakaret karşısında asıl onun
1445] 2/Bakara, 214
1446] 94/İnşirâh, 7
1447] 3/Âl-i İmrân, 139; Oktay Altın, Hak Söz, Sayı: 114, Eylül 2000, s. 36
1448] Müslim, Tevbe 1
1449] Müsned, Ahmed b. Hanbel, 5/160
1450] Müsned, Ahmed bin Hanbel, 1/248
1451] Buhâri, Vudû, 58, Edeb 35, 80; Müslim, Tahâret 98-100; Ebû Dâvud, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öfkelenmesi gerekirdi. Fakat Rasül-i Ekrem düşünüyor ki, bedevî bu işi kasten ve hakaret olsun diye yapmamaştır. Cehâleti sebebiyle böyle davranmıştır. Şu halde ona kızıp bağırmak, azarlamak doğru bir hareket olmazdı.
"Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak (,onu sorguya çekmek; daha önce Mûsâ’dan istenen şeyler gibi talepte bulunmak) mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur." 1452 Bu âyet-i kerimede Allah Teâlâ, zor gelebilecek görevler insana yüklenmesin diye, olayların olmasından önce Hz.Peygamber’e çok soru sorulmasını yasaklamaktadır. Nitekim bir başka âyette şöyle buyrulur: “Ey iman edenler, size açıklanınca hoşunuza gitmeyen şeyleri sormayın. Kur’an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. Allah (sorduğunuz şeyleri veya açıklanmadığına göre diğer hususları) affetmiştir. Ve Allah ğafûrdur, halîmdir.” 1453
Eğer âyetin nüzûlünden sonra tafsîlâtını soracak olursanız o konu size açıklanır. Ayrıca bir şeyi, olmazdan önce sormayın; belki sormanız nedeniyle o şey yasaklanabilir, din zorlaştırılmış olur. Bunun için, sahih hadiste ifade edilmiştir ki; müslümanlardan vebâli en büyük olan, yasaklanmamış olan bir şeyi sorup da bu soru sebebiyle o şeyin yasaklanmasına sebep olanlardır. Bunun için Buhârî ve Müslim’de Muğîre bin Şu’be’den naklen zikredilen hadiste Rasûlullah’ın (s.a.s.), “denilmiş ve dedi” gibi şeyleri çok sormayı ve malı boşa harcamayı yasakladığı belirtilir. Müslim’in Sahîhinde de buyrulur ki; “Benim bıraktığım şeyleri, siz de bırakın. Çünkü sizden öncekiler çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı çıkmaları sebebiyle helâk olmuşlardır. Ben, size bir şeyi emredersem gücünüzün yettiğince yerine getirin. Size bir şeyi de yasaklarsam ondan sakının.” Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’nın müslümanların üzerine haccı farz kıldığını bildirmesinden sonra, adamın biri, “her yıl mı yâ Rasûlallah?” dediğinde Hz. Peygamber susmuş. Adam üç kere tekrarlayınca O, “hayır!” demiş. “Eğer evet deseydim, böyle gerekirdi ve sizin buna gücünüz yetmezdi. Benim bıraktığım şeyleri siz de bana bırakın!” buyurmuştur.
İslâm’ı Yaşamayanlara Cezâ: Hayatın Zorlaşması
Bunca teknolojik imkân ve araçlar, hayatı kolaylaştırması gerekirken, para ve şehir hayatının rahat şartları... hayatı daha zorlaştırdı. Köyde-kentte bunca imkânsızlıklara rağmen eskiden hayat daha sade, daha kolay, daha bereketli ve huzurluydu. Bu, Allah’ın nimetidir; İslâm’ı yaşayan insanlara kolaylıklar lutfedilir, yaşamayan her çeşit imkâna rağmen zorluklar içinde bocalar durur. İslâmî hayat hem huzur verir, hem kolaylık... Evde, işte, ihtiyaç kabulünde, tüketimde, eğitimde, insanlar arası ilişkilerde... kolaylıklar, fıtrata uygun durumlar. Kolaylık, fıtrata uyum demektir. Kolaylık, güçtür, potansiyele uymaktır. Bir kovayı taşımak, iki kovayı taşımaktan zordur. Tek kanatlı olmak daha zayıflıktır. Kanat, yük değil, imkândır/kolaylıktır. Boş durmak, tembellik, lüzumsuz işler veya gayri İslâmî uğraşlar... daha zor, daha harap edicidir: “Fe izâ ferağte fe’nsab (İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış -boş durma-!)”1454 İslâm, insanın kapasitesini, gücünü arttırır.
Sürekli antrenmanla güçlenen kimseye, antrenmansız kimsenin zorlanacağı şeyler kolay gelir. "Kolay" değerlendirmesinin psikolojik yönü de unutulmamalı;
1452] 2/Bakara, 108
1453] 5/Mâide, 101
1454] 94/İnşirâh, 7
KOLAYLIK / YÜSR
- 301 -
Allah’ın zorluk yüklemediğine inanan, dünyanın imtihan dünyası olduğu bilincinde olan ve sabır gibi, kanaat gibi olgunluklara sahip olan kimse için başkalarının gözünde büyüttüğü ve onlara zor gelen hususlar çok kolay gözükecektir. Allah’ın yardımını düşünen ve onu hak etmeye çalışan kimse, hiçbir zaman güçsüz olmayacak ve gözüne hiçbir şey zor gözükmeyecektir. “Allah dağına göre kış verir.”
“Kim Benim zikrimden (Kur’an’dan, Allah’ı anmaktan) yüz çevirirse şüphesiz onun için dar bir geçim vardır ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşrederiz.”1455 Âyette geçen “maîşeten dank”; dar bir geçim veya geçim sıkıntısı şeklinde iki türlü anlaşılabilir. Allah’ın zikrinden gâfil, zikrin esası olan Kur’an ve namaz gibi ibâdetlerden uzak yaşayanlar için hayat sıkıntılarla, zorluklarla, darlıklarla geçecektir; Bu, Allah’ı unutanlara esas olarak vereceği âhiret cezâsının dünyadaki avansıdır. Kalp Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.1456 “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık indirir.” 1457
Takvâ sahiplerine Allah furkan (hak ile bâtılı, hayırla şerri, kolaylıkla zorluğu ayırt edecek bir anlayış) verir: "Ey iman edenler, Allah'tan ittika ederseniz (korkarsanız), O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir."1458 Âyette geçen "iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış" olarak tercüme edilen "furkan" kelimesi, "takvâ" gibi mutlak ve kapsamlı bir kelimedir. Takvâ'yı meyve veren ağaca benzetirsek, furkan da onun meyvesidir, diyebiliriz. "Furkan" lügatta, iki veya daha çok şeyler arasını açmaktır. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Dini, şeriatı ve yaratıkların nizamı konusundaki sünneti (kanunu) gereğince, korkulması gereken her şeyde Allah'tan korkarsanız, bu takvâ sebebiyle Allah size hak ile bâtılı ayıracak ilmî bir meleke (bilgi ve yetenek), hidâyet ve kalplerinizde nur verir; Bu sâyede insan hakkı bulur ve yolunu şaşırmaz, bâtıl da onu aldatamaz.”
Takvâ sahiplerine Allah, çıkış yolu gösterir. Sıkıntılardan kurtarır, güzel ve temiz rızık verir: "Kim Allah'tan ittika ederse (korkarsa), (Allah) ona bir çıkış (yolu ve kolaylık) yaratır. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse, O, ona yeter." 1459 Yani, Allah, emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak sûretiyle Allah'tan korkan kimseye her türlü sıkıntıdan (kurtulacak) bir çıkış yolu ve kolaylık verir, ummadığı yerden onu rızıklandırır ve verdiği şeylerde bereket nasib eder. Kim Allah'a tevekkül eder, yani işini O'na havâle ederse, önemsediği şeyleri temin konusunda Allah ona yeter: "Kim Allah'tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona işinde bir kolaylık verir." 1460
İktisadî mânâdaki refah ve bolluk, iman ve takvâ iledir: "O ülkelerin halkı iman edip ittika etselerdi (günahtan sakınsalardı), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (bolluk) kapıları açardık; fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları
1455] 20/Tâhâ, 124
1456] 13/Ra’d, 28
1457] 6/En’âm, 125
1458] 8/Enfâl, 29
1459] 65/Talâk, 2-3
1460] 65/Talâk, 4
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yakalayıverdik." 1461 Yani, kent halkı Allah'a iman edip, O'nun haram kılarak yasakladıklarından kaçınırsa, yağmur ve bitki vererek yerden ve gökten bereket kapılarını açarız. Fakat peygamberlerini yalanlayınca Allah, küfür ve mâsiyetlerinin bir cezâsı olarak, onları kuraklık ve kıtlıkla yakalayıp cezalandırdı. "Eğer ehl-i kitap iman edip takvâ sahibi olsalardı (kötülüklerden sakınsalardı), elbette onların kötülüklerini örter ve onları nimetlerle donatılmış cennetlere sokardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni (Kur'an'ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından (sayısız nimetleri) yerlerdi (yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). Onlardan aşırılığa kaçmayan (mu'tedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!" 1462 Dini uygulamak, takvâ sahibi olmak; medenî ve iktisadî bakımdan toplumları geri bırakmak şöyle dursun, refah ve mutluluğun zirvesine çıkarır. Dini bırakıp menfaat felsefesine göre hareket edenler, zayıfları, başka ulusları sömürme yoluna gittikleri için gerilik, sefalet, savaş ve kargaşalara sebep olmaktadırlar. Allah'ın hâkimiyetine boyun eğildiği takdirde yeryüzünde hiçbir kimse zerrece zulme uğramayacak, herkes hakkını alacak, zenginlik, bolluk ve refahı meşrû yollarda arayacak ve işte o zaman gökten nimetler yağacak, bolluk ve bereket olacak, yerden de zenginlikler fışkıracaktır.
"Sizden herhangi biriniz hevâsını benim getirdiğime tâbi kılmadıkça iman etmiş sayılmaz."1463 Nefsin sürekli olarak kullukla ilgili görevlerle, hayırla uğraşması gerekir. Çünkü nefsi kirlerden, paslardan temizleyecek olan şey bunlardır. Şâyet nefis, hayırla meşgul olup uğraşmazsa, bu takdirde insanı şer ve kötülüklerle meşgul eder. Hayat, boşluk kabul etmez. Çünkü kişi devamlı ibâdet halindedir: Ya Allah'a, ya da Allah'ın dışındakilere.
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: Rasulüllah (s.a.s.) buyurdular ki: "Ben bir âyet biliyorum. Eğer insanların hepsi onu tutsaydılar, hepsine kâfi gelirdi." Ashab, "Ey Allah'ın Rasulü, bu hangi âyettir?" diye sordular. Peygamberimiz: "Ve men yettekıllahe yec'al lehû mahracen (Ve kim Allah'tan korkarsa -takvâ sahibi olursa- Allah o kimseye bir çıkış yolu ihsan eder.)" 1464 âyetini okudu. 1465
"Zorluklar, başarının değerini arttıran süslerdir."
"İnsanın en büyük dostu zorluklardır. Çünkü insanı karşılaştığı zorluklar güçlendirir."
"Bir işi, en zor yanından düşün ki, yaparken güçlük çekmeyesin."
"En zor üç şey vardır: Bir sırrı saklamak, bir yarayı unutmak, boş zamanı iyi kullanmak."
"Güçlükler, insanın ne olduğunu gösterir."
"Zorluk çeken rahat bulur."
"Bir kova taşımak, iki kova taşımaktan zordur."
1461] 7/A'râf, 96
1462] 5/Mâide, 65-66
1463] İmam Nevevî, Kırk Hadis
1464] 65/Talâk, 2
1465] Kütüb-i Sitte, hadis no: 7297, c. 17, s. 591
KOLAYLIK / YÜSR
- 303 -
"Hayatta en zor şey, amaçsız insanlarla birlikte yaşamak zorunluğudur."
"Zorluklardan korkup kaçan, eninde sonunda onun içine düşer."
"Her zorluğa ilgisizlik gösteren, hayatta çok zorluk çeker."
"Her yokuşun bir inişi vardır."
“Rabbi yessir ve lâ tuassir, Rabbi temmim bi’l-hayr (Rabbim! Zorlaştırma, kolaylaştır. İşimi hayırla tamamlamayı nasib et!)”
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yüsr/Kolaylık Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- "Yüsr/Kolaylık" Kelimesinin, Türevleriyle Birlikte Geçtiği Âyetler (41 yerde): 2/Bakara, 185, 196, 196, 280; 4/Nisâ, 30, 169; 12/Yûsuf, 65; 17/İsrâ, 28; 18/Kehf, 88; 19/Meryem, 97; 20/Tâhıâ, 26; 22/Hacc, 70; 25/Furkan, 46; 29/Ankebût, 19; 33/Ahzâb, 14, 19, 30; 35/Fâtır, 11; 44/Duhân, 58; 50/Kaf, 44; 51/Zâriyât, 3; 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 57/Hadîd, 22; 64/Teğâbün, 7; 65/Talâk, 4, 7; 73/Müzzemmil, 20, 20; 74/Müddessir, 10; 80/Abese, 20; 84/İnşikak, 8; 87/A'lâ, 8, 8; 92/Leyl, 7, 7, 10; 94/İnşirâh, 5, 6.
B- "Usr/Zorluk" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (12 yerde): 2/Bakara, 185, 280; 9/Tevbe, 117; 18/Kehf, 73; 25/Furkan, 26; 54/Kamer, 8; 65/Talâk 6, 7; 74/Müddessir, 9; 92/Leyl, 10; 94/İnşirâh, 5, 6.
C- "İkrâh/Zorlama" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (7 yerde): 2/Bakara, 256; 3/Âl-i İmrân,83; 4/Nisâ, 19; 9/Tevbe, 53; 10/Yûnus, 99; 13/Ra'd, 15; 16/Nahl, 106; 20/Tâhâ, 73; 24/Nûr, 33, 33, 33; 41/Fussılet, 11
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. İkrâh: c. 9, s. 399-404; Hoşgörü: c. 8, s. 409-420
2- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. Yüsr: c. 6, s. 416-417 İkrâh: (Hamdi Döndüren,) c. 3, s. 120-121
3- İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s.762-765
4- Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Ahmet Önkal, Esra Y. s. 258-265
5- İslâm’da Müsamaha, İmam Gazâli, Marifet Y.
6- Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.
7- Nebevi Hareket Metodu, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y.
8- Hangi İslâm? Erhan Aktaş, Anlam Y.
9- İslâmî Uyanışın Problemleri, Yusuf el-Kardavi, Risale Y.
10- İslâmî Hareketin Problemleri, Fethi Yeken, Ravza Y.
11- İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza Y.
12- Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 54-69, 390-424
13- Zorlanan İnsan, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
14- Zorluklarla Mücadele, Herbert N. Gasson, çev. R. Şükrü Apuhan, Timaş Y.
15- İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan el-Hudaybi, İnkılab Y.
16- İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, Mehmet Erdoğan, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakf. Y.
17- İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile Saffet Köse, Birleşik Y.

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:11

KIYÂMET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KIYÂMET


- 149 -
Kavram no: 11
İman 18
Gayb 5
Bk. İman; Âhiret; Ecel ve Ölüm
KIYÂMET
• Kıyâmet; Anlam ve Mâhiyeti
• “Kıyâmet”in Diğer İsimleri
• Kıyâmet Alâmetleri
• Sûr; Kıyâmetin ve Haşrin Başlangıcı
• İsrâfil (a.s.); Allah’ın Emriyle Kıyâmeti Başlatacak Melek
• Ba’s ve Ba’sı İnkâr
• Ba’su Ba’de’l-Mevt
• el-Bâis; Yeniden Dirilten Allah
• Haşr ve Neşr
• Haşr-ı Cismânî
• Mahşer
• Sırat ve Sırat Köprüsü
• Havz-ı Kevser
• Hesap ve Hesap Günü
• Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
• Mizan
• Duhân; Kıyâmet Alâmetlerinden Biri
• Dâbbetü’l-Arz
• Deccal
• Mehdi
• Sahte Peygamberlik ve Hz. İsa’nın Nüzûlü
• Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını Sanıyorsunuz?
• Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet
• Hadis-i Şeriflerde Kıyâmet ve Kıyâmet Alâmetleri
• Kıyâmet ve Âhiret Şuuru
• Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
• Kıyâmet ve Âhiret Anlayışı, Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
• Her An Yaşadığımız Kıyâmet: Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
• Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
• Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
“Allah -ki, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur- sizi mutlaka kıyâmet gününde bir araya toplayacaktır. Bunda şüphe yoktur. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” 670
670] 4/Nisâ, 87
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kıyâmet; Anlam ve Mâhiyeti
Kıyâmet: Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek anlamına gelir. İslâm inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayını dile getirir. Bu olay Kur'an'da çok çeşitli isimlerle anılır.
Kıyâmet, Allah inancından sonra İslâm'ın ikinci temel inancı olan Âhiret hayatının ilk aşamasını oluşturur. Genel bir yok oluş ve yeniden dirilişle birlikte gelişecek Haşr, Hesap, Mizan, Cennet ve Cehennem gibi olaylar hep Kıyâmet gününün gündemi içindedir. Bu nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet ve onunla birlikte gelecek olaylara inançtan başka bir şey değildir. Bu büyük önemi yüzünden Kur'an Kıyâmet olayını sık sık hatırlatır, zaman zaman da bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır. Kıyâmet kesin olarak gerçekleşecek,671 şüphe götürmeyen bir olaydır.672 Alâmetleri belirmiş,673 yaklaşmıştır.674 Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha yakındır.675 Kâfirler bu günden devamlı bir şüphe içinde kalırlar,676 yalanlarlar.677 Onun ağırlığına ne gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın gelir.678 Sarsıntısı korkunç bir şeydir.679 Belâlı ve acı bir Sâat'tir.680 Yalanlayanlar için çılgın bir ateş hazırlanmıştır. 681
Kur'an, Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta oluş biçimine ilişkin tasvirler verdiği halde, zamanı konusunda bir açıklama yapmaz. Kıyâmet doğrudan doğruya Allah'ın dilemesine bağlı bir olaydır ve O'ndan başka hiç kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur. Kur'an, "Kıyâmet sâatinin bilgisi şüphesiz Allah katındadır"682 gibi âyetlerle Kıyâmet'in zamanının hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda sorulan soruları şöyle cevaplar: "De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz."683; "Kıyâmet'in ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek. Onun nihâyeti ancak Rabbine âittir." 684 Cibril Hadisi olarak bilinen ünlü hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Cebrâil'in bu konudaki sorusunu "Sorulan, sorandan daha bilgili değildir" diye cevaplayarak kendisinin de Kıyâmet'in zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştır. 685
Kur'an Kıyâmet'in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici tablolar çizer. Buna göre Kıyâmet "Sûr'a üflenince" 686 başlayacak, kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli kadınlar kucaklarındaki çocukları
671] 15/Hicr, 85
672] 22/Haac, 7
673] 47/Muhammed, 18
674] 54/Kamer, 1
675] 16/Nahl, 77
676] 22/Hacc, 55
677] 25/Furkan, 11
678] 7/A'râf, 187
679] 22/Hacc, 1
680] 54/Kamer, 46
681] 25/Furkan, 11
682] 31/Lokman, 34
683] 7/A'râf, 87
684] 79/Nâziât, 42-44
685] Buhârî, İmân 37
686] 39/Zümer, 68
KIYÂMET
- 151 -
unutacak, hâmile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar sarhoş gibi olacaklardır.687 Gök, erimiş maden gibi, dağlar atılmış yün gibi olacak, kimse dostunu soramayacaktır.688 Gök yarılacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, denizler fışkıracak, kabirler altüst edilecektir.689 Gözler dehşetten kamaşacak, ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar kaçacak sığınacak bir yer bulamayacaktır.690 Dehşetten on aylık gebe develer bile salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya toplanacak, denizler kaynatılacak, nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek, Cehennem alevlendirilecek, Cennet yakınlaştırılacaktır. 691
Kıyâmet'in genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sûr 'a ikinci kez üflenmesiyle ikinci safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek ayağa kalkacaklardır.692 Bu diriliş ve kalkışı (ba's) toplanma (haşr) izleyecektir. Kur'an Kıyâmet'in bu ikinci safhasını da canlı tasvirlerle anlatır: O gün insanlar gözleri dönüp kararmış bir halde, öteye beriye yayılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacak ve dâvet edene koşacaklardır. Bu arada kâfirler "bu ne çetin gün" diyerek korkularını dile getireceklerdir.693 Muttakî kullar ise Allah'ın huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır.694 O gün herkes kardeşinden, anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır. Çünkü her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır. Mü'minlerin yüzleri parıl parıl parlayacak, onlar gülecek ve sevinç içinde olacaklardır. Kâfir ve fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine kapkara kesilecektir.695 Tüm insanlar tabî oldukları önderlerle birlikte çağrılacak,696 peygamberler ümmetlerine şâhitlik etmek üzere toplanacak,697 gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük ineceklerdir. 698
Yeniden diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insânlara amel defterleri dağıtılacak, mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak, hak edenler Cennet'e, müstahak olanlar geçici ya da süresiz olarak Cehennem'e gönderilecek; böylece sonsuz âhiret hayatı mutluluk ya da azapla başlayacaktır.
Kur'an ve Sünnet'ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte, müslümanlar arasında ölüme küçük Kıyâmet (Kıyâmet-i suğrâ) denilmesi gelenekleşmiştir. Bazı bilginlere göre bu tanımlama, ölümün âhiret hayatına bir geçiş olmasına dayanılarak yapılmıştır. Kimi bilginler ise bu tanımlamanın Kur'an'a dayandığını öne sürmektedir. Bu bilginlere göre "Allah'a kavuş(up huzura çık)mayı yalan sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihâyet kendilerine ansızın Sâat gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek (gelirler ve): 'Orada (hayatta iken), işlediğimiz büyük kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!' derler..."699 âyetinde "Kıyâmet" anlamındaki "Sâat" aynı zamanda ölümü de dile getirmektedir. Bu geleneğe göre gerçek Kıyâmet,
687] 22/Hacc, 1-2
688] 70/Meâric, 8-10
689] 82/İnfitar, 1-5
690] 75/Kıyâme, 6-12
691] 81/Tekvîr, 1-13
692] 39/Zümer, 68
693] 54/Kamer, 7-8
694] 10/Yûnus, 45
695] 80/Abese, 34-42
696] 17/İsrâ, 71
697] 77/Mürselât, 11
698] 25/Furkan, 25
699] 6/En'âm, 31
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kıyâmet-i kübrâ (büyük Kıyâmet) olarak anılır.
Küçük Kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük Kıyâmet'e kadar süren dönem Kabir Hayatı ya da Berzah olarak adlandırılır. Kabir Hayatı içinde Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgusu ve ölünün mü'min ya da kâfir oluşuna göre mutluluk ya da azab vardır. Kabir Hayatı'na ilişkin bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s.) kabri "ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukur" olarak nitelemiştir.700 Bir başka hadiste de Münker ve Nekir'in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği ya da azâba uğratıldığı anlatılır. Buna göre Mü'minin mezarı yetmiş arşın genişletilir, aydınlatılır ve ona "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi Mahşer gününe kadar uyumana devam et" denilir. Münâfık kişinin mezarına da "Bu adamı alabildiğine sıkıştır" emri verilir. Yer, cendere gibi adamı, kemikleri hurdahaş oluncaya kadar sıkıştırır ve ölü yeniden dirilene kadar böyle işkence görür.701
Yaygın kanaate göre herkesin Kıyâmeti kendi ölümüyle başlar. İnsan, yaratılışının gereği ölümü hoş karşılamaz. Kur’ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde dünyanın meşrû nimetlerinden faydalanılması emredilmiş ve yeryüzünün imar edilmesi istenmiştir.702 Hz. Peygamber de ölümün temenni edilmemesini tavsiye etmiş ve yaşamanın mü'mine hayır getireceğini bildirmiştir. 703
Genelde vaaz, tasavvuf ve ahlâk alanlarına dâir kaleme alınan eserlerde ölüm uyarıcı ve korkutucu bir vâsıta olarak kullanılıp dehşet verici tasvirler yapılmıştır. Kur'an'da bile bile küfür ve inkâr yolunu tutanlar, zulmedenler, müslüman topluma karşı kin besleyip dinî hayat alanında çifte şahsiyet ortaya koyanların ölüm hallerinin elem verici olacağı ifâde edilir.704 Buna karşılık dünyada iman edip dürüst davrananların kendilerine esenlik dileyen melekler tarafından karşılanacağı, hiçbir korku ve üzüntüye kapılmadan hak ettikleri cennet mutluluğuyla sevinmelerinin kendilerine telkin edileceği haber verilir. Melekler onların dünyada ve âhirette dostları olduklarını, hizmetlerine hazır bulunduklarını ifâde edecek, ğafûr ve rahîm olan Allah'ın sayısız ikrâmına mazhar kılınacaklarını belirteceklerdir.705 Yine Kur'an'da meleklerin Allah'a dönüp O'nun yoluna uyanlar için duâ ve niyazda bulundukları, Cenâb-ı Hak'tan böylelerini bağışlamasını, cehennem azâbından korumasını, kendilerini iyi yoldan ayrılmayan ataları, eşleri ve nesilleriyle birlikten Adn cennetlerine koymasını talep ettikleri anlatılır.706 Bu âyetlerden çıkarılabilecek sonuçlara göre ölümle başlayan âhiret hayatı neşesi veya sıkıntısı bulunmayan bir yaşantı değildir. "Berzah âlemi" diye de anılan bu hayatın dünya ile âhiret arasında bir geçit yeri teşkil ettiği ve Kıyâmetin kopmasından sonra başlayacak ebedî hayatın bir örneğini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu ifâde eden ve Hz. Peygamber'e nisbet edilen hadis707 yakın anlamlı
700] Tirmizî, Kıyâmet 26
701] Tirmizî, Cenâiz 70; Ahmet Özalp, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 366-367
702] 2/Bakara, 168, 172; 2/Ankebût, 17; 62/Cum'a, 10
703] Buhârî, Deavât 30; Müslim, Zikir 10, 13
704] 6/En'âm, 93-94; 8/Enfâl, 49-51; 16/Nahl, 28-29; 47/Muhammed, 26-29
705] 16/Nahl, 32; 41/Fussılet, 30-32
706] 40/Mü'min, 7-8
707] Tirmizî, Kıyâmet 26
KIYÂMET
- 153 -
başka rivâyetlerle de desteklenmektedir.708
Kozmik anlamda Kıyâmetin ne zaman kopacağı bilinmemektedir. Kur'an'da 40 yerde geçen "sâat" kelimesiyle anlatılan Kıyâmetin kopuşunun -jeolojik zaman çerçevesinde- yakın olduğu, ansızın geleceği ve alâmetlerinin belirdiği709 ifâde edilmektedir. Ancak bu alâmetlerin nelerden ibâret olduğu açık bir şekilde haber verilmemiş, sadece Ye'cûc ve Me'cûc'un gelişiyle,710 dâbbetu'l-arzın çıkışı711 Kıyâmet alâmeti mânâsına alınabilecek bir bağlam içinde zikredilmiştir. Çeşitli hadis rivâyetlerinde yer alan Kıyâmet alâmetlerinden zaman içinde sosyal hayatın bozuluşu ve ahlâkî gerileyişi konu alanların dışında kalanlar, isnâd veya metin kritiği açısından iman derecesinde bağlayıcı olmaktan uzak bir görünüm arzetmektedir.
Kıyâmetin Halleri: Kıyâmet hallerini sûra üfleniş, ba's, haşir, hesap, cennet ve cehennem durakları olmak üzere beş merhalede incelemek mümkündür.
Hadis ve tefsir rivâyetleriyle desteklenen bazı âyetlerde Kıyâmet gününde cezâ ve mükâfat safhasının fiilen başlamasından önce dünyada işlenen kötü amellerin ibret verici yansımalarının olacağı haber verilir. Meselâ toplumu sömürücü bir nitelik taşıyan ribâ/fâiz işlemini sürdürenler kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacak,712 devlet malına hıyânet edenler Kıyâmet meydanına haksız yere aldıkları mal boyunlarına asılı olarak geleceklerdir.713 Ebû Hüreyre'den rivâyet edilen bir hadiste kaydedildiğine göre Hz. Peygamber sahâbîlere bir hitabede bulunurken devlet malına hıyânet etmenin dehşet verici sonuçlarından söz etmiş ve şöyle demiştir: "Kıyâmet gününde birinizin boynunda meleyen bir koyun, diğerinin boynunda için için kişneyen bir at, öbürünün boynunda böğüren bir deve, başkasının boynunda altın ve gümüş, bir diğerinkinde sallanıp duran bez parçası bulunuyorken karşıma çıkmayın! Bunların herbiri benden yardım isteyecek, ben de, 'elimden gelen bir şey yok, dünyada iken sana tebliğ etmiştim' diyeceğim." 714
Din Günü: "(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün, âhiret hayatının gerçek sahibi)dir."715 "Din günü" kavramı, "gün" anlamına gelen "yevm" kelimesiyle; "itaat, hesap, cezâ (yapılan işin tam karşılığının verilmesi)" gibi anlamlara gelen "ed-dîn" kelimesinden oluşur. Din günü: Yapılan işlerin tam karşılığının verilip görüleceği hesap günü anlamına gelir. Bu tanımda geçen "gün" kelimesi, bir gün ve gecenin toplamı olan yirmi dört sâat anlamında olmayıp, zaman bölümlerinden herhangi birini ifade etmektedir. Buradaki "gün"; ay, yıl, asır, çağ gibi bildiğimiz veya bilmediğimiz herhangi bir zaman birimi olabilir. "Bugün dünya, yarın âhiret" sözünde olduğu gibi. Kur'an'da geçen ifadelerden yola çıkılarak âhiretteki bir günün bin veya elli bin sene olduğu anlaşılmaktadır. "Din" kelimesi ise burada, hesap, cezâ, karşılık anlamlarına gelir.
708] Müslim, Cennet 65-66; Tirmizî, Cenâiz 70
709] 47/Muhammed, 18
710] 21/Enbiyâ, 96
711] 27/Neml, 82
712] 2/Bakara, 275
713] 3/Âl-i İmrân, 161
714] Buhârî, Cihad 189; Müslim, İmâre 24
715] 1/Fâtiha, 3
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Din günü" kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır: Hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği "Kıyâmet günü." Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği "Cezâ günü." İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının görüleceği "Hesap günü."
Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. Kur'an'ı, Kur'anî kavramları, öncelikle Kur'an'la tefsir etmek en doğru yoldur. Din gününün ne olduğunu başka âyetler açıklamaktadır: "Sonra din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız Allah'a aittir."716 Din günü: "Bütün iyi ve kötü işlerin Hak ölçüsünden geçerek son tahakkukunu bulacağı ve birbirinden tamamen ayrılacağı son zamandır." Gelecekte, yapılan işlerin tam karşılığının verileceği son gün demektir. Görüldüğü gibi, Din günü, Kıyâmet gününü ifade etmektedir. Kıyâmet gününün, öldükten sonra dirilme, durup bekleme, sual, hesap, mîzan, sırat ve cezâ gibi durum ve mertebeleri vardır. Şu halde Din günü, dinin mâlum olan mühim günü demektir ki, bundan da âhiret ve Kıyâmet günü anlaşılmaktadır. Bu günde herkes, dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir.
Kur'an, üç boyutlu, üç zamanlıdır. İfade ve mesajı bu üç zaman dilimini kuşatır. Kur'an, coğrafyalar üstü, yani evrensel olduğu gibi, aynı zamanda çağlar üstüdür, tüm zamanların kitabıdır. Kur'an, hali ve halimizi anlatırken mâzîyi (geçmişi) hatırlatır. Aynı zamanda insanı geleceğe hazırlar. İstikbâli gözönüne serer. İstikbâl denilince çoğu kimsenin aklına gençlikten sonra yaşanan dünyevî dönem gelmektedir. Bu, ileriyi görememektir, uzun vâdeli değil; küçük düşünmek ve küçülmektir. İstikbâl göklerde değil; köklerdedir; yani fıtratta ve kaynak Kitap’ta. İnsan, Kur'an'ın mesajından beslenerek bu üç zamanı yaşarsa zamâne insanı olmaktan çıkar; diri diri yaşar ve her yaptığı ibâdet değeri kazandığından canlı Kur'an olur. Bu şuurdaki insan, din günü bilinciyle hesaplı yaşar, büyük mahkemede hesaba çekilmeden kendi nefsini hesaba çeker.
Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma zahmetine kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla karşılaştırıldığında çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara değişilmeyecek şerefli kulluk görevini terketmek akıllılık mıdır? İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da çok merhametli, bizi uyarıyor ve bize din gününü hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp göndermeliyiz. Din günü şuuru bize bunları kazandırır.
Din Günü de Denilen Kıyâmet ve Âhiretin Tek Sahibi Allah'tır: Âhirete, din günü denilmesinin bir sebebi de, âhiretin dinin temel esaslarından olmasıdır. Allah ve âhiret inancı, tevhidin tüm esaslarını içermektedir. Allah, âhiretin sahibi olduğu gibi; dünyanın da sahibi, mâliki ve meliki (yöneticisi)dir. Ama Fâtiha Sûresinde "din gününün, cezâ gününün mâliki" denmiştir. Bunun sebebi: Bu dünyada bir kısım insanların mâliklik ve meliklik iddiasında bulunmalarına Allah'ın fırsat vermiş olmasındandır. O'nun dünyanın sahibi ve yöneticisi olduğuna karşı gelen bazı çatlak sesler olabilir. Ama O'nun âhiret gününün sahibi oluşuna orada itiraz eden kâfir, müşrik hiçbir kimse olamayacaktır. Âhirette mülk ve milk, sahiplik ve otorite yalnız ve yalnız O'na aittir. "Kimindir o gün hükümranlık?
716] 82/İnfitar, 17-18
KIYÂMET
- 155 -
Elbette kahhâr olan tek Allah'ındır." 717; "O gün iş tamamıyla Allah'ındır." 718 Elbette âhiretin de dünyanın da sahibi sadece Allah'tır. Yoksa, âhiretin sahibi ve yöneticisi ile dünyanın sahibi ayrı ayrı güçler değildir. Ne var ki, O'nun dünyanın sahibi oluşu, bazı küfür çevrelerince tartışılsa bile âhiret mâlikliği tartışmasız ve itirazsızdır. Gerçek mü'min ise, O'nun dünya mâlikliği konusundaki tartışma ve itirazları ortadan kaldırmakla görevlidir.
Yüce Allah'ın her şeyin tek yaratıcısı ve sahibi olduğunu bildiren pek çok gerçek vardır. Örneğin, kâinatın yapı taşı olarak bilinen atom ve hayat binasının ana maddesi olarak kabul edilen hücre. Atom, bunca küçüklüğüne rağmen büyük bir mûcize; Hücre, bunca görülmezliğine rağmen bir başka mûcize. Şüphesiz bu kâinat, her dilden okunan, her vesile ile anlaşılan apaçık bir gerçekler kitabıdır. Evrenin herhangi bir noktasına dikkatlice bakmak, Allah'a ve din gününe, yani âhirete inanmak için yeterlidir. Allah'ın okunan kitabı olan Kur'an'da din günü anlatılırken, görünen kâinat kitabından da bazı sayfalar gözler önüne serilmiştir. Böylece öldükten sonra dirilme işi, Kıyâmet günü ve âhiret hayatı, en gerçekçi ve doğru bir şekilde anlatılmıştır.
“Kıyâmet”in Diğer İsimleri
Kur'an'da Kıyâmete ait pek çok isim zikredilmiştir. Kur'an'da “Kıyâmet” kelimesi dışında, aynı anlama gelen çokça kelimeler kullanılmıştır. Kıyâmet anlamında kullanılan bu kelimelerin önemli bir bölümü, Kıyâmetin dehşetini anlatan ve bu zaman diliminde olacak bazı özelliklerin ifâdesidir. Yani, bunların çoğu Kıyâmetin sıfatlarıdır. Ama isim olarak da kabul edilir. Bu isimler Kıyâmet'in oluş biçimi ve sonuçlarına ilişkin çeşitli nitelik ve yönlerini açığa çıkarmakta, tanımlamaktadır. Kıyâmet günü anlamına gelen ve Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen önemli isimler şunlardır:
Yevmü'd-Dîn: Din günü, cezâ günü demektir. 719
Es-Sâatü: Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman demektir. 720
El-Yevmü'l Hakk: Hak günü, doğruluk günü demektir. 721
Yevmü'l Ma'lûm: Geleceği kararlaştırılmış belirli ve muayyen gün demektir. 722
El- Vaktü'l Ma'lûm: Geleceği belli olan Allah katında kararlaştırılmış bulunan vakit demektir. 723
El-Yevmü'l Mev'ûd: Vadedilmiş, yani olacağına söz verilmiş gün anlamındadır.724
El-Yevmü'l Âhir: Son gün, dünya hayatından sonra gelecek olan hayat demektir. 725
717] 40/Mü'min, 16
718] 82/İnfitar, 19
719] 1/Fâtiha, 4
720] 30/Rûm, 12, 14, 55
721] 78/Nebe', 39
722] 56/Vâkıa, 50
723] 38/Sâd, 80-81
724] 85/Burûc, 2
725] 58/Mücâdele, 22
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yevmü'l Âzife: Yakında gelecek olan musibetler ve felâketler günü anlamına gelir. 726
Yevmü'n Asîr: Zor ve müşkül bir gün demektir. 727
Yevmü'n Azîm: Büyük bir gün anlamındadır. 728
Yevmü'l Ba's: Ölümden sonra yeniden dirilme günü anlamına gelir. 729
Yevmü't-Teğâbün: Aldanmadan duyulan üzüntü ve esef günü anlamına gelir. 730
Yevmü't-Talâk: Buluşma ve kavuşma günü demektir. 731
Yevmü't-Tenâd: İnsanların korku ve dehşetten bağrışıp çağrışacakları gün. 732
Yevmü'l Cem': Toplanma günü, yaratılmışların toplanacağı gün demektir. 733
Yevmü'l-Hısâb: Hesap günü demektir. 734
Yevmü'l Hasr: Hasret günü, yapılan işlerden dolayı pişmanlık duyup hasret çekme günü anlamlarına gelir. 735
Yevmü'l Hurûc: Dirilip kabirden çıkma günü anlamındadır. 736
Yevmü'l Fasl: Hak ve bâtılın ayırt edileceği hüküm günü demektir. 737
El-Kaari'a: Çarpıcı belâ, âlemin tahribi zamanında varlıkların birbirlerine şiddetle çarpmalarından dolayı, insanların akıllarını alacak ve ödlerini patlatacak olan büyük hâdise demektir. 738
El- Ğâşiye: Perde günü, her şeyi sarıp kaplayan gün anlamındadır. 739
Et-Tammetü'l-Kübrâ: Büyük musibet ve felâket günü demektir. 740
En-Nebeü'l-Azîm: Büyük haber günü demektir. 741
El-Haakka: Zarûri olarak gelip gerçekleşecek olan sâbit saat ve zaman demektir. 742
El-Va'ad: Vâde günü demektir. 743
726] 40/Mü'min, 18
727] 54/Kamer, 8; 74/Müddessir, 8-9
728] 6/En'âm, 15
729] 26/Şuarâ, 87
730] 64/Teğâbün, 9
731] 40/Mü'min, 15
732] 40/Mü'min, 32
733] 42/Şûrâ, 7
734] 38/Sâd, 16, 26
735] 19/Meryem, 39
736] 50/Kaf, 41-42
737] 44/Duhân, 40; 77/Mürselât, 14, 38
738] 101/Kaaria, 1-5
739] 88/Ğâşiye, 1
740] 79/Nâziât, 34-35
741] 78/Nebe', 1-2
742] 69/Haakka, 1-3
743] 70/Meâric, 42-44
KIYÂMET
- 157 -
El-Vâkıa: Vuku bulacak gün, yani olacağı muhakkak olan gün demektir. 744
Emrullah: Allah'ın emri, hükmünün geçerliliği anlamına gelir. 745
Yevmü'l Kıyâmeh: Kıyâmet günü, ölülerin dirilip kalkacağı gün demektir. 746
Kıyâmet Alâmetleri
Eşrâtu's-sâa, yani Kıyâmet alâmetleri: Ahir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet'in yaklaştığını, kopmak üzere olduğunu gösteren belirtiler demektir. Bu belirtiler genellikle Küçük Alâmetler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alâmetler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir.
Kur'an, Kıyâmet'in zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir.747 Buna karşılık yaklaştığını,748 yakın olduğunu,749 ansızın geleceğini750 bildirir. Kıyâmet alâmetlerinin belirdiğini751 ifâde etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez. Ancak, "Sâat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak"752 âyetinin ikinci bölümünün "ay yarılacak" biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur'an'da anılan tek Kıyâmet alâmeti olma özelliği kazanır.
Hadis külliyâtları ise Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri hadislerde dile getirilen alâmetleri nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alâmetler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alâmetler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi dönemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, dinî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terkedilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Küçük Alâmetler'in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:
a) İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları. 753
b) İnsanların ölümü temenni etmeleri. 754
c) Câriyenin efendisini doğurması. 755
d) Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması. 756
e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması. 757
f) İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması. 758
744] 56/Vâkıa, 1-2
745] 40/Mü'min, 78; 82/İnfitar, 19
746] 75/Kıyâme(t), 1, 40
747] 7/A'râf, 187; 31/Lokman, 34; 33/Ahzâb, 63
748] 54/Kamer, 1
749] 16/Nahl, 77
750] 7/A'râf, 187
751] 47/Muhammed, 18
752] 54/Kamer, 1
753] Buhârî, Fiten 25; bk. Tecrîd-i Sarih Terc; 1/58
754] Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 53-54
755] Müslim, İmân 1
756] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 42
757] Müslim, Fiten 29-31
758] Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 17
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması. 759
h) Depremlerin çoğalması. 760
ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması. 761
i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi. 762
j) Yahûdilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi. 763
k) Zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması. 764
l) Kahtan'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi. 765
Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir: Huzeyfetu'l-Ğıfârî’den (r.a) rivâyet edilmiştir: “Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize "Ne konuşuyorsunuz?" dedi. Biz de ‘Kıyâmet gününden konuşuyoruz’ diye cevap verdik. Hz. Peygamber: “Şüphesiz on alâmet görülmedikçe Kıyâmet kopmayacaktır” dedi ve "Deccâl'i, dumanı(duhan), Dâbbetü'l-arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)'ın yere inmesini, Ye'cûc ve Me'cûc'u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını” söyledi." 766
Kıyâmetin bu on büyük alâmeti başka hadislerce ya da İslâm bilginlerince şu şekilde açıklanır:
1. Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, Kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir, İslâm Dini'ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir. Deccal'in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında "kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve Mekke'ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir. 767
2. Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biridir. 768 Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır.
3. Dâbbetü’l-Arz 'ın çıkışı: Dâbbetü'l-Arz: Kıyâmet'ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı "yer hayvanı" demektir. Kur’ân-ı Kerîm'de "Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız
759] Buhârî, Fiten 4
760] Buhârî, Fiten 25
761] Buhârî, Fiten 25
762] Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 18
763] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 341; Müslim, Fiten 79-82
764] Ali en-Nâsif, Tac, 5/335
765] Buhârî, Fiten 23
766] Müslim, Fiten 39
767] Buhârî, Fiten 26; Müslim, Fiten 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112
768] Müslim, Fiten 39
KIYÂMET
- 159 -
ki o, onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler."769 buyrulmaktadır. Hz. Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında "Çıkacak olan Kıyâmet alâmetlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhûrudur. Bu iki alâmetten biri, arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir"770 buyurmuştur.
4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır. 771
5. Hz. İsa’nın (a.s.) inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları İslâm'a davet edecek, Deccâl'i öldürecek, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şerîati ile hükmedecektir. 772
6. Ye'cûc ve Me'cûc'un çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde bozgunculuk yapacak"773 olan asılları ve soyları belirsiz iki insan topluluğudur.774 Hz. Zülkarneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak775 açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak, kentleri yakıp yıkarak harâbe haline getireceklerdir. Bazı rivâyetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir. 776
7. 8. 9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alâmetlerindendir. 777
10. Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi. 778
Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin Sünen'lerinde yer alan bazı hadislere göre Mehdî'nin çıkması da Kıyâmet'in büyük alâmetlerindendir. 779
Hz. Peygamber (s.a.s.), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü'minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır. 780
Hadis şerhleriyle "fiten" ve "melâhim" türü kitaplarda Kıyâmet alâmetleri hakkında çeşitli rivâyetler Hz. Peygamber'e atfedilir. Bu rivâyetlerde ahlâkî bozuluşa, dinî-sosyal hâdiselere ve tabiat olaylarına ilişkin oldukça ayrıntılı bilgilere yer verilir. Kıyâmet alâmeti olarak dinle alâkalı birçok kitapta yüzlerce hadis rivâyeti vardır. Çoğu zayıf veya uydurma olan, toplumdaki dinî, sosyal ve siyasî gelişmeleri yansıtan bu rivâyetlerde belirtilen alâmetlerin sayısı yetmişi aşkındır. Kıyâmetin kopma zamanını bildiren herhangi bir âyet veya sahih hadis bulunmamakla birlikte, âhir zaman peygamberinin gelişiyle kâinatın son zaman dilimine
769] 27/Neml, 82
770] Müslim, Fiten 118
771] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten 118
772] Buhârî, Büyû’ 102; Müslim, İman 242-247
773] 18/Kehf, 94
774] Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3288
775] 21/Enbiyâ, 96
776] Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., IV/3291, 3374; Buhârî, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1, 2
777] Müslim, Fiten 39
778] Müslim, Fiten 39
779] Sünen-i Tirmizî, IV, s.1-93; Sünen-i Ebû Dâvud, N. Şr. M. Abdul Hamid IV, 100, 106
780] Buhârî, Fiten 5; Müslim, İmâre 53; Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 367-368
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
girdiğini gözönünde bulundurarak Kıyâmetin kopuşunun ashâbdan itibaren başlayabileceği düşünülmüş ve hicrî 3., milâdî 9. yüzyıldan başlayarak hadislerde zikredilen Kıyâmet alâmetlerine inanılması itikadî bir ilke haline getirilmiştir.
Sahih hadislerde sözü edilmeyen, fakat literatürde Kıyâmet alâmetleri içinde sayılan toplumsal değişimle ilgili olayları içeren rivâyetlerin o devirde yaşayan müellifler tarafından uydurulmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Rasûl-i Ekrem'in müslümanları uyardığı ve Kıyâmet alâmeti olarak zikrettiği ahlâkî bozuluş ve dinî hayatın yozlaşması, esâsen ferdin ve toplumun helâk olması anlamında bir Kıyâmet alâmeti olup kâinattaki kozmolojik düzenin yıkılması mânâsına gelmez. Aksi takdirde sözü edilen yıkılışın bugüne kadar gerçekleşmesi gerekirdi. Çünkü ahlâkî bozuluş kategorisindeki alâmetlerin Asr-ı Saâdet'ten itibaren sıkça vuku bulduğu şüphesizdir.
Üzerinde tartışılan asıl Kıyâmet alâmetleri, "büyük alâmetler" olarak kabul edilen hârikulâde olaylar ve kozmik değişikliklerdir. Kıyâmetin kopuşu öncesinde gerçekleşeceğine inanılan başlıca hârikulâde olaylar deccalın ortaya çıkışı, mehdînin zuhûru, Hz. İsa'nın gökten inmesi, Ye'cûc ve Me'cûc'un görünmesi, Hicaz bölgesinde büyük bir ateşin çıkışı, gökten insanları bürüyen bir dumanın inmesi ve dâbbetu'l-arzın yerden çıkmasından ibârettir. Bunlardan dâbbetu'l-arz, duhân ve Ye'cûc ve Me'cûc konusu Kur'an'da zikredilmektedir. Mehdî, deccal ve nüzûl-i İsa inançları ise sadece Hz. Peygamber'e atfedilen rivâyetlere dayanır.
Hadislerde dinî yozlaşmayı ve ahlâkî bozuluşu haber veren olayların kâinatın kozmik düzeninin yıkılışına işaret eden belirtiler olmaktan çok, ferdî ve toplumu yok oluşa götüren birer alâmet olduğunu kabul etmek daha isâbetli bir hüküm olmalıdır. Rasûl-i Ekrem'e atfedilen rivâyetlere dayanılarak Kıyâmet alâmetleri arasında zikredilen ve Kur'an'da haklarında bilgi bulunmayan deccalın çıkışı, mehdînin zuhûru ve Hz. İsa'nın gökten inişine dâir inançlara gelince, Selefiyye dışındaki Sünnîlerin de kabul ettiği epistemolojik anlayışa göre İslâm akaidi açısından bunlara inanma mecbûriyeti yoktur. Zira bunlar Kur'an'la sâbit olmadığı gibi, mütevâtir hadislerle de te'yit edilmiş değildir. Her şeyden önce nüzûl-i İsa inancına dayanak teşkil eden rivâyetlerdeki bilgiler Hz. İsa'nın tabiî bir şekilde öldürüldüğünü bildiren âyetlerle çelişmekte,781 ayrıca Rasûl-i Ekrem'in ardından peygamber gelmeyeceği ve her insanın belli bir süre yaşadıktan sonra öleceği gerçeğine aykırı düşmektedir. Nüzûl-i İsa'nın hıristiyanlara âit bir inanç olduğunu dikkate alarak Kur'an'la uyuşmayan bu tür âhad rivâyetlerin, tedvin döneminde hıristiyanlardan İslâm akaidine intikal etmiş olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir. Deccal inancı konusundaki son araştırmaların ortaya koyduğuna göre bu rivâyetlerde çelişkili bilgiler vardır. Sahih olanların ise deccalın ulûhiyyet niteliklerine sahip hârikulâde bir insan değil, kötülüğü temsil eden bir tip olduğu tarzında yorumlanması gerekir.
Buhârî ve Müslim gibi hadis âlimleri eserlerinde mehdî hakkındaki rivâyetlere yer vermemişlerdir. Mehdînin zuhûruna ilişkin Tirmizî ve Ebû Dâvud rivâyetlerini nakleden râvîlerin güvenilir olmadığı cerh ve ta'dil âlimlerince belirtilmiştir. Ayrıca mehdînin insanların hidâyete ermesini sağlayacak hârikulâde bir güce sahip kılınması, peygamberlerin bile tabi olduğu sünnetullahı ortadan kaldıran bir anlayıştır. Mehdî inancının oluşmasında Ehl-i Beyt'e mensup imamlara yapılan
781] 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 117
KIYÂMET
- 161 -
eziyetlerin ve müslümanlar arasında meydana gelen üzücü olayların etkisinin bulunduğu kabul edilmektedir. Bu inancın ilk defa Şia'da görülmesi bunun bir delili sayılmalıdır. Ayrıca bazı rivâyetlere dayandırılan deccal, mehdî ve nüzûl-i İsa gibi hârikulâde olayların Kur'an'ın kesin açıklamasına göre Kıyâmetin ansızın vuku bulacak olması gerçeğiyle bağdaşmadığını söylemek gerekir. 782
Kıyâmet, içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer aldığı evrenin parçalanıp dağılması ve bütün şuurlu varlıkların hesap vermek üzere Yaratıcı'nın huzurunda, mâhiyetini bilemeyeceğimiz bir biçimde kıyâm etmesidir. Bu, Kıyâmetin akla ilk gelen mânâsıdır. Kur'an iyi tetkik edildiğinde görülür ki, bu büyük ve genel Kıyâmetten başka sayısız küçük Kıyâmetler, varlıklar dünyasını doldurmuş bulunmaktadır.
Hayat sahnesinde her an milyonlarca, milyarlarca Kıyâmet yaşanmaktadır. Kâinat bünyesinde bir hiç denecek kadar küçük bir yer tutan insan vücudunda da, her an binlerce Kıyâmet yaşanmaktadır.
Her varlık birçok Kıyâmete sahnedir. Fakat her varlık daha büyük bir varlığın sahne olduğu Kıyâmetlerden de biridir. Binlerce Kıyâmete sahne olan bedenimiz, bir gün, büyük kürenin Kıyâmetlerinden biri olacaktır. Ve o büyük küre de, bir gün içinde bulunduğu güneş sisteminin Kıyâmetlerinden birine konu teşkil edecektir. Güneş sistemi, içinde bulunduğu bir başka bütünün, o da bir başka bütünün parça Kıyâmetleri olacaktır. Kur'an'ın eşsiz ifâdesiyle: "Yaratıcı'nın vechinden/yüzünden başka her şey helâk olacaktır. Hüküm ancak O'nundur ve hepiniz O'na döndürüleceksiniz."783 Kendimizden örnek verirsek, bizim altımızda ve üstümüzdeki planlarda Kıyâmetler vardır diyeceğiz.
Toplumların da Kıyâmetleri vardır. Kur'an ve hadisler iyi tetkik edilirse görülür ki, onlarda geçen Kıyâmet kelimesi, yukarıda açıklanan Kıyâmetlerden bazen birini, bazen öbürünü, bazen de hepsini birden ifâde eder. Hadis veya âyet, bir sosyolojik değerlendirme yapıyorsa, Kıyâmet sözü "toplumun çöküşü" anlamını taşıyacaktır. Meselâ, bir hadiste: "Emânetler, görevler lâyık olmayanlara verildiğinde Kıyâmeti bekle" denilmektedir. Buradaki Kıyâmet, toplumun çöküşüdür. Çünkü; emânetlerin ehil olmayan ellere geçmesi toplumu yıkar. Yani, burada bir sosyolojik Kıyâmet sözkonusudur.
Biz bu batışları, Kıyâmetleri, değişik isimler ve tablolar olarak seyrediyoruz. Sistemler, rejimler değişiyor, devrimler birbirini izliyor, imparatorluklar dağılıyor ve nihâyet dünya haritası durmadan değişiyor. Bütün bunlar din terminolojisindeki Kıyâmet deyiminin belirişleridir. Hadislerde toplumsal Kıyâmete sebep olacak birçok olumsuz gelişme ifâde edilmiştir. 784
Sûr; Kıyâmetin ve Haşrin Başlangıcı
Sûr; Kıyâmet sâati geldiği an dört büyük melekten biri olan İsrâfil’in (a.s.) üfleyeceği bir araçtır. Kur'ân-ı Kerîm'de Sûr 'un nasıl bir şey olduğu açıklanmaz. Yalnız, "Sûr'a üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana göklerde olanlar da korku
782] Yusuf Şevki Yavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 25, s. 522-525
783] 28/Kasas, 88
784] Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 304-306
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyun eğmiş olarak gelirler."785 âyeti Sûr 'un varlığına bir delildir. Bunun dışında Hz. Peygamber'den nakledilen bazı hadisler onun mahiyetini ayrıntılı bir şekilde açıklar.
Ebû Ya'lâ el-Mavsılî'nin Müsned adlı hadis kitabında Ebû Hüreyre’den (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerif Sûr 'u açıklar: Ebû Hüreyre der ki: Bir gün Peygamber (s.a.s.) bizimle oturuyor sohbet ediyordu. Etrafında sahabelerden büyük bir topluluk vardı. Bize şöyle dedi: "Yüce Allah gökleri yarattıktan sonra, Sûr 'u yarattı. Ve onu İsrâfil’e (a.s.) verdi. İsrâfil ağzını Sûr 'a dayamış ve gözlerini de Arş'a dikmiştir. Sûr'a üfürmesi için verilen emri beklemektedir." Ebû Hüreyre diyor ki; ben, "Ey Allah'ın Rasûlü, Sûr nedir?" diye sordum. O da, "Boynuza benzeyen bir âlettir" diye cevap verdi. Ben yine, "O nasıl bir şeydir" diye sordum. O da, "O, çok büyük bir şeydir. Beni hakkı tebliğ etmek üzere gönderen Yüce Allah'a yemin olsun ki, yerler ve gökler onun yanında küçük kalır. Hepsi onun içine sığabilir" diye cevap verdi... Bu hadis-i şerif uzayıp gidiyor. Ayrıntısıyla her şeyi açıklıyor. Bu hadise göre: Sûr'a üfürülüş üç kez olacak. Birinci üfürüşte korku ve dehşetten bütün yaratıklar sarsılacak. İkinci üfürülüşte bütün kâinat alt üst olup, bütün canlılar ölecek. Allah yeni bir düzen (âhiret yurdu) kurup hesap günü gelince, üçüncü bir üfürülüşle bütün ölülerin ruhlan bedenlerine girerek yeniden dirilecekler. Ve ardından hesap, kitap, mizan, şefaat, sırat, Cennet, Cehennem... Kıyâmet olayları olacak.
Kur’ân-ı Kerîm Sûr'un üfürülüşü ânında yaşanacak dehşeti, Tekvîr, İnfitar, İnşikak ve daha başka sürelerde genişçe haber vermektedir:
"O gün güneş dürülür, yıldızlar kararıp dökülür, dağlar yürütülür, en değer verilen on aylık develer terkedilir, denizler kaynatılır." 786
"Gök yarılır, yıldızlar etrafa saçılır, denizler akıtılır." 787
"Gök yarılıp Rabbinin emrine boyun eğer, yer uzatılır, içinde olanları atıp tamamen boşalır ve Rabbine boyun eğer." 788
"Büyük bir gürültü koparır, o gün insanlar ateş etrafında çırpınıp dökülen pervaneler gibi olur, dağlar atılmış renkli yüne benzer." 789
"Yer dehşetle sarsılır, ağırlıklarını dışarıya, çıkarır ve insan, "ne oluyor" diye korkusunu dile getirir." 790
"O gün bir sarsıntı sarsar, peşinden bir diğeri gelir kalpler titrer, insanların gözleri yere döner ve 'biz ufalmış kemik olduğumuz zaman eski halimize mi döneceğiz (yoksa)? O takdirde bu zararına bir dönüştür' diye düşünecekler. Tek bir çığlıkla hepsi bir düzlüğe dökülecekler." 791
"Sûr'a üfürüldüğü gün herkes bölük bölük gelecek, gökler kapı kapı açılacak, dağlar yürütülüp serap olacak." 792
785] 27/Neml, 87
786] 81/Tekvîr, 1-4, 6
787] 82/İnfitar, 1-3
788] 83/İnşikak, 1-4
789] 101/Karia, 1-5
790] 99/Zilzâl, 1-3
791] 79/Nâziât, 6-14
792] 78/Nebe', 18-20
KIYÂMET
- 163 -
"Yıldızların ışığı giderilecek, gök yarılacak, dağlar pamuk gibi atılacak." 793
"Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman insan "kaçacak yer neresi" diyecek, ama sığınak yoktur o gün." 794
"Arslandan ürkerek kaçan yabani merkeplere benzerler." 795
"Yeryüzü ve dağlar sarsılır, dağlar yumuşak kum yığını hâline gelir." 796
"Gökyüzü erimiş maden gibi olur, dağlar da atılmış pamuğa döner; hiçbir dost dostunu soramaz." 797
"Sarsıntıyı gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür, insanlar adeta sarhoş gibidir. Onlar sarhoş değildir ama Allah'ın azabının şiddeti onları o hâle koyar." 798
Ölü bedenlere ruhların verileceği üçüncü üfürülüş anında ise, "Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak, o çağırana koçarak kabirlerinden çıkarlar. Kâfirler 'bu ne zorlu bir gün' derler." 799
"Kabirlerinden çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak sanki dikili taşlara doğru koşarlar. İşte bu, söz verilmiş olan gündür." 800
Yukarıdaki hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz'e; "Sûr'a üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri müstesnâ, göklerde olanlar da yerde olanlar da korku içinde kalırlar. Hepsi boyunları bükülmüş olarak O'na gelirler."801 âyetindeki "Allah ın diledikleri müstesnâ" kelâmı ile kastedilen kişilerin kimler olduğu Ebû Hüreyre tarafından soruldu. Rasûlüllah cevaben, "Onlar şehidlerdir. Çünkü şehidler Yüce Allah'ın katında diridirler. Allah onları, Kıyâmet gününün dehşetinden, korku ve endişesinden korumuştur. O günün korku ve endişesi, sadece iman etmeyen âsi ve günâhkâr kullar içindir" karşılığını verdi. Peygamberimiz daha sonra Kıyâmet ve sûr konusunda özetle şu bilgileri verdi: "Bütün canlılar öldükten sonra ölüm meleği Azrâil Allah'ın huzuruna çıkar ve 'Ey Allah'ım, yaşamasını dilediğin kimselerden başka, yerde ve gökte canlı olarak yarayan bütün varlıklar öldü' der. Allah ise, geride kalanları herkesten daha iyi bildiği halde, ölüm meleğine 'Geride canlı kalan kimse var mıdır?' diye sorar. Azrâil, 'Ey Allah'ım, ölmeyen ve daima diri olan Zât-ı Celâlin kaldı. Sen bâkisin ve dirisin. Bir de kalmasını dilediğin Arş'ı ayakta tutan melekler, Cebrâil, Mikâil ve ben kaldım' cevabını verir. Daha sonra Allah'ın emriyle geride kalan melekler de ölür, Azrâil'e dönen Yüce Allah: 'Ey meleğim, sen de diğer yaratıklarım gibisin. Bütün yaratıklarım öldü, sana ihtiyaç kalmadı. Yaratan ve öldüren benim. Artık sen de öl' buyurur ve Azrâil de ölür. Sonra Yüce Allah: 'Bugün mülk kimindir?' diye seslenecek ama cevap verecek hiçbir canlı olmayacak; cevabı Allah kendisi verecektir. 'Bugün mülk, tek ve her şeye gücü yeten Allah'ındır?"
Yüce Allah, yerleri ve gökleri değiştirecek, yeni bir âlem yaratacak, her yer
793] 77/Mürselât, 8-10
794] 75/Kıyâmet, 7-11
795] 74/Müddessir, 50-51
796] 73/Müzzemmil, 14
797] 70/Meâric, 8-10
798] 22/Hacc, 1-2
799] 51/Kamer, 8-9
800] 70/Meâric, 43-44
801] 27/Neml, 87
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dümdüz olacak. Allah'ın seslenmesiyle bütün varlıklar tekrar eski haline gelecek; yerin altındakiler altta, üstündekiler üstte olmak üzere dirilme anını bekleyecekler. Allah'ın emriyle gökler kırk gün yağmur yağdıracak, her taraf sularla kaplanacak. Ardından Allah cesetlere yeniden dirilmelerini emredecek. Cesetler bitkilerin yeşermesi gibi yerden çıkacak. Bu arada Cebrâil ve Mikâil de yeniden diriltilecek. Ardından Allah bütün ruhları çağıracak. O gün mü'min ruhlar ışık hâlinde, kâfirlerinki ise karanlık halde gelir. Allah bu ruhları Sûr 'a doldurup İsrafile emreder. İsrafil emri yerine getirir ve Sûr'u üfler. Sûr'dan çıkan ruhlar yerle gök arasını doldurur; ardından Allah, her ruhun kendi cesedine girmesini emreder. Ruhların cesetlere girmesinden sonra yer yarılır ve herkes kabrinden çıkıp ilâhî huzura doğru yürümeye başlar. "Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak o çağırana kabirlerinden koşarak çıkarlar." 802
Buna göre Sûr, İsrâfil’in (a.s.) Kıyâmet anında canların toptan öldürülmesi, kâinatın düzeninin bozulması, ardından yeni bir âlemin kurulması ve nihâyet canlıların tekrar dirilmeleri için toplam üç kez üfleyeceği, mahiyetini bilmediğimiz, dünyadaki âletlere benzemeyen, ancak hadislerde boru diye tanımlanan bir âlettir. 803
İsrâfil (a.s.); Allah’ın Emriyle Kıyâmeti Başlatacak Melek
Sûr'a üfleyecek olan melek; dört büyük melekten birisi olan İsrâfil Kıyâmet günü Sûr'a üflemekle vazifeli melektir. Kıyâmet günü Allah'ın emri ile iki defa Sûr'a üfleyecektir. "Sûr'a üflenince, Allah'ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sûr'a bir defa daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar." 804
İsrâfil'in birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölecek ve dünya hayatı sona erecektir. İkinci defa üflemesiyle de bütün canlılar dirilecek ve âhiret hayatı başlayacaktır. Sûr'un ilk üflenişine "nefha-i ûlâ"; ikinci üflenişine "nefha-i sâniye" denilir. İsrâfil’e (a.s.) Sûr'a üfüreceği için Sûr Meleği de denilmiştir. Peygamber’e (s.a.s.) Sûr'un mâhiyeti sorulunca şöyle demiştir: "Üfürülen bir boynuzdur." 805 Peygamber (s.a.s.); "İsrâfil Sûr'u tutmuş hazır bir şekilde kendisine ne zaman üfürmek için emredileceğini bekliyor"806 buyurmuştur.
Sûr'un üfürülüşü ve İsrâfil’in (a.s.) sûr'a üfürmesini anlatan uzun bir hadis Tefsîr kitaplarında konu ile ilgili âyetlerin açıklanmasında zikredilmiştir. Bu hadisin bazı cümleleri sahih hadis kitaplarında konu ile ilgili anlatıları bahislerde geçmekle beraber, bazı cümleleri ifade ve manâ bakımından peygamber sözü olmayacak derecede münker kabul edilmiştir. Bu hadisin tek râvisi olan İsmail b. Râfi' Medine'nin kıssacılarındandır. Ahmed b. Hanbel ve Ebû Hâtim er-Râzî gibi hadis tenkidçileri hadislerinin münker olduğunu hatta metrûk bir râvi tarafından rivâyet edildiğini söylemişlerdir. 807
Levh-i Mahfuz’da Allah'ın yazılı irâdelerini okumak ve bu irâdelerin yerine
802] 54/Kamer, 8
803] Fedâkâr Kırmızı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 450-451
804] 39/Zümer, 68
805] Ahmed bin Hanbel, II/196
806] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 7/211; İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, 3/276
807] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, 3/274-282
KIYÂMET
- 165 -
getirilmesiyle görevli olan mukarreb meleğe bildirmek de İsrâfil’in (a.s.) görevlerindendir. İsrâfil’in (a.s.) ve diğer meleklerin kadrinin yüceliğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) bazen onların ismi ile duâ etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) gece namazına kalktığında şöyle duâ ederdi; "Ey Allah'ım, Cebrâil, Mikâîl ve İsrâfil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gaybı ve şehâdet âlemini bilen. Sen kullarının arasındaki ihtilaflar hakkında hüküm sahibisin. Beni izninle ihtilaf edilen şeylerde hakka kavuştur. Sen dilediğini sırât-ı müstakim'e kavuşturursun.” 808
Ba’s ve Ba’sı İnkâr
Ba’s; öldükten sonra dirilmek demektir. Hayatının başlangıç ve sonu olmayan tek varlık, Allah'tır. Diğer bütün varlıkların bir başlangıç ve bir sonu vardır. Her canlı gibi insan da doğar, büyür ve eceli gelince ölür. Ölen insan için kabir hayatı başlar, Kıyâmete kadar devam eden kabir hayatından sonra Kıyâmetin kopması ve ikinci defa İsrafil'in (a.s.) sûr'a üfürmesiyle kabirlerdeki bütün cesetler kendi ruhlarıyla birleşerek yerlerinden kalkıp, hesaplarının görüleceği geniş bir sahaya toplanırlar. Âhiret hayatının diğer merhalelerinden geçtikten sonra, iman ve amelleri nisbetinde Allah'ın kendilerine takdir etmiş olduğu Cennet veya Cehennem'e giderek âhiret hayatının devamını yaşamaya başlarlar.
İşte insanın öldükten sonra dirilmesi ve âhiret hayatına başlamasına "ba's" denir. Öldüren ve dirilten Allah'tır. Ölümün ve dirilmenin nasıllık ve niceliğini tam manasıyla bilmemekle birlikte; bunlar hakkında verilen haberlerin doğruluğuna kesinlikle inanmamız istenmektedir. Haberin doğruluğu, onu bildiren zatın doğruluğuna bağlıdır. Ölümü ve öldükten sonra dirilmeyi haber veren, Allah ve O'nun peygamberidir. Bilindiği gibi öldükten sonra dirilmeye iman etmek imanın esaslarından biridir. Cibril Hadisi adı ile şöhret bulan bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) imanın şartları konusunda şu ifadeleri kullanmaktadır: "...Allah'a, Meleklerine, Kitabına, Allah'a kavuşmaya ve Peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanman, bir de bütün kadere inanmandır."809 Hadiste bildirildiği gibi altı maddeden ibâret olan iman esaslarının hepsine birden inanmak farzdır. Bunlardan bir tanesini bile inkâr etmek, bütününü inkâr demektir. Dolayısıyla öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek küfür olup ebedî Cehennem azabını gerektirir. "Ba's" olayının dünyada benzerlerini görmek son derece mümkün ve kolay bir husustur.
"Allah -ölenin- ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu sûretle hakkında ölümü hükmettiği ruhu tutar, diğerini muayyen bir vakte kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için kesin ibretler vardır." 810
Bütün varlıkları yaratan ve herkesin sırlarını bilen Allah, ömürleri tamam olup ölecek olan nefisleri öldükleri zamanda ve ömürleri tamam olmayıp ölmeyecek olanları uykuları zamanında tutar, onları cesetlerine bırakmaz. İbn Abbâs'ın ifadesine göre: "İnsanda bir nefis ve bir ruh vardır. Aralarındaki fark güneş ile şuaları gibidir. Nefis, kendisiyle akıl ve temyiz yapılan; ruh da teneffüs ve hareket yapılandır. Ölüm halinde ruh ve nefis birlikte vefat ederken, uykuda yalnız nefis vefat eder." Âyetten ve izahından anlaşılacağı gibi ölüm ve öldükten sonra dirilmenin bir benzerini insanoğlu uyuma ve uyanmasıyla yaşamaktadır.
808] Müslim, Müsafîrûn 200; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 207
809] Müslim, İmân 8
810] 39/Zümer, 42
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Geçmişte ve günümüzde inananların dışında- insanların büyük bir kısmı öldükten sonra dirilme gerçeğini iki sebepten kabul etmek istememişlerdir. Birincisi, akıl ile idrak edememeleri, ikincisi de dünyada yaptıkları isyanlarının hesabını verme korkusu. Her iki tür insana cevap ve müminlerin imanlarını takviye açısından Kur'an'da konu ile ilgili birçok âyet vardır. Âyetlerden bir kısmı bu dünyada meydana gelen öldürme ve diriltme olaylarını gözönüne sermektedir:
a) İsrailoğullarından biri, zulmen öldürüldü, fakat cezânın tatbik edilebilmesi için katil bulunamadı. Allah onlara bir sığır kesmelerini emretti, sığır kesildi ve yine İlâhî emir gereği, kesilen sığırın bir parçası maktûle vuruldu, maktûl de Allah'ın izni ile dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söyledi. 811
b) Babil hükümdarı Buhtunnasrın, Kudüs ve civarını zaptedip harabeye çevirdi. Halkının bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir aldı. Esirler içerisinde bulunan -kuvvetli rivâyete göre Hz. Üzeyir (a.s.) Bâbil zindanlarından kaçarak Kudüs'e geri dönüp oranın harap halini görünce de buranın eski haline nasıl geleceğini üzüntü ile düşünmüştü. Bunun üzerine Allah, Üzeyir'in (a.s.) ruhunu alır ve yüz sene müddetle onu bu vaziyette bırakır. Yüz sene sonra dirilince yanındaki yiyeceklerinin aynen durup bozulmadığını, merkebinin ise kemiklerinin bile çürüyüp parçalandığını görür. Üzeyir (a.s.) bu durumda ancak bir gün veya daha az bir zaman kaldığını zanneder. Sonra Allah kudretiyle, Üzeyir'in (a.s.) merkebinin kemiklerini bir araya getirerek etlerini giydirir. Bütün bu hâdiseler Allah'ın emriyle meydana gelmektedir. 812
3) Hz. İsa'nın (a.s.) mucizelerinden biri de ölüleri diriltmektir. 813
4) Hz. İbrahim (a.s.), Allah'tan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini istedi. Ancak bu isteğinin, inançsızlığından değil, bilâkis kalbinin mutmain olması için olduğunu ifade etti. Allah O'na "O halde kuşlardan dördünü tut, onları kendine çek (iyice incele), sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça koy. Sonra onları kendine çağır; koşarak sana geleceklerdir... "814 buyurdu. Hz. İbrahim de emredilenleri yapmış, kestiği kuşların etlerini birbirine karıştırarak herbirinden birer parçayı dağlara koymuş, sonra da onları çağırdığında kuşların her bir parçasının kendi vücutlarıyla birleşerek Allah'ın izniyle canlanıp yanına geldiklerini görmüştür.
5) Kur'an kâfir kral Dekyanos zamanında yaşayan birkaç mümin gencin, kralın zulmünden kaçarak mağarada saklanmaları hâdisesini (Ashâbu'l-Kehf olayını) anlatır. Özetle Kur'an'ın bildirdiğine göre bu gençler gizlendikleri mağarada üçyüzdokuz yıl uyurlar. Uyandıklarında bir gün veya daha az bir müddet uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Şehir değişmiş, kral değişmiş, halk hristiyan olmuştur. Alış veriş için kullanmak istediği paranın kâfir yönetici Dekyanos zamanına ait olduğu farkedilir. Genç ve arkadaşlarının hazine bulduğunu zanneden halk, gençle birlikte mağaraya gelirler. Genç, arkadaşlarına haber vermek üzere mağaraya girer ve bir daha dışarı çıkmaz.815
811] 2/Bakara, 73
812] 2/Bakara, 259
813] 3/Âl-i İmrân, 49
814] 2/Bakara, 260
815] 18/Kehf, 9-26
KIYÂMET
- 167 -
Yukarıda bildirilen ve Kur'an'la sâbit olan bu olaylar, öldükten sonra dirilme hâdisesinin, bizzat insan hayatı üzerindeki canlı misalleridir. Bunlardan başka Allah, insanlardan Ba's'ı anlamak ve ibret almak isteyenler için tabiattan da birçok örnekler ve misaller vermiştir: Hac sûresi beşinci âyette Allah, öldükten sonra dirilme konusunda kuşku içinde olanları ikaz etmek üzere şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)den, sonra alaka (embriyon)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetler)inize ermeniz için (sizi büyütüyoruz). İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir. Bu böyledir. Çünkü Allah, tek gerçektir. (Her şey O'nunla varlık kazanır) ve O, ölüleri diriltir ve O, her Şeyi yapabilir... Allah kabirlerde olanları diriltecektir."816; "O ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderir. Nihâyet onlar, ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete yollarız; onunla su indirir ve türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhâlde bundan ibret alırsınız." 817
Mekke müşriklerinden Adîy b. Rabîa, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) Kıyâmet hakkında soru sordu o da Kıyâmetin kopacağını ve bütün insanların kabirlerinden dirilerek kalkacaklarını söyledi. Anlatılanları aklı ile kavrayamayan Adiy ve benzerlerine cevap olmak üzere Allah, "İnsan, bizim kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye gücümüz yeter." 818 âyetini inzâl ediyor.
Bunlardan başka daha birçok âyetlerde Allah, -kâfirlerin inkârlarına rağmen- insanların, ölümlerinden ve toz toprak olmalarından sonra, vakti gelince tekrar dirilteceğini, hesaplarının görülmesi için mahşere sevkedileceklerini belirtmektedir. Verilen bu bilgiler, gayb âlemine ait bilgilerdir. Bunların mantık veya müsbet ilimle izah ve ispatı sözkonusu değildir. Ancak, âyetler üzerinde düşünen insanlar dirilme olayının gerçekliğini kavrayabilirler. İnsanı ve tüm varlıkları, modeli yok iken ilk defa yaratmaya muktedir olan bir varlık, onları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye de güç yetirebilir. Müminler, dirilmeye inanırlar. İnanmayanları ise Allah "kâfir" olarak nitelendirmiştir. 819
Ba’su Ba’de’l-Mevt
Ba’su ba’de’l-mevt: Öldükten sonra tekrar dirilmek demektir. Buna "haşr-ı ecsâd (cesedlerin birleşmesi) neş'e-i uhrâ (ikinci yaratılış) da denir. Bu dirilme İsrafil’in (a.s.) sûra ikinci defa üflemesiyle olacaktır. Buna iman etmek İslâmî akîde gereğidir. Kur’ân-ı Kerîm'de "Sonra sûra bir defa daha üflenecektir. Bir de görürsün ki insanlar kabirlerinden doğrulmuş bakıyorlar." 820 buyrulur. O zaman Allah
816] 22/Hacc, 5-7
817] 7/A'râf, 57
818] 75/Kıyâme, 3, 4
819] 64/Teğâbün, 7; Ayrıca geniş bilgi için Kur’ân-ı Kerîm'in şu âyetlerine bakılabilir: 2/Bakara, 28; 6/En’âm, 29, 30, 94; 16/A’râf, 38; 17/İsrâ, 51; 20/Yûnus, 102; 31/Lokman, 28, 58/Mücâdele, 6; 64/Teğâbün, 7; 36/Yâsin, 52; 22/Hacc, 7; 19/Meryem, 33; 17/İsrâ, 49; Cengiz Yağcı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 202-204
820] 39/Zümer, 68
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Teâlâ insanların dağılan parçalarının aslî uzuv ve parçalarını bir araya getirecek ve Âlem-i Berzah'da bulunan ruhlarını bedenlerine iâde ederek diriltecektir.
Öldükten sonra dirilmenin vukû bulacağını Allah ve Rasûlü haber vermektedir. Bu konuda akıl, ilim ve duygularla bilgi elde edilemez. Fakat bunlar öldükten sonra dirilmenin vukû bulmayacağını da ispat edemez. Öyle ise öldükten sonra dirilme aklen mümkündür. Aklen mümkün olan bir şey hakkında nass vârid olunca artık ona inanmak gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm öldükten sonra dirilme üzerinde çok durur. Çünkü Mekke müşrikleri bunu bir türlü kabul edemiyorlar ve şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm'de ifade edildiği gibi: "Hayat ancak dünya hayatıdır. Biz tekrar diriltilecek değiliz"821 diyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm öldükten sonra dirilmenin olacağını sadece haber vermekle yetinmez, ispat etmek için birtakım aklî deliller de getirir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
1- Bir şeyin benzeri ve örneği yok iken onu ilk defa yaratan, öldükten sonra tekrar benzerini meydana getirmeye elbette kadirdir. "Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan Allah'tır. Bu, O'na pek kolaydır."822 Halef oğlu Ubey bir gün Hz. Peygamber’e (s.a.s.) geldi. Elinde bulunan çürümüş bir kemiği ufalayarak: "Böyle çürüdükten sonra bunu tekrar kim diriltecek?" dedi. Bunun üzerine aşağıdaki âyetler indi: "İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir. Yarattığımızı unutarak bize misal getirir ve ‘çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?’ der. De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, bütün yaratılanları çok iyi bilir." 823
Bu ve benzer âyet-i kerîmelerde öldükten sonra dirilme ispat edilirken ilk yaratılıştan hareket edilmiş, örneği ve benzeri yok iken ilk defa yaratmanın güçlüğü yanında ikinci defa benzerini yaratmanın daha kolay olduğuna dikkat çekilmiş, âlemi ilk defa yoktan var eden Yüce Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye haydi haydi kadir olacağı vurgulanmıştır.
2- Uyku, küçük ölüm sayıldığı gibi uyanma da küçük hayat sayılır. İnsanlar uykudan sonra uyandıkları gibi öldükten sonra da dirileceklerdir. 824
3- Yağmursuzluk ve kuraklık sebebiyle yeryüzündeki bitkiler ve yeşillikler kururlar. Sonra yağmur yağınca ya da sulanınca tekrar canlılık kazanırlar. "Yeryüzünü kupkuru görürsün. Üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçip dirilir. Bu, Allah'ın delillerindendir. Şüphesiz toprağa can veren Allah, ölüleri de diriltir. Muhakkak o, her şeye kaadirdir."825; "Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat Biz, oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer kabarır her çeşit güzel bitkiler bitirir. İşte bütün bunlar delildir ki, Allah haktır, ölüleri diriltecektir. Allah her şeye kadirdir, Kıyâmet kopacaktır, bunda şüphe yoktur. Allah kabirlerdekileri kaldıracaktır." 826
4- Âdem’i (a.s.) topraktan yaratıp neslini meniden yaratan kudret, öldükten sonra diriltmeye de kadirdir. Kur’ân-ı Kerîm'de: "Ey insanlar! Eğer tekrar
821] 6/En'âm, 28
822] 30/Rûm, 27
823] 36/Yâsîn, 77-79; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, IV, 581
824] 6/En’âm, 60
825] 41/Fussılet, 39
826] 22/Hacc, 5-7
KIYÂMET
- 169 -
diriltilmemizden şüphe ediyorsanız, ilk yaratılışınızı bir hatırlayın. Yaratmadaki kudretimizi açıkça göstermek iççin biz sizin aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfe (meni) den yarattık." 827
5- Göklerin ve yerin yaratılması öldükten sonra insanların tekrar diriltilmesinden daha güçtür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılması, insanların (ikinci defa) yaratılmasından daha büyük bir iştir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." 828
6- Kur’ân-ı Kerîm'de öldükten sonra dirilme hakkında geçmişte vuku bulmuş misaller de verilmiştir. Kehf sûresinde anlatılan Ashabu'l-Kehf hâdisesi, Bakara sûresinin ikiyüz altmışıncı âyetinde anlatılan Hz. İbrahim’in (a.s.) paramparça ettiği dört kuşun tekrar diriltilmesi hadisesi, aynı sûrenin iki yüz elli dokuzuncu âyetinde anlatılan -tefsirlerin belirttiğine göre- Üzeyir (a.s.) hâdisesi bunlara misaldir.
Bunların dışında başka deliller de vardır. Hz. Ali öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden birine: "Benim dediğim olursa sen zararlı çıkarsın, fakat senin dediğin çıkarsa ben bir şey kaybetmem" diye cevap vermiştir. Bir başka zât da: "Toprağa hangi tohum atılmıştır da bitmemiştir? İnsanların tekrar dirileceğinden niçin şüphe ediyorsunuz?" demiştir. 829
el-Bâis; Yeniden Dirilten Allah
el-Bâis: Esmâü'l-Hüsnâdan, Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Kulları ölümlerinden sonra dirilten, ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran veya ümmetlere peygamberler gönderen anlamına gelir. Allah Teâlâ insanları ölüp toprak olduktan sonra dirilterek kabirlerinden kaldıracak "Arasat" denilen çok geniş, dümdüz, ağaçtan ve binadan tamamiyle boş bir yere çıkaracaktır. Âhiret günü yahut Kıyâmet günü denilen ve Kur’ân-ı Kerîm' de daha başka adları olan bu gün iman esaslarından biridir ve el-ba'sü ba'del-mevt (öldükten sonra dirilme) diye adlandırılır.
"De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir."830 Allah Teâlâ, mahlûkatını yok ettikten sonra tekrar diriltmeye kadirdir. "O, mahlûku ilkin yaratıp sonra onu (ö!dürdükten ve tekrar dirilttikten sonra) iâde edecek olandır ki, bu, O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nun. O, yegâne gâlip, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir."831 Ba’s, yeniden diriltme ve din gününde amellerin karşılığını vermek içindir. Dünya imtihan; âhiret, sonuç günüdür.
Haşr ve Neşr
Haşr; bir topluluğu bulunduğu yerden çıkarmak, meskenlerinden koparıp başka bir yere sevketmek, sürgün etmek ve bir yere toplamak demektir, "Kitap ehlinden inkârcıları ilk haşrde/sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur"832 âyetinde geçen "haşr" kelimesi, Kıyâmet günü vuku bulacak olan "haşr" değil, onun küçük bir
827] 22/Hacc, 5
828] 40/Mü'min, 57
829] Durak Pusmaz, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 204-205
830] 36/Yâsin, 79
831] 30/Rûm, 27
832] 59/Haşr, 2
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
numûnesi olmak üzere Nâdiroğulları yahûdilerinin yurtlarından çıkarılıp sürülmesi demektir. Bu "haşr" ehl-i kitabın ilk haşridir. Yani bunda ehl-i kitap, Arap Yarımadasından ilk defa olarak çıkarılmak sûretiyle haşrolunmuşlardır. İkinci haşirleri de herhalde Kıyâmette olacaktır.
Terim olarak "haşr"; insanların öldükten sonra dirilip dünyada iken yaptıkları işlerden ve söyledikleri sözlerden dolayı sorguya çekilmek üzere "mahşer" denilen yere sürülmeleri, burada toplanmalarıdır. Nitekim Kıyâmet gününe "yevmü'l-ba's" (tekrar dirilme günü) ve " yevmü'n-neşr" denildiği gibi, "yevmü'l-haşr" (toplanma günü) de denir.
"Neşr"; yaymak, dağıtmak manasına yahut "nuşûr yapmak" yani ölüleri diriltmek anlamındadır. Buna "neşr", öldükten sonra insanları tekrar diriltmek; "haşr" de onları mezarlarından çıkararak, "mahşer" denilen yere sevkedip orada toplamaktır. "Sizi yaratıp yeryüzüne yayan O'dur ve O'nun huzurunda toplanacaksınız." 833
Öldükten sonra tekrar dirilmeye ve hesap vermek üzere Allah ile mülâki olmaya (neşre ve haşre) inanmak, iman esaslarından biridir. Kalbimizde en ufak bir şilphe duymadan bizleri yaratanın Allah olduğuna iman ettiğimiz gibi, aynı katiyetle O'nun huzunında toplanacağımıza da inanıyoruz. Ne var ki, ölümü gözleriyle gördükleri için inkâr edemiyen birtakım insanlar, öldükten sonra dirilmeye akıl erdiremiyor, ölümün toprak oluş ve nihâyette yokoluş olduğuna inanıyorlar. Bu gibilerine Kur'ân şöyle hitap eder:
"Kendi yaratılışını unutup, ‘çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye Bize misâl vermeye kalkar. De ki; onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir." 834; "Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak, yeryüzünü ölümden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri O diriltir. O her şeye kadirdir."835; "Allah, rüzgârları gönderir, onlar da bulutu kaldırır. Biz de onu ölü bir nehre sürükleriz; onunla yeri, ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra dirilme böyledir."836; "Sonra onu öldürüp kabre koydu. Sonra dilediği zaman onu diriltip kaldırır." 837
Sağlıklı düşünebilen insan için bunlar ne kadar vecîz ve belîğ ifadelerdir. İlk önce yoktan vareden elbette öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kadirdir. Görmüyor musun, her kış çürüyüp toprağa karışan bitkiler bahar gelince nasıl canlanarak ayağa kalkıyor, ölü iken yeniden diriliyor. Gören gözlere düşünen gönüllere lisan-ı hal ile "haşri ve neşri" ispat ediyor. "Ki, O, gökten belli bir miktar su indirdi de onunla ölü bir beldeyi dirilttik. Siz de böyle diriltilip çıkartılacaksınız." 838
Varı yok edebilen, yoktan da var edebilen Allah için, ölüyü diriltmek idrâk edemeyeceğimiz kadar kolay ve basittir. "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye ‘ol!’ demektir, hemen oluverir."839 Bunun için zamana, yardımcıya ve alete ihtiyacı yoktur. Bir kişiyi, bin kişiyi veya bir milyar kişiyi yaratmak, öldürüp
833] 67/Mülk, 24
834] 36/Yâsîn, 78, 79
835] 30/Rûm, 50
836] 35/Fâtır, 9
837] 80/Abese, 21, 22
838] 43/Zuhruf, 11
839] 36/Yâsîn, 82
KIYÂMET
- 171 -
haşretmek O'nun için birdir. "Sizin yaratılmanız ve (öldükten sonra) tekrar diriltilmeniz, tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah işitendir, görendir." 840
Allah'ın apaçık âyetlerini gördükleri halde, öldükten sonra tekrar dirileceklerine ve yaptıklarından hesaba çekileceklerine inanmayarak şeytana uyanlara Cenâb-ı Allah şöyle hitabediyor: "Rabbine andolsun ki, biz onları mutlaka uydukları şeytanlarla beraber haşredeceğiz. Sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız." 841
Her ne sûretle olursa olsun ölüm muhakkaktır. Akıllı kimse odur ki Rabbi ile karşılaşacağını hesaplayarak kendini buna hazırlar. Ahmak, akılsız kimse böylesi bir hazırlıktan mahrum olarak yakasını Azrail'e kaptırandır. Mâdem ki ölüm vardır o halde Allah'ın istediği biçimde ölmeye bakmalıdır.
"Andolsun ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."842 "Müttakîleri o gün Rahmân'ın huzurunda O'na gelmiş misafirler olarak toplarız, suçluları da susuz olarak cehenneme süreriz."843 O gün dehşetli bir gündür: "O gün, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter bir derdi vardır." 844
Haşr-ı Cismânî
Haşr; Kıyâmet gününde amellerine bakılmak için ölülerin diriltilerek bir yere toplanmaları demek olduğuna göre; "Haşr-ı Cismânî" bedenen, cisimle, cesetle dirilme, bedenlerin haşri demektir.
Ölümle, ruhların bedenlerden ayrıldığı, dolayısıyla bedenlerin ruhsuz kalarak çürüdüğü ve toprağa karıştığı malumdur. Ruhlara gelince, onların ölmeyip Kıyâmete kadar ruhlar âleminde bekletildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla âhirette diriltilecek olan bedenimizdir. Haşrolunacak olan da, ruhları kendilerine avdet etmiş vücutlarımızdır. Böyle olunca, bazı filozofların iddia ettiği gibi "haşr"; yalnızca ruhların haşredilmesi şeklinde olan "haşr-ı ruhânî" değil, aksine ruhla birlikte bedenlerin haşri, yani "haşrı cismânî" şeklinde olacaktır. Eğer haşr filozofların iddia ettiği gibi yalnızca ruhânî olsaydı, Cenâb-ı Allah'ın ölümden sonra bedenlerin tekrar diriltilmesinden söz etmesinin hiçbir anlamı olmazdı.
"Kendi yaratılışını unuturda; ‘çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyerek bize misal vermeye kalkar. De ki; ‘onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir." 845 Rivâyete göre Übeyy b. Halef, bir gün Hz. Muhammed (s.a.s.)'e elinde çürümüş bir kemikle gelerek parmaklarıyla onu ufalamış ve: “Muhammed! Allah'ın bu çürümüş dağılmış kemiği tekrar dirilteceğini mi sanıyorsun” deyince Peygamberimiz; “Evet, Allah bunu diriltecek, seni de öldürdükten sonra diriltip cehenneme sokacaktır” demiş, yukarıdaki âyet de bunun üzerine nâzil olmuştur. 846
Âyette; "çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye bir soru sorulmakta ve soruya
840] 31/Lokman, 28
841] 19/Meryem, 68
842] 3/Âl-i İmrân, 158
843] 19/Meryem, 85-86
844] 80/Abese, 34-37; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 361-362
845] 36/Yâsîn, 78, 79
846] Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl", Tefsîr Sûret-i Yâsîn
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gâyet iknâ edici bir cevap verilmektedir: "De ki; onları ilk defa yaratan diriltecektir." Onları yokluk âleminden varlık âlemine getiren Allah, tekrar diriltmeye kâdir değil midir? Hiç şeksiz şüphesiz kaadirdir.
"Allah rüzgârları gönderir onlar da bulutu kaldırırlar, Biz de onu ölü bir şehre sürükleriz, onunla yeri ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra dirilme böyledir." 847 Evet, nasıl ki ölü bir belde yağmurla yeniden dirilerek canlanıyorsa, çürümüş, toprağa karışmış cesetler de aynı şekilde Rableri'nin emriyle dirileceklerdir. "İşte ölümden sonra dirilme böyledir." Dirilme böyle olunca, haşr de cismânî olacaktır.
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri O diriltir. O, her şeye kadirdir." 848 Cenâb-ı Allah, ölümden sonra yeniden dirilmeyi hep bu çeşit örneklerle insanoğluna anlatmaktadır. Maddî olan çürümüş insan cesedinin diriltilmesini, yine maddeden ibâret olan tabiatın diriltilmesine benzeterek, insanı ikna yoluna gidiyor. Bu da gösteriyor ki haşr; "cismânî haşr" şeklinde olacaktır.
"Bir de onlar dediler ki; sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yeni bir hilkatte dirileceğiz, öyle mi?" 849
"Dirilten de öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi de O'nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?" 850
"Öncekiler; ‘ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz?’ demişlerdi." 851
"Öldüğümüzde, kemik yığını ve toprak yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?’ diyorlardı." 852
Yukarıdaki âyetlerde müşriklerin öldükten sonra çürüyecek olan cesetlerinin yeniden diriltileceğine inanmadıkları anlaşılıyor. Bu da, bize gösteriyor ki Kur'an'da geçen haşrın cismânî olduğunu Câhiliyye Arapları biliyordu. İnkâr ederken kullandıkları ifâdeler buna şâhittir.
Müşrikler "haşr"i tamamen inkâr ederken, İslâm filozofları diye bilinen meşhur bazıları da haşrın rûhânî olacağını savunarak, Kur'ân'ın bu gâyet açık olan nassına muhalefet etmektedirler. Hâlbuki "haşr-ı cismânî"yi kabul etmek hem akla, hem nakle, hem de ilâhî adalete daha uygundur. Çünkü Kur'ân gerek cennet gerekse cehennemi tasvir ederken devamlı olarak beş duyu ile algılanabilen tablolar çizmektedir. Kur'ân âyetleri haşrı hep maddî misallerle tasvir etmektedir. Diğer taraftan Allah'ın yarattığı nimetlerin tamamına yakın bölümü, dil, göz, kulak, burun ve derinin algılayacağı ve takdîr edip yaratıcısına şükredeceği mahiyette yaratılmış olduğunu biliyoruz. Dünyada bundan yararlanan azalarımız, Allah'ın ibâdetinde bulunmanın mükâfatı olarak âhirette de neden istifade etmesinler. 853
847] 35/Fâtır, 9
848] 30/Rûm, 50
849] 17/İsrâ, 49
850] 23/Mü'minûn, 80
851] el-Mü'minûn, 23/82
852] 56/Vâkıa, 47
853] Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 363-364
KIYÂMET
- 173 -
Mahşer
Mahşer; İnsanların toplandığı yer anlamında "Ha-şe-ra" fiilinden ismi mekândır. İkinci sûr'a üflendikten (nefha-i sâniyeden) sonra insanların hepsinin diriltilerek kabirlerinden kalkıp muhakeme edilmeleri için toplandıkları yer anlamına gelir. Mahşere "mevkıf" (insanların muhakeme olunmak üzere toplanacağı yer) zamana da "Yevmü'l-haşr" denilir. Şöyleki: Birinci nefhada (sûr'a ilk defa üflendiğinde) Allah'ın kalmasını dilediği melekler müstesna, canlıların hepsi ölecek, yerin ve göklerin nizamı bozulacaktır. Sonra göklerin ve genişletilen yerin nizamı başka bir şekilde sağlandıktan sonra ikinci nefha esnasında (sûr'a ikinci defa üfürülünce) her insan ve cinnin ruhları, diriltilen bedenleri ile birleşir. Yani ruhları, diriltilen bedenlerine taallûk eder. "Birinci defa sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde olanlarla yerde bulunan kimselerin hepsi düşüp ölecektir. Sonra ona bir daha üfürülecek. O anda görürsün ki ölüler diriltilip ayakta bakınıp duruyorlar."854 Herkes, diriltildikten sonra, "mahşer" denilen yere sevkedilir ve burada toplanır: "...Artık sûra üfürülmüştür. Bu sûretle hepsini mahşer'de toplamışızdır."855; "O gün (haşir günü) yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) döndürülecektir. İnsanlar (kabirlerinden kalkıp) bir ve kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır."856 Diriltilen mahlûkatın toplandıkları "mahşer" fevkalâde geniş, düz, binasız ve yapısız yepyeni bir yer olacaktır. Peygamberimiz (s.a.s.), "Kıyâmet günü insanlar, hâlis undan yapılmış dümdüz ekmek gibi esmere yakın beyaz bir yer üzerinde toplanacaklardır." 857 buyurmuştur.
Abû Hureyrenin Peygamberimiz’den (s.a.s.) rivâyet ettiği bir hadisten öğrendiğimize göre; insanlar, mahşere yürüyerek, binek üzerinde ve ateş azâbı içerisinde olmak üzere üç grup halinde sevk edileceklerdir.858 Tirmizî'nin başka bir rivâyetine göre üçüncü grub, yüz üstü sürünerek mahşere çekilip götürüleceklerdir. 859
İnsanlar ve cinler, mahşerde toplandıktan sonra muhakeme olunmak için çeşitli korku ve sıkıntılar içinde uzun müddet bekletileceklerdir. Bu müddetin bin ila ellibin yıl arası olduğu söylenir. Mahşer yerine Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) eline "Livâü'l-hamd" sancağı verilecektir. Başta Hz. Âdem olmak üzere bütün peygamberler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sancağı altında toplanacaklardır. 860
Mahşerde, insanlar, belirli bir süre bekledikten sonra muhâkeme ve muhasebe başlayacaktır. Büyük bir adalet mahkemesi kurularak herkese dünya da yaptığı her iş sorulacak, amel defterleri verilecek ve mizan konulacaktır. Herkes küfr ve dalâletteki veya iman ve hidâyetteki rehberleriyle birlikte çağırılacaktır. Bu konuda Kur'an da şöyle buyruluyor: "O gün insan sınıflarından herbirini rehberleriyle (izinden gittiği kimselerle birlikte) çağıracağız. Artık kimin kitabı (defteri), sağından verilirse, onlar kitablarını, en küçük haksızlığa uğratılmayarak okuyacaklardır."861 Herkese
854] 39/Zümer, 68
855] 18/Kehf, 99
856] 14/İbrâhim, 48
857] Buhârî ve Müslim'den, Mansûr Ali Nâsıf, et-Tac, İstanbul 1962, V, 365
858] Buhârî ve Müslim den M. A. Nâsıf, et-Tac, 364
859] et-Tac, V, 365
860] Tirmizî, et-Tac, V, 385
861] 17/İsrâ, 71
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Kitabını, amel defterini oku."862 denilecek; Her insan da amel defterinde neler yazılı olduğunu anlayacaktır. "Yüce Allah, kula bu gün şahid olarak nefsin ve şahidler olarak Kirâmen Kâtibin melekleri kâfidir, der ve sonra ağzı mühürlenir ve organları da dünyada neler yaptıklarını anlatır."863; "O gün onların ağızlarını mühürleriz. İşleyip kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şehâdet eder." 864
İnsan öldükten sonra, bedeni dağılarak, molekül ve maddeleri başka hayvan ve insanlara geçiyor. Allah, insanı âhirette diriltirken başka insanlara aslî cüz (DNA: Deoksiribonükleik asit) olmaktan koruduğu ve altın zerresi gibi kaybolmaktan muhafaza ettiği ve onun bedeninin planını tamamen içeren bir molekülden yaratacaktır. Ve onu bu molekülden aynen yaratırken de diğer maddelerini ilâve edecektir. Zaten insanın bedeni dünyada iken de ölen ve dökülen hücrelerinin yerine yenisi yaratılarak beş ile altı senede tamamen yenileniyor. O halde insanın mahşerdeki bedeni ve organları, dünyadaki azalarının aynısı değildir. "Nasıl oluyor da eskisinin tam benzeri olsa da yeni maddelerden yaratılmış insanın azaları, eski organlarının işlediği suçlarına şahidlik yapacaktır" diye sorulursa; bunun doğru cevabı şudur:
İnsan, esas rûhuyla insandır. İnsanın rûhu değişmez ve ölmez. Bozulmadan aynen kalır. İnsanın dünyada şuurlu olarak işledikleri amellerinin hepsinin bilgisi onun ruhunda aynen mahfuz kalır. Allah Teâlâ mahşerde insanın ağzını mühürleyerek, ruhundaki işlediklerine ait bu bilgileri onun el ve ayak gibi organlarına harikulâde bir yolla söyletecektir.
Rivâyete göre; Mahşerde Peygamberimiz’e (s.a.s.) gâyet büyük bir havuz ihsan buyrulacak ki bunun büyüklüğü (boyu) Medine ile San'a arası kadar veya Şam'ın bir kasabası olan Eyle ile San'a arası kadar bir mesafedir. Suyu sütten daha ak, kokusu miskten daha güzel ve baldan daha tatlıdır. Kupaları da gökteki yıldızlar kadardır. Ondan bir defa içen bir daha susamaz.865 Böylece müminler Cennete girmeden önce bu havuzun suyundan içerek mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir. Gerçi Tirmizî'nin garib bir senetle rivâyet ettiği hadiste şöyle buyruluyor. Mahşerde "Her Peygamberin bir havuzu olacak. Onlar içinde havuzlarına su içmeye gelenlerin en çok ben olacağını umuyorum." 866 Yine Peygamberimiz (s.a.s.), bir hadisinde, "Havuzun başına gelenlerin bir kısmının döndürüldüğü anda Onlar, benim ümmetim, diyeceğim. Onların senden sonra ne işler yaptığını (dinlerinden döndüklerini) bilemezsin, denilecek. Ben de, bundan sonra dinlerini değiştirenler helâk olsun, diyeceğim." 867
Mahşerde insanların muhakeme işleri bitirildikten sonra mahşerle Cennet arasında Cehennemin üzerine sırat köprüsü kurulacaktır. İnsanlar, bölük bölük Cehenneme bir kısmı da Cennete sevk olunacaktır. 868
862] 17/İsrâ, 14
863] Müslimden et-Tac, V, 372
864] 36/Yâsin, 65
865] Buhârî ve Müslim'den, et-Tac, V, 380
866] Tirmizî'den, et-Tac, V, 378
867] Buhârî ve Müslim'den, et-Tac, V, 379
868] Sa'deddin Teftazâni, Şerhu'l-Makasıd, II, 222-223, İstanbul 1305; Abdüsselâm b. İbrahim el-Lakkâni, Şerh-ü Cevhereti't-Tevhid, Mısır, 1955/1375, s. 231-234; Fahreddin er-Razi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul, 1308; Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 45-46
KIYÂMET
- 175 -
Sırat ve Sırat Köprüsü
Sırat; Yol, cadde, geçit anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerim'de sırat, daha çok "müstakim" (doğru) ile sıfatlanarak, Allah'ın rızâsına uygun olan ve O'na ileten Tevhid dini ve İslâm dini anlamında kullanılır: "Kim, Allaha güvenip dayanırsa muhakkak doğru yola (Sırat-ı müstakime) iletilmiştir."869; "Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibâdet ediniz. Bu doğru yoldur (Sırat-ı Müstakim)." 870
Fakat ıstılahta sırat denilince âhiretteki "sırat" akla gelir. Sırat mahşer yerinden itibaren Cehennemin üzerinden geçerek Cennete kadar uzanacak bir köprüdür. Bu köprü, haşir günü Cehennemin üzerinde kurulacaktır. Mü'min, günahkâr, kâfir herkes bu köprüye gelecektir. Cennete gidebilmek için bundan başka yol yoktur. Sıratın iki tarafına konulmuş kancalar, oradan geçmeye iyi amelleri yetmeyen kimseleri Allah'ın emriyle çekip Cehenneme düşüreceklerdir. İyi amelleri ağır gelenler, kötülükleri sebebiyle tırmalanıp yara almış olsalar bile Sıratı geçeceklerdir. Bazı mü'minler senelerce sürünerek geçeceklerdir. Sırattan geçiş esnâsında Peygamberimiz sırat üzerinde "Kurtar, ey Rabbim, kurtar" diye mü'minler için Allah'a duâ edip duracaktır. 871
Ebû Said el-Hudrî'nin rivâyetinde Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Mahşerde muhâkeme ve muhâsebe işlerinden sonra Cehennemin üzerinde bir köprü (Sırat) kurulur. Allah şefaate izin verir. (Mü'minler) ya Allah selâmet ver, selamet ver, diye duâ eder durur''. ‘Yâ Rasulallah, köprü nedir?’ diye sorulduğunda; şöyle cevap verir: "Kaypak ve kaygan bir yoldur. Orada; kancalar, çengeller ve Necid’de bilen sa'dan denilen sert dikencikler gibi dikenler vardır. Mü'minler amellerine göre kimi göz açıp kapayıncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi kuş gibi, kimi iyi cins yarış atları gibi, kimi deve gibi süratle geçerler. Mü'minlerden kimi sapasağlam kurtulur. Kimi de tırmalanmış (hafif yaralı) olarak salıverilir. Kimileri de Cehennem ateşi içerisine dökülür." 872
Ebû Hureyre, Peygamberimizden şöyle rivâyet ediyor: "Cehennemin ortasına sırat (köprüsü) kurulur. Oradan peygamberlerden ümmetleri ile beraber geçenlerin ilki ben olacağım. Peygamberlerden başka o gün kimse konuşamaz, Peygamberlerin sözleri de 'Ey Allah'ım, kurtar kurtar' olur." 873
Ebû Sa'id el-Hudri'nin rivâyet ettiğine göre, Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Sırat'ın uzunluğu bin senelik yokuş, bin senelik iniş ve bin senelik de düzlüktür. Bu mesafe bazı insanlar için olacaktır. Her bir kimsenin bu mesafeyi geçmesi, amelleri ile orantılı bir zamanda olacaktır.874 Bazı ulemâya göre Sırat'ın kıldan ince, kılıçtan keskin olduğuna dair rivâyetler, bu köprünün üzerinden geçmenin pek müşkil ve zor olduğundan kinâyedir.
Mü'minlerin Sırat'ın üzerinden çabuk geçip geçmemeleri, onların haramlara yönelip yönelmemelerine bağlıdır. Kalbine haram işleme düşüncesi gelip de ondan hemen yüz çevirip uzaklaşan kimseler Sırat'tan çabuk geçecektir.
Sırat üzerinde her bir mü'minin yalnız kendisinin faydalanacağı bir nûru
869] 3/Âl-i İmrân, 101
870] 3/Âl-i İmran, 51
871] Müslim, İman 84, h. no: 329
872] Buhârî, Müslim ve Tirmizî'den naklen Mansur Ali Nasıf, Tac, V, 394-395
873] Buhârî ve Müslim'den naklen, Tac, V, 377-378
874] Mansur Ali Nasıf, Tac, V.394; Acluni, Keşfül-Hafa, II, 31
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vardır. Bu nurdan başkası faydalanamayacaktır. Kimse, başka bir kimsenin nûru içerisinde gidemeyecektir. Nurunun intişarı nisbetinde her bir mü'mini Sırat geniş veya dar olacaktır. Sırat'ın genişliği hadd-i zatında bir ve aynı olduğu halde, üzerlerinden geçenlerin nurları nisbetinde kimisine ince ve sıkıcı, kimisine enli, rahat ve hoş görünecektir.
Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler, günahlarınıza samimi bir tevbe ile Allah'a dönün! Umulur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları önlerinden ve yanlarından koşar da, 'Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla; muhakkak sen her şeye kadirsin' derler." 875 Bu âyette, mü'minlerin nurlarından kastedilen, iman ve amelleriyle husûle gelen nurlardır. Özellikle bu nurları Sırat üzerinde onları yedip götürecek ve selamete çıkaracaktır. Münafıklar, karanlıkta kaldıkça mü'minler "Rabbimiz, nurumuzu söndürüp de bizi de kâfirler ve münafıklar gibi karanlıkta bırakma! Varacağımız yere kadar nurumuzu devam ettir ki, bu nurla sevinelim, karanlıkta kalıp perişan olmayalım" derler: "O gün (sıratta) münafık erkeklerle münafık kadınlar, mü'minlere, bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, derler. Onlara, dönün arkanıza da bir nur arayın, denilir. Nihâyet, onların arasına, bir kapısı olan ve içinde rahmet ve dışında azap bulunan bir sür çekilir." 876
Allah Teâlâ yine şöyle buyurur: "Sizlerden hiçbir kimse yoktur ki oraya (Cehenneme) uğramamış olsun. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, iman edip kötülüklerden sakınanları kurtarırız. Zâlimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız."877 Bir rivâyete göre cennetlik mü'minlerin Cehenneme uğramaları, üzerindeki sırattan geçmelerinden ibarettir. Herkes bu köprüye gelecek ve Cehenneme girecek olanlar da buradan gireceklerdir. Mü'minlerin Cennete yollarının Cehennemden geçmesindeki hikmet; sevinçlerinin fazlalaşması ve kurtuldukları için şükürlerinin artması ve kâfirlerin üzüntülerinin çoğalmasıdır. Çünkü dünyada düşman saydıkları mü'minlerin kurtulması, kendilerinin Cehenneme atılmaları, kâfirler için azab üzerine azab olacaktır.
Mu'tezile'nin çoğu ve Kadı Abdulcebbâr el-Hemedâni (ö. 415/1025), Üzerinden geçmek mümkün olamaz; mümkün olsa bile Sırattan geçmek müminlere eza ve cefa çektirir” diyerek Sıratı inkâr etmişlerdir.
Halîmî (ö. 403/1012) gibi bazı âlimler de, kâfirlerin Sırat'a uğramadan doğrudan doğruya Cehennem'e atılacaklarını söylemişlerdir. Bunlar, bu görüşlerini Ebû Sa'id el-Hudrî'nin rivâyet ettiği bir hadise dayandırmışlardır. Bu hadise göre, Mahşerde bir münâdi, "Her ümmet dünyada nelere tapıyor idiyse, onların ardına düşsün" diye çağırır. Bunun üzerine münezzeh ve yüce olan Allah'tan başka şeylere, putlara ve heykellere tapagelen ne kadar kimse varsa, onlardan hiçbir i kalmaksızın Cehenneme dökülürler. Artık ortalıkta iyi ve kötülerden yalnız Allah'a ibâdet etmiş olanlar ve ehl-i kitabın kalıntılarından başka kimseler kalmayınca, Yahudiler çağırılacak ve onlara "siz neye ibâdet ediyordunuz?" denilecek. Onlar "Allah'ın oğlu Üzeyr'e tapıyorduk" diyecekler. Bunun üzerine onlara, "yalan söylediniz! Allah hiçbir eş ve oğul edinmedi" denilir. Bunlar susadıklarını
875] 66/Tahrîm, 8
876] 57/Hadîd, 13
877] 19/Meryem, 71-72
KIYÂMET
- 177 -
söyleyerek Cenâb-ı Allah'tan su isteyince, kendilerine serap gibi görünen ateşe götürülecekler ve birbirlerini çiğneyerek Cehennem ateşinin içine yuvarlanıp döküleceklerdir. Sonra Hıristiyanlar çağırılacak, "sizler kime ibâdet ediyordunuz?" denilecek. "Allah'ın oğlu Mesih'e ibâdet ediyorduk" diyecekler. Onlara da "yalan söylediniz! Allah hiçbir eş ve oğul edinmedi" denilecek. Bunlar da susadıklarını söyleyerek Allah'tan su isteyince, kendilerine, "Haydi suya gelmez misiniz?" diye işaret olunur. Serap gibi görünen Cehenneme doğru toplanacaklar ve birbirlerini çiğneyerek Cehenneme döküleceklerdir". Bu hadisin devamında: Geride kalanlara, tanımadıkları bir surette Allah Teâlâ'nın tecelli edeceği, sonra şiddet ve dehşetin kaldırılarak samimi olarak Allah'a ibâdet edenlerin secde etmelerine izin verileceği, diğerlerinin -secde etmek istediklerinde- kafalarının üzerine düşecekleri, daha sonra Allah Teâlâ'nın bunlara ilk gördüklerinden başka bir surette (sıfatta) tecelli edeceği bildirilir. Bundan sonra da Cehennemin üzerine köprü (sıratın) kurulacağı ve şefaate izin verileceği beyan edilir. 878
Sırat köprüsü için, 'kıldan ince kılıçtan keskin' benzetmesi yapılır. Şüphesiz bu benzetme, onun üzerinden geçmenin zorluğunu anlatmak içindir. Esasen bu yol, insanın dünyaya gelişiyle başlayan bir yoldur. Bu 'sırat', doğumdan ölüme doğru uzanmaktadır. İnsanların, özelde de mü'minlerin yaşadıkları hayat bir 'sırat' üzerinde yürümedir. Bu köprüde yürümek, kurtuluşa doğru koşmak, tehlikelerden kaçınmak, Cehennem çukuru gibi yerlere, hatalara, günahlara, zorluklara düşmemek zordur. Hayat bu 'sırat' üzerinde yürümekten başka bir şey değildir. İşte bu noktada önemli olan herhangi bir 'sırat'ta değil, 'müstakîm olan' doğru ve dümdüz olan Allah'ın yolunda yürümektir
'Sırâta'l-müstakîm', İlâhî vahy olan İslâm'ın diğer adıdır. Rabbimizin insan için seçtiği, dümdüz, dosdoğru kıldığı, emin ve yönü hidâyet olan kurtuluş yoludur. Bu yol, eğrilikten, güvensiz olmaktan, yani her türlü 'ıvec'den uzaktır. Bu yolun dışındaki bütün gidiş yolları eğri-büğrüdür, yanlıştır, inişli çıkışlıdır, yani ne üzerinde kolaylıkla yürümek mümkündür, ne de insanı hayatın hedefine götürürler. 879
İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır: “Şüphesiz Biz ona(insana), doğru yolu gösterdik. İster şükreder, ister küfreder.” 880
Soğuk ve sıcak, siyah ve beyaz, gece ve gündüz birbirlerine zıttır. Tevhid ve şirk, iman ve küfür, mü’min ve kâfir de birbirlerine zıttır. Tıpkı bunlar gibi, Allah yolu ile şeytan yolu, ilâhî nizamla beşerî nizam da birbirlerine zıttır. Ve kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Bu zıtların yerlerinin değiştirilmesi, dengenin bozulmasıdır. Hakkı bâtılın yerine, bâtılı da hakkın yerine geçirmek, her şeyin alt üst olmamasına sebep olur.
Geçici âlemle, ebedî âlemin arasında sıkı bir münasebet vardır. Her insan,
878] Buhârî, Müslim ve Tirmizî'den naklen et-Tac, V, 393-394; metin Müslim'in Sahih'inden özetlenerek alınmıştır; Sa'deddin Taftazani, Şerhul-Makasıd, İstanbul 1305, II, s. 223; Şerhul-Akaid İstanbul 1310; Abdusselâm b. İbrâhim el-Lakkâni, Şerh-u Cevhereti't-Tevhid, Mısır' 1955, s. 235-236; Fahreddin er-Razi, Mefâtihul-Gayb, İstanbul 1308, Kitab-ü Mecmü'atin mine't-Tefâsir, el-Matbaatül-Âmire İstanbul 1319); Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 410-412
879] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 599-602
880] 76/İnsan, 3
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gideceği ebedî âlemin azığını, hazırlığını, hesabını, kitabını bu âlemde yapar. Bu insana, baskı uygulanmadan, zorlanmadan iki yol gösterilir. Bu iki yolda yürümede serbest bırakılır. Yolların vasıfları, çıkış ve bitiş yerleri tek tek izah edilir. Hür irâdesini kullanarak, doğruyu tercih etmesi istenir. Yürüyeceği yolun doğru yol olması, geçerli olabilecek yol olması şart koşulur. Ve insan, anlatılanları dinledikten sonra kararını verir: Ya Allah’ın yolu, ya da bâtılın yolu. Rabbimizin yolunun, doğru olan yolun adı: “sırât-ı müstakîm”dir. Dünya, imtihan yeri olduğu için, bu yolda yürümek isteyenlerin yolculuğunda dikkat edeceği hususlar vardır. Şâyet dikkatli bulunmazsa ikaz ve irşadlara kulak vermezse, bu yoldan ayrılmış olması, başka yollarda yolculuğunu sürdürmesi an meselesidir. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda birtakım bâtıl ve tehlikeli yollar olduğu gibi, bizzat bu yolda yürüyen insanların önüne geçen, sağından, solundan kendisine yaklaşıp bâtıl yola kaydırmak isteyen şeytan adlı düşman da vardır. 881
Şeytanın âcil görevi, Allah yolunun yolcularını bu yoldan uzaklaştırıp diğer bâtıl yollara kaydırabilme mücadelesidir. Hadis rivâyetine göre, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü olan882 “sırat köprüsü”, imanı ve ameli geçerli olacak kullar için, üzerinde evlerin, sarayların yapılabileceği kadar da geniş bir yol ve köprüdür. Yine, sırat’ın aşağısı ateştir, kavurucu bir ateş. Ancak, bu köprünün üzerinden geçecek olan mü’minlerin taşıdıkları nur, ateşi etkisiz hale getirebilecektir. Bilindiği gibi nûr ve nâr da birbirine zıttır.
Sırat köprüsü, değişik bir şekilde, fakat taşıdığı anlam itibarıyla dünyada da vardır. Allah’ın yolu olan sırât-ı müstakîmle, cehennem üzerine kurulmuş olan sırat köprüsü birbirine bağlıdır. Dünyadaki sırat, dünyanın şartlarına; âhiretteki sırat da o âlemin şartlarına göre tanzim edilmiştir. Fakat taşıdıkları hüviyet, maksat ve anlam aynıdır. Sırat köprüsü incedir; sırât-ı müstakîm de ince bir yoldur. O yolda yürümek, sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanın önüne konulan yüzlerce yolu terkederek, reddederek sırât-ı müstakîmi tercih etmek, her kişinin kârı değildir. Üstelik o yollar, insana daha câzibeli, daha gösterişli ve süslü, hevâ ve şeytanın teşviki ile güzel gösterilen yollardır.
Allah’ın yolunda yürüyen insanların yolculuklarına engel olmak isteyenler o kadar çoktur ki, bu yolda yürümek, ateşten bir gömlek giymektir. Elde ateş tutmaktadır bu yolda yürüyen; ateşi atsa sönecek; tutsa elini yakacaktır. Fakat bu ateşin tutulması gerekmektedir. Zira ateş imandır, cennetin bedelidir.
Sıratın altında cehennem vardır. Sırât- müstakîmin sağında ve solunda da ateşe atılmaya sebep olacak işlerden, yollardan oluşan bir hayat vardır. Dünyanın âhirete giden bir yol olması gibi, sırat ve sırât-ı müstakîm de, birbirine bitişen bir yoldur. Dünyada sırât-ı müstakîmde yürümeyenlerin âhiretteki sırat’ı geçmeleri mümkün değildir.
Yol, Allah’ın yolu, yolcular da Allah’ın kulu olduğu müddetçe, bu kervanı hiçbir ses ve hiçbir kimse durduramayacaktır. Bâtıl dinler ve düzenler, hak yolun altındaki ateşlerdir. Allah yolundan ayrılmak demek, dünya ve âhireti yakacak bu ateşi tercih demektir. 883
881] 7/A’râf, 16
882] Tac, 5/394
883] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, s. 337 vd.
KIYÂMET
- 179 -
Havz-ı Kevser
Havz-ı Kevser, yani Kevser Havuzu; Âhiret yurdunda bulunan ve Yüce Allah tarafından Peygamber efendimize verilmiş olan ırmak ve havuzun adıdır. "Doğrusu Biz sana Kevser'i verdik."884 anlamındaki âyet-i kerîmede Peygamber Efendimiz'e Kevser'in verilmiş olduğu bildirilmekle birlikte, Kur'ân-ı Kerîm'de gerek Kevser'in ne olduğu ve gerekse Havz hakkında başka bir bilgi yoktur. Bu konudaki bilgilerimiz otuz kadar Sahabî'den çeşitli yollarla gelen ve tümü de muteber hâdis kitaplârında yer alan 50 dolayındaki hadis-i şerif'e dayanmaktadır. Hadislerden bir bölümünde Havz, bir bölümünde de Kevser hakkmda bilgiler vardır. Her ikisi hakkındaki ortak noktalar, havz ve ırmaktaki suyun tad, koku ve rengi ile ilgili olarak verilen bilgilerdir. Diğer özellikler farklı bir biçimde sayılmıştır.
Nitekim Havz, adından anlaşılacağı üzere bir havuz; Kevser ise, bir Cennet ırmağıdır. Havz'ın genişliği hakkında bilgiler bulunmaktadır. Birçok kez verilen bu bilgiler sırasında orada bulunanların anlayışlarına göre, Havz'ın genişliği bir aylık yol veya şu şehirden bu şehire şeklinde tanımlanarak, büyüklüğü hakkında fikir verilmek istenmiştir. Havuzun kenarlarının ve açılarının eşit olduğu da gelen bilgiler arasında bulunmaktadır. Kevser Irmağı'nın ise, vâdisi hakkında bilgiler vardır. Buna göre, vâdi, yeryüzü ırmaklarının yataklarında olduğu gibi derin bir çukur biçiminde olmayıp, düz satıhtadır. Akış, yüzeyin düz olmasına karşın, çevreye dağılmadan, kendi mecrasında sürüp gitmektedir. Vâdinin tabanı, elmas, yakut ve inci gibi değerli taşlarla kaplıdır ve bu oluşum içindeki toprak, misk gibi kokmaktadır. Irmağın iki yanı da altın ve yakutla çevrili olup, sahilinde, boydan boya içi boşaltılarak kubbeler biçimine sokulmuş inciden yapılar vardır.
Havz'ın suyundan bir yudum bile olsa içenler, ebediyen susamayacaklar ve yüzleri de asla kararmayacaktır; içmeyenler ise, susuzluktan kurtulamayacaklardır. Havz'ın suyunun kardan daha serin olduğu, oraya ilk varanın Peygamberimiz Efendimiz'in olacağı, ilk içenlerin fakir olup zengin bir kadınla evlenmek yahut idarecilere baş eğmek yoluyla zenginleşmenin yollarını aramayan, yüzü gözü toprak içinde pejmürde kılıkla Allah yolunda cihad eden, İslâm'a hizmette bulunan, dünya nimetlerini tadamadan şehitlik şerefine ulaşan muhacirler ve sonraki mü'minler olacağı da rivâyet edilen bilgiler arasında bulunmaktadır.
Havuz, ucu Cennete dek varan altın ve gümüş iki oluktan beslenmektedir. Havuzu besleyen Cennet Irmaklarından bir ırmak olup, bu da Peygamber Efendimiz'e verilmiş bulunan Kevser Irmağı'dır. Ebû Dâvud'ta zikredilen "Kevser nedir, bilir misiniz? O, Cennet'te bana vadedilmiş ırmaktır. Onun üzerinde çok hayır vardır. Onun üzerinde bir de bir Havuz vardır. Kıyâmet günü ümmetim oraya uğrayacaktır."885 anlamındaki hadis de, bu yoruma elverici manasıyla, Havuz ve Kevser'i bir arada Havz-ı Kevser olarak anmadaki gerekçeye açıklık getirmektedir. Nitekim Aliyyü'l-Kaarî: "Hazret-i Peygamber'in nehri Cennet'te; havzı ise Kıyâmetin koptuğu yerdedir." 886 diyerek bu duruma açıklık getirmiştir. Havzın Sırat'tan önce mi, sonra mı olduğu konusu tartışmalı olmakla birlikte, Kurtubî, biri Sırat'tan önce, diğeri Sırat'tan sonra iki Havuz olduğunu ifade etmiştir. Kıyâmet yerindeki bu Havuz'lardan, lâyık olmayanlar kovulacaklardır. Her peygamberin birer
884] 108/Kevser, 1
885] Ebû Dâvûd, Sünne 26
886] Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev. Yunus Vehbi Yavuz s. 240
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
havuzu olduğu, son peygamber'in havuzunun çevresinin daha kalabalık olacağı ve bu Havuz üzerinde minberinin de yer aldığı yine rivâyet edilen bilgilerdendir. Kevser ise, yalnızca bizim peygamberimize verilmiş olan bir ırmaktır.
Gerek Havuz ve gerekse Kevser Irmağı'nın (burada, artık, Havz-ı Kevser diye ortak adı kullanabiliriz) ortak yanlarına gelince, suyun rengi kardan, sütten ve güneşten daha beyazdır. Kokusu ise miskten daha hoştur. Tadı, baldan daha tatlıdır. İçecek olanların kullanması için, orada, sayıları gökteki yıldızların sayısından daha çok olan altın ve gümüşten yapılma cennet kapıları vardır.
Kevser ve Havz hakkında verilen bu bilgiler "tevâtür" derecesinde olduğu için, bunlara imanın farz olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte, özellikle Kevser Sûresi'nin tefsiri sırasında, aşırı mezhepler ve felsefi açıklama yönüne gidenler, gerek Havz, gerekse Kevser konusunda kimi bâtınî veya aklî yorumlar yapmaktan da uzak durmamışlardır.
"Kevser" kelimesinin ifade ettiği geniş manadan yola çıkarak, muteber âlimler de, bu kavrama "Cennet Irmağı" ile birlikte daha başkaca anlamlar da vermişlerdir. Bu tutumda Kevser Sûresinin iniş sebebi de rol oynamıştır. Gerçekten de, Sûre, Peygamber Efendimiz'e, oğlu Kasım'ın ölümünden sonra, "ebter/nesli kesik" diyen müşriklerin bu sözleri üzerine, alınandan daha fazlasının verildiğini belirtmek ve "ebter" olmadığını vurgulamak üzere gönderilmiştir. Gerek kelimenin anlamındaki genişlik ve gerekse nüzul sebebi dolayısıyla, tefsirlerde, Kevser kelimesi, aynı zamanda "çok büyük bir hayır, taşkın hayırlar" anlamı çerçevesinde de ele alınmış ve "bu büyük hayr, Kur'ân-ı Kerîm'dir yahut İslâm dini'dir veya ümmetin çokluğudur ya da neslinin kesilmeyip, daha arttığı, artacağı, her yana yayılacağı gerçeğidir" yolunda yorumlarda bulunulmuştur. Kısacası, Kevser, Cennet'teki ırmakla birlikte daha birçok iyi, güzel ve hayırlı olan olguyla anlatılmış ve bunların tümünün Yüce Allah tarafından rasûlüne verildiği üzerinde durulmuştur. 887
Hesap ve Hesap Günü
Hesap Günü: Allah tarafından insanların bu dünyada iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba çekileceklerine dair dikkat çekilen günün adıdır; "Din günü/Cezâ günü" ile hemen hemen aynı anlama gelir.
"Hesap günü"ne iman etmek İslâmiyetin inanç esaslarından birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka gerçekleşeceği Kitap (Kur'ân)’la sâbittir. "Allah herkesi kazandığının karşılığını vermek üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesâbı çabuk görendir." 888 buyrulmaktadır. Diğer bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurur: "Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de gönderilmiş olan peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Zaten biz onlardan uzak değiliz." 889
Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken herkesin, "Hesap günü", ifadesi alınacaktır. Kendilerine peygamber gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri; peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne
887] Zübeyir Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. C. 2, s. 377-378
888] 14/İbrâhim, 51
889] 7/A'raf, 6
KIYÂMET
- 181 -
dereceye kadar yaptıkları ve nelerle karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki: "Biz bir rasûl göndermedikçe azap edecek değiliz."890 âyet-i celîlesi hükmünce, kendilerine "Rasûl" gönderilmeyenler bu hesap ve azaptan muaf olacaklardır. Diğer insanlar da dünyadaki amellerine göre hesaba çekileceklerdir:
"O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük dönerler." 891
"Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir." 892
"Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor." 893
Gerçekten öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne vurulması veya yaptıklarıyla yüzleştirilmesi her çeşit cezâdan daha ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezâyı hak etmişse bundan kurtuluş da yoktur. "Hesap günü", kişi yaptıklarıyla yüzleştirildikten sonra, tartıya vurulmayan, cezâsı verilmeyen zerre miktarı hayır ve şerrin bırakılmadığı ince hesap anına geçilir. Artık o gün: "Kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onu görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir." 894
O dehşetli "hesap günü"nde Allah'ın mü'min kullarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Dünyada iken yaptıklarına karşılık Rablerinin kendilerine hazırladığı nimetlere sevinç içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi mü'minler için şöyle buyurur: "Şüphesiz iman edenlerle, Yahudilerden, Hiristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp salih amel işleyenler için Rabları katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi üzülmeyecekler de."895 Onlara: "İşte bu, hesap günü için size söz verilenlerdir."896 denilecek ve kolay bir hesaptan geçirileceklerdir: "Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecek." 897; "Kitabı sağ tarafından verilen; ‘Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten bekliyordum’ der." 898 Böylece hakettiği cennete girer.
Rasûlüllah (s.a.s.) mü'minlerin "hesap günü"ndeki durumunu şöyle dile getirir: "Mü'min Kıyâmet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki, artık Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün günahlarını ikrar ettirir: ‘Şunu işlediğini sen bilir misin?’ diye sorar. O da: ‘Yâ Rabbi bilirim’ der. Sonunda, mü'minin işlediği günahlar hakkındaki itirafları Allah'ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: ‘Şüphesiz Ben senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için günahlarını mağfiret ediyorum’ buyurur." 899
890] 17/İsrâ, I5
891] 99/Zilzâl, 6
892] 40/Mü'min, 17
893] 3/Âl-i İmrân, 30
894] 99/Zilzâl, 7-8
895] 2/Bakara, 62
896] 38/Sâd, 53
897] 84/İnşikaak, 7-9
898] 69/Haakka, 19-20
899] Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah'a ve âhiret gününe iman ederek O'nun emirlerine uyan, yasakladıklarından sakınan ve salih amel işleyen mü'minler, kolay bir hesaptan sonra Allah'ın kendilerine mükâfat olarak hazırladığı nimetlere kavuşacaklardır. Ancak müslüman olduğu halde, mutlak sûrette cezâyı hak edecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor olacaktır.
Hz. Peygamber bir gün ashabına şöyle sorar: "Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve malı olmayandır,” demişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Benim ümmetimden gerçek müflis; Kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelip de şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenatı biterse, onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır." 900
Günahkâr mü'minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar, "Hesap günü"nden söz eden âyetleri işittiklerinde alaylı bir şekilde: "Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden önce (bize vaad ettiğin) hissemizi şimdiden ver."901 Müşrikler böyle söylemekle; "hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o cezâdan bizim payımıza düşeni şimdiden ver." diyerek alay etmek istiyorlardı. Cenâb-ı Hak da: "Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesâba çekilmesi de Bize âittir."902 buyurarak hem Rasûlünü teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır." 903
O dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca pişmanlık duymanın hiçbir yararı olmayacaktır. "Kimlerin tartısı ağır basarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen cehennemdedirler."904; "Kitapları sol taraflarından verilenlere gelince, o: ‘Keşke bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!’ der." 905 Cenâb-ı Hak onlara: "Âyetlerim okunurken onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?" 906 diye sorunca, sanıyorlar ki konuşmalarına izin verilmiş, kendilerine ümit kapıları açılmış belki suçluluklarını itiraf ederlerse istedikleri kabul görür: "Derler ki: Rabbimiz, bize kötülüğümüz gâlip geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz, bizi buradan çıkar, eğer tekrar inkâra dönersek gerçekten zâlimler oluruz."907 Onların bu sözlerine karşılık: "Allah da buyurur: Kesin sesi. Artık benimle konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar, Rabbimiz inandık, artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın, diyorlardı. Siz ise onları alaya alıyordunuz, bunlar size beni anmayı unutturuyordu. Ve hep gülüyordunuz onlara."908 diyerek cehenneme gönderilecekler. Bu arada kendilerinin bu acı hallerini gören mü'minler, cehenneme giriş nedenlerini sorarlar:
900] Müslim, Birr 59
901] 38/Sâd, 16
902] 88/Ğâşiye, 25-26
903] 38/Sâd, 26
904] 23/Mü'minûn, 102-103
905] 69/Haakka, 25-26
906] 23/Mü'minûn, 105
907] 23/Mü'minûn, 106-107
908] 23/Mü'minûn, 108-110
KIYÂMET
- 183 -
"Kitapları sağdan verilenler suçlulara: ‘Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?’ diye sorarlar. Onlar derler ki; ‘Namaz kılanlardan değildik, düşkünü doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Cezâ gününü yalanlardık. Bu durumumuz, ölüm bize gelinceye kadar devam etti’ derler." 909
Akaid kitapları, "hesap günü" ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak, bu günün gerçek olduğunu şu şekilde açıklarlar:
a) Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenâb-ı Allah "O gün tartı (vezn) haktır."910 buyurmuştur. Mu'tezile ise amellerin tartılmasını inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.
b) Amel defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap ve günahların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Mü'minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraflarından verilir.911 Mu'tezile bu konudaki nassları da te'vil ederek amel defterini gereksiz görür.
c) Öldükten sonra sorguya çekilme haktır. 912
Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
El-Hasîb: Hesap gören anlamında Allah’ın isimlerinden biridir. “Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.” 913
Allah insanı yaratır ve henüz o dölyatağındayken ona sûret verir. Her insanı özenle ve bambaşka bir yaratılışla dünyaya getirir. Annesinin rahmindeyken ve o daha hiçbir şeyin şuurunda değilken onu korur, beslenmesini ve gelişmesini sağlar. Anne karnında geçen dokuz aylık süre insan için karanlık bir devredir. Hiç kimse bu dönemi ve dokuz ay içinde Allah'ın kendisi için nasıl inanılmaz mucizeler gerçekleştirdiğini bilmez. Fakat Allah, daha insan tek bir hücreyken bile onun ilk haline şâhittir. Çocukluk dönemi de aynı şekildedir. İnsanın hâfızasında çocukluğuyla da ilgili yalnızca birkaç anı kalır. Ama Allah, o bilmezken bile her an yanındadır, her yaptığına şahittir.
Allah'ın şâhit olduğu yalnızca insanın amel olarak yaptıkları değil aynı zamanda içinden de geçirdikleridir. Çünkü Allah insanın hem içine hem dışına, hem rûhuna hem organlarına tam anlamıyla hâkimdir. O, nefsini koruyarak neyi, ne için yaptığını bilmezken Allah onun her hareketini ne amaçla yaptığını bilir. İnsan gizlenmiş tek bir hücre halindeyken de, ölmek üzere son nefesini verirken de Allah onun yaptıklarına şâhittir. Dünyada yaşadığı süre boyunca otururken, konuşurken, yemek yerken, uyurken, gece gündüz her saniye işlediklerini tüm ayrıntılarıyla bilir, ağzından çıkan her konuşmayı, her lafı işitir, aklından geçirdiği her düşünceyi tespit eder. Hiçbir şey O'ndan gizli kalmaz.
Oysa insan, hayatı boyunca yaptığı işleri, söylediği sözleri unutur. Yıllar geçtikçe zihnindeki anılar bulanıklaşır. Geçmişte yaşadıklarını saymaya kalksa ancak
909] 74/Müddessir, 42-47
910] 7/A'râf, l8
911] 69/Haaka, 25-26; 84/İnşikaak, 10; 17/İsrâ, 13
912] 7/A'râf, 6; 14/İbrâhîm, 51; 3/Âl-i İmrân, 30; Müslim, Tevbe 52; Buhârî, Mezâlim 2; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397
913] 33/Ahzâb, 39
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok az şey sayabilir. On yıl önce yaşadığı bir olay kendisine hatırlatılıp o an ne düşündüğü sorulsa hiçbir şey hatırlayamaz. Sanki bütün yaşadıkları zihninden silinmiş gibidir, geriye çok az bir kalıntı kalmıştır. Allah ise bütün insanların hayatları boyunca yaptıklarını, her saniye kafalarından neler geçtiğini bilir. Hiçbir şeyi unutmaz. Hesap günü herkesin önüne kötülüklerini, iyiliklerini, sâlih amellerini ve günahlarını eksiksiz getirir. Bu yüzden insanın yapması gereken, Allah'ın kendisine şâhit olduğunu asla unutmamasıdır.
“Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır.”914; “Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” 915
Mîzân
Denge Olarak Mizan: ‘Mizan’, ölçü ve tartı işinde kullanılan bir ölçü âletidir. İslâm inancında ise; Âhirette günah ve sevapların, iyilik ve kötülüklerin ölçülüp tartılacağı bir alettir, bir araçtır veya amellerin tartılmasına verilen bir addır.
‘Mizan’, yalnızca göze görünen, maddî şeyleri ölçen bir araç değil; iyilik ve kötülükleri, bazı ölçü ve değerleri belirlemek için de kullanılır. Adalet terazisi, hak terazisi, akıl terazisi (mizanı) gibi. Kur’an buna ‘vezn’ de demektedir. 916
Kıyâmette Mizan: İslâm’a göre insanlar dünyada yaptıklarından dolayı sorguya çekilecekler, Yaptıkları işler (ameller) âhirette ‘mizan’da tartılıp ölçülecek ve değerlendirilecek. Tartısı ağır gelenler (sevabı çok olanlar) kurtulacaklar, mükâfat alacaklar; tartısı hafif gelenler ise zarara uğrayacaklar.
Amellerin tartılması haktır. Bu, Kıyâmet gününün olaylarından birisidir. Kur’an, ‘mizan’ın kurulacağını açık bir dille bize haber vermektedir. Ancak bu tartı işinin, bu mizan olayının nasıl olacağını bilmemiz mümkün değildir. Onun bilgisi tümüyle Allah’a aittir. İnsanlara bu konuda bir bilgi verilmemiştir. Zaten önemli olan, bu tartı terazisinin nasıl olduğunu bilmek değil, tartıya ağır bir sevap hazırlamaktır.
“O gün vezn (tartı) haktır. Kimin tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır. Kimin de tartıları hafif kalırsa, bunlar da âyetlerimize zulmedegeldikleri için nefislerine zarar verenlerdir.”917 Terazide ağır gelmesi istenen şey elbette kulun sevapları, yani Allah’a imandan sonra yaptığı ibâdetleri ve bunların karşılığında kazandıklardır. İyilikler, hayırlar, infaklar, ibâdetler, duâlar, zikirler, cihadlar, yalvarmalar; hepsi bunun içerisindedir.
Âyetlerde mizan bazen çoğul olarak ‘mevazin’ şeklinde geçmektedir. Belki ölçü terazileri çoktur, belki ameller ayrı ayrı katogorilerde değerlendirecektir. 918
914] 4/Nisâ, 86
915] 4/Nisâ, 6
916] 55/Rahmân, 7-9
917] 7/A’râf, 8-9
918] 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 101/Kaaria, 6-7
KIYÂMET
- 185 -
Amellerin mizanda tartılması, amel defterlerinin kulların eline verilmesinden sonra olacaktır. Bir görüşe göre kâfirler için mizana gerek yoktur. Çünkü onlar dünyada iken iman etmedikleri için bütün amelleri boşa gitmiştir ve onların varacağı yer bellidir, yani cehennemdir.
Allah’ın insanı hesaba çekeceğini bildiren sayısız âyet vardır. Bu konuda birçok âyet ve hadis vardır. 919
Kıyâmet gününde iyi ve kötü amellerin tartılarak miktarının bilinmesine mahsus mîzan (terazi) haktır ve konulacaktır. Yüce Allah Kıyâmet gününde konulacak bu terazi için şöyle buyurur: "Kıyâmet günü adalet terazileri koyacağız. Hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesab görenler olarak bizler yeteriz."920; "O gün (Kıyâmet günü) gerçek ve dosdoğru olan vezin (tartı) vardır. "(el-hakk kelimesi veznin haberi yapılarak mana verilirse) "O gün vezin (amellerin tartılması) haktır ve gerçektir. Mîzânları ağır basanlar, işte onlar kurtulanlardır. Mîzânları hafif gelenler, âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü kendilerini zarar ve ziyana uğratanlardır."921 Bir terazinin ağır gelmesi, onunla tartılan şeyin (mevzun'un) ağırlık ve miktarı ile orantılıdır. Âhirette terazinin ağır gelmesi istenilen tarafı iman ve iyi amellerin konulduğu gözüdür. Terâzide imanla birlikte iyilikleri, hayır ve hasenâtı ağır gelenler kurtulacaklardır. Yukarıda meali yazdığım âyetlerde geçen "mevazin'in, mîzânın cem'i olabileceği gibi "mevzun'un" (tartılan amelin) de çoğulu olacağına dair iki görüş rivâyet edilmiştir. Allah katında kıymeti ve ağırlığı olan iyi ameldir ki, mîzânda ağır gelecek olanda budur. Âyetlerde "Mîzân"ın, "mevâzin" şeklinde çoğul yapılması, mizanın şânını yüceltmek ve önemini belirtmek için veya amelleri tartılacak kişilerin çokluğundan dolayıdır. Yahut da her ferd için müteaddid mizanların bulunacağına işarettir. Veyahut kalblere ait ameller ayrı bir terazide sözler bir terazi de organların amelleri de başka bir terazide tartılacağı için mîzân cem'i olarak getirilmiştir. Veya mîzân, kısım ve teferruatı çok olduğundan dolayı çoğul şeklinde kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm'in vezin ve mîzânla ilgili beyanlarından çıkan netice şudur: Âhirette amellerin tartılması için her halde bir mîzân konulacaktır. Mîzânda amellerin tartılması, amel defterlerinin verilmesinden sonra olacaktır. Mîzân ile vezin esnasında, zâlimin hasenesi varsa, alacağı oranında mazluma verilecek: Hasenesi (iyiliği) yoksa, mazlumun günahı olacağı miktarda, zâlime verilecektir. Herkesin muhtelif amellerinin tartılmasından sonra kâr ve zarar hesabı hepsinin toplamından çıkarılacaktır.
Mu’tezile "Mîzândan murad, Allah'ın koymuş olduğu adalettir. Ameller, arazdır, iâdesi mümkün olsa bile tartılmaları imkânsızdır. Kulların amelleri Allah'ın malumudur, tartılması faydasızdır" dedi. Ehl-i Sünnet, Mutezilenin bu iddiasına şöyle cevap verdi: "Mizanda amellerin vezni bütün halkın içinde Allah'ın dostlarını düşmanlarından ayırt etmek ve dosdoğru ve mükemmel adâletini göstermek içindir. Böylece herkes, Cenâbı Allah'ın zulmetmekten münezzeh olduğunu anlayacaklardır. Mîzânda iyilikleri ağır gelenlerin derecelerinin kemali
919] Âyetlerden bazıları: 102 Tekâsür/8. 2 Bekara/284. 3 Âli Imran/30. 36 Yasin/65. 99 Zilzal/1-8. 69 Hakka/25-34. 4 Nisa/40. 58 Mücadile/6. v.d. Hadisler için bk. el-Esas Fi’s Sûnne-I. Akaidi, 10/221-239. K. Sitte, 14/393-418; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 420-423
920] 21/Enbiyâ, 47
921] 7/A'râf, 8-9
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve faziletlerinin zuhuru sebebiyle ferah ve sürurları artacaktır. Kötülükleri ağır gelenlerin ise, gam, hüzün, korku, rezillik ve rüsvaylıkları artacaktır. Mevâzin lafzı sırf adalet üzerine hamledilir, diyenlerin delilleri tutarsızdır. Lafza hakiki manasından aklî bir zaruret olmaksızın mecaz manası vermek caiz değildir. Mîzân konusunda şu anlamda hadisler vârid olmuştur:
a) Mîzânda, tartılacak olan, amel defterleridir. 922
b) Gerekli olan değerlerine göre iyilikler güzel ve nurani sûretlere (miktarlara) kötülükler de çirkin sûretlere çevirilerek tartılırlar. 923
c) İnsan bir defa sırtına iyiliklerini yüklenerek sevabıyla tartılır, ayrıca da veballerini sırtına yüklenerek günahıyla tartılır. 924
O halde kulların amellerinin vezni için mîzânı tasdik etmek gerekir. Bununla beraber veznin (hâsıl olacağını) keyfiyetini ve mîzânın mahiyetini akıl için tafsilatıyla bilmeye imkan yoktur. Bu sebeple bunların keyfiyetinin tafsilatına iman etmek şart değildir. Vezin ve mîzânı inkâr etmeyerek bunları adalet-i ilahi ile te'vil edenler küfre nisbet olunmaz.
Fakat Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenlere gelince; Allah onların amelleri için hiçbir vezin ve tartı işlemi yapamayacaktır. Mîzânda vezin, iyilikleri ve kötülükleri bulunanların sevap ve günahlarının miktarı belli olsun diye gerçekleşecektir. Allah'ı, öldükten sonra diriltilerek hesap vermeyi inkâr ettikleri için kâfirlerin iyilikleri boşa gitmiştir. Çünkü iyilikleri tutan ve muhafaza eden kap imandır. Âhirette kâfirin küfür ve günahından başka hiçbir hasenesi kalmayacağından dolayı onun için vezin ve mîzâna gerek kalmaz. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: "De ki: Size amelce en çok ziyanda olanı haber vereyim mi. Bunlar dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiş olanlardır. Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı. İşte bunlar, Allah'ı ve Ona kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden amelleri boşa gitmiştir. O halde onlar için Kıyâmet gününde tartı işlemi yapmayacağız (vezin ikame etmeyeceğiz)." 925
Peygamberimiz mahşer gününde üç yerde korku ve endişesi sebebiyle kimsenin kimseyi hatırlamayacağını söyler:
1- Mîzân başında terazisinin ağır çekip çekmeyeceğini öğreninceye kadar
2- Amel defterinin verildiği ve "alın kitabımı okuyun" denildiği zaman kitabının sağında mı solunda mı yoksa arkasında mı bulunacağını öğreninceye kadar,
3- Cehennemin üstüne kurulduğu vakit Sırat'ın yanında. 926
Duhân; Kıyâmet Alâmetlerinden Biri
Duhân; lügatta, "duman" anlamındadır. Terim olarak iki anlamı vardır: 1) Duhân, Kur'ân-ı Kerîm'in 44. sûresinin adıdır. Sözkonusu sûrenin onuncu âyetinde duhân (duman)dan bahsedildiği için bu adı almıştır. 2) Duhân (duman),
922] İbn Kesir Tefsir, Beyrut 1966/1385, IV, 566
923] Fahrüddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul 1398 h. IV, s. 266-267, VIII s. 666
924] İbn Kesir, III, s. 146-147
925] 18/Kehf, 103-105
926] Mansûr Ali Nasıf et-Tac, V, 376
KIYÂMET
- 187 -
"Kıyâmet alâmetlerinden biri"dir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadiste; "On alâmet zuhur etmedikçe Kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda bir yer batması, batıda bir yer batması, Arap yarımadasında bir yer batması, duman, Deccâl, Dâbbetü'l-Arz, Ye'cûc ve Me'cûc, güneşin battığı yerden doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen'den) bir ateş çıkarak insanları haşrolacakları yere sürmesi" buyurmuştur. 927
Duhân sûresinin "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle; bu, can yakan bir azaptır" 928 âyetlerinde zikredilen dumanın, bazı âlimler, Kıyâmet kopmadan önce zuhur edecek Kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğunu söylemişlerdir. Rivâyete göre bu duman kâfirlerin kulaklarından girecek, başları kebaba dönecek; müminlerin de hâli nezleye yakalanmışa dönecek, bütün yeryüzü bacasız bir fırın gibi kızacaktır. 929 Ashâbdan İbn Abbâs, İbn Ömer ve Zeyd b. Ali'nin rivâyetleri bu dumanın Kıyâmete yakın çıkacağı tarzındadır. 930
Abdullâh bin Mes'ûd'dan gelen rivâyet ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.), Kureyş'in kendisine şiddetle isyanını görünce: "Yâ Rab! Yusuf'un yedi (yılı) gibi onlara da yedi (yıl kıtlık) vermek sûretiyle bana yardım et" diye duâ etmişti. Onları bir kıtlık yakaladı. Birçokları açlıktan öldü. Derileri, ölü etlerini ve kemikleri yediler. Yerle-gök arasını herkes açlıktan duman gibi görüyordu. Nihâyet Ebû Süfyân Hz. Peygamber'e gelerek dedi ki: "Yâ Muhammed! Sen bize akrabayı gözetmemizi emrediyorsun. Hâlbuki kavmin açlıktan ve kıtlıktan helâk oldu. Allah'a duâ et de onlardan bu belâyı kaldırsın." Bunun üzerine Hz. Peygamber duâ etti, kıtlık geçti. Bol yağmura kavuştular. Refâha kavuşunca yine eski inançsızlık ve isyankârlık hallerine döndüler. Bunun üzerine Duhân sûresinin 10-16. âyetleri indi. 931
Duhân sûresinde geçen duman gerçek duman olmayıp, Hz. Peygamber'e isyân eden Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber'in duâsı neticesinde açlığa marûz kalıp etrafı duman şeklinde görmeleridir. Veya bu duman, Kıyâmetten önce zuhur edecek olan Kıyâmet alâmetlerinden biridir. Yahut da, Cehennem'in dumanıdır. 932
Dâbbetü’l-Arz
Dâbbetü’l-Arz: Yer hayvanı demektir, Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biridir. Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır. İçkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirâyeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.
"Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye
927] Müslim, Fiten 39, 40, 128, 129; Ebû Dâvûd, Melâhim 12; Tirmizî, Fiten 21; İbn Mâce, Fiten 25, 28
928] 44/Duhân, 10-11
929] Nesefî, Medârik, Beyrut, (t.y.), IV,128
930] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, İstanbul 1980, XI, 198
931] Buhârî, İstiska 2; Tefsîru Sûre 30/1; Tefsîru Sûre 44/5-6; Müslim, Münâfikîn 39, 40
932] el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, Beyrut, (t.y.), VII, 29; Mehmet Bulut, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 420-421
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaadirdir." 933 âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir. "Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir."934 âyetinden de anlaşılan budur.
"Dâbbetü'l-Arz" da; Kıyâmetin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." 935 buyrulmaktadır. Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur. 936
Râğıbü'l-İsfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir: "Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması Kıyâmete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir. 937
Müfessirler yukardaki âyette938 dayanarak "Dâbbetü'l-Arz"ın Kıyâmete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler. İbn Ömer'e göre, "dâbbe"nin çıkması hadisesi, dünyada iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. İbn Merdûye'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz. Peygamber‘in (s.a.s.) kendisinden Ebû Saîd de duymuştur. Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi'lma'rûf, mehy, ani'l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah'ın, Kıyâmetin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir "dâbbe" meydana çıkaracağını gösterir. Mâmafih onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir. 939
Akaid kitaplarına, Kıyâmetin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü'l-Arz" 940 hakkında Peygamber’den (s.a.s.) şöyle rivâyet edilir. "İlk çıkacak Kıyâmet alâmeti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine ‘dâbbe’'nin çıkmasıdır. Bu alâmetlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." 941; “Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: 1-Güneşin batıdan doğması, 2-Deccâl ve 3-Dâbbetü'l-Arz.”942; "Dâbbe, yanında Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın mührü olduğu halde çıkacaktır. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle mühürleyecek. İşte o dönemde yaşayan insanlar biraraya gelecekler ve mü'minler, kâfir belli olacaktır." 943
Bu konudaki rivâyetler pek çoktur, ancak hiçbir i mütevâtir olmadığından, Kıyâmet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar. Bunun için,
933] 24/Nûr, 45
934] 11/Hûd, 6
935] 27/Neml, 82
936] M. Hamdi Yazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", V, 3701 vd.
937] Râğıb, "Müfredât", debb maddesi
938] 27/Neml, 82
939] Mevdûdî, "Tefhîm", IV, 128
940] bk. Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi Kesteli. 194
941] Müslim, Fiten 118; Amed bin Hanbel, II/201
942] Müslim, İman 249; Tirmizî, Tefsîru Sûre 6
943] Ahmed bin Hanbel, II/491; Tirmizî, Tefsîru Sûre 27
KIYÂMET
- 189 -
"Dâbbetü'l-Arz"la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah'ın bizi bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini O'na havale edip Dâbbetü’l-Arz 'ın Kıyâmete yakın zuhur edeceğine iman etmek en doğru yoldur. Bununla birlikte: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " 944
Ye’cûc ve Me’cûc
Ye’cûc ve Me’cûs; İslâm inancına göre eşrâtu'ssaat'tan (Kıyâmetin büyük alâmetlerinden) biri olmak üzere, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve gerçek mâhiyetlerini Allah'ın bildiği iki topluluktur.
Ye’cûc ve Me’cûc kelimeleri Arapçaya başka bir dilden girmiştir. Frenkler buna "Yağuğ ve Mağuğ" demişler, Şeytanın zürriyeti olduğuna inanmışlardır. Bazı kimseler de yeryüzündeki insanların onda dokuzunun Ye’cûc ve Me’cûc olduğunu söylemişleridir. İslâm inancına göre ise, Ye’cûc ve Me’cûc, eşrât-ı sâatten (Kıyâmetin kopacağına işaret sayılan büyük alâmetler)dir. Ye’cûc ve Me’cûc Kitap ve Sünnetle sâbittir. Ye’cûc ve Me’cûc Kur'ân-ı Kerîm'de iki âyette geçer:
1- "Onlar dediler ki: "Zülkarneyn, gerçek şu iki Ye’cûc ve Me’cûc (bu) yerde bozgunculuk çıkaran (kabile)lerdir." 945
2- "Nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (ün seddi) açılıp da her tepeden saldıracakları ve gerçek va'd olan (Kıyâmet) yaklaştığı zaman o küfr (ve inkâr) edenlerin gözleri hemen belirip kalacak." 946
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımlarından Zeynep binti Cahş’dan (r.a.) gelen bir rivâyette ifâde olunduğuna göre, bir defasında telâşla Zeynep’in (r.a.) yanına girerek; “Lâ ilâhe illâllah! Vukuu yaklaşan bir çerden, büyük bir fitneden dolayı vay Arabın haline? Bugün Ye’cûc ve Me’cûc'un seddinden şunun gibi bir delik açıldı”, buyurdu da, başparmağıyla onun yanındaki şehâdet parmağını halkaladı. Bunun üzerine Zeynep b. Cahş; “Yâ Rasûlallah! İçimizde bu kadar iyi kimseler varken biz helâk olur muyuz?” diye sordu. Rasûlullah; "Evet! Fısk ve füccur, fuhş ve ma'siyet çoğaldığı zaman helâk olursunuz!" diye cevap verdi. 947
Tefsir kitaplarındaki bilgilerden öğrendiğimize göre, sâlih bir zat olan Zülkarneyn948 dindar kimsedir. İşte bu zat Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla bir batıya, bir doğuya, üçüncü kere de kuzey tarafa doğru gitti ve iki sed arasında bir yere vardı ki, işte buradan Ye’cûc ve Me’cûc hücum ediyor, bozgunculuk çıkarıyor; ekinleri ve insanları yok ediyor. Orada halkın isteği üzerine, Zülkarneyn, Ye'cüc ve Me'cûc'ün zararından onları kurtarmak için bir sed yaptı. (Seddin yapımı bitince), artık Ye’cûc ve Me’cûc onu ne aşabildiler ve ne de delebildiler.949 Buradan anlıyoruz ki, artık Ye’cûc ve Me’cûc, saldırganlıklarını sürdürmediler. İşin tarihî yönü böyle. Zülkarneyn, sed yapmış ve Ye'cüc ile Me'cüc'ûn fesâdını önlemiştir.
Enbiyâ sûresi 96-97. âyetlerinden de anlaşılıyor ki, Kıyâmet kopmadan önce,
944] 6/En'âm, 59; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 351
945] 18/Kehf, 94
946] 21/Enbiyâ, 96-97
947] S. Buhârî, Tecrîd Tercemesi, IX, 96
948] Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir II, 433
949] 18/Kehf, 97
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlarla bir takım insanlar arasında bir engel olarak yapılan sed açılacak; onlar insanlara saldıracaklardır.
Bugün Kur'ân'da adı geçen bu sed var mıdır, yok mudur? Henüz mesele açıklığa kavuşmuş değildir. Yalnız bu sed Zülkarneyn tarafından yapılmıştır. Ye'cûc ve Me'cûc vardır ve bunların Kıyâmet kopmadan önce, ortaya çıkıp çekirgeler gibi birçok yerleri yakıp yıkacakları kesindir. 950
Deccal
Deccâl Nedir? Sözlükte, bir şeyi örtmek, yaldızlamak veya boyamak manasındaki ‘decl’ kökünden türemiş bir sıfat olup, çok yalancı, aldatıcı, hilekâr demektir. Kavram olarak ‘deccâl’, ahir zamanda ortaya çıkıp, göstereceği olağanüstü yeteneklerle insanları dalâlete sürükleyeceği kabul edilen kişidir.
‘Deccâl’ ile ilgili Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur. ‘Deccâl’ ve onun faaliyetleriyle ilgili bilgiler hadislerde bulunmaktadır. Daha çok da ‘mesih deccâl/yalancı mesih’ olarak geçmektedir.
‘Deccâl’ inancı eski dinlerde olduğu gibi yahudilikte ve hıristiyanlıkta da vardır. Bozulmuş Tevrat ve İncil’de ‘deccâl’ ile ilgili verilen bilgilere bakılırsa İslâm'daki deccâl inancının onlardan etkilenmiş olabileceği akla gelmektedir. Ancak birçok meşhur hadis kitabında ‘deccâl’ ile ilgili pek çok hadis yer almaktadır.
Peygamberimiz (s.a.s.)'den rivâyet ediliyor ki: “Şüphesiz on alâmet ortaya çıkmadıkça Kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda, Batıda ve Arap yarımadasında bir yerin batması, duman’ın çıkması, deccâl, dabbetü’l arz, ye’cüc ve me’cüc, güneşin battığı yerden doğması ve Yemen’de bir ateşin çıkarak insanları toplanacakları yere (haşr yerine) sürmesi.” 951
Deccâlin Özellikleri: Hadislerde geniş bir şekilde ‘deccâl’in özelliklerinden ve yapacağı işlerden bahsedilir. Buna göre ‘deccal’ bir insandır ve olağanüstü yetenekleri vardır. Rüzgâr gibi hızlıdır. Yağmur yağdırıp, bitkileri yeşertebilecek. Yanında su ve ateş bulunacak. Fakat gerçekte onun suyu ateş, ateşi de sudur. Bir gözü kördür ve patlamış üzüm gibidir. Alnında kâfir yazılıdır. Genç bir kimsedir, esmer ve parlak tenlidir. Kısa boylu olmasına rağmen heybetlidir.
Âhir zamanda doğudan gelecek ve müslümanların oturduğu şehirlerin birinde ortaya çıkacak. Birçok yeri dolaşacak ama Mekke, Medine ve Mescid-i Aksaya giremeyecek. Önce peygamberlik sonra ilâhlık davasına kalkışacak, karşı gelenleri cehennem adını verdiği yere atacak. Ama aslında onun cehennemi cennet gibi, cenneti ise cehennem gibidir. Bir rivâyete göre Hz. İsa tarafından Şam yakınlarında öldürülecek. 952
Bütün peygamberlerin ümmetlerini ‘deccâl’ fitnesine karşı uyardıklarını, Peygamberimizin de duâlarında sık sık ‘deccâl’ fitnesinden Allah’a sığındığını bildiren hadisler bulunmaktadır. Rasûlüllah (sav) şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Hiçbir peygamber yoktur ki, ümmetini yalancı köre (deccâla) karşı uyarmamış olsun. Dikkat edin o kördür… İki kaşının arasında kâfir yazılıdır.” 953
950] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 393
951] Müslim, Fiten 13, Hadis no: 2901; Ebû Dâvud, Melâhim, hadis no: 4311; Ibn Mâce, Fiten 25, Hadis no: 4041, 4055
952] Müslim, Fiten 20, Hadis no: 2932-2937; Buhârî, Fiten 26-27
953] Müslim, Fiten 20, Hadis no: 2933; Tirmizî, Fiten 62, Hadis no: 2245
KIYÂMET
- 191 -
Hadislerden anlaşıldığına göre ‘deccâl’ bir insandır. Çıkacak yeri ve zamanı tam net değildir. Hatta bir rivâyete göre otuz kadar ‘deccâl’ çıkacaktır.954 Bazı rivâyetlerde ise yetmiş kadar deccâl çıkacağı ifade ediliyor.
Deccâl hakkında rivâyet edilen hadislerdeki çelişkiler bu konuda İslâm âlimlerinin farklı yorumlar yapmalarına sebep olmuştur. Kimilerine göre bu çelişkiler giderilebilecek şeylerdir. Onlara göre ‘deccâl’ ahir zamanda ortaya çıkacaktır. Kimileri birden çok deccâlin çıkacağını, Hz. Ali zamanında ortaya çıkan bir kimsenin ilk deccâllerden olduğunu, firavun ve nemrut gibi inkârcıların ve onlara benzeyelerin deccâl olabileceğini, onun muhtemelen Doğudan çıkacağını, onun yanındaki bir günün kırk gün olması; onunla geçecek günlerin zor olması anlamına geldiğini ileri sürdüler. Kimileri deccâlin göstereceği olağanüstü olayların bir aldatmaca olduğunu, deccâlin şer ve bozgunculuğun, hurâfe, yalancılık ve kötülüklerin sembolü olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de deccâli, insanlığa zararlı inkârcı akımlarla yorumlamışlar. Kimileri göre de deccâl, küfrü ve inkârı yayan herkestir.
Bazı araştırmacılara göre deccâlle ilgili rivâyetlerin çoğu zayıf ve birbiriyle çelişkili, hatta Peygamberimizin söylemesinin imkânı olmayan gerçek dışı rivâyetlerdir. Bir çoğu ahad haber (tek kanalla gelen rivâyet) olduğu için akaidde delil olamazlar. Dolaysıyla deccâl bir akaid konusu değildir. 955
Ancak hemen bütün akaid kitaplarında ‘deccâl’in çıkmasının hak olduğu yer almakta, bu konudaki rivâyetler bir yekûn tutmaktadır. (Hâfız İbn Kesir, Deccâl’le ilgili olan 185 rivâyeti el-Bidâye ve’n-Nihâye isimli eserinde bir araya topladı ve hepsini ayrı ayrı değerlendirdi. Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdurrahim de bu rivâyetleri el-Mesîhu’d-Deccâl adıyla Mısır’da ayrı bir kitap olarak yayınladı. Deccâlle ilgili rivâyetler için ayrıca bak.956
Deccâl hakkındaki rivâyetlerden anlaşılması gereken önemli bir nokta şurasıdır: Deccâl, yeryüzünde inkârcılığı yaymaya çalışan, kutsal değerlerle savaşan, şer işleri yürüten kişi ve onların yürüttükleri çalışmalardır. Bu çalışmaların her devirde değişik temsilcileri olmuştur. Deccal, olağanüstü bir kişilik olmaktan çok, her devirde şer olan şeyleri temsil eden bir tiptir. Böyle bir tipin olması hem akıl yönünden mümkündür, hem de müslümanlar için bir imtihan sebebidir. Mü’minler, kendilerini şerre çağıran, İslâm dışı şeyleri İslâmí kılıfla sunmaya çalışan bozguncu kimseleri tanımak ve onların kurduğu düzenlere karşı uyanık olmak zorundadırlar. Deccâl tipli kişi ve kuruluşların sunacağı su ve ateşe dikkat etmek gerekir. Zâten mü’minler deccâlı ve onun zararlı faâliyetlerini iman ferâsetiyle bilirler, deccâl tiplileri iyi tanırlar ve onlarla mücâdele ederler.
Türkiye’de yakın tarihte ve günümüzde İslâmî değerlere karşı mücâdele veren, İslâmî hükümleri yürürlükten kaldırmış, güç ve iktidar sahiplerine halkın ‘deccâl’ demesi oldukça anlamlıdır. Şurası bir gerçektir ki, tarih boyunca ve günümüzde Hakka karşı çıkanlar olmuştur ve olacaktır. Hakka karşı çıkanlar da her zaman fesâdı yayan, şer işleri artıran, zulme sebep olan tiplerdir.
Bunlar arasında halkı çok kolay kandıran, birtakım numaralar yapan, onları
954] Müslim, Fiten 18, Hadis no: 2923; Buhârî, Fiten 25
955] Y. K. Çağdaş Tefsiri, 8/88-90
956] S. Havva, Hadislerle İslâm Akaidi, 9/345-415
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etkileyen yalancı ve sahtekâr ‘deccâl’ tipleridir. Onlar, halkın karşısına hiçbir zaman asıl yüzleriyle çıkmazlar. Halka yalan vaadlerde bulunurlar, onlara mutluluk söz verirler ama mutsuzluğu getirirler. İnsanlara ‘su’ sunduklarını iddia ederler, ama sundukları ateşten başka bir şey değildir. Onlar Allah’ın hidâyetini kötü gösterirler, hâlbuki İlâhî dâvet ‘su’ gibi insanlara hayat kaynağı olmaktadır. Kendilerinde olağanüstü marifetler olduğuna kitleleri inandırırlar. Çünkü onların nefislerine hitap ederler, gerekirse onları çeşitli yöntemlerle ikna ederler. İkna olmayanları ise sindirirler. Ancak onların olağanüstü marifetleri yoktur. Usta göz boyacı (sihirbaz gibi) oldukları için iyi numara çekerler ve kitleler de onlara rahatlıkla kanarlar.
Günümüzdeki maddeci, çıkarcı, nefislere hitap eden, bencil ve dalâlet olan hayat anlayışını insanlara kabul ettirenleri, kendilerini üstün, başkalarını geri sayanları, kitleleri en usta numara, felsefe ve bilimsel yalanlarla güden ve sömürenleri, bütün güçlerini Allah’ın davetine karşı kullananları, insanları fikren iğdiş edip kendi sistemlerinin kulu ve kölesi yapanları deccâller sınıfına koymak yanlış olmaz.
Hadislerde yer alan çelişkili rivâyetler, adeta masal havasına büründürülerek anlatılanlar; ya zayıf rivâyetler, ya ravilerin yanılarak yaptıkları ilaveler, ya da kendi görüşleri olabilir. Bu nedenle bu konuda dikkatli olup, her rivâyeti bir akaid konusu olarak almamak gerektiği gibi, rivâyetlerdeki zayıflıklara bakıp ta hepsini toptan reddetmemek de gerekir.
‘Deccâl’ olayı belki de bâtılın ve küfrün azılı önderlerini (imamlarını) bir nitelemedir, onların kötülüklerine ve insanları kandırma konusundaki numaralarına, onların sapıklıklarına bir dikkat çekmedir. Müslümanları bu gibi kötü kişilere ve kötülük odaklarına karşı uyanık olmaya, yeri ve zamanı gelince de onlarla mücâdele etmeye bir çağrıdır. Bütün deccâl işlerinden ve deccâl tipli kimselerin şerrinden Allah’a sığınırız. 957
Mehdi
Bu kavram ‘hedy-hidâyet’ kökünden türemiş bir kelimedir. ‘Hedy’; doğru yolu bulmak, yol göstermek, hidâyeti göstermek demektir.‘Mehdi’nin sözlük anlamı, hidâyete eren, doğru yolu bulan, Allah’ın hakk olan yola yönelttiği kimse demektir.
Bu kelime sözlük anlamına uygun olarak şairler tarafından Peygamberimizi övmek için kullanılmıştır. Ayrıca dört halifeye de ‘mehdi’ dendiği olmuştur. (Hutbelerde okunan duâlarda dört halife hakkında ‘mürşidiyyun-mehdiyyun- irşad ediciler, hidâyette olanlar’ şeklinde övgü cümleleri geçmektedir.) Hz. Hüseyin ve bazı halifeler hakkında övgü sözü olarak ‘mehdi’ sıfatı kullanılmıştır.
İslâm tarihinde ‘mehdi’; kendisinden önce zulüm ve haksızlıkların alıp yürüdüğü yeryüzünü, adâletle dolduracağı, İslâm’ı hâkim kılacağı sanılan kişidir. Mehdi’nin günün birinde geleceği ile ilgili hadis kitaplarında ahad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler bulunmaktadır, ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler vardır. Buhârî ve Müslim’in kitaplarında ise Mehdi kelimesi geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak bir işarete de rastlamak
957] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 136-139
KIYÂMET
- 193 -
mümkün değildir.
Bazı hadis rivâyetlerine göre Mehdi, ehl-i beyt’tendir ve Fâtıma (r. anhâ) soyundandır.958 Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa Mehdi’nin gönderileceği haber veriliyor. 959
İlk dönem itikat kitaplarında Mehdi konusu yer almamıştır. Ancak daha sonra yazılan akaid kitaplarında Mehdiden bahsedilmektedir. Mehdi’den bahseden hadisler mütevatir olmadığı için, bu konu iman konuları içerisinde yer almamıştır. Ancak İslâm tarihinde Mehdi iddiasıyla birçok insan çıktı, insanlar bazılarına mehdi diye uydular ve birçoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde oldular.
Mehdi meselesi İslâm tarihinin başlangıcında ortaya çıkan siyasí tartışmalar ve siyasí mezhebleşmelerden sonra daha çok gündeme gelmiştir. Özellikle Şii’lerde mehdi inancı dinin esasından sayılmıştır. Onlara göre beklenen bir mehdi (mehdi-i muntazar) gelecek, kendilerini zulüm ve baskıdan kurtaracak, yeryüzüne adaletle dolduracaktır. Bu bakımdan onlar, kendilerine öncülük eden Ehl-i Beyt imamlarına mehdi gözüyle bakmışlar ve onlara itaat etmişlerdir. Onlara göre mehdi, Fâtıma (r.anhâ) soyundandır, günahsızdır ve olağanüstü özellikleri vardır. Şii’lerin çeşitli kollarına göre ayrı mehdiler vardır. Onların en büyük kolu olan İmâmiyye’ye göre ise ‘beklenen mehdi’, On ikinci İmam, Ebû’l Kasım Muhammed b. Hasan el-Mehdi’dir. O, küçük yaşta kaybolmuştur (gâibtir), yeniden gelecek ve zulümleri önleyecektir.
Ehl-i Sünnet müslümanlarının da mehdi beklentisi vardır, ama onların beklediği Mehdi olağanüstü bir kimse değildir. İyi bir insan ve takvâ sahibi bir önderdir.
Anlaşıldığı kadarıyla Mehdi inancı siyasî olayların müslümanları fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Ahad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır. İslâm tarihinde birçok Mehdiler çıkmıştır. Çevresine adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zâlim yöneticilerle mücadele etmek isteyen iyi niyetli önderlerinin bir kısmı bu Mehdilik beklentisinden yararlanmışlardır. Tarih boyunca nice sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek için mehdilik inancını istismar etmişlerdir. Günümüzde bile bazı açıkgözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar. İşin garibi bu gibi konuların istirmacısı bulanabileceği bilinmesine rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı hâlâ başarabiliyorlar.
Mehdi beklentisi birçok müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevketmiştir. Öyle ya mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere sevketmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terketmiş, zâlimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.
Allah (c.c.) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm Kıyâmete kadar değişmeden kalacaktır. O
958] Ebû Dâvud, Mehdi, Hadis no: 4282-4284; Ibn Mâce, Fiten 34, Hadis no: 4082-4088
959] Ebû Dâvud, Mehdi, Hadis no: 4282-4283
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an ki en büyük hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır. Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni gücü yettiği kadar yerine getirmektir.
Mehdi beklentisi müslümanların ne imanlarını artırır ne de sâlih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını gelmesi muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarından uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a âittir.
Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı nasıl bir tavır takınacağız?
İşin tuhafı, tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı olmasın rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de zâlimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir marifetleri varsa, müslümanların saf inançlarını maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine dönsünler(!) İslâm ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar, İslâm ülkelerindeki tağutların hâkimiyetlerine ve zulümlerine bir dur desinler.
Kur’an, müslümanlara Mehdi beklemeyi değil; iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu yapmayanlar ise zarar edeceklerdir. 960
Eğer Mehdi’yi hidâyete götüren, hidâyet veren şeklinde anlarsak; Kur’an en büyük mehdi’dir (hâdî-hidâyete erdicidir). İnsanlar bu mehdi’ye uyarsalar doğru yolu bulurlar ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa dâvet etmektedir. 961
Sahte Peygamberlik ve Hz. İsa’nın Nüzûlü
İslâm düşmanlarına, müslümanlara karşı girişecekleri savaş için silâh ve harp malzemelerinin çoğunun (belki tümünün), tarihten bugüne müslümanlar veya müslüman kabul edilenlerden geldiği unutuluyor, görmezlikten geliniyor. Salman Rüşdi’lere kızarken, onlara temel malzemeyi veren “Garanik olay” diye bilinen İsrâiliyat hurâfelerini eserlerine geçiren âlimler görülmek istenmiyor. Kadın hakları konusunda İslâm’a çatanlar değerlendirilirken, kadına zulmü dine rağmen, ama din adına emir ve teşvik eden âlim kabul edilen câhiller değerlendirme dışında tutuluyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Mezarcı olayı da böyle. Hâlâ, müslümanlar, bu konuda suçu düzene, düzenin işkencelerine ve medyaya atarken, klâsik kabulleri tahlile tabi tutmaya yanaşmıyor, malzemenin çıkış noktasını dikkatlerden kaçırıyor. Elbette, İslâm düşmanı düzenin ve irticâ yaygaraları ile buna çanak tutan medyanın her konuda olduğu gibi bu olayda da suçunu hiç kimse küçük göremez. Ama bu meselenin arka planını görmemize engel olmamalı.
Bu olayı, müslümanlar cephesinden değerlendiren bazı yetkili ve etkili kimseler, olayı yumuşak üslûpla ve suçu İslâm düşmanlarına çatmakla geçiştiriyorlar. Sahte peygamberlik iddiasında bulunmayı ve bunun fikrî alt yapısını oluşturan
960] 103/Asr, 1-3
961] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 390-392
KIYÂMET
- 195 -
yanılgıları, muvahhid müslümanlar olarak biz açık yüreklilikle, hak ve hakikat adına gündeme getirmeyince bazı Bel’amlar ve medyatik din tüccarları da tam tersine rol üstleniyor, boşluğu dolduruyor. İlâhiyat dekanları boy gösteriyor: “Sahibinin sesi” stüdyolarında, ifratla tefrit yer değiştiriyor. Bu sefer de, İslâm düşmanlarının suçu örtbas edilerek farklı yanlış alternatifler sunuluyor, kaş yapılırken bu sefer de göz çıkarılıyor. Bir bâtıla/hurâfeye başka daha büyük bâtıl/tağûtî düzen adına karşı çıkılıyor.
Tarihte birçok sahte kurtarıcılar, mehdiler, Mesihler ve yalancı peygamberler çıkmıştır. Bu gidişle daha çok da çıkacaktır. Hz. Muhammed (s.a.s.), peygamberlerin sonuncusudur, onunla peygamberlik mühürlenmiştir.962 Buna rağmen, daha peygamberimizin sağlığında yalancı peygamberler çıkmaya başlamıştır. Müseylime’den sonra da nice müslümancıklar, câhil müslümanların kafasını karıştırmaya çalışmışlardır. “Mütenebbî” denilen bu sahte peygamberler, ya şöhret düşkünü insanlardır veya dünyevî menfaat için dini satan bezirgânlar; ya da deliler. “Deli” deyince biraz durmak lâzım. Evet, delinin biri, bir kuyuya bir taş atar, kırk milyon akıllı çıkarmak için uğraşır durur. Ama bu kavramda durmak lâzım: Televizyon ekranlarında saatlerce konuşturulan Mezarcı, kendisine “deli!” diyenlerin bu suçlama mı, suçsuzlaştırma mı olduğu tartışılması gereken iddianın ne kadar yanlış olduğunu ortaya seriyor. “Deli” suçlamasıyla Kemalistler, Atatürk’e hakaret edenlerin “meczup” ve “deli” olduğunun sağlaması ve müslümanlar tarafından da itirafı olarak görüyor, İslâmcılara bir gol atmaya çalışıyor. Deli denen cin akıllı ise, bu “suçsuzlama”yı iddiasına delil diye kullanıyor: “İnanmayan insanlar, her peygambere ‘deli’ demişti; Deli denilmem, benim peygamberliğimin delilidir.”
Ahmed Kadıyânî, Reşad Halife, Evrenesoğlu, M. Ali Ağca ve şimdilik en son da Hasan Mezarcı. Bunlara deli deyip meseleyi hallettiğini zannedenler, aslında çöpleri halının altına koyup geçici ve iğreti bir temizlikle iş yaptıklarını sanıyorlar. Delilikte ölçü nedir? Hangi verilerden yola çıkılarak birine deli deniyor?
Kendi tezi ve savunması doğrultusunda tutarlı, mantıklı, muhâtaplarının oyunlarına düşmemeye çalışan, ikna etme gayretinde aklının öne çıktığına şahit olduğumuz birine deli demekte kullandığımız ölçü nedir? Hangi verilerden yola çıkılarak deli deniyor? Bu, peygamberlik iddiasını ciddiye almamak için yapılıyorsa, hem yalan, hem de yanlış olur ve eski müşriklerin tavrına benzer. İtirazlar, çürütülebilecek zayıflığa indirgenir. Zaten medya ciddiye alıyor veya işlerine öyle geldiği için ciddiye alıyor gözükerek kullanıyor. Hz. Peygamber’in bi’setinde, o günün medyası konumundaki çıkar çevreleri ve egemen güçler Nebî’yi ciddiye almıyor, deli diyorlardı; iyi niyetli insanlarsa ciddiye alıyor, dinliyorlardı; şimdi tam tersi: Medya ciddiye alıyor, samimi müslümanlar deli diyor. Bu tabir, ona direkt tavır almayı önlemek için kullanılıyorsa, bu doğru mudur, hangi şer’î ölçüler yüzünden ve niçin? Bu tür hüsn-i zannı (deli demek, bazen insan için hüsn-i zan olabiliyormuş, buna da şahit olduk!) uluorta herkes için kullanırsak, kimseyi tekfir edemeyiz, istismarcı ve sahtekârları önleyemeyiz. Allah, bizimle savaşan İslâm düşmanlarına karşı savaşırken bile aşırı gitmemizi yasaklar.963 Kur’an’da herkese karşı adâletli ve hakkın şahitleri olmamız emredilir. Bu yasaklar, olayın
962] Bk. 33/Ahzâb, 40
963] 2/Bakara, 190
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diğer yönünü de kapsar. Müslümanın ölçüsü bellidir; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek.
Küfür, şirk, Allah'a iftira, kimden gelirse gelsin karşı çıkmak, Allah dostlarının temel ölçüsü olmalıdır. Dost kabul edilenlere, dün bizden olduğunu gördüğümüz veya öyle sandığımız insanlara karşı da ölçülü, adâletli ve hakkın şâhidi olmalıyız. Yalan, iftira hele Allah'a karşı yapılıyorsa, hiçbir müslümanın hiçbir gerekçe ile bunu temize çıkartmaya çalışması yakışık almaz. Unutmayalım ki, şeytanın varlığı günaha mâzeret olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının varlığı ve zulümleri de Allah'a iftira atıp insanları ifsâd etmenin mâzereti olamaz.
İslâm mı öncelikli; müslüman mı? Müslümanı (ya da daha önce müslüman olduğunu zannetttiğimiz kimseyi) temize çıkarırken İslâm dâvâsını lekelemiş oluyorsak, bu, iyi niyetle de olsa işlenmiş bir cinâyet değil midir? Bir kimseye “deli” deyip yeterli ve net tepki göstermediğimiz için, onun etkisinde kalan tek bir kişinin bile İslâm’dan sapmasına vesile olur, ya da seyirci kalırsak, bunun bedelini nasıl öderiz? Bir kavme düşmanlığımız haddi aşmaya sebep olmamalı, bir kimseye sempatimiz de, İslâm’ın korunması gerekli sınırlarının çiğnenmesine yol açmamalı. “Eskiden samimi müslümandı” diye, bir zamanlarki tebliğinin ve dâvâ adamı olmasının bedelini dinin ödemesine rızâ mı gösterelim? Sahâbenin içinden bile irtidat edenler çıktı, Habeşistan’a hicret eden ilk müslümanlardan hüsn-i hâtime ile hayatını noktalayamayan hayli insan vardı. Hele şirkin hâkim ve İslâm’ın mahkûm olduğu yerlerde müslüman olmaktan daha zordur müslüman kalmak ve müslüman ölebilmek. Hz. Yûsuf gibi biz de duâ ediyoruz: “Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim velimsin/sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” 964
“Deli” deyimini bir başka açıdan ele alırsak, her şirk koşanın, inkârcı kâfirin de deli olduğunu söyleyebiliriz; hem de Kur’an’dan delil getirerek: “Onların (müşriklerin, inkârcıların) kalpleri vardır, ama onunla akletmezler/gerçeği kavramazlar...”965 Elbette her müşrik, bu anlamda delidir; ama bu, onun sorumluluğunu kaldırmaz. Yalancı peygamberliklerini iddia edenler için de hükmümüz daha farklı olamaz. Mutlak doğru, yani hak, herkes için ve her konumda doğrudur; beşerin doğruları gibi göreceli değildir. “Onlar akletmiyorlar”, ama biz, zâhire göre hükmetmek zorundayız. Kimsenin kalbini yarıp bakamayacağımız gibi, beynini de açıp göremeyiz. Dünyevî çıkarları konusunda aklını kullananlara, delilere tanınan dünya ve âhiretteki cezâdan kurtulma avantajlarından yararlandırma hakkını veremeyiz. Elbette Allah’ın âhiretteki hükmünü bilemeyiz. Allah, bizim bilmediğimiz tüm sırları da bilendir, hüküm O’nundur, O, cezâ gününün yegâne sahibidir. Düzene muhâlefet açısından iyi bir bahane olsa da, gerçekliği tartışılacak şekilde hakka bâtılı, bâtıla da hakkı karıştırmamalı; gerçek zâlimlere, çürük delillerle onları mâsum kılacak, ispatlanamayacak isnadlarda da bulunmamalıyız. Gerçek zulümleri yeterli, İslâm düşmanlarını ve zulüm düzenlerini dışlamak için. Sonra, her içeri girip çıkana deli diyecek olursak, nice tevhid eri olan fikir adamı, âlim bundan payını alacak; kimseyi ciddiye alamayacağız. Onların ciddi çalışmalarına da şüphe ile bakacağız.
Olayın adını doğru koyalım, atlas veya ipek kostümler içinde, üç dini temsil
964] 12/Yûsuf, 101
965] 7/A’râf, 179
KIYÂMET
- 197 -
ettiğinin simgesi olduğunu söylediği üç parmak havada işaretiyle, Türk bayrağının yanında, ordu ve devlet düşmanı olmadığını ısrarla vurgulayan, devletin hak ettiği emekli maaşını vermediğini, bunu almak için uğraş verdiğini sızlanarak anlatan peygamber(!) fotoğrafını doğru okuyalım: Bu, her şeyden önce Allah'a apaçık iftiradır. “Beni peygamber kıldı, bana vahyediyor, benim mûcizelerim var, ben Meryem oğlu İsa Peygamber’im” demek, nice câhil müslümanın kafasını karıştırmak; hafife alınacak, yumuşakça geçiştirilecek bir suç olmamalı... Buna cevap verirken de Hz. İsa’nın nüzûlüyle ilgili Kur’an’la sağlaması yapılamayan rivâyet ve ihtilâfları gündeme getirmek ve bu çelişkilere sahip çıkmak da, hem bu olayların temel sebebi olması ve hem de bunlara rağmen istismarlara dur denecek ve onları suçlayacak çözüm bulunulamaması yönüyle büyük yanlışlıklardır...
“Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim olabilir? Onlar (Kıyâmet gününde) Rablerine arz edilecekler, şahitler de: ‘İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’ diyecekler. Bilin ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir. Onlar, (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyenlerdir. Âhireti inkâr edenler de onlardır.” 966
“Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, ‘bana da vahyolundu’ diyenden ve ‘ben de Allah’ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim’ diye söyleyenden daha zâlim kim vardır?! O zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” 967
Hâtemu’l-Enbiyâ, yani peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbir inin babası değildir. Fakat o, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” 968
Şimdi, Hz. İsa’nın ölüp ölmediği, göğe kaldırılması ve Kıyâmete yakın yeryüzüne inip inmeyeceği konusunu delillerle inceleyelim:
Hz. İsa’nın Ref’i ve Nüzûlü Meselesi: Hıristiyan kaynaklarına göre Hz. İsa, yahûdilerin şikâyeti üzerine, Romalılar tarafından çarmıha gerilmiş ve haçta insanların günahı için ölmüştür. Gömülmesinden üç gün sonra kıyam etmiş, havârilerine görünmüş, onlarla yemek yemiş ve sonunda göğe yükselerek Allah’ın yanına çıkmış, O’nun sağına yerleşmiştir. Kıyâmetten önce dünyaya gelecek, dünyayı sulh ve adâletle dolduracak, kendisine inanmayanlardan öç alacak ve saltanatı ebedî olarak sürecektir. 969
Kur’an, Hz. İsa’nın öldürüldüğü ve çarmıha gerildiği tezini reddetmektedir. O öldürülmemiş, çarmıha gerilmemiştir. Allah onu kendi katına “ref” etmiş, yüceltmiş ve yükseltmiştir.970 Hz. İsa’ya ait bu yüceltme ve yükseltme işinin beden ile mi, yoksa ruh ile mi; beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü olup yalnız ruh olarak mı gerçekleştiği hususu müphemdir. Bu konu, asırlar boyu Kur’an yorumcularını meşgul etmiştir. Bunu aydınlığa kavuşturmaya çalışan tarih ve kıssa
966] 11/Hûd, 18-19
967] 6/En’âm, 93
968] 33/Ahzâb, 40
969] Korintoslulara 1. Mektup, 15/22 vd.
970] 4/Nisâ, 157-158
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yazarlarıyla müfessirler belli ölçüde yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından ve onların sözlü geleneğinden etkilenmişlerdir. Kezâ Hz. İsa’nın nüzûlü ve Kıyâmetten önce dönüşü konusu da tartışılmaktadır. Eldeki rivâyetlerin gözden geçirilerek değerlendirilmesinde fayda vardır. Hadis rivâyetlerinde yer alan Hz. İsa’nın dönüşü konusu müfessirleri, âyetlerde geçen971 kelimeleri yoruma (te’vil) zorlamış ve “âhad” olsalar da hadisleri değerlendirmeye almışlardır. Gerçekten de bu haberlerde, oldukça detaylı bilgiler yer almaktadır. İki asırdan beri hıristiyan ilâhiyatçıların ve oryantalistlerin Hz. İsa’nın dönüşü konusunu değişik metodlarla müslüman câmia içinde yayma gayretlerinin doğurduğu antipatinin de tesiriyle İslâm dünyasında konu bazı bilginlerce yeniden ele alınmış ve selef çığırının dışına taşan tartışma ve yorumlara neden olmuştur. 972
Bazı müfessir ve âlimler, bu konuda fazla yorum yapmak istemezler. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları Kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim.”973 Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: “Onun vefatı ve ref’ edilmesi mugayyebâta ait bir husus olup, te’vilini Allah’tan başkasının bilemeyeceği müteşâbih meselelerdendir. Zaten bunun ötesinde akîdeye ve şeriata müteallik, fazla bir mesele de yoktur. 974
Mevdûdî, Nisâ, sûresi, 158. âyetindeki “Allah onu kendisine yükseltti” ifadesini tefsir ederken şöyle der: Burada Allah, meselenin gerçeğini anlatıyor. Kur’an yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürmeyi başaramadıklarını, Allah’ın onu kendisine yükselttiğini açıkça söyler; fakat meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz kalır. Ne Allah’ın onu bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiğini, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp rûhunun göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü mûcizevî olduğunu söylemekten başka bir yorum yapmak imkânsızdır. 975
Aynı âyetle ilgili Muhammed Esed, Hz. İsa’nın beden olarak semâya yükseldiğini kabul etmez ve şu açıklamayı yapar: “Allah onu kendi katına yükseltti” 976 “Âyette Allah, Hz. İsa’ya ‘Seni ölüme yollayacağım ve katıma yücelteceğim’ buyurur. ‘Refaahû’ (lafzen, onu yüceltti yahut onu yukarı çıkarttı), bir insanın ref’ edilmesi fiili, ne zaman Allah'a atfedilmişse, her zaman “onurlandırma”, yahut “yüceltme” anlamlarına gelir. Kur’an’ın hiçbir yerinde, Allah’ın Hz. İsa’yı yaşadığı sırada bedensel olarak cennete “yükselttiği” şeklindeki yaygın inancı destekleyen bir beyan yoktur. Yukarıdaki âyetteki “Allah onu kendi katına yüceltti” ibâresi, Hz. İsa’nın Allah’ın özel rahmeti mertebesine yükseldiğini gösterir; “rafe’nâhu (onu yücelttik)” fiilinin İdris Peygamber ile bağlantılı olarak kullanıldığı977 âyetinden açıkça anlaşılacağı gibi bu, bütün peygamberlerin yararlandıkları
971] 3/Âl-i İmrân, 55; 4/Nisâ, 156-159; 5/Mâide, 117
972] Abdullah Aydemir, Peygamberler, D.İ.B. Y. s. 254
973] 3/Âl-i İmrân, 55
974] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Hikmet Y. c.1, s. 297
975] Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan Y. c. 1, s. 380
976] 4/Nisâ, 158
977] 19/Meryem, 57.
KIYÂMET
- 199 -
bir lütuftur. 978
Müfessirlerden çoğunun kanaatine göre Hz. İsa, rûhu ve cesediyle birlikte göğe yükselmiştir ve âhir zamanda tekrar yeryüzüne inecektir. Bir kısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsa (a.s.)’nın cismi değil; rûhudur. Kur’an’da ifade edilen “Seni Bana yükselteceğim”979 hitabıyla kast edilen, Hz. İsa’nın rûhudur. Çünkü rûh, insanın hakikatidir. Ceset, emanet elbise gibidir, artar eksilir. Değişmeyen insanın rûhudur.980 Yine Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığı kabulünün müslümanlara hıristiyan inançlarından geçtiği belirtilerek bu olay şöyle değerlendirilir: Gök ile kast edilen, maddî gök ise bu, yıldızlardan, galaksilerden ibârettir. Yani İsa, şu yıldızlardan birine mi çıkarılmıştır? Eğer kast edilen mânevî gök ise oraya ceset gitmez, rûh gider; çünkü orası maddî değildir. 981
Kur’an, İsa (a.s.)’nın göğe yükseltildiğini değil; Allah'a yükseltildiğini söyler: “Bel rafaahu’llahu ileyh”982 cümlesi: “Allah, onu göğe yükseltti” değil; “Allah, onu kendisine yükseltti” anlamındadır. Bu konuyla ilgili diğer âyette de aynı ifade vardır.983 Göğe yükseltmek başka, Allah'a yükseltmek başkadır. Allah’ın onu kendine yükselttiği mecburen kabul edileceğine göre, onun göğe yükseltildiğini söylemek, Allah'a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa Yüce Allah her yerdedir. İsa’nın Allah'a yükselmesi için göğe çıkması gerekmez. Allah, göklerin de yerin de ilâhıdır. Allah’ı gökte imiş gibi düşünüp Allah'a yükseltilen İsa’nın göğe yükseltildiğini söylemek, âyetin ifadesine uymamaktadır. Âyetin anlamı, İbn Cüreyc’in dediği gibi, Allah’ın İsa’nın rûhunu yüceltmesi, şânını yükseltmesi, katında O’na değer vermesi demektir.
Yüce Allah, Hz. İsa’yı saldırganların elinden kurtarmak sûretiyle mânevî derecelere nâil eylemiş, şânını yüceltmiştir. Nitekim “Kıyâmet gününe kadar sana uyanları, inkâr edenlere üstün kılacağım”984 âyetinden bu anlam anlaşılmaktadır. Gerçekten Hz. İsa’ya uyan ve ona yakın olanlar yahûdilere hâkim olagelmiştir. Bu da onun Allah katındaki şânının yüceliğini gösterir.
Müfessirlerin “Seni vefat ettireceğim, Bana yükselteceğim.”985 âyetini, genellikle İsa’nın göğe çıktığı şeklinde tefsir etmelerinin başlıca iki etkeni vardır: Bunlardan birincisi ve en önemlisi, hıristiyanlar ve yahûdiler hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni girmiş olan yahûdi ve hıristiyan âlimlerine başvurmaları ve onların söylediklerini tam gerçek kabul edip aktarmalarıdır. İkinci etken de, İsa’nın (a.s.) göğe çıktığı ve âhir zamanda yere inip Deccal’ı öldüreceği, haçı kıracağı ve İslâm şeriatıyla amel edeceği hakkında anlatılan hadis rivâyetleridir.
Âl-i İmrân 55. âyetiyle Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan rûhudur. Zaten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür.
978] Muhammed Esed, İslâm Mesajı, İşaret Y. c. 1, s. 177
979] 3/Âl-i İmrân, 55
980] Tefsîru’l-Menâr, 3/316-317
981] S. Ateş, Kur’an Ans. 10/206
982] 4/Nisâ, 158
983] Bk. 3/Âl-i İmrân, 55
984] 3/Âl-i İmrân, 55
985] 3/Âl-i İmrân, 55
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir. Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir:
“Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’an’da zikredilmemişlerdir. Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük peygamberlerin, derecelerine göre rûhânî semâda bekaları devam etmektedir ki bunlar da İbrahim âilesidir. İmrân âilesi de bunlardandır. İsa’nın cesedi Allah'a kaldırılmış, fakat İsa’nın rûhu da kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâiloğullarının sû-i kastı, hilesi ile hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsa’nın rûhu, Mûsâ maiyetinde (beraberliğinde) yaşamıştır. Bunun için mahvoldu zannedilen bir avuç tabileri, bu rûhtan istifade ederek kısa bir zamanda yahûdilerin üstünde bir hayata kavuşmuşlardır. Ve nihâyet Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelmesiyle hepsi, Hz. Muhammed’in rûhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra İsa da diğer peygamberler gibi, Muhammed’in (s.a.s.) rûhu maiyetindedir. Bir gün gelecek, ümmet-i Muhammed’in daraldığı bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan İsa’nın rûhu ortaya çıkacak, Muhammed’in rûhu maiyetinde hizmet edecek ve fakat Kıyâmetten evvel vefat eyleyecektir.” 986
Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vile göre İsa’nın zamanı, insanların İslâm şeriatının rûhuna bağlanacakları ve şekilleri bırakıp içleri ıslah için İslâm şeriatının özüyle amel edecekleri zamandır.” 987
Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamberimiz’in Miraç’ta Hz. İsa ve Hz. Yahyâ’yı ikinci gökte görmüş olmasını Hz. İsa’nın rûhu ve cesediyle göğe çekilmesiyle ilgili delillerden biri sayar. Eğer Hz. Peygamber’in Miraç’ta görmesi Hz. İsa’nın cesediyle göğe çıktığına delil ise, Hz. Yahyâ’nın ve diğer peygamberlerin de cisimleriyle göğe çıktığına delildir. Çünkü Hz. Peygamber, öteki peygamberleri de çeşitli göklerde görmüştü. Oysa hiç kimse, başka bir peygamberin rûhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir. Zaten bütün peygamberlerin rûhları yücelere, melekût âlemine yükselirler.
Hz. İsa’nın nüzûlü, Kur’an’da geçmez. Bu konudaki kabul, mütevâtir olmayan hadis-i şerif rivâyetlerine, yani haber-i vâhide (âhad hadislere) dayanır. Bu hadislerin sahih olduğu kabulünden dolayı, bazı âyetler bu hadisler çerçevesinde yorumlanmış, te’vil edilmiştir. Aslında hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, Kur’an âyetlerine göre tashih, te’vil ve yorumlarının yapılması daha doğru bir yol kabul edilseydi, bu zorlama te’viller yapılmazdı. Bu konuyla ilgili bazı hadis rivâyetlerini görelim:
Hz. İsa’nın Gökten İneceğini İfade Eden Hadis Rivâyetleri
“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak yakında Meryem oğlu İsa, âdil bir hâkim olarak inecektir. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. O zaman, mal o kadar artacak ki, onu kimse kabul etmeyecek. Artık Allah'a bir kere
986] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
987] M. Reşid Rızâ, Tefsîru’l Kur’âni’l-Hakîm, c. 3, s. 317
KIYÂMET
- 201 -
secde etmek dünya ve dünyanın içinde olan her şeyden daha hayırlı olacaktır.” 988
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye Kıyâmet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa ibn Meryem de iner. Bu müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat İsa (a.s.): ‘Hayır!’ der, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz.” 989
“İbn Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden, namazda imâmınız olduğu (İsa da imâmınıza uyduğu) halde bakalım nasıl olursunuz?” 990
“Meryem oğlu (İsa a.s.), Feccu’r-Ravhâ adlı mevkide, hac yapmak veya umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için telbiye getirecektir.”991
Bir hadis rivâyetinde “Meryem oğlu İsa Kıyâmetin 10 alâmetinden biri” sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden söz edilmez,992 Bazı hadis rivâyetlerinde, “Şam’daki beyaz minareye iner.”993; “Hz. İsa inmeden Kıyâmet kopmaz”994; “O indikten sonra kırk yıl kalır.” 995
Bir rivâyette İslâm ümmetine imamlık yapmaz, İslâm kumandanı Mehdî’nin cemaati olurken, başka bir rivâyette “Rumları yenen, İstanbul’u fetheden askerler, orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını asmış vaziyette ganimetleri bölüşürken şeytanın ‘Mesih evlerinize sahip oldu’ diyeceği, Bunların Şam’a gelerek savaşmak için kılıçlarını düzeltirken namaz kılacağı, namazlarında İsa’nın inip onlara imam olacağı, Allah’ın düşmanı Deccal’ın onu görünce tuzun suda erimesi gibi erimeye başlayacağı”996 söylenir. “O, Deccâl’ı Ludd kapısında öldürecektir.”997 Deccâl’dan bahseden bir hadis rivâyetine göre, Meryem oğlu İsa’nın geleceği, Allah’ın onu Deccâl’dan koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı, sonra Ye’cûc ve Me’cûc’un zuhur edip Taberiye Gölüne doğru yürüyecekleri, İsa ve adamlarının kuşatılacağı, sonra İsa ve adamlarının dağdan yere inecekleri, yerde her şeyin bollaşacağı, nihâyet Kıyâmetin kopacağı”998 anlatılmaktadır.
Hadis rivâyetlerinde bunlar gibi daha birçok detay bilgiler verilmektedir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi zamanında İsa’nın inme ihtimalinden bahsedilir: “Ben, ömrüm uzarsa Meryem oğlu İsa’ya ulaşacağımı umuyorum. Eğer ecelim acele gelirse, sizden ona ulaşan selâmımı söylesin.” 999
Lâfızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadis rivâyetlerinin, manalarında da bir birlik yoktur. Birinde İsa zuhur edince çok bolluk olacağı,
988] Buhârî, Büyû 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242, hd. no: 155; Ebû Dâvud, Melâhim 14, hd. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, hd. no: 2234; Ahmed bin Hanbel, II/240, 294, 538; Tecrîd-i Sarih Terc. c.6, s. 532
989] Müslim, İman 247; Küt. Sitte, 14/274
990] S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 182
991] Müslim, Hacc 216, hd. no: 1252; Küt. Sitte Terc. c. 13, s. 152, Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c.2, s. 431
992] Ebû Dâvud, Melâhim, bâbu Emârâti’s-Sâah
993] Ebû Dâvud, Melâhim 14; İbn Mâce, Fiten 33
994] Buhârî, Mezâlim 31; İbn Mâce, Fiten 33
995] Hindî, Kenzu’l-Ummâl, 14/336
996] Müslim, Kitab 52, bab 9, hadis 34
997] Tirmizî, Fiten 62
998] Müslim, Kitab 52, bab 20, hadis 110
999] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298-299
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Deccâl’ı öldüreceği belirtilirken, ötekinde İsa ve adamlarının, Ye’cûc ve Me’cûc tarafından kuşatılacağı, bir süre çok darlık çekecekleri söylenmektedir. İsa’nın ineceği ifade edilen bu rivâyetlerde, iniş safhalarının birbirinden farklı anlatıldığı görülür. Hadis rivâyetlerinde geçen İsa’nın bütün kiliseleri yıkacağı ifadesi de 22/Hacc, 40 âyetine aykırıdır. Bu âyette Allah’ın koruduğu ve kulları vasıtasıyla savunduğu Allah’ın adı anılan mâbedleri İsa nasıl yıkar? Âyete göre Hz. İsa’nın bu mâbedleri koruyanların başında olması gerekir.
Ayrıca bu rivâyetlerde müslümanların kılıçlarını düzelteceklerinden söz edilmektedir. Bu, asırlar öncesi savaş silâhını ifade eder ama Deccâl’ın çıkacağı Kıyâmete yakın zamanların silâhını ifade edemez. Herhalde modern çağlarda müslüman askerleri, silâh olarak kılıç değil; modern silâhlar taşırlar. Ayrıca bu istikbal haberleri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği hakkındaki âyetlere 1000 aykırıdır.
İsa’nın ineceğine inanmak, itikadî bir meseledir. İtikad, şek üzerine kurulmaz; yakîn ve mütevâtir nass üzerine kurulur. Hz. İsa’nın göğe çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin bilgi) ifade edecek herhangi mütevâtir bir haber yoktur. Bu konudaki rivâyetlerin hepsi âhad haberlerden ibârettir. Hz. İsa’nın ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i Beyt’ten Mehdî adındaki âdil bir imamın geleceğine dair anlatılan rivâyetlere de çok benzerlik gösterir. Mehdî hakkındaki rivâyetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu rivâyetler, mütevâtir olmadığı gibi meşhur bile değildir. Hadisçiler katında sahihin altında bir derece olan “hasen hadis” kabul edilmiştir. Kesinlik ifade etmeyen bu hadis rivâyetleriyle itikad kurulamaz.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önce hiçbir insana ebedî yaşama verilmediği, ondan öncekilerin hepsinin öldüğü belirtilir: “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak Bize döndürüleceksiniz.”1001 Peygamberimiz’in de bir gün öleceği vurgulanan bu âyetlere göre Hz. Hz. İsa’nın öldüğüne inanmak gerekir. 1002
Ahmet Keleş, “Hadislerin Kur’an’a Arzı” adlı kitabında Hz. İsa’nın ref’i ve nüzûlüyle ilgili hadislerin Kur’an’a arzedilmesini tavsiye eder ve şöyle der:
Bazı âlimler, Hz. İsa’nın nüzûlünün Kur’an’da da zikredildiği, bir kısım âyetlerin bu konuda bilgi verdiği gerekçesiyle, sözkonusu hadislerin Kur’an’a da uygun olduğunu iddiâ etmiştir. Bu konuda delil kabul edilen âyetler şunlardır:
“Ehl-i kitaptan herbiri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyâmet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” 1003
“Şüphesiz ki o, Kıyâmet için bir bilgidir. Sakın onda şüpheye düşmeyin ve Bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.”1004 Bu âyette geçen “o”, Hz. İsa olarak kabul edilmiş ve âyette geçen “ilm” kelimesi, kırâat farklılığı olarak “alem” şeklinde de okunmuştur. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: “O (İsa), Kıyâmet için bir alâmet/işarettir.”
1000] 7/A’râf, 188; 27 Neml, 65; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 123; 6/En’âm, 50, 59
1001] 21/Enbiyâ, 34-35
1002] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y. c. 10, s. 216-218
1003] 4/Nisâ, 159
1004] 43/Zuhruf, 61
KIYÂMET
- 203 -
Bu iki âyetten hareketle Kıyâmetten önce Hz. İsa’nın geleceği söylenmiştir. Ancak bu âyetlerdeki işaretler sarih/açık olmadığından dolayı, onlar için bu iddianın, açık bir delil olması sözkonusu değildir. Bazı müfessirlerin bu kanaate varmalarında hadis rivâyetlerinin önemli ölçüde rolü olmuştur. Çünkü Elmalılı, bu konuda yaptığı tefsirinde; “Yâ İsâ! Seni öldüreceğim ve kendime yükselteceğim.”1005 âyetini açıklarken, bu âyetteki “öldüreceğim” anlamındaki “müteveffîke” kelimesini başka anlama te’vil etmenin câiz olmadığını, sarih anlamıyla anlamak gerektiğini ifade etmektedir.
Ancak, hadislerdeki Hz. İsa’nın tekrar ineceğini bildiren haberlerden dolayı bu âyeti uygun bir şekilde te’vil etmek gerektiğini söylemektedir.1006 Bu ifadeler bize, “şâyet bu rivâyetler olmamış olsaydı, müfessirler bu âyetlere böyle mânâ vermeyeceklerdi” kanaatini vermektedir. Âyete verilen anlamda rivâyetlerin rolü gâyet açıkça görülmektedir. Ancak, sahâbenin Kur’an ilimleri ve tefsiri konusunda en meşhuru, bu âyetteki kelimeye farklı anlam vermez: İbn Abbâs (r.a.): “Ey İsa, şüphesiz ki seni vefat ettirecek olan (onlar değil) Benim” 1007 âyetindeki “müteveffîke” ibâresini “seni öldürecek olan” diye açıklamıştır. Bu rivâyeti Buhârî, bab başlığında kaydetmiştir. 1008
Bu âyetlerden sözkonusu “nüzûl/inme”nin anlaşılmayacağı üzerinde de durulmuştur. Hz. İsa’nın öldüğünü, tekrar gelmesinin sözkonusu olamayacağını, bu konudaki âyetlerin yanlış anlaşıldığını ifade eden âlimler de olmuştur. 1009
Zeccâc, “ölümünden önce ona mutlaka bütün ehl-i kitap inanacaktır”1010 âyetindeki “ona” ifadesindeki zamirin, hem Hz. İsa’ya, hem de Hz. Muhammed’e (s.a.s.) râci olabileceğini, her iki anlamının da doğru olduğunu söylemektedir. Çünkü ona göre, bu âyetin ifade ettiği anlam şöyledir: “Her peygamberi inkâr edenler, ölümlerinden önce gerçeği görmek sûretiyle yanlış yolda olduklarını anlar ve peygamberin getirdiklerinin doğruluğuna inanırlar.”1011 Yine müellif; “Bu âyetten Hz. İsa’nın gökten inip de bütün ehl-i kitabın ona inanacağını anlamaya dil müsâit değildir. Çünkü âhir zamanda olanlar ona inanacaklardır, diyelim; o zamana kadar olanları ne yapacağız? Doğrusu bu âyetten böyle bir mânâ çıkarmak doğru değildir” demektedir. 1012
“O, Kıyâmet için bir bilgidir/alâmettir”1013 âyetinin de, Hz. İsa’ya delâletinin kat’i olmadığını bildirmişlerdir. Zeccâc, buradaki alâmetin Kur’an olması da mümkündür demektedir.1014 Taberî, her iki anlamı da birçok müfessirden naklettikten sonra, kurrânın ekseriyetinin bu kelimeyi “ılmun” şeklinde okuması nedeniyle, Kıyâmete âit bilginin “Kur’an” olması görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Kur’an, Kıyâmetin bilgisini vermektedir.
1005] 3/Âl-i İmrân, 55
1006] Elmalılı, Eser Y. II/372
1007] 3/Âl-i İmrân, 55
1008] Buhârî, Tefsir, Sûretu’l-Mâide 13; Küt. Sitte Terc. c. 3, s. 365
1009] Bk. Mahmut Şeltut, İsa’nın Ref’i; S. Ateş, Y. K. Ç. Tefsiri, II/396-410; A. Hatîb, Mesîh fi’l-Kur’an, s. 532
1010] 4/Nisâ, 159
1011] Zeccâc, Meâni’l-Kur’an, II/129-130
1012] A.g.e., s. 130
1013] 43/Zuhruf, 61
1014] 43/Zuhruf, 61
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu iki âyetin ifade ettikleri anlamlara arz ederek Hz. İsa’nın ineceğine dair hadisleri tashih etmek, arz usûlü olarak belirtilen prensipler muvâcehesinde mümkün değildir. Şimdi, Kur’an’da zikredilen âyetlerin Hz. İsa’nın her ölümlü gibi öldüğüne, tekrar dünyaya gelmesinin imkânsız olduğuna dair Kur’an metinlerini görelim:
“Her nefis/can, ölümü tadacaktır. Sonra da Bize döneceksiniz.” 1015
“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.” 1016
“Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları Kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda hükmü Ben vereceğim.” 1017
“Allah’ın rasûlü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük, dediler. Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık/şüphe içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendine yüceltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” 1018
“(İsa:)Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selâm/esenlik banadır.” 1019
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” 1020
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbir inin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” 1021
Bu Kur’an âyetleri açık bir şekilde ve muhkemât olarak Hz. İsa’nın öldüğünü bildirmektedir. Bu âyetler, mezkûr hadislerin tesirinde kalmadan anlaşılınca bu anlam, sarih olarak anlaşılacaktır. Bu nedenle, önceki âyetler, bu konuda vârid olan hadisler için arz metnini oluşturmazken, bu âyetler anlamlarındaki açıklık ve kat’ilik nedeniyle arz metnini oluşturmaktadırlar.
Âyette ifade edilen, yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürememeleri, asamamaları, Allah’ın da onu öldürmediğine bir delil sayılamaz. Çünkü Allah diğer âyetlerinde onu öldürdüğünü açıklamıştır. Ayrıca, Hz. Muhammed’in son nebî olması da onun tekrar gelmesine engeldir. Hz. İsa’nın peygamber olarak gelmeyeceği görüşü de kabul edilemez. Çünkü Hz. İsa’nın geleceğini kabul edenlerin en önemli gerekçeleri, ehl-i kitabın ona inanmasıdır. Ehl-i kitap ona ne olarak inanacaklardır? Müslümanlar “mehdîye tabi olur” şeklinde bir yorumla problemi çözmüş
1015] 29/Ankebût, 57; ayrıca Bk. 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35
1016] 21/Enbiyâ, 8
1017] 3/Âl-i İmrân, 55
1018] 4/Nisâ, 157-158
1019] 19/Meryem, 33
1020] 5/Mâide, 117
1021] 33/Ahzâb, 40
KIYÂMET
- 205 -
görünmektedirler, ama işaret edilen nokta, göz ardı edilmiştir. Hz. Mesih’in, ehl-i kitabı Hz. Muhammed’e (s.a.s.) inandırmak için geleceğini kabul etmek ise kabul edilir bir görüş olamaz. Hangi şekilde gökten inecek bir Mesih, hıristiyan dünyayı müslüman edecektir? Onları imana zorlayacak açık bir mûcizeyle gelmesi, herkesin zorunlu olarak ona inanması, dinin imtihan sırrına muhâliftir, kabul edilemez. Böyle zorunlu bir inandırma, ne Hz. Mesih’in kendi sağlığında ne de başka peygamberin hayatında gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmesi de Kur’an’ın bildirdiği imtihan mantığına aykırıdır.
Şâyet böyle bir açık mûcizeyle gelmez ise, kimse ona inanmayacaktır. Sıradan bir insan çıkıp da “ben Mesihim” dese buna kim inanır? Nitekim 1340’da Nahcivan’da doğan Fazlullah Esterâbâdî, 1819’da Hindistan’da doğan Mirza Ali Muhammed ve 1830’da Hindistan’da doğan Ahmed Kadıyânî gibi kimseler, Mehdî ve İsa olduklarını söylemişler ve kendilerine inananlar da olmuştur, ama bu inanma hiçbir zaman hadislerde anlatılan gibi olmamıştır.
Hz. İsa’nın tekrar dünyaya gelmesini, hem de tekrar dünyevî ceset giymesini, gerçekten ölmüş bile olsa gerekli görenler, Hz. İsa’yı yere indiğinde “iman nuru” ile kendisine çok yakın olanların tanıyabileceğini söylemişlerdir.1022 Bu ifadeler de Hz. İsa’nın inmesi konusunda zikredilen rivâyetler ile delil sayılan âyetlerin, reel olarak anlaşılabilmesinin ve tahakkukunun imkânsız olduğu kanaatini vermektedir. Çünkü birkaç kişinin tanıyacağı bir Mesîh, hadislerde anlatılan misyonu üstlenemez. Ayrıca bu şekilde “kurtarıcı” beklentilerinin, müslüman irâdeyi ve İslâmî aktiveteyi nasıl etkileyip körleştirdiği, herbiri bir Mesîh ve Mehdî görevi üstlenmesi gereken mü’minlerin, bu kutsal tebliğ görevinden kendilerini, haber verilen bu “muntazar/beklenen” şahıslar yüzünden devre dışı tutmakta ve bu dini, bütün insanlığa ve ehl-i kitaba tebliğ etmek görevini üstlenip de yerine getireceklerine, gökten inecek Hz. İsa ile Hz. Mehdî’ye bırakmakla yetinmektedirler. Sözkonusu hadislerin müslüman dünya için oluşturduğu bu fâsit telakkî bile bu rivâyetleri reddetmek için yeterli bir neden sayılmalıdır.
Bu konuda zikredilen hadislerin İsrâiliyat kaynaklı olmasını ve İslâmî literatüre de hıristiyan öğretisinden geçmiş olacağını da vurgulamak gerekir. Bu konuda Pavlos’un II. Mektubunun II. babında ve Müşâhedât’ın 19. babında Hz. İsa’nın Deccâlı öldüreceği yazılıdır. 1023
Bazı araştırmacılara göre Şiî müslümanların Muntazar İmam Mehdî, sünnî müslümanların çoğunluğunun da Mehdî inancı, hıristiyanların, halen yaşadığına inandığı ve bir gün yeryüzüne inip kurtarıcı krallık yapacağını beklediği Hz. İsa inancından kaynaklanmaktadır. Çünkü ölmediği, maddî bedeniyle göğe çıktığı, binlerce, belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde kaldıktan sonra yeryüzüne ineceği sanılan İsa ile Muntazar imam aynıdır. Yalnız isim değişmiş; İsa yerine imam veya Mehdi denmiş, bazen de ikisi aynı şahıs kabul edilmiştir. 1024
Hz. Mesîh’in tekrar dünyaya geleceğini bildiren rivâyetler, Kur’an’ın bu konudaki açık nasslarıyla çeliştiğinden, tekrar dünyaya gelmesinin İslâm’ın getirdiği mesaj ve tebliğ ile uyumunun bulunmamasından dolayı kabul edilmesi zordur.
1022] Bk. Said Nursi, Mektûbât
1023] Geniş bilgi için bk. Zeki Sarıtoprak, İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, Nesil Y. s. 25-48
1024] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y. c. 10, s. 222
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ancak, Hz. Mesih’le ve mehdiyle ilgili hadisler birer sembol kabul edilerek zâhirî anlamlarıyla değerlendirilmeyip “bunlar müteşâbih hadislerdir, bunlarla kast edilen başka anlamlar vardır” denilir ve ne itikadî ve ne de amelî bir bağlayıcılığı olmamak ve herhangi bir mükellefiyet de getirmemek kaydıyla kabulünde ve zikrinde mahzur olmayabilir.1025 Bu müteşâbih olanlardan ilimde rüsûh sahibi olanlar, kendileri için bir mesaj alıyorlarsa, bu öznel anlamaya bir şey denilemez. Fakat genel olarak âhir zaman telakkîsi ve dine hizmet, bu rivâyetler üzerine binâ edilemez. 1026
Hz. İsa’nın eceliyle ölmüş olduğunu Kur’an’ın açık naslarına rağmen kabul etmek istemeyenler, iki bin yaşını çoktan geçmiş olarak, (hıristiyanların inancının bir benzeri şekilde, göğe kaldırılıp orada) yaşadığını ve dünyaya geleceğini değerlendirirken, hadis rivâyetlerinin dışında, delil olarak sadece şu âyeti gösterirler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”1027 Bu âyette kullanılan “rafea (kaldırdı, yükseltti)” kelimesi, aynı şekilde meselâ, İdris (a.s.) için de kullanılmıştır: “Kitapta İdris’i de an. Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama yükselttik (rafa’nâhu).”1028; “Allah onu kendisine yükseltmiştir” ifadesini tek başına ele alıp “Hz. İsa ölmedi, o halen yaşıyor” diyebiliyorsak, aynı ifadeden hareketle Hz. İdris de ölmemiştir, halen yaşamaktadır, Allah onu da göğe yükseltmiştir” dememiz gerekmektedir. Hz. İdris için, yükseltme, “Allah indindeki makamı yükseltildi; manevî derece olarak Allah katında mertebesi yükseltildi” denilirken aynı kelime kullanıldığı halde, Hz. İsa için niye mecazî anlam olarak, “Allah katında manevî makamı yükseltildi” anlamı verilmez ve bu çelişki nasıl izah edilir? Bu çelişkiden daha büyük yanlış, -hâşâ- Allah’a mekân isnad etmektir. Âyette “Allah onu kendi nezdine yükseltmiştir” ifadesinden “göğe yükseltilme” anlamı nasıl çıkacaktır? Allah, hâşâ gökte midir ki, kendine yükseltmesi, göğe kaldırma olarak değerlendirilebilsin?!
Eski Ezher şeyhi Mahmut Şeltut, bu âyetle ilgili olarak şunları söyler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”1029 Bu âyet, Hz. İsa’yı kesin olarak öldürmediklerini anlatan ifadeden sonra gelmiştir. Ref’ (yükseltme)den maksat, İsa’yı (a.s.) düşürmeyi amaçladıkları şeye engel olmak sûretiyle İsa’nın derecesinin ve konumunun yükseltilmesidir. Böylece mana şu şekilde olmaktadır: “Allah İsa’yı onlardan korumuştur. Onlar onu öldürmeyi gerçekleştirememişlerdir. Hatta Allah onların tuzaklarını boşa çıkarmış ve onu kurtarmıştır. Ve onu eceliyle vefat ettirmiş; böylece de onun derecesini yükseltmiştir. Böylece âyet, Allah Teâlâ’nın şu sözüyle tamamen uyuşmaktadır: “Seni vefat ettirecek, seni Bana yükseltecek (ref’) ve seni küfreden kimselerden tertemiz kılacağım.”1030 Bu âyet, onların İsa’nın cismiyle, diri olarak ref’i konusundaki tezlerini çürütmektedir. İmam Fahreddin Râzi, tefsirinde şöyle demektedir: “Seni tertemiz kılacağım. Yani seni onların arasından çıkaracak, seninle onların arasını ayıracağım. Kendisine ref’ (yükseltme) lafzıyla şânının büyüklüğü anlatıldığı gibi, tertemiz kılma (tathir)
1025] Âhir zamanda zuhur edecek bu tür haberlerin sembol olduğu görüşü için bk. Said Nursî, Lem’alar, s. 112; Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, III/317-318
1026] Ahmet Keleş, Hadislerin Kur’an’a Arzı, İnsan Y. s. 220-223
1027] 4/Nisâ, 158
1028] 19/Meryem, 56-57
1029] 4/Nisâ, 158
1030] 3/Âl-i İmrân, 55
KIYÂMET
- 207 -
lafzıyla da arındırma manası bildirilmiştir.
Tüm bunlar, onun şânının ve derecesinin yükseltilmesindeki mübâlağaya işaret etmektedir. Alla Teâlâ’nın şu sözünün anlamı hakkında da şöyle demektedir: “Sana tabi olanları küfreden kimselerin üstünde kılacağım.”1031 Buradaki “üstünde”likten kast edilen hüccet ve burhan ile olmasıdır. Bil ki, âyet-i kerimedeki ref’ine delâlet eden “seni Bana yükselteceğim”, derecenin ve şânın yükseltilmesidir. Yoksa yön ve mekânla ilgili değildir. “Üstünde” kılmada olduğu gibi mekânla ilgili bir durum değil; tamamen derece ve şânın yükseltilmesi ve yüceltilmesidir.” 1032
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.”1033 Bu âyet, dolaylı yoldan başka bir tevhid gerçeğine dikkat çekmektedir: Peygamberlerin, ölümlerinden sonra artık dünya üzerinde tasarruf imkânlarının kalmadığı. Böyle bir tasarruf sözkonusu olduğunda akla gelecek ilk isimlerden biri olan peygamber Hz. İsa’ya: “İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü/tanık idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun” diye söyletilmesi gösteriyor ki, hiçbir insan, ne kadar büyük olursa olsun, ölümünden sonra, dünya üzerinde tasarruf sürdüremez. Böyle bir şey, beşer olmakla çelişir. Ve tüm peygamberler de beşerdir. Buradan hareketle tasavvuf bünyesine sokulan “ölüm sonrası evliyâ tasarrufları” anlayışının Kur’an dışı olduğunu rahatlıkla fark ederiz. Bu tevhid dışı anlayış, asırlarca kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını tanrılaştırma illetinin kucağına itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.
Hz. İsa’nın ineceğine ve İslâm şeriatıyla amel edeceğine dair hadis rivâyetleri şöyle te’vil edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Nitekim, 21. asrın başlarında Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı takdirde dünyanın her yerinde hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tabi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, Kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mehdîdir, imamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İsa’yı bir peygamber olarak tanıtır. Onun peygamberliği, daha doğumunun ilk gününde ilân edilmişti: “Çocuk şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın
1031] 3/Âl-i İmrân, 55
1032] Mahmut Şeltut, Hz. İsa’nın Ref’i Hakkında, Haksöz Dergisi, sayı 20, Kasım 92
1033] 5/Mâide, 117
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı.”1034 Hz. Muhammed (s.a.s.) ise, peygamberlerin sonuncusudur: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbir inin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”1035 Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra dünyaya gelmesi, bu âyetler ışığında değerlendirilince mümkün değildir. Gelmiş olsa, son peygamber Hz. Muhammed değil; Hz. İsa olur.
İkinci gelişinde Hz. İsa’nın peygamber olmayacağını iddia etmek, İsa’nın peygamberliği ile ilgili âyetleri inkâr anlamına gelebilir. Hz. İsa geldiğinde Kur’an âyetlerini inkâr etmeyeceğine göre kendisinin peygamber olduğunu bildiren âyetlere de inanacaktır. Bu durumda Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber oluşunu inkâr etmiş duruma düşmeyecek midir? Hz. İsa, Kur’an’ın tanıttığı şekliyle bir peygamberdir. Peygamberliği olmayan bir İsa’nın diğer insanlardan farkı, etkisi, inandırıcılığı ve gücü ne olabilir? Yine Hz. İsa’nın nüzûlü ile bazı haramları helâl edeceğine dair hadis rivâyetleri, İslâm dininin tamamlandığını bildiren “... Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”1036 âyetiyle çelişir.
Kendisinin İsa olduğunu iddia eden nice insanlar çıkmış, çıkmakta ve çıkacaktır. Gerçek İsa’yı (a.s.) insanlar nasıl tanıyacaktır; daha önce gösterdiği gibi mûcizeleri de, peygamber olarak gelmeyeceği için gösteremeyecektir. Yok, peygamber olarak gelirse, (ki Mezarcı o iddiadadır.) o zaman da Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) için, “peygamberlerin sonuncusu” 1037 olduğunu bildiren âyeti ve buna dayanan İslâm itikadı inkâr edilmiş olacaktır. Ayrıca dinin tamamlandığını bildiren âyet1038 reddedilmiş olacaktır. Bu da kendisinin Mehdi olduğunu iddia edenler gibi istismar konusu olacak, sahte Mesihlerin insanları kandırma yolu ardına kadar açılmış olacaktır. Bilindiği üzere, Papa suikastçısı M. Ali Ağca bile tarihin çöplüğünde yer almış yüzlerce sahtekâr kişi gibi, kendisinin Mehdi ve İsa olduğunu iddia edebilmektedir. Şimdi de eski bir müftü ve milletvekili olan Hasan Mezarcı, kendisinin Hz. İsa olduğunu ve gökten indiğini iddia etmeye başladı. Hz. Peygamberimiz zamanında minare olmadığı halde, Hz. İsa’nın Şam’daki beyaz minareye ineceği iddia edilebilmektedir. Hatta Adıyaman’daki meşhur şeyhin bulunduğu câminin minaresi bembeyaz renge boyanmış, Hz. İsa’nın oraya ineceği iddia edilerek, köye “inilecek yer” anlamına gelen “Menzil” adı verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar, ne ilk ve ne de sondur. Bunun gibi nice beklentiler, oyalanmalar, kurtarıcı bekleyip sorumluluktan kaçmalar ve istismarlar sözkonusu olduğu gibi bu gidişle çok daha olacaktır.
Mehdî Olayına da kısaca değinirsek; Mehdi’nin günün birinde geleceğiyle ilgili hadis kitaplarında âhad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler bulunmaktadır ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler vardır. Buhârî ve Müslim’in kitaplarında ise mehdi kelimesi geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak bir işarete de rastlamak mümkün değildir.
İlk dönem itikat kitaplarında mehdi konusu yer almamıştır. Ancak daha sonra
1034] 19/Meryem, 30
1035] 33/Ahzâb, 40
1036] 5/Mâide, 3
1037] 33/Ahzâb, 40
1038] 5/Mâide, 3
KIYÂMET
- 209 -
yazılan Akaid kitaplarında mehdiden bahsedilmektedir. Mehdiden bahseden hadisler mütevâtir olmadığı için, bu konu iman konuları içerisinde yer almaması gerekir. Ancak, İslâm tarihinde mehdi iddiasıyla birçok insan çıktı, insanlar bazılarına mehdi diye uydular ve birçoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde oldular.
Anlaşıldığı kadarıyla mehdi inancı siyasî olayların müslümanları fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Âhad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır. İslâm tarihinde birçok mehdi çıkmıştır. Çevresine adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zâlim yöneticilerle mücadele etmek isteyen iyi niyetli önderlerin bir kısmı bu mehdi beklentisinden yararlanmıştır.
Tarih boyunca nice sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek için mehdilik inancını istismar etmişlerdir. Günümüzde bile bazı açıkgözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar. İşin garibi bu gibi konuların istismarcısı bulanabileceği bilinmesine rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı hâlâ başarabiliyorlar.
Mehdi ve Hz. İsa’nın gökten inme beklentisi, birçok müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevk etmiştir. Öyle ya, nasıl olsa mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere sevk etmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terk etmiş, zâlimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.
Allah (c.c.) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm Kıyâmete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en büyük hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen, Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır. Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni gücü yettiği kadar yerine getirmektir. Mehdi beklentisi, müslümanların ne imanlarını artırır ne de sâlih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını, gelmesi muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarında uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a aittir.
Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı nasıl bir tavır takınacağız? İşin garibi tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı ve mehdi taslağı olmasına rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de zâlimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir mârifetleri varsa, müslümanların saf inançlarını maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine(!) dönsünler. İslâm ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar, İslâm ülkelerindeki tağutların hâkimiyetlerine ve zulümlerine dur desinler.
Kur’an, müslümanlara mehdi beklemeyi değil; hakiki anlamda iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu yapmayanlar ise zarar edeceklerdir.1039 Eğer mehdiyi hidâyete götüren, hidâyet veren şeklinde anlarsak;
1039] Bk. Asr Sûresi
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an en büyük mehdîdir (hâdî-hidâyete erdiricidir). İnsanlar bu mehdiye uyarlarsa doğru yolu bulurlar ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa dâvet etmektedir. 1040
Hz. İsa, ruha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman! 1041
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zaten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük mehdî olan Kur’an’a uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı, böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman Deccallar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” 1042
Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını Sanıyorsunuz?
Nedir Kıyâmet? Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, kıyâm etmek, doğrulmak ve dirilmek anlamında olan Kıyâmet; İslâmî literatürde, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayına verilen addır. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır Kıyâmet. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının hizmetinde bir insan, Kıyâmeti yaşıyor demektir. İnsanın Kıyâmeti, inancın Kıyâmeti, hakikatin Kıyâmeti... Hem namazda kıyâmı, hem de namaz gibi görev olan küfre ve şirke karşı kıyâmı gerektiği gibi yerine getirmeyenlerin âkıbetidir Kıyâmet. “Kıyâm et” emrini uygulamayanların dünyevî cezâsıdır “Kıyâmet”.
Hadis rivâyeti olarak değerlendirildiği halde, hadis olmadığını tesbit ettiğimiz, ama anlamına katılarak bu konuya uygun yorumladığımız bir söz vardır:
1040] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 390-392
1041] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y. s. 5
1042] 5/Mâide, 105; Ahmed Kalkan, Haksöz, Sayı 118, Ocak 2001
KIYÂMET
- 211 -
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.” Sanal bir hayatta, yaşadığını sananların rüyalarıdır bugünün dünyası. İnsan, içinde yaşadığı çevreyi katletti, mahvetti; kendisi de o çevrenin, o doğanın bir parçası olduğunu düşünmedi; kendisi de mahvoldu. İçinde yaşadığı toplumu ve kendini (fıtratını, mânevî hayatı) insanın kendi eliyle imhâ etmesi Kıyâmet değil de nedir?
Kur’an’ın Kıyâmetin dehşetinden sık sık bahsetmesinin temel hikmeti, yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya ve içindekilerin âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir sonu olduğunu, ölümün yakın olduğunu hatırlayıp Allah’a karşı sorumluluklarımızı kuşanmaktır.
Kur'an'a göre, Kıyâmetin ne zaman kopacağını, Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bu bilemeyenlere Peygamberimiz de dâhildir. Kıyâmet, ansızın kopacaktır. "Sana Kıyâmetten sorarlar: 'Gelip çatması ne zamandır?' derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini bilmek nerede, sen nerede?"1043; "Sana Kıyâmet sâatinden, onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: 'Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.' Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: 'Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır' ama insanların çoğu (bunu) bilmezler." 1044
Kıyâmetin alâmetleri, değişik biçimde ortaya çıkmıştır, ama farkında olmadan Kıyâmeti yaşayan kimsenin bunları anlaması kolay olmayacaktır. Kıyâmetin hâlâ alâmetlerini bekleyenler, onun ansızın kopacağını bilmeyenler veya bilmek istemeyenlerdir. Kur'an'ı okuyanlar bilirler ki, onun alâmetleri çoktan gelmiştir. "Onlar, Kıyâmet zamanının ansızın gelip çatmasından başka bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?"1045 Ansızın kopacak Kıyâmetin Kur'an'da belirtilen tek alâmeti olarak değerlendirilen ayın yarılması da gerçekleşmiştir. Kur'an, Kıyâmetin yaklaştığını ve alâmet olarak ayın yarıldığını çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla açıklar: "Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı."1046 Kıyâmetin kopmasına bir göz açıp kapama kadar bir zaman kalmıştır, hatta belki bundan daha da yakındır: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a âittir. (Kıyâmet) sâatinin durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan başkası değildir." 1047
Bütün bu Kur'ânî hakikatlere rağmen, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den Kıyâmetin alâmetleri hakkında çok sayıda rivâyet, hadis kitaplarını doldurmuştur. Bunların tümünü, sahih olmadıkları iddiâsıyla reddetmek doğru olmasa gerektir. Ama bu hadislerin Kur'an'a arzedilmesi gerekir. Kur'an'ın bazı âyetlerinin müteşâbih olduğunu biliyoruz.1048 Müteşâbih, anlam yönüyle birbirine benzeyen, mânâsı kapalı, birçok anlama gelebilen, yorumunda güçlük çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur'an'da bahsedilen Kıyâmet ve ahvâlini müteşâbih olarak değerlendirirler. Kıyâmet alâmetleri olarak hadis rivâyetlerinde belirtilen hususlar da müteşâbihtir. Müteşâbihlerin tek bir tefsiri olmaz, farklı te'villeri/yorumları
1043] 79/Nâziât, 42-43
1044] 7/A'râf, 187
1045] 47/Muhammed, 18
1046] 54/Kamer, 1
1047] 16/Nahl, 77
1048] 3/Âl-i İmrân, 7
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olabilir, esas anlamını da ancak Allah bilir. 1049
Hadis rivâyetlerinin zâhirine takılıp kalan ve Kur'an'ın Kıyâmet konusundaki mesajını göz ardı eden Osmanlı'nın son devir mollaları, olanca zulüm ve tuğyânı, sadece "Kıyâmet alâmeti" olarak değerlendirmiş, son alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla "başımıza taş yağması yakındır" diyerek eli-kolu (ve dili) bağlı gibi beklemeye başlamıştır. Hâlbuki Kıyâmetin çok yakın olduğunu ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur'an çok önceden belirtmişti. Küçük-büyük alâmetlerin ortaya çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine, Kıyâmet kopmadan, -ki bugün bile kopabilir, kopmayacağını hiçbir Kur'an talebesi/bağlısı iddiâ edemez- Kur'an'ın yüklediği bireysel ve toplumsal görevimizi yerine getirmek gerekir. Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri olarak belirtilen müteşâbihlere dalıp onları zâhirlerine göre değerlendirerek, büyük alâmetlerinin çıkmadığı anlayışıyla Kıyâmeti çok uzaklara ertelemek, "kalplerinde eğriliğin bulunması" ve "fitne çıkarma" 1050 riski ile karşı karşıya gelmek demektir.
Kimilerinin hadis zannettiği meşhur bir söz vardır: “İzâ mâte’l-insânu fekad kamet Kıyâmetuhû; İnsan öldüğü zaman, onun Kıyâmeti kopmuştur." Diğer insanların Kıyâmeti artık onu ilgilendirmeyecektir. Ölüm de her an gelebileceğine göre, Kıyâmetin zâhirî alâmetlerinin tümünün çıkmadığını sanıp Kıyâmetin daha kopmayacağını düşünmek, şeytanın vesvesesine kapılmaktır. Zâten ölüm, küçük bir Kıyâmet olduğu gibi, uyku da küçük bir ölümdür: Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i kerimede, "Allah ölümleri ânında nefisleri vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır."1051 buyrulmaktadır. Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefis/rûh, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Bu yüzden, "uyku, ölümün yarısıdır." Ölüm de, insan rûhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve rûhun bedenden sıyrılmasıdır.
Hayatın aslı, rûhun hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde rûhun/gönlün hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî/mânevî hayattan uzak olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için, kâinatta her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri, İlâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerîm'de, "Ey iman edenler! (Rasûlullah,) sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlü'nün çağrısına koşun..." 1052 buyrulur. Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın "rûhun ve kalbin hayat derecesi" olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.
Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde "ölmek"
1049] 3/Âl-i İmrân, 7
1050] 3/Âl-i İmrân, 7
1051] 39/Zümer, 42
1052] 8/Enfâl, 24
KIYÂMET
- 213 -
değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibârettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler sözkonusu değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba, ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur'an bunu, "Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi."1053 şeklinde ifade etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler (Kıyâmetleri çoktan kopmuştur onların). Kur'an'da: "Sen ölülere duyuramazsın!"1054; "Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!"1055 buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem'a) ve görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber’in (s.a.s.) çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey ifade etmez. Böylesi diriltici unsurlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için son dirilme çaresi, artık ölümdür. 1056
Hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir. Kâfirler gibi canlı cenâze olmak, hayat süren leş konumunda bulunmak değildir. Esas hayat, rûhun hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması değil, sahibini ve toplumu diriltmesidir. Hayat, Allah’ın ve Rasûlünün bizi çağırdığı esaslara uymaktır. Bugün yaşananlar, bu ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü olduğunu bile hissetmeyecek kaosu, Kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat yönüyle ölenler, öldüklerinin, yani kendi Kıyâmetlerinin koptuğunun farkındadırlar. Ama mânen ölmüş, kendi Kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli bir Kıyâmet içindedirler ki, kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun mânevî Kıyâmeti, o toplumdaki bireyleri de kuşatır: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” 1057
İnsan, bazı ölüleri yaşıyor zanneder, bazı yaşayanları ölü zannettiği gibi. "Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) 'ölüler' demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız.."1058 "Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olana, sağırlara da dâveti duyuramazsın." 1059
Hadis külliyâtları, Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden
1053] 29/Ankebût, 94
1054] 30/Rûm, 52
1055] 35/Fâtır, 20
1056] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y. s. 237
1057] 8/Enfâl, 25
1058] 2/Bakara, 154
1059] 27/Neml, 80
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, İslâmî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Kıyâmet alâmetlerinin tümünün ortada olduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki ifadelerin dışında şunları görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar arzusu), İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir koşturmaca ve elektrik aydınlığı ile gecenin gündüz gibi olması), cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların savaşmaları (Filistin'de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak'a olduğundan yola çıkarak Kıyâmetin de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir. Bu problemler, toplumların Kıyâmetidir. Bu özellikler, huzursuzluğun, fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları yaşayan toplum, Kıyâmet dehşeti yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile Kıyâmetin kopmayacağından emin olmayan bir peygamber, toplumun Kıyâmetini çok belîğ bir şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm döşeğindeki "hasta adam"a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan olmadığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, "Kıyâmet alâmeti" olarak dillendirilen bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için Kıyâmeti her an yaşamakta. Gerçek Kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal Kıyâmet, her an dehşet saçmaktadır.
Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul edilenler de, Kur'an'a arzedilerek, müteşâbih olduğu unutulmadan te'vil edilebilir. Bu, Kur'an mesajına daha uygun olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan, onun rûhudur. Zâten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine, bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilebilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir.1060 Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir.1061 Yalnız, Kıyâmet alâmetleri konusunda ihtiyâtı elden bırakmamalı, bu ve benzeri her çeşit yorumların da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış olma ihtimalinin bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Her şeyin en doğrusunu bilenin Allah olduğu ve gayb bilgisinin ve özellikle Kıyâmet ilminin sadece O'na âit olduğu unutulmamalıdır.
1060] Bk. Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Lem'alar, s. 112
1061] Bk. Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
KIYÂMET
- 215 -
Bir peygamberin dini (O'nun tebliğ ettiği esaslar) yaşadıkça, kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Bu, "güneşin batıdan doğması"dır. Nitekim giderek ivme kazanan bir hızla Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. Bush adındaki deccalın Sharon deccalına yardım için Ortadoğuda müslüman avına çıkmasının asıl sebebi budur. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı, hele örnek olacak şekilde yaşandığı takdirde, dünyanın her yerinde ve Batıda tek Hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tabi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, Kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mesih'tir, Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır.
Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. "Kıyâmet ne zaman kopacak? Onun alâmetleri nelerdir?" diye sormak yerine; "ölüme, Kıyâmete, ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı" kendi kendimize sormamız gerekmez mi? Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zâten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük "mehdî" olan Kur’an’a uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı, böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman "deccal"lar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” 1062
Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması, kıyâm etmesidir. "Emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker" adındaki kalk borusunu, "kıyâm et" emrini veren dâvetçi İsrâfiller, inşâAllah toplumu İsa nefesleriyle yeniden diriltecek ve Allah'ın izni ve yardımıyla topluma ba'su ba'de'l-mevti yaşatacaklardır.
Hz. İsa, rûha önem verilmeyen yahûdileşmiş bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Bazı ölüleri Allah’ın izniyle diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli müslümanlara
1062] 5/Mâide, 105
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyaç var. Böylece emperyalistlerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî/mânevî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin; ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve mânevi/rûhî hastalıklar iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Kur’an’ına mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan, kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
Son söz: Her şeyin en doğrusunu bilen yalnız Allah'tır. 1063
Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet
Kur’ân-ı Kerim’de Kıyâmet kavramına çok yer verilir. Değişik kelimelerle Kıyâmetten bin civarında âyette konu edinilir. Kıyâmetle ilgili temel kavram mâhiyetindeki kelimelerin kısa bir dökümünü vermek, bu konuda ufuk açıcıdır: “Kıyâmet” kelimesi, toplam 70 yerde zikredilir. Aynı anlamdaki “sâat” sözcüğü ise toplam 48 yerde geçer. “Âhir (yevmu’l-âhır)” kelimesi 28 yerde, “âhiret” kelimesi ise 115 yerde kullanılır. Âhirette hesaba çekilmek ve Kıyâmet günü ve hesap günü anlamındaki “hesap (hısâb) ve “yevmu’l-hısâb” kelimeleri toplam 39 yerde ifâde edilir. Yeniden diriliş anlamında kullanılan “ba’s” kelimesi ve türevleri toplam 67 yerde kullanılır. Kıyâmetin kopması ve her yaratığın ölümünden sonra, yeniden dirilişle birlikte mahşerde toplanmak anlamındaki “haşr” kavramı ve türevlerinin toplam 43 yerde zikredildiği görülür.
İslâm inancının üç temel esasından birini oluşturan Kıyâmet veya âhiret konusu yüzleri aşan, çok değişik ve müstakil sûrelerde ele alınmıştır. Burada, toplum hayatında büyük önem taşıyan mes'ûliyet duygusunun telkin edilmesinin bir hedef teşkil ettiği şüphesizdir. Ayrıca, "Herkes yarın için ne hazırladığının bilincini taşımalıdır."1064 âyetinde ifâdesini bulan geleceği düşünme ve ebedî hayatın mutluluğunu sağlama uğruna faâliyet gösterme ilkesinin hâkim rol oynadığını da söylemek gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm'de zaman zarfı olan "yevme", "yevmeizin" kelimeleriyle oluşup Kıyâmeti tasvir eden âyetlerin sayısı 400'e yakındır. Bunların yetmişi "yevmu'l-kıyâmeh" şeklindedir. Ayrıca, Kur'an'ın altmış yedinci sûresi olan Mülk sûresinden itibâren yer alan 48 sûrenin büyük ekseriyetinin en belirgin muhtevâsı "Kıyâmet" konusudur. Bunlardan başka "Kıyâmetin kopma zamanı" demek olan "sâat", "dünyanın sonu" anlamına gelen "ukbâ",1065 "mutlaka gerçekleşecek olan realite" mânâsındaki "vâkıa", "kimini alçaltan, kimini yükselten olay" anlamındaki "hâfida-râfia,1066,"yeniden diriltmek, dirilterek hesap meydanında toplamak" mânâsındaki "ba's" ve "haşr"1067 kelimeleriyle bunlara benzer kavramlar Kıyâmet için kullanılmıştır. "Dönüş, dönüş yeri, çıkarıldığı yer"
1063] Ahmed Kalkan, Vuslat Dergisi, sayı 25, Temmuz 2003
1064] 59/Haşr, 18
1065] ukbe'd-dâr; 13/Ra'd, 22, 24, 35, 42
1066] 56/Vâkıa, 1-3
1067] 22/Hacc, 5; 50/Kaf, 44
KIYÂMET
- 217 -
anlamına gelen ve bir âyette yer alıp bir yoruma göre Kıyâmet mânâsında olan "meâd" kelimesi de,1068 özellikle kelâm ve felsefe kitaplarında Kıyâmet yerine kullanılmıştır.
"Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır; İsteyene ve mahruma. Cezâ gününü tasdik ederler."1069 Bu âyetler, Allah'a ve âhiret gününe iman etmenin, insan hayatındaki önemini belirtiyor. Şu âyet de Kıyâmeti, âhireti yalanlayanların bazı temel özelliklerini açıklıyor: "(Onlar da) dediler ki: 'Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Cezâ gününü yalanlardık." 1070
"(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün, âhiret hayatının gerçek sahibi)dir." 1071
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ (Bundan) Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” 1072
“Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:) ‘Bu, gerçek değil mi?’ dedi. Onlar: ‘Evet, Rabbimiz hakkı için’ dediler. (Allah:) ‘Öyleyse inkâr edegeldikleriniz nedeniyle azâbı tadın!’ dedi.” 1073
“Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle ki, sâat (Kıyâmet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: ‘Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize…’ derler. Dikkat edin, o işleyip yüklendikleri ne kötüdür!” 1074
“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk’tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlarla itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” 1075
“Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.” 1076
“Kimine hidâyet verdi, kimi de sapıklığı haketti. Çünkü bunlar, Allah’ı bırakıp şeytanları veli edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymaktadırlar.” 1077
"Sâatin (Kıyâmetin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: 'Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir.' Sanki sen, ondan
1068] 28/Kasas, 85
1069] 70/Meâric, 22-26
1070] 74/Müddessir, 43-46
1071] 1/Fâtiha, 3
1072] 6/En’âm, 22-24
1073] 6/En’âm, 30
1074] 6/En’âm, 31
1075] 6/En’âm, 121
1076] 7/A’râf, 27
1077] 7/A’râf, 30
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: 'Onun ilmi yalnızca Allah’ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler.” 1078
“O gün, onların tümünü bir arada toplayacağız, sonra şirk katanlara: ‘Yerinizden ayrılmayınız; siz de, şirk koştuklarınız da’ diyeceğiz. Artık onların arasını açmışızdır. Şirk koştukları derler ki: ‘Siz bize ibâdet ediyor değildiniz. Bizim ile sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. Gerçekten biz, sizin ibâdetinizden habersizdik.’ İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla imtihana çekilmiş olacak ve onlar asıl-gerçek mevlaları olan Allah’a döndürülecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup uzaklaşacaklar.” 1079
“(Kıyâmetin) Geleceği günde, O’nun izni olmaksızın, hiç kimse söz söyleyemez. Artık onlardan kimi ‘bedbaht ve mutsuz’, (kimi de) mutlu ve bahtiyardır.” 1080
“(Ey Muhammed,) Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir. Başlarını dikerek koşarlar, gözleri kendilerine dönüp-çevrilmez. Kalbleri (sanki) bomboştur.” 1081
"Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) Sâatin(in) emri de yalnızca (süratli) göz açıp kapama gibidir veya daha yakındır. Şüphesiz, Allah her şeye güç yetirendir." 1082
“O şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördükleri zaman: ‘Rabbimiz, seni bırakıp bizim taptığımız ortaklarımız bunlardır’ diyecekler. (Onlar da bunlara:) ‘Siz gerçekten yalan söyleyenlersiniz’ diye sözü (geri çevirip) fırlatacaklar. O gün (artık) Allah’a teslim olmuşlardır ve uydurdukları (yalancı ilahlar) da onlardan çekilip uzaklaşmıştır.” 1083
“Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün; onları bir arada toplamışız da, içlerinden hiçbir ini dışarda bırakmamışızdır. Onlar senin Rabbine sıra sıra sunulmuşlardır. Andolsun, siz ilk defa yarattığımız gibi bize gelmiş oldunuz. Hayır, bizim size bir kavuşma zamanı tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?” 1084
“(Kâfirlere:) ‘Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın’ diyeceği gün; işte onları çağırmışlardır, ama onlar, kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarında bir uçurum koyduk.” 1085
“Biz o gün, bir kısmını bir kısmı içinde dalgalanırcasına bırakıvermişiz. Sûr ’a da üfürülmüştür, artık onların tümünü bir arada toparlamışız.” 1086
“Andolsun Rabbine, biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız.” 1087
“Ve onların hepsi, Kıyâmet günü O’na, ‘yapayalnız, tek başlarına’ geleceklerdir. 1088
“Sûr’a üfürüleceği gün, biz suçluları/günahkârları o gün, (yüzleri kara, gözleri) gömgök
1078] 7/A’râf, 187
1079] 10/Yûnus, 28-30
1080] 11/Hûd, 105
1081] 14/İbrâhim, 42-43
1082] 16/Nahl, 77
1083] 16/Nahl, 86-87
1084] 18/Kehf, 47-48
1085] 18/Kehf, 52
1086] 18/Kehf, 99
1087] 19/Meryem, 68
1088] 19/Meryem, 95
KIYÂMET
- 219 -
(kaskatı ve kör) olarak toplayacağız.” 1089
"Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: 'Benim Rabbim, onları darmadağın edip savuracak. Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır. Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek.” 1090
“O gün, kendisinden sapma imkânı olamayan çağırıcıya uyacaklar. Rahman (olan Allah)a karşı sesler kısılmıştır; artık bir hırıltıdan başka bir şey işitemezsin.” 1091
“O gün, Rahman (olan Allah)’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.” 1092
"İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar." 1093
"Hayır, onlara apansız gelecek de, böylece onları şaşkına çevirecek; artık ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek ve ne onlara süre tanınacak." 1094
"Biz, Kıyâmet gününe âit duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz.” 1095
"Bizim, göğü kitabın sayfalarını katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iâde edeceğiz. Bu, bizim üzerimizde bir vaiddir. Elbette, Biz yapıcılarız." 1096
“Hayır, onlar Kıyâmet sâatini yalanladılar; biz Kıyâmet sâatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık. (Ateş,) Onları uzak bir yerden gördüğünde, onlar bunun gazablı öfkesini ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip çağırırlar.” 1097
“Sûr ’a üfürüleceği gün, Allah’ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır ve herbiri ‘boyun bükmüş’ olarak O’na gelmişlerdir.” 1098
“O gün (Allah) onlara seslenerek: ‘Bana ortak olarak öne sürdükleriniz nerede?’ der. Üzerlerine (azab) sözü hak olanlar derler ki: ‘Rabbimiz, işte bizim azdırıp-saptırdıklarımız bunlar; kendimiz azıp saptığımız gibi, onları da azdırıp saptırdık. (Şimdiyse) Sana (gelip onlardan) uzaklaşmış bulunmaktayız. Onlar bize tapıyor da değillerdi. Denir ki: “Ortaklarınızı çağırın.’ Böylelikle çağırırlar, ama kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. Hidâyet bulmuş olsalardı ne olurdu. O gün (Allah) onlara seslenerek: ‘Gönderilen (elçilere) ne cevap verdiniz?’ der.” 1099
“Kıyâmet sâatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılırlar. (Allah’a eş koştukları) Ortaklarından kendilerine şefaatçi olan yoktur; onlar, ortaklarını inkâr
1089] 20/Tahâ, 102
1090] 20/Tahâ, 105-107
1091] 20/Tahâ, 108
1092] 20/Tahâ, 109
1093] 21/Enbiyâ, 1
1094] 21/Enbiyâ, 40
1095] 21/Enbiyâ, 47
1096] 21/Enbiyâ, 104
1097] 25/Furkan, 11-13
1098] 27/Neml, 87
1099] 28/Kasas, 62-65
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ediyorlar.” 1100
"Kıyâmet sâatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır." 1101
"İnsanlar, sana Kıyâmet sâatini sorarlar; de ki: 'Onun bilgisi yalnızca Allah’ın katındadır.' Ne bilirsin; belki Kıyâmet sâati pek yakın da olabilir." 1102
"Onlar: 'Eğer doğru sözlü iseniz, bu vaad (ettiğiniz azap) ne zamanmış?' derler. De ki: 'Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz." 1103
“Demişlerdir ki: ‘Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip kaldırdı? Bu, Rahmân (olan Allah)’ın vaad ettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş.” 1104
"Onlar, yalnızca tek bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyle çekişip dururken o kendilerini yakalayıverir. Artık ne bir tavsiyede bulunmağa güç yetirebilirler, ne âilelerine dönebilirler." 1105
"Sûr’a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) süzülüp giderler." 1106
"İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibârettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar." 1107
"Derler ki: 'Eyvahlar bize; bu, din günüdür.' 'Bu, sizin yalanladığınız (mü’mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.” 1108
“Ve onları durdurup tutuklayın, çünkü sorguya çekileceklerdir.” 1109
“Siz, O’nun dışında dilediklerinize ibâdet edin.” De ki: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar, Kıyâmet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana uğratanlardır. Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir.” 1110
“Kıyâmet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklenenler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok?” 1111
"Kıyâmet sâatinin ilmi O’na döndürülür. O’nun ilmi olmaksızın, hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi, gebe kalmaz ve doğurmaz da. Onlara: 'Benim ortaklarım nerede?' diye sesleneceği gün, dediler ki: 'Sana arzettik ki, bizden hiçbir şâhit yok.” 1112
1100] 30/Rûm, 12-13
1101] 31/Lokman, 34
1102] 33/Ahzâb, 63
1103] 34/Sebe', 29-30
1104] 36/Yâsin, 52
1105] 36/Yâsin, 49-50
1106] 36/Yâsin, 51
1107] 37/Sâffât, 19
1108] 37/Sâffât, 20-21
1109] 37/Sâffât, 24
1110] 39/Zümer, 15
1111] 39/Zümer, 60
1112] 41/Fussılet, 47
KIYÂMET
- 221 -
"Ki Allah, hak olmak üzere Kitabı ve mizanı indirdi. Ne bilirsin; belki Kıyâmet sâati pek yakındır." 1113
"Onlar, hiç şuurunda değilken kendilerine apansız geliverecek olan Kıyâmet sâatinden başkasını mı gözlüyorlar?" 1114
"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan (Allah) ne yücedir. Kıyâmet sâatinin ilmi O’nun katındadır ve O’na döndürüleceksiniz." 1115
"De ki: 'Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra kendisinde hiçbir kuşku olmayan Kıyâmet günü O sizi bir araya getirip toplayacaktır. Ancak insanların çoğu bilmezler.” 1116
"Artık onlar, Kıyâmet-sâatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar? 1117
"O gün, o çığlığı bir gerçek (hak) olarak işitirler. İşte bu, (dirilip kabirlerden) çıkış günüdür." 1118
"O yaklaşmakta olan yaklaştı." 1119
"Gözleri zillet ve dehşetten düşmüş olarak, sanki yayılan çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kâfirler derler ki: 'Bu, zorlu bir gün.” 1120
“(Çünkü o gün) Suçlu-günahkârlar, simalarından tanınır da alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” 1121
"Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar darmadağın olup ufalandığı, toz duman halinde dağılıp savrulduğu Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman..." 1122
"Ve diyorlardı ki: 'Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?' De ki, öncekiler ve sonrakiler. Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz ey sapık yalancılar, elbette bir ağaçtan, bir zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte cezâ gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır." 1123
"Vâkıa (kesin bir gerçek olan Kıyâmet) vuku bulduğu zaman, Onun vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur." 1124
"O yaklaşmakta olan yaklaştı. Onu Allah’ın dışında ortaya çıkaracak başka (hiçbir güç
1113] 42/Şûrâ, 17
1114] 43/Zuhruf, 66
1115] 43/Zuhruf, 85
1116] 45/Câsiye, 26
1117] 47/Muhammed, 18
1118] 50/Kaf, 42
1119] 53/Necm, 57
1120] 54/Kamer, 7-8
1121] 55/Rahmân, 41
1122] 56/Vâkıa, 4-7
1123] 56/Vâkıa, 47-56
1124] 56/Vâkıa, 1-2
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoktur)." 1125
"Derler ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, şu tehdit (ettiğiniz azap) ne zamanmış?' De ki: '(Bununla ilgili) Bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” 1126
“O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. ‘Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir.’ İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: ‘(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp yararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp bulmaya çalışın’ denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sûr çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır.” 1127
“Ey iman edenler, Allah’a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar-parıldar. Derler ki: “Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin.” 1128
“Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’, kendilerini de zillet sarıp kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye dâvet edilirlerdi.” 1129
"Artık sûr’a tek bir üfürülüşle üfürüleceği. Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman. İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan Kıyâmet) artık vukubulmuş (gerçekleşmiş)tur. Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, ‘sarkmış za’fa uğramıştır." 1130
“Artık kitabı sağ-eline verilen kişi, der ki: ‘Alın, kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım.’ Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir. Yüksek bir cennette.” 1131
“Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: “Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi.” 1132
"Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün; Dağlar da (etrafa uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak." 1133
“(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz.” 1134
"Şüphesiz, size vaad edilen gerçekleşecektir." 1135
"Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’ zaman, Gök yarıldığı zaman, Dağlar kökünden sökülüp savurulduğu zaman. Ve Rasuller de (şâhitlik için) belli bir vakitte getirildiği zaman..." 1136
1125] 53/Necm, 57-58
1126] 67/Mülk, 25-26
1127] 57/Hadîd, 12-13
1128] 66/Tahrîm, 8
1129] 68/Kalem, 43
1130] 69/Haakka, 13-16
1131] 69/Haakka, 19-22
1132] 69/Haakka, 25-27
1133] 70/Meâric, 8-9
1134] 70/Meâric, 10
1135] 77/Mürselât, 7
1136] 77/Mürselât, 8-11
KIYÂMET
- 223 -
“Bu ayırma gününü sana ne bildirdi? O gün, yalanlayanların vay haline. Biz, öncekileri helâk etmedik mi? Sonra arkadan gelenleri onların izinde yürüteceğiz. İşte Biz, suçlu günahkârlara böyle yapıyoruz. O gün, yalanlayanların vay haline!” 1137
"Sûr ’a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz. O sırada gök açılmış ve kapı kapı olmuştur. Dağlar yürütülmüş, artık bir serab oluvermiştir." 1138
"Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir." 1139
"Şüphesiz, size vaad edilen gerçekleşecektir." 1140
“O ne zaman demir atacak?' diye, sana Kıyâmet sâatini soruyorlar. Onunla ilgili bilgi vermekten yana, sende ne var ki… En sonunda o (ve onunla ilgili bilgi), Rabbine âittir." 1141
“Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar; Annesinden ve babasından.” 1142
“O gün, onlardan herbirisinin kendine yetecek bir işi vardır.” 1143
“O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır; Güler ve sevinç içindedir.” 1144
“Artık o gün hiç kimse (Allah’ın) vereceği azap gibi azaplandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.” 1145
"Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, Yer, ağırlıklarını dışa atıp çıkardığı Ve insan: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman; O gün (yer), haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir." 1146
Hadis-i Şeriflerde Kıyâmet ve Kıyâmet Alâmetleri
İlk dönemlerden itibâren Kıyâmet alâmetleri, Kıyâmetin çeşitli merhaleleri, cennet ve cehennem hayatıyla ilgili birçok zayıf veya mevzû rivâyet ortaya çıkmıştır. Kıyâmet ve özellikle Kıyâmet alâmetleriyle ilgili hadislerin sıhhati ve toplumsal problemlere dikkat çekip onların Kıyâmet gibi kargaşa ve kaos sebebi olmasıyla ilgili te’vil edilmesi gereken özellikleri üzerinde ciddî değerlendirme yapılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın ve Peygamberimiz’in çok net beyanlarından Rasûlullah da Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmez. O yüzden hadis-i şeriflerde geçen bazı alâmetler henüz gerçekleşmedi diye, Kıyâmetin vaktine daha çok zaman olduğu, ya da şu tarihte olabileceği gibi değerlendirmeler çok yanlıştır.
"Şunu bilmelisiniz ki, Kıyâmette çıplak, yalınayak ve sünnetsiz olarak haşrolunacaksınız" sonra Rasûlullah (s.a.s.) "Yaratmayı ilkin nasıl başlattıysak onu tekrar ederiz." 1147 meâlindeki âyeti okuduktan sonra Kıyâmette ilkin Hz. İbrâhim'in giydirileceğini
1137] 77/Mürselât, 14-19
1138] 78/Nebe', 18-20
1139] 78/Nebe', 17
1140] 77/Mürselât, 7
1141] 79/Nâziât, 42-44
1142] 80/Abese, 34-35
1143] 80/Abese, 37
1144] 80/Abese, 38-39
1145] 89/Fecr, 25-26
1146] 99/Zelzele (Zilzâl), 1-5
1147] 21/Enbiyâ, 104
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belirtmiştir. 1148 Hz. Âişe'den rivâyet edilen hadisin devamında Hz. Âişe, bir arada bulunacak çıplak kadın ve erkeklerin birbirine bakabileceğinden söz etmiş, Rasûl-i Ekremde, "Durum buna müsâade etmeyecek kadar vahim olacaktır" cevabını vermiştir. Ebû Hüreyre'den nakledilen bir hadiste de insanların üç grup halinde haşir işlemine tabi tutulacağı haber verilmektedir: Günahları sebebiyle ümitle korku arasında bulunan mü'minler ki, bunların yaya olarak gitmesi muhtemeldir, binekle gidecek erdemli mü'minler ve yanlarından ayrılmayan bir ateşle hesap meydanına sevk edilecek gruplar. 1149
"Kıyâmet gününde birinizin boynunda meleyen bir koyun, diğerinin boynunda için için kişneyen bir at, öbürünün boynunda böğüren bir deve, başkasının boynunda altın ve gümüş, bir diğerinkinde sallanıp duran bez parçası bulunuyorken karşıma çıkmayın! Bunların herbiri benden yardım isteyecek, ben de, 'elimden gelen bir şey yok, dünyada iken sana tebliğ etmiştim' diyeceğim." 1150
"Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin ederim! Meryem oğlu İsa'nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap'tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur." Sonra Ebû Hureyre der ki: "Dilerseniz şu âyeti okuyun. (Mealen): "Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce O'nun (İsa'nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyâmet gününde ise İsa onlar aleyhine şahitlik edecektir." 1151
"Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücâdeleye Kıyâmet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa İbn Meryem de iner. Bu Müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat Hz. İsa aleyhisselam: ‘Hayır! der, Allah'ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz!" 1152
"Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah o günü uzatıp, benden bir kimseyi o günde gönderecek." "...Ehl-i beytimden birisi, ki bu zatın ismi benim ismine uyar, babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu zat, yeryüzünü, eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine, adâlet ve hakkaniyetle doldurur." 1153
"Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma'nın evlâtlarındandır." 1154
"Temîmi'd-Dâri'nin rivâyetinin benim size ondan (Mesih Deccal'dan) Mekke ve Medine'den anlattığıma muvâfık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz o Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır, doğu tarafındadır. Evet, o doğu tarafında zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir!’ buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti." 1155
"Deccal, Medine geçitlerine girmesi kendisine haram kılınmış olarak çıkacak. Derken (Medine civarındaki) bazı ekimsiz yerlere kadar gelir. O gün insanların en hayırlısı olan
1148] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 56-58
1149] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 59
1150] Buhârî, Cihad 189; Müslim, İmâre 24
1151] 4/Nisâ, 159; Buhârî, Büyû’ 102, Mezâlim 31, Enbiya 49; Müslim, İman 242, h. no: 155; Ebû Dâvud, Melâhim 14, h. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, h. no. 2234
1152] Müslim, İman 247
1153] Ebû Dâvud, Mehdî 1, h. no: 4282; Tirmizî, Fiten 52, h. no: 2231, 2232
1154] Ebû Dâvud, Mehdi 1, (4284)
1155] Müslim, Fiten 119, h. no: 2942; Ebû Dâvud, Melâhim 15, h. no: 4325, 4326; Tirmizî, Fiten 66, h. no: 2254
KIYÂMET
- 225 -
-veya en hayırlılarından- bir kimse onun karşısına çıkar ve: ‘Sen Rasûlüllah (s.a.s.)'ın bize haber verdiği Deccal'sin!’ der. Deccâl de (kendi adamlarına): ‘Ben şunu öldürüp sonra da diriltsem ne dersiniz? Bu işte bu şüpheye düşer misiniz?” der. Oradakiler: ‘Hayır!’ derler. Deccal onu öldürür ve sonra diriltir. Dirilttiği zaman adam: ‘Allah'a yemin olsun. Senin hakkında hiçbir vakit bugünkünden daha basiretli olmamıştım!’ der. Deccal onu tekrar öldüreyim mi di(yerek öldürmek isteye)cek, fakat musallat edilmeyecek." 1156
"Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meyi kabul et)sin. Çünkü o, tatlı soğuk sudur." 1157
İbn Ömer (r. a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.) Vedâ haccı sırasında (bir ara): "Halk susup dinlesin!" buyurdular. Sonra Allah'a hamd ve senâda bulunup, arkadan Mesih ve Deccal'den uzun uzun söz ettiler ve buyurdular ki:
"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla inzar etti. Nuh aleyhisselam ümmetini onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler de. O, sizin aranızda çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı size kapalı değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan) dışa fırlamış bir üzüm danesi gibidir. (İki gözünün arasında kefere yani kâfir yazılmış olacaktır. Bunu her Müslüman okuyacaktır)." 1158
"Ayakkabıları kıldan bir kavimle savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz. Siz, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi, gözleri küçük, burunları yassı olan bir kavmle savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz." 1159
"Rumlar, A'mak ve Dâbık nam mahallere inmedikçek Kıyâmet kopmaz. Onlara karşı Medine'den bir ordu çıkar. Bunlar o gün arz ehlinin en hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf düzen alınca, Rumlar: ‘Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim!’ derler. Müslümanlar da: ‘Hayır! Vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından çekilmeyiz’ derler. Bunun üzerine (Müslümanlar) onlarla harb eder. Bunlardan üçte biri inhizama uğrar. Allah ebediyen bunların tevbesini kabul etmez. Üçte biri katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir. Üçte biri de muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Bunlar İstanbul'u da fethederler. (Fetihten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış ganimet taksim ederken, şeytan aralarında şöyle bir nidâ atar: ‘Mesih Deccal, ailelerinizde sizin yerinizi aldı!’ Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak bu haber batıldır. Şam'a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp safları tanzim ederken, namaz için ikamet okunur. Derken İsa İbnu Meryem iner ve onlara gitmek ister. Allah'ın düşmanı, Hz. İsa'yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helâk oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu kudret eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir." 1160
"Bir tarafı karada bir tarafı da denizde olan bir şehir işittiniz mi?" diye sordular. Oradakiler: ‘Evet!’ deyince, şöyle buyurdular: "İshakoğullarından yetmiş bin kişi bu şehre sefer tertiplemedikçe Kıyâmet kopmaz. Askerler şehre gelince konaklarlar. Ancak silahla
1156] Buhârî, Fiten 27, Fedâilu'l-Medine 9; Müslim, Fiten 112, h. no: 2938
1157] Buhârî, Fiten 26, Enbiyâ 50; Müslim, Fiten 105, h. no: 2935; Ebû Dâvud, Melâhim 14, h. no: 4315
1158] Buhârî, Fiten 27; Müslim, Fiten 100-103, h. no: 169-2933
1159] Buhârî, Cihad 95, 96, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 62, h. no: 2912; Ebû Dâvud, Melâhim 9, h. no: 4303, 4304; Tirmizî, Fiten 40, h. no: 2216; Nesâî, Cihad 42
1160] Müslim, Fiten 34, h. no: 2897
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savaşmazlar, tek bir ok dahi atmazlar. "Lailahe illallahu vallahu ekber!" derler. Bunun üzerine şehrin deniz tarafı düşer. Sonra askerleri ikinci kere, "Lailahe illallahu vallahu ekber" derler, şehrin diğer tarafı da düşer. Sonra tekrar "Lailahe illallahu vallahu ekber!" derler. Bu sefer onlara (kapılar) açılır. Oradan şehre girerler ve şehrin ganimetini toplarlar. Ganimetleri aralarında taksim ederlerken, yanlarına bir münadi gelip: "Deccal çıktı!" diye bağırır. Askerler her şeyi bırakıp geri dönerler" 1161
"Yahudilerle savaşacak ve onları öldüreceksiniz. Öyle ki taş dahi: "Ey Müslüman! İşte Yahudi, arkamda (saklandı), gel, öldür onu!" diyecek." 1162
"Müslümanlardan iki grup aralarında savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bunlar aralarında büyük bir savaş yaparlar, fakat davaları birdir." 1163
"Nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun! İmamınızı öldürmedikçe, kılıçlarınızı birbirinize kullanmadıkça, dünyanıza şerirleriniz vâris olmadıkça Kıyâmet kopmaz." 1164
"Herc atmadıkça Kıyâmet kopmaz!" buyurmuşlardı. (Yanındakiler): "Herc nedir ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordular. "Öldürmek! Öldürmek!" buyurdular." 1165
"Kıyâmet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler olacak. (O vakit) kişi mü'min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama kavuşur. Mü'min olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık mukabilinde dinlerini satarlar." 1166
"Ben Kıyâmet şöyle yakın olduğu halde gönderildim!" buyurdular ve şehâdet parmağıyla orta parmağını yanyana gösterdiler. 1167
"Ben Kıyâmetin kopacağı aynı sâatte gönderildim. Ancak, şunun şunu geçmesi gibi ben Kıyâmet sâatini geçip biraz evvel geldim!" buyurdu ve orta parmağı ile şehâdet parmağını gösterdi." 1168
"Hicaz bölgesinden bir ateş çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bu ateş Busra'daki develerin boyunlarını aydınlatacaktır." 1169
"Kıyâmetten önce, Hadramevt'ten -veya Hadramevt denizinden- bir ateş çıkacak, insanları toplayacak" buyurmuşlardı. (Orada bulunanlar): "Ey Allah'ın Rasûlü (o güne ulaşırsak) ne yapmamızı emredersiniz?" diye sordular. "Size Şam (Yani Sûriye'ye gitmenizi) tavsiye ederim" buyurdular. 1170
"Bugün doğmuş (canlı olan) hiçbir nefis yoktur ki, yüz sene sonra ölmemiş olsun." (Râvi der ki): "Bununla ömrün kısalması kastedilmiştir." 1171
1161] Müslim, Fiten 78, h. no: 2920
1162] Buhârî, Cihad 94, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 79, h. no: 2921; Tirmizî, Fiten 56, h. no: 2237
1163] Buhârî, Fiten 24, Menâkıb 25, İstitabe 8; Müslim, İman 248, h. no: 157, Fiten 17
1164] Tirmizî, Fiten 9, h. no: 2171
1165] Müslim, Fiten 18, h. no: 157
1166] Tirmizî, Fiten 30, h. no: 2196
1167] Buhârî, Rikak 39, Tefsiru Nâziât 1, Talâk 25; Müslim, Fiten 132, h. no: 2950
1168] Tirmizî, Fiten 39, h. no: 2214
1169] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 42, h. no: 2902
1170] Tirmizî, Fiten 42, h. no: 2218
1171] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 218, h. no: 2538; Tirmizî, Fiten 64, h. no: 2251
KIYÂMET
- 227 -
Enes (r.a.) anlatıyor: "Bir adam Rasûlüllah (s.a.s.)'a: "Kıyâmet ne zaman kopacak?" diye sormuştu. Aleyhissalâtu vesselâm bir müddet sükûttan sonra yanında duran Ezd-i Şenûe kabilesine mensup bir çocuğa bakıp:
"Bu delikanlı pîr-i fâni olmadan önce Kıyâmetiniz kopacaktır!" buyurdular." Enes (r.a.) der ki: "Çocuk o gün benim akranım idi." 1172
Açıklama: Bu hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm, herkesin ölümünü, kendisi için "Kıyâmet" olarak değerlendirmiş bulunmaktadır. Hadisi, dünyanın eceli olan Kıyâmetten ziyade kendi ecelimiz olan şahsî Kıyâmetimizle ilgilenmeye bir uyarı olarak değerlendirebiliriz. Dünyanın eceli ilm-i İlahîde mahfuzdur, Allah'tan başka kimse bilemez. Ama beşerî ecelimiz, şahsî Kıyâmetimiz, zaman olarak kısmen bellidir. Yarın hususunda bir garanti olmadığına göre, şu veya bu şekilde her an gelebilir. Öyleyse "Kıyâmet" hadisesinden insan nefsi bir dehşet alıyor, ibrete meylediyor ise, bu ibreti, her an gelmesi muhtemel olan ecelinden, kopması muhtemel olan şahsî Kıyâmetinden almalıdır. Efendimiz, dünyanın Kıyâmetinden sorulduğu halde şahsî Kıyâmeti zikretmek sûretiyle cevap vermekle dikkatleri buna çekmek gereğine uyan bir irşadda bulunmuş olmaktadır. 1173
"Otuz kadar yalancı deccaller çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bunlardan herbiri Allah'ın elçisi olduğunu zanneder." 1174
"Güneş, battığı yerden doğmadıkça Kıyâmet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz." 1175
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Güneş battığı sırada Kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vaktinde insanlara Dâbbetü’l-Arz ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa diğerinin çıkması buna yakındır." 1176
"Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun ki, vahşi hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kişiye kamçısının ucundaki meşin, ayakkabısının bağı konuşmadıkça, kendisinden sonra ehlinin ne yaptığını dizi haber vermedikçe Kıyâmet kopmaz." 1177
"Devs kabilesinin kadınlarının kıçları, Zü'lhalasa putunun etrafında titremedikçe Kıyâmet kopmaz. Zü'lhalasa, Devslilerin cahiliye devrinde tapındıkları (Tebâle'deki) puttur." 1178
"İnsanların dünyaca en bahtiyarını âdi oğlu âdiler teşkil etmedikçe Kıyâmet kopmaz." 1179
"Kıyâmet Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır." 1180
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.), yanındaki cemaate konuşurken, bir adam gelerek: "(Ey Allah'ın Rasûlü!) Kıyâmet ne zaman kopacak?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm konuşmasına devam etti, sözlerini bitirdiği vakit:
1172] Müslim, Fiten 138, h. no: 2953
1173] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/321
1174] Tirmizî, Fiten 43, h. no: 2219; Ebû Dâvud, Melâhim 16 h. no: 4333, 4334, 4335
1175] Buhârî, Rikak 39, İstiska 27, Zekât 9; Müslim, İman 248, (157); Ebû Dâvud, Melâhim 12, 4312
1176] Müslim, Fiten 118
1177] Tirmizî, Fiten 19, h. no: 2182
1178] Buhârî, Fiten 23; Müslim, Fiten 51, h. no: 2906
1179] Tirmizî, Fiten 37, h. no: 2210
1180] Müslim, İman 234, h. no: 148; Tirmizî, Fiten 35, h. no: 2208
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Sual sahibi nerede?" buyurdular: Adam: "İşte buradayım ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Emânet zâyi edildiği vakit Kıyâmeti bekleyin!" buyurdular. Adam: "Emanet nasıl zâyi edilir?" diye sordu. Efendimiz: "İş, ehil olmayana tevdi edildi mi Kıyâmeti bekleyin!" buyurdular." 1181
"Kahtan'dan, insanları değneğiyle idare eden bir adam çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz." 1182
"Fırat nehri altın bir dağ üzerinden açılmadıkça Kıyâmet kopmaz. Onun üzerine insanlar savaşırlar. Yüz kişiden doksan dokuzu öldürülür. Onlardan herbiri: ‘Herhalde savaşı ben kazanacağım’ der." 1183
"Zaman yakınlaşmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün sâat gibi, sâat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur." 1184
"Allah Teâlâ hazretleri ipekten daha yumuşak bir rüzgârı Yemen'den gönderir. Bu rüzgâr, kalbinde zerre miktar iman bulunan hiç kimseyi hâriç tutmadan hepsinin ruhunu kabzeder." 1185
"Kıyâmet sadece şerir insanların üzerine kopacaktır!" 1186
İbn Zuğb el-Eyâdî anlatıyor: "Abdullah İbnu Havale el-Ezdî (r.a.)'nin yanına indim. Bana: "Rasûlüllah (s.a.s.) bizi, ganimet alalım diye yaya olarak gönderdi. Biz de döndük ve hiçbir ganimet elde edemedik. Yorgunluğumuzu yüzlerimizden anlayıp aramızda doğrularak:
"Ey Allah'ım, onları bana tevkil etme; ben onları üzerime almaktan acizim! Onları kendilerine de tevkil etme, bu işten kendileri de acizdirler. Onları diğer insanlara da tevkil etme kendilerini onlara tercih ederler!" buyurdular. Sonra elini başımın üstüne koydu ve: "Ey İbnu Havâle! Hilafetin (Medine'den) Arz-ı Mukaddese'ye (Sûr iye'ye) indiğini görürsen, bil ki artık zelzeleler, kederler, büyük hadiseler yakındır. O gün Kıyâmet, insanlara, şu elimin, başına olan yakınlığından daha yakındır" buyurdu." 1187
Hz. Enes (r.a.) dedi ki: "İstanbul'un fethi Kıyâmet ânında olacaktır." 1188
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün): "Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belânın gelmesi vâcip olur!" buyurmuşlardı. (Yanındakiler): "Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?" diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.) saydı:
“Ganimet (yani millî servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve mevki sahibi kimseler arasında) tedavül eden bir meta haline gelirse.
Emanet (edilen şeyleri emanet alan kimseler, sorumlu ve yetkililer, memurlar) ganimet (malı yerini tutup, yağmalayıp nefislerine helâl) kıldıkları zaman.
1181] Buhârî, İlm 2, Rikak 35
1182] Buhârî, Fiten 23, Menâkıb 7; Müslim, Fiten 60, h. no: 2910
1183] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 29, h. no: 2894; Ebû Dâvud, Melâhim 13, h. no: 4313, 4314; Tirmizî, Cennet 26, h. no: 2572, 2573
1184] Tirmizî, Zühd 24, h. no: 2333
1185] Müslim, İman 185, h. no: 117
1186] Müslim, Fiten 131, h. no: 2949
1187] Ebû Dâvud, Cihad 37, h. no: 2535
1188] Tirmizî, Fiten 58, h. no: 2240
KIYÂMET
- 229 -
Zekât (ödemeyi ibâdet bilmeyip bir angarya ve) cezâ telakki ettikleri zaman.
Kişi annesinin hukukuna riâyet etmeyip, kadınına itaat ettiği;
Babasından uzaklaşıp ahbabına yaklaştığı;
Mescidlerde (rızâyı İlahî gözetmeyen husumet, alışveriş, eğlence ve siyasata vs. müteallik) sesler yükseldiği zaman.
Kavme, onların en alçağı (erzel) reis olduğu;
(Devlet otoritesinin yetersizliği sebebiyle tedhiş ve zulümle insanları sindiren zorba) kişiye zararı dokunmasın diye hürmet ettiği;
(Çeşitli adlarla imal edilen) içkiler (serbestçe) içildiği;
İpek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği;
(San'at, bale, konser gibi çeşitli adlar altında; bar, gazino, dansing ve salonlarda ve hatta televizyon ve filim gibi çeşitli vasıtalarla yaygın şekilde) şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri edinildiği;
Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, (zelzeleyi), yere batışı (hasfı) veya sûret değiştirmeyi (meshi) [veya gökten taş yağmasını, (kazfi)] bekleyin." 1189
"Çıkış itibariyle, Kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbetu'l-arzın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir." 1190
"Beytu'l Makdis'in (Mescid-i Aksâ'nın) imarı Yesrib'in harabıdır. Yesrib'in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame 'şehir'in ('İstanbul'un) fethidir, İstanbul'un fethi Deccal'in çıkmasıdır!" buyurdu. Sonra elini (Rasûlullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz'ın) dizine vurdu ve: "Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi" buyurdular." 1191
"Melhame ile Medine'nin (Şehrin) fethi arasında altı yıl vardır. Yedinci yılda da Mesih Deccal çıkar." 1192
"Sûrun sahibi (İsrafil aleyhisselam), sûr denen borusunu ağzına dayamış, yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken ben nasıl tereffühle (dünya nimetlerinden) istifade edebilirim?" buyurmuşlardı. Bu, sanki ashabına çok ağır gelmişti:
"Peki, biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah'ın Resûlü?" diye sordular. Onlara: "Hasbünallah ve ni'melvekil (Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!), Allah'a tevekkül ettik. -belki de "tevekkülümüz Allah'adır!" demişti- deyiniz!" diye emir buyurdular." 1193
"Rasûlüllah’a (s.a.s.) sûr'dan sorulmuştu: "Bu, içine üflenen bir boynuzdur!" diye cevap verdi." 1194
1189] Tirmizî, Fiten 39, h. no: 2211
1190] Müslim, Fiten 118, h. no: 2941; Ebû Dâvud, Melâhim 12, h. no: 4310
1191] Ebû Dâvud, Melâhim 3, h. no: 4294
1192] Ebû Dâvud, Melâhim 4, h. no: 4296; İbn Mace, Fiten 35, h. no: 4093
1193] Tirmizî, Kıyâmet 9, h. no: 2433
1194] Ebû Dâvud, Sünnet 24, h. no: 4742; Tirmizî, Kıyâmet 9, h. no: 2432
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.): "İki sûr arasında kırk vardır!" buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler:
"Ey Ebû Hureyre! Kırk gün mü?" diye sordular. Fakat o: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi. Tekrar: "Kırk ay mı?" dediler. O yine: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi. "Kırk yıl mı?" dediler. O yine: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi ve (Rasûlüllah'ın hadisine devam etti:)
"Sonra Allah semâdan su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hâriç hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbu'zzeneb denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyâmet günü yeniden yaratılış bundan terkib edilecektir." 1195
"Mü'minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir." 1196
Ebû Rezin el-Ukaylî (r.a.) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Allah, mahlûkatı nasıl iâde eder, (yeniden diriltir)? Bunun dünyadaki örneği nedir?" "Sen dedi, hiç kavminin üzerinde yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil üğründüğü münbit mevsimde uğramadın mı?" Ben: "Elbette!" deyince: "İşte bu, (yeniden) yaratmasına Allah'ın delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!" buyurdular." 1197
İbn Abbas (r.a.) "O boru öttürülünce" 1198 âyeti ile ilgili olarak dedi ki: "Bu, sûrdur. Sûrede geçen racife, birinci nefha (üfleme), râdife de ikinci nefhadır." 1199
Ebû Said (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.) (bir gün bize) Sâhib-i Sûr'u (İsrâfil'i) zikretti ve dedi ki: "Sağında Cibril, solunda da Mikâil aleyhimusselam var." Rezin tahric etmiştir. 1200
"Kıyâmet günü insanlar beyaz, bembeyaz, has unun çöreği gibi bir yerde toplanacaklar. Orada hiç kimsenin bir işareti (evi, bağı vs.) olmayacak." 1201
"Sizler Allah'a yalınayak, bedenleriniz çıplak ve kabuklu (sünnet edilmemiş) olarak haşr olunacaksınız!" buyurdu. Bir diğer rivâyette İbn Mes'ud şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.) va'z etmek üzere aramızda doğruldu ve dedi ki:
"Ey insanlar! Sizler (Kıyâmet günü) Allah'ın yanında yalınayak, çıplak ve kabuklu olarak toplanacaksınız. (Sonra şu âyeti okudu:) "İlk yaratışa nasıl başladı isek, üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iâde edeceğiz..." 1202; “Haberiniz olsun! Kıyâmet günü mahlûkattan ilk giydirilecek İbrâhim aleyhisselâm'dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben:
'Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!' derim. Bana:
1195] Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, h. no: 2955; Muvatta, Cenâiz 48, h. no: 1, 239; Ebû Dâvud, Sünnet 24, h. no: 4743; Nesâî, Cenaiz 117, h. no: 4, 111
1196] Muvatta, Cenâiz 49, h. no: 1, 240; Nesâî, Cenâiz 117 h. no: 4, 108) İbn Mâce, Zühd 32, h. no: 4271
1197] Rezin tahric etmiştir. Bu hadis Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde biraz farklı lafızlarla rivâyet edilmiştir (IV/11
1198] 74/Müddessir, 8
1199] Buhârî, Rikak 43 -muallak olarak-
1200] Ebû Dâvud, Hurûf ve'l-Kıraat 1, h. no: 3999
1201] Buhârî, Rikak 44; Müslim, Münafıkûn 28, h. no: 2790
1202] 21/Enbiyâ, 104
KIYÂMET
- 231 -
'Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar" denilir. Ben sâlih kul (İsa)'nın dediği gibi diyeceğim:
"Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehban yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen mutlak galib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten sensin sen" 1203
Rasûlüllah (s.a.s.) devamla dedi ki: "Bunun üzerine bana: 'Onlar, sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!' denilecek."
"Bir rivâyette şu ziyade var: "Ben: 'Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten uzak olsunlar!' derim." 1204
"Kıyâmet günü insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar: Yayalar sınıfı, binekliler sınıfı, yüzü üstü sürünenler sınıfı." Peygamberimiz'e soruldu: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar yüzleri üzerine nasıl yürürler?" Şu cevabı verdiler: "Onları ayakları üzerine yürüten Zât-ı Zülcelâl, yüzleri üzerine yürütmeye de kadirdir. Ancak bilesiniz, bu yüzleri üstü yürüyenler, önlerine çıkan her engele, her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya çalışırlar." 1205
"İnsanlar Kıyâmet günü üç hal üzere haşrolunurlar:
1) İstekliler, korkanlar,
2) İki kişi bir deve üzerinde olanlar, üç kişi bir deve üzerinde olanlar, dört kişi bir deve üzerinde olanlar, on kişi bir deve üzerinde olanlar.
3) Geri kalanları, ateşe tapanlar. Cehennem, onların kaylûle yaptığı yerde onlarla kaylûle yapar, geceledikleri yerde onlarla birlikte geceler, onların sabahladıkları yerde onlarla sabahlar, onların akşamladıkları yerde onlarla beraber akşamlar." 1206
"İnsanlar Kıyâmet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira'lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır." 1207
"Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı [Kıyâmet (ve hesaplaşmanın olacağı)] gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin. Aksi takdirde o gün, salih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenâtı yoksa arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir." 1208
"Kıyâmet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka edâ edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak."
1203] 5/Mâide, 117-118
1204] Buhârî, Rikak 45, Enbiyâ 8, 44, Tefsir, Mâide 14, 15, Tefsir, Enbiyâ 2; Müslim, Cennet 57, h. no: 2860; Tirmizî, Kıyâmet 4, h. no: 3329; Nesâî, Cenâiz 118, h. no: 4, 114
1205] Tirmizî, Tefsir Benî İsrâil (İsrâ Sûresi), h. no: 3141
1206] Buhârî, Rikak 48; Müslim, Cennet 59, h. no: 2861; Nesâî, Cenâiz 118, h. no: 4, 115, 116
1207] Buhârî, Rikâk 47; Müslim, Cennet 61, h. no: 2863
1208] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2421
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(Râvî Ebû Hureyre) der ki: "Biz şunu da işitirdik: "Kıyâmet günü, kişiyi tanımadığı birisi yakalar ve der ki: "Sen beni hata ve münker işlerken görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!" 1209; "Boynuzlu koyun..." tabirinden gerisi Rezin'in ziyâdesidir.
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.): "Âhirette kimin hesâbı münâkaşa edilirse, azâba mâruz kalacak demektir!" buyurmuşlardı. Ben: "Nasıl olur? Allah Teâlâ (meâlen): "O vakit kimin kitabı sağ eline verilirse; kolay bir hesabla muhâsebe edilecek ve ehline sevinçli olarak dönecek" 1210 buyurmadı mı, (bu hesap münâkaşası değil mi)?" dedim. "Hayır! buyurdular, bu (münâkaşa değil) arzdır. Kıyâmet günü hesâba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!" 1211
"Kıyâmet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesâbını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrâna düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab: 'Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nâfilesi var mı?' buyurur. Böylece, farzın eksikleri nâfile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir." 1212
Yahya İbn Said (rahimehullah) anlatıyor: "Bana ulaştığına göre, (Kıyâmet günü), kulun ilk bakılacak ameli namazdır. Eğer namazı kabul edilirse, geri kalan amellerine bakılır. Eğer namazı kabul edilmezse diğer amellerinin hiçbir ine bakılmaz." 1213
"Kıyâmet günü, insanlar arasında hükmedilecek ilk şey kandır." 1214
"Kıyâmet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, ne amelde bulunduğundan, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından, vücûdunu nerede çürüttüğünden." 1215
"Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzur-u İlahîye) getirilir. Allah Teâlâ: 'Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanları ve ekimi musahhar kılmadım mı? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, Benimle bugünkü şu karşılaşmanı hiç düşündün mü?' diye soracak. Kul da: 'Hayır' diyecek. Allah Teâlâ: 'Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) Beni unuttuğun gibi!' buyuracak." 1216
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: (Ashab, Rasûlüllah'a): "Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?" diye sordular. Allah'ın elçisi: "Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görme hususunda bir itişip kakışmanız olur mu?" diye sordu. Ashab: 'Hayır!' deyince: "Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız olur mu?" diye tekrar sordu. Ashab yine: 'Hayır!' deyince: 'Nefsim elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, Rabbinizi görme hususunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve ayı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle
1209] Müslim, Birr 6, h. no: 2582; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2422
1210] 84/İnşikak 7-9
1211] Buhârî, İlim 35, Tefsir, İnşikak 1; Rikak 49; Müslim, Cennet 80, h. no: 2876; Ebû Dâvud, Cenâiz 3, h. no: 3093; Tirmizî, Kıyâmet 6, h. no: 2428
1212] Tirmizî, Salat 305, h. no: 413; Nesâî, Salât 9, h. no: 1232
1213] Muvatta, Kasru's-Salât 89, h. no: 1, 173
1214] Buhârî, Diyat 1, Rikak 48; Müslim, Kasâme 28, h. no: 1678; Tirmizî, Diyât 8, h. no: 1396; Nesâî, Tahrim 2, h. no: 7, 83
1215] Tirmizî, Kıyâmet 1, h. no: 2419
1216] Tirmizî, Kıyâmet 7, h. no: 2430
KIYÂMET
- 233 -
karşı karşıya gelecek. Rabb Teâlâ: 'Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar (hizmetçi) kılmadım mı? Reislik yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsaade etmedim mi?' diye soracak. Kul: 'Evet ey Rabbim!' diyecek. Rab Teâlâ: 'Benimle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?' diyecek. Kul bu soruya: 'Hayır!' karşılığını verecek. Rab Teâlâ da: 'Öyleyse şimdi de ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyada) sen Beni unuttuğun gibi!' diyecek. Sonra ikinci kul Allah'ın karşısına çıkar. Rab Teâlâ ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de birinciye söylediklerinin aynısını söyler. Kul: 'Evet! ey Rabbim!' der. Rab Teâlâ da: 'Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi?' diye sorar. Kul: 'Ey Rabbim, sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!" der ve elinden geldiğince (Allah hakkında) hayır senâda bulunur. Rab Teâlâ: 'Bu hususta lehine şehâdet edecek biri var mı?' diye soracak. Kul: 'Hayır, yok!" diyecek. Rab Teâlâ: 'Şimdi senin aleyhine bir şâhit gönderilecek!' der. Kul kendi kendine: 'Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?' diye içinden düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna: 'Haydi konuş!' denir. Uyluğu, eti, kemiği konuşup, onun amelini haber verirler. Bu, onun kendisi için bir özür aramaması içindir. Bu kimse, Allah'ın gadabına uğrayan münâfıktır." 1217
İnsanlar Rasûlullah’a (s.a.s.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?" diye sordular. O da: "Siz bulutsuz dolunay gecesinde ayı görmekten şüpheye düşer misiniz?" diye sordu. Onlar; 'hayır, ey Allah'ın Rasûlü!' diye cevap verdiler. Allah'ın Rasûlü: "Bulutsuz bir günde güneşi görmekten şüphe eder misiniz?" diye tekrar sordu. Ashab yine: 'Hayır!' cevabını verdiler. Bunun üzerine: "Şunu bilin ki, siz Rabbinizi de böyle göreceksiniz. Kıyâmet günü, insanlar haşrolunurlar. (Rab Teâlâ): 'Kim (Benden başka) bir şeye tapıyor idiyse ona tâbi olsun!' buyurur. Onlardan bir kısmı güneşe, bir kısmı aya, bir kısmı da putlara tabi olurlar. Orada, münafıklarıyla birlikte bu ümmet kalır. Allah onlara (tanımadıkları bir sûrette) yaklaşır. 'Ben sizin Rabbinizim!' buyurur. Oradakiler: '(Senden Allah'a sığınırız). Biz, Rabbimiz bize gelinceye kadar bu yerdeyiz! Rabbimiz gelince biz onu tanırız!" derler. Derken Rableri (onların tanıyacağı sûrette) gelir. 'Ben Rabbinizim!' der. Onlar da: 'Sen Rabbimizsin!' derler. Rab Teâlâ onları (cennete) davet eder. Cehennemin üzerine sırat kurulur. Peygamberler arasında, ümmetiyle sırattan ilk geçen ben olurum. O gün peygamberler dışında kimse konuşmaz. Peygamberlerin o günkü kelâmı da: 'Allahümme sellim, Allahümme sellim (Ey Rabimiz selâmet ver, ey Rabbimiz selâmet ver!' olacak. Cehennemde, deve dikeninin dikenleri gibi kancalar var. Deve dikeninin dikenlerini gördünüz mü?" diye sordu. Ashab: 'Evet!' deyince Peygamberimiz devam etti: "İşte o kancalar, tıpkı deve dikeninin dikenleri gibidir. Ancak, onların büyüklüğü ne kadardır, Allah'tan başka kimse bilmez. İnsanları (kötü) amelleri sebebiyle kapar. İnsanların bir kısmı (kötü) ameli sebebiyle helâk olur. Bir kısmı da ateşin içine yıkılır, sonra kurtulur. Allah, ateş ehlinden kurtarmak istediklerine rahmet etmeyi irade edince, ateş ehlinden Allah'a ibâdet etmiş olanları, ateşten çıkarmaları için meleklere emreder. Melekler bu kimseleri, secde izleriyle tanırlar. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri secde mahallinin yakılmasını ateşe haram etmiştir. Onlar böylece ateşten çıkarlar. Hepsi de ateşten kavrulmuş vaziyettedir. Üzerlerine hayat suyu dökülür. Selin getirdiği milli topraktan habbelerin (filiz açıp) bitmesi gibi, suyun değdiği yerler yeniden bitecek. Rab Teâlâ, sonra, kullar arasındaki hükmünü tamamlayacak. Derken cennetle cehennem arasında bir kul kalacak. Bu, cennete girmede cehennemliklerin sonuncusudur. Yüzü cehenneme doğru ilerlerken: 'Ey Rabbim! Yüzümü ateş tarafından çevir! Kokusu beni perişan etti, alevi de beni kavurdu' diye yalvaracak. Allah Teâlâ'ya, kendisine duâ
1217] Müslim, Zühd 16, h. no: 2968
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmesini dilediği kadar duâda bulunacak. Sonra Allah Teâlâ: 'Ben bu istediğini versem, bundan başkasını da ister misin?' diye soracak. Adam: 'İzzet ve celâline yemin olsun hayır! Bundan başkasını istemem!' diyecek ve istemeyeceği hususunda Allah'a ahd u mîsakta bulunacak. (Allah), bunun üzerine yüzünü ateşten çevirecek. Adam yüzüyle cennete yönelince ve onun güzelliğini görünce, Allah'ın dilediği bir müddet susacak. Sonra (dayanamayıp): 'Ey Rabbim! Beni cennetin kapısına yaklaştır!' diyecek. Allah Teâlâ: 'Sen Bana istemiş olduğundan başka bir talepte bulunmayacağına dair ahd u mîsakta bulunmadın mı? Ey Âdemoğlu yazık sana! Sen ne dönekmişsin!' diyecek. Adam: 'Ey Rabbim! Mahlûkatın en bedbahtı ben olmayayım!' diyecek. Rab Teâlâ: 'Sana bu istediğin verilse, acaba başka bir şey istemeyecek misin?' der. Adam: 'Hayır! İzzetine ve celaline yemin olsun hayır! Başka bir şey istemeyeceğim!' diyecek. Rabbi de onu mâzur addedecek. Çünkü o, sabredilemeyecek bir şeyler görmüştür. Adam, Rabbine, istediği ahd u misakta bulunur. (Rabbi de) onu cennetin kapısına yaklaştırır. Kapıya yaklaşıp onun güzelliğini ve içindeki taravet ve süruru görünce, Allah'ın dilediği kadar sesini keser. (Fakat daha fazla dayanamayıp atılır): 'Ey Rabbim! Beni cennete koy!' der. Rab Teâlâ: 'Ey Âdemoğlu yazık sana! Sen ne dönekmişsin! Sana verilenlerin dışında bir şey istemeyeceğine dair bana ahd u mîsak vermedin mi?' diyecek. Adam: 'Ey Rabbim! Beni mahlûkatın en bedbahtı yapma!' diyecek. Allah onun bu haline gülecek. Sonra ona cennete girmesi için izin verecek ve: 'Dile (ne dilersen!)' diyecek. Adam dileyecek. Öyle ki, hiçbir arzusu kalmayacak. Allah yine de: 'Şunları şunları da iste!' deyip, istemesi gereken şeyleri zikredecek. Böylece istenecek şeyler bitince Allah Teâlâ: 'Bütün bunlar, bir misliyle sana verilmiştir!' buyuracak." Râvî Ebû Saîd der ki: "Rasûlüllah’ın (s.a.s.): "Bütün bunlar, on misliyle birlikte sana verilmiştir!" dediğini işittim." 1218
"Kıyâmet günü insanlar üç kere Allah'a arzedilirler: İlk iki arzedilmede cidal ve özür beyanı vardır. Ama üçüncü arzedilme esnasında ellerde sayfalar uçuşur, kimisi sağ eliyle, kimisi de sol eliyle alır." 1219
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Bir adam bana: '(Kıyâmet günü Allah'ın kişiye hususi) hitabı hakkında ne işittin?' diye sordu. Şu cevabı verdim: "Rasûlüllah’ın (s.a.s.): "Mü'min Rabbine yaklaştırılır. Öyle ki, (Allah onun) üzerine himayesini indirir ve günahlarını itiraf ettirir. Ona sorar: Şu şu günahlarını biliyor musun?' Mü'min kul, iki kere: 'Evet ey Rabbim, biliyorum!' der. Rab Teâlâ da: 'Dünyada iken bunları örterek seni teşhir etmemiştim. Bugün de onları senden affediyorum!' buyurur. Sonra ona hasenât defteri verilir. Ama kâfirlere ve münâfıklara gelince, bunlarla ilgili olarak, bütün mahlûkatın huzurunda: 'Bunlar Allah nâmına yalan söylemiş, (böylece büyük bir zulümde bulunmuşlardır). Haberiniz olsun! Allah'ın lâneti zâlimleredir!' diye nidâ olunur" dediğini işittim." 1220
Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Bir adam gelerek: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar ve bana ihanet ediyorlar, bana isyan ediyorlar. Ben de onlara şetmediyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden (Allah yanında) durumum ne olacak?' diye sordu. Rasûlüllah (s.a.s.): "Kıyâmet günü onlar, sana olan ihânetleri, isyanları ve yalanları sebebiyle muhâsebe olacaktır. Senin onlara verdiğin cezâ ise, eğer cezân onların günahları nisbetinde ise, başabaştır; ne lehine ne de aleyhine olur. Eğer onlara verdiğin cezâ onların suçlarından az ise bu senin için bir fazilet olur. Eğer onlara verdiğin cezâ onların suçlarından çok olursa, bu fazla kısım sebebiyle onlar lehine
1218] Buhârî, Rikak 52, Ezan 129, Tevhid 24; Müslim, İman 299, h. no: 182; Tirmizî, Cennet 20, h. no: 2560
1219] Tirmizî, Kıyâmet 5, h. no: 2427
1220] Buhârî, Mezalim 2, Tefsiru Hûd 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52, h. no: 2768
KIYÂMET
- 235 -
sana kısas yapılır" buyurdular. Bunun üzerine adam huzurdan çekildi, ağlamaya ve dövünmeye başladı. Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki: "Sen Allah'ın kitabını okumuyor musun? (Bak ne diyor!) (Meâlen): "Biz Kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz" 1221. Adam tekrar: 'Allah'a yemin olsun, ey Allah'ın Rasûlü! Ben hem kendim ve hem de onlar için, ayrılmalarından daha hayırlı bir şey göremiyorum. Seni şâhit kılıyorum, hepsi hürdür, (âzâd ettim)' dedi." 1222
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.) (bir gün) güldüler ve: "Niye güldüğümü biliyor musunuz?" buyurdular. Biz: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!" dedik. "Kulun Rabbine olan hitabından!" buyurdular ve şöyle devam ettiler: "Kul şöyle der: 'Ey Rabbim, Sen beni zulümden korumadın mı?' Rab Teâlâ: 'Evet korudum' buyurur. Kul da: 'Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını asla istemiyorum' der. Rab Teâlâ: 'Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok şâhit olarak da kirâmen kâtibîn kâfidir' buyurur." Rasûlüllah devamla dedi ki: "Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: Konuş! denilir. Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: 'Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim' der." 1223
"Aziz ve celil olan Allah (Kıyâmet günü), ümmetimden bir adamı mahlûkatın arasından seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teâlâ adama sorar: 'Bu defterde yazılı olanlardan bir şey inkâr ediyor musun? Muhâfız kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?' Kul: 'Ey Rabbim! Hayır! (Hepsi doğrudur!)' der. Rab Teâlâ sorar: '(Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı?' Kul der: 'Hayır! Ey Rabbim!' Aziz ve celil olan Allah: 'Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen var. Bugün sana zulüm yapmayacağız!' buyurur. Hemen bir etiket çıkarılır. Üzerinde 'Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlallah (şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın elçisidir)' yazılıdır. Sonra, Rabb Teâlâ der: 'Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!' Kul sorar: 'Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu etiket de ne?' Rabb Teâlâ der: 'Sana zulmedilmeyecek! Hemen defterler Mizan'ın bir kefesine konur, etiket de diğer kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen Allah'ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz." 1224
Ebû Mes'ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?" Şu cevabı verdiler: "Müslüman olduktan sonra iyi olana, câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm'daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır." 1225
"Bir kimseyi (küfür veya günah gibi) bir şeye çağıran hiç kimse yok ki Kıyâmet günü, o çağırdığı şeyle birlikte tevkif edilmemiş olsun. Mutlaka onunla ayrılmaz şekilde beraberdir. Bir adam bir adamı (bir şeye) dâvet etmiş olsa dahi!" Sonra şu âyeti okudu. (meâlen): "Onları hapsedin, çünkü onlar mes'uldürler" 1226
1221] 21/Enbiyâ, 47
1222] Tirmizî, Tefsir, Enbiyâ, h. no: 3163
1223] Müslim, Zühd 17, h. no: 2969
1224] Tirmizî, İman 17, h. no: 2641
1225] Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
1226] 37/Sâffât, 24). (Tirmizî, Tefsiru Sâffât, h. no: 3226
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Kevser havzının kapları nedir?" Şu cevabı lutfettiler: "Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, onun kapları açık ve karanlık bir gecede gökteki yıldızlardan daha çoktur. Cennetin kaplarından kim içerse artık ömrünün sonuna kadar hiç susamaz. Havzın cennetten çıkan iki oluğu gürül gürül akar. Genişliği uzunluğuna denktir. Bu da Amman'dan Eyle'ye olan mesafe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır." 1227
"Her peygamberin bir havzı vardır. Ümmeti oraya su almaya gelir. Peygamberlerin herbiri, hangisinin suya geleni çok diye övünürler. Su almaya gelen ümmeti en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum." 1228
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.)'a "Kevser nedir?" diye sorulmuştu. "Cennette bir nehirdir. Allah onu bana verdi. O, sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onda (nehirde) bir kuş vardır, boynu deveboynuna benzer!" buyurdular. Hz. Ömer atılarak: "Öyleyse o müreffehtir!" dedi. Rasûlullah da: "Onu yiyen, ondan da müreffehtir!" buyurdular." 1229
"Ben havza ilk geleniniz olacağım!" 1230
"Ben havzın başına sizden önce geleceğim. Bana sizden bazı kimseler yükseltilip (gösterilecek). O kadar ki, eğilsem onları tutarım. Ama hemen geri çekilecekler. 'Ey Rabbim! Bunlar benim ashâbım!' derim. Ama bana: 'Senden sonra bunların ne bid'atler yaptıklarını sen bilmezsin!' denilir. Ben de: 'Dini benden sonra değiştirenler rahmetten uzak olsun, rahmetten uzak olsun!' derim." 1231
"Ümmetim havzın başında yanıma gelecek. Ben, tıpkı kendi devesinden başkasının devesini kovan bir kimse gibi, havzımdan (bazı) insanları kovarım!" Yanındakiler: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bizi tanıyacak mısınız?' dediler. 'Evet buyurdu. Sizin, başkasında olmayan bir alâmetiniz olacak. Sizler yanıma alın ve abdest uzuvlarında, abdestin eseri olan bir nurla geleceksiniz. Ancak sizden bir grup benden engellenecek, onlar bana ulaşamayacaklar. Ben: 'Ey Rabbim onlar benim ashâbım, onlar benim ashâbım!' diyeceğim. Ama bir melek bana cevap verip: 'Senden sonra onlar ne bid'alar ortaya çıkardılar biliyor musun?' diyecek." 1232
"Siz (ashâbım), havzın başında yanıma gelenlerin yüz bin cüzünden sadece bir cüzünü teşkil edeceksiniz!" Râvî sahâbîye: "O gün siz ne kadardınız?" diye soruldu da: "Yedi yüz veya sekiz yüz kadardık!" diye cevap verdi." 1233
Enes (r.a.) anlatıyor: "(Bir gün), 'ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet günü bana şefaat edin!' dedim. "İnşâallah yapacağım!" buyurdular. Ben tekrar: "Sizi nerede arayıp bulayım?" dedim. "Beni ilk aradığın zaman sırat üzerinde ara!" buyurdular. "Size (orada) rastlayamazsam?" dedim. "Mizan'ın yanında beni ara!" buyurdular. "Orada da size rastlayamazsam?" dedim. "Öyeyse beni havzın yanında ara! Zira ben üç mevkinin dışına çıkmam!" buyurdular." 1234
1227] Müslim, Fezâil 36, l, h. no: 2300; Tirmizî, Kıyâmet 16, h. no: 2447
1228] Tirmizî, Kıyâmet 15, h. no: 2445
1229] Tirmizî, Kıyâmet 15, h. no: 2445
1230] Buhârî, Rikak 53; Müslim, Fezâil 25, h. no: 2289
1231] Buhârî, Rikak 53, Fiten 1; Müslim, Fezâil 32, h. no: 2297
1232] Müslim, Tahâret 37, h. no: 247
1233] Ebû Dâvud, Sünnet 26, h. no: 4746
1234] Tirmizî, Kıyâmet 10, h. no: 2435
KIYÂMET
- 237 -
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: "Ateşi hatırlayıp ağladım. Rasûlüllah (s.a.s.): "Niye ağlıyorsun?" diye sordu. "Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, Kıyâmet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?" dedim. "Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar, sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defterini nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı soluna mı; yoksa arkasına mı? Sıratın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar." 1235
"Her peygamberin müstecab (Allah'ın kabul edeceği) bir duâsı vardır. Her peygamber o duâyı yapmada acele etti. Ben ise bu duâmı Kıyâmet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı âhirete bıraktım). Ona inşâallah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nâil olacaktır." 1236
"Kâfir, bir iki fersah uzunluğundaki dilini Kıyâmet günü yerde sürür, (Mevkıf'te) insanlar onun üzerine basarlar." 1237
"Kıyâmet günü ilk çağırılacak olan, Âdem (a.s.)'dir. Allah Teâlâ: 'Ey Âdem!' der. Âdem (a.s.): 'Buyur ey Rabbim, emrindeyim!' der. Rabb Teâlâ: 'Zürriyetinden cehenneme gidecekleri ayır!' diye emreder. Âdem: 'Ey Rabbim ne miktarını ayırayım?' diye sorar. Rabb Teâlâ: 'Her yüzden doksan dokuzunu!' diye ferman buyurur." (Ashab bu esnâda atılıp:) 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden geriye ne kaldı?' derler. Allah'ın Elçisi: 'Benim ümmetim, diğer ümmetler yanında siyah öküzün başındaki beyaz tüy gibi (az)dır!" 1238
"Üç kişi vardır ki, Allah Kıyâmet gününde onlarla ne konuşur, ne onlara nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara acıklı bir azâb vardır:
Sahrada, fazla suyu bulunduğu halde ondan yolcuya vermeyen kimse, Kıyâmet günü Allah onun karşısına çıkıp: 'Bugün Ben de senden fazlımı (lütfumu) esirgiyorum, tıpkı senin (dünyada iken) kendi elinin eseri olmayan şeyin fazlasını esirgediğin gibi' der.
İkindi vaktinden sonra, bir mal satıp müşterisine Allah Teâlâ'nın adını zikrederek bunu şu şu fiyatla almıştım diye yalandan yemin ederek, muhâtabını inandıran ve bu sûretle malını satan kimse.
Sırf dünyevî bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan istediklerini verirse biatında sâdıktır, vermezse sâdık değildir." 1239
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Üç işi vardır, Kıyâmet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır! Bunu üç kere de tekrar etti. Ben: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Öyleyse onlar büyük zarar ve hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?' dedim. Şöyle saydılar: "(Elbisesini kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren, yaptığı iyiliği başa kakan, malını yalan yeminlerle reklâm eden kimseler!" 1240
1235] Ebû Dâvud, Sünen 28, h. no: 4755
1236] Buhârî, Deavât 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, h. no: 198; Muvattâ, Kur'an 26, h. no: 1, 212; Tirmizî, Deavâat 141, h. no: 3597
1237] Tirmizî, Cehennem 3, h. no: 2583
1238] Buhârî, Rikak 45
1239] Buhârî, Şirb 2, Hiyel 12; Müslim, İman 173, h. no: 108; Ebû Dâvud, Büyû' 62, h. no: 3474, 3475; Nesâî, Büyû' 6, h. no: 7, 247
1240] Müslim, İman 171, h. no: 106; Ebû Dâvud, Libas 28, h. no: 4087, 4088; Tirmizî, Büyû' 5, h. no: 1211; Nesâî, Büyu' 5, h. no: 7, 245
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: "Üç kişi vardır, Kıyâmet günü Allah Teâlâ hazretleri onlara konuşmaz, nazar etmez, günahlardan da arındırmaz, onlara elim bir azab vardır: Zinâ eden yaşlı, yalan söyleyen devlet reisi, büyüklenen fakir." 1241
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki:
"Üç kişi vardır, Kıyâmet günü Allah onlara nazar etmez: Anne ve babasının hukukuna riâyet etmeyen kimse, erkekleşen kadın ve deyyus (karısını yabancı erkeklerden kıskanmayan) kimse." 1242
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: "Allah Teâlâ şöyle buyurdu: 'Üç kişi vardır, Kıyâmet günü Ben onların hasmıyım: Benim adıma (yemin) edip sonra gadreden kimse, hür bir kimseyi satıp parasını yiyen kimse, bir işçiyi ücretle tutup çalıştırdığı halde, ücretini vermeyen kimse." 1243
Ebû Hüreyre anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Kıyâmet günü ilk çağrılacaklar, Kur'ân’ı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir. Allah Teâlâ Kur'ân okuyana:
'Ben Rasûlüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?' diye soracak. Adam:
'Evet, yâ Rabbi!' diyecek.
'Bildiklerinle ne amelde bulundun?' diye Allah Teâlâ tekrar soracak. Adam:
'Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum' diyecek. Allah:
'Yalan söylüyorsun!' diyecek. Melekler de ona:
'Yalan söylüyorsun! diye çıkışacaklar. Allah Teâlâ ona:
'Bilakis sen, 'Falanca Kur'an okuyor' densin diye okudun ve bu da söylendi' der.
Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ:
'Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye muhtaç olmadın?' der. Zengin adam, 'Evet yâ Rabbi' der.
'Sana verdiğimle ne amelde bulundun?' diye Allah Teâlâ sorar. Adam:
'Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim' der. Allah:
'Bilakis sen: 'Falanca cömerttir' desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi' der.
Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:
'Niçin öldürüldün?' diye sorar. Adam:
'Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım" der. Hakk Teâlâ ona:
'Yalan söylüyorsun!' der. Ona melekler de: 'Yalan söylüyorsun!' diye çıkışırlar. Allah Teâlâ ona tekrar: 'Bilakis sen: 'Falanca cesûrdur' desinler diye düşündün ve bu da söylendi' buyurur."
1241] Müslim, İman 172, h. no: 107; Nesâî, Zekât 77, h. no: 5, 86
1242] Nesâî, Zekât 69, h. no: 5, 80
1243] Buhârî, Büyû' 106
KIYÂMET
- 239 -
Sonra (Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Hüreyre'nin dizine vurup): "Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyâmet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah'ın ilk üç mahlûkudur!" dedi. 1244
Abdullah ibn Ömer dedi ki: Babam Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.) bana şunu anlattı:
"Ben Peygamber (s.a.s.)'in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delâlet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Peygamber (s.a.s.)'in önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:
'Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver!' Peygamber (s.a.s.) açıkladı:
"İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah'a haccetmendir." Yabancı:
'Doğru söyledin' diye tasdîk etti. Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik. Sonra tekrar sordu:
'Bana iman hakkında bilgi ver.' Peygamber (s.a.s.) açıkladı:
"Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır." Yabancı yine:
'Doğru söyledin!' diye tasdik etti. Sonra tekrar sordu:
'İhsan nedir?' Peygamber (s.a.s.) açıkladı:
"İhsan Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibâdet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor." Adam tekrar sordu:
'Bana Kıyâmet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver.' Peygamber (s.a.s.) bu sefer:
"Kıyâmet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor!" karşılığını verdi. Yabancı:
'Öyleyse Kıyâmetin alâmetinden haber ver!' dedi. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı:
"Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir -Müslim'in rivâyetinde fakir kelimesi yoktur- davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir."
Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. -Bu ifâde Müslim'deki rivâyete uygundur. Diğer kitaplarda "Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) ile karşılaştım" şeklindedir- Peygamber (s.a.s.):
"Ey Ömer, sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?" dedi. Ben:
'Allah ve Rasûlü daha iyi bilir' deyince şu açıklamayı yaptı:
"Bu, Cebrâil aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi." 1245
1244] Müslim, İmâret 152, h. no: 1905; Tirmizî, Zühd 48, h. no: 2383; Nesâî, Cihâd 22, h. no: 6, 23, 24
1245] Müslim, İman 1, h. no: 8; Nesâî, İman 6, h. no: 8, 101; Ebû Dâvud, Sünnet 17, h. no: 4695; Tirmizî, İman 4, h. no: 2613
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kıyâmet ve Âhiret Şuuru
Kur'an'ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm'a girmeleri, Allah'ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sûreler Mekkî sûrelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir, ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve cahiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm'ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah'a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz'afların haklarını savunup zâlimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va'detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin rabbı olan Allah'tan beklemek zorundadır. Allah'a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü'minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân hâricindedir. Bu yüzden Kur'an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah'ın hilafetini yüklenecek ve ilahî adaletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve helâllerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (cezâ-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke'de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı arttırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm'dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adaletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz'af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezâlandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezâsını Allah, âhirete saklamıştır. Adalet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helâk vardır. Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?" 1246
Bu dünyada sırf Rabbinin rızâsını gözeterek her tür meşakkate katlanan, Allah'ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah'ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından
1246] 38/Sâd, 27-28
KIYÂMET
- 241 -
dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O'nun katında daha fazla yükselir.
Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
Yaratılış olarak da âhiretin varlığında şüphe edilemez. Müşriklerin kesin inkârlarına getirdikleri en büyük delil; yok olan, toprağa karışan insan bir daha nasıl diriltilebilir? Oysa âlemlerin rabbi olan Allah'ın buna gücü elbette yeter. "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Kör ile gören bir olmaz. İnanıp salih ameller yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (Kıyâmet) sâat(i) mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar." 1247; "Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi." 1248; "De ki: 'Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor, sonra sizi kendisinde şüphe olmayan günde toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler." 1249
Öldükten sonra dirilme; bir de insanın yaratılış felsefesi ile ilgilidir. Peygamberimiz: "insanın dünyada bir yolcu, dünyanın da ağaç altında bir solukluk dinlenme yeri" olduğunu söylemiştir. Yani başı O'ndan gelen ve sonu yine O'na ulaşacak olan bir yolculuk. (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.). Bu yolculukta insan başıboş bırakılmamıştır. "İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?" 1250; "Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"1251 Allah, insanı boş yere yaratmadığına göre, helâkını da boş yere yapmayacaktır. Bu dünyada kendisine bu kadar nimet ve hasletler verilen, mahlûkatın en şereflisi kılınan ve tüm bunların karşılığında sadece Allah'a kulluk etmesi istenen insanın, tüm bu imkân ve lütufları boş yere harcaması, ya da sırat-ı müstakim doğrultusunda kullanması karşılıksız kalmayacaktır.
"...(O müttakiler) âhirete yakîn olarak iman ederler. İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de onlardır."1252 Âyette geçen yakînen iman önemlidir. İslâm'ın temel özelliklerinden birisi, insanları, gaybe imana davet etmesidir. Bu gaybın varlığı, bizim duyularımızla müşahede edilmez; aklî çıkarsamalar ya da mantıksal önermelerle de bilinmez. Aksine gaybe imanın en sağlam teminatı, sadık habere duyulan güvendir. Kur'an gibi sadık bir haberde herhangi bir yanlışlık ya da tezatlık olmayacağına göre, gaybin varlığı da kesindir. Âhiret gaybî olduğuna göre, ona yakînî iman da ancak Allah'a olan imanla mümkündür. Çünkü gerçek yakîn, bizatihi müşahede iledir. Oysa âhiret konusunda böyle bir imkân yoktur. Dolayısıyla konu, Allah'ın sözüne iman ile alâkalıdır.
Kıyâmet ve Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip
1247] 40/Mü'min, 57-59
1248] 79/Nâziât, 27-28
1249] 45/Câsiye, 26
1250] 75/Kıyâme(t), 36
1251] 23/Mü'minûn, 115
1252] 2/Bakara, 1-5
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mücadeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.
Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar 'dünyadadırlar', ama 'dünyadan ve dünyevî' değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü "Dünya" kelimesi, denâ'dan gelir ve 'yakınlaştırılmış şey' demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, 'daha sonra' geldiğinden; bize 'uzak' gibi gelir. Hâlbuki bu, 'yakın' olan (dünya)nın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.
Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın her şeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamadan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan, hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve nisyan arttıkça isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye çalışmak, özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir yandan da dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez. "Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz."1253 Allah'ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan için, korku son derece arızî bir şeydir.
1253] 4/Nisâ, 74
KIYÂMET
- 243 -
Her An Yaşadığımız Kıyâmet: Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
"Niçin varsın?" şeklindeki soruya "yok olmak için" şeklinde cevap vermek, var olan ve yaşanılan her şeyi bir anda anlamsız kılmak demektir. Öyle ya, siz bir şey icad eder, bir şey var edersiniz; ardından size sorarlar: "Bunu niçin var ettin?" Cevap verirsiniz: "Var etmiş olmak için var ettim!" Neticede her iki cevap da oldukça anlamsız olup, kişinin kendisini, hayatı ve varlığı tanımadığını, olup bitenlerden gaflet içinde yaşadığını gösterir. "Onlar, ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın (derler). Sen yücesin, bizi ateş azabından koru." 1254
Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fani sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir" cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:
Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Gece olur uyuruz. Uyku, ölümün kardeşidir, ölmenin provasıdır. Bir müddet sonra uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız. Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz.
Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gün tekrarlanan bu batış ve doğuş gösterileri, bize şu gerçeği fısıldar: Ey insan! Tıpkı benim gibi sen de bir gün böyle batıp sonra tekrar doğacaksın, yani öleceksin ve dirileceksin. Bu gerçeği unutturmamak için Rabbimiz her gün bu manzarayı bize seyrettiriyor. Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı da âhirete imanı içeren bir âyettir.
Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir. Kış geldiğinde toprağı ve hayatı ölü görürüz. O yeşil yeşil canlı bitkiler ve toprağın üstünde kaynaşan, devinen, gezinen böcekler, hayvanlar yoktur artık. Ama baharın gelip yağmurların inmesiyle birlikte toprağın dirilişe geçtiğini görürüz. Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: "Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!" Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; hâlbuki yokluk yoktur. O, tohum rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, Kıyâmeti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyâmet günü, zaten kalkış günü
1254] 3/Âl-i İmran; 191
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demektir. "Gökten bereketli bir su indirdik. Kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir." 1255 "O (Allah), ölüden diri, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra o canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böyle diriltileceksiniz.! 1256
Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz; O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O'na döndürüleceksiniz." 1257; "İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: 'şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyor. De ki: 'Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir." 1258
İçinde yaşadığımız hayatın kuruluş düzeni de ölümden sonra dirilişin ve hesaba çekilmenin gerçekleşeceğine başlı başına bir delildir. Çünkü yaşadığımız hayatta güçlü ve zâlim insanlar var. Çoğu kez bunlar, "ben istediğimi yaparım ve kimseye hesap vermem!" havası içinde yaşıyorlar. Diğer taraftan zavallı, güçsüz, her türlü haksızlığa maruz kalıp hakkını alamayanlar var. Günün birinde, zâlim cezâsını, mazlum da hakkını alamadan ölüp gidebiliyor. Hayat, bu kadar dengesiz ve anlamsız, zâlimlerin yaptıklarının yanına kâr kalacağı adaletsiz olamaz. Hemen insanın aklına şu geliyor: "Ölümden önce haklıya hakkı, suçluya cezâsı tümüyle verilmediğine göre, demek ki ölümden sonraya bırakılıyor." İşte ancak bu değerlendirmeden sonra hayat anlam kazanıyor. İnsan, dirilişin sancılarını çekmektedir. Vicdan azabının da temelinde "öldükten sonra bir gün dirilme ve yaşanılan hayatın hesabını vermenin getirdiği endişeler" vardır.
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında "cennetin kokusunu Uhud'un arkasından duyar gibi oluyorum" diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.
İmam Gazali diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? "Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler,
1255] 50/Kaf, 9-11
1256] 30/Rûm, 19
1257] 2/Bakara, 28
1258] 36/Yâsin, 77- 79
KIYÂMET
- 245 -
güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik." 1259; "Ey iman edenler, size ne oldu ki: 'Allah yolunda topluca savaşa çıkın' denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır." 1260
Gerçek özgürlük, Allah'a koşmakta ve Allah'a yakın olmaktadır. İnsan, Allah'a ne kadar yakın olur, O'na ne kadar bağlanırsa o kadar özgür sayılır. Allah'tan uzak yaşayan insanlar köle insanlardır. Mesela; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar. Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama her gün dinleri, imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne uzanan ele kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine zarar vermesin. Menfaatine dokunulduğunda etrafı velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan hiç rahatsızlık duymamaktalar. Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri, kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.
Peygamberimiz'in tavsiyesi şöyle idi: "Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi yaşa." Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş bir müslüman geçici şeylere sevgi beslemez ve kendini bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir ki; Allah'ın dışındaki şeylere olan ilgi ile Allah'a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah'ın dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah'a olan ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur'an'da çok sık şekilde ölüm, âhiret, Kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin aşağı yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye çalışıldığını görürsünüz. "Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azab; Allah'tan mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir." 1261
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği sâate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. "Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." 1262 Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki maldan "iyisi olsun, pahalı olsun" diyerek daha kalıcısını tercih ettiği halde, Allah'ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih ediyor; kalıcısını bırakıyor. "Hayır, siz acele geçiveren şu dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!" 1263 Hayır, siz yaptığınız işlerin karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz. "Muhakkak sizi biraz
1259] 44/Duhân, 25-28
1260] 9/Tevbe, 38
1261] 57/Hadîd, 20
1262] 87/A'lâ, 16-17
1263] 75/Kıyâme(t), 20-21
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele." 1264; "Yoksa içinizden Alah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" 1265
Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir. Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur? Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azabına maruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir: "İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz' denir." 1266
Kur'an'a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. "Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar." 1267 Kur'an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi oluşturmaya çalışır. Bu endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şahit oluruz. Mesela; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlâklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezâsını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa bir süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?
Ama düşünün ki "bir varlık" var ve "bir gün" var. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezâsını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adaletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O'nun rızâsını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu insanları "Allah'ın rızâsını kazanma" amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu
1264] 2/Bakara, 155
1265] 3/Âl-i İmran, 142
1266] 46/Ahkaf, 20
1267] 74/Müddessir, 53
KIYÂMET
- 247 -
olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.
İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman olmadan mümkün olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir ahlâkî kural tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı, birçok insanın babasının tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş gelenek dışında kanun ve nizamın bulunmadığı, hak ve hukukun değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek tanınmadığı cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender şahid olduğu faziletli bir toplum çıkarılmasında, âhiret inancının payı sanıldığından da daha büyüktür.
Kur'an ve Sünnette Allah'a iman ile âhirete iman birlikte zikredilir. Zaten ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ayırdığımız zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi bir Allah'a inanıyorsunuz. Yani Allah'ın, kendi varlığınızı ve her şeyi yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat Allah'ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz. Kötülük yaptığınızda cezâ vermiyor; iyi ve dürüst davrananlara da ödül vermiyor. Allah aşkına bana söyler misiniz böyle bir Allah'a inanmakla inanmamak arasında ne fark var? Hiçbir fark yok. Ama Allah'ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları cezâlandıran bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zâlimin cezâsını görmediği, mazlumun da hakkını şu hayatta alamadıklarını gören bir insan, elbette ölümden sonra bu işlerin tamamlandığı bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten âhiret gününün bir başka adı da "din günü"dür. Din'in sözlük anlamlarından birisi de mükâfat ve cezâ olduğuna göre din günü; yapılan işlerin karşılıklarının verileceği gün manasına gelir.
İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun hakkını gasbetmiş, başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, ikincisi, başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye bölerek tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve semirmiş. İkincisi yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve mazlumu kollamış. Birincisi cana, mala, ırza tecavüz etmiş; ikincisi canı, malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş ve korumuş. Birincisi her türlü ahlâkî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, arzularının ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah'ın kendisi için çizdiği sınırları yine O'nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve hep ahlâkî, insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış.
Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra aynı sonuçla karşılaşıp yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla, hangi vicdana ve hangi adalete sığar? 1268
Dünyanın; ekolojik anlamda tabii dengenin bozulması sınırından; ahlâkî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da toplumsal dengenin deformasyonu sınırına kadar, ilahî olan her tür dengenin, tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru hızla yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen "halifesi" olarak seçilmişleri olan insanlarının, bu ilahî misyonlarını yerine getirebilmeleri için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var.
Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip eden, baş döndürücü bir
1268] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 287-288
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, modernlik sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici gayri ahlâkî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî uygarlığın sağına, soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları, uzantıları ve sonuçları ile dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son verebilmek için hâlâ insanlığın en erdemlilerinin yapacakları bir şeyler var.
Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen ilahî ruhun bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı ilahî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci oluşturuyor. Batının şeytanî hegemonyasına alarak ilahî olana yüz çevirttiği, hikmeti ve ilahî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii olan, hak olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü şeytanî bataktan ancak tevhid ve âhiret ayaklarına basarak doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün her yöresinde her gün her sâat her an kendini gösteren trajik akıbetin farkına varan, farkında olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar manasına geliyor.
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.
Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne demektir? Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman topluluğun âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan çıkartıp, hayatına yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde el alması ve müslüman insanın dünyevî yaşantısının bu bilinçle nasıl şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap verilebilir. Bu da, elbette ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence gözüyle görerek dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden yüz çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz'in karşısına tek tek çıkacağımız, titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla mümkündür. Bu mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani gerçekten hesap günü için, hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için de âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor.
Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen bir yaşam felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah'sız, âhiretsiz, ed-Din'siz beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın kemalist ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu bilince ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek -işin doğrusu- o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır ümmetin başına bela olan batı işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek, zulmederek, hile dolap ve desiseler kurarak, batı batağına sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan yaşadığımız toprakların insanlarını, inkârın, şirkin, sapmanın, yüz çevirmenin, yalanlamanın, küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı ilahî değerlere, ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın, usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların, sömürücülerin, insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının düzenlerine karşı bitmez tükenmez bir kin pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan Allah'a, âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için kolay değildir.
Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve inkâr kaynaklı zulüm düzeninin,
KIYÂMET
- 249 -
pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların, bu kıskacın etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok zordur. Şu veya bu şekilde tevhid bilincine erişmiş insanların aynı oranda ve önemde âhiret bilincine de ulaşabildiklerini ne yazık ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara beyinlerdeki ve kalplerdeki putları, tağutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de hayattaki putları ve tağutları yıkma mücadelesine sevkeder. Dünyayı değiştirmenin, toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal, en sıradan faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme atılabilmenin, ölümden korkmamanın insanı davası uğruna mücadeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu görürüz.
Eğer insanlar tevhid bilinciyle yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa, işte o zaman insanların iç dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun kültüründen kalmış gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı halde yerinde tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya sevkedecek olan tek sebep, bütün teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların, anlayışların aldatıcı perdesi arkasına gizlenen tek sebep; dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine rağmen bu içgüdüsel tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve kalıcı olur. Çünkü bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli beyin, kalp ve dildeki gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde bu gerçeklere inanıyor olmanın rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı sevmek daha meşru, ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını var saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler. Oysa âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek daha kolay; bu tür insanların yeniden kavrayabilmeleri daha zordur.
"Lâ ilâhe illâllah"ın bütün bir tarihi, bütün bir dünyayı, bütün bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde işlenen bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şahid olup da, içinde yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını açık ve net bir şekilde kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmanın, hiçbir sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir izahı yoktur. Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız, şehidsiz geçen günlerin; daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan, daha fazla zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi ve gereken insanların hâlâ yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücadeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat yolları bayraklaştırabilmeleri, başka bir şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın, şehidin olmadığı yerde âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. Âhiret bilincinin gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda, sokaklarda, karakollarda, mahkemelerde, cezâevlerinde, mezarlarda ya da mezar başlarındaki şehadet andlarında doldururlar.
Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat istediği bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları şeyleri biriktirmekle meşgullerse, hâlâ yaşamak için,
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için çaba gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın uyutucu gerçekleri hesap gününün ürpertici gerçeğinin önüne geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde koşmak, âhiret kazanma çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa, o zaman Allah'ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı yani âhiret bilinci eksik demektir. Zaten yüce Rabbimiz de Kur’ân-ı Kerîm'de sık sık "Allah'a ve âhiret gününe iman edenler" diyerek, iki ayağın kopmaz birliğini vurgulamıyor mu?
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi, Kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz. Peygamber'e, biraz rahatına bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım şeyler söyleyince, Önder ve Örneğimiz'den şu cevabı alırlar: "Nasıl refah ve nimetin tadını bulurum ki, boynuz sahibi (İsrafil) boynuzu (sûr’u) ağzına koymuş, alnını eğdirmiş ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair emir bekliyor." 1269
Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük Kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin Kıyâmetin koptu. İşte bu Kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet, ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır.
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara sûresi 4. âyette Kur'an'ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken "âhirete inananlar" değil; "âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler." denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk ve
1269] Tirmizî
KIYÂMET
- 251 -
değerlerden -Allah'ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah'ın davası için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! "Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!" 1270 Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir. 1271
Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
İnsan, teklifsiz, başıboş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı işler ve yapmaması gerekenler, ilâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada irâdesiyle Allah'a kulluk etmesi için ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah'ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm imkânları O'nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı işlerine göre olacaktır.
Ebû Hureyre’den (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Yedi kimseyi Allah, kendi zıllinden (gölgesinden) başka bir gölge olmayan Kıyâmet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar; 1- İmâm-ı âdil (adâletli müslüman devlet başkanı, idareci), 2- Rabbine itaat ve ibâdet eden genç, 3- Gönlü mescidlere bağlı olan kimse, 4- Birbirlerini Allah için seven ve yine Allah için buğz eden iki kimseden herbiri, 5- Makam ve güzellik sahibi bir kadının isteğine rağmen "ben Allah'tan korkarım" diyerek haram işlemeyen erkek, 6- (Gönül hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin haberdar olmayacağı kadar gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen veya kalben) Allah'ı zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi." 1272
Kıyâmet günü evlât ve malın fayda vermediği, ancak doğruların doğruluğunun fayda verdiği bir gündür. Geleceğinde hiç şüphe olmayan bu günde, insanlar kabirlerinden çıkarak Allah'ın huzurunda toplanacak ve hiçbir kimse -Allah'ın izin verdikleri müstesnâ- bir diğerine fayda veremeyecektir. İnsanların kendi organları yaptıklarına şâhitlik edecektir.1273 Kısacası bu günün, çok korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde insanın kendi yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği anlaşılıyor.
Kur'an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde, Kıyâmet tasvir edilirken, yer ve gök nizamının bozulmasından ve bunların mahvolup toz haline gelmesinden
1270] Al-i İmran, 133
1271] Hüseyin Özhazar, Âhiret Bilinci; Hasan Eker, Âhiret Bilinci
1272] Buhârî, Bed'ul Ezân, 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617
1273] 41/Fussılet, 20-21
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bahsedilmiştir. "O gün arz (yer) başka bir arz olup değişecek; gökler de değişecek..."1274 Bu âyetten de anlaşıldığına göre Kıyâmet, âlemin nizamının bozulmasının ve dünyadaki mevcut hayatın mahvolmasının ismidir. Ondan sonra yeni bir hayat başlayacak, bu yeni hayatın nizamı kurulacaktır. Kıyâmet inancı, dinin iman esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön vermedeçok etkili olduğu içindir ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde yerleştirmek istemiştir.
Kur'an'ın ve hadis-i şeriflerin belirttiği Kıyâmet gününün çeşitli durumlarına, ne yazık ki insanların pek çoğu, gerektiği şekilde samimi olarak inanmamaktadır. Dilleri ile “Kıyâmet günü haktır” derken, kalpleri o günden gâfil bulunanlar, dilleriyle inanmış, ancak davranışlarıyla o günü yalanlamış olanlardır. Şu da unutulmamalıdır ki, Kıyâmeti davranışlarla yalanlamak, yani sanki bu gün hiç gelmeyecekmiş gibi her türlü günah ve kötülükler işlemek, dil ile yalanlamak gibidir. Kıyâmetin vuku bulacağı şüphesizdir. Çünkü bunu Allah haber vermiştir. Kıyâmeti inkâr etmek küfürdür. Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini Allah, kullarına bildirmemiştir. O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar ki, onun olacağı zamanı kimse tayin edemez. İnsana düşen görev, böyle bir günün geleceğini bilmek, ona inanmak ve o gün için hazırlanmaktır. Zaten bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, insan ölünce kendi Kıyâmeti kopmuş demektir.
Âhirete iman etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak, hesap ve cezâ meselelerini kabullenmek, İslâm dininin inanç esaslarının bir bölümüdür. Allah'ın tek bir ilâh olduğunu kabul etmenin hemen ardından bunlara inanmak gereklidir. İslâm'da ulûhiyet gerçeği ile âhiret hayatının hakikatı birleştirilip tek temel üzerine oturtulmuş, böylece itikadî, amelî ve ahlâkî değerler birleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir.
İslâm tasavvurunda hayatın mânâsı, insan ömrünün teşkil ettiği şu kısa zaman değildir. Hatta bu hayatın anlamını, ne bir kavmin ve toplumun yüz yıllar süren ömrü, ne de bütün insanların süregelen hayatı ifade edebilir. İslâm tasavvurundaki hayat, şu görünen dünya hayatını içine aldığı gibi, Allah'tan başka kimsenin bilmediği âhiret hayatını da içine almaktadır. Mekân itibarıyla da, üzerinde insanların yaşamakta olduğu şu yeryüzünü içine aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva etmektedir. Yine âlemleri kucaklarcasına şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi, her türlü gerçeklerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği "gayb" âlemini de kapsamaktadır. O gayb âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla son bulur. Mâhiyet itibarıyla hayat, dünya hayatındaki şu bilinen yaşayışı kapsadığı gibi, ikinci hayat dediğimiz âhiret yaşayışını da içine almaktadır.
İşte Kıyâmete ve âhiret gününe iman etmek, böylesine zamanın sonsuz mesafesini, mekânın hudutsuz ufuklarını, hayat ve âlemlerin bitmeyen derinliklerini ve yüceliklerini ifade etmektedir. Bu inanç, kesinlikle kişinin dünya görüşünü değiştiren ve davranışlarını etkileyen bir inançtır. Her asırda olduğu gibi günümüzde de en önemli hususlardan biri, âhiret gününe iman etmek konusudur. Bunun içindir ki, Kur'an, tevhid inancıyla beraber bu inanç üzerinde ısrarla durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle bu inancın önemini belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak olan âhiret konusunda da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından sorumlu olmasaydı, o zaman iyilik ve kötülüğün farkı
1274] 14/İbrâhim, 48
KIYÂMET
- 253 -
ortadan kalkmış olur, insan yaşayışı tamamen maksatsız ve gayesiz hale gelir, her iş neticesiz kalırdı. Oysa insan, maksatsız ve gâyesiz olarak yaratılmamıştır. Her insan, kendi iradesiyle yaptıklarının karşılığını görmeyecek olsaydı, o zaman iyilik ve kötülük aynı şey olur, günah ve sevâbın anlamı kalmazdı.
İnsanlar, bu dünya hayatında da az çok yaptıklarının karşılığını görürler. Bununla beraber şunu da unutmamalıdır ki, pek çok zâlim günahkârlar, kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar da, birçok iyi insan musibetlere mâruz kalır. Çünkü bu dünya, yapılan işlerin asıl karşılığının görüleceği yer değildir. İşte tüm işlerin karşılığının verileceği ve rabbânî adâletin tecellî edeceği an din günüdür. 1275
Allah'ın kâinat için koyduğu bazı kanunlar vardır. Adına Sünnetullah dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri "cezâ=karşılık kanunu"dur. Yapılan hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş yakar, ekilen tohum biter, olgunlaşan meyve yere düşer... Yani kâinatta neyi düşünsek, nereye göz atsak, Allah'ın koymuş olduğu bu "karşılık kanunu"nu görürüz. Atasözlerinde de "eden bulur", "eşen düşer", "her koyun kendi bacağından asılır", "ne ekersen onu biçersin" gibi ifadeler, karşılık kanunu için örneklerdir.
Karşılık kanunu, en büyük adâlettir. Çünkü insan, daha önceden bildiği esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte, seçimini hür irâdesiyle ona göre yapma imkânına sahip olmaktadır. Bu ilâhî kanuna göre, herkes amellerinin karşılığını görecek, hiç kimse başkasının günahını çekmeyecektir.1276 Bununla birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük iş karşılıksız kalmayacaktır. 1277 Bu da insanın, bahane bulma duygusunu yok edecek; "kendim ettim, kendim buldum" şeklinde bir neticeye varmasına yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu gibi, yapılan hiçbir kötülük, kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal böyle iken, bütün karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı elbette kâfi değildir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Bir tarafta karşılık kanunu, diğer tarafta dünya hayatının buna kâfi gelmeyişi. Burada, “imtihan edilme” sözkonusudur. Bu açıdan bakıldığında "karşılık kanunu", âhirete inanmanın zarûretini de ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına göre, dünya hayatının da bu karşılıklar için kâfi gelmediğine göre, mutlaka bir karşılık zamanı olmalıdır. İşte Fâtiha'da Allah bu "karşılık günü = din günü"nün tek sahibi olduğunu belirtmektedir. Burada "din", yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı manasını ifade eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da hesaba çeken Allah'tır; âhirette de hesaba çeken Allah'tır. Allah, karşılıkları imhal eder, ama ihmal etmez. (Karşılığını erteleyebilir, istediği vakitte verir; ama ihmal etmez.) Allah'ın bu “karşılık kanunu”, bütün ilmî disiplinlerce kabul edilmektedir. Burada problem, işin ilâhî boyutunun gözardı edilmesidir. 1278
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir. Kur'an da, bu tarihin akacağı yatağın ilâhî projesi. İnsan,
1275] Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 61
1276] 6/En'âm, 164; 17/İsrâ, 15; 53/Necm, 38
1277] 99/Zilzâl, 7-8
1278] A. Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, 26
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu projeye bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezâsını görmeyecekse yaratıklar arasındaki bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki? İşte bu nedenle âhiret, seçme hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal sonucudur. İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah'ın, en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı? Cehennem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah'ın "vaad" ve "vaîd"inin, yani ödül ve cezâsının bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahlûk bile bir tutmazken Hâlık'ın bir tutması O'nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer "şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezâlandırılırsın" deniliyorsa elbette sonuçta "iyi" olanla "kötü" olanın ayrılıp, yapana ödülü, yapmayana cezâsı verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i ilâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan, kendisini koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil; bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü'min, hayatta bir kez ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler, mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler. Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini Nebi'nin diliyle özendirmişti. 1279
Kur'an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline (âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır. Bu nedenle mü'min, her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir. Kur'an'daki Kıyâmet, cennet, cehennem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri, mü'minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek için istikbâline açılan birer penceredir.
"Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibârettir."1280 Oyuncaktan hoşlanan çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Kıyâmet ve hesap günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür ve bizi oraya hazırlar. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet rabıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sayede haklarımızı söke
1279] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 285
1280] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
KIYÂMET
- 255 -
söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahudi, teknik imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın müslümanca yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de birkısım insanın, Kıyâmet gününe iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görmeleridir. İnanmayanların görüşüne göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve gayesiz bir hareketten ibârettir. Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya getirilir, yine aynı şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, cezâ ve hesap gününe döndürülmüş olur. Dünya hayatı da, her insan için bir imtihandır. İnsanların bütün bu gerçekleri bilip, bunların gerisinde kudret ve hikmet sahibi yüce Yaratıcı’yı düşünmesi gerekir. İşte bu bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.
İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve durmaksızın ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin feryadına bakar. Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi bunu önleyemez. Hayatı sadece dünya hayatından ibâret görmek, çok ilkel bir düşüncedir. Kur'an, düşüncesi gelişmemiş bu tür kişilerin sözlerini ve durumlarını şöyle dile getirir: "Onlar derler ki: 'Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek değiliz." 1281
İslâm'da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah'ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini, câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah'a ve âhiret gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır. Her asırda, âhireti inkâr edenler veya bu güne, inanılması gerektiği şekilde inanmamış olanlar, devamlı günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin çıkmasından korkanlar ve her şeye kadir Yaratıcının huzurunda hesap vermek istemeyenlerdir. İşte bunun için de öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti hayal zannederler.
Âhiret gününe, Kıyâmete inanmak ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir engeldir. Bütün insanlığa hitap eden Kur'an, bu günün olmasını imkânsız görenlere en kesin ve doğru cevabı verir: "İnsan, kendini bir nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi."1282 İnsanın yaratılışındaki hayret verici durumlar, organlarının yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar diriltilmesinden çok daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah'ın sanat ve kudretindeki bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler, öldükten sonra dirilmeyi artık nasıl inkâr edebilirler? Ne
1281] 6/En'âm, 29
1282] 36/Yâsin, 77
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yazık ki ünsiyet etmediği her şeyi inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı yüzüstü ve hem de sür'atle yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde yürümeyi kabul etmezdi. Hatta insan, dünyayı görmeden, dünyadaki acayip haller ona anlatılsa, onları bile çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din gününü yakînen tasdik etmemek, bu kavramı anlamaktaki noksanlıktan ileri gelmektedir. Görünmediğinden dolayı, din gününe inanmayanlar, ilim adına cehâlet gösterenlerdir. "Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır, düşünmüyor musunuz?" 1283
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir? Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana verseler, din günü bilinci nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." 1284
Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde Kıyâmet ve âhiret günü bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba diyarımız cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?
Ne mutlu, Kıyâmet, âhiret, din günü bilincine sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba hazır olan ve ölümden korkmayan, ölümle dostluk kurabilen canlı şehidlere!
1283] 6/En’âm, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 65
1284] 59/Haşr, 18
KIYÂMET
- 257 -
Kıyâmet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıyâmet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 2/Bakara, 85, 113, 174, 212; 3/Âl-i İmrân, 55, 77, 161, 180, 185, 194; 4/Nisâ, 87, 109, 141, 159; 5/Mâide, 14, 36, 64; 6/En’âm, 12; 7/A’râf, 32, 167, 172; 10/Yûnus, 60, 93; 11/Hûd, 60, 98, 99; 16/Nahl, 25, 27, 92, 124; 17/İsrâ, 13, 58, 62, 97; 18/Kehf, 105; 19/Meryem, 95; 20/Tahâ, 100, 101, 124; 21/Enbiyâ, 47; 22/Hacc, 9, 17, 69; 23/Mü’minûn, 16; 25/Furkan, 69; 28/Kasas, 41, 42, 61, 71, 72; 29/Ankebût, 13, 25; 32/Secde, 25; 35/Fâtır, 14; 39/Zümer, 15, 24, 31, 47, 60, 67; 41/Fussılet, 40; 42/Şûrâ, 45; 45/Câsiye, 17, 26; 46/Ahkaf, 5; 58/Mücâdele, 7; 60/Mümtehıne, 3; 68/Kalem, 39; 75/Kıyâme, 1, 6.
B- Sâat Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 48 Yerde): 6/En’âm, 31, 40; 7/A’râf, 34, 186; 9/Tevbe, 117; 10/Yûnus, 45, 49; 12/Yûsuuf, 107; 15/Hıcr, 85; 16/Nahl, 61, 77; 18/Kehf, 21, 36; 19/Meryem, 75; 20/Tahâ, 15; 21/Enbiyâ, 49; 22/Hacc, 1, 7, 55; 25/Furkan, 11, 11; 30/Rûm, 12, 14, 55, 55; 31/Lokman, 34; 33/Ahzâb, 63, 63; 34/Sebe’, 3, 30; 40/Mü’min, 46, 59; 41/Fussılet, 47, 50; 42/Şûrâ, 17, 18; 43/Zuhruf, 61, 66, 85; 45/Câsiye, 27, 32, 32; 46/Ahkaf, 35; 47/Muhammed, 18; 54/Kamer, 1, 46, 46; 79/Nâziât, 42.
C- Âhır (Yevmu’l-Âhır) ve Âhiret Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 143 Yerde –28/115): 2/Bakara, 4, 8, 62, 86, 94, 102, 114, 126, 130, 177, 200, 201, 217, 220, 228, 232, 264; 3/Âl-i İmrân, 22, 45, 56, 77, 85, 114, 145, 148, 152, 176; 4/Nisâ, 38, 39, 59, 74, 77, 134, 136, 162; 5/Mâide, 5, 33, 41, 69, 92; 6/En'âm, 32, 92, 113, 150; 7/A'râf, 45, 147, 156, 169; 8/Enfâl, 67; 9/Tevbe, 18, 19, 29, 38, 38, 44, 45, 69, 74, 99; 10/Yûnus, 10, 64; 11/Hûd, 16, 19, 22, 103; 12/Yûsuf, 37, 57, 101, 109; 13/Ra'd, 26, 34; 14/İbrâhim, 3, 27; 16/Nahl, 22, 30, 41, 60, 107, 109, 122; 17/İsrâ, 7, 10, 19, 21, 45, 72, 104; 20/Tahâ, 127; 22/Hacc, 11, 15; 23/Mü'minûn, 33, 74; 24/Nûr, 2, 14, 19, 23; 27/Neml, 3, 4, 5, 66; 28/Kasas, 70, 77, 83; 29/Ankebût, 20, 27, 36, 64; 30/Rûm, 7, 16; 31/Lokman, 4; 33/Ahzâb, 21, 29, 57; 34/Sebe', 1, 8, 21; 38/Sâd, 7; 39/Zümer, 9, 26, 45; 40/Mü'min, 39, 43; 41/Fussılet, 7, 16, 31; 42/Şûrâ, 20, 20; 43/Zuhruf, 35; 53/Necm, 25, 27; 57/Hadîd, 3, 20; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 3; 60/Mümtehıne, 6, 13; 65/Talâk, 2; 68/Kalem, 33; 74/Müddessir, 53; 75/Kıyâme, 21; 79/Nâziât, 25; 87/A'lâ, 17; 92/Leyl, 13; 93/Duhâ, 4.
D- "Hesap" (Hısâb) ve Hesap günü “Yevmu’l-Hısâb” Kelimelerin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 202, 212; 3/Âl-i İmrân, 19, 27, 37, 199; 5/Mâide, 4; 6/En'âm, 52, 52, 69; 10/Yûnus, 5; 13/Ra'd, 18, 21, 40, 41; 14/İbrâhim, 41, 51; 17/İsrâ, 12; 21/Enbiyâ, 1; 23/Mü'minûn, 117; 24/Nûr, 38, 39, 39; 26/Şuarâ, 113; 38/Sâd, 16, 26, 39, 53; 39/Zümer, 10; 40/Mü'min, 17, 27, 40; 65/Talâk, 8; 69/Haakka, 20, 26; 78/Nebe', 27, 36; 84/İnşikak, 8; 88/Ğâşiye, 26.
E- Haşr Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde): 2/Bakara, 203; 3/Âl-i İmrân, 12, 158; 4/Nisâ, 172; 5/Mâide, 96; 6/En'âm, 22, 51, 38, 72, 111, 128; 7/A'râf, 111; 8/Enfâl, 24, 36; 10/Yûnus, 28, 45; 15/Hıcr, 25; 17/İsrâ, 97; 18/Kehf, 47; 19/Meryem, 688, 85; 20/Tahâ, 59, 102, 124, 125; 23/Mü'minûn, 79; 25/Furkan, 17, 34; 26/Şuarâ, 36, 53; 27/Neml, 17, 83; 34/Sebe', 40; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 19; 41/Fussılet, 19; 46/Ahkaf, 6; 50/Kaf, 44; 58/Mücâdele, 9; 59/Haşr, 2; 67/Mülk, 24; 79/Nâziât, 23; 81/Tekvîr, 5.
F- Ba’s Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 67 Yerde): 2/Bakara, 56, 129, 213, 246, 247, 259; 3/Âl-i İmrân, 164; 4/Nisâ, 35; 5/Mâide, 12, 31; 6/En'âm, 29, 36, 60, 65; 7/A'râf, 14, 103, 167; 9/Tevbe, 46; 10/Yûnus, 74, 75; 11/Hûd, 7; 15/Hıcr, 36; 16/Nahl, 21, 36, 38, 84, 89; 17/İsrâ, 5, 15, 49, 79, 94, 98; 18/Kehf, 12, 19, 19; 19/Meryem, 15, 33; 22/Hacc, 5, 7; 23/Mü'minûn, 16, 37, 82, 100; 25/Furkan, 41, 51; 26/Şuarâ, 36, 87; 27/Neml, 65; 28/Kasas, 59; 30/Rûm, 56, 56; 31/Lokman, 28; 36/Yâsin, 52; 37/Sâffât, 16, 144; 38/Sâd, 79; 40/Mü'min, 34; 56/Vâkıa, 47; 58/Mücâdele, 6, 18; 62/Cum'a, 2; 64/Teğâbün, 7, 7; 72/Cinn, 7; 83/Mutaffifîn, 4; 91/Şems, 12.
G- Kıyâmetle İlgili Konular:
a- Kıyâmetin Kopma Zamanı Bilinemez: A'raf, 187-188, Hud, 104 ; Nahl, 77 ; Enbiya, 1
b- Kıyâmetin Kopması ve Tekrar Dirilmenin Dehşeti: İsra, 58 ; Kehf, 47 ; Ta-Ha, 105-108 ; Enbiya, 104 ; Hacc, 1-2 ; Nur, 37 ; Neml, 88 ; Tur, 9-10 ; Mürselat, 8-10...
c- İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: İsra, 49-52 ; Meryem, 66-67 ; Hacc, 5 ; Mü'minun, 84-85; Rum, 19 ; Vakıa, 57, 62 ; Kıyâme, 37-40 ; İnsan, 28 ; Naziat, 27...
d- Dirilmeyi İnkâr: En’âm, 2, 29-31 ; Yunus, 7-8 ; Hud, 7 ; Ra'd, 5 ; Nahl, 38 ; İsra, 49-52 ; Meryem, 66-67; Mü'minun, 81-83 ; Yasin, 78-79 ; Saffat, 16-18 ; Vakıa, 47-50, 57, 60-62, 83-87; Teğabün, 7 ; Kıyâme, 3-6 ; İnsan, 27-28 ; Naziat, 10-14...
e- Kıyâmet Gününün Tek Hakimi Allah'tır: Fatiha, 4 ; En’âm, 73 ; Ta-ha, 111; Hacc, 56; Furkan, 26 ; Zümer, 67 ; Mü'min, 16 ; Nebe', 37 ; İnfitar, 19.
f- Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177 ; Al-i İmran, 9, 25 ; En’âm, 113 ; A'raf,147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45 ; Nahl, 22 ; Kehf, 110 ; Neml, 3 ; Lokman, 4 ; Şura, 7 ; Mearic, 2, 26.
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
g- Kıyâmet Alâmetleri: Neml, 82 ; Sebe', 14 ; Duhan, 9-14 ; Kıyâme, 7-9 ; Kehf, 92-97; Enbiya, 96-97 ; Zuhruf, 61 ; Muhammed, 18.
H- Âhiretle İlgili Konular:
a- Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; Al-i İmran, 9, 25; Nisa, 38-39, 59, 162; En’âm, 113; A'raf, 147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45; Nahl, 22; Kehf, 110; Neml, 3; Lokman, 4; Şura, 7; Mearic, 2, 26.
b- Âhireti İnkâr: Nisa, 136; Yunus, 7-8; Neml, 4-5; Sebe', 3, 7-9; Mutaffifin, 10-12; Tin, 7.
c- Âhiretin Varlık Hikmeti: Sebe', 4-5
d- Âhiret İçin Gönderilen Ameller: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18; Kıyâme, 13; İnfitar, 5.
e- Âhiret Nasibi İçin Çalışmak: Bakara, 200-201; Al-i İmran, 145; Nisa, 77; Kasas, 77.
f- Âhiret Hayırlıdır: En’âm, 32; A'raf, 169-170, Kasas, 60; Şura, 36; A'la, 16-17; Duha, 4.
g- Âhireti İsteyenler: İsra, 19; Şura, 20.
h- Âhiret Nimetleri İle Dünya Nimetlerinin Karşılaştırılması: Kasas, 60; AnkEbût, 64.
i- Âhiret Nimeti (Cennet), Zulümden ve Fesattan Sakınanlar İçindir: Kasas, 83; AnkEbût, 36; Şura, 36-39.
j- Âhiret Hayatı, Geleceği Gerçek Bir Hayattır: AnkEbût, 20; Sebe', 3.
k- Âhiret Hayatı Asıl Hayattır: AnkEbût, 64.
l- Kâfirler, Dünyayı Âhiretten Üstün Tutarlar: İbrahim, 3; Kehf, 32-36; Rum, 7; Kıyâme, 20-21; İnsan, 27; A'la, 16.
m- Âhiret de Dünya da Allah'ındır: Necm, 25; Leyl, 13.
n- Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: Şura, 20.
o- Hem Dünya, Hem Âhiret Nasibi İstemek: Bakara, 201; Nisa, 145; Kasas, 77; Cum'a, 10.
p- Âhirete Önden Hayır Yollamak: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18; Kıyâme, 13; İnfitar, 5.
r- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: Teğabün, 14.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Kıyâmet: c. 25, s. 516-522 (B. Topaloğlu); Kıyâmet Alâmetleri: c. 25, s. 522-525 (Yusuf Şevki Yavuz)
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Kıyâmet: c. 3, s. 366-367 (Ahmet Özalp); Kıyâmet Alâmetleri: c. 3, s. 367-368 (Ahmet Özgen); Ba’s: c. 1, s. 202-204 (Cengiz Yağcı), el-Bâıs: c. 1, s. 204; Ba’su Ba’de’l-Mevt: c. 1, s. 204-205; Sûr: c. 5, s. 450-451 (Fedâkâr Kırmızı); Haşr ve Neşr: c. 2, s. 361-362 (Halid Erboğa); Haşr-ı Cismanî, c. 2, s. 363-364 (H. Erboğa); Hesap Günü: c. 2, s. 395-397 (H. Erboğa); Mizan, c. 4, s. 219-220 (Muhiddin Bağçeci)
3. Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 211-213; 217-223
4. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 304-307
5. Kur’an’da Kıyâmet Sahneleri, Said Köşk, Anahtar Y.
6. İtikadî Açıdan Uzak Gelecekle İlgili Haberler, İlyas Çelebi, Kitabevi Y.
7. Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
8. Kur’an ve Kıyâmet, Emel Faruk Yavuz, Marifet Y.
9. Kur’an’da Kıyâmet Sahneleri, Seyyid Kutub, Çizgi Y. / Hilâl Y. / Yeni Ufuklar Y.
10. Gözle Görülen Kıyâmet, Muhammed Mahmud Savvaf, Hilâl Y.
11. Ölüm, Yeniden Doğuş İçin Kıyâmet, Ahmet Musaoğlu, Okul Y.
12. Kıyâmet Yaklaşıyor, Vehbi Karakaş, Cihan Y.
13. Kıyâmet Alâmetleri, Abdullah Naim Şener, Sönmez Neşriyat
14. Kıyâmet Alâmetleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
15. Kıyâmet Alâmetleri, Naim Erdoğan, Pamuk Y.
16. Kıyâmet Günü, Yusuf Samedoğlu, Ötüken Neşriyat
17. Kıyâmet ve Âhiret, Naim Erdoğan, Huzur Y.
18. Kıyâmet ve Âhiret, Ahmet Faiz, Uysal Kitabevi
19. Kıyâmet ve Âhiret, İmam Gazâli, Hakikat Y.
20. Kıyâmet ve Âhiretle İlgili Kavramların Öğretimi, Osman Taştekin, Palmiye Y.
KIYÂMET
- 259 -
21. Kıyâmet Alâmetleri, Abdullah Naim Şener, Bahar Y.
22. İslâm İnancı Açısından Nüzûl-i İsa Meselesi, Zeki Sarıtoprak, Çağlayan Y.
23. Deccal Komplosu, Üç Büyük Dinin Kaynaklarına Göre D. Tarihi, Said Eyyüb, Sır Y.
24. Geleceğin Tarihi, Orhan Baytan, 1-2, Mevsim Y.
25. Ölüm ve Sonrası, Mehmed Paksu, Nesil Basım Yayın
26. Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Enes Kitabevi Y.
27. Âhir Zaman Garipleri, Mehtap Araz, Sinan Y.
28. Âhir Zaman Fitneleri, Derleme, İttihad Y.
29. Büyük Gün Hz. İsa’nın Dönüşü, Olcay Yazıcı, Marifet Y.
30. Âhiret Bilinci, Hüseyin Hazar, Bengisu Y.
31. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
32. Âhiret Hazırlığı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
33. Âhiret Perdesini Aralarken, Hâris el-Muhâsibî, Çev. Abdülaziz Hatip, Nesil Basın Yayın
34. Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
35. Âhirete Giden Yol, Ali Rızâ Altay, Sönmez Neşriyat
36. Âhirete İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
37. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
38. Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
39. Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
40. Bediuzzaman’ın Yorumları Işığında Kıyâmet, Alâmetleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
41. Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
42. Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi Y.
43. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
44. Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile Y. / Merve Yayın Paz.
45. Ruh Âleminde Bir Seyahat, Kemal Osmanbay, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
46. Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
47. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
48. Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Âhiret İnancı, Mehmet Paçacı, Nûn Y.
49. Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet ve Âhiret, İmam Gazâli, Salah Bilici Kitabevi Y.
50. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
51. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
52. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazâli, Vural Y.
53. Ölüm ve Âhiret, İmam Gazâli, Arslan Y.
54. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
55. Ölüm ve Ötesi Hayat, Abdülhay Nâsih, Nil A.Ş. Y.
56. Ölüm, Kıyâmet ve Diriliş, Şârânî, Pamuk Y.
57. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Ötesi, Abdullah Aydın, Mehdi Y.
58. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Cavit Yalçın, Vural Y.
59. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhirzaman Alâmetleri, Şârânî, Bedir Y.
60. Ölüm, Kabir, Kıyâmet, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Yayın Dağıtım
61. Gaybın Haberleri, Safvet Senih, Zaman Gazetesi Y.
62. İman Nurları, Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.
63. Haşir Risâlesi, B. Said Nursi, Sözler Y. / Envar Y. / İhlâs-Nur Y. / Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
64. Kıyâmet Günü, Harun Yahya, Vural Y.
65. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Harun Yahya, Vural Y.
66. Deccal, Zeki Sarıtoprak, Nesil Basın Yayın
67. Onbirinci Sâat, Martin Lings, İnsan Y.
68. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y.
69. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
70. Âhirete Giden Yol, Ali Rızâ Altay, Sönmez Neşriyat
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
71. Âhiret Hazırlığı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
72. Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile/Merve Y.
73. Gözle Görülen Kıyâmet, Muhammed Mahmud Savvaf, Çelik Y.
74. Kabir Âlemi, Celâleddin Suyûtî, Kahraman Y.
75. Kırık Tayflar, Şemseddin Nuri, T.Ö.V. Y.
76. Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
77. Ölüm Psikolojisi, Faruk Karaca, Beyan Y.
78. Ölüm, Mehmed Zâhit Kotku, Sehâ Neşriyat
79. Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi Y.
80. Ölüm Ötesi Hayat, M. Fethullah Gülen, Nil Y.
81. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi
82. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
83. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
84. Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
85. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
86. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
87. Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Ölüm, Cenaze, Kabir, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
88. Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
89. Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş.
90. Kabir Âlemi, Âlemü'l-Berzah Tercümesi, Celâleddin Süyûtî, Kahraman Y.
91. Batılının Ölüm Karşısında Tavrı, Philippe Arise, Gece Y.
92. Ölümsüzlük Düşüncesi, Turan Koç, İz Y.
93. Ölümü Yaşamak, Betty J. Eadie, Form Y.
94. Ölüm Her An Gündemde, Feridun Yılmaz Yüceler, Akçağ Y.
95. Kaçınılmaz Gerçek Ölüm, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
96. Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
97. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Ötesi, Abdullah Aydın, M. İzci, Mehdi Y.
98. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Cavit Yalçın, Vural Y.
99. Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, Türdav A.Ş.
100. Ölüm Cezâsı, Jean Imbert, İletişim Y.
101. Ölüm İstatistikleri, 1990 D.İ.E. , Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
102. Ölüm İstatistikleri, İl ve İlçe Merkezlerinde 1993 D.İ.E. , Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
103. Ölüm, Kabir, Kıyâmet, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y.
104. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhir Zaman Alâmetleri, İmam Şârânî, Bedir Y.
105. Ölüm, Kıyâmet ve Diriliş, İmam şârânî, Pamuk Y.
106. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nâsıh, Nil A.Ş.
107. Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp, Zafer Y.
108. Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
109. Ölüm ve Âhiret, İmam Gazali, Arslan Y.
110. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
111. Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Fatih Enes Kitabevi
112. Sentez (Ölüm Son Değildir), Yusuf Mirdoğan, İshak Basımevi
113. Ölüm Şiirleri Antolojisi, Hasan Ali Kasır, Denge Y.
114. Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ahmet Sezgin, Cengiz Yalçın, Ünlem Y.
115. Felsefe Tarihinde Ölüm Meselesi, Ernst Von Aster, Resimli Ay Matbaası
116. Ölüm Korkusundan Kurtuluş, İbn Sînâ, Burhaneddin Matbaası
117. Kitabu'r-Rûh, İbn Kayyım el-Cevziyye, İz Y.
118. Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Sinan Onbulak, Dilek Y.
119. Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.
120. Sevmek, Ölmekle Başlar, 1-2; Murat Başaran, Zafer Y.
KIYÂMET
- 261 -
121. Ölümü Yaşarken, Gülay Atasoy, Türdav Y.
122. Ölüm Sonrası Hayat, Burhan Bozgeyik
123. Ah Şu Ölüm Dedikleri, Abbas Yunal, Uysal Kitabevi Y.
124. Ölümü Özlemeyen Aşkı Anlayamaz, İsmail Acarkan, Vural Y.
125. Modern Fizik ve Tasavvuf Karşısında Ruh ve Ölüm, Cemal Bardakçı, Akdem Y.
126. Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.Vakfı Y.
127. Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, Hayreddin Karaman, T. Diyanet Vakfı Y.
128. Kur'an'da İnsan, İman ve Âhiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.
129. Anadolu Folklorunda Ölüm, Sedat Veyis Örnek, Ank. Ün. Basımevi
130. Kur'an'da ve Kitab-ı Mukaddes'te Âhiret İnancı, Nun Y.
131. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
132. Ölüm ve Ötesi Bilimsel İncelenimi, Haluk Egemen ve Suat Bergil, Taş Matbaası, İst.
133. Çağdaş Filozoflarda Ölümün Anlamı, R. Schaerez
134. Ölüm, Louis-Vincent Thomas, İletişim Y.
135. Ölümün Sıcak Yüzü, Ölümün Soğuk Yüzü, Ölümün Yüzsüzlüğü, M. Ali Kılıçbay, Gece Y.
136. Korkular, Takıntılar, Saplantılar, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
137. Ölümden Sonra Hayat, A. Raymond Moody, İnkılap ve Aka Kitabevi Y.
138. İnsanların Ölüm Karşısındaki Tutumları, Murat Yıldız, Dokuz Ey. Ü. S. Bil. Enst. İzmir
139. Aile İçindeki Ölüme Karşı Çocukların Tepkileri, Atalay Yörükoğlu, Nöro Psik. Araşt. 5, 7
140. Uyku ve Ölümün Tabiatıyla İlgili Çağdaş Müslüman Yorumları, İ. Jane Smith, At. Ün. İ. F. Der. s.13
141. Ölüm Gerçeği ve Allah İnancı, Dokuz Eylül Ün. İ.F. Dergisi, c.1, sayı 1, sayfa 303-312
142. Ölümle İlgili Dinî Sosyal Davranış Örüntülerinin Değişmesi, Ank. Ün. Sosyal B. Enst.
143. Mutasavvıflara Göre Ölüm, Mehmet Demirci, İslâmî Araştırmalar Dergisi, sayı, 3, 1987
144. Ölüm Üzerine, B. Ziya Egemen, Ank. Ü. İ.F.D. c. 11, 1983
145. Ölümle İlgili Tutumlar ve Dinî Davranış, Hayati Hökelekli, İslâmî Araştırmalar, c. 5, sayı, 2, 1991
146. Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi, Hayati Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Dergisi, c.3, sayı 3, 1991
147. Ölümle İlgili Tutumların Dinî Davranışla İlişkisi, H. Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Der, c.4, s.4, 1992

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:59

KISSA

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KISSA


- 95 -
Kavram no: 115
Kıssalar 3
Bk. İlim; Peygamberlik; Gayb
KISSA
• Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an Kıssaları
• Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
• Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri
• Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)
• Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj
• Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı
• Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı
• Tefsirlerden İktibaslar
• Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı
• Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler
• Kıssacılık ve Kıssacılar
“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” 414
Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti
Kıssa: Bir haberi nakletme, bir olayı anlatma hikâye etmek demektir. Bu, Arapça'da ‘kassa’ (hikâye etti) kelimesiyle ifade edilir. Anlatılan hikâye ve olaya da "kıssa" denilir. Buhâri, bab başlıklarında "kıssa"yı "olay" anlamında kullanmıştır: "Bâbu Kıssati Ehl-i Necran, Bâbu Kıssati Gazvet-i Bedr..." Aynı kökün "kesmek", "kısaltmak" anlamı da vardır.
"Kıssa" kelimesi esas olarak "izlemek", "izi tâkip etmek" anlamına gelmektedir. 18/Kehf, 64 ve 28/Kasas, 11'de bu anlamda kullanılmıştır: "(Mûsâ): ‘İşte aradığımız o idi’ dedi. Tekrar izlerini tâkip ederek geriye döndüler" (ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ) 415; "(Mûsâ'nın) kız kardeşine ‘Onun izini takip et (kussî hi)’ dedi. O da onlar farkına varmadan onu uzaktan gözetledi." 416
Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir; “Kıssadan hisse” ve “bir kıssa bin hisse” gibi tâbirler Türkçede sıkça kullanılır. "Kıssa", edebiyatta "hikâye" anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön planda tutarak anlatan edebiyat türüdür. Kur'an'daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için "gerçek kıssa"lardir: "İşte (İsa hakkındaki) "gerçek kıssa" (el-kasasu'l-hakku) budur" 417 Kıssanın gerçek olmayan bir türü vardır ki, buna
414] 12/Yûsuf, 3
415] 18/Kehf, 64
416] 28/Kasas, 11
417] 3/Âl-i İmrân, 62
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hikâye denir. Kıssa denilebilecek hikâyeler nâdir olur. Bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi için, yaşanmış ve kaleme alınmış bir özelliği olması gerekir.
Kur'an, kıssaların gerçeğini anlattığı, yani tarihte meydana gelmiş olanlarını anlattığı için ondaki kıssalara hikâye denilmez. Çünkü hikâye; meydana gelmemiş fakat vukua gelmesi muhtemel olayları temsil yoluyla anlatır. Kur'an'ın anlattığı kıssalar ise, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, tarihî hakikatlerle ilgisi olmayan, sırf öğüt vermek maksadıyla söylenmiş hikâyeler değildir. Kur'an'ın anlattığı kıssalar tarihî hakikatler, geçmişlerin haberleridir: "Böylece sana geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz. Gerçekten sana katımızdan bir zikir (ibret verici olayları taşıyan bir kitap) verdik" 418; "Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık." 419
Kur'an'ın bu ifâdeleri, hem okuma-yazma bilmeyen, dolayısıyla eski kitapları okuyup da içindekileri öğrenmesi mümkün olmayan ümmî Peygamber’in bir mûcizesi, hem de Kur'an'a eskilerin masalları: Esâtîru'l evvelîn 420 diyen müşriklere bir cevaptır. Çünkü Kur'an eskilerin masallarını değil, geçmişlerin gerçek haberlerini, tarihlerini anlatır.
Kur'an Kıssaları
Kur'an, insanları doğru yola iletmek için gönderilmiştir. Bunun için de hikmet ve güzel öğüt metodunu kullanmaktadır. Yaşanmış olayları etkili bir üslûpla anlatmış, bunu yaparken, benzer olayların insanların başına her zaman gelebileceğini vurgulayarak dersler çıkarılmasını istemiştir.
Kur'an, muttakiler için bir öğüt ve insanlar için bir açıklama (beyan) dır: "Bu (Kur'an) insanlara bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür."421; "(Ey Muhammed,) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve anlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları, en iyi bilen O'dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir." 422
Kur'an'ın metod olarak kullandığı beyan, öğüt ve hikmet unsurları kıssada bir araya gelmiş bulunmaktadır. Kur'an'ın içine aldığı beş konu (iman, ibâdet, muâmelât, ukûbât, ahlâk ve kıssalar) dan kapsam itibarıyla en geniş olanı ahlâk ve kıssalardır. Gerçekten de, peygamberlerin gönderiliş gayesi imanlı ve ahlâklı insanlar yetiştirmek olduğu için Kur'ân-ı Kerim'in yarısına yakın bölümü, insanlara ders ve ibret olmak üzere anlatılan geçmiş peygamberlerin ve milletlerin kıssalarıdır.
Kıssanın insan eğitiminde büyük rolü vardır. Geçmiş insanların başından geçen olayları ve sebeplerini anlatmak, bugünün insanına da yol gösterir, ders verir. Çünkü insan, yaratılışı, eğilimleri ve zaaflarıyla aynı insandır. Tarihte yaşamış insanlar ve milletler için sözkonusu olan, bugünün insanı için de sözkonusudur. Meselâ; inkârcıların ve zâlimlerin acı sonları Kur'an'da, Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına yol açan zulümleri anlatılmak sûretiyle gözler önüne serilir.
418] 20/Tâhâ, 99
419] 18/Kehf, 13
420] 68/Kalem, 15
421] 3/Âl-i-İmrân, 138
422] 16/Nahl, 125
KISSA
- 97 -
Yine sıkıntılara göğüs gererek, Allah'a olan iman ve tevekkülünü kaybetmeyen kimselerin, sonuçta büyük mertebelere ulaşacakları ve sabırlarının mükâfatını görecekleri Hz.Yûsuf kıssasında en güzel şekilde anlatılır.
Kur'an'da geçen kıssalarda esas gâye; "tarihî bilgi vermek olmadığı için, yer ve zaman belirtilerek teferruata girilmez. Esas gâye: "çeşitli toplumların tarihlerindeki birtakım özellikleri belirtmek, diğer peygamberlerin hayatında, Hz.Muhammed'in hayatında karşılaştığı olaylara benzeyen hâdiseleri açıklamak, hak ve hakikatin daima galebe çaldığını, daima üstün geldiğini göstermek; Peygamber’e ve mü'minlere teselli vermek, her peygamberin karşılaşmış olduğu muhâlefetin eninde sonunda yıkıldığını ve eridiğini tarihî misallerle tesbit ederek mü'minlerin azmini kuvvetlendirmektir." 423
Kur'an kıssaları; peygamber kıssaları ve geçmişlerin haberleri diye iki kısımdan meydana gelir.
Peygamber Kıssaları: Kur'an'da peygamberlerden yirmi beş veya yirmi sekizinin hayatları hakkında yeterli mâlûmat verilmiştir. Kur'an'da "Peygamber kıssaları" ifâdesi değil, "peygamberlerin haberleri: Enbâu'r-rusul" tâbiri geçer: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz (ki kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir." 424
Kur'an'da Hz.Âdem, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, İsmâil, İshak, Lût, Yakub, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Dâvud, Süleyman, İdris, Lokman, Zü'lkifl, İlyas, Üzeyr, Eyyub, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa, Muhammed (s.a.s)'in kıssaları geçmektedir.
Geçmişlerin Haberleri: Kur'an'da 'geçmişlerin haberleri' 425 ifâdesiyle; Zülkarneyn, Ashâbu'l-Kehf, Ashâbü'l-Uhdûd, Ashâbü'l-Fîl, Ashâbu'r-Ress, Ashâbü'l-Eyke, Âd, Semûd, Lût, Nuh kavimleri kastedilir. Ayrıca İsrâ, Hicret, Bedr, Uhud, Benû Nâdir, Ahzâb, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi, münâfıklara ait kıssalar yer almaktadır.
Genellikle muharref Tevrat ve İncil'de nakledilen Yahûdi-Hristiyan kültürüne âit kıssalara İsrâiliyyat adı verilir. Kur'an geçmiş milletlere âit haberlerin doğru olanlarını içine aldığı için, doğru olup olmadığı bilinmeyen, çoğu zaman uydurma olan bu gibi rivâyetlere ihtiyaç kalmamıştır.
Kur'an'da "en güzel kıssa" (ahsenü'l-kasas) olarak anlatılan Hz.Yûsuf'un kıssasında çok yönlü dersler vardır: Sabır ve sıkıntılara katlanmanın büyük mükâfatı, Allah'tan hiçbir zaman ümit kesmemek, nefsin ve şeytanın kötü isteklerine uymayarak Allah'a bağlanmak, bilmeyerek kötülük yapanları affederek onlara güzel ahlâk dersi vermek, üzerine aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirerek güvenilir olduğunu isbat etmek, emânete hiyânet etmemek ve üzerinde hakkı olanların hakkını gözetmek.
Eğitim ve Öğretim Aracı Olarak Kıssa: Çocukların ve gençlerin eğitiminde tarihî, dinî ve ahlâkî kıssaların büyük bir önemi vardır. Gerçek veya gerçekleşmesi muhtemel olayları canlı bir dille, edebî bir üslûpla tasvir etmek, okuyanlar
423] Mehmed Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s. 97
424] 11/Hûd, 120
425] 20/Tâhâ, 99
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerinde büyük bir etki bırakır. Kötülüklerin ve ahlâksızlıkların korkunç neticeleri, en güzel şekilde hikâye üslûbuyla anlatılır ve insanlar bu yolla kötülüklerden sakındırılır. İyi işler ve güzel ahlâklıların örnek davranışları da hikâye yoluyla etkili bir biçimde aktarılarak gençler bu iyi hareket ve davranışlara teşvik edilir.
İslâm'ı insanlara sevdirmek için kıssa ve menkıbelerden büyük ölçüde yararlanılmıştır. Eğitim maksadıyla bu çeşit ahlâkî hikâyelerin anlatılmasında bir sakınca yoksa da, Kur'an ve Sünnet'te bir dayanağı olmayan bir şeyi teşvik etmek veya yasaklamak için, dinî bir hüviyet vererek hikâye uydurmak yasaktır. Kıssanın insanlar üzerinde bıraktığı tesiri kötüye kullanarak, şahsî çıkarları için hikâye uyduran ve nakleden kıssacı (kassâs)lara tarihte rastlanmıştır. 426
Allah, muhâtaplarına tevhid ve ahlâk ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatıp öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metod kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hâdiseleri, dinî ve ahlâkî bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla anlatımdır.
Kıssa kelimesinin iştikak ettiği kökün anlamlarından biri, herhangi bir hâdiseyi veya bir haberi bildirmek ve nakletmektir.427 Bu mânâ ile alâkalı olarak önceki toplulukların, şahısların, nebî ve rasullerin yanında; başından geçen hâdiseleri anlatan Kur’an birimlerine de kıssa denir. 428
Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş peygamberler ve milletlere dâir kıssalar yer almaktadır. Ayrıca Rasûlullah’ın zamanında meydana gelen Hicret, Uhud, Mekke’nin Fethi, İfk Hâdisesi ve benzeri olaylar da Kur’an’da anlatılmıştır. “Kasasu’l-Kur’an” adını alan tüm bu olayların zikredilmesindeki maksat insanların ibret almalarını sağlamaktır. Yoksa tarihî bir olayın anlatılıp tesbit edilmesi gâye edinilmemiştir. Nitekim kıssaların bazısı birkaç kere tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ahlâk ve terbiye ilkelerinin pekiştirilmesi hedeflenmiştir. Çünkü kıssalarda, daha önceki dönemlerde doğru yol üzerinde bulunan kimselere mükâfat verildiği, kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın gâlip geldiği açıklanmıştır. “Sana elçilerin haberlerinden -kalbini sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” 429
Kur’ân-ı Kerim’deki kıssalarda bir yandan müslümanların azimleri kuvvetlendirilirken öte yandan az sözle çok bilgi ve sonuç alma imkânı sağlanmıştır. Birçok sûrede ortaya konulan ibret sahneleriyle, kütüphaneler dolusu tarih kitabı okumaktan daha faydalı bilgi ve belgeler kazandırılmıştır. Ayrıca daha önce nakledilen birçok gerçek dışı motiflerle doldurulan olaylar en ciddi ve doğru şekliyle anlatılarak insan düşüncesi hayal ve masal dünyasından uzaklaştırılarak gerçeğin aydınlığına götürülmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de en veciz ve en güzel şekilde anlatılan ve gözlerimizin önüne canlı tablolar halinde serilen kıssaların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
1) Âdem ile melekler ve İblis, Âdem ile Havva, Âdem ve iki oğlu (Hâbil ve Kabil) hâdisesi,
426] Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 363-364
427] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/102
428] Halis Albayrak, Tefsir Usulü, 47
429] 11/Hûd, 120
KISSA
- 99 -
2) Nuh, Hûd, Sâlih, Şuayb, Eyyub’un (a.s.) hayatı ve tevhid mücâdelesi,
3) Lokman (a.s.)’ın oğluna yaptığı öğütler,
4) İbrâhim (a.s.) ve oğullarının kıssası, Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi, İsmail’in kurban edilmesi hâdisesi,
5) Yusuf’a (a.s.) karşı kardeşlerinin kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı arasında geçen hâdise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi,
6) Mûsâ’nın (a.s.) rasullüğünden önceki hayatı, risâleti, mûcizeleri, Firavun’un inadı, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır (diye bilinen, kendisine rahmet ve ilim verilen kul) kıssası,
7) Dâvud ve Süleyman’ın (a.s.) kıssası, Süleyman ve Belkıs,
8) İsa’nın (a.s.) doğumu, risâleti, sofrası,
9) İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashâb-ı Kehf, Ashâb-ı Uhdûd, Ashâb-ı Fil,
10) İsrâ, Hicret, Bedir, Uhud, Benî Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi ve münâfıklara âit kıssalar. 430
Kur’an’da peygamber kıssaları yanında, başka insan ve topluluklarla ilgili kıssalar da vardır. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz:
a) Kur’an’da Kıssaları Anlatılan (Peygamberler Dışındaki) İnsan ve Topluluklar:
İsrailoğulları (yahûdiler), hıristiyanlar, sâbiîler, Semud toplumu, Lût kavmi, Medyen halkı, Ress halkı, bir kasaba halkı, Yesrib halkı, Hicr halkı, Âd halkı, bedevîler, Medine halkı, Tubba kavmi, Hz. Mûsâ’nın kavmi, Yunus kavmi, Hz. İbrâhim ve onunla birlikte olanlar, ikiden biri (Hz. Muhammed’in (s.a.s.) arkadaşı), Hz. Mûsâ’nın yardımcısı, ilim sahibi bir kişi, Hz. Mûsâ ve kadınlar, Tâlût ve topluluğu, Câlût ve ordusu, Ashâb-ı Kehf, Rakîm ehli, Ye’cûc v Me’cûc, bağ sahipleri, Hz. Yusuf’un zindan arkadaşları, Hz. Yusuf’un kardeşleri, Firavun ailesinden imanını gizleyen adam, Hz. Nuh’un ve Hz. Lût’un eşleri, şehir halkının üç elçisi, on iki güvenilir gözetleyici, Hz. Nuh’un oğlu, Hz. İbrâhim’in babası Âzer, Hz. Mûsâ’nın annesi ve kızkardeşi, Hz. Lût’un ailesi ve karısı, Hz. Âdem’in iki oğlu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in eşleri, İmran ailesi, Firavun ve önde gelen çevresi, sihirbazlar, büyücüler, Firavun ve orduları, Karun, Hâmân, Firavun, Firavun ailesi, Hz. Mûsâ’dan sonra İsrailoğuları’nın önde gelenleri, Firavun’un eşi, Ebû Leheb ve karısı, Mısırlı aziz ve karısı, müstazaflar-müstekbirler, Zü’lkarneyn, Zeyd, Sâmirî, Üzeyr, Sebe melîkesi, bahçe sahipleri.
Bunun yanında Kur’an’da mü’minlerin ve kâfirlerin değişik özellikleri de anlatılır.
b) Kur’an’da Melekler:
Güç sahibi melek; Cebrâil, çarpıcı bir güzelliğe sahip olması, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Cebrâil’i görmesi, Cebrâil’in ufukta görülmesi, Cebrâil’in Hz. Meryem’e düzgün bir beşer kılığında gönderilmesi, gözetleyici ve yazıcı iki meleğin her
430] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 171-172; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları, s. 176-177
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanın yanı başında olması, ikişer üçer ve dörder kanatlı elçi melekler, cehennemin sert ve güçlü melekleri, Allah’ın makamına süresi elli bin yıl olan bir günde çıkmaları, meleklerin şâhitliği, yakınlaştırılmış meleklerin Allah’a kulluğu, Arşın etrafını çevreleyen melekler, saflar halinde dizilen ve tesbih eden melekler, Hz. Âdem’e secde eden melekler, mleklerin Rablerinden korkmaları ve emrolundukları şeyi yapmaları, dizi dizi duran melekler, iman edenlerin karanlıklardan nura çıkmaları için duâ etmeleri, meleklerin Peygamber’e salât etmeleri, iman edenlerin üzerine meleklerin inmesi ve onları müjdelemesi, Allah’ın mü’minlere meleklerle yardımı, meleklerin Kadir gecesi Rablerinin izniyle yeryüzüne inmeleri, inkâr edenlere lânet etmeleri, meleklerin ikrama lâyık görülmüş kullar olmaları, Hz. İbrâhim’e gelen melekler, Hz. Lût’a gelen melekler, Hz. İbrâhim’e müjde ile gelen meleklerin yemek yememesi, Hz. Zekeriya’ya gelen melekler, Hz. Meryem’e gelen melekler, ölüm melekleri, yazıcı melekler, Arşı taşıyan melekler, Hârut ve Mârut, Tabutu taşıyan melekler, Kıyâmet gününde melekler, Cennet melekleri, Cehennem melekleri (bekçileri).
c) Kur’an’da Bahsedilen Mekânlar:
Tûr-i Sina, Tuvâ vâdisi, Mescid-i Haram (Beyt-i Haram, Beyt-i Atîk, Kâbe), Safâ-Merve, Mescid-i Aksâ, Mekke, Medine (Yesrib), Mısır, İrem, Babil.
d) Kur’an’da Peygamberlerin ve Mü’minlerin İmtihan Oldukları Mekânlar:
Hz. Yunus: Balık ve gemi, Hz. Yusuf: Kuyu ve zindan, Ashâb-ı Kehf: Mağara, Hz. Muhammed (s.a.s.): Mağara, mescidler, Müminlerin yaşadıkları mekânlar.
e) Kur’an’da Dikkat Çekilen Diğer Mekânlar:
İki denizin birleştiği yer, güneşin battığı yer, güneşin doğduğu yer, iki seddin arası, Hz. Meryem’in doğu tarafında çekildiği yer, hurma dalının altı, Hz. Meryem ve İsa’nın (a.s.) yerleştirildiği yer, Kehf ehlinin kaldığı yer, ekini olmayan bir vâdi.
Kur’an’daki kıssaların tarihî gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerine düşünerek hayata müsbet yön vermeye çalışmalıyız.
Kur’ân'da anlatılan kıssalar en doğru kıssalardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?"431 Bu ise, Kur’ân kıssalarının vâkıa ile eksiksiz bir uyum göstermesinden ileri gelmektedir.
Yine en güzel kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz."432 Çünkü Kur’ân kıssaları belâğatta mükemmellik ve anlamda üstünlük derecelerinin en yücesini kapsamaktadır.
En faydalı kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır."433 Çünkü Kur’ân kıssalarının kalplerin ıslâhı, amellerin ve ahlâkın düzeltilmesi üzerinde güçlü bir tesiri vardır.
431] 4/Nisâ, 87
432] 12/Yusuf, 3
433] 12/Yusuf, 111
KISSA
- 101 -
Yukarıda bazı ayrıntılı örnekleri görülen Kur’ân kıssaları, özetle üç kısma ayrılır:
Bir kısmı peygamberler; onların kendilerine iman edenlerle ve onları inkâr eden kâfirlerle, başlarından geçen olaylarla ilgilidir.
Bir diğer kısım başlarından ibretli olaylar geçen fertler ve çeşitli gruplarla alâkalıdır. Yüce Allah onların bu kıssalarını bize nakletmiştir. Meryem ve Lokman kıssaları ile duvarları çatıları üstüne yıkılmış bomboş bir kasaba yanından geçen kimsenin kıssası,434 Zülkarneyn, Karun, Ashâb-ı kehf, Ashâb-ı fil, Ashâb-ı uhdûdd ve benzer kıssalar gibi.
Bir üçüncü kısım da Peygamber (s.a.s.) döneminde meydana gelmiş birtakım olaylar ve kimselerle ilgilidir. Bedir, Uhud ve Ahzab gazveleri, Kureyza oğulları, Nadir oğulları gazveleri, Zeyd b. Hârise, Ebû Leheb ve başka kimselere âit kıssalar gibi.
Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
Kur’ân-ı Kerim’in anlatım tekniklerinden biri de kıssalar yoluyla olanıdır. Kıssalar muhâtaplara birer örnek ve ibret olarak anlatılır. Muhâtapların bu kıssalardan dersler alması istenir. “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” 435
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in yaklaşık yarısına yakınını oluşturan kıssaları sırf tarihî bir olay/anlatı olarak vahyetmemiştir. Yusuf (a.s.) kıssası hâricinde tüm ayrıntılarına kadar aynı sûre içerisinde anlatılan başka bir kıssa yoktur. Bir sûre içerisinde anlatılan bir bölüm diğer sûrelerde anlatılmamış olabilir. Aynı kıssanın o bölümünün başka sûre içerisinde değişik varyantlarla anlatıldığını görebiliriz. Bütün bu anlatım teknikleri Allah’ın, kıssaları bize, sırf kronolojik, tarihî bir biçimde anlatma arzusunda olmadığını gösterir. Kıssaların anlatımından Allah’ın o anda insanlara vermek istediği mesajların ön planda tutulduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla Kur’an kıssalarının amacı tarih anlatmak değildir. Amaç geçmişte yaşanmış olayları ve kişileri örnek göstererek o anda yaşayanlar ve kıyâmete kadar yine aynı olayları yaşayabilecek diğer insanlara ibretler vermektir. “Allah’ın sünnetinde/kanununda bir değişme bulamazsın.” 436
Kur’an’ın iniş sürecinde; Rasûlullah ve sahâbe bu kıssalardan ne anlıyordu? Acaba Rasûlullah ve ashâb, bugünün muhâtapları bizler gibi kıssaların tarihî, edebî, sosyolojik, pedagojik yönlerini araştırıp öyle mi hayata aktarıyorlardı? Yoksa kıssaların özel olduğunu mu kabul ediyorlardı?
Mekke dönemi, müslümanların harıl harıl İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştıkları bir dönemdir. Karşılarında ana ve babalarından tutun, âilelerinden kabile bireylerine kadar herkes vardır. Mü’minler İslâm’ı bu insanlara anlatmaya çalışırken Allah onlara, daha önce yaşayanlardan bir örnek verir. Bu örnek, aynı zamanda müşriklerle beraber hepsinin atası olan İbrâhim’in (a.s.) kıssasıdır. Hem tebliğ edenler
434] bk. 2/Bakara, 259
435] 11/Hûd, 120
436] 35/Fâtır, 43
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hem de edilenler için öğüt ve ibret numûnesi… Aynı örnek bizler ve kıyâmete kadarki tüm muhâtaplar için de geçerlidir.
Tanrı ve evren üzerine sorular ve düşüncelerle başlayan bir tefekkür sonunda gerçeği, “Allah’ı bularak bu inancını diğer insanlara en başta babasına anlatmaya, onları düştükleri yanlıştan kurtarmaya çabalayan Hz. İbrâhim, Allah’ın tüm insanlara sunduğu öğüt ve ibret anıtıdır. Oysa günümüzde İbrâhim’in (a.s.) kıssasının Nemrud’un onu ateşe atması ve Hz. İbrâhim’in oğlunu kurban etmesi hâricinde diğer anlatılanlar geri plana itilmiş; “Nemrud”, “kurban” gibi rumuzlarla anılır olmuştur.
Müslüman ve müşrikler arasındaki mücâdele uzadıkça müşrikler müslümanları yoğun bir işkence ve baskı altına alırlar. İman edenler, bunalmaya, endişeye düşmeye başlamışlardır. Bu çaresizlik ve ıstırap içerisinde Allah’tan yardım dilemektedirler. Bu esnâda Allah Nûh’un (a.s.) kıssasını vahyeder. Bu kıssa nâzil olunca Müslümanların tavrı ne olmuştur? Nûh’un (a.s.) gemisinin ebatlarıyla mı uğraşmışlardır? Gemiye bindirilen hayvanların hangileri olduğu üzerinde mi kafa yormuşlardır? Yoksa Tûfan’ın tüm dünyayı mı, yoksa Nûh’un (a.s.) yaşadığı kavmi mi kapladığını bulmaya çalışmışlardır? Allah Nûh kıssasını bu düşüncelerin cevabı için mi indirmiştir?
Oysa Allah, Nûh’un kıssasını vahyetmekle, Mekkeli müslümanlara şu mesajları vermek istemiştir. Nûh (a.s.) gece-gündüz durmaksızın açık ve gizli olarak insanları İslâm’a dâvet etmiştir. “Gece gündüz çağırdım onları, açıkça da söyledim gizlice de.”437 Müşriklerin, Nûh’un (a.s.) mü’minleri etrafından kovmasını, dâvâdan vazgeçmesini, buna karşılık olarak Nûh’a (a.s.) büyük ödüller vereceklerini vaat etmelerine karşılık o; Allah’ın dinini tebliğ etmeye devam etmiştir. “Benim ücretim Allah’a âittir.”438 Nûh (a.s.) bütün baskı ve eziyetlere rağmen tebliğin gidişâtını Rabbine havâle etmiştir. “Rabbim, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.”439; “Benimle onların arasında Sen hüküm ver.” 440
Nûh kıssasının inişi, müşriklerin baskı ve eziyetlerinden yılan Mekkeli müslümanlara Nûh’u (a.s.) örnek alarak tebliğde gevşememelerini, sebat etmelerini öğütlemiş oluyordu. Tabii ki daha sonra kıyâmete kadar Kur’an’a muhâtap tüm insanlara da bir ibret ve öğüt olacaktı.
Günümüzde ise Nûh (a.s.) kıssası okunduğunda birçok kimse Kur’an’ın muhâtapları Mekkeli müslümanlar gibi ibret almaktansa, Nuh’un gemisiyle, içine binen hayvanların nitelikleriyle, Tufan’ın nasıl olduğu gibi tarihî bilgilerle uğraşmaktadırlar. Yunus, Yusuf, Eyyub ve Süleyman kıssaları gibi diğer kıssalar da aynı kaderi paylaşmaktadırlar ne yazık ki…
Bazıları kıssalarla ilgili konular gündeme getirildiğinde “ne gereği var bunların üzerinde durmaya” gibi düşünceler içerisindedirler. “Biz bunları aştık, daha önemli konulara bakalım!” dercesine kayıtsız kalmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki rasüllerin kıssalarında görülen ortak noktalardan biri de vahyin iniş dönemi esnâsında müslümanların müşriklere karşı verdikleri tebliğ mücâdelesidir.
437] 71/Nûh, 8-9
438] 11/Hûd, 29
439] 23/Mü’minûn, 25
440] 26/Şuarâ, 118
KISSA
- 103 -
Mekke’nin ilk dönemlerinden itibaren inen kıssaların tebliğ eylemindeki konumunu değerlendiremeyen müslümanlar tebliği neye göre ve nasıl yürüteceklerdir?
Kâfirlerin baskısını görünce Nûh (a.s.) gibi mi olacaklar, yoksa “Allah kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” deyip, kendi gücünün neye yeteceğini denemeye bile gerek görmeyerek sadece çoluk-çocuğunun rızkını kazanmaya mı çalışacaklardır? Ya da, “devir değişti, insanlar bozuldu; kimseye din-min anlatılmaz” deyip, yanlış bir ictihadda bulunarak kavmini terk eden Yunus (a.s.) gibi toplumu terk mi edecekler? Ya da kırk gün kırk zeytinle inzivâya çekilip toplumun belâlarından kaçtıklarını söyleyenlere alkış mı tutacaklar?
Şâyet ders alırlarsa Yunus kıssası onlara ibret olacaktır. Çünkü Yunus (a.s.) kavmine kızarak Allah’tan bir emir almadığı halde çeker gider, düşüncesine göre o kavim artık ıslah olamazdı. “O öfkelenip giderken kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı.”441 Ancak düşündüğü gibi olmadı. Allah, bu hatasına karşılık verdiği cezâdan sonra onu tekrar elçi olarak kavmine yolladı. Yunus’un (a.s.) kavmi daha sonra iman etti. “Sonunda ona inandılar.”442 Böylece müslümanların tebliğ eyleminde sonucu Allah’a bırakmalarını, gevşememelerini, Yunus (a.s.) kıssası vâsıtasıyla Mekkeli müslümanlara öğütlemiş oluyordu. Tabii daha sonrakilere de, bize de…
Ancak sonra gelenlerin birçoğu bu mesajları alacakları yerde, Yunus’un (a.s.) balığın karnına nasıl sığdığı, “yaktin”in nasıl bir ağaç olduğu üzerinde fikir yarıştırmakla meşgul olmuşlardır.
Görülüyor ki Kur’an’daki kıssalar yaşadığımız hayatla o kadar iç içedirler ki, onları anlamadan, ne yapacağımız hareketlerin, ne de bu hareketlerin karşılığı olarak gelecek sonuçları iyi değerlendirmemiz mümkün olacaktır.
Kıssalara tarih gözüyle bakmak, ya da onların yaşayan şahıslara özel, onlarla sınırlı olduğu şeklinde bir kabul, Kur’an’ın yeterince özümsenmediğinin bir göstergesi olacaktır. Kur’an’da Yusuf (a.s.) kıssası, onun hayatını anlatmak için midir? Süleyman’la (a.s.) Sebe melikesi arasında diyalog, Sebe kraliçesi gibi bir yöneticiye Allah’ın dininin tebliğ edilmesi örnekliği değil midir? Peygamberimiz’in diğer kavimlerin krallarına yaptığı İslâm’a dâvete örneklik teşkil etmemiş midir?
Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve diğer rasullerin kıssaları bize yaşadığımız anın ve gelecekte bunlara karşılık yaşayacağımız olayların ipuçlarını verir, yol gösterir. İslâmî mücâdelede yöntem sorunlarımıza cevaplar verir. Karşılaşacağımız soruları, atılacak çamur ve iftiraları bildirir. Kâfirlerin takınacakları tutumlar ve bunlara karşı alınacak tedbirler hakkında bizleri uyarır.
Öyleyse; tûfan, gemi, balık, taht, cin, köşk, yaktin, dâbbe vs. gibi tâlî meselelerle uğraşıp, kıssalardaki ana mesajları gözden kaçırmayalım. Kıssalardaki kapalı meseleleri ancak Kur’an’ın bildirdiği gayb bilgisinin sınırları içerisinde mütâlaa etmeli, bu meselelerin “kıssacılık” veya “İsrâiliyât”tan kaynaklanan mevzû haberlerle yorumlanması cihetine gitmemeliyiz. Özellikle kıssaları tarihî ayrıntılara hapsederek vakit geçirmeyelim; zira biliyoruz ki, bu tür bir çaba bize hak nâmına hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, yaptığımız iş “gaybı taşlmak”tan
441] 21/Enbiyâ, 87
442] 37/Sâffât, 148
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öte bir şey olmayacaktır. Birer tebliğci olan/olması gereken bizler, bu gerçeklerin ışığında tekrar kıssaları okuyalım. Okuduklarımızı Kur’an bütünlüğü içerisinde ele alarak değerlendirelim. 443
Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri
Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pek çok hikmetleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:
1. Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtivâ ettiği hikmeti açıklaması. Çünkü Yüce Allah: "Andolsun onlara kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir." 444 buyurmaktadır.
2. Yalanlayanları cezâlandırmak sûretiyle Yüce Allah'ın adâletinin açıklanması. Allah Teâlâ yalanlayıcılar hakkında: "Biz onlara zulmetmedik; Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." 445 diye buyurmaktadır.
3. Mü'minleri mükâfatlandırmak sûretiyle Allah'ın lutfunun açıklanması. Allah: "Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Lût’un ailesi müstesnâ. Onları seher vaktinde kurtardık. Tarafımızdan bir nimet olmak üzere (bunu yaptık). İşte şükredenleri Biz böyle mükâfatlandırırız." 446 diye buyurmaktadır.
4. Peygamber (s.a.s.)'in, yalanlayıcıların kendisine yaptıklarına karşı teselli edilmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık delillerle (mûcizelerle), sahifelerle ve nur saçan kitaplarla gelmişti. Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azâbım nasıldır!?" 447
5. Mü'minleri iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını arttırmaları için teşvik etmek. Çünkü mü'minler kendilerinden önce yaşayan mü'minlerin kurtulduklarını ve cihad ile emrolunanların İlâhî yardıma mazhar olarak zafere eriştiklerini bu kıssalarla öğrenmiş bulunuyorlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz de duâsını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." 448; "Andolsun ki Biz senden önce kavimlerine rasûller gönderdik, onlar da kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz günahkârlardan intikam aldık. Mü'minlere yardım etmek ise zâten üzerimize bir haktır." 449
6. Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların (âkıbetlerinin) benzerleri vardır." 450
7. Peygamber’in (s.a.s.) risâletini ispatlama. Çünkü geçmiş ümmetlere dâir haberleri ancak Yüce Allah bilir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bunlar
443] Cengiz Duman, Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Haksöz, sayı 30, Eylül 1993, s. 28-29
444] 54/Kamer, 4
445] 11/Hûd, 101
446] 54/Kamer, 34-35
447] 35/Fâtır, 25-26
448] 21/Enbiyâ, 88
449] 30/Rûm, 47
450] 47/Muhammed, 10
KISSA
- 105 -
sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." 451; "Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi?" 452
Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)
Kur’an kıssalarında vurgulanan ya da hikmet olarak çıkarılan toplumlarla ilgili sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:
I. Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri
İnsan, toplumsal bir varlıktır.
Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
Toplumlar değişkendirler.
Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.
Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.
II. Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.
III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri
Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.
Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.
Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.
451] 11/Hûd, 49
452] 14/İbrâhim, 9
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.
IV. Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri
a- Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcıdır. 453
b- İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” 454
c- Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır. 2/Bakara, 246-252 ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.”455; “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesâda uğrardı.” 456
d- Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde vârisler kılalım.” 457; “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” 458
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:
a. Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.” 459
b. Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada bozgunculuk yaparlar.” 460
c. Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?” 461
d. Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” 462
e. İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.” 463
453] 48/Fetih, 22-23
454] 13/Ra’d, 11
455] 2/Bakara, 249
456] 2/Bakara, 251
457] 28/Kasas, 5
458] 14/İbrâhim, 13
459] 7/A’râf, 5
460] 17/İsrâ, 16
461] 29/Ankebût, 28-29
462] 6/En’âm, 44
463] 16/Nahl, 112
KISSA
- 107 -
f. Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır. 464
g. Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir. 465
h. Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri. 466
i. Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar. 467
A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semûd kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır.468 Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” 469
Helâk Konusunda Sünnetullah
Allah’ın helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz:
Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır. 470
Bütün toplumlar, elçiler aracılığıyla uyarılmıştır. 471
Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler. 472
Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır. 473
Toplumun önderleri toplumdan sorumludur. 474
Toplumların mânevî yönleri, maddî yönlerinden önceliklidir. 475
Kâfir ve zâlim toplumlar, çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler. 476
464] 2/Bakara, 85
465] 24/Nûr, 63
466] 11/Hûd, 116
467] 11/Hûd, 84-86
468] Bk. 7/A’râf, 65-93
469] 7/A’râf, 94-95
470] 10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41; 42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa, 24; 91/Şems, 9-10
471] 13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36
472] 26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134
473] 38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136; 36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...
474] 7/A’râf, 38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas, 63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116
475] 34/Sebe’, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9; 41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas, 76-82; 68/Kâlem, 17-33
476] 6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14; 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kâfir ve zâlim toplumlar hemen helâk edilmezler. 477
Allah, kâfir ve zâlim toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder. 478
Kâfir ve zâlim toplumlar, inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez. 479
Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması, fayda vermez. 480
Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür. 481
Peygamber Kıssalarında Zikredilen Helâklerin Sebepleri
Helâkler ve toplumsal çöküşler; itikâdî, ahlâkî, siyasî ve sosyo ekonomik sebeplere bağlanabilir. Ama esas sebep, itikadîdir. Diğer sebepler, bu temel sebebe bağlı hususlardır.
Helâk ve toplumsal çöküşlerin itikadî sebeplerini şirk, küfür, irtidat, nifak, tekzîb, fısk, istikbâr, istihzâ, geleneğe körü körüne bağlılık yani atacılık olarak sınıflandırmak mümkündür.
Ahlâkî nedenleri de günahlar, haddi aşmak, fitne ve fesat, bencillik, ihtilâf ve tefrika, ıslah mekânizmasının olmayışı olarak değerlendirebiliriz.
Siyasî sebepleri ise; zulüm, kötülüğü yaygınlaştırma ve fesat, yönetici seçkinlere (tâğutlara) mutlak itaat olarak özetleyebiliriz.
Sosyo-ekonomik nedenleri ise; nankörlük, zenginlik ve maddî refah, israf ve tebzîr (saçıp savurma), ticârî ilişkilerde adâletsizlik olarak sıralamak mümkündür. 482
Toplumların helâklerinin temel sebeplerini, âyetlerden yola çıkarak şöyle izah etmek mümkündür:
a- Uyarıcıları Yalanlama: Uyarıcıların getirdiği gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir. 483
b- Başlarına Gelen Belâ ve Musîbetlerden Ders Almama: Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tûfân, çekirge, kurbağa, kan gibi belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna yoruyorlar. Bu belâdan kurtulunca da, bunu
477] 7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56; 3/Âl-i İmrân, 178
478] 32/Secde, 21; 7/A’râf, 130; 6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf, 94-95
479] 5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ, 110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât, 148
480] 10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85
481] 26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70; 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87; 7/A’râf, 70
482] Geniş bilgi için Bk. Ejder Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan Y.
483] Bk. 7/A’râf, 94
KISSA
- 109 -
kendi iyiliklerine ve haklılıklarına delil görüyorlar. Zaman zaman Hz. Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine musallat ettiği belâları kaldırması için duâ etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu belâdan kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar. 484
c- İstikbâr (Büyüklük Taslama): Helâke uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır.
Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi, kendilerine azap tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak, zayıfları ezip sömürmek olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”485; “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.”486; “Biz bir ülkeyi helâk etmeyi murâd ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar, kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk ederiz.” 487
Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azâbına uğradı.488 Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.489 Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı.490 Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular. 491
“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” 492
d- Zulüm: Allah, toplumları zulüm işledikleri için helâk eder. Allah’ın
484] Bk. 7/A’râf, 130-136
485] 7/A’râf, 66
486] 7/A’râf, 88
487] 17/İsrâ, 16
488] 41/Fussılet, 15-16
489] 7/A’râf, 77-79
490] 7/A’râf, 91-93
491] 7/A’râf, 132-137
492] 6/En’âm, 93
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyetlerine, mûcizelerine, peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazâbı ve azâbı hak olur. “Nice ülkeler vardır ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).” 493
“İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.” 494
“...Biz ahâlisi zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.” 495
“Halkı ıslahatçı olduğu halde Rabbin, bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.” 496
"Allah'ın, âhirete saklamakla beraber, bağy (zulüm) ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezâyı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur." 497
Fakat bu dünyevî durum; "her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır", şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın sünnetindendir. Onu cezâlandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür.
Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek Cezâlandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." 498 Dolayısıyla Allah, zulmün cezâsı olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" buyrulmaktadır.499 “Ezzâlimu seyfullah yentekımu bihillâh sümme yüntekamu minhu. Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır.”500 Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder. "De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" 501
Zâlimler Kurtulmazlar: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi, dünyada da iflâh olmamalarıdır. "De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı
493] 22/Hacc, 45
494] 18/Kehf, 59
495] 28/Kasas, 59
496] 11/Hûd, 117
497] Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244
498] 6/Enâm, 129
499] Tefsir-i Âlûsi, 8/27
500] Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/49
501] 6/En'âm, 47
KISSA
- 111 -
yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!" 502
Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: "Böylece (hiçbir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi."503; "Zâlimlerden başkası mı helâk olur!"504; "...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız."505; "(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda getirdik." 506
Zâlim Toplumların Helâki İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel sözkonusudur. "Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler." 507 Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi.
Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: "Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez." 508 Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.
Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: "İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezâlanır."509 Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındAdır. "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler." 510 Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: "Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler."511 Sahih-i Buhâri'de İbrâhim en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: "Ashâb horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi." 512
Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez."513 Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine
502] 6/En'am, 135
503] 6/En'âm, 45
504] 6/En'âm, 47
505] 10/Yûnus, 14
506] 21/Enbiyâ, 11
507] 6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49
508] 11/Hûd, 117
509] Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423
510] 42/Şûrâ, 39
511] Kurtubî 16/39
512] Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99
513] 11/Hûd, 113
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifâdeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette "zulmedenlere" denilip de "zâlimlere" denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir). 514
Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen cezâ, ona da verilir. Bunları ateş cezâsından kurtaracak dostları da olmayacaktır. "Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur."515 Peygamber Efendimiz'in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: "Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır." 516
Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek câiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi câiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. "Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır."517 Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsâade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.
Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı."518 Allah, hepsini bu âyette "hata" vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da inmişti: "Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk."519; "Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!"520 Allah, hepsini "zâlim" olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım ettikleri için askerlerine "zâlimler" diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.
Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. "Zâlimin bekası için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde
514] Tefsir-i Zemahşerî, 2/433
515] 3/Âl-i İmrân, 192
516] Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106
517] Râmuz el-Ehadis, c. 2, s. 445
518] 28/Kasas, 8
519] Zâriyât, 40
520] 28/Kasas, 40
KISSA
- 113 -
O'na âsi olunmasını istemiştir."521 Süfyânu's Sevrî; "Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?" diye soranlara: "Hayır!" cevabını vermişti. "Ama ölür" denilince de, "Bırakın ölsün!" demişti.522 Allah Teâlâ, Hz. Nûh'a; "Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!" 523 ihtârında bulunmuştur.
Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilân etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması câiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak ederler.
En büyük zulüm şirk olduğuna 524 ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm, en kötü ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır. İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.
Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce "müslüman" vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir statüye göre işleyen bir mekanizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin, mutlak sûrette zulüm işlenmiş olur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." 525
İslâm’sız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesâda vermektedir.
İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücâdeleyi emreder. 526
Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj
Kur’an kıssalarında yer alan geçmiş toplumlar ve eski ümmetlerin hayat tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı,
521] Beyhakî, Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
522] Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
523] 23/Mü'minûn, 27
524] 31/Lokman, 13
525] 5/Mâide, 45
526] 4/Nisâ, 75
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk müslüman cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanı sıra Yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından sonra bu ümmetin bütün kuşaklarını yönlendirmek, eğitmek ve vaad ettiği üzere insanlığa ideal biçimde önderlik etmek hususunda Kur'ân-ı Kerim'in canlı ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün olarak yaşama tarzlarını ondan almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı sistemlerin câhiliyye sistemleri olması hasebiyle mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.
Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını değildir. Tersine geniş kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın talimatnamesi olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte bu gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman cemaate, insanlığın geçmişteki hayat deneyimlerini, duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu alanda Hz. Adem'den (a.s.) beri süre gelen iman çağrısının yaşadığı tecrübelere öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına bir çeşit yol azığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son derece değerli yol azığı ile ve değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle donatırken onun hangi yolu izleyerek yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte, Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların en sık rastlanan türü İsrailoğulları'na (yahûdilere) ilişkin kıssalardır. Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birkaç tanesini belirtelim:
Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını, bu kuşakların, dinlerine ve inançlarına karşı eski yahûdilerin tavırlarına benzer tavırlar takınacaklarını bildiği için yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını, kendilerine yahûdi tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde sunmuştur. Böylece bu kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme noktalarına ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat Yüce Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret alabilecektir.
Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli bir şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek ve geleceğe uzanan yolumuzu aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına canlı direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa Kur'an sadece âhenkle okunması lâzım gelen bir güzel sözler manzûmesi ya da bir daha geri gelmeyecek olan tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri olarak düşünülmemelidir. Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki hayatımızda birer direktifimiz olsun niyetiyle okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız. Tıpkı ilk müslüman cemaat gibi; Onlar Kur'an'ı, o günkü pratik hayatlarının gelişmelerine ilişkin direktifler almak amacı ile okuyorlardı. Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz takdirde her şeyi onun satırlarında buluruz. O'nun âyetlerinde Kur'an gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri, deyim
KISSA
- 115 -
yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen nice şaşırtıcı, insanı hayrette bırakan açıklamalar bulacağız. Onun kelimelerinin, cümlelerinin ve direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz. Bu canlı varlıklar bize kimi zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız", kimi yerde "şu düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da "şurada çok ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı varlıklar başımıza gelecek her olay, karşımıza çıkacak her gelişme önünde bize uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar sunacaklardır. İşte o zaman Kur'an'ın yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamını kavrayabileceğiz: "Ey mü’minler, Allah ve Peygamber size hayat verecek gerçeğe çağırdıklarında onlara olumlu karşılık veriniz." 527
Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır, sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır. Onun çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin değildir.
Kur’an kıssalarının içerdiği bütün mesajları istesek de tümüyle kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi, Kur'an âyetleri kalplere yönelik mesajlarını, kalplerin içinde bulundukları durum ve bu durumların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar oranında sunar ve her zaman ihtiyaç oranında mesaj birikimlerini kalplere açar. 528
Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı
Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lokman kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binâen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmektedir.
Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:
1. Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.
2. İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi,
3. Bu kıssalara muhâtap olanların durumlarını ve zamanı gözönünde bulundurmak. Bu sebepten ötürü çoğunlukla Mekkî sûrelerde geçen kıssalarda anlatım özlü ve üslûp serttir. Fakat Medine döneminde inen sûrelerde bunun aksini görüyoruz.
4. Kıssaların, durumun gerektirdiğine uygun olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması sûretiyle Kur’ân belâğatinin açığa çıkması,
5. Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun Yüce Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa, herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış bulunmaktadır. 529
527] 8/Enfâl, 24
528] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
529] Muhammed Sâlih el-Useymin, Tefsir Usûlüne Giriş, Çeviren M. Beşir Eryarsoy
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an Kıssalarının Gerçekliği: Günümüzde edebî türler arasında en fazla gelişen türler roman ve hikâye türleridir. Bilindiği gibi roman ve hikâyelerde olayların gerçekliği aranmaz. Hatta gerçek bir olayı konu alsa bile yazar, olaylar arasındaki boşluğu doldurur ya da okuyucuya vermek istediği mesaj doğrultusunda olaylara yön vermeye çalışır. Bu yolla ortaya konulan edebî türlerin toplumların yönlendirilip eğitilmelerinde, hayata bakış açılarında birtakım etkilerinin olduğu da inkâr edilemez.
Çağımızın bilimleri arasında çekidüzen verilen bilim dallarından biri de tarihtir. Artık daha çok belgelere önem verilmekte ve belki de daha önce yer verilmeyen ve tarihe gerçekten ışık tutan belgeler, sözgelimi kazılar ve bu kazılarda elde edilen bulgular değerlendirilmektedir. Tarih araştırmaları için bu tür belgelerin elde edilebilmesi de maddî imkân, teknoloji ve ciddî disiplin isteyen bir iştir. İtiraf etmek gerekir ki, Batılılar bu konuda önemli bir mesafe kat etmişlerdir. Batıda yapılan bu çalışmaları basamak yaparak bazı müsteşrikler, Kur’an’da geçen bazı kıssaların tarihî gerçeklerle bağdaşmadıklarını ileri sürmüşlerdir.
Roman ve hikâye gibi bazı edebî türlerin gerçeklere dayanmıyor olsalar bile toplumu etkilediklerini gören ve Batılı müsteşriklerin saldırıları karşısında psikolojik yenilgiye uğramış bazı müslüman araştırmacılar, Kur’an kıssalarının gerçek olaylara dayanma mecburiyetlerinin bulunmadığını; kıssaların hikmetlerinin insanların ibret almaları olduğunu ve onlardan ibret alınması için de gerçek olmalarının gerekmediğini savundular.
1950’lerde Mısır’lı araştırmacı Muhammed Ahmed Halefullah, hazırladığı “el-Fennu’l-Kasas fi’l-Kur’an” isimli doktora tezinde bu görüşü ileri sürdü. O dönemde tezin lehinde ve aleyhinde çok şey yazıldı. Hatta bu tezi nedeniyle müellif üniversite hocalığından uzaklaştırıldı. Ancak onu takiben birçok modernist, bu görüşün savunucusu oldu.
Kur’ân-ı Kerim, Halefullah’ın iddiasının aksine müşriklerin “evvelkilerin masalları” nitelemelerini açık bir şekilde reddetmektedir. Bu konuyla ilgili olarak bk. 25/Furkan, 4-6, 16/Nahl, 24-25; 68/Kalem, 15-16; 3/Âl-i İmrân, 44; 12/Yusuf, 102; 18/Kehf, 13, 18, 22, 91. 530
Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı
Kıssa kelimesinin çoğulu olan “kasas” ve türevleri, Kurân-ı Kerim’de toplam 26 yerde geçer. Kıssa kavramına yakın anlamı olan, haber, vâkıa, hâdise anlamına gelen nebe’ ve çoğulu enbâ’ kelimeleri de toplam 29 yerde kullanılır. Hubr, haber ve ahbâr kelimeleri de toplam 7 yerde zikredilir. Yirmi sekizinci sûrenin ismi de Kasas (Kıssalar) sûresidir.
Kur’ân-ı Kerim’de, her haberin gerçekleşeceği bir zamanın olduğu
530] M. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası Y., s. 367-369; daha geniş bilgi için bk. M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 49-63; Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y., Ayrıca, şu makalelere bakılabilir: Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95; Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002; Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şngüle, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184
KISSA
- 117 -
vurgulanır.531 Kur’an’ın büyük bir haber olduğu beyan edilir. 532
Kur’an, bazı geçmiş olayların ve eskiden yaşayan kimselerin haberlerini anlatır 533. Bu haberlere Kur’an, gayb haberleri,534 eğer bahsedilen kişiler peygamber ise Peygamber haberleri535 der.
Kur’an, peygamberlerin bir kısmının kıssalarını anlatmış, bir kısmının ise anlatmamıştır. 536
Kur’ân-ı Kerim’de kıssa kelimesi geçmez. Aynı kökten gelen, aslında isim olup masdar yerine de kullanılan kıssa kelimesinin çoğulu “kasas” biçiminde ve “kasasnâ”, “nekassu”, “lem naksus” gibi fiil hallerinde kullanıldığı görülür. Anlam olarak bakıldığında, kelime, peygamberlerin hayat ve mücâdeleleri olaylarına verilen bir isim olarak (kasas şeklinde, kıssalar olarak) geçtiği gibi; anlatmak, bir haber veya sözü bildirmek, açıklamak, tâkip etmek, izlemek gibi mânâlarda da pek çok yerde kullanılmaktadır. Bu kelime ve anlatım üslûbu, Kur’an’da geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu sûretle insanların unutmuş bulundukları veya gâfil oldukları olaylar üzerine dikkatleri yoğunlaştırarak derinden derine tefekkür alanına çıkarma gâyesine dikkat çekmek ister tarzda kullanılır. İşte bundan dolayı da Kur’an “kıssa” kelimesi yerine, ilk bakışta daha uygun gibi sanılan (Arapça) “hikâye” kelimesini kullanmamıştır. Çünkü hikâye kelimesinin lügat anlamı; bir şeyin aynısını ve benzerini getirmek mânâsına gelmektedir. Arapçada ve Türkçede hikâye denilince, ister vuku bulsun, ister (gerçek olabilecek tarzda ama) hayâlî olsun, anlatılan her şeye hikâye denir ki, bu anlam Kur’an kıssalarının mâhiyet ve keyfiyeti ile asla bağdaşmaz. Kur’an kıssalarına hikâye demek doğru değildir.
Kur’ân-ı Kerim, kıssalar konteksi içerisinde geçmiş tarihî olaylar hakkında kasas kelimesi dışında nebe’ (çoğulu enbâ’), asr-ı saâdette vuku bulan hâdiseler için de haber (çoğulu ahbâr) kelimelerini de kullanmıştır. Ancak kasas kelimesi dışındaki farklı kelimelerle de ifâde edilen Kur’an kıssalarındaki ortak ve değişmeyen nokta, vukuu kesin tarihî olaylar ve haberler olmasıdır. Kıssa kelimesi, günümüzde çağrıştırdığı anlamın ötesinde Arapça’da hayale, tahrife, yanlışa dayanmaksızın gerçek olaylar hakkında kullanılan bir kelimedir. Vukuu kesin olmayan anlatımlar için kullanılan diğer kelimeleri kıssa kavramı yerine kullanmak kesinlikle yanlıştır.
“Şüphesiz bu, gerçek kıssadır…” 537
“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık…” 538
“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların
531] 6/En’âm, 67
532] 38/Sâd, 67-68, 88
533] 20/Tâhâ, 99
534] 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49
535] 11/Hûd, 120
536] 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78
537] 3/Âl-i İmrân, 62
538] 4/Nisâ, 164
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ardından başka nesiller yarattık.” 539
“Ve onlara olup bitenleri tam bir ilim ile mutlaka kıssa edeceğiz/anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz.” 540
“İşte o ülkeler -ki, sana onların haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz- andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller (mûcizeler) getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler.” 541
“…İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” 542
“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettikleri için nice nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız. Sonra da sizin nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler (onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” 543
“İşte bu, (halkı helâk olmuş) memleketlerin haberlerindendir. Biz onu sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Onlardan (bugüne kadar izleri) ayakta kalan da vardır, biçilmiş ekin (gibi yok olan) da vardır.” 544
“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” 545
“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” 546
"İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" 547
“Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her şeyin açıklanması, iman eden bir toplum için bir rahmet ve hidâyettir.” 548
“Onların (Ashâb-ı Kehfin başından geçenleri hak/gerçek olarak kıssa ediyoruz/anlatıyoruz…” 549
“(Rasûlüm!) İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir (üzerinde düşünmeye ve ibret almaya
539] 6/En’âm, 6
540] 7/A’râf, 7
541] 7/A’râf, 101
542] 7/A’râf, 176
543] 10/Yûnus, 13-14
544] 11/Hûd, 100
545] 11/Hûd, 120
546] 12/Yûsuf, 3
547] 12/Yusuf, 102
548] 12/Yûsuf, 111
549] 18/Kehf, 13
KISSA
- 119 -
lâyık olaylara dair haberleri içeren Kur’an) verdik.” 550
“Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, kıssalarını anlatmadığımız, /durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var…” 551
“Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir. Bunlar, gâyesine ulaşan birer hikmettir. Fakat peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor.” 552
Tefsirlerden İktibaslar
Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki:
“Yâ Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle en güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz…”553 Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir. Yusuf kıssası, "Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler vardır.”554 Bu âyet uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel bir kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır. Hiçbir kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır. Arabî bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile yani sözleri ve mânâsı ile birlikte vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur'ân'ın vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah'dır. Yoksa, şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire gaybdan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluv, (okunan vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.
Herbiri apaçık birer burhan ve belge olan sözkonusu üç burhan ile bu âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri düşünecek ve güzel beyanı dinleyip anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça ifade edileceği üzere, aklen ve naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre "İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir."555 Bu Kur'ân "Uydurulmuş herhangi bir söz değildir." 556
Ahsenü'l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa, öykü, menkıbe anlamına mef'ul-i mutlak veya mef'ûl-i bih olur. "Kasas" aslında mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin izini sürerek arkasına düşmektir. Nitekim557 âyetinde de geçtiği üzere, "İzlerini takip ederek (kasasâ) geriye döndüler" demektir. "(Mûsâ'nın) kızkardeşine 'onun izini takip et (kussî hi)' dedi." 558 âyetinde izini takip et, arkasını
550] 20/Tâhâ, 99
551] 40/Mü’min, 78
552] 54/Kamer, 4-5
553] 12/Yusuf, 3
554] 12/Yusuf, 7
555] 12/Yusuf, 102
556] 12/Yusuf, 111
557] 18/Kehf, 64
558] 28/Kasas, 11
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakma, demektir. İkinci olarak yine bu anlamdan alınıp izlemeye değer bir haber nakletmek, bir gerçek hikâye anlatmak mânâsına gelir ki, Türkçe ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak denilir. Üçüncüsü, o anlatılan haber veya hikâyede mef'ul anlamında mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas yahut kıssa denilir ki, "kasas" bunun çoğulu olur.
Kıssa da esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve hikâyelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya efsane denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak bakımından, efsane deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikâyenin kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir hikâyenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikâyeler çok nadir olur. Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delâlet eden bedi'î nüktelerle tasviri ve belâgatlı bir şekilde anlatılmış olanlar arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir mâcerâsı olan ve ebedî güzelliğin gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatin belâğatli bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi ve nişanıdır.
Hz. Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin gelecekte gelişecek olan olaylara ve mukadderatına İlâhî gayb âleminden nasıl bir sembol ve misal olmuş ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî güzelliğin en yüce anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü olarak nâzil olmuş olan bir gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve bu özelliğinden dolayı en güzel kıssadır. 559
Seyyid Kutub diyor ki: Sûrenin konusu bir kıssa olduğu içindir ki, burada anlatılan kıssaların da bu kitabın materyallerinden birini oluşturduğu özellikle belirtiliyor: "Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle, sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz." Sana Kur'an'ı vahyederek, tüm bu kıssaları, en güzel kıssaları anlatıyoruz ki, bunlar vahyin bir parçası konumundadır.
"Oysa, daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun, sen bunlardan habersizdin." Daha önce sen de bulunduğun toplumun okuma-yazma bilmeyen insanlarından biriydin. Tıpkı onlar gibi sen de, Kur'an'ın sözünü ettiği türden konularla ve de böylesine ayrıntılı kıssalarla hiç ilgilenmemiş biriydin. 560
Mevdudi diyor ki: “Bu âyet dolaylı biçimde Mekke kâfirlerine seslenmekte ve Rasul'ün Mısır'da İsrailoğulları'nın yerleşmesine dair bir kıssa hakkında hiçbir şey bilmediğini, ancak bunun hakkında Allah'tan gelen vahiyle haberdar olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir görüş kaçınılmazdı zira, kâfirler bu meseleyi âniden
559] Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Sûresi Tefsiri, âyet 3
560] Fî Zılâli’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3
KISSA
- 121 -
ortaya atarak, Hz. Muhammed'i (s.a.s.) imtihandan geçirmek ve (güya) "gerçek yüzünü teşhir etmek" istiyorlardı. Bu girişim bu âyetlerle karşılandı: "Ey Muhammed, onlara de ki, bundan önce İsrailoğulları'nın Mısır'a yerleşmesi hakkında hiçbir mâlûmâtınız yoktu ve şimdi bu olayla ilgili bizden indirilmiş vahyî bir bilgi karşısındasınız." 561
Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı
“İsrâiloğulları, kıssa anlatırlardı da bu, onların helâk edilmelerine sebep oldu.” 562
“İsrâiloğulları sâlih ameli terk etmelerinden dolayı helâk oldukları zaman kıssalarla kendilerini avutuyorlardı.” 563
“Ancak emîr, memur veya hilekâr (gösteriş düşkünü, kibirli, çalımlı) olanlar kıssa anlatabilir, onlardan başkası kıssa anlatmaz.” 564
Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir. 565
Abdullah bin Ömer: “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” 566
Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.”567 hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir.568 Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı”569 demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir.
Bu hadislerde kınanıp olumsuz şekilde bahsedilen kıssa konusunda ileriki sayfalarda Kıssacılık ve Kıssacılar başlığı altında bilgi verilecektir.
Hz. Peygamber’in Kur’an kıssalarında gözetilen hedeflere paralel olarak, zaman zaman mü’minlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım mücerret gerçeklerin daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla vaazlarında tarihî ve temsilî mâhiyette kıssalara yer verdiği görülmektedir. Ayrıca onun hayatının değişik safhalarına âit ibret ve öğüt verici birçok olay da kaynaklarda yer almaktadır.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisleri kıssa yönüyle çok zengindir. Bir kısım peygamberlerle ilgili olarak Kur'anî ve gayr-ı Kur'anî kıssalar anlatıldığı gibi, Kur'an'da hiç yer verilmeyen bazı şahısların kıssaları da anlatılır. Bunlardan bir kısmı örnek kişilerin, bir kısmı da kötü kişilerin kıssasıdır. Bazen cennet ve cehennemin
561] Tefhîmu’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3
562] Hâfız Irâkî’den Süyûtî, Tahzîr, s. 227
563] İbnu’l-Esîr, IV/71
564] İbn Mâce, Edeb 40; Ebû Dâvud, İlim 13; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217
565] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
566] İbn Mâce, Edeb 40
567] İbn Mâce, Edeb 40
568] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
569] İbn Mâce, Edeb 40
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tefâhuru (birbirlerine övünmesi), hayvanların konuşması gibi daha farklı kıssalara da rastlanır. Hepsi hisseler alınacak derslerle doludur. Sırf eğlence olsun diye anlatılan kıssa mevcut değildir.
Yüce hakikatler, anlaşılması zor ve gâmız meseleler, kıssalar yoluyla müşahhas, herkesin ve hatta en avamdan bir kimsenin bile anlayabileceği bir hale getirilmekte, âdeta sahneye konmaktadır. Bu tarza, taşıdığı ta'limî (didaktik) değer sebebiyle eskiden beri bütün dinî kitaplarda yer verilmiştir. Şu halde kıssaya genişçe yer verme hâdisesi sadece İslâm'a has bir metod değildir. İncil ve Tevrat gibi diğer mukaddes kitaplarda da kıssalar mevcuttur. Telkin ve öğretimde kıssa anlatımının ehemmiyetini idrak eden laik çevreler de günümüzde kıssa edebiyatına çocuk-büyük her çeşit insan seviyesinde yer vermektedir. Roman bile bir kıssalar dizisinden meydana gelen bir büyük kıssa olarak tarif edilebilir.
Dinî mesajın, ahlâkî ideallerin halka intikalinde kıssanın mühim ve müessir bir vasıta olduğunu görüyoruz. Bu sebeple bütün İlahî kitapların ve peygamberlerin kıssalara yer verdiğini, dolayısıyla günümüz şartlarında, dinî öğretim ve ahlâkî terbiyede bu tekniğin yeterince kullanılması, işlenmesi geliştirilmesi gereğine dikkat çekiyoruz 570.
Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar: Hadis-i şeriflerde değişik türevleriyle yer alan “k-s-s” maddesi, genellikle dinî kıssalara dayanarak vaaz ve nasihat etmek,571 bir hâdise/olay572 veya rüyâyı 573 anlatmak, nakletmek, bir kimsenin izini takip etmek 574 gibi anlamlar taşımaktadır. Özellikle Buhârî’nin “bab” başlıklarında yer alan kıssa kelimesi, bu ve benzeri yerlerde “mevzû, mesele, vâkıa575 anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca kimlerin kıssa anlatabileceği ve ashâbın bu konudaki hassâsiyetleri de hadis kitaplarında yer alan bilgiler arasındadır. 576
Nebevî Kıssaların Çeşitleri
Hadislerde yer alan kıssaları tarihî, temsilî ve Hz. Peygamber’in şahsıyla ilgili vuku bulan hâdiseler şeklinde üç ana grupta mütâlaa etmek mümkündür.
a) Tarihî Kıssalar: Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi hadislerde de gayb haberleri olarak nitelendirilen ibret ve öğüt verici tarihî kıssalar önemli bir yer tutmakta ve bunların bir kısmını geçmiş peygamberlerin kıssaları teşkil etmektedir. Allah Rasûlü’nün haber verdiği peygamber kıssalarının büyük çoğunluğu Kur’ân-ı Kerim’de yer almazken, bunlardan bazıları kısaca zikredilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ ile Hızır arasında geçen hâdise Kur’ân-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alırken,577 hadislerde daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. 578 Ayrıca Hz. İbrâhim’in Mekke’ye gelip Kâbe’yi inşâsına Kur’ân-ı Kerim’de sadece işaret
570] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/217-218
571] İbn Mâce, Fiten 1; Ahmed bin Hanbel, I/18, II/82, III/449, IV/24, VI/217
572] Buhârî, Enbiyâ 27; Müslim, Fezâil 170; İbn Mâce, Ezan 1
573] Buhârî, Ta’bîr 26, 36, Teheccüd 2; Muvattâ, Cenâiz 30; Ahmed bin Hanbel, III/146
574] Buhârî, Cihad 170, Megâzî 10; Müslim, Kasâme 13; Ahmed bin Hanbel, I/348, II/294, 310
575] Buhârî, Enbiyâ 7, 13, Menâkıb 6, 9, 11, 12, 15, Megâzî 38; Müslim, Zühd 73, Fiten 119
576] İbn Mâce, Edeb 40; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217
577] 18/Kehf, 65-82
578] Buhârî, Enbiyâ 29; Tirmizî, Tefsir 19
KISSA
- 123 -
edilirken,579 hadislerde bu konu ayrıntılı olarak yer almaktadır.580 Diğer taraftan Hz. İbrâhim’in, hanımı Sâre ile hicretleri esnâsında zâlim bir hükümdarla karşılaşmaları ve aralarında geçen hâdise, Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. Eyyûb, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa gibi peygamberlere âit değişik uzunluklardaki bazı kıssalar da Kur’ân-ı Kerim’de hiç yer almadığı halde, hadis kaynaklarında zikredilmektedir.
Peygamber kıssaları dışında Rasûl-i Ekrem tarafından anlatılan çeşitli konularda ve farklı uzunluklarda pek çok tarihî kıssa hadis kaynaklarında yer almaktadır. Asıl hedef sözkonusu hadisleri tek tek ele alıp değişik açılardan değerlendirmek olmadığından, burada bazılarına işaret etmekle yetinilecektir.
Yağmurlu bir günde mağarada mahsur kalan üç kişinin kıssası,581 günlerini ibâdetle değerlendiren âbid Cüreyc’in başından geçenler582 ve beşikte iken konuşan diğer çocuklar 583 ile İsrâiloğullarından Allah’ın kendilerine zenginlik vererek denediği kel, kör ve alaca tenli üç kişinin kıssaları,584 ashâbu’l-uhdûd diye meşhur sihirbaz, râhip ve çocuk hâdisesi, 585 geçmiş milletlerin dinleri uğrunda çektikleri ezâ ve cefâ,586 yüz kişinin katili olan adamın durumu587 ve Ümmü Zer hadisi olarak anılan on bir kadının, kocaları hakkında sohbetlerini içeren588 tarihî olaylar ilk anda dikkati çeken ve kıssa tanımına en uygun örneklerden birkaçıdır.
Ayrıca satın alınan bir tarlada bulunan altın külçe 589, bin dinar borçlanan ve Allah’ı kefil gösteren adam,590 bahçeyi sulayan bulut,591 öldükten sonra yakılıp külünün savrulmasını isteyen kimse 592 ile acıya dayanamayıp intihar eden kişinin durumu,593 kibirli adamın yere batırılması,594 susuzluktan can çekişen köpeği sulayan adamın veya günahkâr kadının affedilmesi595 ile kedisini hapseden kadının azâba uğraması596 gibi oldukça kısa, buna karşılık İslâmî bir inancı veya düşünceyi etkili bir biçimde ortaya koyan eğitici mâhiyette pek çok tarihî kıssa da kaynaklarda zikredilmektedir.
b) Temsilî Kıssalar: Hz. Peygamber birtakım genel meseleleri ya da soyut aklî gerçekleri ortaya koyarken bunların daha iyi anlaşılmasını temin etmek ve zihinlerde kalıcı olmasını sağlamak maksadıyla, geçmişte meydana gelip gelmedikleri bir tarafa, temsilî mâhiyette kıssalara da başvurduğu görülmektedir.
579] 2/Bakara, 126-127
580] Buhârî, Enbiyâ 9
581] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274
582] Buhârî, Mezâlim 35, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Ahmed bin Hanbel, II/434, 385
583] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Birr 8; Ahmed bin Hanbel, II/395
584] Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10
585] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
586] Buhârî, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 97; Ahmed bin Hanbel, V/109, 110, 111
587] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72
588] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 92
589] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; Ahmed bin Hanbel, II/316
590] Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349
591] Müslim, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, II/296
592] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, II/13, 17
593] Buhârî, Enbiyâ 50
594] Buhârî, Libas 5; Müslim, Libas 49; Ahmed bin Hanbel, II/456
595] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507
596] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 16; Müslim, Selâm 151
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunlar, mâhiyet itibarıyla kıssadan daha çok “meseller”i ilgilendirmekle beraber, teşbih ve kıyas yoluyla eğitici, öğretici, ibret ve öğüt verici birtakım hâdiselerin tasvirlerinden ibâret olması yönüyle de temsilî kıssalar şeklinde değerlendirilebilir.
Hz. Peygamber’in bir kulun tevbesinden dolayı Allah Teâlâ’nın ne derece hoşnut olacağı fikrini, ıssız bir çölde bütün erzâkıyla birlikte devesini kaybedip ölmek üzere iken bineceğine kavuşan ve böylece ölümden kurtulan bir kimsenin duyacağı sevinç ve mutluluğa benzeterek açıklamaya çalışması,597 emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkerin sosyal boyutunu ortaya koyarken kötülüklere müdâhale etmeyenlerin durumunu aynı gemide yolculuk edenlerden bir kısmının gemiyi batırma isteklerine karşı koymayan diğerlerinin haline benzetmesi,598 kendisinin son peygamber599 ve doğru sözlü bir uyarıcı olduğunu “en-nezîru’l-uryân” diye tasvir ederken 600 ortaya koyduğu teşbih ve temsiller sözkonusu kıssalar arasında zikredilebilir. 601
Daha çok bir duygu, düşünce ve fikrin iyice açıklanması ve müşahhas hale getirilmesi bakımından büyük önem taşıyan temsilî kıssaların birçok örneğini hadis kaynaklarında bulmak mümkündür.
c) Hz. Peygamber’in Şahsıyla İlgili Kıssalar: Bunlar, Rasûl-i Ekrem’in şahsî tecrübeleri arasında yer almakta ve bir kısmı peygamberliğinden önce olmak üzere değişik zaman ve mekânlarda gerçekleşen ibret ve öğüt verici olağanüstü olaylardır. “Şakku’s-sadr” diye bilinen ve birden fazla gerçekleştiği rivâyet edilen Hz. Peygamber’in göğsünün yarılması,602 isrâ ve mirac hâdiseleri603 ile Rasûl-i Ekrem’in bir gazve dönüşü karşılaştığı sûikast teşebbüsü sırasındaki tutum ve davranışı,604 yine Hz. Âişe vâlidemizin bir sorusuna karşılık, Allah Rasûlü’nün İslâm’a dâvet için gittiği Tâif’te mâruz kaldığı ezâ ve cefâ karşısında kendisini bir bulutun gölgelendirmesini ve bu esnâda Cebrâil ile arasında geçen konuşmayı dramatik bir şekilde nakletmesi 605 gibi hususlar bu konudaki yaygın örneklerden birkaçıdır.
Nebevî Kıssaların Konuları
Hadislerde yer alan kıssaların insan hayatının değişik yönlerini kapsadığı ve bu sebeple de pek çok konuyu ihtivâ ettiği söylenebilir. Bu çerçevede nebevî kıssalarda başta Allah inancı olmak üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Zira, nübüvvetin en önemli hedeflerinden biri beşerî düşünceyi her türlü bâtıl fikir ve inançlardan arındırmaktır. Nitekim Hz. Peygamber’in naklettiği
597] Müslim, Tevbe 2-7; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 49
598] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
599] Tirmizî, Emsâl 2
600] Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2
601] Ayrıca cimri ile sadaka verenin tasviri ve İslâm ümmetinin Yahûdi ve Hıristiyanlara olan üstünlüğünü belirten temsilî kıssalar için bk. Buhârî, Zekât 28, İcâre 11; Müslim, Zekât 75
602] Buhârî, Enbiyâ 5; Dârimî, Mukaddime 3
603] Buhârî, Salât 1, Menâkıb 42, Enbiyâ 5; Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 5; Ahmed bin Hanbel, III/148
604] Buhârî, Cihad 84, 87; Müslim, Fezâil 13
605] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 7; Müslim, Cihad 111
KISSA
- 125 -
kıssalarda Allah’ın varlık ve birliği,606 güç ve kudreti, af ve mağfireti,607 sadece Allah’a güvenmenin gerekli olduğu,608 O’nun izni ve dilemesi olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği609 gibi doğrudan Allah inancı ve bu inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek vurgulanmaktadır.610 Yine nebevî kıssalarda meleklerin varlığı,611 peygamberlerin tevhid mücâdelesi, Rasûlullah’ın peygamberler zincirinin son halkası olduğu612 gibi diğer inanç esaslarının da konu edildiği dikkat çekmektedir.
Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah’a tâzim,613 emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, 614 günahlardan tevbe ,615 intiharın haram kılındığı 616, Allah adına yemin etmenin sorumluluğu,617 iffet,618 ahde vefâ,619 borçluya kolaylık göstermek620 ve tüm canlılara merhametli olmak621 gibi İslâmî değerlerin ve ahlâkî güzelliklerin eğitici öğretici bir tarzda konu edildiği de görülmektedir.
Bütün bunlara ilâveten hadislerde yer alan kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir taraftan beşerî zaafları ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve ahlâkî değerlere bağlılığı tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir. 622
Netice olarak, Hz. Peygamber’in haber verdiği kıssalarda inanç esaslarının, İslâmî değer yargılarının, olumlu ve olumsuz yönleriyle insanın konu edildiği anlaşılmaktadır.
Nebevî Kıssaların Gâyeleri
Bütün çeşitleriyle Hz. Peygamber’den nakledilen kıssaların önemli maksatları vardır. Asıl hedefi dinî gâyeleri gerçekleştirmek olan nebevî kıssaları, maksatlarına göre iki ana ana grupta toplamak mümkündür.
a- İslâm’a Dâvet: Hz. Peygamber’in başta gelen görevi Allah yoluna dâvet ve İslâm’ı tebliğ etmek olduğundan, nebevî kıssalarda gözetilen en önemli gâye bu maksadı gerçekleştirmektir. Nübüvvet ve risâletin bir parçası olan nebevî kıssalar ise bu vazifeyi yerine getirmede en tesirli yol ve yöntemlerdendir. Nitekim kıssalar vâsıtasıyla İslâm’ın Allah katında en son ve makbul din olduğu, bu dinin prensiplerini kabul edip gereğini yerine getirenlerin mükâfatlarını fazlasıyla
606] Tirmizî, Emsâl 3
607] Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Tevbe 46, Zühd 10
608] Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Fezâil 13; Ahmed bin Hanbel, II/348
609] Müslim, Eym3an 24
610] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
611] Müslim, İman 257, 259
612] Buhârî, İcâre 8, 11; Tirmizî, Menâkıb 1
613] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100
614] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
615] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72
616] Buhârî, Enbiyâ 50; Ahmed bin Hanbel, IV/312
617] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fezâil 149; İbn Mâce, Kefâret 4
618] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 48; Ahmed bin Hanbel, II/23
619] Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349
620] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Müsâkât 31; Ahmed bin Hanbel, II/361
621] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507
622] Buhârî, Enbiyâ 48, 54; Müslim, Akdıye 21, Birr 7, 8, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, II/434, VI/17-18
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görecekleri vurgulanarak insanlar doğrudan İslâm’a dâvet edilmektedir.623 Yine Hz. Peygamber’in nübüvvetine ve onun Allah tarafından gönderilen son elçi olduğuna ve faziletlerine işaret edilirken,624 diğer taraftan Allah Rasûlü doğru sözlü bir uyarıcı olarak vasfedilerek ona itaat edip, ikazına kulak verenlerin kurtuluşa ereceği, isyan edenlerin ise hüsrâna uğrayacakları625 temsilî kıssalar vâsıtasıyla açıklanmaktadır.
Ayrıca nebevî kıssalar vâsıtasıyla insanların; Allah’ın hudûduna riâyet etmeye,626 sâlih amellere,627 güvenilir olmaya,628 şüpheli şeylerden sakınmaya,629, Allah’tan korkmaya,630 O’nun verdiği nimetlere şükretmeye,631 sadece O’na tevekkül etmeye632 ve Allah için sevmeye,633 gerekirse O’nun yolunda nefsini fedâ etmeye634 çağrıldığı dikkat çekmektedir.
b- Eğitim: Nebevî kıssaların esas gâyelerinden biri de insanları değişik yollarla eğitmek ve müslümanların mâruz kaldıkları sıkıntılara karşı sabırlı olmalarını temin etmektir.
Hz. Peygamber’in naklettiği kıssaların en belirgin özelliklerinden birisi eğitici olmasıdır. Zira, Allah Rasûlü’nün ilk dönem İslâm toplumunun oluşmasında, itikadî, amelî ve ahlâkî hakikatlerin iman edenlerin gönüllerinde ve zihinlerinde yerleşmesinde, kötü duygu ve düşüncelerin sökülüp atılmasında kıssa ile eğitime büyük önem verdiği ve bu hususta başta öğretim (tâlim) olmak üzere teşvik ve sakındırma (terğîb ve terhîb), öğüt ve tevbe gibi eğitim metotlarına sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Kur’an ve Sünnet’in genel eğitim öğretim ve dâvet metotları arasında önemli bir yeri olan güzel öğüt (mev’ızatü’l-hasene) ve kıssa ile terbiyenin insan fıtratı ve eğitim açısından büyük önemi olduğunu belirtelim.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Kur’an ve hadislerde yer alan kıssalar birçok yönden benzerlikler göstermekte olup, her ikisinin de asıl amacı insanları hakka dâvet etmek, onları değişik yol ve yöntemlerle eğitmektir. 635
Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler
a) Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in (a.s.) Kıssaları
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Hz. İbrâhim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrâhim, kadını Beyt'in yanında Devha denen
623] Buhârî, İcâre 8, 11
624] Buhârî, Tefsir 17; Tirmizî, Menâkıb 1; Dârimî, Mukaddime 3
625] Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2; Müslim, Fezâil 16
626] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
627] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274
628] Buhârî, Enbiyâ 54
629] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; İbn Mâce, Lukata 4; Ahmed bin Hanbel, II/326
630] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; ibn Mâce, Zühd 30
631] Buhârî, Enbiyâ 51; Müsilm, Zühd 10
632] Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Eymân 22, 25; Ahmed bin Hanbel, II/348
633] Müslim, Birr 38; Ahmed bin Hanbel, II/462
634] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
635] Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, s. 75-83
KISSA
- 127 -
büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid'in yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu. İşte Hz. İbrâhim anne ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı.
Hz. İbrâhim (a.s.) bundan sonra (emr-i İlahî ile) arkasını dönüp (Şam'a gitmek üzere) oradan uzaklaştı. İsmail'in annesi, İbrahim'in peşine düştü (ve ona Kedâ'da yetişti). "Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrâhim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrâhim bunun üzerine "Evet!" buyurdu.
Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz hafizimizdir), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz. İbrâhim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı: "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt'inin yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını Beyt'inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlarda mü'min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler." 636
İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa'dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi. Bu gidip gelişi yedi kere yaptı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir.
Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine: "(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrâil'di. Cebrâil kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hacer'im, İbrahim'in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil etti?" "Allah Teâlâ'ya." "Her ihtiyacınızı görecek Zat'a tevkil etmiş."
Ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihâyet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu."
İbn Abbas (r.a.) dedi ki: "Allah İsmail'in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu olacaktı." Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına: "Zâyi ve helâk oluruz diye korkmayın! Zîra Allah Teâlâ 'nin burada bir Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teâlâ o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.
636] 14/İbrahim, 37
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kâfile uğradı. Oraya Kedâ yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Hâlbuki biz bu vâdide su olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler. Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail'in annesini buldular.
"Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da: "Pekâlâ, dediler. Rasûlullah (s.a.s.) der ki: "Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail'in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Büluğa erince, kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.
Derken Hz. İbrâhim (a.s.), İsmail'in evlenmesinden sonra oraya gelip, bıraktığı (hanımını ve oğlunu) aradı. İsmail'i bulamadı. Hanımından İsmail'i sordu. Kadın: "Rızkımızı tedarik etmek üzere (avlanmaya) gitti" dedi. Hz. İbrâhim, bu sefer geçimlerini, hallerini sordu. Kadın: "Halimiz fena, darlık ve sıkıntı içindeyiz!" diyerek şikâyetvâri konuştu. Hz. İbrâhim:
"Kocan gelince, ona benden selam et ve "kapısının eşiğini değiştirmesini" söyle!" dedi. İsmail geldiği zaman, sanki bir şey sezmiş gibiydi. "Eve herhangi bir kimse geldi mi?" diye sordu: Kadın: "Evet şu şu evsafta bir ihtiyar geldi. Senden sordu, ben de haberini verdim, yaşayışımızdan sordu, ben de sıkıntı ve darlık içinde olduğumuzu söyledim" dedi. İsmail: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?" dedi. Kadın: "Evet! Sana söylememi emretti ve kapının eşiğini değiştirmeni söyledi!" dedi. İsmail: "Bu babamdı. Seninle ayrılmanı bana emretmiş. Haydi, artık ailene git!" dedi ve hanımını boşadı. Cürhümlülerden bir başka kadınla evlendi.
Hz. İbrâhim onlardan yine uzun müddet ayrı kaldı. Bilâhare bir kere daha görmeye geldi. Yine İsmail'i evde bulamadı. Hanımının yanına gelip, İsmail'i sordu. Kadın: "Maişetimizi kazanmaya gitti!" dedi. Hz. İbrâhim: "Haliniz nasıldır?" dedi, geçimlerinden, durumlarından sordu. Kadın: "İyiyiz, hayır üzereyiz, bolluk içindeyiz" diye Allah'a hamd ve senâda bulundu. "Ne yiyorsunuz?" diye sordu. Kadın: "Et yiyoruz!" dedi. "Ne içiyorsunuz?" diye sorunca da: "Su!" dedi. Hz. İbrâhim: "Allah’ım , et ve suyu haklarında mübarek kıl!" diye dua ediverdi." Rasûlullah (s.a.s.) devamında buyurdu ki: "O gün onların hububatı yoktu. Eğer olsaydı Hz. İbrâhim, hububatları için de dua ediverirdi."
İbn Abbas der ki: "Bu iki şey (et ve su) Mekke'den başka hiçbir yerde Mekke'deki kadar sıhhate uygun düşmez (başka yerde karın ağrısı yaparlar). Bu, Hz. İbrâhim'in duâsının bir bereketi ve neticesidir.
(Rasûlullah (s.a.s.) Hz. İbrâhim'den anlatmaya devam etti:) "İbrahim (İsmail'in hanımına) dedi ki: "Kocan geldiği zaman, benden ona selam söyle ve kapısının eşiğini sâbit tutmasını emret! (Çünkü eşik, evin dirliğidir)." Hz. İsmail gelince (evde babasının kokusunu buldu ve) "Yanınıza bir uğrayan oldu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet, bize yaşlı bir adam geldi, kılık kıyafeti düzgündü!" dedi ve (ihtiyar hakkında) bir kısım övgülerden sonra: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?"
KISSA
- 129 -
diye sordu. Kadın: "Evet, sana selâm ediyor, kapının eşiğini sâbit tutmanı emrediyor" dedi. Hz. İsmail: "Bu babamdı. Eşik de sensin, seni tutmamı, evliliğimizin devamını emrediyor! (Sen yanımda değerli idin, kıymetin şimdi daha da arttı" der ve kadın İsmail'e on erkek evlâd doğurur.)
Sonra, Hz. İbrâhim Allah'ın dilediği bir müddet onlardan ayrı kaldı. Derken bir müddet sonra yanlarına geldi. Bu sırada Hz. İsmail zemzemin yanında Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa kalkıp karşılamaya koştu. Baba-oğul karşılaşınca yaptıklarını yaptılar (kucaklaştılar, el, yüz, göz öpüldü). Sonra Hz. İbrâhim: "Ey İsmail! Allah Teâlâ bana ciddî bir iş emretti" dedi. İsmail de: "Rabbinin emrettiği şeyi yap!" dedi. Hz. İbrâhim: "Bu işte sen yardım edecek misin?" diye sordu. O da: "Evet sana yardım edeceğim!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. İbrâhim: "Allah Teâlâ bana burada bir Beyt yapmamı emretti!" diyerek etrafına nazaran yüksekçe bir tepeyi gösterdi."
(İbn Abbâs) dedi ki: "İsmail'le İbrahim işte orada Kâbe'nin (daha önceki) temellerini yükselttiler. Hz. İsmail taş getiriyor, Hz. İbrâhim de duvarları örüyordu. Bina yükselince, Hz. İsmail, babası için (bugün Makam olarak bilinen) şu taşı getirdi. Yükselen duvarı örerken, Hz. İbrâhim (iskele olarak) onun üstüne çıkıyordu. İsmail de ona (aşağıdan) taş veriyordu. Bu esnâda onlar: "Ey Rabbimiz (Bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen gören ve bilensin!" diyorlardı."
İbn Abbâs der ki: "Hz. İsmail ve Hz. İbrâhim binayı yaparken (zaman zaman) etrafında dolaşarak: "Ey Rabbimiz (bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen işiten ve bilensin!"637 diye dua ediyorlardı." 638
Açıklama:
1- Önce şunu belirtelim: Rivâyet pek çok kısımlarıyla İbn Abbâs (radıyallahu anhüma)'ın sözü gibidir. Ancak şarihler, rivâyette yer alan bazı karinelerden hareketle tamamının Rasûlullah’a (s.a.s.) ait olduğuna hükmederler.
Bazı rivâyetlerde susayan çocuğun ayaklarını yere vurarak kıvrandığı, annenin Safa ile Merve arasında telaşla gidip geldiği, tepeye çıkışlarında dönüp çocuğa baktığı, bu sırada, çocuğun başına bir hâdise gelip gelmediğinden endişe ettiği belirtilir.
Keza suyun yerden çıkarılışı ile ilgili bazı farklılıklar da rivâyetlerde görülür: Cebrâil ayağını vurarak, parmağıyla yeri deşeleyerek vs. zemzem yerden fışkırmıştır:
Kâbe ile ilgili olarak bazı rivâyetlerde şu ziyade gelmiştir: "Beyt, Tufan sırasında kaldırıldı. Peygamberler onu haccederlerdi. Fakat yerini (tam olarak) bilmezlerdi. Allah onu İbrahim için hazırladı ve yerini ona öğretti." Beyhakî'nin kaydettiği bir rivâyette: "Allah Teâlâ Cebrâil'i Hz. Âdem'e gönderdi ve Beyt'in inşa edilmesini emretti. Böylece onu Âdem bina etti. Kendisine: "Sen insanların ilkisin, bu da insanlar için yapılan Beyt'in ilkidir" denilir. Bir başka rivâyette: "Beyt'i ilk inşa eden Hz. Âdem'dir" denmiştir. Ancak: "Ondan da önce meleklerin inşa ettiği de söylenmiştir. Vehb İbn Münebbih'ten gelen bir rivâyette ise: "Beyt'i
637] Bakara 127
638] Buhârî, Enbiya 8; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/222-226
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inşa eden Şîs İbn Âdem'dir" denmiştir.
2- Âlimler hadisten, zemzem suyunun bidâyette Hz. Hacer ve oğlu İsmail için su ve yiyecek ihtiyaçlarına kâfi geldiği hükmünü çıkarmışlardır.
3- Hadis, Hz. İsmail'in annesi Hacer ve babası İbrahim'in dillerinin Arapça olmadığını ifade eder. Çünkü rivâyette Arapça'yı Cürhümlülerden öğrendiği ifade edilmektedir. Böylece Arapçayı ilk konuşanın Hz. İsmail olduğuna dair bazı rivâyetlerde gelen beyanın yanlışlığı ortaya çıkar. Keza bu rivâyet, "Arapların tamamı İsmail evladından gelmektedir" diyenleri de yalanlar.
4- Hadiste, Hz. İbrâhim'in, Mekke'ye, Hz. Hacer'in ölümünden ve Hz. İsmail'in evlenmesinden sonra "bıraktıklarını aramak üzere" uğradığı ifade edilmektedir. Bu ifadeden çıkan neticelerden biri, Hz. İbrâhim'in kurban edilmek üzere İsmail'i değil İshak'ı yere yatırdığı, bir başka ifade ile semadan inen koçla kurban edilmekten kurtarılan kimsenin İsmail değil, İshak olduğudur. İbnu't-Tin der ki: "Bu hadiste Hz. İbrâhim, İsmail'i süt emerken bırakmakta ve evlendiği zaman yanına gelmektedir. Hz. İbrâhim onu boğazlamakla emredilseydi, süt devresi ile evlenmesi arasında Mekke'ye uğradığı, hadiste zikredilirdi." Esasen boğazlanmak istenenin Hz. İshak soyundan olduklarını söylerler ve semavî koçla kurban edilmekten kurtulmuş olan birinin neslinden olmakla ayrıca tefahur ederler, şeref payı çıkarırlar.
İbnu't-Tin'e: "Hadiste, Hz. İbrâhim'in Mekke'ye arada gelmiş olabileceğinin nefyedilmediği, dolayısıyla, gelmiş olabileceğinin zımnen mevcudiyeti" belirtilerek cevap verilmiştir.
5- Rivâyette Hz. İsmail'in rızkını kazanmak üzere evden çıktığı belirtmektedir. Başka rivâyetler onun sürü otlattığını, bu esnada avcılık yaptığını ifade eder.
6- Hadiste kadın, "kapının eşiği"ne benzetilmiştir. Çünkü aralarında benzerlik var: "Kapı, evi ve içindekileri muhafaza eder; kadın da evin bekçisidir. Kocanın gıyabında evi ve içindeki eşyayı muhafaza eder. Eşiğin değiştirilmesi, boşamadan kinaye yapılmıştır, ulema bunu boşamayı hâsıl eden kinayat arasında mütalaa etmiştir.
Bugün Makam-ı İbrahim'de görülen ökçe ve parmak izleri o günden kalmadır.
7- Bazı rivâyetlerde, Hz. İbrâhim'le Hz. İsmail'in Kâbe'yi inşa etmek üzere bir araya geldikleri zaman babanın yüz, oğulun otuz yaşında oldukları zikredilmiştir.
8- Bazı rivâyetler, Hz. İbrâhim'in inşa sırasında yükselttiği temellerin Hz. Âdem tarafından atılmış olan temeller olduğunu tasrih eder. Bu durum Buharî rivâyetinde kapalıdır. Bir rivâyet şöyle:
"Hz. İbrahim (s.a.s.), temellerle Hz. Âdem'in attığı temele ulaştı. Göğe doğru yüksekliğini dokuz zira', yerdeki genişliğini yani çevresini otuz zira' yaptı. Buradaki zira' (kol uzunluğu) kendi kollarıydı."
Bir başka rivâyette şu ziyade mevcuttur: "Sonra Hıcr kısmını Beyt'e idhal etti. Daha önce (orası) Hz. İsmail'in koyunlarının barınağı idi. Hz. İbrâhim Beyt'i taşları üst üste koyarak inşa etti, tavanı yoktu. Bir kapı yaptı, kapının yanında bir de kuyu açtı. Bu çukur, Beyt'in deposuydu. Beyt'e gelen hediyeler buraya
KISSA
- 131 -
atılıyordu."
Bir başka rivâyette şu ziyade mevcut: "Allah, İbrahim'e, Sekîne'ye uymasını vahyetti. Sekîne Beyt'in yerinde halkalandı, tıpkı bir bulut gibiydi. Baba-oğul (o hududu) kazdılar, Hz. Âdem'in attığı ilk temeli kazıyor gibiydiler."
Bir başka rivâyette: "Hz. İbrâhim başının üstünde Beyt'in yerinde bulut gibi bir şey gördü, içinde baş gibi bir şey vardı. Ona şöyle hitap etti: "Ey İbrahim! Benim gölgem üzerine benim miktarımca bina yap, ne artır ne de eksilt." İşte bundandır ki Allah Teâlâ: "Hani biz İbrahim'e Beyt'in yerini göstermiş ve "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" diye vahyetmiştik" 639 buyurmuştur.
Bir başka rivâyette, "İnşaat Rükn'ün bulunduğu yere ulaşınca, o gün Rüknü koyar, Makam'ı alıp Beyt'e yapışık şekilde yerleştirir" denmiştir.
9- Bir başka rivâyete göre Kâbe'nin inşaatı bu suretle tamamlanınca Hz. Cebrâil (a.s.) gelir ve hacc menâsikini öğretir. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.) Makam'ın üzerine çıkıp halka şöyle hitap eder: "Ey insanlar! Rabbinize icabet edin!" Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail bu yerlerde (bir müddet) kalırlar. Hz. İshak ve Sâre Beytu'l-Makdis'ten buraya hacc yaparlar. Bundan sonra Hz. İbrâhim Şam'a döner ve orada vefat eder.
İbn Abbâs'ın bir rivâyetine göre, "Hz. İbrâhim Makam'ın üzerine çıkınca şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Size hacc farz kılındı! Bu sesi O, erkeklerin sulbünde, kadınların rahminde olanlara da işittirdi. Onun bu davetine, iman edenler ve Allah'ın ilminde kıyamete kadar gelip hacc edecekleri sebkat etmiş olanlar: "Lebbeyk Allahümme lebbeyk! =Buyur Allah’ım buyur!" diye cevap verdiler."
Bir başka rivâyette şöyle denir: "Hz. İsmail vadiye bir taş aramaya gitmişti ki Hz. Cibrîl (a.s.) Haceru'l-Esved'i indirdi. Bu taş, yeryüzü Tufan'la sulara boğulunca semaya kaldırılmıştı. Hz. İsmail gelince Haceru'l-Esved'i gördü ve: "Bu nereden geldi, kim getirdi?" dedi. Hz. İbrâhim: "Beni ne sana ne de taşına bırakmayan Zat" cevabını verdi." Bir başka rivâyette şu ziyade var: "Bu taş Hindistan'da idi; papatya gibi bembeyaz bir yakuttu." 640
b) Ashâbu’l-Uhdûd Kıssası
Hz. Süheyb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir Râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) Râhibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, Râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu.
(Bir gün) delikanlıyı sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu Râhibe şikâyet etti. Râhip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: "Ailem beni oyaladı!" de; ailenden korkacak olursan, "Beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu.
O bu halde (devam eder) iken, insanlara engel olan büyük bir canavara
639] 22/Hacc 26
640] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/226-230
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rastladı. (Kendi kendine): "Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, Râhip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve: "Allah’ım ! Eğer Râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı Râhibe gelip durumu anlattı. Râhib ona: "Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana mâruz kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı.
Onu kralın gözleri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da: "Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.
Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: "Gözünü sana kim iâde etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden başka bir rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin de rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan: "Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!" dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da Râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine Râhip getirildi. Ona: "Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: "Dininden dön!" denildi. O da kaçındı. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti.
"Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âlâ, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan: "Allah’ım , bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifâyet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah, onlara karşı bana kâfi geldi" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir gemiye götürün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âlâ, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: "Allah’ım , dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifâyet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:
"Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan: "Allah onlara karşı bana kifâyet etti" dedi. Sonra krala: "Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan: "İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu
KISSA
- 133 -
ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk: "Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: "Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlanın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: "Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara "Sen at!" diye emir verildi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu: "Anneciğim sabret. Zîra sen hak üzeresin!" dedi. 641
Açıklama:
Ashâb-ı Uhdûd, Kur'an-ı Kerim'de temas edilen zâlim bir zümredir. Büruc suresinin 4-10. âyetleri onlardan bahseder, Uhdûd, hendek demek olduğuna göre, ashâb-ı Uhdûd hendek sahipleri demektir. Kur'an'da bu hendek sahiplerinin kimler olduğu, ne zaman yaşadığı tafsil edilmez. Daha çok onların, mü'minlere dinlerinden dönmek için işkence yaptıkları belirtilir. Bunlar, içerisine ateş yakılmış hendeklerin sahipleridir. Dinlerinden dönmeyen mü'minleri bu hendeklere atıp yakmaktalar ve karşıdan bu manzarayı vicdansızca vahşi bir zevkle seyretmektedirler. Ama hiçbir zâlim felah bulmadığı gibi, bunlar da felah bulmamış, âyet-i kerime ashâb-ı Uhdûd'un gebertildiklerini belirtmiştir. Müfessirler, ashâb-ı Uhdûdla ilgili on ayrı hikâye kaydederler. Hikâyelere göre bu işkenceler Yemen'de, Mecran'da, Irak'ta, Şam'da, Habeşistan'da... Mecusiler, Yahudiler veya diğer bazı krallar tarafından icra edilmiştir. Kur'an'ın ıtlakı hepsine hak verdirecek mahiyettedir. Sanki âyette bir hadiseye değil, bu çeşitten pek çok hadiseye bir iş'ar olmaktadır. Dolayısıyla, nakledilen hikâyelerin farklı yerlerle ilgili olması, onların batıl olduğuna delil olmaz. Bilakis ateş dolu hendeklerde mü'minlerin, insanlık tarihi boyunca mükerrer kereler imha edildiklerini, yakıldıklarını ifade eder. Ancak, Kur'an-ı Kerim'in öncelikle Kureyşliler tarafından bilinen bir hâdiseyi nazara vermesi gâyet tabiidir. Kur'an bunları tel'in etmekte, kötü akibetlerini haber vermektedir. Bundan sonra gelip mü'minlere cehennemî azap verecek zâlim kâfirlerin de aynı akibete uğrayacakları, mü'minlere bildirilerek teselli verilmektedir. 642
c) Beşikte Konuşanların Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Üç kişi dışında hiç kimse beşikte iken konuşmamıştır. Bunlar: Hz. İsa İbn Meryem aleyhima'sselam, Cüreyc'in arkadaşı.
Cüreyc, kendini ibâdete vermiş abid bir kuldu. Bir manastıra çekilmiş orada ibâdetle meşguldü. Derken bir gün annesi yanına geldi, o namaz kılıyordu. "Ey Cüreyc! (Yanıma gel, seninle konuşacağım! Ben annenim)" diye seslendi. Cüreyc: "Allah’ım ! Annem ve namazım (hangisini tercih edeyim?)" diye düşündü). Namazına devama karar verdi.
Annesi çağırmasını (her defasında üç kere olmak üzere) üç gün tekrarladı. (Cevap alamayınca) üçüncü çağırmanın sonunda: "Allah’ım , kötü kadınların
641] Müslim, Zühd 73, hadis no: 3005; Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Bürûc, hadis no: 3337; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/233-236
642] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/236
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüzünü göstermedikçe canını alma!" diye bedduada bulundu. Benî İsrail, aralarında Cüreyc ve onun ibâdetini konuşuyorlardı. O diyarda güzelliğiyle herkesin dilinde olan zâniye bir kadın vardı. "Dilerseniz ben onu fitneye atarım" dedi. Gidip Cüreyc'e sataştı. Ancak Cüreyc ona iltifat etmedi.
Kadın bir çobana gitti. Bu çoban Cüreyc'in manastırı(nın dibi)nde barınak bulmuş birisiydi. Kadın onunla zinâ yaptı ve hamile kaldı. Çocuğu doğurunca: "Bu çocuk Cüreyc'ten" dedi. Halk (öfkeyle) gelip Cüreyc'i manastırından çıkarıp manastırı yıktılar, (hakaretler ettiler), kendisini de dövmeye başladılar, (linç edeceklerdi). Cüreyc onlara: "Derdiniz ne?" diye sordu. "Şu fâhişe ile zinâ yaptın ve senden bir çocuk doğurdu!" dediler. Cüreyc: "Çocuk nerede, (getirin bana?)" dedi. Halk çocuğu ona getirdi. Cüreyc: "Bırakın beni namazımı kılayım!" dedi. Bıraktılar ve namazını kıldı. Namazı bitince çocuğun yanına gitti, karnına dürttü ve: "Ey çocuk! Baban kim?" diye sordu. Çocuk: "Falanca çoban!" dedi. Bunun üzerine halk Cüreyc'e gelip onu öpüp okşadı ve: "Senin manastırını altından yapacağız!" dedi. Cüreyc ise: "Hayır! Eskiden olduğu gibi kerpiçten yapın!" dedi. Onlar da yaptılar.
(Üçüncüsü): Bir zamanlar bir çocuk annesini emiyordu. Oradan şahlanmış bir at üzerinde kılık kıyafeti güzel bir adam geçti. Onu gören kadın: "Allah'ım şu oğlumu bunun gibi yap!" diye dua etti. Çocuk memeyi bırakarak adama doğru yönelip baktı ve: "Allah’ım beni bunun gibi yapma!" diye dua etti. Sonra tekrar memesine dönüp emmeye başladı. (Ebû Hureyre der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'ı, şehâdet parmağını ağzına koyup emmeye başlayarak, çocuğun emişini taklid ederken görür gibiyim.")
(Rasûlullah anlatmaya devam etti): "(Sonra annenin yanından) bir kalabalık geçti. Ellerinde bir câriye vardı. Onu dövüyorlar ve: "(Seni zânî seni!) Zinâ yaparsın, hırsızlık yaparsın ha!" diyorlardı. Câriye ise: "Allah bana yeter, o ne iyi vekildir!" diyordu. Çocuğun annesi: "Allah’ım çocuğumu bunun gibi yapma!" dedi. Çocuk yine emmeyi bıraktı, câriyeye baktı ve: "Allah’ım beni bunun gibi yap! dedi. İşte burada anne,evlat karşılıklı konuşmaya başladılar: (Anne dedi ki: "Boğazı tıkanasıca! Kıyafeti güzel bir adam geçti. Ben: "Allah’ım , oğlumu bunun gibi yap" dedim. Sen: "Allah’ım ! Beni bunun gibi yapma!" dedin. Yanımızdan câriyeyi döverek, zinâ ve hırsızlık yaptığını söyleyerek geçenler oldu. Ben: "Allah’ım , oğlumu bunun gibi yapma" dedim. Sen ise: "Allah’ım , beni bunun gibi yap!" dedin.")
Oğlu şu cevabı verdi: "Güzel kıyafetli bir adam geçti. Sen: "Allah’ım , oğlumu bunun gibi yap!" dedin, ben ise: "Allah’ım beni bunun gibi yapma!" dedim. Yanınızdan bu câriyeyi geçirdiler. Onu hem dövüp hem de: "Zinâ ettin, hırsızlık ettin!" diyorlardı. Sen: "Allah’ım , oğlumu bunun gibi yapma! "dedin. Ben ise: "Allah’ım , beni bunun gibi yap!" dedim. (Sebebini açıklayayım): O atlı adam cebbar zâlimin biriydi. Ben de: "Allah’ım beni böyle yapma!" dedim. "Zinâ ettin, hırsızlık yaptın!" dedikleri şu zavallı câriye ise ne zinâ yapmıştı, ne de çalmıştı! Ben de "Allah’ım beni bunun gibi yap!" dedim." 643
Konuşma yaşından önce konuşan çocukların sayısı rivâyetlerde yediye
643] Buhârî, Enbiyâ 50, Amel fi's-Salât 7; Müslim, Birr 7, 8, hadis no: 2550; Metin Müslim'den alınmalıdır; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/238-240
KISSA
- 135 -
çıkmaktadır. İbn Hacer, kaynaklarını da vererek diğerlerini de tanıtır.
Biri, Firavun'un kızına berberlik yapan kadının oğludur. Firavun ateşe atacağı zaman bebek: "Anneciğim sabret, biz hak yoldayız." demiştir.
Ashâb-ı Uhdûddan bir kadın ateşe atılacağı zaman, memede olan çocuk: "Anneciğim sabret, sen hak üzeresin" demiştir.
Hz. Yahyâ'nın beşikte iken konuştuğu rivâyet edilmiştir.
Hz. İbrâhim de beşikte konuşmuştur.
Rasûlullah'ın o devirde Mübareku'l-Yemame adında bir çocuğun beşikte konuştuğu rivâyet edilmiştir. Hz. Yusuf'un şahidi ihtilaflıdır.
Aynî, hadiste üç denmiş olmasını, Rasûlullah’ın (s.a.s.) "üç" dediği zaman, diğerlerinin henüz vahyen bildirilmemiş olabileceği ihtimaliyle açıklar. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) gaybı bilmezdi. Cenab-ı Hakk'ın bildirdiği kadarını bilirdi. Hz. Yusuf'a şahidlik eden çocuk, Firavun'un ateşe atmak istediği kadının çocuğu ve Yahya (a.s.) da konuşma yaşından önce konuşan çocuklar arasında zikredilirler. Kurtubî "Bu üç çocuğun beşikte iken, diğerlerinin beşikten çıkmış, biraz daha büyümüş ama henüz çocuk yaşına basmamış halde konuşmalarıyla" te'vil ederek tearuzu giderir.
d) Mağara Ashâbının Kıssası
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında: "Sizi bu kayadan, sâlih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah'a yapacağınız dualar kurtarabilir!" dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi:
"Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbir ine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü: "Ey Allah’ım ! Bunu senin rızân için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!" Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.
İkinci şahıs şöyle dedi: "Ey Allah’ım ! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nâil olacağım sırada: "Allah'ın mührünü, gayr-ı meşrû olarak bozman sana haramdır!" dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim. Ey Allah’ım, eğer bunları senin rızâ-yı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar." Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.
Üçüncü şahıs dedi ki: "Ey Allah’ım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
derhal veriyordum. Ancak bir tanesi (bir farak -yaklaşık 7 kg. civarında- pirinçten ibaret olan) ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve: "Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!" dedi. Ben de: "Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür!" dedim. Adam: "Ey Abdullah, benimle alay etme!" dedi. Ben tekrar: "Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!" diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü. "Ey Allah’ım, eğer bunu senin rızân için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!" dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler." 644
e) Kifl Kıssası
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlar arasında Kifl adında biri vardı. Bildiğinden hiç şaşmazdı. İhtiyaç içinde olduğunu bildiği bir kadına gelerek, altmış dinar verdi. Kadından kâm almak üzere teşebbüse geçince kadın, titredi ve ağladı. "Niye ağlıyorsun?" diye sorunca, kadın: "Bu benim hiç yapmadığım (haram) bir amel. Bu günaha beni râzı eden de fakrımdır!" dedi. Adam da: "Yani sen şimdi Allah korkusuyla mı ağlıyorsun? Öyleyse, Allah'tan korkmaya ben senden daha lâyığım! Haydi git, verdiğim para da senin olsun. Vallahi ben bundan böyle Allah'a hiç âsi olmayacağım!" dedi. Adam o gece öldü. Sabah, kapısında şu yazılı idi: "Allah Kifl'i mağfiret etti!" Halk bu duruma şaşırdı kaldı. Allah o devrin peygamberine Kifl'in durumunu vahyen bildirinceye kadar şaşkınlık devam etti." 645
f) Âd Kavmini Helâk Eden Rüzgârın Kıssası
Ebû Vail, Rebîa kabilesinden el-Haris İbn Yezid el-Bekrî adında bir adamdan naklen anlatıyor:
"Medine'ye gelmiştim, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına gittim. Mescid, cemaatle dolu idi. Orada dalgalanan siyah bayraklar vardı. Hz. Bilal (r.a.) kılıcını kuşanmış, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında duruyordu. Ben: "Bu insanların derdi ne, (ne oluyor)?" diye sordum." Rasûlullah (s.a.s.) Amr İbn u'l-As'ı, Rebîa'ya doğru göndermek istiyor, (onun hazırlığı var)!" dediler. Ben: "Âd elçisi gibi olmaktan Allah'a sığınırım" dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Âd elçisi de nedir?" buyurdular. Ben:
"Bunu çok iyi bilen kimseye düştünüz. Âd (kavmi) kıtlığa uğrayınca Kayl'ı kendileri için su aramaya gönderdi. Kayl da, Bekr İbn Muaviye'ye uğradı. O, buna şarap içirdi ve Mekke'de o sıralarda seslerinin ve tegannisinin güzelliğiyle meşhur Cerade isminde iki câriye de şarkılar söyledi. [Bu suretle bir ay kadar kaldıktan sonra], Mühre (İbn Haydân kabilesinin) dağına müteveccihen oradan ayrıldı. Dedi ki:
"Ey Allah’ım ! Ben sana ne tedavi edeceğim bir hasta, ne de fidyesini ödeyeceğim bir esir için gelmedim. Sen kulunu, sulayıcı olduğun müddetçe sula. Onunla birlikte Bekr İbn Muaviye'yi de sula. -Böylece kendisine içirdiği şarap için ona teşekür eder.- Bunun üzerine onun için üç parça bulut yükseltildi. Biri kızıl, biri
644] Buhârî, Enbiyâ 50, Büyû’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, hadis no: 2743; Ebû Dâvud, Büyû' 29, hadis no: 3387; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/244-245
645] Tirmizî, Kıyamet 49, hadis no: 2498; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/248
KISSA
- 137 -
beyaz, biri de siyah. Ona: "Bunlardan birini seç!" denildi. O, bunlardan siyah olanını seçti. Ona: "Âd kavminden tek kişiyi bırakmayıp helâk edecek bu bulutu toz duman olarak al!" denildi."
Bunu söyleyince (s.a.s.): "(Onlara) sadece şu -yüzük halkası- miktarında rüzgâr gönderildi" buyurdular ve arkasından şu mealdeki âyet-i kerimeyi tilâvet ettiler: "Âd (kavminin helâk edilmesinde) de (ibret vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik. Öyle bir rüzgâr ki, her uğradığı şeyi (yerinde) bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu" 646
g) Kel, Ala Tenli ve Âmânın Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Benî İsrail'den üç kişi vardı: Biri alatenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksadla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi. Melek önce alatenliye geldi. Ve: "En çok neyi seversin?" dedi. Adam: "Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren halin gitmesini!" dedi. Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu: "Hangi mala kavuşmayı seversin?" "Deveye!" dedi, adam. Anında ona on aylık hâmile bir deve verildi. Melek: "Allah bunları sana mübârek kılsın!" deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.
"En ziyade istediğin şey nedir?" dedi. Adam: "Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu halin benden gitmesi" dedi. Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek tekrar: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Sığırı!" dedi. Hemen kendisine hamile bir inek verildi. Melek: "Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!" diye dua etti ve âmânın yanına gitti.
Ona da: "En çok neyi seversin?" diye sordu. Adam: "Allah'ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!" dedi. Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Koyun!" dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi."
Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu. Sonra melek, alatenliye, onun eski hali ve heyetine bürünmüş olarak geldi ve: "Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka bana yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve şu malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Ta ki onunla yoluma devam edebileyim!" dedi. Adam:
"(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!" dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de: "Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi" dedi. Ama adam: "(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevarüs ettim!" diyerek onu tersledi. Melek de: "Eğer yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin!" dedi ve onu bırakarak kel'in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da:"Eğer yalancıysan Allah seni eski haline çevirsin!" deyip, âmâya uğradı.
646] 51/Zâriyât, 41-42; Tirmizî, Tefsiru Zâriyat, hadis no: 3269, 3270; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/249-250
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Buna da onun eski hali heyeti üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Buna da: "Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânı kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam edebileyim!" dedi. Âmâ cevaben: "Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!" dedi. Melek de: "Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi" dedi (ve gözden kayboldu)." 647
h) Bin Dinar Borç Alanın Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Benî İsrail'den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Benî İsrail'den borç talep ettiği kimse: "Bana şahidlerini getir, onların huzurunda vereyim, şahid olsunlar!" dedi. İsteyen ise: "Şahid olarak Allah yeter!" dedi. Öbürü: "Öyleyse buna kefil getir" dedi. Berikisi "Kefil olarak Allah yeter" dedi. Öbürü:
"Doğru söyledin!" dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitabeden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da denize getirip: "Ey Allah’ım , biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şahid istediğinde ben: "Şahid olarak Allah yeter!" demiştim. O da şahid olarak sana râzı oldu. Benden kefil isteyince de: "Kefil olarak Allah yeter!" demiştim. O da kefil olarak sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Şimdi onu sana emanet ediyorum!" dedi ve odun parçasını denize attı ve odun denize gömüldü.
Sonra oradan ayrılıp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya başladı. Borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemeye başladı. Gemi yoktu, ama içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca parayı ve mektubu buldu. Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve: "Malını getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım" dedi. Alacaklı: "Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?" diye sordu. Öbürü: "Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim" dedi. Alacaklı: "Allah Teâlâ, senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı sana bedel ödedi. Bin dinarına kavuşmuş olarak dön" dedi." 648
i) Hadislerdeki Bazı Müteferrik Kıssalar
Hz. Selman (r.a.) dedi ki: "Hz. İsa ile Hz. Muhammed aleyhimessalatu vesselam arasındaki fetret altı yüz senedir." 649
647] Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, Zühd 10, hadis no: 2964; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/253-255
648] Buhârî, Kefalet 1, (muallak olarak); Büyû’ 10 (muallak ve mevsul olarak), İsti'zan 25 (muallak olarak); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/257-258
649] Buharî, Menakıbu'l-Ensar 53; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
KISSA
- 139 -
Açıklama: Hadiste geçen fetretten murad, Allah tarafından bir peygamberin gönderilmediği müddettir. Selman'ın verdiği bu rakam hususunda bazı ihtilaflar var: Katâde'ye göre bu müddet 560 senedir. Kelbî'den, 540 olduğu rivâyet edilmiştir. 400 sene diyen de olmuştur. 650
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Tübba' mel'un mudur bilemiyorum. Keza Üzeyr, peygamber midir onu da bilemiyorum." 651
Açıklama:
Tübba' Himyerli bir kraldır, büyük orduları olmuştur. Tübba' denilmesi tebaiyetinin çokluğundandır. Kur'an-ı Kerim'de iki yerde ondan bahsedilir. Duhan 37 ve Kaf 14. âyetler... Rasûlullah, Tübba' hakkında, vahye mazhar olmazdan önce böyle söylemiştir. Ancak, daha sonra "Tübba'a sövmeyin, çünkü o Müslüman olmuştur" diyecektir. Rasûlullah'tan gelen bazı hadislerde, "Tübba' mel’un mu; Zülkarneyn peygamber mi; hudud cezası, sahibini günahtan temizler mi bilemediğini" ifade etmiştir. Ancak bazı rivâyetlerde, Cenab-ı Hakk'ın, peygamberine "hududun kefaret olduğunu, Tübba'ın Müslüman olduğunu" bildirdiği belirtilmiştir. 652
Kıssacılık ve Kıssacılar
Kıssacılık Ne Zaman Başladı? Halkın terbiyesine katkıda bulunarak dinî duygularını geliştirmek maksadıyla geçmiş milletlerin Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen hikâyelerini anlatıp şerheden vâizlere kas (kaas) veya kassâs (çoğulu kussâs) denmektedir.
Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.”653 hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir.654 Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı”655 demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir. Yalnız, Hz. Ömer devrinde (h. 13-23/m. 634-643) kıssacılık kapısının zorlanmaya başladığına dâir rivâyetler bulunmaktadır. Ashabdan Temîm ed-Dârî’nin bu mevzûdaki çeşitli müracaatlarını Hz. Ömer reddetmiş ve hatta bir defasında elini boğazına götürüp kesiyormuş gibi yaparak kıssacılığın çok tehlikeli bir meslek olduğunu anlatmak istemiştir.656 Yine Hz. Ömer, aynı maksatla kendine müracaat eden Hâris bin Muâviye’ye “kıssacının zamanla gurura kapılarak kendini halktan üstün görmeye başlayabileceğini” söyler.657 Müracaatları ile Hz. Ömer’i bîzâr eden Temîm ed-Dârî’nin sadece cuma
650] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
651] Ebû Dâvud, Sünnet 14, hadis no: 4674; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
652] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259-260
653] İbn Mâce, Edeb 40
654] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
655] İbn Mâce, Edeb 40
656] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15
657] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günleri “Kur’an okuyarak halka hayrı emredip şerden nehyetmek şartıyla” izin koparabildiği rivâyet edilmektedir.
Diğer taraftan Hasan el-Basrî, kıssacılığın bid’at olduğunu söylerken, İbn Sîrîn de bu bid’atı Hâricîlerin ihdâs ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca fitnenin zuhurundan sonra kıssacığılı Muâviye’nin ihdâs ettiği de söylenmektedir.
Kıssacığın başlangıcı hakkındaki bu değişik rivâyetler, aynı zamanda bu mesleğe ashâb ve tâbiîn büyüklerinin itibar etmediklerini ve bu hususta onların çok titiz davrandıklarını da belirtmektedir. Medinelilerin kıssacısı olarak bilinen İbn Ebi’s-Sâib’e (II/VII. asır) halkı Kur’ân-ı Kerim’den usandırmamak için yalnız cuma günleri ve mahdut sayıda kıssa anlatmasını tavsiye eden Hz. Âişe’nin endişesi meydandadır. 658
Bu rivâyetler bize göstermektedir ki, kıssacılık İslâm âlimlerince hüsn-i kabul görmemekle beraber, ilk asırlarda kıssacıların işlediği mevzûlar muayyen idi. Daha sonraları bu belli ölçüler aşılarak, kıssacılık mesleğine küçüklük ve çirkinlik kazandıracak olan ölçüsüz hikâyecilik yoluna girilmiştir.
Kıssacıların Belli Başlı Özellikleri: Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini îfâ etmek ve İslâm büyüklerinin müsaadeleriyle İslâmî esaslar dâhilinde halka nasihat eden iyi niyetli kıssacılar istisnâ bırakılarak, dinî bakımdan herhangi bir endişe duymaksızın kıssacılığı istismar eden pervâsız hikâyecilerin durumları bizi ilgilendirmektedir. Genellikle kıssacılar, İslâmî ilimlerden, özellikle hadis ve rivâyet inceliklerinden haberi olmayan câhil kimselerdir. Zaten bu durumları sebebiyledir ki, hadis âlimleri tarafından daha ilk anda yakalanmış ve teşhir edilmişlerdir. İslâm ruhuna vâkıf olamayışları yüzünden de Kur’ân-ı Kerim’e ters haberler rivâyet etmişlerdir. Suyûtî’nin karşılaştığı böyle bir vâizin (kıssacının) sözleri, onların ilmî hüviyetlerini göstermesi bakımından enteresandır. Suyûtî diyor ki: “Kur’ân-ı Kerim’e tamamen muhâlif haber-i vâhidler rivâyet ederek vaaz eden bir şahsa nasihat yollu dedim ki; ‘kardeşim, en iyisi bunları ne sen söyle, ne de biz kabul edelim.’ Bana kızarak: ‘o zaman râvîleri tekzib etmiş olmaz mıyız?’ diye çıkıştı. Ben de şöyle dedim: ‘Ey miskîn, dedim; bunları kabul ettiğimiz zaman Kur’ân-ı Kerîm’i, reddettiğimizde ise râvîleri tekzîb etmiş oluruz; hangisi daha doğrudur? Sonra bunların doğru rivâyet edildiğini nereden biliyorsun?!...” 659
Kıssacıların en belirli özellikleri mübâlağacı oluşlarıdır. Onların en sâdık müşterileri, zihnî ve fikrî durumlarını çok iyi bildikleri avâm tabakasıdır. Kıssacılar, normal bir aklın kabul edemeyeceği ölçüsüz masallar icat ederek bu müşterilerini memnun etme yolunu tutmuşlardır. Cennetin veya cehennemin tavsîfine girişince, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde hiç temas edilmeyen konular uydurarak aşırı mübâlağa örnekleri vermişlerdir. Meselâ kıssacıların pek mübâlağalı uydurmalarından biri olan Hz. Âdem (a.s.) hakkındaki şu masal ne kadar gülünçtür: “Onun başı buluta (veya semâya) değiyordu. Bu sürtünme sebebiyle saçları dökülmüştü. Hz. Âdem, yeryüzüne indiği zaman, cennetten uzaklaştırılmasına o kadar ağladı ki, gözyaşları denize ulaştı ve bu gözyaşlarında gemiler yüzdü.” 660
658] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/217
659] Tahzîru’l-Eykaz, 56b
660] bk. İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 281
KISSA
- 141 -
Mükâfat olarak dağıttıkları şeyleri de “sanki daha azını veya çoğunu vermek câiz değilmiş gibi” ekseriyâ yetmişer bin adet olarak tevzî etmişlerdir. Örnek verecek olursak; Mevzûât kitaplarında şu kabil uydurmalara pek sık rastlanır: “Allah Teâlâ sevdiği kimseye beyaz inciden yapılmış bir köşk ihsân eder; o köşkte yetmiş bin maksûre (saray) vardır; her maksûrede yetmiş bin kubbe vardır, her kubbede bin yatak vardır; her yatakta…”661 Mükâfat olarak verilecek nimetlerin miktarı arttıkça, netice itibarıyla halkın hayreti de artıyor, hikâyecinin yanında daha çok kalıyor ve bunlara bağlı olarak kıssacıya verilecek bahşişlerin miktarı da çoğalıyordu.
Kıssacılar, aynı zamanda -ashâb devrindeki kıssacıların tersine- “Allah rızâsını hesaba katmayarak” ellerine geçecek birkaç kuruş veya ziftlenecekleri âdî dünyalık uğruna İslâm’ın temellerini dinamitlemekten çekinmeyecek kadar menfaatperest insanlardır. Akıl almaz masallarıyla kıssacılar, “esas gâyesi halkı memnun etmek, onların ceplerinden para sızdırmak olan efsâne üreticisi durumuna düştüler. Bu hedeflerine varmak için de onlar, alelâde halka yönelik hikâyelerin binlercesini uydurup Hz. Peygamber’e (s.a.s.) atfettiler ve onları dinleyicilerine anlattılar. Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn’in karşılaştıkları kıssacının davranışı, onların menfaatçi yönleriyle birlikte ne derece utanmaz olduklarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu iki meşhur hadisçi Bağdat’ta Rusâfe Mescidinde namaz kılarken bir kıssacı: “Haddesenâ Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn… şeklindeki bir isnâdla şu uydurma hadisi anlatmaya başlar: “Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ derse, Allah Teâlâ bu sözün her kelimesinden, gagası altın, tüyleri mercan olan bir kuş yaratır…” Kıssacı bu hikâyeyi hayalinin genişliği oranında süsleyerek yazıyla kırk sayfa tutacak kadar uzatır. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn, hayretler içinde kalarak adlarının karıştığı böyle bir hadisi rivâyet etmediklerini birbirine söylemek lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra, Yahyâ bin Maîn dinleyicilerin verdiği bahşişleri toplamakta olan kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir dünyalık ümidiyle onların yanına gelen sözde vâize Yahyâ bin Maîn, “Bunu sana kim rivâyet etti?” diye sorar. O da Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn rivâyet etti” der. Yahyâ sözüne devamla, “Yahyâ bin Maîn benim, Ahmed bin Hanbel de bu yanımdaki kişidir; şâyet mutlaka yalan söylemen icap ediyorsa, buna bizim adımızı karıştırma” diye azarlayınca, kıssacı şu cevabı verir: “Çoktan beri Yahyâ bin Maîn’in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Bunun doğru olduğunu şimdi anladım. Yâhu dünyada sizden başka Yahyâ bin Maîn ve Ahmed bin Hanbel yok mu? Ben adları Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn olan on yedi kişiden hadis yazmışımdır!” Ahmed bin Hanbel koluyla yüzünü kapayarak, “bırak şunu gitsin!” demiş, kıssacı da onlarla alay eder bir tavırla oradan uzaklaşmıştır. 662
Sahtekârlık ve riyâkârlık onların en belirli özelliklerindendir. Kıssacılığı çarşı-pazara kadar götüren dilenci hikâyeciler, uydurmalarına sahih hadis süsü verebilmek için birkaç tane de sağlam isnad ezberlemek ihtiyacını duymuşlar ve hilelerini bu sûretle gizlemek istemişlerdir.
İbnü’l-Cevzî, onların tipik hokkabazlıklarını şöyle anlatır: “Bunlar arasında, suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu sûretle kendilerini soluk benizli
661] bk. İbn Kuteybe, a.g.e., s. 280
662] İbnü’l-Cevzî, K. Mevzûât, 5a-b; Zehebî, Mîzân I/47; İbn Arâk, tenzîhu’ş-Şerîa, I/14
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zâhidlermiş gibi gösterecek olan sarımsı bir ten kazananlar bulunmakta; diğerleri, istendiği an gözyaşı dökebilmek için tuzlar kullanmaktadır. Diğer bazıları kendilerini -zâten teâmüle aykırı olarak allı pullu kumaşlarla süslettikleri- kürsünün tepesinden aşağı atacak derecede gösteride ileri gitmekte yahut da, dinleyicilerin alışık olduğu tarz dışında olarak, riyâkâr fıkralarını kuvvetli jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım inip çıkmakta, ayaklarından istimdâda başvurmaktadırlar… 663
Kıssacıların Halk ve Âlimler Karşısındaki Durumları: Halk tabakasının iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıramayacak bir kapasitede bulunması, halk hikâyecisi denebilecek olan kıssacıların işine çok yarıyordu. Diğer bir deyişle kıssacıların mantık ölçülerini bir yana atarak alabildiğine saçma hikâyeler uydurmaları, halkın cehâleti sebebiyle mümkün olmuştur. Zira halk, “aklın kabul etmediği tuhaf hikâyeler anlatan veya kalbi rikkate getirip gözyaşları döktürebilen vâizleri dinlemekten hoşlanır.” 664
Bu saf ve câhil halk, muhakkak ki, kıssacıların her sözünü sonsuz bir itimatla kabule hazır bir derecede onlara bağlı idi. Şâir Külsüm bin Amr el-Attâbî (ö. 220/835), bir gün mescidde kendini dinlemek üzere etrafına toplanan cemaate şu sözleri hadis diye söylüyordu: “Dilini burnunun ucuna dokundurabilen kimse, cehenneme girmeyeceğinden emin olabilir.” Kıssacının istemesi üzerine hazır olan bütün cemaat cennetlik olup olmadıklarını denemeye girişmişlerdir.
Her devirde görüldüğü üzere “eğlenceli hikâye ve masalları sert hakikatlerden, kuru kanunlardan ve sahih hadislerden daha çok tasvip eden” halk, ciddî ve vakur âlimlere iltifat etmeyerek, kıssacıların etrafında toplanagelmiştir. Bunun sebebi, sadece kıssacıların çeşitli hilelerle kendilerini bir âlim olarak kabul ettirmeye çalışmaları değil; aynı zamanda halkın da zihnî yapıları itibarıyla onlardan hoşlanmalarıdır. Halkın kıssacılar tarafından söylenen her sözü, en ufak bir zihnî muhâkemeye tâbi tutmaksızın kabule âmâde olduklarını ifâde ettiği kadar, kıssacıların da din bakımdan hiçbir mülâhazaları olmadığını gösteren şu hal ne kadar düşündürücüdür: Mescid-i Hüseynî’de kendisini halkın çepeçevre kuşattığı bir vâiz, içinde bir duâ yazılı olan küçük bir kâğıdı etrafındakilere göstererek: “Bunda Mûsâ’nın (a.s.) duâsı vardır; bunu her kim okursa veya yanında taşırsa, üzerinden farz namazlar sâkıt olur!” diye bağırmaktaydı. Ne tuhaftır ki, onun bu pâyânsız cüreti üzerine bir an bile tefekkür etmeyen ve mahşeri andıran kalabalıklarıyla sadece “sarık, fes, kavuk ve başörtülerinin görünebildiği” bu topluluk, ellerinde hazırladıkları paralarla, kendilerini namaz külfetinden kurtaracak olan bu sihirli duâyı bir an önce alabilmeyi düşünüyordu. 665
İmam Ebû Hanife, bir mesele hakkında fetvâ almak isteyen annesinin müşkülünü halletmek ister; fakat annesi oğlunun verdiği cevapla tatmin olmayarak, zamanın meşhur kıssacısı Zür’a’ya danışmak istediğini söyler ve birlikte ona giderler. Ebû Hanife, Zür’a’ya annesini takdim ederek, bir mesele hakkında fetvâ almak istediğini söyler. Kıssacı tevâzu göstererek Ebû Hanife’nin kendinden daha âlim ve fakîh olduğunu ve binâenaleyh meseleyi onun halletmesi gerektiğini söyler. İmamın fetvâsını kıssacının tasdik etmesinden sonradır ki, annesi
663] İbnü’l-Cevzî, el-Kussâs ve’l-Müzekkirîn s. 93
664] İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 279
665] bk. Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, s. 135-136
KISSA
- 143 -
memnun ve mutmain olabilmiştir. 666
Kıssacıların dinî bakımdan bir tehlike teşkil etmeye başlamaları üzerine İslâm âlimlerinin onlara karşı daha menfî tavırlar takındıkları görülmektedir. Abdullah bin Ömer, kıssacıların sesinden rahatsız olduğunu söyleyerek, onların bulunduğu mescidde daha fazla kalmazdı. Bir defasında yakınında oturan bir kıssacıyı, oradan emniyet memuru yardımıyla uzaklaştırmıştı. Abdullah bin Abbâs, zamanın kıssacılarından Nevf bin Fadâle el-Bikâlî’yi “yalan söylüyor Allah düşmanı!” diyerek tezyif etmişti.667 Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö. 74/693), talebelerinin kıssacılarla bir yerde bulunmalarına izin vermemişti.668 Mâlik bin Enes, kıssacıların Medine câmisinde icrâ-yı faâliyette bulunmalarına müsaade etmemişti.
Şarlatan kıssacıların sahte tavırlarına aldanarak onları büyük âlim diye kabul eden halk tabakası, İslâm âlimleri ile kıssacılar arasında cereyan eden çetin mücâdelelerde -ne gariptir ki- kıssacıların taraflarını tutmuşlardır. Her devirde bunun birçok misalini görmek mümkündür. Bütün bu üzücü davranışlara rağmen İslâm ulemâsının kıssacılarla olan mücâdelelerini gevşetmedikleri anlaşılmaktadır. Ne var ki, hikâyecilerinin üzerine toz kondurmak istemeyen halkın tutumu, âlimleri zaman zaman müşkül durumlarda bırakmıştır. Hatta Suyûtî bile kıssacıların aleyhinde konuşuyor diye avam tabakası tarafından ölümle tehdit edilmiştir.
Halkın bu şuursuz tarafgirliğini gözönünde bulunduran âlimler, kıssacılarla yaptıkları mücâdelede zaman ve zemine göre çeşitli taktikler kullanmışlardır. Edebiyatçı Ebû’l-Kasım, bazı arkadaşlarıyla birlikte hacca gider. Medine’ye vardıklarında hacıların, uydurma hadis rivâyet eden bir âmânın etrafında toplandıklarını görürler. Ebû’l-Kasım, bu hale bir son vermek ister; fakat aynı zamanda halkın âmânın tarafını tutarak kendilerine hücum etmelerinden de çekinir. Aklına güzel bir çare gelir; derhal yere oturarak Kur’ân-ı Kerim okumaya başlar. Halk onun güzel sesiyle Kur’an okuduğunu duyunca, âmâyı terk ederek bu defa da Ebû’l-Kasım’ın etrafında toplanır.
Bütün bu vakalar, halkın din konusundaki büyük cehâleti yüzünden, gerçek İslâm âlimlerini sahtesinden ayıramadıklarını, kim daha fazla bağırıp eğlendirici hikâyeler anlatırsa ona daha çok itibar ettiklerini göstermektedir. Bunun yanında, İslâm âlimlerinin gerek doğrudan doğruya hadis uyduran kimselerle, gerek imal edilen bu sözlerin piyasaya arzında büyük gayretler sarfeden kıssacılarla pek çetin mücâdele yaptıkları da anlaşılmaktadır. 669
666] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 16
667] Buhârî, İlim 44, Tefsîru sûre (18), 2, 3, 4
668] Müslim, Mukaddime 7
669] M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, İFAV Y., s. 83-90; daha geniş bilgi için bk. Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Çamlıca Y.
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kıssa Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıssa Kelimesinin Çoğulu Kasas ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 62; 4/Nisâ, 164, 164; 6/En’âm, 57, 130; 7/A’râf, 7, 35, 101, 176, 176; 11/Hûd, 100, 120; 12/Yûsuf, 3, 3, 5, 111; 16/Nahl, 118; 18/Kehf, 13, 64; 20/Tâhâ, 99; 27/Neml, 76; 28/Kasas, 11, 25, 25; 40/Mü’min, 78, 78.
B- Haber, Vâkıa, Hâdise Anlamındaki Nebe’ ve cemi Enbâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 29 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 44; 5/Mâide, 27; 6/En’âm, 5, 34, 67; 7/A’râf, 101, 175; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 49, 100, 120; 12/Yûsuf, 102; 14/İbrâhim, 9; 18/Kehf, 13; 20/Tâhâ, 99; 26/Şuarâ, 6, 69; 27/Neml, 22; 28/Kasas, 3, 66; 33/Ahzâb, 20; 38/Sâd, 21, 67, 88; 49/Hucurât, 6; 54/Kamer, 4; 64/Teğâbün, 5; 78/Nebe’, 2.
C- Herhangi Bir Vâkıanın Anlatılıp Bildirilmesi Anlamındaki Hubr, Haber ve Çoğulu Ahbâr Kelimelerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 9/Tevbe, 94; 18/Kehf, 68, 91; 27/Neml, 7; 28/Kasas, 29; 47/Muhammed, 31; 99/Zelzele, 4. (Haber Kelimesinin Fâil İsmi Olan ve Bütün İşlerin İçyüzünü Bilen, Her Şeyden Haberdar Olan Mânâsındaki Allah’ın İsimlerinden Olan Habîr Kelimesi ise Toplam 45 Yerde Kullanılır.)
D- Kıssa ve Haberle İlgili Konular:
a- Kur’an, Büyük Bir Haberdir: 38/Sâd, 67-68, 88
b- Her Haberin Gerçekleşeceği Bir Zaman Vardır: 6/En’âm, 67.
c- O Gün Yer, Haberlerini Söyler: 99/4-5
d- Geçmişlerin Haberleri: 20/Tâhâ, 99.
e- Gayb Haberleri: 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49.
f- Peygamber Haberleri: 11/Hûd, 120.
g- Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
2. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
3. Kur’an Kıssaları ve Medeniyet İnşası, Abdülbaki Güneş, Gündönümü Y.
4. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
5. Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y.
6. Kur’an-ı Kerim’den Kıssalar, Cihan Bozaba, Dua Y.
7. Kıssalar Hisseler, Zeki Soyak, Vakit Gazetesi Y.
8. Peygamberimiz’in Anlattığı Hikâyeler, Osman Arpaçukuru, Elest Y.
9. Peygamberlerin Kıssaları, Ebû'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
10. Hadislerden Kıssalar, Burhan Bozgeyik, Cihangir Y.
11. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Hasan Cirit, Çamlıca Y.
12. Hadislere Kıssacılığın Girmesi ve Menfî Tesirleri, Ahmet Uyar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 1993
13. Türkiye’de Vaizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar, İFAV Y., s. 27-35
14. Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, TDV Y., s. 15-18, 244-249
15. Mevzû Hadisler Menşe’i Tanıma Yolları Tenkidi, M. Yaşar Kandemir, İFAV Y., s. 83-90, 178-180
16. Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebû Gudde, Terc. Enbiya Yıldırım, İnsan Y., s. 65-69
17. Osmanlı HalkınınGeleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.
18. Tahzîru’l-Eykaz min Ekâzibi’l-Vuâz, Celâlüddin es-Suyûtî, Tahkik: Ali Toksarı, Kayseri, 1993
19. Tahzîru’l-Havas min Ekâzibi’l-Kussâs, Celâlüddin es-Suyûtî, Tahkik: Muhammed Lütfi es-Sabbâğ, Beyrut, 1983
20. Kültür Tarihi Kaynağı Olarak menâkıbnâmeler, Ahmet Yaşar Ocak, Ankara 1992
21. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Y., Ank. 1984
22. Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslâmÖncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun
KISSA
- 145 -
Kitabevi Y.
23. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. , c. 11, s. 414-428
24. Şamil İslâm Ansiklopedisi, (Halit Ünal,) c. 3, s. 363-364
25. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 25, s. 498-502
26. Elmalılı Tefsirinde Kur’ânî Terimler ve Deyimler, Mehmet Y. Soyalan, Ağaç Y., s. 194-195
27. Ulûmu’l Kur’an Kur’an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y., s. 428-435
28. Kur’an ve Hayat, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y., s. 207-217
29. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y., s. 36-120
30. Kur’an’ın Üslûbu ve Tekrarlar, Erdoğan Baş, Pınar Y., s. 49-55
31. Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâlî, Şule Y., s. 219-234
32. 20. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y., s. 91-100
33. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyid Kutub, Arslan Y.
34. Tefsir Usûlü, İsmail Cerrahoğlu, TDV Y., s. 171-173
35. Tefsir Uslûlü ve Kaynakları, Ali Turgut, İFAV Y.
36. İlimler ve Yorumlar Açısından Kur’an’a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat, s. 191-199
37. Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, Tayyib Okiç, Nûn Y., s. 119-120, 126-127
38. Tefsire Giriş, Mehmet Sofuoğlu, Çağrı Y.
39. Nüzûlünden Günümüze Kur’an-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, TDV. Y.
40. Kur’an İlimleri ve Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Abdurrahman Çetin, Dergâh Y.
41. el-İtkan fî Ulûmi’l Kur’an, Celâleddin Suyûti
42. Mebâhis fî Ulûmi’l Kur’an, Subhi es-Sâlih
43. Kur’an Bilimi, Bahâuddin Hürremşâhî, İhtar Y., s. 112-115, 183-242
44. Günümüz Tefsir Problemleri, M. Said Şimşek, Kitap Dünyası Y., s. 367-373
45. Tefsirde Semantik Metod ve Kur’an’da “Kavm” Kelimesinin Semantik Analizi, Ali Galip Gezgin, Ötüken
46. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y.
47. Tefsir ve Hadiste İsrâiliyyât, Muhammed es-Seyyid Hüseyin ez-Zehebî, Rağbet Y.
48. Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y., s. 161-170
49. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 14, s. 218-260
50. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
51. Kavimlerin Helâki, Hârun Yahya, Vural Y.
52. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
53. Allah’ın Gazapları, (Tarihî roman), Râgıp Şevki Yeşim, 4 cilt, Huzur Y.
54. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
55. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
56. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.
57. Vahyin Işığında Arkeolojik Kazılar, Güldeste, Muammer Çetin, Konya, 1982
58. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
59. Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.
60. Sünnetullah, -Bir Kur’an İfâdesinin Kavramlaşması-, Ömer Özsoy, Fecr Y.
61. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan, İhtar Y.
62. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, Arslan Y.
63. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
64. Kur’an’da Toplumsal Değişim, Celaleddin Çelik, İnsan Y.
65. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
66. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.
67. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.
68. Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.
69. Toplumsal Değişim Kuramları, Richard A. Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş B. Kültür Y.
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
70. Kur’an’a Göre Hz. Mûsâ, Firavun ve Yahûdiler, Necati Kara, Seha Neşriyat
71. Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz.Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.
72. Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.
73. İslâm’ın Tarih Yorumu, İmâdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y.
74. Tarihin Yorumu, İmÂdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.
75. İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmÂdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.
76. İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.
77. Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y.
78. İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar, terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.
79. Kur’an ve Tarihselcilik, Şevket Kotan, Beyan Y.
80. Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.
81. Kur’an ve Arkeoloji, Bahattin Dartma, Pınar Y.
82. Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, AKâbe Y.
83. İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.
84. Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi
85. Sosyoloji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974
86. Mukaddime, İbn Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
87. İbn Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.
88. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlurrahman, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Y.
89. Modern Çağda İslâmî Meseleler, Ebû’l Mevdûdî, çev. Yusuf Işıcık
90. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Y.
91. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilal Y.
92. Her Nemrud'a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
93. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 8-10
94. Kötülük Odakları, Firavun, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
95. Kur'an'da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.
96. Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.
97. Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar, s. 3, Ocak 1987
98. İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayyiğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994
99. Hz. Nûh Aleyhisselâm, M. Necati Bursalı, Ölçü Y.
100. Nûh Tûfânı, Ahmed Ersöz, T.Ö.V. Y.
101. Nûh’un Gemisine Binmek, Ali Bulaç, İz Y.
102. Nûh Peygamberin Seyir Defteri, Yalçın Pekşen, Cep Kitapları Y.
103. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
104. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
105. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
106. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
107. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
108. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
109. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
110. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
111. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
112. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
113. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
114. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
115. Peygamberlerin Hayatı, Ebû'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
116. Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.
117. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
118. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
KISSA
- 147 -
119. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308
120. Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.
121. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
122. Kur’an Işığında Üç Peygamber, Üç Kitap, Osman Cilacı, Mıstaş Basımevi, Konya
123. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdulkerim Suruş, Kıyam Y.
124. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Y.
125. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
126. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
127. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 301-331
128. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y. s. 47-55
129. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
130. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y. c. 1, s. 8-9
131. Kitâb-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, İst. 1981
132. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
133. Peygamberlerin Masumiyeti, Fahrüddin El-Râzî, çev. Hasan Fehmi Ulus, İlim Y.
134. Peygamberimizin Yanılması Meselesi, İbrahim Canan, Rağbet Y.
135. Tevhid, Rasüllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
136. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 75-112
137. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
138. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
139. Hazreti Yûsuf Aleyhisselâm, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y.
140. Sûre-i Yusuf’un Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
141. Hz. Yusuf, Harun Yahya, Vural Y.
142. Hz. Yusuf Medresesi, Harun Yahya, Vural Y.
143. Kıssahanlar, Şettahlar, Meddahlar, Murat Uraz, Türk Folklor Araştırmaları, XVIII/354, 1979, s. 8535-8539
144. Edebiyatımızda Kıssa, Kıssahanlık Geleneği ve Meddahlıkla Münasebeti Üzerine, İbrahim Altunel, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, I/1, Konya 1994, s. 157-167
145. Kur’an’ın Hayata Müdahalesi, Heyet, Umran Dergisi Y., s. 293-356
146. Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Cengiz Duman, Haksöz sayı, 30, Eylül 93
147. Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002
148. Kur’an’daki Peygamber Kıssalarına Dair, Osman Kayaer, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002
149. Kur’an Kıssalarının Eğitici Yönü, Ramazan Varol, Fecre Doğru, sayı 27, 1998, s. 39-42
150. Kur’an Kıssaları Yahûdilikten mi Alınmıştır? Afif Abdülfettah Tabbâra, çev. Osman Cilacı, İslâm Medeniyeti Dergisi, 1973, sayı 32-33, s. 28-30, 31-33
151. Kur’an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi? Yapı, Muhteva ve Kaynak Açısından Torah Kıssaları, Şinasi Gündüz, Ondokuz Mayıs Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, Samsun 1998, sayı 10, s. 49-88; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 41-75
152. Kur’an Kıssalarının Neliği (Mâhiyeti) Üzerine, Tahsin Görgün, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 19-40
153. Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şengül, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184
154. Va’z, Kıssacılık ve Hadiste Kussâs, Mücteba Uğur, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 28, Ank. 1986, s. 291-326
155. Kur’an’da Kıssa Kavramı Üzerine, Ali Sayı, DEÜİFD, sayı 9, İzmir, 1995, s. 145-196
156. Kur’an Mesajını Ulaştırmada Kıssaların Önemi, İdris Şengül, I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ank. 1994, s. 133-140
157. Kur’ân-ı Kerim’in Anlaşılması Bakımından Kıssalar, Yeminler ve Tekrarların Önemi, Ramazan Karaman, Din Öğretimi Dergisi, 1989, sayı 19, s. 47-52
158. Kur’an’da Kıssa, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilâl dergisi, 1967, sayı VII/76, s. 22-23
159. Kur’an’daki Kıssalar Üzerine, İmzasız, Yeni Ümit, 1995, sayı IV/29, s. 23
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
160. İletişim Açısından Kur’an Kıssaları, Selahattin Sönmezsoy, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 97-112
161. Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar, Sadık Kılıç, I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ank. 1994, s. 87-98
162. Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95
163. Kıssa ve Hukuk, Mehmet Nuri Güler, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., s. 113-144
164. Kur’ân-ı Kerim’de Kıssalar, Suat Yıldırım, A. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, 1979, sayı 3, s. 37-63
165. Tefsîr-i Kebir’den Düşündürücü Kıssalar, Abdullah Yılmaz, Hakses, 1987, XXIII/269, 272
166. İlâhî Mesajın Kadîm Medeniyetlerdeki İzdüşümleri, Kur’an’ın Arkapanına Arkeolojik Bir Yaklaşım, Eyyüb Ay, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 1996, IX/1-4, s. 184-196
167. Vahyin Işığında Arkeolojik Kazılar, Muammer Çetin, Güldeste, Konya, 1982, I?3, s. 1-4
168. İlâhî Mesajın Kadîm Medeniyetlerdeki İzdüşümleri, Kur’an’ın Arkaplânına Arkeolojik Bir Yaklaşım, Eyyüb Ay, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 1996, IX/1-4
169. Tarihî Bir Kaynak Olarak Kur’an-ı Kerim, M. Beyyumî, Diyanet Dergisi 1996, XXXII/1, s. 107-114
170. Tarih Kaynağı Olarak Kur’an, Rudi Paret, çev. Ömer Özsoy, Kur’an Üzerine Makaleler, Ank. 1995, s. 116-138
171. Hz. Yusuf’un Mücâdele Örnekliği I-II, Cengiz Duman, Hak Söz, sayı: 55-56, Ekim-Kasım 95
172. Hz. Yusuf (a.s.) ile Hz. Musa (a.s.) Kıssaları Arasındaki Benzerlikler ve Kur’an Mu’cizeliği, Davut Aydüz, Yeni Ümit, 1998, sayı 42, s. 27-31
173. Hz. Yûsuf, Abdullah Aydemir, Diyanet Dergisi, 1975, XIV/2, s. 76-97
174. Yusuf (a.s.)’un Hayatı, Şahin Öztürk, Hilâl, 1980, sayı: XVIII/213, 214, 215, 216, 1980-1981
175. Hz. Yusuf Mısır’da, Ali Gürbüz, Zafer, 1992, sayı XVI/187, s. 9-11
176. Hz. Yûsuf’un Kardeşleri, Mahmud Garib, çev. Abdullah Yılmaz, Hakses, 1989, sayı XXV/294, s. 13-15
177. Kur’an’da Naklolunan Yûsuf Kıssası Işığında Görev İsteme Meselesi ve Molla Hüsrev, M. Zeki Duman, Diyanet Dergisi, 1987, sayı XXIII/3, s. 37-46

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:57

KISAS

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KISAS


- 67 -
Kavram no: 114
Görevlerimiz 22
Bk. İslâm; Sâlih Amel; İsyan-İtaat; Şeriat
KISAS
• Kısas; Anlam ve Mâhiyeti
• Kısasın Hikmetleri
• Kur’an’ın İcaz Örneklerinden Biri: “Kısasta Hayat Vardır!”
• Kısastaki Adâlet; Cinâyetlerin Önüne Ancak Kısasla Geçilir
• Kısasın Tarihçesi; Diğer Din ve İdeolojilerde Kısas
• İslâm Hukukuna Göre Adam Öldürme ve Cezası
• Kısasın Uygulanabilme Şartları
• Kur'ân-ı Kerim'de Kısas Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Kısas Kavramı
• Diyet ve Kasâme
• Kur’ân-ı Kerim’de Cinâyet Suçu
• Hadis-i Şeriflerde Cinâyet
• Cinâyet; Büyük Zulüm
• Cana Kıymanın Uhrevî Sorumluluğu
"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra ma’rûfa/iyiye uymak, öldürülenin velîsine (gereken diyeti) güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gelir. O halde söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra saldırıya kalkışırsa, muhakkak onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.” 275
Kısas; Anlam ve Mâhiyeti
"Kısas", sözlükte aynıyla karşılık vermek demektir. Herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek, değiştirmek anlamına da gelmektedir. Kısas, kanı aynıyla ödetmektir. Kavram olarak bir suç işleyenin aynı cinsten bir ceza ile cezâlandırılmasıdır. Bir hakkı misliyle takas etmek demektir.
İslâm'a göre insan öldürmek, intihar etmek, kana, mala ve ırza (iffete) tecâvüz haramdır. Müslümanın canı, malı, ırzı ve şerefi koruma altındadır. Yine müslümanın müslümana, hakaret etmesi, onunla alay etmesi, ona karşı kibirlenmesi, ona eliyle ve diliyle zarar vermesi de helâl değildir. Bir kimse bir insanı öldürürse veya bedenine zarar verirse; İslâm bunun cezâsının verilmesini öngörür. Hem insan haklarının korunması, hem toplum huzurunun sağlanması, hem de kin ve nefret duygularının azalması için buna ihtiyaç vardır. Karşılığı verilmeyen suçlar, sahibini daha da azdırır.
275] 2/Bakara, 178-179
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın insana verdiği en önemli nimetlerden biri hayattır. Hayatı sona erdirme hakkı da sadece onu veren Allah’a aittir. Hiç kimse haksız yere bir cana kıyamaz. Allah (c.c.) haksız yere cana kıyanlara ve insanların bedenine zarar verenlere belli cezâların verilmesini emreder. “Bu nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: 'Kim bir nefsi, bir nefse ya da yeryüzündeki bir fesâda karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur...”276 Görüldüğü gibi bir insanı haksızca öldürmek bütün insanları öldürmek kadar ağır bir suçtur. Böylesine ağır bir suçun cezâsı da kendi cinsinden olmalıdır. Bu, adâletin gereğidir. 277
Kısasın Hikmetleri
Bir kimsenin hayatına saldıranın, bunu hayatıyla ödemesi, birinin vücudunu yaralaması, kendi bedeninde bunun karşılığı kadar zedelenmeye uğramasını gerekir. Bu, insana ve onun haklarına bir saygıdır. Öldüreni affetmek, ölenin hakkına tecâvüzdür. Kur’an, öldürenin (katilin) bağışlanmasını tavsiye etmektedir. Ancak, bu af yetkisi, yalnızca ölenin yakınlarına âittir. Onlar dilerse affederler, dilerse diyet (kan bedeli) alırlar. Ama affetmezlerse, suçlunun cezâsı verilmelidir. Bu cezâyı da ancak müslümanların işlerini yürüten yetkililer (İslâm devletinin yöneticileri) yerine getirebilir.
Kısas, Kur’an’ın tesbit ettiği bir cezâdır. Peygamberimiz bunu hem uygulamış hem de tavsiye etmiştir. Bütün İslâm âlimleri bu konuda fikir birliği (icmâ) etmişlerdir. Akıl yönünden de bu cezanın gerekliliği ortadadır. Bir tarafta suçlu, bir tarafta ise haksızlığa uğrayan taraf vardır. Suçlunun ceza alması, haklının da hakkının ödenmesi gereklidir. "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra ma’rûfa/iyiye uymak, öldürülenin velîsine (gereken diyeti) güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gelir. O halde söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra saldırıya kalkışırsa, muhakkak onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.”278 Mâide Sûresi beşinci âyetinde ise, cana can, kulağa kulak, göze göz, buruna burun, dişe diş karşılığı kısas olduğu bildirilmektedir.
Günümüzde bazı kimseler, kısas cezâsını ağır bularak karşı çıkarlar. Kısas, dengiyle karşılık vermektir, yani adâleti yerine getirmedir. Üstelik katilin vârislerine affetme veya diyet alma yetkisi de verilmiştir. Hatta bunu Kur’an’ın teşvik ettiğini de yukarıda gördük. Asıl haksızlık, bu cezâların kaldırılması, ölenin yakınlarının haklarının kendilerine sorulmadan ellerinden alınmasıdır. Kim, hangi yetkiyle öldürülenin vârislerinin bu hakkını ellerinden alıyor? Katile cezâ vermemek, bir başkasının hakkına saldırıdır. Aynı zamanda ölenin vârislerinin intikam duygularını kabartır. Nitekim birçok yerde, katillere hak ettiği cezâ verilmediği için ölünün yakınları cezâ vermeye kalkıyorlar ve kan dâvâları sürüp gidiyor.
Öldüren katilin yaşama hakkı, öleninkinden daha kutsal değildir. Kısasta insanlar için hayat vardır. Hem ahlâk yönünden, hem sosyal barış yönünden,
276] 5/Mâide, 32
277] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 354
278] 2/Bakara, 178-179
KISAS
- 69 -
hem caydırıcılık yönünden, hem de merhamet yönünden en tutarlı yol, kısastır. Allah, insanları bu konuda akıllı davranmaya çağırıyor. Kötülüğün cezâsı, yapılan kötülük kadardır. Ancak affedip barışma yolunu seçenlere Allah mükâfat verecektir. 279 İslâm'da, bir yanağına vurana öbür yanağı da çevirmek yoktur. Ne zulmetmek vardır, ne de zulme uğrayınca sessiz kalmak. Kur’ân-ı Kerim, haklının hakkını ortaya koyduktan sonra, hak sahibini affetmeye çağırır. Bu da tam bir denge, adâlet ve merhamettir.
Kısas cezâsını uygun ve gerekli gören bizzat Allah'tır. Her şeyi bilen Rabbimiz insanlar hakkında şüphesiz en hayırlısını bilir. Kimin hak sahibi olduğunu en iyi o gösterir. Doğruyu ve yanlışı O’ndan daha iyi kim bilebilir? O’nun hükmüne karşı çıkanlar ya bilgisiz câhillerdir, ya da çok cür'etli kibirlilerdir. Onlar Allah’ın Rabliğini yeterince bilemeyen ve kabul etmeyenlerdir.
Kısas cezasının uygulanması için birtakım şartlar aranır. Bu şartların önemlilerini, kısaca şöyle sayabiliriz:
a- Kısas, cinâyeti (suçu) kim işlemişse ona uygulanır.
b- Kısası ancak müslüman otorite sahipleri yerine getirir. Herhangi bir kişi veya topluluk bunu yapamaz.
c- Bir cinâyeti birkaç kişi beraber işlemişse, kısas hepsine uygulanır.
d- Cinâyetin işlendiği tam kesin olmazsa, yani şüphe halinde kısas uygulanmaz.
e- Suçlulara bu cezâ uygulanırken makamlarına göre ayrım yapılmaz. Halk ile devlet başkanı arasında bile fark yoktur.
f- Suçun, kasden yani bilerek işlenmesi gerekir. Hatalı öldürme ve yaralamalarda başka cezâlar uygulanır.
g- Öldürülenin vârisleri veya yaralananın kendisi ‘diyet’ isterse veya affederse, kısas uygulanmaz.
h- Kısas, kendi dengine göre uygulanır, aşırıya gidilmez.
İslâm'ın bütün hükümlerinde ve ölçülerinde insanlar için hayırlar ve faydalar vardır. Kimi câhiller bunu görmese de bu böyledir. Çünkü o, yerin ve göklerin sahibi Allah’ın dinidir. Yaralamalara ve organlara verilecek zararlara karşı, onların dengi bir ceza, yani bir diyet uygulanır. "Göze göz, kulağa kulak" demenin, anlamı, gözün aynen çıkartılması, kulağın aynen kesilmesi değil, onların bedellerinin günün şartlarına uygun olarak diyet şeklinde verilmesidir. İnsanlar arasında adâlet, ancak Allah’ın koyduğu hükümlerin uygulanmasıyla sağlanır. İnsan, toplum, hayvan ve çevre haklarının garantisi İlâhî hükümlerdir. Bu hükümlere yüzçevirenler hem gerçek adâletten, hem de herkese âit hakları gereği gibi yerine getirmekten mahrum kalırlar. Adâletten mahrum kalmanın sonucu ise zulüm, baskı, ezilme, horlanma ve hakkını alamama gibi kötülükler ve İlâhî azaptır. 280
Kısas, herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek, değiştirmek anlamına da gelmektedir. Kavram olarak bir suç işleyenin aynı cinsten bir ceza ile
279] 42/Şûrâ, 40
280] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 355-356
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cezalandırılmasıdır. Kanı, aynısıyla ödetmek, bir hakkı misliyle takas etmektir. Hayat kutsaldır. Hayatı veren Hayy (diri) ve Muhyî (hayat veren) isimlerinin sahibi Allah, onu alan da Mümît (öldüren) ismiyle yine Allah’tır. Allah’a ait olan bu hak ve yetkiyi O’nun dışında, O’nun izni ve emri olmadan kimsenin kullanma hakkı yoktur.
İslâm hukukunun ana kurallarından biri olan kısas, suçluya, işlediği suç kabilinden ceza vermektir. Kasden ve haksız yere bir insanı öldüren kimseye hapis cezası vermek, aklın kabul edeceği bir şey değildir. İslâm’da hapishane yoktur, tutuk evi vardır. Suç işleyen bir kimse, ya öldürülür, ya para ya da sürgün cezasına çarptırılır; hapse atılmaz. İslâm’da af da büyük bir yer işgal eder. Suçundan dolayı öldürülmesi gereken kimse, hak sahibi tarafından affedilirse, cezası paraya dönüşür. Kısası emreden Bakara, 178. âyetinde bu cihet de ifade edilmiştir. Meşrû müdafaa yaparken öldürmek gibi, ilk öldüreni cezalandırmak için öldürmek, yani kısas, hayata kasdetmek değil; tam tersine hayata hizmettir. 281
Kısas hükmü, bazılarına çok ağır bir ceza gibi gelse de ulu’l-elbâb/akıl sahipleri kabul ederler ki, bu adaletin gereğidir, kangren olmuş bir uzvun kesilmesiyle vücudun kurtarılmasının sağlanması gibi, hayat sağlayan bir yaptırımdır. Çünkü kısas, dini veya nefsi müdafaa gibi meşrû bir sebep olmadan bir adamı zulmen öldürenlere uygulanır. Birisinin yaşama hakkını yok yere, kaba gücüne dayanarak elinden alan kimseye, kendisinden daha güçlünün var olduğunu bildirmek, onun da elinden hayat hakkını almak lâzımdır. Birisini haksız yere öldürdüğü takdirde kendisinin de öldürüleceğini bilen insan, kimseyi öldürmeğe cesâret edemez. Böylece toplumda öldürme olayları çok azalır. Arada sırada gözü dönmüş katiller çıkarsa, onlar da Allah’ın kanunuyla ortadan kaldırılınca topluma tam bir huzur havası egemen olur. Sonra zâlimler öldürülünce mazlum olarak öldürülen kimsenin yakınlarının kalbinde kin ve intikam hissi kalmaz. Hak yerini bulacağı için, fertler intikam hissine kapılıp kendileri ceza vermeğe kalkmazlar, kan dâvâları olmaz. Belki birkaç yılda bir kişi kısas olarak öldürülür, ama kendisinin kısas yapılarak öldürüleceğini düşünen kimse, başkasını öldürmeye kalkmaz, toplum yaşar. Her gün yüzlerce insanın çeşitli cinâyetlere kurban gitmesi yerine saldırgan bir insanın öldürülerek toplumda güvenin sağlanması daha iyi değil midir? 282
“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.”283 “Kısasta hayat vardır” sözü, gerçekten îcaz bakımından mûcizevî özellikler taşıyan ve çok dikkate değer bir ifadedir. Çünkü kısas tatbik edilirse bir kişinin öldürülmesiyle pek çok kimsenin yaşaması sağlanır, kan dâvâları böyle önlenir. Bir insanın hayatına kast eden zâlimi affetmek için, öldürülen mazlumun hakkını gasb etmek, merhamet ve insanlık değildir.
Toplumun hakkını ferdin affetmesi mümkün olmadığı gibi, bir ferdin hakkını da toplum veya onlar adına düzenlerin affetme hakkı ve yetkisi yoktur. Katilin toplum veya kanunlar tarafından affedilmesi veya Allah’ın koyduğu cezanın dışında hafif cezalara çarptırılması, merhamet değil; zulümdür. Mazluma karşı, onun yakınlarına karşı, insanın yaşama hakkına, can emniyetine ve dolayısıyla
281] 2/Bakara, 179
282] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1, s. 71
283] 2/Bakara, 180
KISAS
- 71 -
insanlığa karşı bir zulümdür. Toplumun ve düzenlerin görevi, hak sahiplerinin haklarını korumaktır; başkasının en temel haklarından birini ihlâl edeni kurtarmak için bahane aramak değil.
Kur’an’ın İcaz Örneklerinden Biri: “Kısasta Hayat Vardır!”
Kısasın hikmetini anlatan Bakara sûresi, 179. âyeti Arap dili ve edebiyatı yönünden söz sanatlarının zirvesidir. Anlam yönüyle olduğu kadar kelâmın vecizliği ve belâğatı yönüyle de insanları bir benzerini meydana getirmekten âciz bırakan îcaz eseridir. “Sizin için kısasta hayat vardır.”284 Bu âyetteki ifâde, bundan önce geçen, “Sizin üzerinize kısas farz kılındı” âyetine ma’tuftur. Maksat, rûha kısas hükmünü benimsetmektir. Çünkü kısas, nefislere ağır gelen bir cezâdır. Bu cümle, belâğatın zirvesinde bir ifâdedir. Arap dilinde bu mânâya gelmek üzere en çok şöhret bulan atasözü; “El-katlu enfâ li’l-katl = Öldürme, öldürmeyi yok eder” ifâdesidir. Ne var ki, “Ölümü en iyi ölüm önler” anlamındaki bu sözden, “Sizin için kısasta hayat vardır.” buyruğu her bakımdan daha belîğânedir. Bu üstünlüğü birkaç yönden ifâde edebiliriz:
a) Harflerin azlığı bakımından. Burada maksat 10 harfle ifâde edilmiştir. Diğerinde ise 14 harf vardır.
b) İttirâd vardır. Çünkü her kısasta hayat vardır. Ancak her öldürme ölümü önlemez. Çünkü zulüm ile öldürme daha çok ölümü celbeder.
c) Hayat derken kullanılan tenvin ile bir tür yücelik anlamı verilmiştir.
d) Kısas ile hayat arasında bir intibak sağlanmıştır. Aslında kısas hayatın yok edilmesi ve hayat ise kısasın mukabilinde yer alır.
e) İfâdede istenen doğrudan doğruya hayattır. Ölümün önlenmesi ise yalnızca bunun için gereklidir. Yoksa kendiliğinden gerekli değildir.
f) Bir şeyin kendi zıddında mevcut kılınması şeklindeki garâbet sözkonusudur. Diğer bakımdan zarf, mazrûfu ihtivâ ederse o şeyin dağılmasını önler. Böylece bizim için sözkonusu olan kısas, hayatı felâketlerden muhâfaza eder.
g) İfâdede birbirine yakın anlamlar olmakla beraber tekrardan uzak durulmuştur.
h) İfâdede farklılık ve selâset (akıcılık) vardır. Çünkü bu ifade ile Araplarca kullanılan cümle arasında hafif sebeplerin ardarda gelmesi şeklindeki durum, bahis mevzûu değildir. Çünkü Arap dilinde ardarda gelen harekeli iki harf, ancak bir yerde vardır. Bu ise, ifâdenin selâsetini (akıcılığın) azaltıp dilde açıklığı eksiltir. Yine, fâ’dan lâm’a geçiş, elif’ten lâm’a geçişten daha doğrudur (Kısas kelimesinden sonra hayat kelimesinin gelmesi).
i) Belirli bir sebebe ihtiyaç göstermemesi bakımından da bu ifâde üstündür. Hâlbuki öbür ifâde bunu gerektirir.
k) Vurmayı, yaralamayı ve öldürmeyi ihtivâ eden bu hükmün hakikatini gösteren cins edâtı olan elif-lâm ile birlikte kısas kelimesinin kullanılması özelliği öbür ifâdede yoktur.
284] 2/Bakara, 179
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
l) Öldürmeyerek diri bırakmanın da ölümü önleyeceği vehmi doğuracak fiillerden uzak olması da bir ayrı özelliktir.
m) Âyet-i kerime, öldürme için en uygun karşılık olan hayatı ihtivâ etmektedir. Arapların kullandığı söz ise bunun tersinedir. Çünkü o öldürmeyi içermektedir.
n) Arapların kullandığı ifâdede bir şeyin bizzât kendisinin yok olmasının sebebi olması şeklindeki vehim bu ifâdede yoktur. Sözü, sözlerin en yücesi, âyetleri işâretlerin en parlağı olan Rabbimizi hamd ile tesbih ederiz. 285
Kısastaki Adâlet; Cinâyetlerin Önüne Ancak Kısasla Geçilir
Öldürme beş çeşittir; kasden öldürme, kasda benzer öldürme, hatâen öldürme, hatâen öldürmeye benzer öldürme ve öldürmeye sebebiyet verme. Kasden öldürmenin üç temel unsuru vardır:
Maktûlün, öldürülmesi yasak olan canlı bir insan olması,
Öldürmenin katilin fiilinin sonucu olması,
Katilin, ölümün meydana gelmesini kasdetmesi.
Kur'ân-ı Kerim'de ve Hz. Peygamber'in sünnetinde kasden öldürmekle ilgili birçok hüküm olduğunu görmekteyiz. Bu konudaki âyetler üç grupta toplanabilir. Bunlar; öldürmeyi yasaklayan,286 uhrevî cezâyı ifâde eden287 ve kısasla ilgili âyetlerdir. 288
İslâm hukukunda kasden insan öldürmenin cezası, sadece kısas veya diyet değildir. Cinâyet işleyene bir'den fazla cezâsı vardır. Bunların bir kısmı aslî, bir kısmı tâbi cezâlardır. Aslî cezâlar: Kısas (veya diyet), tâzir ve keffârettir. Tâbi cezâlar ise iki tanedir; mirastan mahrûmiyet, vasiyetten mahrûmiyet.
Kasden İnsan Öldürmenin Cezâsı; Kısas: Kısas, insanın hayatına ve vücut tamamlığına karşı işlenen suçlara (cinâyetlere) verilen bir cezâ çeşididir. Yapılan bir şeyin aynısının yapılmasıdır.
Kısasın Tarihçesi; Diğer Din ve İdeolojilerde Kısas
İlk insan toplumunda: Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Âdem'in iki oğlunun kıssaları anlatılarak birinin diğerini öldürdüğünü, her ikisinin de, bu davranışın kötü olduğunu bildikleri için birinin mukabele etmediği, diğerinin de, sonunda pişman olduğu anlatılmaktadır. 289 Sonunda da şu âyete yer verilmektedir: "Bundan dolayı İsrâil oğullarına şöyle yazmıştık: 'Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya (fesat) karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış olur." 290
Tevrat'ta: Tevrat, bütün öldürme çeşitlerinden bahseder, kısas gerektiren ve
285] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 2, s. 51
286] 6/En'âm, 151; 17/İsrâ, 31, 33 vb.
287] 4/Nisâ, 93; 25/Furkan, 68, 69 vb.
288] 2/Bakara, 178, 179, 194; 5/Mâide, 45; 17/İsrâ, 33
289] 5/Mâide, 27-31
290] 5/Mâide, 32
KISAS
- 73 -
gerektirmeyen öldürmeden söz ederek cinâyetin Allah katında en büyük günah olduğunu bildirir.291 Kitab-ı Mukaddes'in Tevrat diye bilinen ilk bölümünde (Ahd-i Atîk'de) bir cümlede; "Bir adamı vuran, vurduğu ölürse, mutlaka öldürülecektir."292 denmektedir. Diğer bir cümle de şöyledir: "Ve babasına yahut anasına vuran mutlaka öldürülecektir."293 Bu ifâdelerden de anlaşılıyor ki, Tevrat'ta öldürmenin cezâsı öldürülmektir. Affetmek haramdır.
İncil'de: Birçok insan, Matta İncilinin şu cümlelerine dayanarak kısas hükmünün İncil'de benimsenmediğini söylemektedir: "Göz yerine göz, diş yerine diş, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim; kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir ve eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona abanı da bırak ve kim seni bir mil gitmeye zorlarsa, onunla iki mil git!"294 Bazı müfessirler de hıristiyanlıkta öldürmenin cezâsının diyet olduğunu belirtmektedirler. Hâlbuki bu iddiânın Hz. İsa’nın İncil’deki sözlerine ters düştüğü belirtilmektedir. Gerçekten Hz. İsa; “Ben Tevrat’ı nakzetmek için değil; Onu tamamlamak için geldim” demektedir. Hz. İsa’dan gelen bu rivâyet doğrudur; çünkü Kur’ân-ı Kerim de bunu te’yid etmektedir: “Ben, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak... gönderildim.” 295
İncil’in; “Kötüye karşı koyma!” sözü af ve müsâmahayı tavsiye mâhiyetinde olup, kısas hükmüne mâni değildir. Nitekim bu anlamda Kur’ân-ı Kerim’de de birçok âyet vardır 296. Özellikle Hz. İsa’nın sözü ve Kurân-ı Kerim’in Âl-i İmrân sûresinin 50. âyeti gözönüne alındığında İncil’de kısasın benimsendiğini söyleyebiliriz.
Roma Kanununda: Eski Roma kanununda öldürmenin cezâsı olarak kısas vardır. Ancak, bu herkese uygulanmazdı; suç işleyen devlet görevlisi ya da eşraftan biriyse, öldürülmez, sürgün edilirdi; orta tabakadan biriyse, boynu vurulurdu; aşağı tabadakan biriyse, çarmıha gerilirdi. Daha sonra çarmıha gerilme yerine vahşi hayvanların önüne önüne atılırdı. Sonra bu da dönüştürüldü. Roma, Civitas haline gelince de kişilere karşı işlenen fiillerin başında adam öldürme gelmekteydi. Daha önce intikam niyetiyle verilen cezâlar ve diyetler lağvedildi. Artık kasden adam öldürmede suçu işleyene ölüm cezâsı verilirdi.
Araplarda: Arapların da İslâm’dan önce başvurdukları bazı kıstasları bulunmaktaydı. Bunlardan biri, katilin öldürülmesi idi. “El-katlu enfâ li’l-katl = Öldürme, öldürmeyi yok eder” şeklindeki sözleri meşhurdur. Ancak bunu bir kin ve öç alma duygusuyla söylerlerdi. Bu konuda aşırıya giderek, bazen katilden başkasını öldürüyor, bir kişi yerine birçok kişiyi öldürüyorlardı; kadına karşı erkeği, köleye karşı hür insanı, hayvana karşı insanı öldürüyorlardı. Eğer öldürülen eşraftansa, öldürülenin yakınlarının istekleri bitmiyordu. Akla hayale gelmeyen şeyler isteyerek işi zorlaştırıyorlardı.
Bugünkü Türk Ceza Kanununda: Türk ceza kanunu, kasden insan öldürmenin suçunu üçe ayırmaktadır; ağır hapis, müebbet ağır hapis ve idam. “Kim,
291] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 21/12-32; Tesniye, 29/2 vd.
292] Çıkış, 21/12
293] Çıkış, 21/16
294] Kitab-ı Mukaddes, Matta İncili 5/38-41
295] 3/Âl-i İmrân, 50
296] 41/Fussılet, 34 vb.
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir kimseyi kasden öldürürse, 24 seneden 30 seneye kadar ağır hapis cezasına mahkûm olur,297 öldürülen kişi akraba ise, ya da zehirlenme yoluyla öldürülürse, suçu işleyen müebbet ağır hapis cezasına mahkûm olur.298 Türk Ceza Kanununun 450. maddesinde sıralanmış olan on bir şarttan birini taşıyorsa, öldürmenin cezası idamdır. Meselâ öldürülen kişi, katilin usûl ve fürûundan ise, T.B.M.M. üyelerinden biriyse, devlet memuruysa, kasden yapılmışsa, cezası idamdır. 299
Görülüyor ki, bahsi geçen bu hukuk sistemlerinde idam, yani kısas cezâsı vardır ve gâyesine uygun olarak veya olmayarak uygulanmıştır. Buna rağmen, günümüzde bazı insanlar, kısasın cezâ olarak uygulanamayacağını iddiâ etmektedirler. Hâlbuki, meşhur kuraldır: “El-cezâu min cinsi’l-amel = Cezâ, amel/suç cinsindendir. Öldürme suçu, aynı cinsten bir cezâ ile benzer bir öldürmeyle cezâlandırılmalıdır. Suç-cezâ eşitliği, adâletin gereğidir ve toplumun kurtuluşu buradadır. Suç-cezâ eşitliği bulunmadığı zamanlarda, kanunların dinlenmediği ve suçların arttığı bir gerçektir. Cezâ, caydırıcılığını kaybettiği an, cezâ olmaktan çıkmış demektir.
İslâm Hukukunda: İslâm hukukunda her şeyde orta yol ve adâlet tercih edilmiştir. İnsan hayatını garanti edebilmek için İslâm, kısası kabul etmiştir. Ancak Tevrat’taki gibi ifrâta da, birçoğunun anladığı mânâda İncil’deki tefrîte de düşmemiştir. Yukarıda geçtiği gibi Tevrat’ta öldürmenin cezâsı sadece öldürmedir. Suçluyu affetmek câiz değildir. İncil’de ise, birçoğunun anlayışına göre, “Bir yanağına vurana, diğer yanağını çevireceksin”300 ifâdesinden kısasın olmadığı bazılarınca anlaşılıyor. Kur’an ise, orta yolu tercih etmiştir; kısası prensip olarak kabul etmiş,301 ancak, öldürülenin velîlerine affetme hakkını da vermiştir (aynı âyetler). Hatta bunu teşvik etmiş, sevdirmiştir.302 Eski Roma hukukunda olduğu gibi, insanları çarmıha germeyi, ya da yırtıcı hayvanlara yem etmeyi reddetmiştir.
Özet olarak İslâm cezâ hukukunda, diğer ağır cezâlarda olduğu gibi kısasta da cezânın mümkün olduğu kadar kaldırılması hedeflenmiştir. İnsan hayatına tecâvüzleri önlemek için kısas benimsenmiştir. Fakat hangi sebeple olursa olsun öldürülen kadar öldürenin de yaşamına değer verilmiştir. Bu amaçla kısası gerektiren suçlarda gerek kanunî unsurların tam olarak gerçekleşmesinde, gerek isbatta âzamî hassâsiyet gösterilmiştir.
Diğer ağır cezâlarda af ve sulh geçerli olmadığı halde, yaşam ve organlar üzerinde sonuçlar doğuran kısasta, bir de mağdûrun isteğine bağlı olarak af ve sulh müesseseleri kabul edilmek sûretiyle kısasın uygulanması ileri derecede sınırlandırılmış ve kısas cezâsı, affa teşvikle neredeyse düşürülmüştür.
İslâm Hukukuna Göre Adam Öldürme ve Cezası
İslâm hukukunda katl, yani adam öldürme cinâyeti beş kısma ayrılmıştır:
1- Kasden öldürme: Ateşli silâh veya silâh yerine geçen yaralayıcı kılıç, bıçak ve balta gibi şeylerle vurup öldürmektir. Böyle bir suçu işleyen hem büyük günah
297] Türk Ceza Kanunu, madde 448
298] T.C.K. madde 449
299] Abdullah Pulat Gözüboyök, Türk Ceza Kanunu Şerhi, c. 4, s. 145-369
300] Kitab-ı Mukaddes, Matta’ya Göre İncil, 5/39
301] 2/Bakara, 178; 17/İsrâ, 33
302] 42/Şûrâ, 40; 2/Bakara, 237
KISAS
- 75 -
işlemiş olur ve hem de kısas cezasına çarptırılır. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyrulur: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”303; “Ey iman edenler! (Kasden) öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı).”304 Kasden öldürmede keffâret cezâsı yoktur. Katil, yakınını öldürmüşse, mirastan da mahrum olur.
2- Kasda benzeyen öldürme: Taş, sopa ve benzeri silâh olmayan şeylerle kasden vurup öldürmektir. Böyle bir cinâyeti işleyen de günahkâr olur. Keffâret öder ve ağır diyet cezâsı verir, mirastan mahrum olur.
3- Hata yoluyla öldürme: Hata; kasıtta hata ve fiilde hata olmak üzere iki kısma ayrılır. Av hayvanı diye insana ateş etmek kasıtta hata; başka bir hedefe atılan kurşunun insana isabet etmesi de fiilde hatadır. Böyle bir cinâyet işleyen günahkâr olmaz. Kendisine keffâret gerekir. Diyet ödemesi gerekmez; mirastan mahrum olur.
4- Hata yerine geçen öldürme: İnsanın uyku esnasında sağa sola dönmesi ile yanındakinin ölümüne sebep olması bu tür bir cinâyettir. Bu da hata yoluyla öldürme gibidir. Aynı hükümler burada da geçerlidir.
5- Sebep olarak öldürme: Bu, çeşitli şekillerde bir başkasının ölümüne sebep olmaktır. Meselâ, birinin kendi mülkü olmayan bir yere kuyu kazıp oraya bir başkasının düşerek ölmesi gibi. Böyle bir cinâyetten dolayı sadece diyet gerekir. 305
Kısasın Uygulanabilme Şartları
Hukukîliği Kur’an, Sünnet, icmâ ve aklî delille sâbit olan kısasın uygulanabilmesi için bazı şartlar vardır. Bunların bir kısmı katil (öldüren) ile bir kısmı maktûl (öldürülen) ile bir kısmı da katl (öldürme işi) ile diğer bir kısmı da, maktûlün velîsi ile ilgilidir.
Katilde bulunması gereken şartlar:
a- Katil, akıllı ve bülûğ çağına ermiş olmalıdır. Çocuk ve deliye kısas uygulanmaz. Ancak, dört mezhebe göre sarhoşa kısas uygulanır. Çünkü sarhoş mükelleftir. Sarhoşa içki içme haddi/cezâsı uygulandığı gibi kısas da uygulanır. Sedd-i Zerâî için de bu gerekli görülmüştür. Aksi takdirde öldürmek isteyen herkes, nasılsa cezâ uygulanmaz diyerek içki içip adam öldürmeye kalkışır.
b- Katil, kasden öldürmüş olmalıdır. Mâlikîler hâriç, diğer hukukçular, kasden öldürmeyi şart koşmuşlardı. Mâlikîlere göre, orta yerde düşmanlığın bulunması yeterlidir.
Maktulde bulunması gereken şartlar:
a- Maktul, öldürülmesi yasak olan birisi olmalıdır. Meselâ, düşman askerini öldürmek kısas gerektirmez, çünkü öldürülmesi yasak değildir. Buna karşın bir müslümanın, bir zimmînin öldürülmesi yasaktır.
b- Maktul, katilin bir parçası olmamalıdır. Buna göre, bir baba oğlunu
303] 4/Nisâ, 93
304] 2/Bakara, 178
305] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, 319; Ö. Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3/10
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öldürdüğü için kısas edilmez; hukukçular bu konuda ittifak etmişlerdir. Ancak, Mâlikîler, babanın terbiye için değil de; bizzat onu öldürmek istediğinin iyice anlaşılması durumunda kısası gerekli görmüşlerdir.
c- Maktul, katile denk biri olmalıdır. Hanefîler hâriç, İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu bu şartı öngörmektedirler; ancak bu denklikten kasıt, din ve hürriyet denkliğidir. Hanefî mezhebine mensup hukukçular, bu konuda denklik aramamaktadırlar, zira onlara göre insanlar eşittirler; kısasla ilgili âyetlerin genel mânâsı da bunu gerektirir. Kısasla ilgili âyetlerden biri şöyledir: "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür...” 306
Hanefîlere göre âyetin mânâsı şöyledir: “Ey iman edenler, öldürülenin katiline kısas yapmanız, size farz kılındı. Kimse kimseye karşı haksızlık yapmasın, aşırı gitmesin. Hür bir insan, hür bir insanı öldürdüğü zaman yalnız o hürü öldürün, köle köleyi öldürdüğü zaman da yalnız onu öldürün, kadına karşılık da sadece katil kadını öldürün. Hür yerine birçok hür, köle yerine hür, kadın yerine erkek öldürmeyin...” 307
Hanefîlere göre âyetin başı ve sonu birbirinden bağımsızdır. Diğerlerine göre, başı ve sonu birbirine bağlıdır. Hanefîler diyorlar ki; Allah, âyetin başıyla katilin öldürülmesini farz kılmıştır. Bu hüküm, bütün katillere şâmildir; katil ister hür olsun, ister köle, ister kadın olsun, ister erkek, değişmez; her katil öldürülür. “Hüre karşılık hür...” cümlesi ise, geçen hükmü te’yid şeklinde açıklamakta ve bazı kabilelerin tatbikatını yasaklamaktadır. Onlar, kölelerine karşılık hür öldürmek istiyorlardı. Âyet, onların zulmünü önlemekte ve ancak katilin öldürülebileceğini emretmektedir. Böylece, köle öldürmüş olan bir hürün öldürülmeyeceğine dair bir delil olmadığı gibi, kadın öldüren erkeğin öldürülmeyeceğine dair de bir delil yoktur. Âyetin başı, genel bir hüküm ifâde eder. Hür yerine hürün öldürülmesinin zikredilmesi, öteden beri uygulanan bir zulmü iptal etmektedir.
Kim zulmen öldürülürse, onun velîsine yetki veririz, ama o da öldürmede aşırı gitmesin!”308 Öldürülen ister müslüman olsun, ister zimmî, hür veya köle olsun, kadın ya da erkek olsun velîsine kısas isteme yetkisi verilmiştir. “Kim size tecâvüz ederse, onun size tecâvüz ettiği kadar siz de ona tecâvüz edin!”309; “Eğer cezâ verecekseniz size yapılan cezâ kadar cezâ verin...”310 âyetleri de kısası emretmektedir.
Sünnetten de kısastaki bu genel hükmün köleleri de kapsadığını öğrenmekteyiz. Hz. Peygamber, müslümanların kanlarının birbirine denk olduğunu söylemiş, köle ile hür arasında bir ayrım yapmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Kölesini öldüreni öldürürüz; onun burnunu, kulağını kesenin burnunu, kulağını keseriz ve onu iğdiş edeni iğdiş ederiz." 311 buyurmuştur. Mâlikî ve Şâfiîler, “Öldürmede kısas size farz kılındı...” 312 âyetinin başı ile sonu birbirini tamamlamaktadır diyerek âyetin,
306] 2/Bakara, 178
307] Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 291
308] 17/İsrâ, 33
309] 2/Bakara, 194
310] 16/Nahl, 126
311] Buhârî, İlim 39, Cihad 17, Diyât 24, 31; Ebû Dâvud, Diyât 7, 11, 147; Tirmizî, Diyât 18; Nesâî, Kasâme 9
312] 2/Bakara, 178
KISAS
- 77 -
“... kadına karşı kadın...” sözüne varınca ancak tamamlandığına inanmaktadırlar. Onlara göre de insan eşittir, ancak mûteber eşitlik hürrün hüre, kölenin köleye, kadının kadına eşit olduğudur; âyet bunu ifâde etmektedir. Bu görüşe göre, kadına karşılık erkeğin öldürülmemesi lâzım gelir. Ama kadını öldüren erkeğin öldürüleceği hakkında icmâ vardır. Fakat köle hüre eşit değildir. Bir köle için bir hür öldürülemeyeceğine göre, müslüman da zimmî karşılığında öldürülemez. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, "Kâfire karşılık bir mü'min yahut ahdi içerisinde bulunan bir ahidli (zimmî) öldürülmez." 313 hadisi, bunu kanıtlamaktadır.
Hanefîler bu hadisi şöyle anlamaktadırlar: “Bir müslüman ve bir sözleşmeli, savaşçı bir kâfire karşılık olarak öldürülmez.” Bu hadisi öyle anlamak gerektiğini de şöyle izah ederler: Burada sözleşmeliye (ahitliye) karşılık savaşçı denmek isteniyor. Çünkü zaten ahitliye karşı ahitlinin öldürüleceği icmâ ile kabul edilmiştir. Bu duruma göre kâfiri savaşçı ile sınırlama zorunluluğu açıktır.
Ebû Hanife’nin ictihadı, Kur’an’ın rûhuna daha uygundur. Çünkü Şâfiî ve Mâlikîler, bir yandan mûteber eşitlik meselesini ortaya atarken, kadın karşılığında erkeğin öldürülemeyeceği görüşleriyle bu prensiplerini bozmuşlardır. Ayrıca âyetten, ilk bakışta da anlaşılacağı gibi, böyle bir ayrım yapılacağını gösteren bir husus yoktur. Katil kim olursa olsun, birisini haksız yere öldürmüşse, kendisi de öldürülür.
3- Öldürme fiilinde bulunması gereken şartlar: Hanefîlere göre kısas gerektiren öldürme işinin doğrudan yapılmış olması gereklidir; doğrudan değil de, dolaylı olarak ölüme sebebiyet vermek, kısası değil, diyeti gerektirir. Hanefîlerin dışındaki hukukçular, bu şartı koşmamışlardır. Onlara göre ölüme sebebiyet vermek, doğrudan öldürmekten farksızdır ve kısas gerektirir. Kısaca cumhura göre, öldürmeye zorlamak gibi, hissî bir sebep, ya da yalancı şâhitlik gibi hukukî bir sebep yahut zehirli yiyecek vermek gibi örfî bir sebeple ölüme sebebiyet vermek kısas gerektirir.
4- Maktûlün velisinde bulunması gereken şartlar: Hanefîler, maktûlün kısasta hak sahibi olan velîsinin belli olmasını şart koşarlar. Şâyet bilinemiyorsa, kısas gerekmez. Çünkü velî belli değilse kim bu hakkı isteyecektir? Diğer hukuk ekolleri, bu şartı kabul etmemişlerdir. 314
Kur'ân-ı Kerim'de Kısas Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “kısas” kelimesi, 4 yerde geçer.315 Bunun yanında, kısas kelimesi zikredilmediği halde, kısastan bahseden 4 âyet daha vardır. 316
"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra ma’rûfa/iyiye uymak, öldürülenin velîsine (gereken diyeti) güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gelir. O halde söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra saldırıya kalkışırsa, muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.” 317
313] Ebû Dâvud, Diyât 7, 11; Tirmizî, Diyât 17
314] Ahmet Yaşar, İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, s. 29-52
315] 2/Bakara, 178, 179, 194; 5/Mâide, 45
316] 2/Bakara, 237; 16/Nahl, 126; 17/İsrâ, 33; 42/Şûrâ, 40
317] 2/Bakara, 178
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.” 318
“Haram aya karşılık, haram aydır. İşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bil-misil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle (aşırı gitmeyenlerle) beraberdir.” 319
“Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: ‘Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezâdır). Yaralar da kısastır (Her yaralama, misli ile cezâlandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.” 320
“... Affetmeniz takvâya daha yakındır. Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.” 321
“Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” 322
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine (mirasçısına, hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin. Zâten (kendisine bu yetki verilmekle) o, yardıma mazhar olmuştur.” 323
“Bir kötülüğün cezâsı ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a âittir. Elbette O, zâlimleri sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol (mes’ûliyet) yoktur (Onlar kınanmaz ve cezâlandırılmazlar). Sorumluluk, ancak, insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere yönelir. İşte böylelerine acı bir azap vardır. Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir (bağışlayan kimse, mert ve azimli insanların yaptığı işi yapmıştır).” 324
Hadis-i Şeriflerde Kısas Kavramı
“Kim haksız yere, amden (bile bile) öldürülürse, velîsi şu üç şeyden birini tercihte serbesttir: Ya kısas ister, ya affeder veya diyet alır. Eğer dördüncü bir şey istemeye kalkarsa elinden tutun (engel olun)!” Sonra Rasûlullah (s.a.s.), Bakara sûresi, 179. âyeti tilâvet buyurdu. 325
“Kim mü’min bir kimseyi (amden) öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur. Kim bu kısasa engel olursa Allah’ın lânet ve gazabı onun üzerine olsun! Allah onun farz veya nâfile hiçbir hayrını kabul etmez.” 326
“Kim, aralarında taş atışması veya kamçı ya da sopa darbı gibi durumlarla müphem şekilde öldürülürse (bunun hükmü); hatâen öldürme hükmüne tâbidir, diyeti de hata
318] 2/Bakara, 179
319] 2/Bakara, 194
320] 5/Mâide, 45
321] 2/Bakara, 237
322] 16/Nahl, 126
323] 17/İsrâ, 33
324] 42/Şûrâ, 40-43
325] Ebû Dâvud, Diyât 3, 4, hadis no: 4496, 4504; Tirmizî, Diyât 13, hadis no: 1406
326] Ebû Dâvud, Diyât 17, hadis no: 4539, 4540-41; Nesâî, Kasâme 29
KISAS
- 79 -
diyetidir. Kim bu diyetin yerine getirilmesine mâni olursa Allah’ın lânet ve gazabı üzerine olsun” Onun hiçbir farz ve nâfile hayrı kabul edilmeyecektir.” 327
"Kölesini öldüreni öldürürüz; onun burnunu, kulağını kesenin burnunu, kulağını keseriz ve onu iğdiş edeni iğdiş ederiz." 328
Vâil İbn Hucr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam geldi, bir başkasını kayışla bağlamış getiriyordu. “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu, kardeşimi öldürdü!” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Doğru mu? Bunun kardeşini mi öldürdün?" diye sordu. Getiren adam: : "O itiraf etmezse, aleyhine delil getirebilirim!" dedi. Öbür adam: "Evet, öldürdüm" diye itiraf etti. Peygamberimiz: "Onu nasıl öldürdün?" diye sordu. Adam açıkladı: "İkimiz bir ağaçtan yaprak silkiyorduk. Derken bana söverek beni kızdırdı. Ben de elimdeki balta ile başına vurup öldürdüm." (Diğer bir rivâyette şu ziyâde vardır: “Ben onu öldürmeyi düşünmemiştim.”) Rasûlullah (s.a.s.): "Kendin nâmına ona (fidye olarak) verebileceğin bir şey (para) var mı?" diye sordu. Adam: "Benim elbisemle baltamdan başka malım yok" cevabını verdi. "Kavminin seni satın alabileceklerini (sana gerekli diyet borcunu ödemek için para vereceklerini) tahmin eder misin?" diye sordu. Adam: "Ben kavmimce beş para etmem!" dedi. Allah'ın Rasûlü bunun üzerine diğer adama (ondan bu fakir suçluyu affetmesini istedi, fakat o kabul etmedi. Sonra;) bağladığı ipi atarak: "al arkadaşını!" buyurdu. Adam da onu alıp gitti. O gittikten sonra Rasûlullah (s.a.s.): "Onu öldürürse o da onun gibi olur (Hem katil hem öldürülen cehennemdedir)." Birisi, o adama giderek Rasûlullah'ın sözünü söyledi. O da Peygamber'in yanına döndü. "Yâ Rasûlallah! Duydum ki Sen 'Onu öldürürse o da onun gibi olur' buyurmuşsun; hâlbuki onu Senin izninle alıp götürdüm" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): Onun seninle kardeşinin günahlarınızı üzerine almasını istemez misin?" buyurdular. Adam: "Yâ Nebiyyallah! Hay hay" dedi. Peygamberimiz: "İşte bu onun gibidir" buyurdu. Adam da katili bıraktı, ona yol verdi. 329
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah zamanında bir adam birini öldürmüştü. Hâdise Peygamberimiz’e geldi. (Meseleyi araştırdıktan sonra) katili, maktûlün velîsine teslim etti. Katil: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben onu öldürmeyi kasdetmemiştim (kazâen öldürdüm)” dedi. Allah Rasûlü velîye: “Eğer bu sözünde sâdık ise, doğruyu söylüyorsa, bu durumda onu (kısas olarak) öldürdüğün takdirde ateşe gidersin!” buyurdu. Bunun üzerine maktûlün velîsi, adamı salıverdi. Adam bir kayışla bağlı idi, kayışını sürükleyerek uzaklaştı. Bundan sonra kendisine zu’n-nis’a (kayışlı) adı takıldı.” 330
Süraka İbn Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.), oğlu sebebiyle babaya kısas uyguladığına, fakat oğluna, babası sebebiyle kısas uygulamadığına şâhit oldum.” 331
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Bir oğlan, hile (sûikast) sûretiyle öldürülmüştü. Hz. Ömer (r.a.): ‘Bunun öldürülmesine San’a ahâlisi iştirak etmiş olsaydı, bu tek kişi
327] Ebû Dâvud, Diyât 17, 18, hadis no: 4539, 4540, 4591; Nesâî, Kasâme 29
328] Buhârî, İlim 39, Cihad 17, Diyât 24, 31; Ebû Dâvud, Diyât 7, 11, 147, hadis no: 4515-4518; Tirmizî, Diyât 18, hadis no: 1414; Nesâî, Kasâme 9
329] Müslim, Kasâme, 32, 33, hadis no: 1680; Ebû Dâvud, Diyât 3, hadis no: 4499, 4500, 4501; Nesâî, Kasâme 5
330] Tirmizî, Diyât 13, hadis no: 1407; Ebû Dâvud, Diyât 3, hadis no: 4493; Nesâî, Kasâme 5
331] Tirmizî, Diyât 9, hadis no: 1399
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüzünden bütün San’a halkını öldürürdüm!’ dedi.” Bir başka rivâyette: “Dört kişi bir çocuğu öldürmüştü Hz. Ömer dedi ki...” diye başlar ve yukarıdaki gibi devam eder. 332
"Kâfire karşılık bir mü'min yahut ahdi içerisinde bulunan bir ahidli (zimmî) öldürülmez." 333
İbn Firâs, Hz. Ömer’den (r.a.) naklediyor: “Rasûlullah’ı (s.a.s.) gördüm, (başkasının lehine olarak) kendi nefsine kısas uyguluyordu.” 334 Rasûlullah, adâlete verdiği ehemmiyetin bir delili olarak kendisine kısas uygulamıştır. Hz. Ömer bu sözleriyle, Rasûlullah’ın: “kimin bende hakkı varsa gelsin alsın, kime haksız olarak vurmuşsam gelsin vursun!” mânâsındaki zaman zaman yaptığı talepleri kasdetmiş olmalıdır. Bu hususta Ebû Dâvud’un kaydettiği bir örnek şöyledir: Ebû Said anlatıyor: “Rasûlullah bir taksim yapıyordu. Bir adam ilerleyerek geldi ve üzerine eğilip bakmaya başladı. Allah Rasûlü elindeki hurma dalını yüzüne dürterek “çekil!” dedi. Dal adamın yüzünü kanattı. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Gel (aynı şeyi bana yaparak), kısasta bulun!” dedi ise de, adam: ‘Hayır, affettim ey Allah’ın Rasûlü’ dedi.” Ensardan mizahçı/şakacı bir zat vardı. (Bir gün yine) Konuşup yanındakileri güldürürken Rasûlullah (s.a.s.) elindeki çubuğu (şaka yollu) adamın böğrüne dürttü. Bunun üzerine adam: “Ey Allah’ın Rasûlü, (canımı yaktınız.) Müsâade edin kısas yapayım!” dedi. Allah Rasûlü de: “Haydi yap!” buyurdu. Adam: “Ama üzerinizde gömlek var, benim üzerimde yoktu (kısasın tam olması için çıkarmalısınız!” dedi. Adamın talebi üzerine, Peygamberimiz gömleğini kaldırıp böğrünü açtı. Adam, Rasûlullah’ı kucaklayıp böğrünü saygıyla öpmeye başladı ve: “Ben bunu arzu etmiştim ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. 335
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in de, nefislerine kısas tatbik ettiklerine dâir rivâyetler gelmiştir. İslâm, idârecilere teşrîî ma’sûniyet tanımaz.
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ı, kendisine her ne zaman kısas bulunan bir dâvâ getirildiğinde, mutlaka her seferinde affetmeyi emrediyor gördüm.” 336
Ebû Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: “Hz. Ali’ye (r.a.): ‘Ey mü’minlerin emîri! Yanınızda Kur’an’da bulunmayan yazılı bir şey var mı?’ diye sormuştum. Şöyle cevap verdi: ‘Hayır! Dâneyi yar(ıp ondan filizi çıkar)an ve insanı yaratan Zâta kasem olsun! Bildiğim şeyler, Allah’ın, Kur’an’da olanı anlamak üzere kişiye verdiği anlayış ve bir de şu sahifede bulunanlardır. ‘Peki, bu sahifede ne var?’ dedim. ‘Diyet(le ilgili ahkâm), esirlerin hürriyete kavuşturulması (ile ilgili tavsiye ve teşvik), kâfir mukabilinde müslümanın öldürülmeyeceği!’ cevabını verdi.” 337
Kays İbn Ubâd (r.a.) anlatıyor: “Ben ve El-Eşter en-Nehâî, Hz. Ali’nin (r.a.) yanına gittik. Kendisine: ‘Rasûlullah (s.a.s.), bütün insanlara şâmil olmayan husûsî bir tâlimde bulundu mu?’ dedik. Bize: ‘Hayır! Ama, şu sahifede bulunanlar var!’ dedi ve kılıcının kabzasından bir sayfa çıkardı. İçerisinde şunlar vardı:
332] Buhârî, Diyât 21; Muvattâ, Ukûl 13
333] Ebû Dâvud, Diyât 7, 11; Tirmizî, Diyât 17
334] Nesâî, Kasâme 23
335] Ebû Dâvud, Edeb 160, hadis no: 5224
336] Ebû Dâvud, Diyât 3, hadis no: 4497; Nesâî, Kasâme 27
337] Buhârî, Diyât 31, İlim 39, Cihad 171; Tirmizî, Diyât 16, hadis no: 1412; Nesâî, Kasâme 12
KISAS
- 81 -
‘Mü’minlerin kanı eşittir. Onlar kendilerinden başkalarına karşı tek bir el gibidirler. Onlar içlerinden en âdîlerinin verdiği emâna (bile) uyarlar. Haberiniz olsun: Mü’min, kâfir mukabilinde öldürülmez; ahd (antlaşma) sahibi de anlaşma müddeti esnâsında (küfrü sebebiyle) öldürülmez. Kim bir cinâyet işlerse sorumluluğu kendine âittir (başkasını ilzâm etmez). Kim bir cinâyet işler veya câniyi himâye ederse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun!” 338
Câriye İbn Zafer (r.a.) anlatıyor: "Bir adam bir başkasının kolunun ön kısmını bir kılıç vurarak mafsal olmayan bir yerden koparıp attı. Kolu koparılan adam Rasûlullah (s.a.s.)'a mürâcaatla kolunu kesenden hakkını almasını istedi. Rasûlullah (s.a.s.) kolu kesilene diyet ödemeyi emretti. Adam: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben kısas istiyorum' dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Diyetini al, Allah diyeti hakkında mübârek kılacaktır!" buyurdular ve kısasa hükmetmediler." 339
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Bir yahûdi kadın Rasûlullah’a (s.a.s.) şetmde bulunuyor (sövüyor), hakaretler ediyordu. Bir adam onu boğarak öldürdü. Rasûlullah (s.a.s.) kadının kanını bâtıl kıldı (cezâsız bıraktı).” 340
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Âmâ, yani gözleri kör bir zât, ümmü veled olan câriyesini, Rasûlullah’a (s.a.s.) şetmettiği (sövdüğü) için öldürdü. Rasûlullah (s.a.s.) câriyenin kanını heder etti (cezâsız bıraktı).” 341
Enes (r.a.) anlatıyor: “Bir yahûdi, gümüş takıları için bir câriyeyi taşla öldürmüştü. Câriye Rasûlullah’a (s.a.s.) getirildi. Henüz canını teslim etmemişti. Kadıncağıza (bazı isimler sayılarak): ‘Seni falanca mı öldürdü?’ diye soruldu. Başıyla ‘Hayır!’ diye işaret etti. ‘Seni filan mı öldürdü?’ diye bir başka isim zikredildi. Kadıncağız yine: ‘Hayır!” mânâsında başıyla işaret etti. Üçüncü kere (başka ismi) sordu. Bu sefer: ‘Evet!’ anlamında başıyla işaret etti. Bunun üzerine Rasûlullah adamı (yakalattı, adam suçunu itiraf etti ve kadını öldürdüğü şekilde) iki taşla öldürdü; başını iki taş arasında ezdi.” 342
Sa’lebe İbn Zehdem el-Yerbû’î (r.a.) anlatıyor: “Ensârdan bir grup insan gelip: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Şunlar Benî Sa’lebe İbn Yer’bû’dur. Câhiliyye devrinde falan kimseyi öldürdüler!’ dedi. Aleyhissalâtu ve’s-selâm sesini yükselterek: ’Bir kimse diğerinin cinâyetinden sorumlu olmaz.” (Diğer rivâyette: ’Anne, çocuğu adına cinâyet işlemez, cinâyeti kendi adınadır!’) buyurdular.” 343
"Şüpheli durumlarda hadleri (cezâları) kaldırın." 344
“Öldürme tarzında insanların en ölçülüsü, iman sahipleridir.” 345
Abdullah İbn Zeyd el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) müsle (denen daha çok savaşta düşmana karşı câhiliyye döneminde uygulanan göz çıkarmak, burun, dudak, kulak kesmek, karın deşmek gibi tecâvüzler)den, yağmacılıktan men etti.” 346
338] Ebû Dâvud, Diyât 11, hadis no: 4530; Nesâî, Kasâme 8
339] Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 329, hadis no: 824 -2636- (6811)
340] Ebû Dâvud, Hudûd 2, hadis no: 4362
341] Ebû Dâvud, Hudûd 2, hadis no: 4361; Nesâî, Tahrîm 16
342] Buhârî, Diyât 7, 4, 5, 12, 13, Husûmât 1, Vesâyâ 5; Müslim, Kasâme 15, hadis no: 1672; Ebû Dâvud, Diyât 10, hadis no: 4527-4529; Tirmizî, Diyât 6, hadis no: 1394; Nesâî, Kasâme 11
343] Nesâî, Kasâme 39
344] Feyzu'l-Kadîr, 1/227
345] Ebû Dâvud, Cihad 120, hadis no: 2666; İbn Mâce, Diyât 30, hadis no: 2681, 2682
346] Buhârî, Mezâlim 30, Zebâih 25
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Diyet ve Kasâme
Diyet: İnsanın veya insan uzvunun telef edilmesi karşılığı olarak verilmesi gereken tazminata, kan bedeline diyet denir. Kur’ân-ı Kerim’de: “Yanlışlıkla (hatâen) olması dışında bir mü’minin bir mü’mini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimsenin, mü’min bir köle âzâd etmesi ve ölenin âilesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğerki ölünün âilesi o diyeti bağışlamış olsun (Bu takdirde diyet vermez). Eğer ölen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mü’min bir köle âzâd etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda andlaşma bulunan bir toplumdan ise âilesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü’min köleyi âzâd etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşi peşine oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.”347 Diyetin meşrûiyeti, Kitap, Sünnet ve sahâbe-i kirâmın icmâı ile sâbittir. Bilindiği gibi kasden öldürme olayında “kısas” gündeme girer. Kısas cezâsında, hem Allah Teâlâ’nın hukuku, hem kul hukuku bir aradadır. Kısasın icrâ edilebilmesi için, öldürülen kimsenin velîsinin cezânın tatbikini istemesi esastır. Zira Kur’ân-ı Kerim’de: “Kim, mazlum olarak öldürülürse, biz onun (öldürülenin) vesilesine bir salâhiyet vermişizdir. O da (öldürülenin velîsi), öldürmekte aşırı gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur.” 348 hükmü beyan buyrulmuştur. Öldürülen kimsenin velîsi, kısası talep etmek veya diyete râzı olmak noktasında serbesttir. Rasûl-i Ekrem’e (s.a.s.) “kısas”la ilgili herhangi bir mesele arzolunduğu zaman, maktûlün velîlerine, affetmelerini tavsiye buyurmuştur. 349 Dolayısıyla, mü’minlerin emîri, öldürülenin velîlerine affetmelerini veya sulh yapmalarını tavsiye eder. Ancak kesinlikle bu konuda zorlama yapmak veya kendisi af yetkisi kullanma yönünde selâhiyet sahibi değildir. Kısasın tatbiki, affetme veya sulh yapma noktasında tek yetkili, maktûlün velîsidir. Esasen, zarara uğrayanların başında da, maktûlün velîleri gelir.
İnsan veya insanın bir uzvunun telef edilmesi, kasden veya hatâen olabilir. Mü’min bir erkek, hatâen bir kardeşini öldürürse, maktûlün velîsine diyet vermek mecbûriyetindedir. Bu husus kat’î nassla sâbittir. Diyetin miktarı, öldürülen kimsenin erkek veya kadın olması halinde farklılaşır. Ayrıca hür olan bir kimsenin diyeti ile kölenin diyeti aynı değildir. Dolayısıyla diyetin miktarına, hürriyet ve cinsiyet durumu etki eder. Öldürülen mü’min bir erkeğin diyetinin bin dinar altın olduğu Sünnet’le sâbittir. Ebû Hanife, diyetin yüz deve 350 veya bin dinar altın (bin altın) veya on bin dirhem gümüş olarak verilmesinin esas olduğunu söylemiştir.351 İmâmeyn’in bu husustaki tesbiti ise şu şekildedir: “Bu üç ana ölçünün dışında, iki yüz sığır veya iki bin koyun olarak da vermek mümkündür.” Rasûlullah’ın (s.a.s.) döneminde bir koyunun bedeli, beş dirhem gümüştür. İki bin koyun, beş dirhem gümüşle çarpılırsa, karşımıza on bin dirhem gümüş çıkar. Dolayısıyla bütün bu ölçüler, mâlî değer olarak birbirine eşittir.
Öldürülen kimsenin müslüman olup olmamasının diyetin miktarına etki edip etmemesi hususunda iki ayrı görüş vardır. Hanefî fukahâsı, Rasûlullah’’ın: “Her ahid sahibinin diyeti bin dinar altındır”352 hadisini esas alarak, Dâru’l-İslâm
347] 4/Nisâ, 92
348] 17/İsrâ, 33
349] Ahmed bin Hanbel, III/213, 252; İbn Mâce, Diyât 35
350] Tirmizî, Diyât 1
351] Ebû Dâvud, Diyât 16; Nesâî, Kasâme 33
352] Ebû Dâvud, Diyât 16
KISAS
- 83 -
tebaasından olan gayrı müslimin (zimmînin) diyeti, tıpkı müslümanın diyeti gibidir, hükmünde ittifak etmiştir. Abdullah bin Mes’ûd’dan (r.a.) da, müslüman ile zimmet sahibinin diyetinin eşit olduğuna dair bir rivâyet vardır. Ayrıca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer dönemindeki uygulama da aynı şekilde olmuştur. İkinci görüşe gelince, İmam Şâfiî (r.a.) Amr bin Şuayb’dan (r.a.) rivâyet edilen: “Zimminin (gayrı müslimin) diyeti; müslümanların diyetinin yarısıdır.”353 hadisini esas alarak eşitlik sözkonusu olmayacağını beyan etmiştir.
Kadının diyeti, nefse kıymak (yani öldürmek) veya uzvu telef etmek noktasında erkeğin diyetinin yarısıdır.354 Bu hüküm mevkuf olarak Hz. Ali’den (r.a.), merfû olarak Rasûlullah’tan rivâyet edilmiştir. Hür bir mü’minin diyeti ile kölenin diyeti de birbirine eşit değildir. Dolayısıyla diyetin miktarına, Hanefî fukahâsına göre hürriyet ve cinsiyet tesir etmektedir. İmam Şâfiî’ye göre ise, İslâm, hürriyet ve cinsiyeti diyetin miktarının belirlenmesinde esas alır.
İnsan uzvunun koparılması veya ta’tili (iş göremez hale getirilmesi) veya yaralanmasında, mağdûra ödenmesi vâcip olan mala “erş” denilir. Tabii ki, erşin vâcip olması için misli sözkonusu olmadığından kısas tatbik edilemez olmalıdır. Zira kasden uzvun koparılmasında da, misli sözkonusu olduğu süre içerisinde kısas esastır. Hem kısas imkânı olmaz, hem kat’i nasslarla beyan edilmiş erş miktarı bilinemezse, ehl-i hibre tâyini gündeme girmektedir. Ehl-i hibrenin (bilirkişi heyetinin) mağdûra ödenmesini esas aldığı mala da “hükümet-i adl” ismi verilir. Dolayısıyla insana veya insan uzvuna karşı, hatâen işlenen her cürümde mutlaka mağdura veya velîsine mal ödenir.
Hatâen veya hata yerine sayılan öldürme çeşitlerinde, diyetle birlikte keffâret de gündeme gelir. Keffâret, mü’min bir köleyi âzâd etmek veya buna imkân bulunamazsa, iki ay fâsılasız (devamlı) oruç tutmaktır.355 Ayrıca, keffâretlerde illet kat’î olarak tesbit edilemeyeceği için, ictihad gündeme giremez. Bu sebeple hatâen veya hata yerine sayılan öldürmelerde yoksul ve miskinleri doyurmak, keffâret yerine geçmez. Çünkü “mü’min bir köleyi âzâd etmek veya iki ay fâsılasız oruç tutmak” hususunda kat’î nass mevcuttur.
İslâm ulemâsı, “diyetin kim tarafından ve nasıl ödeneceğini” izah ederken, “akıle” üzerinde durmuştur. Bilindiği gibi, akıl kelimesi, men etmek, tutmak ve korumak gibi mânâlara gelmektedir. Hatâen bir cürüm işleyen kimseden diyet borcunu kaldırmak ve onun suç işlemesini önlemek, baba tarafından en yakın akrabaların görevidir. Rasûlullah’ın (s.a.s.), Huzeyl kabilesinden iki kadının kavgası sonucu ortaya çıkan cenin cinâyetini hükme bağlarken, hâmile kadının karnına vuranın âkılesine hitâben: “Kalkın, ceninin diyetini (ğurreyi) verin.”356 emri, bu hususta kat’î bir delildir. Kasden işlenen cinâyetlerde âkıle herhangi bir ödemede bulunmaz.
Hanefî fukahâsı: “Beş yüz dirheme kadar olan cezâlarda, âkile hiçbir şey ödemekle mükellef değildir. Bunu cinâyeti işleyen kimse bizzat kendisi öder. Beş yüz dirhem gümüşü (yaklaşık 100 koyun fiyatını) aştığı zaman, suçlunun âkılesine dâhil olan (kadın ve çocukların dışındaki her fert) üç veya dört dirhem ödemek
353] Ebû Dâvud, Diyât 16-21
354] Müslim, Kasâme, 36, 37
355] 4/Nisâ, 92
356] Müslim, Kasâme 11; Ebû Dâvud, Diyât 21;Tirmizî, Diyât 18; İbn Mâce, Diyât 17
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
durumundadır. Hz. Ömer (r.a.), Rasûlullah’tan bu ödemenin üç yıl içerisinde olacağını rivâyet etmiştir. Hatâen bir cinâyet işleyen kimsenin, yakın veya uzak hiçbir akrabâsı veya bağlı bulunduğu bir divan yoksa, Beytü’l-Mâl, âkıle görevini üstlenir ve İslâm devleti diyeti öder. 357
Kasâme: Katili meçhul cinâyetlerde maktûlün bulunduğu köy veya mahalle halkından elli kişinin Allah’a yemin ederek “öldürmedik ve öldüreni de görmedik” diye yemin etmeleri anlamında bir İslâm cezâ hukuku terimidir. Bunu talep etmek ve yemin edecek elli erkeği seçmek maktûlün velîsinin hakkıdır. Hanefîler dışında çoğunluk İslâm hukukçularına göre, öldürülenin velîleri cinâyeti başka bir delille isbat edemezlerse, suçlunun aleyhine yemin ederler. Onlardan herbiri Allah’a yeminle “ona filanca vurdu ve öldü veya onu falanca öldürdü” diye yemin eder.
Kasâmenin delili sünnettir. Ensârdan biri şöyle rivâyet etmiştir: “Hz. Peygamber kasâmeyi câhiliyye devrinde olduğu üzere bıraktı.”358 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Delil getirme iddiâ edene, yemin ise, inkâr edene âittir. Ancak kasâme bundan müstesnâdır.”359 Kasâmenin amacı, müslümanın canını korumak, kanın yere dökülmesini önlemek ve suçlunun cezâsız kalmasını engellemektir. Hz. Ali, Ömer’e (r.a.) Cuma namazı veya Kâbe’yi tavaf sırasında izdihamından ölen kimseler hakkında şöyle demiştir: “Ey mü’minlerin emîri, eğer öldüreni bilirsen hiçbir müslümanın kanı boşa gitmez. Aksi halde onun diyetini Beytülmâl’den ver.”
Yemin sırasında cinâyeti üstlenen çıkmazsa, o mahalle veya köy halkının mükellef erkeklerine diyetle hükmolunur. İnsanların oturduğu yerden, ses işitilmeyecek kadar uzakta, kırlarda bulunan ölünün, cinâyet sonucu öldürüldüğü belli ise, diyeti devlete âittir. İslâm, suç işlemeleri önlemek için kollektif sorumluluk esasını getirmiştir. Yine katilin asabe veya âkılesinin kasâme ve diyetle yükümlü tutulmasının sebebi, maktûlün bulunduğu yerde, öldürülmezden önce, hayatını korumadaki eksiklikleri ve cânînin saldırısına karşı ona yardım ve himâye etmemeleridir. Nitekim yanlışlıkla (hatâen) öldürmede âkılenin diyetle yükümlü tutulmasının sebebi de budur.
1) Öldürenin meçhul olması, eğer katil biliniyorsa kasâme usûlü uygulanamaz. Şartları varsa, kasden öldürmede kısas, şibhü’l-amd (kasda benzer) ve hatâen öldürmede ise diyet gerekir.
2) Öldürülende yara, vurma vb. öldürme eserinin bulunması gerekir. Bunlar olmazsa kasâme ve diyet gerekmez. Kendi kendine ölmüş sayılır. Ağız, burun, dübür ve cinsiyet uzvundan kan gelmiş olsa yine bir şey gerekmez. Çünkü bu yerlerden kan, bir harbe olmaksızın normal olarak gelebilir. Bununla onun öldürüldüğü anlaşılmaz. Ancak kan, göz veya kulaktan gelmiş olursa kasâme ve diyet sözkonusu olur.
3) Öldürülenin insan olması. Hayvan için kasâme yoluna gidilmez.
4) Öldürülenin velîleri tarafından mahkemeye dâvâ açması. Çünkü kasâme bir yemindir. Yemin ise dâvâsız hukukî bir anlam taşımaz.
357] Yusuf Kerimoğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 409-410
358] Buhârî, Diyât 22, Menâkıbu’l-Ensâr 27; Ebû Dâvud, Diyât 8, 9
359] eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII/39
KISAS
- 85 -
5) İtham edilenin suçu inkâr etmesi. Çünkü yemin inkâr edenin görevidir. Sanık suçu itiraf ederse, kasâme sözkonusu olmaz.
6) Dâvâcının kasâme talebinde bulunması. Çünkü yemin teklif etmek dâvâcının hakkıdır.
7) Maktûlün bulunduğu yerin bir kimsenin mülkü veya yararlandığı bir yer olması. Çünkü insanlar mülk edindiği veya kira akdi gibi bir yolla yararlandığı yerin güvenliğinden sorumlu tutulabilir.
Büyük câmilerde, umûma âit cadde, köprü ve çarşılarda veya cezâevinde bulunan maktûl için kasâme yapılmaz. Çünkü bu yerler, bir kimsenin mülkü veya tasarrufunda olan yerler değildir. Burada diyet Beytülmâl tarafından ödenir. Mahalle mescidinde bulunursa, o mahalle halkı kasâmeye dâvet edilebilir. Gemi, uçak, otobüs ve tren gibi araçlarda katili bilinmeyen bir ceset bulunsa, kasâme bu araçlarda bulunan kimselere yöneltilir. Çünkü bu araçlar onların elinde sayılır.
Sonuç olarak, tasarrufu bir kimseye veya cemaate değil de, müslüman toplumuna âit olan her yerde kasâme ve diyet fertlere gerekmez. Diyeti devlet öder. 360
Kur’ân-ı Kerim’de Cinâyet Suçu
Kur’ân-ı Kerim’de adam öldürmenin haram olduğunu bildiren birçok âyet vardır.361 “Sefkü’d-dimâ’ (kan dökmek) deyimi Kur’an’da 2 âyette yer alır. Öldürmek anlamına gelen “katl” kelimesi türevleriyle birlikte 170 yerde, “kısas” kelimesi de 4 yerde geçer.
Kur’an’ın haber verdiğine göre, ilk kan döken kimse, Hz. Âdem’in oğlu Kabil’dir. Onun kardeşi Hâbil’i öldürmesi, bir cana kıymanın ötesinde, tüm insanlığa tecâvüz anlamına gelir.362 Kur’an, bir insanı haksız yere öldürenin, bütün insanlığı öldürmüş gibi suçlu sayılacağını söyler.363 Kur’an, katil için kısas cezasını emreder.364 Kur’an, adam öldürme fiilini işleyenlerin uhrevî cezalarını da açıklar. Kim, kasden bir mü’mini öldürürse, cezası ebedî cehennemdir, Allah’ın gazabı ve lâneti de onadır. 365
“(Ey İsrâiloğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.” 366
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra ma’rûfa/iyiye uymak, öldürülenin velîsine (gereken diyeti) güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gelir. O halde söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra saldırmaya kalkışırsa, muhakkak onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar
360] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 312
361] 2/Bakara, 178-179; 4/Nisâ, 92-93; 5/Mâide, 32, 45; 17/İsrâ, 33
362] 5/Mâide, 27-31
363] 5/Mâide, 32
364] 2/Bakara, 178-179
365] 4/Nisâ, 93
366] 2/Bakara, 84
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.” 367
“Ey iman edenler! ...Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlıkla bunu yaparsa, (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır.” 368
“Yanlışlıkla olması dışında bir mü’minin bir mü’mini öldürmeğe hakkı olmaz. Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimsenin, mü’min bir köle âzâd etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Eğer ölünün ailesi, o diyeti bağışlamış olursa (bu takdirde diyet vermez). Eğer ölen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise, mü’min bir köle âzâd etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü’min köleyi âzâd etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşi peşine oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” 369
“Bu nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur…” 370
“Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: ‘Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa, kendisi için o keffâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.” 371
“De ki: ‘Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere Allah’ın yasakladığı cana kıymayın! İşte şu size anlatılanları Allah vasiyet etti. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” 372
“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur.” 373
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine (mirasçısına, hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, yardıma mazhar olmuştur.” 374
“Onlar (o mü’minler) ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur. Kıyâmet günü azâbı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe edip iyi davranışta bulunanlar başka...” 375
367] 2/Bakara, 178-179
368] 4/Nisâ, 29-30
369] 4/Nisâ, 92-93
370] 5/Mâide, 32
371] 5/Mâide, 45
372] 6/En’âm, 151
373] 17/İsrâ, 31
374] 17/İsrâ, 33
375] 25/Furkan, 68-70
KISAS
- 87 -
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda... her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.” 376
Hadis-i Şeriflerde Cinâyet
“Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur. Zina eden evli, cana karşılık can (kısas), dinini terk edip İslâm cemaatından ayrılan kimse.” 377
Vedâ haccında Peygamberimiz, muazzam kalabalığa şöyle demiştir: “...Şüphesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi birbirinize haramdır.” 378
“Yedi helâk edici günahtan uzak durun.” Denildi ki, ‘Ya Rasûlallah, onlar nelerdir?’ Şöyle buyurdu: “Allah’a şirk koşmak, bir cana kıymak, sihir yapmak, fâiz yemek, yetim malı yemek, cihaddan/savaştan kaçmak, iffetli ve hiçbir şeyden habersiz mü’min bir kadına zinâ iftirası atmak.” 379
“Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.” 380
“Mü’minin öldürülmesi, Allah katında, dünyanın zevâlinden daha büyük (bir hâdise)dir.” 381
“Kim kasten öldürürse, bunun hükmü kısastır.” 382
“Kıyâmet gününde insanlar arasında hükmü verilecek ilk dâvâ, kan dâvâlarıdır.” 383
“Dünyanın tamamen yok olması, Allah indinde müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafiftir.” 384
“Gökler ve yer, bir mü’minin kanını (haksız yere) dökmek için birleşmiş olsa, Allah onların hepsini cehenneme atar.” 385
“Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki, katilin günahından bir misli Hz. Âdem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır.” 386
“Kim, yarım sözcükle de olsa bir müslümanın öldürülmesine yardım ederse kıyâmet gününe, iki gözünün arasına (Allah’ın rahmetinden umutsuzdur) yazısı yazılmış olarak gelir.” 387
“Mü’min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik içindedir.” 388
376] 81/Tekvîr, 8-9, 14
377] Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Diyât 10, Hudûd 15; Nesâî, Tahrîm 5
378] Buhâri, İlim 37, Hacc, 132, Hudûd, 9; Müslim, Hacc 147; Tirmizî, Fiten 6
379] Buhârî, Vesâyâ 23, Hudûd 28; Müslim, İman 144
380] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
381] Nesâî, Tahrim 2 –7, 83-
382] Ebû Dâvud, Diyât 5
383] Buhârî, Diyât 1; Müslim, Kasâme 8, hadis no: 28
384] Tirmizî, Diyât 7
385] Tirmizî, Diyât, 8
386] Buhârî, Diyât 2, Enbiyâ 1, İ’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27, Tirmizî, İlm 14
387] İbn Mâce, Diyât 1
388] Buhârî, Diyât 1
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kim haksız yere, bile bile öldürülürse velîsi şu üç şeyden birini tercihte muhayyerdir: Ya kısas ister; ya affeder yahut diyet alır. Eğer dördüncü bir şey istemeye kalkarsa elinden tutun (mâni olun)!” Sonra Rasûlullah şu âyeti okudu: “Kim bundan sonra tecâvüz ederse, ona elîm bir azap vardır.” 389
“Kim mü’min bir kimseyi kasden öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur. Kim bu kısasa mâni olursa Allah’ın lânet ve gadabı onun üzerine olsun! Allah onun farz olsun, nâfile olsun hiçbir hayrını kabul etmez.” 390
“Kim kölesini öldürürse, biz de onu öldürürüz. Kim de kölesinin (burnunu, kulağını keserek) sakatlarsa, biz de onun (burnunu, kulağını keserek) sakatlarız.” 391
“Mü’minlerin kanı eşittir. Onlar kendilerinden başkalarına karşı tek bir el gibidirler. Onlar içlerinden en âdîlerinin verdiği emana uyarlar. Haberiniz olsun: Mü’min, kâfir mukabilinde öldürülmez; ahd (antlaşma) sahibi de anlaşma müddeti esnasında (küfrü sebebiyle) öldürülmez. Kim bir cinâyet işlerse sorumluluğu kendine aittir (başkasını ilzâm etmez). Kim bir cinâyet işler veya câniyi himâye ederse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun!” 392
“İki müslüman birbirine kılıç çekip saldırırsa öldüren de, öldürülen de ateştedir.” “Ya Rasûlallah, öldüren ateşte, ama öldürülen niçin ateşte oluyor?” dediler. Buyurdu ki: “Çünkü o da arkadaşını öldürmek istiyordu.” 393
“Kim kendisini dağdan atarak intihar ederse o cehennemlik olur. Orada ebedî olarak kendini dağdan atar. Kim zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinin içinde elinde zehir olduğu halde ebedî olarak ondan içer. Kim de kendisine bıçak gibi bir demir saplayarak intihar ederse, cehennemde ebedî olarak o demiri karnına saplar.” 394
Cinâyet; Büyük Zulüm
Kur’an’da haksız yere adam öldürmek, şirkin hemen ardından gelen büyük günahlardan biri olarak belirtilir. Şirk koşmadan Allah’a iman eden hâlis kulların en belirgin vasıflarından biri olarak: “Allah’ın yasakladığı canı haksız yere öldürmezler.” 395 âyetinin de bildirdiği üzere, haksız yere adam öldürmeyecekleri vurgulanır. Kur’an’da “Haksız yere adam öldürmeyin!” emri, birkaç kez vurgulanır.396 İnsanlık tarihinde ilk kan dökme olayı, Hz. Âdem’in oğulları arasında, kardeşin kardeşi (Kabil’in, Hâbil’i) öldürmesi şeklinde meydana gelmiştir. Bu ilk cinâyet, kıskançlık ve çekememe yüzünden işlenmiştir. Kur’ân- Kerim, bu olayı şöyle anlatır: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘Andolsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder’ dedi (ve ekledi:) ‘Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben âlemlerin Rabbı olan
389] 2/Bakara, 179; Ebû Dâvud, Diyât 3; Tirmizî, Diyât 13
390] Ebû Dâvud, Diyât 17; Nesâî, Kasâme 29
391] Ebû Dâvud, Diyât 7; Tirmizî, Diyât 18; Nesâî, Kasâme 9
392] Ebû Dâvud, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 8
393] Buhâri, İman 22, Diyât 2, Kasâme 2; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14-15; Ebû Dâvud, Fiten 5; Nesâî, Tahrim 29, Kasâme 7; İbn Mâce, Fiten 11
394] Buhârî, Tıb 56; Müslim, İman 175; Tirmizî, Tıb 7; Nesâî, Cenâiz 68; Ebû Dâvud, Tıb 11
395] 25/Furkan, 68
396] 17/İsrâ, 33; 6/En’âm, 151
KISAS
- 89 -
Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zâlimlerin cezâsı işte budur.’ Nihâyet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş:) ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim’ dedi ve yaptığına pişman olanlardan oldu.” 397
Bu âyetlerden de açıkça anlaşılıyor ki, insan nefsânî duygularına, kıskançlık hissine boyun eğerse kardeşini bile öldürebilir; ancak bunun sonu dünyada insanı içten içe yakan vicdan azabı ve pişmanlık, âhirette ise ruh ve vücudunu yakan ateştir. Kıskançların kendilerini gören gözleri kördür, mazhar oldukları nimetleri ve güzellikleri görmez; hep başkasındakini görür ve kinlenirler. Bu hastalığın çaresi İslâm’ı bütünüyle yaşayarak nefsi terbiye etmek, hep kötülüğü emreden nefs-i emmâreyi, sükûn ve huzura kavuşturmak (mutmainne kılmak) ve Allah’ın verdiğine râzı hale getirmektir. Kur’an, bu öldürme olayını bir hüsran (büyük kayıp, sapma) olarak belirtir.398 Bu hüsranın sonu da pişmanlık olmuştur. 399
Haksız yere ilk kan dökme olayını başlattığı, kötü bir sünnet/çığır başlattığı için, Kabil, diğer kan dökenlerin vebalini de yüklenecektir. “Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki, katilin günahından bir misli Hz. Âdem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır.” 400
6/En’âm sûresi, 151. âyetin bildirdiği haramlardan biri, fakirlik korkusuyla çocukları öldürmektir. Günümüzde de kimi kadınların, doğan çocuğunu boğduğu veya bir tarafa attığı duyulmaktadır. Eski toplumlarda da fakirlik endişesiyle çocuklarını öldürenler vardı. Fakat o zamanki öldürme tekniği ilkel olduğu için öldürülen çocuk sayısı da fazla değildi. Bugün bin bir çeşit öldürme tekniğiyle anne karnında vücudu belirmiş, can üflenmiş 5-6 aylık çocuklar, parça parça doğranıp alınabilmektedir. Kendilerini sırf çocuk öldürmeğe hasredip bu konuda uzmanlaşan, günde kim bilir kaç çocuğu annesinin karnında parçalayıp alan kürtajcı doktorlar, cinâyet işlemekte, hatta katliam yapmaktadır. Tabii, bu yaptıklarının hesabını hem ebeveyn, hem de bu doktorlar, Allah’ın huzurunda ve o parçaladıkları çocukların ruhları karşısında çok vahim bir şekilde vereceklerdir.
Abdullah bin Mes’ûd, diyor ki: “Ey Allah’ın elçisi, hangi günah daha büyüktür?’ dedim. Rasûlullah (s.a.s.): “Seni yaratan Allah’a eş, ortak koşman” dedi. “Sonra hangisi?” dedim. “Senin yemeğini yer, rızkına ortak olur düşüncesiyle çocuğunu öldürmen” buyurdu. “Sonra hangisi?” dedim. “Komşunun karısıyla zinâ etmen” dedi. 401
Cana Kıymanın Uhrevî Sorumluluğu
“Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”402 Âyet-i kerimede, haksız yere kasden bir müslümanı öldüren kimsenin, ebedî
397] 5/Mâide, 27-31
398] 5/Mâide, 30
399] 5/Mâide, 31
400] Buhârî, Diyât 2, Enbiyâ 1, İ’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27, Tirmizî, İlm 14
401] Buhârî, Tefsir 25, Edeb 20, Diyât 1, Hudûd 20, Tevhid 40, 46; Müslim, İman 141-142; Ebû Dâvud, Talak 50; Tirmizî, Tefsir 25
402] 4/Nisâ, 93
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cehennemde kalacağı, Allah’ın ona lânet ettiği ve onun için büyük bir azap hazırladığı vurgulanmaktadır. Adam öldürmek, şirke yakın bir günah olduğu için Allah, bunu şirkle beraber saymış, hiçbir günah için böyle çok ağır dört ceza (sürekli cehennem, Allah’ın gazabı, lâneti ve acı azâp) belirtmemiştir.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet gününde insanlar arasında hükmü verilecek ilk dâvâ, kan dâvâlarıdır.”403; “Dünyanın tamamen yok olması, Allah indinde müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafiftir.” 404; “Gökler ve yer, bir adamı öldürmek için birleşmiş olsa, Allah onların hepsini cehenneme yuvarlar.” 405; “Kim, yarım sözcükle de olsa bir müslümanın öldürülmesine yardım ederse kıyâmet gününe, iki gözünün arasına (Allah’ın rahmetinden umutsuzdur) yazısı yazılmış olarak gelir.” 406
İbn Abbas’tan gelen bir hadise göre kasden bir mü’mini öldürenin tevbesi makbul değildir. Zeyd bin Sâbit, Ebû Hüreyre, Abdullah bin Ömer gibi bazı sahâbiler de kasden bir mü’mini öldürenin tevbesi olmayacağı kanısındadırlar. Bu konuda çok hadis vardır.
Fakat selef ve halefin çoğunluğuna göre kasden de olsa adam öldüren kişi tevbe eder, iyi amel işlerse tevbesi kabul edilir, Allah onun kötülüklerini iyiliklere değiştirir. Maktulün uğradığı zulme karşılık da kendisine nimetler verip onu memnun eder ve hakkını helâl ettirir. “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”407 Bu âyet, şirk de dâhil, her türlü günahın affedilebileceğini bildirmektedir. Âyette geçen “cemîan” kelimesi, bütün günahları içine almaktadır. Fakat: “Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında kalan (günah)ları, dilediği kimseye bağışlar.”408 âyeti, şirki af dışında bırakmıştır. Ancak şirkten tevbe eden de affedilir.
Tevbe ettikten sonra af dışında kalan hiçbir günah yoktur. Allah’ın, şirki affetmemesi, şirk içinde kalanla ilgilidir. Yüce Allah, tevbe edenlerin günahlarını affedeceğine göre, kasden adam öldüreni de dilerse affeder. “Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”409 âyeti de kasden bir mü’mini öldürenin cezasını bildirmektedir. Normal olarak onun cezası budur. Fakat Allah dilerse onu affeder. O, dilediğini yapar.
Nisâ sûresi 93. âyetinde geçen “hâliden” kelimesinin kökü olan “hulûd”, uzun zaman kalmak demektir. Kasden mü’min öldüren, çok uzun süre cehennemde kalacaktır ama sonunda yine oradan kurtulacaktır. Çünkü kalbinde zerre kadar iman bulunan kimsenin cehennemden çıkacağına dair mütevâtir hadisler vardır. 410
Kıyâmet gününde maktûlün katilden hak istemesine gelince; Bilerek öldürme,
403] Buhârî, Diyât 1; Müslim, Kasâme 8, hadis no: 28
404] Tirmizî, Diyât 7
405] Tirmizî, Diyât, 8
406] İbn Mâce, Diyât 1
407] 39/Zümer, 53
408] 4/Nisâ, 48
409] 4/Nisâ, 93
410] Buhârî, Tevhid 24, 36; Müslim, İman 81, 82, 83
KISAS
- 91 -
insan haklarına saldırıdır. Bu saldırı, sırf tevbe ile kalkmaz, gasbedilen hakkı geri vermek gerekir. Gasbedilen, saldırı ile alınan hakların, sahiplerine geri verilmeden, tevbe ile kalkmayacağı hakkında icmâ vardır. Şâyet gasbedilen hakkı geri vermek mümkün değilse hakkına saldırılmış bulunan kişi, âhirette hakkını ister. Her hak istemenin, mutlaka ceza ile sonuçlanması gerekmez. Zira olur ki, katilin iyi amelleri bulunur, bunların tamamı veya bir kısmı maktûle verilerek maktûl râzı edilir. Yahut da Allah, dilerse maktûle, uğramış olduğu zulme karşılık cennette nimetler, yüksek dereceler vererek onu râzı eder. Katili de tevbesi ve iyi amelleri yüzünden affedip cennete koyar.
İbn Abbas başta olmak üzere bazı âlimlerin Nisâ sûresi 93. âyetinin zâhirinden yola çıkarak katilin tevbesinin kabul edilmeyeceği ve buna karşılık da ehl-i sünnet âlimlerinin hemen hepsinin tevbesinin kabul edileceğini belirtmelerine rağmen, en doğru hüküm şudur: Kasden adam öldüren kimse âsî ve fâsık olur. Onun işi Allah’a kalmıştır. O dilerse azab eder, dilerse bağışlar; dilerse cehennemde kısa veya uzun süre azab eder, sonra cennete koyar. Tabii, bütün bu değerlendirmeler, katil de olsa hakiki bir mü’min olan ve gerçek anlamda tevbe eden kişi içindir.
Haksız yere adam öldürmek, en büyük günahlardandır.411 Yüce Allah, İsrâiloğullarına, bir adam öldürenin, bütün insanları öldürmüş gibi olacağını bildirmiştir. Bir kişiyi haksız yere öldürmek, cinâyetlerin topluma yayılmasına, can güvenliğinin kalkmasına sebep olur. Canı, ancak veren alabilir. Allah’ın verdiği canı başkasının almağa hakkı yoktur. Cana kıymak, hem insanın, hem de Allah’ın hakkına saldırıdır. Din için yapılan savaşta adam öldürmek hak olur. Haksız yere adam öldüreni öldürmek, yani kısas da haktır. Bunların ikisi de Allah’ın buyruğudur. Bu durumda öldürmek, Allah adınadır. Ancak kısası kişiler değil, mahkeme kararıyla İslâm devleti uygular. Savaş ve kısas dışında her insanın canı dokunulmazdır. Haksız yere adam öldürenin, Allah’ın lânet ve gazabına uğrayıp ebedî cehennemde kalacağını vurgulayan Kur’an, haksız yere bir canı öldürmeyi, bütün insanları öldürmekle eş bir suç saymaktadır. 412
Neden bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek sayılmıştır? Çünkü bir insan, türünü temsil eder. Bir insanın haksız yere öldürülmesi, toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, sonunda bütün insanların birbirine düşmesine, haksızlıkların ve düşmanlıkların çoğalmasına, toplum düzeninin bozulmasına yol açar. Birinin hayatını koruyup kurtarmak da toplumda can güvenliğini sağlar. Toplumu gönül huzuru ile yaşatır. Yüce Allah, bir ferdin hayatını, bir toplumun hayatı kadar değerli görmüş; fertlerin hayatlarına saygının; toplumun hayatı, güvenliği, mutluluğu ve toplumda cinâyetleri önlemek için kısasın gerekliliğini anlatmak istemiştir. Allah’ın elçisi de şöyle buyurmuştur: “İki müslüman birbirine kılıç çekip saldırırsa öldüren de, öldürülen de ateştedir.” “Ya Rasûlallah, öldüren ateşte, ama öldürülen niçin ateşte oluyor?” dediler. Buyurdu ki: “Çünkü o da arkadaşını öldürmek istiyordu.” 413
411] 6/En’âm, 151
412] 5/Mâide, 32
413] Buhâri, İman 22, Diyât 2, Kasâme 2; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14-15; Ebû Dâvud, Fiten 5; Nesâî, Tahrim 29, Kasâme 7; İbn Mâce, Fiten 11; S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1, s. 75 vd.
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kısas ve Cinâyet Konusunda Âyet-i Kerimeler
Kısas Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (4 Yerde): 2/Bakara, 178, 179, 194, 5/Mâide, 45.
Kısa Konusu:
Kısasın Farziyeti: 2/Bakara, 178.
Tevrat’ta Kısas: 5/Mâide, 45.
Kısasın Düşmesi: 2/Bakara, 178.
Misilleme: 42/Şûrâ, 40-43.
Cezada Misilleme: 16/Nahl, 126; 22/Hacc, 22, 60; 42/Şûrâ, 40-43; 60/Mümtehine, 11.
Öldürmede Misilleme: 2/Bakara, 190; 9/Tevbe, 36; 59/Haşr, 11.
Kısasta Misilleme: 2/Bakara, 178-179, 194; 5/Mâide, 45.
İntikam: 2/Bakara, 194; 16/Nahl, 126; 22/Hacc, 60.
Adam Öldürmek
Kasten Öldürmek: 2/Bakara, 178; 4/Nisâ, 92-93; 5/Mâide, 32; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 33.
Hata İle Öldürmek: 4/Nisâ, 92.
Kan Dökmek: 2/Bakara, 84.
Öldürmenin Cezası: 5/Mâide, 33; 25/Furkan 68-69.
Mü’minler, Haksız Yere Öldürmezler: 25/Furkan, 68.
Fakirlik Korkusuyla, Çocukları Öldürmekten Sakınmak: 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 31.
Diyet
Kasten Öldürmede Diyet: 17/İsrâ, 33.
Hata İle Öldürmede Diyet: 4/Nisâ, 92.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 340-345
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 122-123
3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 493-503
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 363-370
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 690-698
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 298-303
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 279-300
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 605-614
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 492-509
10. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havvâ, Şamil Y. c. 440-448
11. Muhtasar Taberî Tefsiri, İmam Taberi, 133-134
12. Rûhu’l Furkan, Mahmut Ustaosmanoğlu, 235-250
13. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat c. 1, s.289-294
14. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 166-169
15. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 48-50
16. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 217-220
17. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 177-192
18. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 1, s. 135-150, 422-438
19. Şamil İslâm Ansiklopedisi (Hamdi Döndüren), Şamil Y. c.3, s. 360-362
20. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 403-413
21. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 354-356
22. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y. s. 115-118
23. İslâm'a GöreCâhiye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y. s. 434-441
24. Kur'an'ın Ana Konuları, M. Said Şimşek, Beyan Y. s. 299-301
25. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, Terc. Akif Nuri, İhya Y. c. 3, s. 5-98
26. İslâm, Said Havva, Terc. Said Şimşek, İkbal Y. c. 2, s. 519-521
27. Akaid ve Şeriat, Mahmud Şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 193-279, 173-177
KISAS
- 93 -
28. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y. s. 29-52
29. Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 3, s. 58-119
30. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, Risale Y. c. 8, s. 49-132
31. İbn-i Âbidin, (Reddü'l-Muhtar Ale'd-Dürri'l-Muhtar), İbn-i Âbidin, Şamil Y. c. 16, s. 248-338
32. Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, Abdurrahman Cezîrî, Bahar Y. (/Çağrı Y.)
33. Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, Süleyman Akdemir, Nil Y.
34. İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, Cevat Akşit, Kültür Basın Yayım Birliği Y.
35. Türk Ceza Kanunu Şerhi (4 cilt), Abdullah Pulat Gözüboyök, Adım Y.
36. Neden Öldürüyorlar? Vural Okur, Şahsî Y.
37. Kanı Kanla Yıkamak, İnsan Hakları ve Türkiye, Muzaffer İlhan Erdost, Sol-Onur Y.