Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:14

İMTİHAN / BELÂ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İMTİHAN / BELÂ


- 173 -
Kavram no 93
İmtihan 6
Görevlerimiz 16
Bk. Hikmet; Fitne
İMTİHAN / BELÂ
• Belâ; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Belâ-İmtihan
• Hadis-i Şeriflerde Belâ-İmtihan
• Peygamberlerin Denenmesi
• Tüm İnsanların ve Mü’minlerin Sınanması
• Kâfir Toplumların İmtihanı
• Müslüman Cemaatin İmtihanı
• Ni’met veya Külfetle Deneme
• Mal ve Evlâtla İmtihan
• Fitne; Anlam ve Mâhiyeti
• İmtihan Bilinci
• Kullarını İmtihan Konusunda Tasarruf Yalnız Allah’ındır
• Belâ/İmtihan Hakkında Temel Prensipler
Belâ; Anlam ve Mâhiyeti
Belâ’nın sözlük anlamı, denemek, yapmak, bitkin hale getirmek demektir. İmtihan için başa gelen musibete de belâ denir. Elbisenin eskidiğini ifade etmek için de bu kelime kullanılır. Denenmek veya bir sınamaya uğramak insanı yıprattığından dolayı ‘belâ’ kelimesiyle ifade edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim'de daha çok denemek, sınamak, imtihan etmek anlamlarında kullanılmaktadır. Terim anlamı; Gerek darlıkta ve gerekse genişlikte insanın denenip imtihana tâbi tutulması, imtihan maksadıyla başa gelen musibet ve meşakkat bulunan olay demektir.
Başa gelen belâlar, musibetler birer deneme ve sınama olduğundan ve insanı çeşitli biçimlerde eskitip yıprattığından dolayı, başa gelen olaylara “belâ” denmiştir. Bu bakımdan, dinin emirleri ve yasakları, çeşitli yönleriyle belâdır. Râgıp el-İsfahanî, bu yönlerin bazılarını şöyle belirtir:
a- Bazıları bedene zorluk verdiğinden,
b- İnsanların içindeki hayırlıları şerlilerden, temizleri kirlilerden, mü’minleri münafıklardan ayırmak için bir deneme, sınama vasıtası olduklarından. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Sizden mücâhidleri ve sabredenleri bilelim (ortaya çıkaralım) diye sizi deniyoruz.” 609
c- İnsanlar şükretsinler diye sevinçlerle ve nimetlerle, sabretsinler diye de zorluklarla denenirler. İnsanların bu şekilde denenmesi de “belâ”dır. Nitekim Hz. Ali (r.a.): “Kimin dünyası genişletilir de, bunun bir imtihan olduğunu bilmezse, o
609] 47/Muhammed, 31
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kişi akıldan yoksundur.” buyurmuştur. Yani, kişi başına gelen bolluğun da darlığın da Allah’tan bir deneme vasıtası olduğunu bilmeli ve ona göre davranmalıdır. 610
Dinin emirleri bir bakıma ‘belâ’dır, yani sınamadır. Çünkü bazı dinî emirler insan bedenine zorluk verir, insanların iyilerinin ve kötülerinin ortaya çıkmasına sebep olur. Şükredenler veya nankörlük edenler bununla belli olur. Zorluklara kim sabredecek, nimetlerin değerini ve sahibini kim bilecek? Bütün bunlar bir ‘belâ’dır/sınamadır. İnsanlara verilen nimetler bir deneme amacına yöneliktir. “Yeryüzünün zinetleri (süsleri) insanların denenmesi içindir.”611 Hayat ve ölüm, doğma ve yaşama birer sınamadır. 612
Rabbimiz, herkese farklı şeyler, farklı nimetler, farklı yetenekler vermiştir. Her bir insan farklı bir imkâna sahiptir. Herkes kendine göre bir iş yapar veya mesleği yerine getirir. Aralarında müslüman olanı vardır, müslüman olmayanı vardır. Ancak Rabbimiz bütün insanları onlara verdiği nimet, kabiliyet ve imkânlarla denemektedir.613 Allah (c.c.) verdiklerinin karşılığını kulluk ve şükür olarak ister. Her bir nimetin teşekkür borcu, her bir kabiliyetin sorumluluğu vardır. Rabbimiz kişilere ve toplumlara bazen sıkıntı verir, bazen musibetler gönderir, bazen zorluklara ve darlıklara düşürebilir. Bunun sebebi, onların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların düzelmelerini ve isyan içerisinde olanların Allah’a itaate dönmelerini sağlamaktır. Bazen de müslüman kullarına sıkıntı, musibet veya zorluklar verir, onları sabırla dener. Böylece onların daha çok sevap kazanmasını, derece yönünden daha çok yücelmesini sağlar. 614
Rabbimiz bütün insanları dener. Herkesin denenme şekli, imtihanı ve araçları farklı olabilir. İyi insanlar sabırla ve Allah’ın dinine yardımla; kötü insanlar hidâyete, iyiliğe, Allah yoluna dâvetle sınanırlar. Başına ‘belâ’nın, yani imtihanın nereden geldiğini anlayanlar onun gereğini yaparlar. Böyle bir denemenin karşısında mü’min olanlar sabreder, Rablerine tevekkül ahlâkı kuşanarak O’na teslim olurlar.
Kur’ân-ı Kerim’de Belâ-İmtihan
Kur’ân-ı Kerim’de “belâ” kelimesi çoğunlukla “denemek, sınamak” manalarındadır. Kur’an’da “belâ” kelimesi, türevleriyle birlikte 37 yerde geçmektedir. Çoğu âyette aynı anlamda kullanılan “fitne” kelimesi ise, türevleriyle birlikte 60 yerde kullanılır. Kur'an'ın nazarında, hayat bir imtihan, daha doğrusu bir imtihanlar silsilesidir. Semâvât ve arzın yaratılışının gayesinin de zaten insanın imtihana tâbi tutulması olduğu bildirilmektedir;615 ölüm ve hayatın yaratılışı da aynı gayeyi taşır.616 Cenneti kazanabilmek için, insanın hayatı boyunca tâbi tutulacağı imtihanlarda cennete lâyık olduğunu ispatlaması lâzımdır.617 İmtihanlar,
610] Râgıb el-İsfahanî, Müfredât, s. 61; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 266
611] 11/Hûd, 7
612] 67/Mülk, 2
613] 6/En’âm, 165
614] 2/Bakara, 155-156
615] 11/Hûd, 7
616] 67/Mülk, 2
617] 2/Bakara, 155; 3/Âl-i İmran, 186; 23/Mü'minûn, 30; 29/Ankebut, 2-3
İMTİHAN / BELÂ
- 175 -
hakikaten iman edenler ile etmeyenleri birbirinden ayırır. 618
Kur'an'da Belirtilen İmtihan Şekilleri: İmtihan birçok şekilde olabilir. Bir fert ya da topluluk bollukla, yoksullukla veya sıkıntıyla;619 belli bir varlıkla, nesneyle veya olayla; 620 hayatın ve malın-mülkün kaybıyla, kıtlıkla ve açlıkla, hastalık ve yaralarla, hasımların aşağılamasıyla621 imtihan edilebilir. Azâbın gecikmesi inkârcıları daha da şüpheye düşürür ve bu onlar için başka bir imtihan olur.622 İnsanlar bir başka insan için imtihan olabilir. İnkâr edenler tarafından işkence ve zulme uğratılan mü'minlerin imanı, şiddetli bir imtihana tâbi tutulabilir;623 bir kişinin ailesine duyduğu sevgi, onu Allah'ın emirlerini ihlâl etmeye sevkedebilir624 ve iki topluluk arasındaki bir antlaşma ile iki tarafın samimiyet ve sadâkati imtihan edilebilir.625 Kur'an, insanlar için bir imtihan haline gelen birkaç belirli olay sayar. Meselâ, altından bir buzağı yapmaları İsrâiloğulları için bir imtihan olmuş;626 kıblenin değiştirilmesi de imanı zayıflar için bir imtihan haline gelmiştir.627 İnsan, sık sık Allah tarafından imtihan edilir. Bu imtihanlar pek çok biçimde görünse de, hepsinin maksadı aynıdır: İmtihan insanı Allah'a yaklaştırıyor mu, yoksa O'ndan uzaklaştırıyor mu, bunu görmek.
Evrensel Bir İlke: Kur'an'dan anladığımıza göre, imtihan kuralı herkes için geçerlidir. Yani, bütün insanlar imtihan edilmektedir. İnsanın imtihana tâbi tutulması Allah'ın bir sünnetidir. Kötüler kadar iyiler de imtihan edilir. Peygamberler bile bu kurala istisna teşkil etmez. Meselâ Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmesi için emredildiği rüyayla imtihan edildi628 ve Hz. Yusuf, azizin karısının cinsî arzularıyla imtihan edildi.629 İmtihanı başaranların imanı daha güçlenir, başaramayanlar ise sapkınlıklarında daha da ileri giderler. 630
“O (öyle yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” 631
“Biz, insanların hangisinin daha güzel amel işleyeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi, dünyanın kendine mahsus bir zînet/süs yaptık.” 632
“O, hanginizin amel bakımından daha güzel olduğu hususunda sizi imtihan etmek için Arş’ı su üzerinde iken gökleri ve yeri altı günde yaratandır.” 633
"Her canlı ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz.
618] 3/Âl-i İmran, 166-167, 169; 9/Tevbe, 16; 29/Ankebut, 3; 47/Muhammed, 31
619] 8/Enfâl, 28; 18/Kehf, 7; 20/Tâhâ, 131; 21/Enbiyâ, 35; 64/Teğâbün, 15; 6/En'âm, 165; 7/A'râf, 168; 23/Mü'minûn, 55-56; 89/Fecr, 15-16
620] 6/En'âm, 53; 8/Enfâl, 28; 9/Tevbe, 126; 17/İsrâ, 60; 21/Enbiyâ, 35; 25/Furkan, 20; 64/Teğâbün, 15
621] 2/Bakara, 155, 214; 3/Âl-i İmran, 140-142, 186
622] 21/Enbiyâ, 109-111
623] 29/Ankebut, 10
624] 8/ Enfâl, 28; 25/Furkan, 20; 64/Teğâbün, 14-15
625] 16/Nahl, 92
626] 20/Tâhâ, 85
627] 2/Bakara, 143
628] 37/Saffât, 106
629] 12/Yûsuf, 23-24
630] 74/Müddessir, 31
631] 67/Mülk, 2
632] 18/Kehf, 7
633] 11/Hûd, 7
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ve siz, ancak Bize döndürüleceksiniz." 634
"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'iman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." 635
"Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?" 636
"Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz." 637
"(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi)." 638
“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.” 639
"Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer fitne/imtihan sebebidir. Büyük mükâfat Allah'ın katındadır." 640
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.” 641
“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman ‘Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz’ derler.” 642
“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet, (hiç kimseye) isâbet etmez. Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbini hidâyete/doğruya yöneltir. Allah her şeyi bilendir.” 643
“De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur, ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar, ne de bir yardımcı.” 644
"İnsan, Rabbi onu imtihan edip de ikramda bulunur ve bol nimet ve zenginlik verirse,
634] 21/Enbiyâ, 35
635] 29/Ankebut, 2-3
636] 3/Âl-i İmran, 142
637] 47/Muhammed, 31
638] 2/Bakara, 214
639] 3/Âl-i İmran, 186
640] 8/Enfâl, 28
641] 6/Enâm, 165
642] 2/Bakara, 155-1562/Bakara, 155-156
643] 64/Teğâbün, 11
644] 33/Ahzâb, 16-17
İMTİHAN / BELÂ
- 177 -
'Rabbim bana ikram etti' der (kendisinin bu ikrama ve nimete lâyık olduğunu düşünür). Ama onu imtihan edip rızkını daraltırsa, 'Rabbim bana ihanet etti' der (kendisinin buna lâyık olmadığını sanır)." 645
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman Bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, ‘Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir’ der. Hayır! O bir imtihandır, fakat çokları bilmezler. Bunu onlardan öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler, onlara fayda vermedi. Bunun için işledikleri kötülükler, onları musibete uğrattı. Bunların içinde zulmedenlerin de işledikleri kötülükler, başlarına gelecektir. Bu hususta Allah’ı âciz bırakamazlar. Bilmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine bol bol verir, dilediğinden de kısar. Şüphesiz bunda iman eden bir kavim için ibretler vardır.” 646
"Allah bir kasabayı size örnek verir ki, o, korkudan emin ve sâkindi. Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat bu kasaba halkı, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etti de, Allah onlara, işledikleri kötülükler yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acıları tattırdı." 647
Hadis-i Şeriflerde Belâ-İmtihan
“Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şüphesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rızâ gösterirse, Allah’ın rızâsı (ve sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (ilâhî hükme rızâ göstermez) ise, Allah’ın gazabı (ve azâbı) o kimseyedir.” 648
“Mü’min kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten taze ekin gibidir. Rüzgâr, ona hangi taraftan gelirse, onu eğer de yaprağı diğer tarafa döner, meyleder (fakat o, yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mü’min kişi de böyledir. O da, belâ sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Haktan yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise, sert ve dimdik duran çam ve dağ servisi gibidir. Nihâyet Allah onu, dilediği zaman (bir seferde) kırar, devirir.” 649
Sahabelerden Sa’d rivâyet ediyor: Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık sözkonusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” 650
“İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya mübtelâ olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” 651
“Allah, sevdiği kavmi daha çok belâya/sınava uğratır.” 652
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki O, bir mü’min için hayrına olmayan
645] 89/Fecr, 15-16
646] 39/Zümer, 49-52
647] 16/Nahl, 112
648] İbn Mâce, Fiten 23, hadis no: 4034
649] Buhâri, Tevhid 32, hadis no: 92, Mardâ ve’t-Tıb 1, hadis no: 3, 4; Müslim, Sıfatu’l-Münâfikun 14, hadis no: 58-62; Dârimî, Rikak 36, hadis no: 2752
650] Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel
651] Dârimî, c. 2, s. 320; Sabuni, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, III/28; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr c. 1, s. 136; Keşfü’l-Hafâ, I/144
652] Keşfü’l-Hafâ, I/80
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir şeyle hükmetmez. Bu, ancak mü’minler içindir. Şâyet mü’mine bir iyilik isâbet ederse o buna şükreder ve kendisi için hayırlı olur. Şâyet bir sıkıntı isâbet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayırlı olur.” 653
"Yüce Allah buyuruyor ki: 'Mü'min bir kulumu bir hastalığa müptelâ ettiğim zaman Bana hamd ederse anasından doğduğu günkü gibi günahlarından temiz olarak yatağından kalkar. Yüce Allah buyuruyor ki: 'Ben kulumu bağladım, sınadım (şimdi ey meleklerim:) sağlam iken ona yazdığınız sevaplar gibi hastalık zamanı için de aynı sevapları yazın." 654
Sahâbelerden Abdullah diyor ki: ‘Rasûlullah’ın huzuruna girdim; Yâ Rasûlallah, dedim, çok ateşin var. “Evet dedi, “Ben sizden iki kişinin hastalığı kadar hastalanırım.” Ben: ‘Şu halde, senin için ecir vardır’ deyince buyurdu ki: “Evet, aynen öyle. Hiçbir müslüman yoktur ki, ona bir diken ve daha küçük bir şey de olsa eziyet veren bir şey isâbet etsin de, Allah o şeyi, ağacın yapraklarını dökmesi gibi, o müslümanın günahlarına keffâret kılarak günahları ondan dökmesin.” 655
“Şüphesiz, dünya tatlıdır, yeşildir ve şüphesiz Allah, sizi dünyaya halife kılmıştır. Ama ne yapacaksınız diye bakar. Bundan dolayı dünyadan korunun, kadınlardan da korunun! Çünkü Benîİsrâil’in ilk fitnesi kadınlardan idi.” 656
“Allah, bir kulu sevdiği zaman onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinizin hastasını sudan korumaya devam etmesi gibi.” 657
Ebu Said el-Hudrî (r.a.) rivâyet ediyor: "Rasûlullah (s.a.s.) minbere oturdu, biz de etrafına hemen oturduk; buyurdu ki: "Sizin hakkınızda en büyük korkum; Benden (vefatımdan) sonra dünya hayatının debdebe, parıltı ve zînetlerinin size açılması ve sizin onlara gönlünüzü kaptırmanızdır." 658
"Allah'a yemin ederim ki, ben sizin fakirliğinizden korkmuyorum. Fakat sizden önceki (ümmet)lere olduğu gibi size dünya (zenginlikleri)nin açılmasından, böylece başkalarının elindekilere özenip din yönünden ziyana uğramanızdan ve öncekileri dünya zînetlerinin helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum." 659
“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz. Çünkü siz, düşman vasıtasıyla imtihan olduğunuzu bilmelisiniz. Fakat ‘onlara karşı bizi koru, onların zararlarını def et!’ diye dua ediniz.” 660
“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan sağlık ve âfiyet isteyin, düşmanla karşılaştığınız zaman da sabredin.” 661
“Mü’minin kendini aşağılaması doğru değildir.” Denildi ki: ‘Mü’min kendini nasıl hakir düşürür (aşağılar)?’ Buyurdu ki: “Gücünün yetmediği belâya/imtihana hedef
653] İbn Kayyım el-Cevziyye, Belâ ve İmtihan, S. Kutub, s. 40
654] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/123
655] Buhâri; Askalânî, S. Buhâri Şerhi, c. 10, s. 111
656] Müslim, Zikr 26, hadis no: 99; Tirmizî, Fiten 24, hadis no: 2286; İbn Mâce, Fiten 19, hadis no: 4000
657] Tirmizî, Tıbb 1, hadis no: 2107
658] Buhâri; Müslim
659] Buhâri; Müslim
660] Sîret-i İbn Hişam, c. 2, s. 33
661] Buhâri; Askalâni, Şerh-i Sahih-i Buhâri, c. 6, s. 156
İMTİHAN / BELÂ
- 179 -
olur.” 662
“Cennet zorluklarla; Cehennem ise aşırı arzularla çevrilmiştir.” 663
Habbâb İbnu'l-Eret (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Kâbe'nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: "Bize yardım etmiyor musun, bize duâ etmiyor musun?" dedik. Şu cevabı verdi: "Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah'a kasem olsun Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindimi San'a'dan kalkıp Hadramût'e kadar gidecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz." 664
"İki günü müsâvi/eşit geçen aldanmıştır. Bu günü dününden kötü geçen kişi lânete uğramıştır. Kârda olmayan kişi ziyandadır. Ziyanda olan kişi için ise ölüm daha hayırlıdır. Cenneti arzulayan, hayırlara koşar. Ateş azabından korkan haram şehvetleri terkeder. Ölümü gözeten kişiye dünya nimetleri önemsizleşir. Dünyayı âhiret gayesiyle yaşayan kişiye de felâket-ler basitleşir." 665
Peygamberlerin Denenmesi
Sahabelerden Sa’d rivâyet ediyor: Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir...”666 İnsanlar arasında en fazla belâya/denemeye peygamberler uğratıldılar. Allah yolunda hiç kimsenin dayanamayacağı eziyet ve sıkıntılarla karşılaştılar. Azgın düşmanlarla, anlamaz ve inatçı topluluklarla, hasetçi kişilerle yıllarca uğraşmak zorunda kaldılar. Onlar bu denemeleri başararak daha büyük makamlara ulaştılar.
Rabbimiz bazen sevdiği toplulukları da benzer denemelere tâbi tutar. Hz. Mûsâ ve kavmi (İsrâiloğulları); Firavun'un baskı ve zulmüyle denenmişti. Firavun, zulmünü, baskısını ve sömürüsünü onların erkeklerini ve çocuklarını öldürmeye kadar götürmüştü. Şüphesiz bu ve Hz. Mûsâ’nın onu tanrılık dâvâsından ve bu zulümlerden vazgeçirme mücadelesi bir deneme idi. 667
Allah (c.c.) Hz. İbrahim’i de birtakım kelimelerle denemişti. “Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım denemelerden geçirmişti. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e:) ‘Seni şüphesiz insanlara imam (önder, kılavuz, nur) kılacağım’ demişti. (İbrahim); ‘Ya soyumdan olanlar?’ deyince (Allah:) ‘Zâlimler benim ahdime erişemezler’ demişti.”668 Bilindiği gibi İbrahim (a.s.) ateşe atılmak, oğlunu kurban etmek, Kâbe’yi inşâ etmek gibi sınamalardan geçirilmişti.
662] Tirmizî; et-Tâc, c. 5, s. 308
663] Müslim, Cennet 1, Hadis no: 2822, 4/2174; Dârimî, Rikak 117, Hadis no: 2846, 2/245; Tirmizî, Cennet 21, Hadis no: 2559, 5/693; Ahmed b. Hanbel, 2/260, 333, 354, 380, 3/153, 254, 284
664] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649; Nesâî, Zînet 98, 8/204; K. Sitte, 9/548
665] Keşfü'l-Hafâ
666] Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel
667] 7/A'râf, 141; 14/İbrahim, 6
668] 2/Bakara, 124
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Süleyman (a.s.) kuşların mantığını (konuşmalarını) anlayabiliyor, cinleri, şeytanları ve rüzgârı emrinin altına alabiliyordu. Çok büyük bir mülkü ve dünyalık gücü vardı. Allah (c.c.) bütün bu nimetlerle onu denemişti. O da, bu nimetlere karşı aynen şöyle demişti: “... Rabbim! Bana, ana ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın salih amelde bulunmamı bana ilham et ve beni rahmetinle sâlih kullarının arasına kat.” 669
Kur’an, bir başka âyette, yine deneme anlamına gelen ‘fitne’ kelimesini kullanarak Hz. Süleyman’ın denendiğini ve tahtının üzerine bir ceset bırakıldığını söylüyor (38/Sâd, 34). Süleyman (a.s.) kendisine verilen nimetlerin tümüyle sınav olduğu şuurundadır ve bu bilinç, örnek olarak gösterilmektedir: “... Bu, dedi, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (verdiği) lutfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.” 670
Tüm İnsanların ve Mü’minlerin Sınanması
Allah (c.c.) bütün müslümanları, onların arasında kendi yolunda sabırla cihad edenleri (kendi yolunda çalışıp gayret edenleri) bilip ortaya çıkarıncaya kadar onları denemeye tâbi tutacaktır.671 Allah yolunda çalışmanın, yalnızca kuru bir iddia ile değil; bizzat pratik faâliyetlerle ortaya konması gerekir.
Mü’minler bazen zorluklar, felâket, çile ve sıkıntılarla karşılaşırlar. Vahye inanmayan-lardan incitici sözler işitirler. Bazen hakları ellerinden alınır, bazen alay edilirler. Kimi zaman ambargoya uğratılırlar, kendilerine önem verilmez, hatta işkenceye uğradıkları olur. Malları, rahatları ve hatta canları bile gidebilir. Bütün bunlar onlar için şer gibidir. Bazen de Allah (c.c.) mü’minlere hayır yönünden nice şeyler nasib eder; Onlara dünyalıklar, imkânlar, rahatlık ve zaferler verebilir. Bütün bunların sebebi ‘belâ’dır, yani denemedir. 672
Allah’ın (c.c.) insanlar ve toplumlar için birtakım yasaklar ve sınırlar koyması, bazı hükümleri bildirmesi de bir imtihandır. Bakalım kim bu hükümlere uyacak? Kim bu yasakları çiğnemeyecek?673 Yeryüzünde süs ve geçimlik olarak yaratılan her şeyin yaratılış sebebi; hangi insanın daha güzel amel işleyeceğini, daha güzel davranışta bulunacağını denemek içindir. 674
Allah (c.c.), Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Kur’an’ı hak olarak indirdi. Bundan dolayı O ve O’nun ümmeti insanlar arasında Allah’ın indirdiği ile hükmetmek durumundadırlar. Bunu yaparken haktan sapanların hevâlarına, istek ve tutkularına uymazlar. Allah (c.c.) dileseydi insanlar aynı dine inanan tek bir ümmet olurlardı. İslâm'dan başka din olmazdı. Ancak Allah (c.c.), insanlara gönderdiği peygamberlerle ve ilâhî hükümlerle onları denemek istemektedir. 675
İnsanlar arasında yetenek, bilgi, mal ve makam yönünden var olan farklılıkların sebebi de yine ilâhî sınavın bir gereğidir. Allah (c.c.) insanlara verdiği bu
669] 27/Neml,19
670] 27/Neml, 40
671] 47/Muhammed, 31
672] 21/Enbiyâ, 35
673] 7/A’râf, 163
674] 18/Kehf, 7
675] 5/Mâide, 48
İMTİHAN / BELÂ
- 181 -
gibi özelliklerle onları denemektedir. 676
İnsanlara emanet olarak verilen mallar ve canlar da birer deneme aracıdır. İnsan malı nerede kazanıp nereye harcamaktadır? Yine kendisine emanet edilen nimetleri ne yapmakta, hayatı neyin uğrunda ve nasıl geçirmektedir?677 Karmaşık bir sudan yaratılan insan Allah (c.c.) tarafından devamlı denenmektedir. Hayata gelişin amacı da budur. 678
Kur’an, nimet verilerek denemeye tabi tutulan nankör insanın yanlış tutumunu şu şekilde sergiliyor: “Fakat insan, ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir ikramda bulunsa, onu nimetlere koysa; ‘Rabbim bana ikramda bulundu’ der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen der ki: ‘Rabbim bana ihânette bulundu.” 679
Mü'minlerin günlük normal ibâdet, tâat ve amelleri yanında, zaman zaman ağır sıkıntı ve musibetlerle karşılaştıkları olur. Bu yeni durumlar ve olaylar karşısında onun etkisi ve tepkisi ölçülür, sabır ve tahammül gücü, kin, intikam, haset ve gurur duyguları eğitilir. Mal, mülk, para, kadın, çocuk, kazalar, hastalıklar, yangın, sel, zelzele ve tabiî âfetler, insanoğlunun denenip sabrettiği ve sonucu Allah'a havale ederek ağırbaşlılıkla kabullendiği takdirde mânevî dereceler kazandığı başlıca imtihan konularıdır. Ancak kimi zaman bu sıkıntı ve felâketler dünyada yapılan haksızlık, zulüm ve azgınlıklar yüzünden ilâhî bir ceza olarak da ortaya çıkabilir.
Mü’min insan, nimetin azlığının veya çokluğunun bir deneme olduğunun şuurundadır. Bu yüzden nimet bol olduğu zaman şımarmaz, malı ile kibirlenip yoldan çıkmaz. Ni’met az olduğu zaman da Allah’a şikâyette bulunmaz. O nankör değil, şükredici olmaya çalışır. Bilir ki, geçici olan dünya hayatı bir imtihan yurdudur. Bu hayatının devamını sağlayan her şey de bir sınama/imtihan aracıdır. Bu sınavın hikmetini anlayanlar ve gereğini yapanlar kazanacaklardır.
Müslümanlar için sadace iman etmek yeterli değildir. İmanın kökleşmesi ve sağlamlaşması için mü’minler çeşitli denemelerden geçirilirler.680 Allah (c.c.) müslümanları, içlerinde kim kendi yolunda cihad ediyor, bu yolda kim sabrediyor ortaya çıksın diye onları dener. 681
Hz. Mûsâ, kendisi Tûr dağında iken kavminin altın buzağıya tapması üzerine onların içerisinden Allah’tan af dilemek üzere yetmiş kişi seçmişti. Onlarda gördüğü tereddüt üzerine Allah’a dua etti ve bu olayın kendileri hakkında bir imtihan (deneme) olduğunu söyledi.682 Ayrıca inkâr edenlerin müslümanlara karşı tavırları bir fitnedir. Böylece müslümanların İslâm’a bağlılıkları denenmiş olur. 683
Mü’minlere yapılan bu azap ve işkence onları dinlerinden döndürmeye yöneliktir. Mü’min böyle bir azapla imtihan edilebilir. Tıpkı madenin kazanda
676] 6/En’âm, 165
677] 3/Âl-i İmran, 186
678] 76/İnsan, 2
679] 89/Fecr, 15-16
680] 29/Ankebût, 2-3
681] 47/Muhammed, 31; Benzerleri için bk. 8/Enfâl, 17; 3/Âl-i İmran, 152, 154; 33/Ahzâb, 11
682] 7/A’râf, 154-156
683] 25/Furkan, 207; 60/Mümtehine, 5
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaynatılıp iyisinin kötüsünden ayırt edilmesi gibi, mü’min de dünyada eziyetlerle karşı karşıya getirilir. Böylece samimi müslümanla gevşek müslüman ortaya çıkar. Bu konuda Kur’an şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan öylesi vardır ki, ‘Allah’a iman ettik’ der; fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah’ın azabıyla bir tutar. Ama Rabbinden ‘bir yardım ve zafer’ gelirse, andolsun; ‘biz gerçekten sizlerle birlikteydik’ demektedirler. Oysa Allah, âlemlerin sinelerinde olanı daha iyi bilen değil midir?” 684
Allah’ın azabı şüphesiz insanlardan gelecek fitnelerden daha büyüktür. Mü’minler sürekli bir biçimde bu tür fitnelerle karşılaşacaklar. Bu denemeyi başaranlar, imanlarında samimi olanlar sonsuz mükâfatı kazanacaklar. Kur’an, mü’minlerin bu şekilde denemeye tabi tutulduklarını haber veriyor. 685
Kâfir Toplumların İmtihanı
Allah’ın kâfir toplumları eziyet ve sıkıntılarla denemesi, onlar hakkında sürekli bir kanundur. Belki bu deneme/imtihan, küfür ve inatlarından vazgeçmelerini sağlar da Rablerine dönüverirler. Bu da olmazsa, onları sıkıntılarla, harp ve darplarla sınar. Sıkıntıların, onları böyle bir sınava çekmesi gibi, belki bu sınama da onları tevbeye sevkeder. “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkının yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik de (insanlar) çoğaldılar ve: ‘atalarımıza da darlık ve sevinç dokunmuştu’ dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.”686 Yani, peygamberlerini yalanlayan toplumlar hakkında Allah’ın kanunu (sünnetullah), canlarına, bedenlerine, rızık ve mallarına verdiği zâyiatla onları cezalandırmasıdır. Allah bunu yapıyor ki, kendisine boyun eğsinler. Çünkü şiddetli bir belânın, fıtratı ikaz etmesi ve inatçıları yaratıcılarına yöneltmesi tabiidir. Böylece O’na boyun eğer, rahmet ve afvını isterler.
Bunu da yapmayınca, Allah onları denemek için verdiği rahatlık ve bollukla cezalandırır. “Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik...” buyruluyor. Yani, şükredip tevbe ve inkıyadla Rablerine dönsünler diye, onların sıkıntılarını rahata, hastalıklarını sıhhat ve âfiyete, fakirliklerini de zenginliğe çevirdik. Şükür ve tevbe de yapmadılar. Ne bu, ne öteki; hiç biri onlar hakkında fayda vermedi. Üstelik bize gelen sıkıntı ve darlık, sonra da genişlik, aynen geçmişte atalarımıza da dokundu. Demek ki, bazen sıkıntı, bazen de rahatlık, zamanın, doğanın bir kanunudur. Din ve amelimizden ötürü bize Allah’tan bir azap sözkonusu değildir, derler. Böylece kendileri hakkındaki Allah’ın emrine uymadılar, ibret ve öğüt almadılar. Darlık ve bollukla her iki haldeki imtihanı anlamaya yanaşmadılar. Neticede azabı hak ettiler. Allah ansızın yakaladık, diyor. Yani, onları ansızın, işin farkında değillerken azapla yakaladık, buyruluyor.
Allah, yine şöyle buyuruyor: "Allah bir kasabayı size örnek verir ki, o, korkudan emin ve sâkindi. Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat bu kasaba halkı, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etti de, Allah onlara, işledikleri kötülükler yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acıları tattırdı."687; “Senden önce de ümmetlere
684] 29/Ankebût, 10
685] 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 71-73
686] 7/A’râf, 94-95
687] 16/Nahl, 112
İMTİHAN / BELÂ
- 183 -
elçiler gönderdik. (İnkârlarından dönüp Bize) boyun eğsinler/yalvarsınlar diye onları darlık ve çeşitli hastalıklarla yakalayıp cezalandırdık. Hiç olmazsa kendilerine böyle azâbımız/baskınımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat kalpleri (inatları yüzünden, iyice) katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü (câzip) gösterdi.”688 Yani onlara peygamberler gönderdik de yalanladılar. Biz de onları fakirlik ve hastalık gibi meşakkatlerle yakaladık ki, tevbe edip, Rablerine dönsünler. Yapmaları gerekeni, âfet ve belâ halinde bile yapmadılar. 689
Müslüman Cemaatin İmtihanı
İmtihan, fert ve toplumlar için geçerli olduğu gibi, Allah'a dâvet eden, emr-i bi'l ma'ruf yapan müslüman cemaat için de geçerlidir. Allah yolunda cihadları esnasında mü'min bireylerin başlarına gelen belâ ve musibetler aynen müslüman cemaatin de başına gelir. Müslümanlar fert veya cemaat olarak, ellerinden mallarının cebren alınması, hapsedilmeleri, asılsız suçlamalarla işkencelere mâruz kalmaları türünden eziyetler görebilirler. Özellikle zamanımızda, bu konuda aleyhteki propaganda araçları artmıştır. Hele bir de müslüman cemaatin hasmı; malı, nüfuzu ve yetkisiyle etkili biri ise veya yöneticilerin kendileri cemaatin hasmı ise... Bu durumda müslüman cemaatin, hasımlarını istedikleri gibi, etkisiz hale getirebilmeleri için sabır ve takvâya sımsıkı sarılmaları gerekmektedir. “Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.” 690
Müslüman cemaat bilmelidir ki, başına gelen her türlü imtihan, ilâhî dâveti kendisine dâvâ edinmiş müslüman cemaatleri hazırlamada geçerliliğini koruyan Allah'ın bir kanunudur, yani sünnetullahtır. Bu zorlu ve meşakkatli imtihan, cemaat için büyük bir hayırdır; çünkü bu imtihan sayesinde fertlerinin metânetli olanı zayıf olanından, iman dâvâsında dürüst olanı yalancı veya ikiyüzlü olanından ayrılır. "Allah mü'minleri (şu) üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir; temizi pisten ayıracaktır. Ve Allah sizi gaybe vâkıf kılacak değildir..." 691 Gaybe vâkıf olamadığımızdan, kimin münâfık, kimin samimi mü'min olduğunu anlamamız için âfetler, sıkıntılar, musibetlerle imtihan oluruz ki münâfık mü'minden ayrılmış olsun.
Müslüman cemaatin saflarını arındırmak; fert ve üyelerinin imanlarında sahtekâr, ikiyüzlü veya metânetsiz olanın bilinmesi; dürüst ve sağlam olanlarının seçilmesi, ancak cemaatin eziyet ve sıkıntılara mâruz kalması sonucunda gerçekleşebilir. Sıkıntılar, dayanıklı ve tutarlı olanı olmayandan ayırdığı gibi, dürüst olanlarla olmayanların birbirine karışmalarını, aralarında bir yanlışlık ve hatanın olmasını önler. Bu seçim/ayırım, müslüman cemaat için cidden zaruridir. Çünkü cemaate birtakım insanlar katılır, cemaatin üyesi görünür. Bazen dürüst mü'min, bazen yalancı ikiyüzlü, bazen imanında metânet sahibi, bazen zayıf ve korkak, bazen de cemaate aşırı ve samimi mensubiyet arzeden tavırlarla dengesiz bir görünüm sergilerler. Yine, cemaatin gerçek maksatlarına ters düşen istismar, parsa ve ganimet toplamak, fitne çıkarmak, casusluk ve başka sebeplerden dolayı da
688] 6/En’âm, 42
689] Abdülkerim Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri, s. 118-120
690] 3/Âl-i İmran, 186
691] 3/Âl-i İmran, 179
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
topluluğa katılmış olanlar da çıkabilir. İşte burada, gerçek cevherin, içine karışan metal parçalardan ayrılması için ateşin gerekliliği gibi, cemaat üyelerinin iyi ve kötüsünü ayırmak için de sıkıntı ve zorlukların olması zaruridir.
Müslüman cemaatin denenmesindeki hikmet: Müslüman cemaatin sıkıntılarla denenmesi sayesinde cemaat, gerçek gücünün ölçüsünü anlar. Cemaatin gücü, doğruluk, ihlâs ve sebatı çeşitli sınavlardan geçerek belli olan üyelerin gücü ile doğru orantılıdır. Aslolan cemaatin üye sayısı değil; gerçek gücüdür. 692
Ni’met veya Külfetle Deneme
Belâ/fitne/imtihan, gerçek olanı sahte olandan, iyi olanı kötü olandan, kirliyi temiz olandan ayırmak olduğuna göre, hayatın akışında olumlu ve olumsuz tarafıyla ortaya çıkabilir. Kur’an’ın işaret ettiği gibi insan bazen risk taşıyan, mal, mülk, evlat ve sağlık gibi ni’metlerle; bazen de yokluk, hastalık, şeytan ve düşman saldırısı gibi şeylerle denemeye uğratılır. Bu bakımdan çekilen zorluk, mal, zulüm, kadın, çocuk, saptırma, azap, silahlı çatışma, kalbe gelen vesvese gibi şeylerin hepsi de fitnedir/imtihandır. “Onlardan bazı zümrelere kendilerine denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.” 693
Kur’an, insanın imandaki samimiyetini denemek için hayır ve şerr ile imtihan olunduğunu haber veriyor.694 İnsan, hayatın geçici güzellikleriyle de sınava çekilir.695 Mal ve evlat insan için bir fitnedir, deneme aracıdır.696 Bol rızık ve verilen nimetler697 birer fitne/imtihan olduğu gibi, başa gelen üzüntü ve kaderler,698 belâ ve musibetler de birer sınavdır. 699
İnsanlardan bazılarına Allah’tan gelen rızık, iman ve mağfiret gibi iyiliklerin sebebini bilmek mümkün olmayabilir. Allah (c.c.) bu şekilde insanları birbiriyle deniyor ve şükredenlerin belli olmasını istiyor.700 Dinde ikiyüzlü davranan münafıklar çeşitli olaylarla ibret almaları ve hatalarını terketmeleri için sürekli denenirler. Ancak onlar çoğu zaman bu fitnenin (denemenin) farkında olmazlar.701 Allah (c.c.) doğru yola giren kimseler için rızkı bollaştırır. Bunun sebebi de onların şükredip şükretmeyeceklerini, takva sahibi olup olmayacaklarını denemektir. 702
Hz. Mûsâ’nın kavmi, firavunun ve meleinin, yani ileri gelen seçkinlerin kendilerini bir fitneye/imtihana düşürmelerinden, fenalık yapmalarından korktukları için iman etmekte tereddüt ettiler. Onların içlerinden pek azı hâriç Firavun’u desteklemeye devam ettiler.703 Bugün de bu gerçek değişmemiştir. İnsanlardan pek çoğu İslâm'a gönül vermek, İslâm’ı hakkıyla günlük hayatında ve sosyal
692] Abdülkerim Zeydan, a.g.e., s. 125-128
693] 20/Tâhâ, 131
694] 21/Enbiyâ, 35
695] 20/Tâhâ, 131
696] 8/Enfâl, 28; 64/Teğabûn, 15
697] 39/Zümer, 49
698] 20/Tâhâ, 40
699] 9/Tevbe, 126; 22/Hacc, 11
700] 6/En’âm, 53
701] 9/Tevbe, 126
702] 72/Cinn, 16-17
703] 10/Yûnus, 83
İMTİHAN / BELÂ
- 185 -
alanda yaşamak istemektedir. Ancak çağdaş firavunların, firavun düzenlerinin, bu düzenleri sürdüren mele’ takımının fitnelerinden, sıkıntı vermelerinden, haklarını ellerinden almalarından, kötü damga vurmalarından korkmaktadırlar.
İnsanlardan bazıları gerçek bir şekilde değil de iman-küfür sınırındaymışcasına ibâdet eder. Kendisine Allah’tan bir ‘hayr’ dokundumu, bununla sevinir. Ancak başına hikmetin gereği bir fitne (belâ veya deneme) geldiği zaman yüz üstü döner gider. Böyleleri dünyayı da ahireti de kaybeder. 704
Peygamber’in dâveti sıradan bir insanın daveti gibi değildir. Onun davetine uymamazlık edilemez, emrine karşı gelinemez. “...Rasûlün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın (fitnenin) çarpmasından, yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar.” 705
Dünya Ni’metleri ile İmtihan: Allah’ın (c.c.) insanlara verdiği hem iyilikler, hem de kötülükler birer deneme (fitne) aracıdır.706 İnsan ni’metlere karşı şükürle; zorluk, darlık ve belâlara karşı sabırla denenir. Fakat insan çoğu zaman nankörlük yapar. Üstesinden gelemeyeceği bir sıkıntıyla karşılaşınca hemen Rabbine yalvarır. Geniş bir ni’mete, mala ve zenginliğe kavuşunca da kibirlenir, malını kendi bilgisi ve kurnazlığıyla elde ettiğini zanneder. Böyle bir tavra karşı Kur’an şu açıklamayı yapıyor: “...Hayır o bir fitnedir (imtihandır), fakat çokları bunu bilmiyorlar.” 707
Rabbimizin dünya ni’metlerini ve dünyaya ait bütün göz kamaştırıcı güzellikleri insanların hizmetine sunması, bir deneme sebebidir. Ancak inanan kişi bu geçici güzelliklere ve zenginliklere aldanmamalı. Çünkü Allah’ın katında olan güzellikler, ya da iman edip salih amel işleyen kulları için hazırladıkları, daha çok ve daha kalıcıdır. 708
Âfiyet ve iyiliklere karşı imtihan; belâ ve musibetlere karşı sabırdan daha güçtür. Para ile zenginlikle imtihan; fakirlikle imtihandan daha zordur. Ashâb-ı kiramdan bazılarının şöyle söyledikleri rivâyet edilir: "Sıkıntı ve güçlüklerle imtihan edildik, sabrettik; ama bolluk ve genişliğe müptelâ olduğumuzda, rahatla denendiğimizde sabredemedik." Bu sözün Hz. Ömer’e ait olduğu da rivâyet edilir. 709
Dünya ni’metlerinin belâ ve fitne/deneme olarak nitelendirilmesi insan için eğitici bir hatırlatmadır. O, insanın iç kuvvetlerini geliştirir, dikkatini keskinleştirir, yaşadığı realitenin boyutlarını kavramasına yardımcı olmak üzere onu uyarır. Kur’an, varlığı âyetler (ibret ve işaretler) olarak değerlendirir ve ni’metleri bile bu bağlamda fitne ve belâ, yani sınav olarak nitelendirir.
Mal ve Evlâtla İmtihan
İnsana emanet olarak verilen mallar ve çocuklar da onlar için bir fitnedir, belâdır, deneme ve sınama aracıdır. Mala ve çocuğa olan tutku ve aşırı bağlılık;
704] 22/Hacc, 11
705] 24/Nûr, 63
706] 21/Enbiyâ, 35
707] 39/Zümer, 49
708] 20/Tâhâ, 131
709] Râgıp el-İsfahanî, el-Müfredât, s. 61
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kişiyi Allah yolundan, O’na olan kulluktan alıkoyabilir. İnsan mal ve dünyalıklar peşinde koşarken Rabbine karşı görevlerini unutabilir. Hatta malla şımarabilir, kibirlenir ve haddi aşabilir. Malın helâlinden kazanılması ve yine helâl yollarda harcanması, mal üzerinde hakkı olanların haklarının verilmesi, İslâm’ın getirdiği ölçülerdir. Bu açıdan mal insan için denemedir. Çocuk sahibi olmak, onları fıtratlarına uygun olarak terbiye etmek, onları salih insan olarak yetiştirmek kişinin görevidir.
Mala ve çocuklara karşı olan tutku, onları ve aileyi koruma ve kollama duygusu insanı bazen adâletten uzaklaştırabilir, haddi aşıp haksızlık yapmaya sürükleyebilir. Böyle yapmak da ilâhî ölçülerden sapma sonucunu doğurur. Bu da insan için bir fitnedir. “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihandır). Allah’a gelince; büyük mükâfat O’nun yanındadır.”710 (Malların ve çocukların deneme sebebi olduğunu ‘belâ kelimesiyle ifade eden âyetler için bkz. 3/Âl-i İmran, 186; 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 165).
Bugün mü’minlerin karşılaştıkları bütün güçlükler ve ellerinde bulunan bütün ni’metler ve imkânlar birer fitne-deneme sebebidir. Günümüzde, eskiye oranla insanların ellerinde daha fazla imkân ve eşya var, insanlar, çokça şikâyet etmelerine rağmen eskiye göre daha fazla ni’metlere sahipler. Eskiden karşılaşılan pek çok zorluklar ve darlıklar giderek azaldı. İşte bütün bu imkânlar ve ni’metler hep imtihandır. Bazı müslümanların karşılaştıkları baskılar, işkenceler, zulümler, haksızlıklar da birer sınavdır. Müslüman ülkelerin zorbalar, diktatörler, tâğutlar, zâlimler veya zulüm düzenleri tarafından ele geçirilmesi bir fitne/imtihandır. Onurlu mü’minlerin bu zorbalarla ve zâlimlerle mücadele zorunda kalmaları kendileri hakkında bir sınav sebebidir. Özellikle modern toplumlarda ortaya çıkan ve giderek bütün dünyaya yayılan; şirk, ilhad, ahlâksızlık, sapıklık, sapmalar, isyan ve günah rüzgârları birer fitne, belâ ve imtihandır.
Her bir müslüman; içinde bulunduğu şarta, elindeki ni’mete ve karşılaştığı güçlüğe göre denemeye tâbi tutulmaktadır. Müslümana düşen, varlık tablosundaki âyetlerden, oluşlardan ve karşılaştığı denemelerden ibret alması, Allah’tan gelen sınavı kazanmaya çalışması ve bizzat kendisinin fitnelere sebep olmamasıdır.
Fitne; Anlam ve Mâhiyeti
Belâ ile bazı âyetlerdeki kullanımıyla aynı anlamları paylaşan “fitne” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 60 yerde geçmektedir. ‘Fitne’ kelimesinin aslı ‘fetn’dir. ‘Fetn’ sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin saflığını anlamak için onları ateşte eritmek demektir. Fitne sözlükte, deneme ve imtihana tabi tutmak, sınamak, maddî ve manevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme gibi anlamlara gelir.
Fitne kelimesinin bunlardan başka, küfr, azgınlık, sapıklık, günah, ayrılık, iç ihtilaf ve kargaşa, kavga, delilik, azap, musibet, aklını çelmek, gönlünü çalmak, kandırma (iğvâ), kışkırtma, nifak, ihtilaf, baştan çıkarma, birbirine düşme, çekişme, zulüm, baskı, karışıklık ve kalbin bir şeye fazla meyletmesi gibi manaları da vardır. Bu anlamlarıyla fitne, konumuz dışındadır.
710] 8/Enfâl, 28; Ayrıca bkz. 64 Teğâbûn/14-15
İMTİHAN / BELÂ
- 187 -
İnanç uğruna belâ ve sıkıntılara uğrama anlamındaki fitne, olumsuz bir anlam taşımamaktadır. Bu gibi sıkıntılar, mü'min kişiyi kararlı kılar, iradesini güçlendirir, ahlâkını arındırır. Böyle bir fitne, kişiyi ve toplumu dinî yönden geliştirir, onların hatalarını gösterdiği gibi, din uğruna sabırlarını da ortaya koyar. Böylece Allah’ın vereceği karşılığı almalarına zemin hazırlar. Kur’an, insanların sürekli olarak ‘fitne’ ile denendiklerini açıklar: “İnsanlar, (yalnızca) ‘iman ettik’ diyerek, fitneye uğratılmadan (denenmeden) bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınamadan geçirdik (fitneye uğrattık); Allah, gerçekten doğruları da bilmekte, yalancıları da bilmektedir.” 711
Kur'an'da yaklaşık aynı anlamlara gelen belâ ve fitne kelimeleri aynı âyette de geçer: "Her nefis ölümü tadıcıdır; Biz hayır ve şerle fitne olarak sizi belâya uğratıyoruz."712 Bu bağlamda ‘fitne’ ile ‘belâ’, aynı anlamdadır. Ne ki ‘fitne’nin kapsamı biraz daha geniştir. ‘Belâ’ yalnızca Allah’tan geldiği halde, ‘fitne’ hem Allah’tan hem de kullardan gelebilir, insan kendisini olduğu kadar başkalarını da fitneye uğratabilir. ‘Fitne’ kelimesinde azap, zorluk ve kötülük yönü daha fazladır.
‘Fitne’ öncelikli olarak bir sınav yolu olduğuna göre, hem nimet sebebiyle, hem de zahmet ve perişanlıktan dolayı olabilir. İnsan, karşılaştığı bütün değerlerle imtihana tâbi tutulabilir. Nitekim Kur’an şöyle diyor: “Biz sizi bir imtihan olarak hayır fitnesiyle de şer fitnesiyle de deniyoruz. Ve eninde sonunda Bize döneceksiniz.”713 Demek ki fitne/ imtihan, bir hikmete bağlı olarak bazen Allah’tan gelir, bazen de kulların bir hatası sebebiyle, meydana gelir. Böyle olunca da ‘fitne’, bizzat o fitneyi meydana getiren için bir uyarı, bir düzelme veya aklını başına alma imkânıdır. 714
İmtihan Bilinci
İmtihan: Kazanmakla kaybetmeyi aynı anda hatırlatan esrarlı bir kelime... İçinde hem ümidi saklıyor, hem korkuyu. Lezzetle elem onda birbirine karışmış. İnsanı ne güldürüyor, ne ağlatıyor. Zevk ve sefa onu takip edecek, azap ve cefa ondan sonra gelecek. Bütün bu sayılanlar, aynı zamanda, dünya imtihanının da özellikleri değil mi? İnsan da bu dünyada imtihan olmuyor mu?
Bülûğa erinceye kadar, imtihan öncesi: Kâğıt-kalem hazırlama safhası. Bülûğa ermekle, insan imtihan kâğıdını, amel defterini doldurmaya başlar ve ölünceye kadar aralıksız kalem oynatır. Bu imtihanın herkes için günün birinde sona ereceği mâlûm; ama kimin elinden kâğıdının ne zaman alınacağı belli değil. İmtihan denilince, insanın hatırına çok şeyler geliyor. Bazılarını sıralayalım:
İmtihanda önemli olan çok yazmak değil, doğru yazmaktır. On kâğıt doldurup, “bir” alamayanlar da var, bir kâğıtla “yüz” alanlar da. Öyle ise, uzun ömür, güzel şeylerden daha fazla yazmak için istenmeli. İmtihan salonunda en önde oturmak, elbiselerin en güzelini giyinmek, kalemlerin en kıymetlisini kullanmak neticeye zerre kadar tesir etmez. Bunların hepsi câiz, ama hiçbiri vâcip değil. Vâcip olan, şart olan: Sorulara doğru cevap vermek.
711] 29/Ankebût, 2-3)
712] 21/Enbiyâ, 35
713] 21/Enbiyâ, 35
714] Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Belâ ve Fitne Maddesi
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bahtiyarlık da, bedbahtlık da imtihan süresince belli olmaz. Âkıbetini bilmediğimiz kimsenin dünyevî imkânlarına heveslenmemiz doğru değil. İmtihan süresince kimseye müdâhale edilmiyor. Dileyen dilediğini yazmakta serbest. Ama doğru yazmaya teşvik, yanlış için tehdit var. Her ikisi de adayların menfaatine.
Bu dünya imtihanının en önemli bir özelliği de, adaylara doğru cevapların önceden bildirilmiş olması. Öyle değil mi? Neleri yapıp, nelerden sakınacağımızı hepimiz bilmiyor muyuz? Diğer imtihanların aksine bu imtihanda, başkalarıyla yardımlaşmamız serbest bırakılmış; hatta sevap kılınmış. Çalışkan bir öğrencinin yanına gidip, kâğıdına bakıp, biz de doğruyu yazabiliriz. Ve cevabımız kabul görür. Gerçekte, doğruda, hakta ve güzelde yardımlaşma serbest. Başkalarına yanlış cevap yazdırmak veya yanlışı taklit etmek yasak! Kim bu imtihanda kendisi kadar başkalarının kazanması için de gayret gösterirse, ihsana mazhar oluyor. Öğrettiği kadar da kendi notuna ilâve ediliyor. Ve yaptığı bu işe büyük pâye veriliyor: Cihad!
Sadece kendini gözetmek makbul değil, beğenilmiyor. Bu kazanma ve kaybetme dâvâsı, dünya ticaretine hiç mi hiç benzemiyor. Bu imtihanda bizler rakip firmalar değiliz. Komşumuzu ne kadar methedersek, kazancımız o kadar bereketli olur. Kendimizi övdüğümüz nisbette de zarara düşeriz. Bu ticarette verenin malı artar, cimrilik edenin değil. Bildiğimizi başkalarına anlatınca kendi bilgimizi de perçinlemiş olmuyor muyuz?
Dünya imtihanında doğruyu yazmak kolay ve rahat. Zor olan, yanlış yazmak. Bu ise, bize büyük bir ilâhî lütuf. Aksi olsaydı, bizim için gerçekten çetin bir imtihan olurdu. Doğru söylemenin nefes almak kadar doğal ve kolay olduğunu hepimiz biliriz. Bir insan, gün boyunca doğru söylese yorulmaz, ama her cümlesi yalan olmak şartıyla yarım saat konuşmaya mecbur tutulsa perişan olur. Su içen, yüzünü buruşturmaz, ekşitmez; içki içenin ise yüzüne bakılmaz. Helâl kazanç ruhu rahat ettirir; haram ise vicdana azap çektirir...
İlk bakışta bu imtihanı herkesin kazanacağı akla geliyor. Ama gel gör ki, insanların çoğu, yine de yanlış yola sapıyorlar. Bunun sebebini, akı kara, karayı ak gösteren iki aldatıcıda aramak lâzım: Nefis ve şeytan.
Dünyada imtihanlar çok çeşitli. Kimi servetinden imtihan oluyor, kimi servet düşmanlığından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından... Kimi borçlu kalmaktan, kimi alacaklı olmaktan... Herkes imtihan olduğu içindir ki, gerçek manada, kimse rahat değil. “Dünyada rahat yoktur” hadis-i şerifi bir umman. Onun bir manası da şu olabilir: “İmtihanda rahat yoktur; çalışma ve gayret vardır, endişe ve ümit vardır, üzüntü ve sabır vardır...”
Daha önce bu imtihan salonuna zengin-fakir, işçi-işveren, âmir-memur, erkek-kadın, güçlü-zayıf niceleri gelmiş, bir süre oturmuş, kalkmış gitmişler. Şimdi sıra bu asrın insanlarında. 715
Hayatımız boyunca güzel bir şeyi elde etmek için hep bir çaba ve emek sarf etmişizdir. Eğitim hayatımızı düşünelim. O dönemden aklımızda en çok yer eden şeyler, büyük ihtimalle, sık sık karşılaştığımız sınavlardır. Bunların içinde en önemlisi, kuşkusuz üniversite sınavlarıdır. Çoğu genç, üniversite sınavını
715] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 113-115
İMTİHAN / BELÂ
- 189 -
hayatının dönüm noktası olarak tanımlar. Çünkü geleceklerini nasıl şekillendireceklerini bu birkaç saatlik imtihanın sonucunda belirleyeceklerini düşünürler. Bu nedenle yıllarca çalışır, uykusuz kalır, pek çok sosyal faaliyetten, tatil ve eğlenceden uzak durup, kendilerini sadece derslerine verirler. Tek amaçları üniversiteye girebilmektir. Bu amaca ulaşabilmek için büyük bir sabır ve kararlılık gösterirler.
Günümüz Türkiye'sinde üniversite diplomasının ne kadar faydalı olup olmadığı bile düşünülmez. Çok yararlı olduğunu düşünsek bile, elde edilmek istenen yararların tümü geçicidir. Ama bir de asla kaybolmayacak olan, asla tükenmeyecek güzelliklerin, sonsuz yararların bulunduğu ve insanın devamlı yaşayacağı gerçek bir hayat var. Bu, iman eden insanların dünya hayatında ulaşmak istedikleri her durumdan önemli gördükleri âhiret hayatıdır. Çok az bir faydası olan ve yararının da geçici olduğu üniversite sınavına gösterilen değer, nice müslüman tarafından âhiret sınavı için gösterilmiyorsa, bu sınavın kaybedilme ihtimalinin büyüklüğünü de gösterir. Üniversite sınavına hazırlandığı gibi esas imtihana hazırlanan bir mü'min, büyük ihtimalle cenneti garanti edecektir.
İnsanın sonsuz âhiret yurduna ulaşmak için denendiği yer "dünya hayatı"dır. İnsan, yeryüzünde bulunduğu sürece âhirete yönelik bir sınav yaşamakta ve bu konuda gösterdiği çabayla denenmektedir. Hayat, gerçekte Allah'ın bizleri sınamak ve eğitmek için yarattığı geçici bir süredir. İnsan bu süre boyunca düşünmek, böylece Rabbini tanımak, O'nun hükümlerine uymak ve O'nun rızâsını aramakla sorumludur. Bunun yanında bu imtihan hayatı boyunca başına gelen her şeye en güzeliyle karşılık vermek, sabretmek ve güzel ahlâk göstermekle yükümlüdür. Başına gelen her şeyin, Rabbinden gelen bir deneme olduğunu bilmek, bunlardan zevk almak, karşılaştığı her olayı neşe ve şevkle karşılamak ise, dünyadaki imtihanın mü'minlere has olan bir sırrıdır. Bu sırrı kavrayan ve tüm yaşamını denendiğinin bilincinde geçiren insanlar, asla son bulmayacak ve tükenmeyecek olan bir kazanç sağlayacaklardır.
Dinden uzak insanların en büyük yanılgıları, bu dünyadaki hayatın geçici olduğunu unutmaları ve aslında bir imtihandan geçirilmekte olduklarının bilincinde olmamalarıdır. Dünyada böyle bir gaflet içinde yaşayan insanları etkileyebilecek, akıllarını çelebilecek pek çok güzellik ve süs vardır. Âhiretin unutulduğu toplumlarda insanlar, doğdukları andan itibaren kendilerine süslü görünen bu değerleri elde etme hırsına kapılırlar. Allah, insanları dünyaya hırsla bağlayan bu süsleri şöyle belirtir: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. De ki: 'Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızâsı vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir." 716
Allah bütün insanları dener; en büyük rasüllerden avam tabakasındaki her insana kadar herkes denenir. Bu denemeler aslında, gördüğü derslerden imtihana tâbi tutulan öğrencinin durumu gibidir. İmtihanı başarırsa bir üst sınıfa geçer, başaramazsa kalır. Allah’ın Kur'an okuluna girememiş, “mekteb-i İslâm”a kayıt olamamış insanlar, bu okulu görsünler diye çok çeşitli şekillerde denenirler; kıtlıkla denenirler, bollukla denenirler, zaferle denenirler, yenilgiyle denenirler.
716] 3/Âl-i İmran, 14-15; H. Yahya, İmtihanın Sırrı, s. 7-12
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ama durumlarını değiştirmeyip küfür ve nifaklarında ısrar ederlerse “üzerlerine göklerin kapısı açılır”, iyice azıp tuğyanda bulunurlar ve sonunda ya bütün azabı âhirette görmek üzere cehenneme yuvarlanırlar, ya da dünyada iken cezalarını görürler. Bu ceza, yerden ve gökten gelebileceği gibi, başka insanların eliyle de olabilir; kendi aralarında fitneler şeklinde de olabilir. Öte yandan, mü’minler de bir üst sınıfa geçmek, imanlarının sağlamlığının açığa çıkması, imanlarının derecelerinin belirlenmesi için denenirler. Onlar da ya kaybedip -Allah korusun- nifaka, fıska veya küfre dönerler, ya da imanları daha bir güçlenir ve derece alırlar. 717
Âhiret hayatının dehşet verici korkuları ve azapları, ümitleri ve nimetleri, bize pek çok uzaktaymış gibi görünüyor. Oysaki hayat takviminin son yaprağı her an düşebilir. Hayat filminin çekimi, her an bitebilir. Evet, hayatımız filme alınıyor, sözlerimiz tesbit olunuyor. Aktörlüğünü ve seslendirmesini yaptığımız hayat filminin çekimi, tescil işlemi melekler tarafından yapılıyor. Mânevî objektifler yalnız umumî görüntümüzü değil; irâdemiz altında organlarımızdan sâdır olan her ameli, ayrı ayrı ve yakın çekimle tesbit ediyorlar. Sözlerimiz vazifeli melekler tarafından kayda alınıyor.
Bu hayat filmi; çekim zamanları ve mekânları belirlenmiş, resimleri, söyleniş anları ve gayeleri işaretli olarak, satırlanmış sözleri ile bir amel kitabı olarak bizlere sunulacak. Rabbimiz öyle buyuruyor: “İşte bu, aleyhinize gerçeği dile getirecek (hazırlattığımız amel) kitabımızdır. Zira Biz, neler yapıyor idiyseniz (meleklerimize) görüntülerini aldırtıyor; tescillerini yaptırıyorduk.”718; “Sizin üzerinizde hakiki bekçiler, (amel ve hareketlerinizi her an gözeten Allah katında) çok şerefli yazıcı melekler vardır. Onlar ne yapıyorsanız onu bilirler.”719 İnsan, melekler tarafından hazırlanan bu amel dosyasıyla Mevlâmız’ın huzuruna çıkacak, kitaplaşan hayat filmi; amel dosyası bizzat kişiye izlettirilecek ve okutturulacak. 720
Ölümle birlikte, imtihan sona erecek, hesap günü herkes karnesini alacak: “Artık amel kitabı ortaya konmuştur. Günahkârları onun içindeki (görüntülerden ve kayıt)lardan ötürü korkuya düşmüş görürsün. ‘Eyvah bize!’ derler. ‘Nedir bu kitaptaki (görüntüler ve tesbit)ler? Küçük büyük her bir ameli ayrıntılarıyla ortaya koymuş.’ Onlar bütün yaptıklarını amel kitaplarında hazır bulmuşlardır. (Ey Peygamber!) Senin Rabbin hiçbir insana zulmetmez.” 721
Melekler tarafından İlâhî objektifler altında ve mikrofonlar önünde hayatımız filme alınıyor. Rolünü Kur’an ve Sünnet ölçülerine göre yapabilenlere müjdeler olsun! Çünkü onlar için ölüm, ilâhî bir hediye ve ebedî hayatın mutlu bir başlangıcı olacaktır. 722
Kullarını İmtihan Konusunda Tasarruf Yalnız Allah’ındır
Kulunu imtihan konusunda da Allah tek olup, bu hususta da O’na kimse ortak olamadığı gibi, bu imtihanın yeri, zamanı, şekli, zorluğu ve çeşidini tâyin konusunda da O’nun ortağı yoktur. İmtihanın ve kulunu denediği sıkıntının
717] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 267-268
718] 45/Câsiye, 29
719] 82/İnfitâr, 10-11
720] 17/İsrâ, 14
721] 18/Kehf, 49
722] A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, 1/309-313
İMTİHAN / BELÂ
- 191 -
çeşidini, yapısını, yerini ve süresini sadece O düzenler. Kulun, nerede olursa olsun, bu imtihana, sınavın konu ve ayrıntılarına karşı çıkması câiz değildir. Böyle bir durum müslümanda görülürse, imanıyla çelişir, hatta dinden çıkmasına sebep olabilir. Nasıl ki bir öğrenci, imtihanın şekli, yeri, zamanı ve süresi konusunda sınav yapan yetkiliye veya öğretmenine baskı yapamaz, karşı koyamazsa, kulun Rabbine karşı bunları yapması hiç düşünülemez. Müslümana düşen, imtihanının hafif geçmesi ve başarması için Allah’a duâ etmesi, başaramayacağı veya ezileceği zor sınavlardan, fitne ve sıkıntılardan, onların şerlerinden Allah’a sığınmasıdır.
Buhâri ve Müslim’in rivâyet ettikleri şu hadis, bu kabilden bir duâdır: “Allah’ım! Tembellikten, ihtiyarlıktan, günah işlemekten, borç altında kalmaktan, kabir fitnesinden ve azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden ve yalancı Mesih Deccal'ın fitnesinden Sana sığınırım." 723 Bir âyette de bu konudaki dua örneği olarak şöyle buyruluyor: "Rabbimiz! Bizi, kâfirler/inkâr edenler için bir fitne/İmtihan kılma (onları bizim başımıza Musallat etme), bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne gâlip ve hikmet sahibi ancak Sensin." 724
Belâ/İmtihan Hakkında Temel Prensipler
Belâlarla imtihan hakkında İbn Kayyim el-Cevziyye, şu prensipleri sayar:
1- Mü'mine isâbet eden belâ, kâfire isâbet eden belâdan daha hafiftir. Mü'mine isâbet eden şerler, sıkıntılar ve ezâların tamamı kâfirlere isâbet edenlerin çok aşağısındadır. Olaylar da bunlara şâhiddir. Aynı şekilde bu dünyada iyi insanların başına gelen belâlar, çoğu kez günahkâr, fâsık ve zâlimlerin başına gelenlerden daha azdır. "(Bedir'de) İki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud'da) kendi başınıza gelince, 'Bu nasıl oluyor?' dediniz ha! De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah'ın her şeye gücü yeter." 725
2- Mü'minin karşılaştığı belâlar, Allah'ın rızâsına ve O'nun affına ulaşma amacına yöneliktir. Allah'ın rızâsını kaybettiklerinde, mü'minlerin sabra ve O'nun affına yönelmeleri gerekir. Böylece belâların ağırlığı ve sıkıntısı üzerlerinden kalkar. Sabır ve af dileyerek karşılığını ödediklerinde üzerlerindeki meşakkatin zorluğu gider. Kâfirlerde ise ne rızâ amacı ve ne de af ümidi vardır. Sabrederlerse ancak hayvanlar gibi sabrederler. Allah Teâlâ onların bu hallerine şöyle dikkat çekmiştir: "Düşmanınız olan kavmi arayıp takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Şâyet siz acı çekiyorsanız, aynı şekilde onlar da acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah'tan onların ümit edemedileri şeyleri umuyorsunuz."726 Onlar, mü'minlerle elem çekmek hususunda birleşiyorlar. Mü'minler ise onlardan, Allah Teâlâ'dan af ve yakınlık ümitleriyle ayrılıyorlar.
3- Âkıbet (istikbâl) müttakîler (Allah'tan hakkıyla korkanlar) içindir. Mü'min, Allah yolunda ezâ gördüğü zaman itaati, ihlâsı ve kalbinde bulunan imanî gerçekler oranında üzerindeki yükü kaldırır. Bu yük, ondan başka hiç bir kimsenin çekemeyeceği kadar şiddetlidir. Bunlar, Allah'ın mü'min kulundan belâları def etmesidir. Allah böylece ondan birçok belâları giderir. Kaçınılması mümkün olmayan ağırlık, sıkıntı, meşakkat ve bunlarla beraber gelen diğer dertlerin de ağırlıklarını ondan giderir.
723] Buhâri; Askalânî, S. Buhâri Şerhi, c. 11, s. 176; Müslim; Nevevî, Müslim Şerhi, c. 17, s. 20-21
724] 60/Mümtehine, 5; Abdülkerim Zeydan, s. 123-124
725] 3/Âl-i İmran, 165
726] 4/Nisâ, 104
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
4- Yüce sevgili uğrunda çekilen çilenin tadı hiç bir şeyde yoktur. Sevgi kalpte yerleşip orada derinleşince, sevenin sevdiği uğrunda çektiği sıkıntılar dert olmaktan ziyade tat verir. O yüce zâtı sevmek, O'nun rahmet ve ihsânını ummak, O'nun lutfu kadar kahrının da hoş olduğu anlayışına götürür. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler dedirtir.
5- Günahın verdiği alçaklık, imanın verdiği sıkıntıdan daha şiddetlidir. Mü'minin ulaşamayıp, kâfirin, fâcirin ve münâfığın ulaştığı ün, zafer ve üstünlükler oldukça çok olabilir. Fakat bunlar, görünüşleri aksine bile olsa içlerinde büyük bir alçaklık ve âdilik gizlerler. Allah kendisine isyan edeni hakir düşürmekten çekinmez.
6- İmtihan, zaferin tamamlanması içindir. Mü'minin belâlarla imtihanı, onu içinde kaldığı takdirde helâk olacağı ve ecrinin azalacağı hastalıklardan kurtaracak olan bir ilâçtır. Belâ ve sıkıntılarla imtihan, onu bu hastalıklardan kurtarır, mükâfatının tamamlanmasını, derecesinin yükselmesini sağlar. Bilindiği gibi mü’min için bu imtihanın varlığı yokluğundan daha hayırlıdır. Rasûlullah da (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Mü'minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü'mine vergidir/özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur." 727
Bu imtihanlar ve belâlarla sınanmalar zaferi, şerefi ve âfiyeti tamamlamak içindir. Bu sebeple insanlardan en çok sıkıntıyla karşılaşanlar peygamberlerdir. Sonra derece olarak onlara yakın olanlar gelir. Kişi dinine sahip çıktığı oranda belâlarla sınanır. Şâyet imanı sağlamsa başına gelecek olan belâlar şiddetlenir; imanı azsa belâlar hafifler. Hiçbir hata yapmasa bile yeryüzünde yaşadığı müddetçe mü’minin belâlarla sınanması son bulmaz.
7- Belâlarla imtihan zarûrî bir şeydir. Bu dünyada mü’minin başına gelen belâlar düşmanlarının kendisine saldırması, ona galebe çalması ve ara sıra onu zelil düşürmeleri gerekli bir iştir. Ondan kaçınmak mümkün değildir. Bunlar, şiddetli hastalıklar, sıcaklar, sıkıntılar ve kederler gibidir. Bunlar tabiat için ve insanın bu dünyada gelişimini tamamlaması için gerekli bir iştir. Bu, insanlar için olduğu gibi çocuklar ve hayvanlar için de gerekli bir iştir. Bunlar, hikmet sahiplerinin en hikmetlisi olan Allah Teâlâ’nın hikmeti gereğidir. Şâyet bu dünyada hayır şerden, fayda zarardan ve lezzet elemden ayrılsaydı bu dünya başka bir âlem olur; bu hayat, başka bir hayat olurdu. Hayırla şerrin, elemle lezzetin, faydayla zararın arasını birleştiren ilâhî hikmet zâyi olurdu. Birinin ötekisinden ayrılması ve âhirette herkesin yerini bulması mümkün olmazdı. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Allah temizi murdardan/pislikten ayırır. Sonra murdarları/kirlileri birbiri üstüne yığar. Ve hepsini birden cehenneme atar. İşte onlar, hüsrâna uğrayanlardır.” 728
8- Belâlarla imtihanın hikmetleri: Mü’minin zaman zaman düşman tarafından mağlup edilip ezilip kırılarak imtihan edilmesinde çok büyük hikmetler vardır. Bunları tafsilâtlı bir şekilde Allah’tan başka kimse bilemez. Bunlardan birincisi; Allah’a karşı olan kulluklarının, O’nun huzurunda âcizliklerinin, O’na muhtaç oluşlarının ve düşmanlarına karşı O’ndan yardım dilemek zorunda olduklarının ortaya çıkması içindir. Eğer daima düşmanlarına karşı muzaffer olup onları
727] Müslim, Zühd 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, Müsned V/24
728] 8/Enfâl, 37
İMTİHAN / BELÂ
- 193 -
yenseler, şımararak hakkı inkâr ederlerdi. Yok eğer sürekli ezilseler, mağlup olsalar din ayaktan duramaz, hakkı ikame edecek olan bir devlet (İslâm devleti) kurulamazdı. Allah hikmetiyle onların bazen galip bazen de mağlup olmalarını uygun gördü.
Yenildiklerinde Rablerine yalvarıp O’na sığınsınlar, O’na boyun eğsinler ve O’na tevbe etsinler, yendiklerinde ise O’nun dinini, prensiplerini yerine getirsinler, iyiliği emredip kötülüklerden sakındırsınlar, O’nun düşmanlarıyla cihad etsinler ve dostlarına yardım etsinler diye. Diğer bir hikmet de şudur: Şâyet daima muzaffer, galip ve üstün olsalardı aralarına amacı din ve peygambere uymak olmayan çok sayıda kişiler de girerdi. Şerefleri ve üstünlükleri sebebiyle müslümanların yanına üşüşürlerdi. Daima yeniliyor ve eziliyor olsalardı, bunlardan hiç birisi onların yanına girmezdi. Allah hikmetiyle, üstünlüğü bazen onlara bazen de düşmanlarına verdi. Böylece Allah’ı isteyenle, muradı bu olmayıp yalnızca dünya malını ve makamı isteyenleri birbirinden ayırmış oldu.
Hikmetlerden birisi de; Allah’ın kullarının sıkıntı ve bollukta, âfiyet ve belâ halinde, galip ve mağlup olduklarında kulluklarını tam yapmalarını sevmesidir. Her iki halde de Allah’ın kulları üzerinde ilâhlık hakkı vardır. Kulluk, sadece biriyle tamamlanmaz, kalp birisi olmaksızın doğrulanmış olmaz. Tıpkı beden gibi ki, o da sıcaksız soğuksuz, açlık ve susuzluk olmaksızın, yorgunluk ve sıkıntı olmadan edemez. Her iyi ile birlikte onun zıddının da bulunması şarttır. İnsanın olgunlaşması ve istenilen doğru yola ulaşabilmesi için bu belâlar ve sıkıntılar şarttır.
Bir başka hikmet de, mü’minlerin düşmanlarının galebesiyle imtihan edilmeleri, onları tevbeye ve samimiyete sevkeder. Onların ahlâklarını güzelleştirir. “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmiş iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz. Eğer size bir sıkıntı isâbet etmişse (biliniz ki) benzeri bir sıkıntı düşmanınız olan kavme de isâbet etmişti. Bunlar (yengilgi ve zafer) insanlar arasında sırayla değiştirdiğimiz günlerdir. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhitler edinsin. Allah zâlimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak ve kâfirleri de helâk etmek ister. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?729 Şehidlik, Allah yolunda savaşmaktan başka bir yolla elde edilmez. Şâyet düşmanların saldırısı olmasaydı Allah katında en sevgili durum olan ve kul için en faydalı amel olan şehitlik derecesi nasıl elde edilebilirdi? Yine, Allah bu âyetleriyle insanların cihad etmeksizin ve hesaba çekilmeksizin cennete girebileceklerine dair olan inançlarını reddediyor. Cennete ancak cihad ve sabır yoluyla girilebilir. Şâyet mü’minler daima muzaffer ve galip olsalardı, kimse onlarla savaşmaz ve mü’minlerin belâlarla imtihan edilmeleri, düşmanlarından gelen sıkıntılara sabretmeleri mümkün olmazdı.
9- Yaşamak ve ölmek hep kulun imtihanı içindir. Allah, kullarını imtihan edip sınamak için yeri göğü, ölümü ve hayatı yarattı. Yeryüzünü ve onun üzerindekileri zînet/süslerle onun için bezedi. Allah’ı ve Allah katındakileri isteyenlerle dünyayı ve dünyanın süsünü isteyenleri böylece birbirinden ayırmak istedi. 730
Allah’ın “iman ettim” diyeni, bu sözünde doğru mu yoksa yalan mı söylediğinin ortaya çıkması için imtihan etmesi ve belâlarla sınaması gerekir. Şâyet
729] 3/Âl-i İmran, 139-142
730] Bk. 11/Hûd, 7, 18/Kehf, 7; 67/Mülk, 2, 21/Enbiyâ, 35; 47/Muhammed, 31; 29/Ankebut, 2-3
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yalancıysa, imtihandan kaçar ve topukları üstünde geri döner. Şâyet doğruysa, sözünde durur. Zorluklarla imtihan edilmesi ve bolluklarla sınanması onun imanından başka bir şey artırmaz. Allah şöyle buyurmuştur: “Mü’minler, düşman ordularını gördüklerinde; ‘işte bunlar bize Allah ve Rasûlü’nün vâdettikleridir. Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir’ dediler. Bu (orduların gelişi), ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini, Allah’a bağlılıklarını arttırmıştır.” 731
İnanmayana ise âhirette azab edilir. Bu, iki sıkıntının en büyüğüdür. O, Allah’ın Rasûlüne itaat etmeyip isyan edenler için hazırladığı dünya azabından kurtulsa da âhiretteki azaptan kurtulamaz. Mü’minin sıkıntısı oldukça hafiftir. Allah, imanı dolayısıyla ona kolaylık verir, sıkıntıyı uzaklaştırır, onu sabır, sebat ve rızâ vasıflarıyla donatır. Mü’minin sıkıntısı hafif ve geçici olduğu halde; kâfirin ve fâsığın azabı, sıkıntı bakımından daha şiddetli ve devamlıdır. İster mü’min olsun, isterse münkir, her kişinin azabı tatması kaçınılmazdır. Fakat mü’min, önce dünyada acı çekse bile, acısı uzun sürmez, bir müddet sonra huzura kavuşur; âhirette ise devamlı mükâfat ona aittir. Kâfir ve fâsık ise, dünyada çeşitli nimet ve lezzetlere kavuşsa da bunlar henüz dünyadayken sıkıntıya dönüşür; kimse onu tam anlamıyla sıkıntı ve üzüntüden kurtarıp huzura kavuşturamaz. Çünkü huzur ve mutluluk, maddî değil mânevîdir; kalıpla değil kalple kazanılır. Kalbin huzuru ise, Allah’ın zikrinden gâfil olanlara verilmez. 732
10- İnsanların birbirine karışması kaçınılmazdır. Bu durumda kendimizi nasıl muhafaza ederiz? İnsan, fıtrat/yaratılış icabı toplumsaldır. Diğer insanlarla beraber yaşaması kaçınılmazdır. İnsan, başkalarına ya uyar veya muhâlefet eder. Toplum, bâtıl üzere olduğunda insan onlara uyum sağlarsa üzüntü ve ızdırap içinde kalır. İnsanların inançlarına, arzularına ve irâdelerine uymayıp muhâlefet ettiğinde de yine eziyet görür. Hiç şüphe yoktur ki, onların bâtıl işlere baş kaldırdığında karşılaşacağı belâlar bu bâtıla boyun eğdiğinde karşılaşacağı belâlardan daha kolaydır. Peşinden büyük ve sürekli bir lezzetin geleceği bir sıkıntıya katlanmak, hiç şüphesiz sonunda büyük ve sürekli bir sıkıntının geleceği küçük bir lezzetten çok daha hayırlıdır.
11- Belânın çeşitleri: Allah yolunda mü’mine isâbet eden belâlar en fazla dört kısımdır. Bunlar; ya canına, ya malına, ya namus ve şerefine veya ailesine ve sevdiklerine isâbet eden belâlardır. Allah’ın kulunu imtihan edeceği belâlar bunlardır. Bu musibetlerin en şiddetlisi, sonu ölümle biten veya işkenceler çektiren cana isâbet eden belâlardır.
Bilindiği gibi bütün yaratıklar ölümlüdür. Bir olgun mü’minin gayesi ise Allah yolunda şehid olmaktır. Şehâdet, ölümlerin en şereflisi ve en kolay olanıdır. Çünkü şehidler şehid olurken basit bir incinmeden fazla acı duymazlar. Şehidlerin âhirete göçü, ölümlerin en kolayı ve en faziletlisidir. Ölümden kaçan kişi, bu kaçışıyla ömrünü uzatacağını, yaşayışını rahatlatacağını zanneder. Allah onların bu zanlarını yalanlar: “De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur, ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar, ne
731] 33/Ahzâb, 22
732] 13/Ra’d, 28
İMTİHAN / BELÂ
- 195 -
de bir yardımcı.”733 Allah, ölümden başka bir kötülük de murad etse, kulu O’nun elinden kimsenin kurtaramayacağını da haber vermiştir. Kul, aslında ölümü kötü gördüğü için ondan kaçmaktadır; hâlbuki Allah yolunda savaşıp öldürülmekten kaçan, daha da kötü bir şeyin içine düşmektedir.
Canda durum böyle olduğu gibi; bedende, malda, namusuna iftira atılması veya şerefine leke sürülmesiyle imtihanda da durum böyledir. Kim malını Allah yolunda ve Allah’ın dinini yüceltmek uğrunda infak etmezse Allah o malı onun elinden alır veya ne dünyasına ne de başka bir şeyine yaramayacak, bilâkis kendisine erken veya geç bir sıkıntı Musallat ederek elinden giderir. Kişi malını hapsedip biriktirmişse Allah o maldan faydalanmasını engeller veya başkasına geçirir. Malın sıkıntısını o, zevk ve sefasını sonrakiler çeker. Aynı şekilde kim de dünyevî rahatını Allah yolunda yorulmaya tercih ederse, Allah onu yorar ve kendi yolundan başka bir yolda onu zayıf düşürür. Allah’tan korkmayan kişinin insanlarla uğraşması, Allah’tan korkan kişinin takvaya ulaşma çabasından çok daha büyüktür.
Puta tapanların durumu da böyledir. Onlar, insandan bir elçiye uyup, tek ve büyük bir ilâh’a kulluk etmekten kaçınmışlar, taşlardan tunçlardan tanrılara ibâdet etmeye veya kula kulluğa râzı olmuşlardır. Aynen böyle, Allah için zora düşmekten yahut malını O’nun rızası için sarf etmekten, canını ve bedenini O’nun rızası için yormaktan sakınan kişi, ceza olarak kendi gönlü olmaksızın başkalarının önünde alçalır, malını saçıp savurur, nefsini ve bedenini Allah’ın râzı olmayacağı şeylerde yorar. Meşhur sözdür: “Allah, kardeşinin ihtiyacını karşılamak için birkaç adım yürümekten sakınan kimseyi, kendi arzusu dışında daha fazla yürütür.” 734
“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman ‘Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz’ derler.” 735
Fertleri terbiye etmek için elbette belâ lâzımdır. Hak savaşında samimi olanlarla olmayanları ayırt etmek için; korku, açlık gibi imtihanlar lüzumludur. Uğrunda eziyetlere katlanıldığı miktarda gönüllere iman yerleşir. Zahmet çekilmeden, kolaylıklar içerisinde kabul edilen inançlar, ilk sadmede/sarsıntıda yok olur. Ne zaman iman uğrunda eziyetlere katlanır, ne zaman dâvâ uğrunda canlar verilirse imanın gönüllere yerleştiği anlaşılır. Yeni mü’minler bunların karşılaştığı gibi musibetlere uğrayıp sabırla mukabele ettikten sonra, ancak gereken seviyeye yükselebilirler.
Mü’minlerin imanının kuvvetlenmesi için elbette belâ lâzımdır. Şiddetler; gizlenmiş kuvvetleri, saklı enerjileri coşturup meydana çıkarır. Mü’minin imanı, şiddet/zorluk darbeleri altında daha da kuvvetlenir. Gerçek ölçü ve değer, zorluklara karşı tahammüldür. Şiddette çekingenlik, hilekârlık kalmaz. Bütün bunlardan daha mühim olan taraf da, fertlerin şiddet esnasında yalnız Allah’a yönelip, gönlünü mâsivâdan temizleyerek, yalnız O’na bağlamasıdır. Şiddet/zorluk
733] 33/Ahzâb, 16-17
734] İbn Kayyim el-Cevziyye, Belâ ve İmtihan, s. 38-49
735] 2/Bakara, 155-156
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
esnasında bütün perdeler kalkar; basiret tecellî eder; göz alabildiğine ufukları seyre dalar ve kâinatta mü’min, yalnız Allah’ı görür. Hakkal yakîn anlar ki, hiçbir güç yok; yalnız O’nun gücü var. Yegâne sığınak O... Kur’an bu mertebeyi imtihanla ilgili âyetin devamında ne güzel ifade ediyor: Sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman ‘Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz’ derler.” 736
Biz yalnız Allah içiniz... Her şeyimiz, bütün varlığımız Allah için. Tekrar dönüş yine O’na. Yalnız O’na teslim oluyoruz. Yalnız O’na teslim... İşte belâlara sabredenler bunlardır. Tatlı nimetlerle müjdelenenler onlardır. Âyetin devamında müjde açılım kazanıyor: “İşte onlar için Rableri tarafından mağfiret ve rahmet vardır; hidâyete erenler de onlardır.”737 Rableri tarafından salevât vardır onlara. Melekler de onlar için salevât getirir. Hak Teâlâ, şanlı peygamberi’nin nasibine bu yüce şehitleri de ortak etmektedir. Ne yüce makamdır bu! Hem de rahmet vardır ve Allah tarafından, onların hidâyete ermiş kimseler olduklarına şehadet edilmektedir.
Açlık, korku, malların, nefislerin ve ürünlerin azlığı, şehâdet ve ölüm... Meşakkat ve çırpınma, yorgunluk... Bütün bunları terazinin bir kefesine koyuyor Allah ve karşı göze de tek şey yerleştiriyor: “Rableri tarafından mağfiret ve rahmet” Âyette başka dünyevî hiçbir şey vâdedilmiyor. Mü’min, yolunda yürürken Allah’ın rızâsı, mağfireti, rahmeti ve şehâdet arzusundan başka hiçbir şeye sarılmaz, bağlanmaz... İşte hedef, işte gaye... Allah’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu rahmet, mağfiret ve şehâdet, mükâfatların en büyüğüdür. Mallar, nefisler ve meyvelerle fedâkârlığın mükâfatı. Korkunun, açlığın ve şiddetin mükâfatı. Ölümün ve şehâdetin mükâfatı. Terazinin bu gözü, verilen ihsanlarla daha da ağır basıyor. Bu ihsan; zaferden, temkinden, göğüslerdeki kinleri temizlemekten daha ağırdır.
İşte, Allah Teâlâ’nın, müslümanları o akıl almaz fedâkârlıklara, zor sınavlara hazırlamak için tatbik ettiği terbiye metodu... Kendisini; Allah’a, Allah dâvâsına, Allah’ın dinine adayanlara Allah’ın koyduğu terbiye metodu... 738
Ölüm, bir ayrılık, yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir. Dünya iki kapılı bir handır ve yaşayanlar birer yolcu, birer misafirdir. Ana vatanımız, baba ocağımız; anamız Hz. Havva ve babamız Hz. Âdem'in yaratıldıkları yerdir.
"Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir."739 Oyuncaktan hoşlanan çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Kur'an'a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. "Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar." 740
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama
736] 2/Bakara, 155-156
737] 2/Bakara, 157
738] Seyyid Kutub, Fi Zılâl, c. 1, s. 300-302
739] 6/En'âm, 32; 29/Ankebut, 64; 47/Muham-med, 36; 57/Hadîd, 20
740] 74/Müddessir, 53
İMTİHAN / BELÂ
- 197 -
öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında "cennetin kokusunu Uhud'un arkasından duyar gibi oluyorum" diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.
“Belâ gelmez kula Hak yazmayınca
Hak, belâ vermez, kul azmayınca.”
“Doludur belâyile ucdan uca cihân
Kimdir ki anun belâsuna olmaya mübtelâ.”
“Olaydı olduğu hâle rızâsı insanın
Bu rütbe olmaz idi çok belâsı insanın.”
“Zenginlikle övünenin, aldanma dünyasına.
'Dünya benim' diyenin, gittik dün yasına.”
“Belâsız bal olmaz.” “Belâ çekmeyince bal yenmez.”
“Belâya sabır gerek.” “Zahmet olmadan rahmet olmaz.”
“Acele gitme, belâya yetişirsin; yavaş gitme, belâ sana yetişir.”
“Kul bunalmayınca Allah yetişmez.”
“Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır; dünya, bugün var yarın yok, imtihan dünyasıdır.”
“Dünyada eken ahirette biçer.”
“Dünyanın üstü varsa altı da var.”
“Her şeyi sırf Allah'ın rızâsı için yapan ve bu yolda vecde gelerek kendinden geçen kul, belâyı hissetmez. Hakk'ın rızâsına uygun düşen belâ, kulun sevgisini artırır.”
“Hiçbir belâ yoktur ki, ondan daha baskını olmasın.” 741
“Altın, ateş ile; iyi kul da belâ ve musibet ile tecrübe edilir.” 742
“Başkalarının acılarından, geçmiş felâketlerden ders alanlar, gerçekten mutlu kişilerdir.” 743
“Geçirilen en kötü denemeler/musibetler, en yararlı olanlardır.”
741] Hz. Ebu Bekir r.a.
742] Hz. Ali r.a.
743] Hz. Ali r.a.
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İnsanları egemen oldukları zamanlarında denemelidir. Çünkü kötünün kötülüğü ile iyinin iyiliği o zaman ortaya çıkar.”
“Altın madeni, kızgın ateşte eritilerek yabancı maddelerden arındırılır ve böylece saflaşır, hâlis hale gelir. Belâ ve imtihanlar da gönüllerin temizlenip arınması hususunda aynı etkiyi yapar.”
“Belâ, nimet karşılığıdır. Kimin üzerine Allah’ın nimeti çok ise, ona verilen belâ/imtihan da o nisbette çetin ve zorludur.”
“Hastalık ve belâlar, mü’minin günahlarının keffâretidir.”
“İnsanlar, başlarına gelen belâ ve musibetleri ondan daha büyükleriyle kıyas etselerdi, şüphesiz belâların bazısını âfiyet kabul ederlerdi.”
“Peşinden büyük ve sürekli bir lezzetin geleceği bir sıkıntıya katlanmak, sonunda büyük ve sürekli bir sıkıntının geleceği küçük bir lezzetten daha hayırlıdır.”
“Belâ/imtihan bir basiret gözlüğüdür; onun sayesinde kalp gözü kör olan niceleri daha iyi görmeye başlar.”
“Elden gidene üzülmemeli, ele girene fazla sevinip şımarılmamalıdır. Allah’tan gelen her şeye râzı olunmalı ve ibret alıp ona göre davranılmalıdır.”
“Kahrın da hoş, lütfun da hoş!” diyebilmelidir. “Kim Allah’a sahip o neden mahrum; Kim Allah’tan mahrum o neye sahip?”
İMTİHAN / BELÂ
- 199 -
İmtihan/Belâ Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- İmtihan Anlamındaki “Belâ” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 37 Yerde): 2/Bakara, 49, 124, 155, 249; 3/Âl-i İmrân, 152, 154, 186; 4/Nisâ, 6; 5/Mâide, 48, 94; 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 141, 163, 168; 8/Enfâl, 17, 17; 10/Yûnus, 30; 11/Hûd, 7; 14/İbrâhim, 6; 16/Nahl, 92; 18/Kehf, 7; 21/Enbiyâ, 35; 23/Mü’minûn, 30; 27/Neml, 40; 33/Ahzâb, 11; 37/Sâffât, 106; 44/Duhân, 33; 47/Muhammed, 4, 31, 31; 67/Mülk, 2; 68/Kalem, 17, 17; 76/İnsan, 2; 86/Târık, 9, 89/Fecr, 15, 16.
B- “Fitne” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam 60 Yerde): 2/Bakara, 102, 191, 193, 217; 3/Âl-i İmrân, 7; 4/Nisâ, 91, 101; 5/Mâide, 41, 49, 71; 6/En’âm, 23, 53, 7/A’râf, 27, 155; 8/Enfâl, 25, 28, 39, 73; 9/Tevbe, 47, 48, 49, 49, 126; 10/Yûnus, 83, 85; 16/Nahl, 110; 17/İsrâ, 60, 73; 20/Tâhâ, 40, 40, 85, 90, 131; 21/Enbiyâ, 35, 111; 22/Hacc, 11, 53; 24/Nûr, 63; 25/Furkan, 20; 27/Neml, 47; 29/Ankebût, 2, 3, 10; 33/Ahzâb, 14; 37/Sâffât, 63, 162; 38/Sâd, 24, 34; 39/Zümer, 49; 44/7Duhân, 17; 51/Zâriyât, 13, 14; 54/Kamer, 27; 57/Hadîd, 14; 60/Mümtehıne, 5; 64/Teğâbün, 15; 68/Kalem, 6; 72/Cin, 17; 74/Müddessir, 31; 85/Bürûc, 10.
C- İmtihan Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Felâketlerle İmtihan: 2/Bakara, 155, 214; 3/Âl-i İmran, 186; 29/Ankebût, 2-3.
Allah, Ölümü ve Dirimi, Amel Yönünden İmtihan İçin Yaratmıştır: 67/Mülk, 2.
Hakaret ve Saldırılarla İmtihan: 3/Âl-i İmran, 186.
Allah, Kullarını İmtihan Eder: 47/Muhammed, 31; 76/İnsan, 2.
Şeriatlerin Muhtelif Olmasıyla İmtihan: 5/Mâide, 48.
Allah, İmtihan İçin Kimini Kimine Üstün Kılmıştır: 6/En’am, 165.
Allah, Dünya Nimetleri Vererek İmtihan Eder: 18/Kehf, 7-8.
Musîbetlerle İmtihan: 2/Bakara, 155, 214; 3/Âl-i İmran, 186.
Musîbet İnsanın Kendindendir: 4/Nisâ, 79; 42/Şûrâ, 30, 48.
Allah’ın Emirlerinden Yüz Çevirmek Musibet Sebebidir: 5/Mâide, 49; 7/A’râf, 94-96.
Allah’ın Verdiği Musibeti, O’ndan Başka Giderecek Yoktur: 6/En’am, 17; 10/Yûnus, 107.
Musibet, İnsanların Küfürden İmana Dönmeleri İçindir: 32/Secde, 20-21.
Musibetlerin Gelişi, Allah’ın Takdiri İledir: 64/Teğâbün, 11.
Ağlatan da Güldüren de Allah’tır: 53/Necm, 43.
Mü’minlere Gelen Musibetlerin Hikmeti: 42/Şûrâ, 30.
Musibetlere Karşı Sabır: 2/Bakara, 155-157; 3/Âl-i İmran, 186; 57/Hadîd, 22-23.
Kâfirler Musibet Ânında Dua Ederler, Geçince Unuturlar: 10/Yûnus, 12, 22-23; 16/Nahl, 53-55.
İnsana Nimet Verilince Yüz Çevirir; Musibet Verilince Ümitsiz Olur: 17/İsrâ, 83; 30/Rûm, 51.
Güçlüklere Sabretmek: 2/Bakara, 177; 25/Furkan, 75.
İnsan, Meşakkat İçinde Yaratılmıştır: 90/Beled, 1-4.
Allah, Güçlük Dilemez: 2/Bakara, 185; 5/Mâide, 6; 7/A’râf, 199; 22/Hacc, 78.
ü- Allah, Güçlüğün Ardından Kolaylık Verir: 65/Talâk, 7; 94/İnşirâh, 5-8.
v- Güçlük Olmadan Nimet Olmaz: 2/Bakara, 214.
Güçlüklerle İmtihan: 2/Bakara, 255.
İslâm, Kolaylık Dinidir: 87/A’lâ, 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 293
2- Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 146-147; 300-302
3- Mefâtihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 2, s. 530
4- Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 75;
5- Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 134-135
6- Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 337
7- El-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubî, c. 2, s. 80-81
8- Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 121-123
9- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 45-47
10- Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 209-210
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
11- Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 129-130
12- Hulâsatü’l Beyan Fi Tefsiri’l Kur’an, Mehmed Vehbi Üçdal Y. c.1, s. 123
13- İslâm Ansiklopedisi, T. D. V. Y. c. 13, s. 156-159; c. 5, s. 380
14- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 195-197; c. 3, s. 71-73
15- Belâ ve İmtihan, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
16- İmtihanın Sırrı, Harun Yahya, Vural Y.
17- İmtihan Alevinde, Münir Gavrankapetanoviç, Pınar Y.
18- Vahy ve Medeniyet, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
19- İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin Ece, Beyan Y. s. 70-73; 206-218
20- Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 266-272
21- Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 20-35
22- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 151-152
23- Kur'anda Temsili Anlatım, Veli Ulutürk, İnsan Y. s. 41
24- Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 226-297
25- İslâm Büyüklerinden Unutulmaz Sözler ve Nükteler, M. Dikmen, Cihan Y. s. 38-39; 188-189
26- Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 113-115
27- Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 234-236
28- İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdükerim Zeydan, İhtar Y. s. 102-145
29- Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 81-101
30- Kur'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 99-100
31- İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 55, 147
32- İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 309-313

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:12

İMAN

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

İMAN


- 129 -
Kavram no 92
İman 14
Bk. Tevhid; Sâlih Amel; Küfr; Şirk
İMAN
• İman; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an’da İman
• İmanın Artması eksilmesi
• İmanın Gerektirdikleri
• İman ve İslâm
• İman ve Amel
• İnsan Niçin İman Eder? İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)
• Yeniden İmana
• Ey İman Edenler İman Edin
• İmanı Bozan Haller
• Bâtıla İman
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” 461
İman; Anlam ve Mâhiyeti
İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Kavram olarak, Rasûlullah'ı Allah'ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat'i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı tanımak ve O'na yönelmektir. İman: Allah'ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah'ın buyruklarını yerine getirerek, O'nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
İman'ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Kur’an’da İman
İman kelimesi 45 yerde geçer. İman kelimesinin kökü olan “e m n” türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de 878 yerde kullanılır. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir.
461] 2/Bakara, 3
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor.462 Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail'in de emin olduğunu belirtiyor.463 Yine Kur'an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir.464 İman sahibine mü'min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.
Mü'min, hem Allah'ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü'l-Hüsnadan biri, El-Mü'min'dir. Allah'ın mü'minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü'minliği de El-Mü'min'e (Allah'a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah'a güven tam olmadan iman olmaz. Allah'a güvenin tam olması için, O'nu her şeyden fazla sevmemiz, O'nun emir ve hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok fazladır." 465
İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.
Bunlara ilk ve yalnız kendisinin inanmadığını, devam edegelen kadim bir mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan bu Kitab'a, kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan kitaplara ve peygamberlere iman edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayâtın ikinci ve ebedi bölümü olan âhiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayâtın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak, kurtulmuş olacaktır. 466
Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm'ın temel binâsı ve üçüncü âyetinde "gaybe iman" şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin sonunda da perçinlenir: "O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur'an'a) iman etti. Mü'minler de Allah'a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasûllerden hiç birini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret isteriz, dönüş ancak Sanadır, derler."467 "Gaybe iman" olarak tavsif edilen bu inanç temelleri Kur'an'ın değişik yerlerinde topluca veya tek tek veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir.
"Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin."468; "Allah'a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir."469; "Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberi'ne, Peygamberi'ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret
462] 7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...
463] 26/Şuarâ, 193
464] Bk. 33/Ahzâb, 72
465] 2/Bakara, 165
466] 2/Bakara, 1-5
467] 2/Bakara, 286
468] 2/Bakara, 41
469] 3/Âl-i İmran, 179
İMAN
- 131 -
gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur."470 “Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu Kur’an şöyle açıklar: "Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah'a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasûllere iman etmenizdir..." 471
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler.472 İmandan yoksun kalanları Kur'an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır.473 Fakat ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.474 Mü'min, Allah'ın yardımcısı, Allah'ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir. 475
İmanın Artması Eksilmesi
İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münafık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı görülür. Gerçek mü'minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur'an'da bunu açıkça görebiliriz:
"Bir sûre indirildiği zaman, münafıklar arasında 'bu sûre, hanginizin imanını arttırdı?' diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler." 476
"Onlara bazı kimseler, 'insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun." demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve 'Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.' demişlerdi."477; “Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” 478
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu, imanlarını artırır.” 479
“Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.” 480
“Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.” 481
"Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar." 482
"İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü'minlerin kalplerine sekînet (güven) indiren O'dur." 483
470] 4/Nisâ, 136
471] 2/Bakara, 177
472] Bk. 2/Bakara, 256
473] Bk. 8/Enfâl, 55
474] Bk. 11/Hûd, 17; 13/Ra'd, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103
475] Bk. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68
476] 9/Tevbe, 124
477] 3/Âl-i İmran, 173
478] 33/Ahzâb, 22
479] 8/Enfâl, 2
480] 74/Müddessir, 31
481] 47/Muhammed, 17
482] 4/Nisâ, 46
483] 48/Fetih, 4
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İman, muhtevâ (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken hususlara parça parça, peyderpey inanma gibi bir artış veya bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması küfür olmasını değiştirmez.
"Siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası, dünya hayâtında zillet, kıyamet gününde azabın en şiddetlisine uğratılmaktır."484 Hoşuna giden şeylere iman eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını ilâh edinen menfaatperest kimsedir. Bir bardak temiz suya bir damla zehir katılmış olsa, o su, faydalı olmaktan çıkar, tehlike sebebi olur.
İmanın Gerektirdikleri
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur'an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker.
"İnsanlar, sandılar mı ki, 'iman ettik' demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir." 485
"Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele." 486
"(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman?!' dediler. Biliniz ki, Allah'ın yardımı yakındır." 487
Kâmil iman sahibi mükemmel mü'minin bir özelliği de, kınayanların kınamasından korkmamaktır ki, Kur'an, bunu şöyle ifâde eder:
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah'ın lütfu ve ilmi çok geniştir." 488
"Birkısım insanlar, mü'minlere: 'düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'hasbuna’llahu ve ni'me'l- vekîl', yani, 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak
484] 2/Bakara, 85
485] 29/Ankebut, 2
486] 2/Bakara, 155
487] 2/Bakara, 214
488] 5/Mâide, 54
İMAN
- 133 -
kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun." 489
Gerçek mü'minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir.490 Mü'minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü'minler olacaktır.491 Mü'min erkekler ve mü'mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır.492 Mü'minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir. 493
İmanda ortak olmayan, mü'min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dâhil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir, ama gönül dostu olarak benimsenemezler.494 Kur'an, böylece kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman bağı, kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.
Hayatın anlamı ve insanın mahlûkat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır. Dalları kurumuş, meyve vermeyen ağaç, odun parçasından başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.
İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür; enerjidir, aksiyon ve eylemdir. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terkederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.
Akıl, imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak, insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilahlaştırılması, işte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.
İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana
489] 3/Âl-i İmran, 173-175
490] Bk. 103/Asr sûresi
491] Bk. 3/Âl-i İmran, 28
492] Bk. 9/Tevbe, 71
493] Bk. 49/Hucurât, 10
494] Bk. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir.
Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla...
İman ve İslâm
“Taşralılar (bedeviler) ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, fakat ‘İslâm olduk’ deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.”495 Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan, lâkin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır. Âyetteki “İslâm olduk” ifâdesi, “müslüman olduk” demektir ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu, Buhari ve Müslim dâhil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir: “Sa’d b. Ebi Vakkas’tan: ‘Allah Rasûlü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki ‘Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’ Allah Rasûlü şöyle cevapladı: “Hayır, belki müslim!” Sa’d üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebî’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah Rasûlü buyurdu ki: “Ey Sa’d, kuşkusuz ben bir adama, ondan daha çok sevdiklerin dururken, yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.”496 Hadisin devamında Zühri’nin bir açıklaması var: “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”
İman ve İslâm ayrımı, bir başka âyette de yapılır: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...”497 Allah Rasûlü, iman ve İslâm’ı şöyle açıklamışlardır: “İslâm, dışta ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.”498 Bu hadiste de iman ve İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lakin birbirinin aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir: “İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, hac ve Ramazan orucu.”499 Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem: Namaz, zekât, hac ve oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler. Geriye bir madde kalıyor ki, o da kelime-i şehâdette ifâdesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye bağlı. Şehâdet olmadan ne namaz ve zekât, ne hac ve oruç olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da bunların tümünün zahirde olup biten şeyler olması. Hadisteki birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada “iman etmek” değil; “şehâdet etmek” şart koşulmaktadır. Şehâdet etmek ise, sözle yapılan zâhirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.
495] 49/Hucurât, 14
496] Buhârî, İman 27
497] 33/Ahzâb, 35
498] Ahmed bin Hanbel, Müsned
499] Buhârî, İman 8
İMAN
- 135 -
O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslâm, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak, şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir. İslâm, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı, Cebrail, Allah’ın Rasûlü’ne bir “İman nedir?” bir de “İslâm nedir?” diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebî de ayrı ayrı cevaplar vermezdi. Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslâm’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda “Allah’a, meleklere, kitaplara, rasüllere, âhirete ve kadere iman etmek”500 olarak tarif eden Allah Rasûlü, kendisine İslâm sorulduğunda şehâdet kelimesi, namaz, zekât, oruç ve haccı zikretmiştir. 501
İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah Rasûlü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni “iman”la değil; “İslâm”la tanımlamış ve buyurmuştur ki: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”502 Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm”, mü’min bireyin müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir?” sorusuna bu nasslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslâm’a sarılıp kurtuluşa (selâmet) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu; varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selâm) garantisi ve bu garantiyi, karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için selâm vermek “en hayırlı İslâm” olarak tanımlanmıştır: “Bir adam Nebî’ye sordu: ‘Hangi İslâm daha hayırlıdır?’ Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm (barış ve güven taahhüdü) verirsin, işte en güzel İslâm budur.” İslâm’ın en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış ve öz manasından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, ruhundan soyutlanan diğer imanî ve İslâmî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür. Oysaki selâm, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki “selâm”, aynı kökten geldiği “İslâm”ın bir tezahürü olarak ortaya çıkar. İslâm’sa, imanın bir tezahürüdür.
Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm mümkündür, lâkin makbul değildir. 49/Hucurât sûresinin 14. âyet-i kerimesi de bunun delilidir. Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden “İslâm olmak” kendi içerisinde iki kısımda mütalaa edilir:
1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği 49/Hucurât, 14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen manada münafık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu âyette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu izah etmiş, iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir:
500] Buhârî, İman 47; Müslim I/ 161-162
501] Buhârî, İman 47; Müslim, I/ 161
502] Buhârî, İman 10
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” 503
2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler: Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münafıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münafıklar gibi) münafık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri açısından daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu âyet, bu tür münafıklığı iyi açıklamaktadır: “Onlar ki iman ettiler, sonra inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.” 504
Din, iman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman tasdik, İslâm ameldir. İman, kalbin ameli; İslâm, bedenin imanıdır. İman, muharrik kuvvet; İslâm, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir. Bu nedenle İslâm, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak kullanılır; “İman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile eşleştirilir ve “imanın hakikati” denilir; “İslâm’ın hakikati” değil. İslâm’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatin hükmü de odur. Hakikatsiz şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşruiyetini İslâm’dan alırsa makbul olur.
İmanla İslâm arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde “İslâm’ın şartı” olarak bilinen beş rükûn, ameli ilgilendiren (şehâdet, dilin amelidir) maddelerdir.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile de İslâm ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; İmanla ameli ayırmak, imanla İslâm’ı ayırmak demektir ki, bu durumda ortada ne iman kalır, ne İslâm! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icma etti: İman, İslâm’dan; İslâm da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman ve İslâm mana olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslâm ise ikrar, inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve Rasûlü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edendir.” 505
Kuru bir "iman ettim" sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi "ben, Allah'tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah'a bağlanıyorum. O'nun otoritesine giriyorum." demiş olur. Sonra da O'nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah'ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
503] 49/Hucurât, 14
504] 4/Nisâ, 137
505] Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Y. s. 221; M. İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 302-308
İMAN
- 137 -
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur.
"İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: 'Allah'a ve âhiret gününe iman ettik' derler; hâlbuki onlar, mü'min değillerdir." 506
"Allah'a ve Peygamber'e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüz çevirir, bunlar mü'min değillerdir." 507
"Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." 508
Görüldüğü gibi âyet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahlûklar olarak tanımlıyor. "Ey iman edenler, Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak müslüman olarak, O'na teslim olmuş şekilde can verin."509 İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: "İnsanlar, 'iman ettik' demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir." 510
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” 511
İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligâtına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 512
İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan
506] 2/Bakara, 8
507] 24/Nur, 47
508] 8/Enfâl, 20-22
509] 3/Âl-i İmran, 102
510] 29/Ankebut, 2-3
511] 49/Hucurât, 7
512] 9/Tevbe, 24
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.”513; “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” 514
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü'ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah'ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah'a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâla ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar. "Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir." 515
İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah'tan korkup Allah'ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah'ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrâk eder, O'ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. "Allah'ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah'ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır." 516
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah'a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah'a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü'minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.
"Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasûlü'ne dâvet olundukları zaman, mü'minlerin sözü ancak, 'dinledik ve itaat ettik' demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." 517
"Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü'min erkek ve mü'mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır." 518
"Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." 519
Görüldüğü gibi, mü'min erkek ve mü'mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmek zorundadırlar. Allah'a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah'a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah
513] Buharî, Sahih, İman 9, 14.
514] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
515] 49/Hucurât, 15
516] 33/Ahzâb, 39
517] 24/Nur, 51-52
518] 33/Ahzâb, 36
519] 4/Nisâ, 65
İMAN
- 139 -
Rasûlü'nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım!” Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar. 520
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitab ettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen geliştirmekten yoksun bir cevherdir.
O halde iman olmadan amelin kabul olunması sözkonusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhilî toplumda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ: “Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” 521
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”522 Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel içiçe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad.” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi?’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.” 523
Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.” 524
Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.” 525
520] Bk. 33/Ahzâb, 36
521] 12/Yusuf, 101
522] 2/Bakara, 143
523] Buhârî, İman 26
524] Buhârî, İman 14
525] Buhârî, İman 37
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” 526
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illâ’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.”527 Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir?” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.” 528
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.
“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.” 529
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.” 530
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel”den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nafile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.
Bu noktada İmam Ebu Hanife'nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ mü'mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlâsı farz kılmıştır. "Ey insanlar, Rabbinizden korkun."531 âyetinde "Ey mü'minler Allah'a itaat edin!", "Ey
526] Buhârî, İman 24
527] Buhârî, Müslim
528] Buhârî, İman 53
529] 32/Secde, 15
530] 24/Nur, 62
531] 22/Hac, 1
İMAN
- 141 -
kâfirler Allah'a iman edin!" , "Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun!" anlamı vardır.532 İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü'minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adâlet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın hâkim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan "insan" adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin 'kaza'ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir.533 Gazete ve tv. haberlerinde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şahit oluyoruz. Kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler... Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?!
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. "Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir."534 Fir'avn bile boğulma ânında iken iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh Museum'daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir.) Ölüm üzere iken azabın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah'ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur'an-ı Kerim'e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü'min olamaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, "efendim çoğuna inanıyor ya?" diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur'an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef'âl-i küfür) bilinmelidir. Mü'minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden "ben bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir" demelidirler.
İnsan Niçin İman Eder? İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)
İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir. İnsan, inanmadığı zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman, yaşamanın bir anlamı ve değeri kalmaz.
532] Vasıyet, İmam Âzam'ın Beş Eseri, s. 75
533] A.g. e. s. 311-313 ve 346-348
534] 40/Mü'min, 85
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Her insan bir şeylere inanır, ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya inanmadır. İman hissini kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbi olmak ve azgınlaşıp kendini Allah'a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/küfr etmek, cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat doğru bir şekilde iman edip, Allah'ın hidâyetine uymak, cennete adım adım yaklaşmaktır. "Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple, onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona gideceği yolu gösterdik. Ya şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder. Kâfirler için elbette zincirler, halkalar ve alevli cehennem hazırladık."535; "İman edenlere ve doğru hareket edenleri müjdele ki, onlara altından nehirler akan cennetler vardır." 536
İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayât sağlamakla kalmaz; bu dünyada da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır: "Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife/hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde halife/hükümran kılacağını, kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya koyacağını ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir. Çünkü onlar, yalnız Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar." 537
Müjdeler, mü'minler içindir.538 Allah, onların kalbine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir.539 Şeytanî güçler onları ezmeye yol bulamaz.540 Onlara yardımcı olmak, Allah'ın bizzat kendi üzerine yazdığı bir görevdir. "Mü'minlere yardım etmek, Bize haktır (Bize düşen görevdir)."541 Allah, iç huzuru ve doygunluğu onlara nasib etmiştir.542 Korkmak, üzülmek, kedere yenik düşmek onlara uzaktır.543 Allah'ın lütuf ve bağışı mü'minler içindir.544 Mü'min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü'mini kasten öldüren, ebediyyen cehennemde kalır.545 "Şu bir gerçek ki, iman edip sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en hayırlılarıdır." 546
"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz."547 Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan korkmayınız. Kuvvetten düşmeyiniz. Siz üstünsünüz, yani iman ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman, kalbe güç verir, Allah'la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.
"Ve mü'minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir."548 Yani, Allah, kâfirlerin bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada mü'minlere musallat olarak, tamamen ortadan kaldıracak şekilde istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet,
535] 76/İnsan, 2-4
536] 2/Bakara, 25
537] 24/Nur, 55
538] 13/Ra'd, 29
539] 58/Mücâdele, 22
540] 16/Nahl, 99; 34/Sebe', 20
541] 30/Rûm, 47
542] Bk. 9/Tevbe, 26; 48/Feth, 4
543] Bk. 3/Al-i İmran, 139
544] 3/Âl-i İmran, 152
545] 4/Nisâ, 93
546] 98/Beyyine, 7
547] 3/Âl-i İmran, 139
548] 4/Nisâ, 141
İMAN
- 143 -
dünya ve âhireti kapsamaktadır. Dünya ve âhirette mutlu son mü'minlerindir. Mü'minler, imanın hakikatinı yüreğinde yaşatan, sonra bu gerçek tevhidî imanı, Allah'ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla dışa yansıtan insanlardır.
Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü'minlere yol bulmaları, imanlarının hakikatinde meydana gelen gedikten olmuştur. Savaş araçları, Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı, her türlü nisbet ve bağımlılıktan arınmış olarak sadece iman sancağı altında bulunmak, imandan ve imanın gereklerindendir. Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatinde meydana gelen zayıflık ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere bulunduklarında yardım, mü'minlere hak olarak döner. 549
"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: 'Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım vâris olacak' diye yazmıştık." 550
"Kim mü'min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük yok ve Biz (onun çalışmasını) yazanlarız." 551
"Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezalanır; ama kadın olsun erkek olsun kim mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir." 552
"Erkek ve kadından her kim mü'min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir hayâtla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz."553 Mü'min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayâtı onlara kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü'min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayât, birçok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi'nan), iç rahatlığı (inşirâh-ı sadr), mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf edebilen de ancak Allah'tır.
İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak önemli değildir. Bazen zenginliğin; tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen dünya ve âhiret belâsı olduğu bilinmelidir. Hayâtta yetecek kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey vardır. Allah'a bağlanma ve O'nun gözetimine, himâyesine ve rızâsına sığınma vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi vardır. Amel-i sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayâttaki izleri vardır. Mü'min olarak sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki sevabını azaltmaz. Tersine, Allah onun sevabının, dünyadaki amelinin en güzeli üzerine olacağını vaad etmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbimizin hazineleri, sevabı ne büyüktür!
Yeniden İmana
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve
549] Fî Zılâl'den
550] 21/Enbiyâ, 105
551] 21/Enbiyâ, 94
552] 40/Mü'min, 40
553] 16/Nahl, 97
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı doğru şekilde bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.
Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında Kur’an’dan uzak inanç ve yaşayışın olduğunu görmek zorundayız. Kur’an’ın diriltici emirlerinden biri şöyledir: “Ey iman edenler iman edin…”554 Yani, imanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin.
Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.
Müslümanların, emredildikleri gibi müslümanlaşması için tevhid, ibâdet ve cihad bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi gerekmektedir. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti Asra taşımanın yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada huzur için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde değilse, büyük bir yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını sanan bazı kişilerin de, abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı bir problem. Her taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her türlü beşerî dayatmalara karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek bir güce ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.
Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemez. İman iddiası da, itaat ile ispat edilmeden insanı kurtaramaz.
“Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”555 Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız.
Müslümanların yeniden müslümanlaşmasını zarûrî kılacak problemleri ana
554] 4/Nisâ, 136
555] 3/Âl-i İmrân, 102
İMAN
- 145 -
hatlarıyla üçe ayırmak mümkün:
1- Tarihten gelen problemler. Miras alınan din anlayışında yer yer geleneksel sapma ve yozlaşmalardan dolayı, din adına sahip çıkılan değerler ve yaşanılan hayat, Kitap ve Sünnetin istediği İslâm’la her noktada çakışmadığından bu konuları hakkıyla araştırmayan müslümanların iyi niyetle de olsa bid’at, hurâfe ve hatta şirk unsurlarına İslâm diye sarılmaları…
2- Modernizmin ve modern hayatın problemleri. Çağdaş ideolojilerin ve müslümanları da çepeçevre kuşatan, bazı konularda dine müdâhale edip yönlendiren veya gerçek dinin sosyal hayata yönelik yansımalarını yasaklayan devlet düzenlerinin problemi. Batı kafasıyla, müsteşrik zihniyetiyle İslâm’a bakan, geleneksel çizgiye karşı çıkarken yerine ondan daha beter tezler öneren biraz laik, biraz demokrat, biraz özgürlükçü, biraz düzenci, biraz kolaylaştırıcı, biraz diyalogcu, biraz pragmatist din anlayışı. Teknolojinin, medyanın, eğitim kurumlarının, israfa dayalı modern yaşama biçiminin, dünyevîleşmenin, sekülerleşmenin, aşırı özgürlükçü yaklaşımın, bireyselliğin… müslümanlara sıçrattığı olumsuz etkiler.
3- Çok sağlam ve köklü bir imana sahip olmamanın etkisiyle, zor bedel isteyen konular başta olmak üzere dinden tâviz vermek, görevlerini ihmal etmek, ibâdetlere gevşek davranmak, ahlâkî dejenerasyondan kurtulamamak gibi dâhilî problemler.
Bütün bu üç problemin özünde dinin özü olan tevhidin geri planlara itilmesi sorunu göze çarpmaktadır. O öz kaybolunca veya en azından gölgelenip ihmal edilince ondan boşalan yeri bu üç maddedeki olumsuzlukların tümü ya da bir kısmının doldurması hiç de sürpriz olmayacaktır. O öz kaybolduğu için Kitabım dediği Kur’an’la ilişkisini sıfıra yaklaştıran ve Kur’an’dan daha fazla başka kitapların yönlendirmesine râzı olan bir müslüman tipi oluşmuş, haramlardan, hatta şirkten daha fazla yasal yasaktan veya ayıptan korkan, ama “elhamdü lillâh müslümanım” demeye devam eden bir karakter ortaya çıkmıştır.
Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, hatta tümden terkedilmesinin bu cinâyetlerin sergilenmesinde büyük katkısı vardır.
İslâm, câhiliyye çağını tarihin çöplüğüne atmış, insanlığın bugüne kadar bir daha göremediği en huzurlu çağını “saâdet çağı”nı başlatmıştır. Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Dünyanın gördüğü ve göreceği en büyük inkılâb, Kur'an'ın yaptığı inkılâbdır.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı cahiliyye çağının karanlıklarında yaşıyorsa bu, müslümanların müslümanlıktan uzak kalması, diğer insanları da bu güzellikten mahrum etmesinden dolayıdır. Kur'an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden toplumda neler yapılıyorsa, modern biçimde bugün de, buralarda da maalesef aynı şeyler arz-ı endam etmektedir; hem de “müslümanım” diyenler tarafından.
Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü cahiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur'an değişmemiştir; ama Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır; ama Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Hayırlı ve olumlu değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. "Kur'an şifadır."556 Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşalara. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
“Ey İman Edenler İman Edin…”557
Âyetinin Işığında Halimizi Sorgulamak
(Bu başlık altında Mehmet Pamak şöyle diyor:)
Ne oldu da, ilk Kur’an neslinde muazzam bir inkılâba yol açan, onlara izzet, şeref ve onur kazandıran Kur’an ve ibâdetler biz de aynı sonucu doğurmuyor? Neyi kaybettik, hangi yanlış tercihlerde bulunduk ve hangi savrulmaları yaşadık da bugünkü zillete sürüklendik? Hem de elimizde, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere indirilmiş, şeref ve izzet kaynağı muhteşem bir Kitap, Kur’an varken…
Hangi hatalar bizi bu zillete sürükledi ve hangi sebeple bir türlü o ilk neslin onurlu temsiline yaklaşamıyoruz? Neden Kur’an ve ibâdetlerimiz bizde bir değişim, bir inkılâp meydana getiremiyor? Hem de kitap aynı kitap, ibâdetler aynı ibâdetler olduğu halde… Ümmet olarak bu hale neden sürüklendik?
Saltanata geçişle başlayan kaynaktan kopuş süreci, giderek büyük savrulmalara yol açtı. Tevhidi sahih geleneğin yerini, yüzyıllar süren bu savrulma sürecinde muharref gelenek aldı. Kur’an’dan ve Rasûlullah’ın sahih sünnetinden uzaklaşma, Müslüman halkların ümmet olma vasıflarını kaybetmesine, kitabî bir toplum olmaktan çıkarak, muharref geleneğin oluşturduğu “atalar dini”ni taklit eden niteliksiz halklar ortaya çıktı.
Allah’ın, Kur’an’da, akletmeyi, düşünmeyi, tefekkürü ve ilim tahsil etmeyi emretmesine rağmen, kurumsallaşmış tasavvufun, “aklı ve ilmi terketmedikçe
556] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44
557] 4/Nisâ, 136
İMAN
- 147 -
hakikate ulaşılamaz” yalanıyla, şeytanın ve zannın cirit attığı bir alan olan “keşf ve ilham” alanında uydurulan sahih olmayan bilgilere dayalı bir din anlayışını öne çıkarması bu büyük sapmanın, Kitabî din anlayışından kopmanın en büyük sebebini teşkil etti. Aklın ve iradenin devre dışı bırakılıp, Allah’ın yasakladığı “kör taklid”in ve “meyyit gibi teslimiyet”in esas alınması sonucunda dinde tahrifin ve sapkınlığın önü iyice açıldı.
Din alanında kaynaktan beslenmeyen, önderlerden intikal eden yanlış bilgileri sorgulamadan taklit eden niteliksiz yığınlar ortaya çıktı. Özellikle, “ictihad kapısını kapatan” taassubun sonucunda, düşünmenin, akletmenin ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek yeni fikir ve projelerin üretilmesinin önü iyice kesildi. Bunun neticesinde yüzyıllar sonrasının toplumlarının sorunlarına yüzyıllar öncesinin fetvaları ile cevap verilmeye kalkışılmasının doğurduğu çözümsüzlük ve bunalımlar da bu bozulma sürecini hızlandıran bir katkı sağladı.
İşte bu büyük yozlaşma serüveninin sonunda geldiğimiz bugünkü noktada, Kur’an algımızdan başlayarak, hayatımızı kuşatan ve yaratılış amacımız olan “ibâdet” anlayışımıza kadar pek çok temel konuda ürkütücü boyutlarda anlam ve eksen kaybının meydana geldiğini görüyoruz.
Tevhidî Öbekler Neden İstikametini Koruyamıyor, Neden İlkeli Duruşunu Sürdüremiyor?
Türkiye’de özellikle 1970’li yıllardan sonra başlayıp, 80’lerden itibaren ivme kazanan tevhidi uyanış ve kaynağa dönüş çabalarına ve bu çabaları gösterenlere ne oldu da, bu kadar çarpıcı savrulmalar ve geriye dönüşler yaşanabildi? Bu birikim bugün ne halde?
Hani Kur’an özne olup, merkezde ve belirleyici bir kitap olarak bizi, ailemizi, toplumumuzu yeniden inşa edip ateşten korunmamızı sağlayacak, karanlıktaki hayatımızı aydınlığa çıkaracaktı?
Hani insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bu kitap, bize, hak ile batılı ayırma kabiliyetini kazandıracak furkan fonksiyonu görecekti?
Hani Kur’an, cahilî ölçüler içinde cereyan eden toplumsal hayatımızı, ilişkilerimizi ıslah edecek ve vahyin ölçüleriyle yeniden inşa edecekti?
Hani Kur’an, bireysel ve toplumsal hayatımızın bütün alanlarını, davranışlarımızı, ilişkilerimizi vahyin ölçüleriyle inkılâba uğratmak için indirilmişti?
Ne oldu da, Kur’an’ı gereği gibi okumayı, onu hayatımızın tam içinde ve tam içinden okumayı terkettik? Ne oldu da, yıllarca süren tefsir dersleri bir türlü hayatımızı Kur’an’laştıramadı?
Sürekli elimizde, başucumuzda durması, sürekli bir irtibatla sürekli kalbimize ve hayatımıza nüfuz etmek, hayatımızı Allah’ın rengine boyamak üzere okunması gereken Kur’an’ı bu işlevini yerine getiremez hale nasıl getirdik?
Ne oldu da, kitaba varis kılınmışken, elimizdeki bu muhteşem mirasa ihanet ederek, Rasûlullah’ın hesap gününde Allah’a, “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terkedilmiş olarak bıraktı”558 şikâyetine muhatap olan zelil konumlara
558] 25/Furkan, 30
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sürüklendik?
Ne oldu da, dünyanın süsleri, çıkar hesapları, korkular, dünyevî endişeler, ikbal, iktidar ve rant hırsları bizi bu kadar kolayca peşine takabildi? Bizler, Kur’an halkalarında yıllarca bulunmuş olanlar, gereği gibi Kur’an okumayı da, öğrendiklerimizle amel etmeyi ve hayatımızı vahyi değer ve ölçülerle inşa etmeyi de kolayca terkedip, dünyanın süsleri uğruna, ahiret, hesap, kulluk bilinç ve imanımızı zaafa uğrattık. Gerçekten bunu nasıl becerdik? Neden imanımıza bu kadar kolayca ve bu kadar çabuk zulüm bulaştırabildik? Ne oldu da bütün bu hüsran ve bu büyük savrulmalar yaşanabildi?
Belki samimi olarak, ancak duyguların, heyecanların yönlendiriciliğinde, henüz sınanmadan iman ettiğimizi haykırdık, ama bu teorik ve duygusal imanın altını dolduramadık, imanımızda mutmain olamadık, imanımıza yakin, sahih bir boyut ve eğitime dayalı ciddi bir derinlik kazandıramadık. İşte bu sebeple de, daha ilk imtihanda hemen savrulduk ve maalesef kaybettik.
Hâlbuki yıllarca oturduğumuz Kur’an halklarında öğrenmiştik ki; Rabbimiz, Bakara Sûresi 155-157. âyetlerde, bizleri “biraz korku”, “açlık”, “bir parça mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltmekle” imtihan edeceğini beyan etmekte, sabredip, direnenleri ise müjdelemekteydi. Yine aynı halklarda okumuş ve öğrenmiştik ki; Rabbimiz, Bakara sûresi 214. âyette “sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyorsunuz?” ikazıyla bizi uyarıyor, “Allah Rasûlü ve beraberindeki mü’minlerin büyük sıkıntı ve darlıklarla sınandıklarını ve Allah’ın yardımı ne zaman diyecek hale gelene kadar büyük eziyetlere, darlıklara katlandıklarını ve Allah’ın vaat ettiği yardıma ancak böylece müstahak olduklarını” bildiriyordu.
Daha önce, ikbal, makam, mevki, iktidar nimetleri, ihaleler, zenginleşme fırsatları henüz kendilerine sunulmayanlar, bu tür nimetlerin ilk sunulduğu sınavda bu kadar çok sayıda dökülüyorlarsa, temel zaafın imanda olduğu kesindir. Milletvekili olma imkânı yok iken, laik demokratik partileşmeye karşı olmak kolaydı. Öğrenciyken, baldırı çıplakken, dünyevîleşme, zenginleşme, makam mevki hırsı peşinde koşanları eleştirmek, bu duruşlara karşı çıkmak kolaydı. Ama öğrencilik bitip, evlendikten, iş ve meslek sahibi olduktan sonra, tüm bu imkânlar sunulduğunda ve karşılığında İslâmî kimlik ve ilkelerden taviz istendiğinde çoğunluk ayakta kalamadı. Hatta önemli kısmı bu tür imkânlar sunulmadan bunları elde edebilmek uğruna kendileri tavize koştular. İşte gerçek iman, bu imkânlar olduğu halde, eğer bunların karşılığında İslâmî kimlik ve ilkelerden taviz verilmesi gerekiyorsa reddetmeyi gerektirirdi. Ama maalesef çoğunluk bunu yapamadı. İşte bu sebeple Rabbimiz, “Ey iman edenler iman edin…” çağrısında bulunuyor. Evet, bu iman nasıl bir imandı ki, en küçük bir rüzgârda savrulup gidivermeye engel olamadı.
Topluma daveti götürecek olanlar, daha davet ve şahitlik görevi tam yapılmadan, hemen görevi terkedip, dünyevîleşerek, daha önce reddedip eleştirdikleri toplumun cahili değerlerine doğru savruluverdiler.
Tevhidî uyanışla oluşan öbekler ve tevhidi bilince ulaşan veya öyle zannedilen bireyler neden uzun soluklu bir direniş azmini gösteremiyorlar? Neden bir süre sonra bıkıp, yorulup savrulmaya ve daha önce reddettikleri kesimlere ve
İMAN
- 149 -
yanlış din anlayışlarına doğru sürükleniyorlar?
İslâmî çalışma öbeklerinin büyük ekseriyeti, neden içinde her türlü inancı, hurâfeci anlayışları da barındıran çıkar birlikteliklerine dönüştüler? Aynı grup içinde,
Tevhidî düşünenler,
Tarihselciler,
Modernistler,
Liberal-demokratlar,
Sekülerleşenler,
Laik particiler,
Ulusalcılar,
Devleti kutsayanlar,
Tasavvufçularla birlikte bulunabiliyorlar.
Neden böyle oldu? Neden bu büyük çarpıklık bu kadar kolay ve bu kadar çabuk kanıksanabildi?
Neden bu dönüşümü yaşayanlar, yıllarca Kur’an okudukları halde tevhid inancıyla bağdaşmayan bu halden rahatsız değiller?
Neden bu çarpıklığı, savrulmayı, kargaşayı, eklektik duruşları kimse eleştirmiyor? Neden herkes birbirini idare ediyor?
Neden kimse kimseye merhamet etmiyor? Birbirinin yanlışlarına, savrulmalarına karşı çıkmamak, eleştirmemek, birbirine zulmetmek iken, neden merhamet zannedilir hale gelindi? Neden, Allah için uyaranlar, emri bil maruf yapanlar kınanır oldu?
Böyle olunca, her türlü fikri aynı grup içinde barındırınca, tek amacın grup dayanışması ve grup çıkarlarını korumak olan kulüpler haline dönüşmekten korunmak mümkün olmuyor. Başlangıçta, tevhidî düşüncenin yaygınlaşması ve bu istikamette, sahih din anlayışı ekseninde İslâmî toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi için kurulduğu iddia edilen bu tür grup, çevre ve öbeklerin çok büyük ekseriyeti bugün yukarıda zikredilen eklektik/karışık din anlayışlarına, geleneksel ve modern bid’at ve hurâfelere itibar eden ve grubu için çıkar devşiren konumlara sürüklendiler. Giderek maddî yönden güçlendiler, holdingleştiler, zenginleştiler, TV sahibi oldular, büyük kurumlar oluşturdular ve biraz da kitleleşmeye doğru yöneldiler, ama ilk çıktıkları noktadaki tevhidi duyarlılıklarının bile çok gerisine düştüler.
Kimisi daha önce tekfir ettiği laik demokratik çizgide particilik yapmaya, kimisi de hurâfeci tasavvufun kıymetini(!) yeniden keşfetmeye, ilkeleri çürütücü, direniş azmini çözücü, şahsiyetleri öğütücü pragmatizmin peşinde, oradan oraya savrulmaya başladılar.
Savrulmanın Sebepleri
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1- En önemli savrulma sebebi, imanda ve şahsiyette zaaf olması, inanılan değerler konusunda emin olunmasını sağlayan yakînî bir imanın ve inandığı değerler konusunda bedel ödemeyi göze almayı sağlayacak bir şahsiyetin oluşmamış olmasıydı. Tevhidî iman yerine Allah’ın varlığına imanın öncelendiği bir toplumsal kültürün, toplumla çelişmeme adına kanıksanmasıydı.
İnsanların, tam bir tevhidi inançla kendilerini değiştirmeden eski gelenek ve göreneklerindeki inançlarla birlikte İslâm toplumuna girip kültürle dini birbirine karıştırmaları. “Bedevîler "inandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama ‘Boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 559
2- İlk indiği, dönüştürdüğü toplumdan ve ilk inşa ettiği Peygamber ve ashâbının hayatından soyutlanmış, ilk pratikten kopuk teorik Kur’an okumalar, bugünkü toplum ve hayatla da bağı kurulamayan ve dolayısıyla pratiğe aktarmada sorunlar yaşayan bir okuma olmuştur. Peygamberin güzel örnekliği ve Kur’ani sünnet içselleştirilmeyince, toplumu dönüştürme sorumluluğu terkedilince, vahyi sosyalleştirmekten, Peygamberî pratikten kopuk teorik imanlar, bir süre sonra cahiliye tarafından kuşatılıp, öğütülüyor. Kulluk eksenli bir hayatı kuramayanlarda, tevhidi bir pratiği üretemeyenlerde meydana gelen boşluğu dünyevîleşme dolduruyor, ibâdet bütünlüğünden ve ubûdiyet bilincinin belirleyiciliğinden kopuk hayat giderek sekülerleşiyor.
3- Kulluk eksenli mücadele yerine iktidar eksenli mücadelelere heveslenilmesi, kulluğun parçalanıp, bazı parçaların dinin/bütünün yerine ikame edilmesi, kimileri açısından kulluk bütününden soyutlanmış bir siyasi mücadelenin dinin tümü gibi algılanması, hem de diğer alanları yok sayacak derecede birinci plana çıkarılması da bir başka savrulma sebebini teşkil ediyor.
4- İman edilen değerleri, Kur’ani ölçüleri hayat düsturu haline getirememek, Kur’an’la ahlaklanamamak, inanıldığı iddia edilen değerleri salih amel haline dönüştürememek, iman-amel bütünlüğünü parçalayan tutumlar da savrulmalarda önemli rol oynamaktadır. Allah bu durumda olanları: “Başkalarına iyiliği tavsiye ederken kendisini unutan bilgi sahipleri”,560 “yapmadıklarını söyleyenler”561 ve “Kitap yüklü merkepler”562 olarak niteleyip kınamaktadır.
5- Fikirde ve tavırda yüzeysellik sebebiyle derinlik kazanamamak yüzünden slogan, duygu, heyecan ve tepkiselliğin davranış ve eylemlere yön vermesi, vahiy ve aklın yönlendirme ve denetiminden çıkılması ve bu halin çözümsüzlüklere, tıkanmalara yol açması da savrulma nedenlerinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır.
6- Modern kavram ve değerlerin yol açtığı kirlenme ve Batının seküler değerlerini evrensel değerler olarak kabul etme sonucunda meydana gelen zihinsel dejenerasyon ve sekülerleşme Müslümanlar üzerinde önemli bir dönüştürme etkisi yapmış bulunuyor.
559] 49/Hucurat, 14
560] 2/Bakara, 44
561] 61/Saf, 3-5
562] 62/Cuma, 5
İMAN
- 151 -
Emperyalist sekülerleştirme projelerinin estirdiği medyatik rüzgâra kapılarak, dağıtılan imkânlara teslim olarak, büyük güçlerin gücü karşısında komplekse kapılarak, onlarla sağlıksız ve ilkesiz ilişkiler kurarak Batı desteğiyle dönüştürme projelerine eklemlenme de özellikle yerel ve global “28 Şubat” projelerinin temin ettiği çok önemli ve yeni bir savrulma nedeni olarak gelişmelere damgasını vurmuştur.
"Vay haline o kimselerin ki kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak için, 'bu Allah katındadır derler!' Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların!" 563
7 - Bazılarının yaşının ilerlemesine rağmen bir türlü gelmeyen, uzun soluklu bir yürüyüşü gerektiren İslâmî yönetimden ümidi kesip, bir an önce iktidara ve onun nimetlerine ulaşma aceleciliği içine girdiler.
8- Tevhidî, inkılâbî kesimlere yapılan baskı ve zulümlerden çekinip de sistemin “meşrû”(!) saydığı alanlara doğru yönelme eğilimleri, korku krallığına teslimiyet de bu savrulmalarda önemli rol oynadı.
9- CIA raporlarının ılımlı-radikal ayrımı yaparak, Amerikancı, Batıcı seküler anlayışı temsil eden “ılımlı”lara ve sufizme sıcak yaklaşımlar geliştirmesi, onlarla egemen güçlerin temasa geçmesi, vaadlerde bulunması da bu tip yanlış din anlayışlarına rağbeti arttırdı.
10- Çözüm üretememek, alternatif bir yapı oluşturamamak gibi sebeplerle bunalıma düşüp, “biz hiçbir şey yapamıyoruz” diyerek, yanlış da olsa bir şeyler yapar görünen uzlaşmacı, hurâfeci kesimlere, kitleleşip kurumlaşanlara doğru meyletmek, (üstelik bunlar ABD, AB, Papalık ve Siyonist kuruluşlarla çok yakın ilişkiler de kurmalarına rağmen) onları yücelterek eklemlenmek de önemli bir başka savrulma nedenidir.
11- Henüz görevlerini tam yapmadıkları halde, toplumu dönüştürmede haksız yere hemen sonuç almayı ve hemen bir inkılâp gerçekleştirmeyi umanlar, uzun vadeli çalışmayı göze alamadıkları ve sabredemedikleri için, hemen dönüştüremedikleri toplumun cahili değerlerini yeniden keşfederek ve daha önce hata ettiklerini itiraf ederek, ne pahasına olursa olsun kitleyle buluşmak adına topluma doğru bir dönüşüm geçirdiler.
İçinde İslâmî motiflere de yer veren fakat esasta tamamen dünyayı terk gayesinde olan "Doğu Mistizminin" ve "Batı Ruhbanlığının" özelliklerini de üzerinde bulunduran "Tasavvufî Düşünce"nin doğması, tarihî bir savrulma nedeniydi. İşte birileri bu savrulmayı eleştirerek yola çıkmışken şimdi yine ona sığınıyorlardı. “Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.” 564
Müslümanların kolaylığı için çalışan âlimlerin görüşlerini dogmatik olarak kabul edip değişmez mezheplerin oluşması, hatta zaman zaman mezhepleri dinin önüne geçirmek, hatta kimileri açısından dinleştirmek suretiyle oluşturulan
563] 2/Bakara, 79
564] 57/Hadîd, 27
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Kör taklid"çilik ve mezhebi taassupçuluk bu süreçte yeniden baş gösterdi. Bazı tevhid ehli Müslümanların, yola çıktıklarında önceledikleri Kur’an ve sahih sünnetin belirleyiciliğini terkederek, mezhebi, Bâtınî yorumlarla, Kur’an algısını, korunmuş metinle alakasız yorumlarla tahrif eden eğilimlere ve mesnetsiz uyduruk rivâyetleri Kur’an’ın ve sahih sünnetin önüne geçiren ve üstelik bu yanlışlara tabi olmayanları mü’min saymayan sapkınlıklara doğru savrulmalar yaşandı.
Böylece, Kur’an’ı ve dini parçalayıp, kendi subjektif yorumunu dinleştirip onunla böbürlenen kesimler oluştu. “Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her firka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” 565
12- Az sayıda insanla birlikte olmaktan bıkıp, daha geniş kitlelerle birlikte olmanın arzu edilmesi, insanlardan itibar görmeye dair özlem ve beklentiler, marjinalleşmekten korkmak, kitleleşme uğruna ilkelerin feda edilmesi de önemli bir savrulma nedeni oldu. Hâlbuki bütün Peygamberler de önce marjinaldiler ve hatta pek çoğu bu konumdan hiç kurtulamadılar, Nuh (a.s.) 950 yılda bir gemi dolduramadı, ama tevhid gemisini inşa etmekten de hiç bıkmadı, yorulmadı ve tüm alaylara rağmen karada gemi inşa etmeyi ısrarla ve yılmadan sürdürdü.
Bir fikir, düşünce ve duruşun taraftarlarının marjinal olması, azınlığı teşkil etmesi, onun yanlışlığının ve terkedilmesi gerektiğinin delili olarak ileri sürülemez. Aslında toplumlarda büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan fikir ve çabalar başlangıçta hep marjinal konumda bulunmuşlardır. Toplumlara hamle yaptıran, ileriye taşıyan köklü fikir ve düşüncelerin sahipleri de hep tek kişi olarak başlamışlar ve bu büyük dönüşümün yolundaki ilk adımları da ya tek başlarına ya da birkaç kişiyle atmışlardır. Marjinallikten kurtulup bir an önce kitleleşmek ve aceleyle dünyevî sonuçlar elde etmek isteyenler; dönüştürmek istedikleri toplumdan farklarını oluşturan temel ilkelerini terkederek, değiştirmek için yola çıktıkları statükoya ve toplumun cahili değerlerine savrulmaktan kurtulamazlar.
Hak ve adâlet çizgisinde ısrarlı olmaktan kaynaklanan marjinallik şüphesiz ki şereftir. İnsanlığa hayırlı büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan çabalar başlangıçta hep marjinal olmuşlardır. Önemli olan azınlıkta olup olmamak değil doğru konumda bulunup bulunmamaktır. Kur’an birçok âyetinde “insanların çoğunun bilmeme” noktasında bulunduğunu, hakikate kendilerini kapatan konumları tercih ettiklerini vurguluyor. İblis ilk isyanı gerçekleştirip şeytanlık, saptırıcılık fonksiyonunu üstlendikten sonra, Rabbimize hitaben, “onların çoğunu şükredici bulamayacaksın”566 diyor. Bir başka âyette ise, “iman edip sâlih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır”567 hükmü yer alıyor.
O halde anlamlı, değerli, itibarlı ya da doğru olmanın ölçüsü çoğunlukta olmak veya dünyada somut sonuçlar elde etmek değildir. Tek kişi bile kalınsa, hak, adâlet ve tevhid çizgisinde bulunan kişilerin durduğu yer doğru, isabetli, değerli ve anlamlıdır. Hak istikametteki büyük değişimlerin yolunu açanlar da, hep marjinal kalma pahasına temel ilke ve değerlerinden taviz vermeden istikrarlı ve süreklilik arz eden onurlu ve şahsiyetli duruş ve çabaları ortaya koyanlar olmuştur. Bu anlamda bütün Peygamberler de marjinaldiler. Hatta toplumlarının
565] 30/Rûm, 32
566] 7/A’râf, 16-17
567] 38/Sâd, 24
İMAN
- 153 -
çoğunluğunun, yani marjinal olmayanların yanlışta direnmesi, yalanlaması sebebiyle pek çokları da marjinal olmaktan hiç kurtulamadan ömürlerini ve görevlerini tamamladılar. Meselâ Nuh (a.s.), 950 yıllık; tebliği, fesada karşı ıslah edici çabayı ve marufu emredip münkere karşı durmayı içeren tevhid ve adâlet mücadelesinde, toplumun batılda direnmesi sonucu bir gemi dolduracak kadar insana bile ulaşamamış ve savrulanların ifadesiyle dünyada bir sonuç ya da başarı da elde edememiş, iktidar da olamamıştı. Zenginleşememiş, holdingleşememiş, büyük kurumlar oluşturamamış, televizyon ve gazete sahibi olamamış, kitleleşememişti. O halde, dünyada somut başarılar(!) ya da her şeye rağmen büyüme ve kitleleşme peşine düşenlerin mantığı ile Nuh (a.s.) yanlış yolda, manasız ve terkedilmesi gereken şeylerin ve marjinal tutumların, düşüncelerin, tercihlerin peşinde boşuna bir uğraş mı vermişti? Allah’a sığınarak haddimizi bilmek kadar değerli ve önemli bir şey olamaz. Bize yakışan, istikameti kaybetmeden dosdoğru yolda ısrarlı ve istikrarlı bir yürüyüşü gerçekleştirmek, her şart altında tavizsiz bir biçimde ve Allah rızası için doğru olanı yapmaktır. Hz. Nuh’un örnekliğinde olduğu gibi kınamacıların kınamalarına aldırmadan tevhid gemimizi inşa etmeyi ısrarla sürdürmektir, sonuçları takdir etmek ise sadece Allah’a aittir.
Sonuç almak, başarılı olmak tamamen Allah’ın takdir alanına giren hususlardır. Bizim irâdemize bırakılmış olan ise, ne pahasına ve hangi şartlar altında olursa olsun, mutlaka yaratılış amacımız istikametinde üzerimize düşen kulluk görevimizi yerine getirmekten, Hakikatin mesajını hayatımızda örnekleyerek ısrarla insanlara ulaştırmaktan, tevhidin ve adâletin ikamesi için hayırlı, olumlu adımlar atmaktan, bu çabalarımızı ısrarla ve Allah rızası için sürdürmekten ibarettir. Bize düşen, siyasi ve dünyevî çıkarlarımız uğruna, bizi biz yapan bize şahsiyet ve şeref kazandıran temel ilkelerimizi, imani ve ahlaki değerlerimizi terketmemektir. Niteliksiz kalabalıklarla, küresel ve yerel zalimlerin istekleri yerine getirilerek, ilkeler feda edilerek belki marjinallikten kurtulmak mümkün olabilir, ancak bunun Allah’ın rızâsına uygun bir amel ve itibar kazandıran onurlu bir tutum olduğu söylenemez. Çünkü Kur’an “izzetin, onurun, şerefin tamamının Allah’ın yanında olduğunu”568 açıkça beyan etmiş bulunmaktadır. O halde izzeti ve itibarı yanlış yerlerde aramaktan Allah’a sığınmak lâzımdır.
13- Müslümanların, şirk sistemini, müesseselerini, makamlarını ve yöneticilerini gözlerinde büyütmeleri ve onlardan görecekleri küçük bir ilgi ve itibardan çok fazla etkilenip onlara doğru meyletmeleri, yahut da tersine bir baskı ve tehdit aldıklarında da hemen kenara çekilmeleri, ortada görünmemeleri de, ibretlik bir savrulma nedenidir.
14- İslâmî yöntemle, sünnetullah gereği toplumsal değişimle İslâmî yönetime ulaşmanın çok uzakta görünmesi, uzun ve zorlu bir yolculuğu gerektirmesi sebebiyle bir an önce bazı imkân ve dünyevî başarılara(!) ve bu arada can ve mal riskinden de uzak yöntemlere doğru eğilim gösterilmesi, fedakârlıktan nimetlere, riskten ikbale doğru kaçışın da savrulmalarda önemli rolü olmuştur.
15- Ülke sorunlarına âcil çözüm getirmek isteyenlerin, “Mâdemki şimdi İslâm’ın gelmesi mümkün değil, o halde yangını söndürmek için mevcut şartlar içinde beşeri sistemler, modeller çerçevesinde projeler üretmeliyiz” diyerek İslâmî olmayan çözüm yollarının arkasına takılanlar,
568] 4/Nisâ, 139
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
16- Ekonomik sıkıntılar yaşayanların veya daha yüksek refah seviyesini ve daha büyük zenginliği arzu edenlerin, ya da zenginliğine zenginlik katma hırsı içinde olanların, özetle dünyevîleşenlerin, ekonomik imkân vaadedenlerin, kredi ve ihale dağıtanların yanlarına hem de az sayılmayacak sayılarla koşmaları da dikkat çekici, ibret verici ve tarihi kökleri olan kadim bir savrulma nedeni olmayı sürdürmüştür.
17- “Saray (devlet) ulemâsının” ve bugünün “MGK ulemâsının”, “zâlim yönetime itaatin” gerekliliği hususundaki açıklamalarının mevcut iktidarlara itaat bilincini oluşturması ve bu sapmanın sistem tarafından sürekli beslenmesi, toplumun zulüm ve fitnenin adresini hep dışarıda aramaya, “kendi zâlim ve kâfirlerini” hoş görmeye alıştırılmış olmasının da genel anlamda savrulmaları kolaylaştırıcı bir tesiri olmuştur.
18- Uzlaşmacı bir anlayışla sistemle şu ya da bu ortak paydada buluşmak, resmi ideolojiden beratını tam anlamıyla ilan etmemiş olmak ve bayrakçılık, vatancılık, Türkiyecilik, devletçilik, demokratlık, ulusçuluk, muhafazakârlık vb. ulusalcı kirlilikler ve sağcı eğilimler de hep bu kolay savrulmanın zeminini oluşturmuşlardır.
19- Bazı hayırlı gelişmelerin zamanı gelince kendiliğinden meydana geleceğine yönelik sahte iyimserlik ve yanlış tevekkül anlayışı da direniş azmini kırıcı, pasifize edici bir rol oynamış, zaman zaman gündemleşen mevzii duyarlılıkların da kolayca sönmesinde ve sürdürülememesinde önemli rol oynamıştır.
20- Zulüm ve baskılar karşısında ne yapması gerektiğinin araştırmalarına yönelip, nasıl mücadele edeceğinin projelerini üretmek yerine, hatta yeni hak ve özgürlük taleplerini dillendirmek yerine, ne pahasına olursa olsun, mevcut kazanımları korumak endişesi ile mevcudun üzerine kapanıp, eldekini de kaybetmemek için pasifleşmek, geri çekilmek, suskun ve özür dileyici bir tavra sürüklenmek de büyük bir zaaf oluşturmuştur.
Sonuç olarak, en başta imanda zaaf ve yetersizlik, niteliksizlik, korkular, çıkarlar, fikrî ve zihnî karışıklıklar, çok yönlü pragmatizm, ilkesizlik, acelecilik, çözümsüzlük kaynaklı bunalımlar, marjinallikten ve riskten kaçış ve en son olarak da emperyalistlerin küresel dönüştürme projelerine eklemlenmek gibi unsurlar bu büyük savrulmanın sebeplerini oluşturuyor.
Bütün bu sorun ve zaafların temelinde aslında sahih bir İslâmî bilgiye dayalı sahih bir imanın ve doğru, isabetli bir yönelişin nitelikli ve derinlikli bir biçimde gerçekleştirilememiş olması yatmaktaydı. Bir de bunun üzerine 28 Şubat’la daha bir sertleşip keskinleşen düzenin otoriter, baskıcı tavrı eklenince büyük sapma ve savrulmalar yaygınlaşabilmiş ve üstelik savrulanlar bu konjonktürel baskıları da kendilerine mazeret kılabilmişlerdi. Sonuçta, bazen korku ve endişe, bazen dünyevî güç ve imkânlara erişme hesabı, bazen reddedilmeme, dışlanmama tam tersine itibar görme, medyada yer alma beklenti ve telaşı, çoğu zaman da bütün bu kaygı ve hesapların içiçe geçmesi neticesinde savunulan ilke ve değerlere aykırı tutumlar gündeme gelebilmişti. Yıllarca savunula gelen doğrular bir çırpıda terkedilebilmiş, adeta tevbekâr bir ruh haliyle maziye tümüyle sünger çekilebilmişti. “Demokratik tevbe” yapan itirafçı kimlikler, işte bu zaaflar sebebiyle meydanı doldurmuştur.
İMAN
- 155 -
Savunulan doğruların pratiğe taşınması noktasında yaşanan başarısızlıkların ve sahip olunan iddiaların gerektirdiği bedeli göze alamayışın bir sonucu olarak; “zaten savunduğumuz şey pek de doğru sayılmazdı” türünden bir inkârcı tutum içine girilebilmiştir. Eksik ve zaaflarımızı gidermemize katkı sağlayacak, sorunlarımızı çözerek, zaaflarımızı aşarak ileriye gitmemizi sağlayacak bir öz eleştiri yerine, kendi zaaflarının faturasını iman ettiği, değer, ilke ve yönteme kesip, gerisin geriye dönmek zalimlerin bile alay etmelerine yol açan utanç verici bir vakıa olarak maalesef sıklıkla yaşanabilmiştir. 569
Diğer taraftan, komünizmin yıkılışı ve soğuk savaş döneminin sona ermesi, dünya üzerinde pek çok değişimin de yolunu açtı. İslâm’ın vahiyle belirlenen dünya görüşünün, ilkelerinin ve sâbitelerinin bu değişimden etkilenmesi, şüphesiz ki mümkün değildi. Her şeye rağmen İslâm, insanlığı kurtaracak tek ve sahici mesaj olmayı sürdürüyordu. Hatta komünizmi ve kapitalizmi üreten modern, seküler Batı paradigmasının çöküşü sebebiyle, önü daha da açılıyor, bu sebeple de Batı telaşla İslâm’ı düşman ilan etme yoluna gidiyor ve İslâm’ın önünü kesmeyi birinci mesele haline getiriyordu. Ancak kimi Müslümanlar, Batıdaki bu tür gelişmelerin, İslâm’a yönelik menfi propagandaların ve yeni değişim rüzgârlarının etkisi altında kaldılar ve Allah’ın koruması altındaki Kur’an’la belirlenen İslâm’ın da yeni şartlara göre değişmesi gerektiği zehabına kapıldılar. Çünkü hedefledikleri İslâmî sistemin kurulmasının çok uzakta ve zahmetli bir mücadele gerektirdiğini farkettiler. Daha fazla beklemeye takatleri yetmedi, bıktılar, yoruldular ve yılgınlığa, umutsuzluğa düştüler. Liberalizmin dünyevîleşme eğilimlerini tahrik etmesi sonucunda da, ideallerini, ilkelerini sorgulamaya ve terketmeye başladılar. Sonuçta dünyevîleştiler ve geçmişte tercih ettikleri duruşu mahkûm ederek yeni konumlarını meşrulaştırma kolaycılığına ve zilletine sürüklendiler.
Savrulanlar ile tevhidi çizgisini koruyanların aynı öbek içinde varlığını sürdürmesi yeni savrulma ve dönüşümlere zemin hazırlıyor.
İşte yukarıda özetlediğimiz etkenlerin yönlendirmesi altında tevhidî zannettiğimiz öbekler ya da bireyler oradan oraya savruluyorlar. O kadar ki, onları izleyenlerin başını döndürüyorlar. Nedense, büyük çoğunluk ilkeli, onurlu ve tavizsiz bir duruşu sürdüremiyor, çok çabuk ve kolayca hat değiştirebiliyor. Üstelik bu halden rahatsız da olmuyorlar. Tam tersine, kendi yeni konumlarının Allah’ın dinine uygun olduğunu ispat etmek için, Allah’ın âyetlerini yeni konumlarına uydurmak için eğip bükmeye çalışıyorlar. Daha önce kendilerinin de savundukları vahyin ölçü ve ilkelerini savunmayı sürdüren ilkeli Müslümanları ise, radikal, entegrist, fundamentalist vb emperyalist jargonlarla suçlayıp, sert, sivri diye damgalayıp karalamaya, işlevsizleştirmeye çalışıyorlar. Bize yönelik eleştirilerde açıkça sövenlere, küfredenlere bile sessiz kalanlar ise, bizim ilmî ve İslâmî ölçülere uygun ahlaklı eleştirilerimize bile sert damgası vurmaktan çekinmiyorlar.
Savrulanların kimisi, muharref geleneğin hurâfelerini yeniden keşfedip, Muhiddin-i Arabi’nin, Celaleddin-i Rumi’nin şirke ve pornografiye bulaşmış düşüncelerinin propagandasını, vahdet-i vücudu, bid’at ve hurâfeden arındırılması mümkün olmayan tasavvufu sahiplenmeye ve savunmaya yöneliyorlar.
Kimisi de, modernitenin karşısında eğilerek sekülerleşmekten, postmodernist
569] Rıdvan Kaya, Müstakim Olma Zorunluluğu, Haksöz Dergisi, Ocak 1999, Sayı 94.
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rölativizmi (göreceliği), tarihselciliği, modern ve post modern hurâfeleri İslâm’a ve Kur’an’a bulaştırmaktan çekinmiyorlar.
Kimileri de daha önce kara dediklerine “ak” diyerek laik demokratik particilik alanında ikbal ve çıkar devşirme çalışmalarını İslâmî göstermenin vebalini cüretkârca içselleştiriyorlar.
Üstelik tüm bu savrulmuş anlayışlarla, tevhidi düşünceye sadakatini sürdüren Müslümanlar aynı grup çatısı altında birlikte olmayı da sürdürüyorlar. İnandıkları gibi yaşamayanların, zamanla yaşadıkları gibi inanmaları kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkıyor.
Savrulanların aynı grup içindeki varlığını sorunsuz bir biçimde ve kanıksanarak sürdürmeleri, yeni savrulma ve dönüşümlerin zeminini hazırlıyor. Bu yanlış tutum ve anlamsız birliktelik grubun tamamını çürütücü bir risk taşıyor.
Tabii ki, savrulan, dökülen, imanına aykırı amellere yönelenler için üzülmeli ve onların bu yanlıştan kurtulmalarına vesile olmaya çalışmalıyız. Ama bu gidişatta ısrar edenler, hatta eski tevhidi çizgilerini reddettiklerini açıklayarak yeni fikirleriyle gurur duyanlara, yeni konumlarını İslâmî göstermeye ve başkalarına da bulaştırmaya çalışanlara tavır koymalıyız. Tıpkı Rasûlullah’ın (s.a.s.) Kâ’b bin Mâlik’e ve arkadaşlarına yaptığı gibi uyarıcı tavır koymalıyız. Savrulmanın normalleşmesine, kanıksanmasına asla vesile olmamalıyız.
Ayakta kalanlar, ilkelerine, imanlarına sadık olanlar sayıca az da olsalar, işte bunlar anlamlı ve değerlidirler. Ve ancak bunlar sahih din anlayışının onurlu temsilcileri ve yeni umutların kaynağı olabilirler ve ancak bunlar saygı ve itibara layıktırlar. İmanına sadık nice az topluluk, Allah’ın yardımına müstahak olunca nice çoğunluklara galip gelmişlerdir.
Savrulanlara İtibarın Sürmesi Çok Önemli Bir Yanlışı Oluşturmaktadır
Bu konudaki çok önemli bir yanlış da, savrulanlara bir bedel ödetilmemesi, tam tersine önceki itibarın aynen sürmesi, hem bu insanların savrulmalarına meşruiyet kazandırıp, kendilerini gözden geçirmelerini ve düzeltmelerini engellemekte, hem Allah’ın diniyle ilgili anlayışları bulandırıp tahrif etme rolü oynamakta, hem de çürümenin yaygınlaşmasına ve yeni savrulmaların yaşanmasına kapıyı sonuna kadar açık tutmaktadır.
Bu konudaki en büyük yanlış ise, dünyevîleşerek savrulanların, geldikleri konumu Hak’tanmış gibi gösterme çabalarının yol açtığı tahrifatın görmezden gelinmesi, ya da hoş görülmesidir. Din konusunda yapılan yanlışların, tahrifatların hiçbir eleştiriye tabi tutulmaması, şahsi sorunlarda ise aşırı tahammülsüz olunması, Müslümanların “Abdülmuttalip mantığı”na sürüklendiklerini göstermektedir.
Hiç kimse eleştiri yapmamakta, herkes dünyevî ilişkileri ve çıkarları adına susmayı, birbirini idare etmeyi tercih etmektedir. Ve bu tutum hem savrulan insana kötülük, hem kendi nefsine, hem de Allah’ın dinine zarar vermek sonucunu doğurmaktadır.
Halka doğru din anlayışının ulaşmasını engelleyen tutumlara, basit gibi
İMAN
- 157 -
görünenden başlayarak birkaç örnek verelim:
Laik Kemalist sistem uğruna ölenlere verilen “şehitlik” payesi,
Abant toplantıları ile tevhid dininde reform çabaları, Dinler arası diyalog, Papalık, ABD, AB ve İsrail’le kurulan ilkesiz ilişkilerle İslâmı “sekülerleştirme” “Protestanlaştırma” projelerine destek verenleri abartılı yüceltmeler ve bu konularda eleştiri yapanları mahkûm etmeler,
Vahdet-i vücud anlayışını yüceltenlere, propaganda edenlere, tasavvufî önderlerin düşüncelerini propaganda edenlere karşı gösterilen sessizlik ve dolaylı destek…
Bu tür anlayışların da İslâm’dan aldıkları doğru tarafları olabilir. Nitekim vardır da. Ancak İslâm’a katılan pek çok hurâfeyi ve tevhid akiesine aykırılıkları da barındıran bu tür yanlış din anlayışlarını ve önderlerini yüceltmek, gündeme getirmek, üstelik bu tür yanlışlarına vurgu yapmadan, yanlışlarını reddetmeden doğrularından bahsetmek bile doğru değilken, yanlış düşünceleri bile önemli görülüp, tevil edilerek ya da tevil dahi edilmeden anlatılıyor ve savunuluyorsa bu tutum İslâm’a zarar vermek demektir. Hem de kim yaparsa yapsın. Hatta doğruları çok olup, kendilerine güvenilenlerin yapması çok daha fazla zarar verecektir.
Mekke müşrikleri de putları kendilerini Allah’a yaklaştırması için vesile kıldıklarını söylerken,570 bugün bunların yerine şeyhleri üstadları ya da onların kabirlerini vesile kılanların yanlış din anlayışlarına neden sessiz kalınır?
İslâm’ı ve Müslüman halkları sekülerleştirme çabası içinde olan, Batının ürettiği seküler değerleri evrensel sayan ve pozitif insan hakları hukuku ile dini öğreti arasında bir çelişki olmadığını iddia ederek Allah’ın dinine iftira edenlere hiçbir eleştiri yapmadıkları gibi, bu tür çevrelerle birlikte iş yapmayı sürdürenlerin ve böylece onlara meşruiyet kazandırmaktan çekinmeyenlerin tutumu da ibret vericidir.
Bir hadisi çarpıtarak “Devlet gemisini gözümüz gibi korumalıyız” diye yazı yazan İlâhiyatçı profesörü kimse eleştirmedi.
Allah’ın muhkem âyetlerine rağmen “İslâm’a göre mü’minlerin kâfirlerle velâyet ilişkisi kurması mümkündür” diye yazan yazarı kimse eleştirmedi. Eleştirenler ise hep sert ve sivri olarak suçlanıp engellenmek istendi.
İslâmî camia olarak nitelendirilen alanda çıkarılan bunca dergi ve gazetede yazı yazanların, birçok İslâm’a aykırılıklar da aynı yerlerde İslâm adına yazılıp çizildiği halde, bugüne kadar birbirlerine emri bil maruf nehyi anil münker sorumluluğunu, görevini yerine getiren, ilmi eleştiri yapan bir tek yazar gördünüz mü?
Müslüman olduğundan beri, İslâm’ı babasından miras olarak almamış, doğrudan Kur’an’dan ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sahih sünnetinden, güzel örnekliğinden almanın sağladığı furkan etkisiyle, bu görevi gücü ve kapasitesi yettiğince Allah rızâsı için yerine getirmeye çalışan yazar ve âlimler sürekli tepki alıyor. Netliği sertlikle karıştıranlara, “söylediklerin doğru, ama üslûbun sert!” diyenlere, sert olan yeri gösterin” denildiğinde çoğu kez gösterememektedirler. Aslında takip
570] 39/Zümer, 3
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilen çizgiye esasta karşı olanların sertlik suçlaması ise zaten bir bahaneden öte gidememektedir. “Yumuşak eleştiri yapanı gösterin de onu örnek alalım” denildiğnde ise, tek bir örnek gösterememenin sıkıntısı içine düşmektedirler.
Çeşitli hurâfeci cemaatlerin, birbirlerine karşı kullandıkları üslûbu, hakaretleri, internet sitelerinde, CD savaşlarında, dizi filmlerde birbirlerini aşağılayıcı, tekfir edici içeriği görmezden gelenlerin; muvahhid dâvetçilerin bu çevrelere yönelik ilmî ölçüler içinde ve delile dayalı eleştirilerini sertlikle yaftalayıp mahkûm etmeye kalkışmalarını iyi niyetle bağdaştırmak mümkün mü?
Son Yüzyıla Damgasını Vuran İman Konusundaki Sapma
Aslında bu sonucu doğuran sebeplerden biri de, iman konusunda yaşanan ve özellikle Türkiyeli Müslümanlar olarak son yüzyılımıza damgasını vurmuş olan çok önemli bir sapmadır.
Kimi bireylerin, bir topluluk olmayı hiçbir zaman başaramayan, ateist eğilimlere sahip olmaları abartılarak çok yaygın gibi gösterilmiş ve buna karşı mücadele öne çıkarılıp Allah’ın varlığını ispat gündemde tutulmak suretiyle, tevhidin tebliği ihmal edilmiştir. Bu sebeple, şirke bulaşmış kitap ehliyle sanki çok büyük bir ortak payda varmış gibi gösterilerek ateizme karşı ittifak arayışlarına gidilmiştir.
Bu yanlış tespite dayalı yanlış tutum, İslâm’ı tebliğ mücadelesinde sapmalara ve sonuçta şirkin devre dışı bırakılmasına, görmezden gelinmesine, mazur görülmesine, tevhidî mücadelenin gündemden düşürülmesine yol açmıştır.
Allah’ın varlığına inanıp, kimi parça ibâdetleri şeklen yerine getirenlerin de mü’min ve Müslüman kabul edilmesi sonucunda, onlara ve şirke bulaşmış yanlış inançlarına eleştiri yöneltip Tevhidî imana davet edenlerin ise kınanmasına, tekfirci olarak suçlanmasına zemin hazırlanmıştır.
Cebriyecilik, kaderiyecilik gibi tarihî kökleri de olan, imanla ameli ayıran, insanların sadece iman ettin demekle kurtulabileceklerini iddia eden yanlış anlayışlar, 20. yüzyılda emperyalizmin istekleri doğrultusunda yönlendirilmiştir. Özellikle “mutlak küfür” olarak nitelenen “komünizme” karşı yeşil kuşak projesi çerçevesinde yönlendirilen bu anlayışla sol ve komünizm düşman ilan edilirken, sağ ve kapitalizm dost kabul edilmiştir. Solcular dışlanırken sağcılar ve kapitalistler Müslüman kabul edilmiştir. Böylece din adına kapitalist emperyalizme, NATO ve ABD projelerine hizmet edilmiştir. Ve halen de aynı anlayış, yeni bir formatla ve bu sefer “dinler arası diyalog” çerçevesinde, emperyalizme suna geldiği hizmetini sürdürmektedir.
Bugün uygulamaya konan küresel dönüştürme projeleri dikkate alındığında bu anlayış geçmişe nazaran daha büyük zararlar vermektedir.
Bir de “post modern” yaklaşımla ortaya atılan “hakikatin tek olmadığı” düşüncesi de bu tür savrulmaların, her türlü inanç ve düşüncenin meşru görülmesine, İslâm adına her söylenin doğru olduğuna dair sapmanın yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur. Bunlara göre mutlak hakikat Allah nezdindedir. Yeryüzünde mutlak hakikat yoktur. Hakikat zannedilenler aslında hakikatin farklı fenomenlerinden, tezahürlerinden sadece biridir. Bu sebeple “kesrette vahdet”, “çokluk içinde birlik” gibi ifadelerle izah edilmeye çalışılan bu düşünceye göre,
İMAN
- 159 -
hakikate ulaşabilmek için onun yeryüzündeki bütün tezahürlerini kucaklamak gerekir. Böylece sadece İslâm adına ortaya çıkan hurâfelerin değil, İslâm dışındaki bütün dinlerinde hakikatin fenomenleri, görüntüleri olduğu ve hatta bütün dinlerin kurtuluşa çıkaracağı iddia edilebilmiştir. Sonuçta kendini İslâm’a nispet eden her akımın, bu arada her türlü bid’atçı ve hurâfeci anlayışın da İslâm ve bunlara inananların Müslüman olduğunun iddia edilebilmesi kolaylaşmıştır.
Rölativizm (görecelilik) de doğrunun tek olmadığı, herkesin kendine göre doğrusunun farklı olabileceği, dolayısıyla herkesin Kur’an’ı ve İslâm’ı farklı algılayabileceği, İslâm anlayışlarının farklı olabileceği gibi sâbite kabul etmeyen anlayışlar da bu yanlışın yaygınlaşmasını desteklemiştir. Böylece şirk diye bir şey kalmamış, tevhidi tebliğ etmek, ma’rûfu emretmek, münkerden nehyetmek de anlamsızlaşmıştır. Çünkü herkesin İslâm’ı, ma’rûf anlayışı, münker anlayışı farklı ve hepsi de doğru kabul edilince bu tür bir sapma kaçınılmaz sonuç ortaya çıkmıştır.
Hâlbuki bütün Peygamberler, şirke karşı tevhid mücadelesini gündemleştirmişlerdir. Allah’ın varlığını ispat gayreti hiçbir Peygamberin yolu olmamıştır. Çünkü ateizm insanlık tarihi boyunca, hiçbir zaman bir ümmet, bir cemaat, bir topluluk olma boyutlarına ulaşamamıştır. İnsanların büyük çoğunluğu hep Allah’ın, bir yaratıcının varlığına ve evreni yönettiğine iman etmişlerdir. Bu hem fıtratın yönlendirmesi ve akl-ı selimin gereğidir. Hem de kevni âyetlerle ilgili gözlemlere dayalı düşüncenin doğal bir sonucudur.
Bu sebeple, tarihin hiçbir döneminde ateizmle tevhid dininin, dinsizlikle dinin mücadelesi sözkonusu olmamıştır. Ali Şeriati’nin de isabetle tespit ettiği gibi bütün Peygamberlerin ve izinde gidenlerin mücadeleleri, hep şirk dinine karşı tevhid dinini üstün kılma mücadelesi olmuştur.
“Andolsun ki Biz, ‘Allah'a kulluk edin ve Tâgut'tan sakının (kaçının)’ diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!” 571
“Senden önce hiçbir rasûl göndermedik ki ona: "Benden başka ilâh yoktur; şu halde Bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım.” 572
Allah Kur’an’da, tek tek Peygamberleri sayarak, onların kavimlerine, “Allah’tan başka ilah yoktur, o halde sadece O’na kulluk edin” diyerek tevhide çağırdıklarını beyan etmektedir. Peygamberler, insanları, Allah’ın varlığına inanmaya değil, zaten inandıkları ve bazı alanlarda da kendisine ibâdet ettikleri Allah’a eş koşmaktan arınmaya, Allah’ı ulûhiyette, rubûbiyette ve isim, sıfat ve fiillerinde birlemeye, tevhid etmeye çağırmışlardır.
İblis’in tutumu bile bu konuda uyarıcıdır ve Tevhid-Şirk mücadelesinde asıl tehlikenin yönü hakkında ipucu vermektedir. Şeytan bile Allah’ın zati varlığını inkâr etmemekte hatta O’na dua etmektedir. Ancak şeytanın bu zorunlu pazarlıklı teslimiyeti onu ve takipçilerini müşrik olmaktan kurtarmamaktadır. (İblis dua ederek Allah’tan kendisi ve askerleri şeytanlar için Kıyamete kadar insanların
571] 16/Nahl, 36
572] 21/Enbiyâ, 25
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imtihanında fitne olma izni almıştır.) 573
Müşrik Araplar da Allah’ı bütünüyle reddetmemekte, O’nu yaratan, öldüren, rızık veren, belalardan koruyan, evreni yöneten olarak kabul etmektedirler. Fakat O’nun, çeşitli alanlarda özellikle de hayatın düzeninde bu egemenliğini paylaştığı ortaklarının olduğunu iddia etmektedirler. Allah’ın çeşitli ilâhlar, rabler, veliler, niddler, şahitleri ortak olarak edindiğini iddia ederler.
“Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.” 574
“İlâhları, tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şey!’ dediler. Onlardan ileri gelenler: ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır.” 575
“Andolsun ki, onlara ‘gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan; "Onları şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı" derler… Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır. Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette "Allah" derler. O halde nasıl (Allah'a kulluktan) çevriliyorlar? (Rasûlullah'ın:) "Yâ Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir" demesini de (Allah biliyor).” 576
Ateizm (tamamıyla yaratıcıyı inkâr etmek), yeryüzündeki adâlet cihadında sahte bir hedeftir. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük zorbaları, diktatörleri bile yaratıcılık iddiasında bulunmamıştır. Meselâ Firavun sıkışınca, zorda kalınca Allah’a teslim olmuştur. Fakat bu teslimiyet icbara tabi tutulmayan özgür bir irade ile olmadığından değersizdir. Çünkü Allah’ın bağışladığı olanaklar, istikbâr ahlakını tercih etmekten dolayı heder edilmiş, Rabbimizin dünyadaki egemenlik alanına küstahça girilmiş ve bu tavır ölüm ânına kadar sürdürülmüştür. İman tercihini tam yapmak gerekir. 577
Firavun’un, Yüce Allah’ı hayatın belli merkezlerin kovma girişimi; günümüzde sekülerizm ve laiklik silahlarıyla yapılmaya çalışılmaktadır. Bu iki kavram ile Rabbimizin gönderdiği Din’in şeriatını siyasal, toplumsal ve kamusal alanlardan kovma mücadelesi verilmekte, hannâslar’ın dili ile kalplere Rabbânî gerçeklerden şüphe duymayı ilham eden vesvese malzemelerinin harcı karılmaktadır. Bu vesile ile hakikati bulandıran fitne tohumları cahiliyye bataklıklarında büyütülmektedir.
Kur’an itikadına göre bir insan icmalen iman ettiğini izhar etse, bazı ibâdetleri de yerine getirse, hayatın rengini belirleyen toplumsal ilişkilerin temel ölçülerini, siyaset, ekonomi ve ahlâkın ilkelerini hâkimiyetinde ortak tanımayan Allah’tan başka bir gücün değer yargılarına göre düzenlemeyi savunsa müşriktir.
573] 15/Hicr 35-36
574] 10/Yunus 18
575] 38/Sad 5-7
576] 43/Zuhruf, 9, 86-88
577] 17/İsrâ, 67; 22/Hacc, 11; 29/Ankebut, 69; 31/Lokman, 32
İMAN
- 161 -
Bütünlükten yoksun bir soyut iman iddiası, sözde sâlih amellerin değerini sıfırlamakta, bütün artıları eksiye çevirmektedir. Çünkü Allah ile indirdiği şeriatının bazı unsurları üzerinde pazarlığa girişmek şirktir
Tevhid inancının önündeki en büyük engel; insanın kendini kendine yeterli görüp, hak etmediği, gurura dayalı bir özgüvenden dolayı ilâh olarak hevâsına güvenmesidir. Gurura kapılmanın, kula yakışan tevâzuyu terketmenin, beşerî değerleri kutsamak olduğu gerçeğine işaret eden bazı âyetler için bk. 3/Al-i İmrân, 103; 8/Enfâl, 24, 63; 9/Tevbe, 40; 28/Kasas, 68; 53/Necm, 24; 67/Kalem, 38-40.
“Kalpler, ancak Allah’ın zikri ile huzura erecektir.”578 hakikatine uygun davranan mü’minler, hakkanî değerlerle nefsin olumsuz tutkuları olan hevâ (fucur) arasında doğru tercihi yapmış olmanın sükûneti içindedirler. İman ile gelişen selim akıl, yaratılıştan gelen Rabbânî değerlere bağlanabilme yeteneklerini de kullanarak geçici bedensel arzuların baskısından kurtulup mutmain olma imkânı vermektedir.
Hevâsına uyanlar ise, insanın yaratılıştan gelen dur durak bilmeyen arayış gerilimini asla dindirmeyecek sahte isteklerin ardında hayatlarını heba etmektedirler. Bedensel arzuların cazibesine kapılarak Ateş’e sürükleyici arzuların peşinden sürüklenmektedir.Böylece insanı huzura ulaştıran imanın meyvelerinden mahrum kalmaktadırlar.
Bu durum hevâsının tutkularının ardından biteviye koşanlarda huzursuzluk ve gerilime yol açmaktadır. İşte manevi dünyası fırtınalı böylelerini Rabbimiz, Kitabında “köpek gibi” davranmakla suçlamaktadır. “Biz eğer dileseydik onu âyetlerimizle yüceltir, üstün kılardık. Fakat o, hep dünyaya sarıldı ve yalnızca kendi arzu ve heveslerinin (hevâsının) peşinden gitti. Bu bakımdan, böyle birinin durumu, kışkırtılan bir köpeğin durumu gibidir. Öyle ki, onun üzerine korkutup varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da...” 579
İnsan hareket ve davranışlarına etki etmeyen bir Allah inancının varlığı ile yokluğu birdir. Tevhid akidesinden yoksun bir alan takdir etmek neticede iki alan tasavvur etmeye götürür. Birinde Allah’ın hâkim olduğu, diğerinde insanın ürettiklerinin hâkim olduğu iki alan. Böyle bir ilah, hâkimiyetini paylaşan, söz geçiremeyen, niçin yarattığı belli olmayan, yer yüzündeki egemenliğini zâlim sultacılara bırakan bir ilahtır ki, Allah böyle tasavvur edilmekten müstağnîdir.
İşte, bu Kur’ânî ve peygamberî mücadele ve tebliğ hattı, tevhid-şirk eksenli mücadele çizgisi terkedilerek, Allah’ın varlığına inanan şirke bulaşmış inanç sahipleri de -ki bunlar hep geniş kitleleri oluşturmuşlardır- hak gibi kabul edilince, Hak-bâtıl ayrım çizgisi ateizmin yanından çizilince, tevhid mücadelesi anlamını yitirmiş, Allah’ın varlığını ispat mücadelesi tevhid mücadelesi gibi algılanmıştır. Bu sebeple şirke bulaşmış geniş kitleleri Müslüman sayan anlayış, tevhidî dâveti gündemleştirmek isteyenleri de hep, “sert”, “sivri”, “aşırı uç”, “marjinal” ve “tekfirci” gibi yaftalarla karalamak yoluna gitmiştir.
Sonuçta Allah’a inanan ve ben “Müslümanım” diyen herkesi Müslüman sayan yaygın anlayış, tevhidi bilince ulaşmanın önünü tıkayan en büyük engeli
578] 13/Ra’d, 28
579] 7/A’raf, 176
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oluşturmuştur. Böylece tevhide aykırı tutumlar, hurâfeci din anlayışları meşrulaştırılırken, tevhidî duruş ve dâvet, emr-i bi’l-ma’rûf mahkûm edilmeye, radikalizm, aşırılık olarak yaftalanıp kınanmaya başlanmıştır.
Tevhidî kimi öbekler de işte bu yaftalanmadan kurtulmak ve yanlış din anlayışına sahip geniş kitlenin tasvibini alabilmek için, şirke bulaşmış, bid’atçı, hurâfeci anlayışlara prim veren onları meşru sayan konumlara doğru sapmışlardır.
İşte Bu Tehlikeli Gidiş, Mutlaka Engellenmelidir.
Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker’in Terkedilmesi, Hatta Kınanması Savrulmaları Yaygınlaştırıcı Rol Oynamıştır.
Münkerin yaygınlaşması, yanlış din anlayışlarının İslâm’danmış gibi sunulması, buna rağmen ıslah edici bir çabanın gösterilmemesi, üstelik sadece birkaç kişinin gösterdiği bu tür çabaların ise kınanması ve engellenmeye çalışılması büyük bir vebal ve tehlike oluşturmaktadır.
Hâlbuki Peygamberlerin pratiğinde yanlış din anlayışlarını ıslah ve emri bil maruf çok önemli bir yer tutmaktadır. Kendilerini hak dinden sayanların yanlış anlayışları cepheden hedef alınmış ve dışlanmış, hatta aşağılanmıştır.
Evet, bir yandan egemen sisteme ve cahili yapıya siyasal ve sosyo ekonomik eleştiriler ve tavırlar geliştirilirken, diğer yandan yine ilk âyetlerden itibaren içinde yaşanılan toplumun, hem de hak din zannı ile tabi oldukları yanlış din anlayışları da açık ve net eleştiri ve tavırlardan nasibini almıştır.
74/Müddessir, 18-19: Vahyî mesajın önerdiği muhkem doğrular karşısında teslim olmayan, demagoji yaparak lafı eğip büken kişilere tavır konulur.
81/Tekvîr, 8-9: Kız çocuklarını diri diri gömen sapkın inanç ve uygulamalar dışlanır, kınanır.
74/Müddessir, 43-48: Namaz kılmamaları, yoksulu doyurmamaları (Batıla) dalanlarla beraber dalmaları, ceza gününü yalan saymaları, şefaatçilerinin şefaatleri ile kurtulacaklarına inanmaları eleştirilir.
53/Necm, 19-23: Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği Lat, Uzza, Menat veya toplum vicdanında yer etmiş olan diğer putlar kınanmakta, bunların ancak zan ve hevânın ürünleri olduklarının altı çizilmekte, yanlış din anlayışına cepheden saldırılmaktadır.
53/Necm, 26: Allah’ın izni dışında şefaatin fayda vermeyeceği, yanlış din anlayışında önemli yer tutan ve insanları rehavete sürükleyen şefaat anlayışının batıl olduğu vurgulanmaktadır.
38/Sâd, 6-7: Gelenekle intikal eden “Atalar dinine” sahiplenenler eleştirilir ve azapla tehdit edilir.
7/A’râf, 28, 33: Atalardan intikal eden, hem de “Allah böyle emretti” denilerek yapılan çirkinlik, kötülük ve günahlar, din adına da yapılsa, bunların Allah’ın dininde bulunmadığı ve Allah’ın böyle şeyleri emretmeyeceği zikredilerek, aşağılanır, reddedilir ve bu yanlış din anlayışının şirk olduğu vurgulanır. (Bugün de İslâm’da olmayan pek çok bid’at ve hurâfe Allah ya da Rasûlü böyle emretti denilerek dinin içine sokulmuştur.)
İMAN
- 163 -
7/A’râf, 38-39: Topluma yanlış din anlayışları ve uydurma ilahlar üreten samiri konumundaki önderlerle, sorgulamadan onları takip edenlerin acı akıbetine dikkat çekilerek, bu kesimler uyarılır.
7/A’râf, 188: Gaybı bilme iddialarına çok net cevap verilmekte ve gaybı sadece Allah’ın bildiği vurgulanmaktadır.
7/A’râf, 191-198: Allah’tan başka ilah edinenlerin acizliği, Bu uydurma ilahların zarar ya da fayda vermeye güçlerinin yetmeyeceği, ne arkalarından gidenlere ne de kendilerine yardım edemeyecekleri, veli edinilmesi gerekenin ancak Allah olduğu, onların da yaratılmış oldukları ve Allah’a eş koşulamayacakları, onların da bizler gibi kul oldukları vurgulanır.
Görüldüğü üzere yine Mekke döneminde ve ilk surelerden itibaren, egemen sisteme ve onun haksızlık zulüm ve ifsadına karşı tavır koymanın, başta akidevi olmak üzere, siyasi, sosyal ve ekonomik konularda eleştiri ve tavırlar geliştirmenin yanında, aynı zamanda toplumun “Allah’ın dini”, “İbrahim dini” (İslâm) adı altında da olsa sahip oldukları hurâfeler yanlış din anlayışları temelden eleştiriye tabi tutulur ve tabiri caizse yerle bir edilir, aşağılanır, küçümsenir ve dışlanır. Hatta bu eleştirilerde bugün bazılarının sık başvurdukları eleştiri amaçlı nitelemeyle, üslup zaman zaman “sertleştirilir.”
Allah’ın ve Peygamberlerinin, yanlış din anlayışlarını üretip yaygınlaştırarak dinde tahrifat yapanlara ve bu tür muharref düşüncelere tabi olanlara yönelik üslûbu da gerçekten dikkat çekicidir.
Bugün de birçok yanlış inanış İslâm adına ortaya konduğu halde kimse bunları eleştirmeye, yanlış din anlayışlarına doğru savrulanları uyarmaya teşebbüs etmiyor, emri bil maruf yapmıyor, yapanlar ise kınanıyor ve münker giderek yaygınlaşıyor. Maruf ve Münkerin herkese göre farklılığı iddiasıyla bu sorumluluğun yerine getirilmesi engellenmektedir.
Hâlbuki, ma’ruf ve münkerin ne olduğunu Kur’an ve sahih sünnet belirlemekte, bize de bu ölçüleri birbirimize hatırlatıp, uyarmak görevi verilmiş bulunmaktadır. Üstelik bizim eleştirdiğimiz konular da, yorum alanına girmeyen, dinimizin sâbiteleri alanına dâhil olan hususlardır. Sâbitelerin varlığına inanmamız, değişime kapalı dogmatik tutum olarak nitelenip mahkûm edilince, rölativizm esas alınınca “emri bil maruf” da anlamını kaybetmektedir. Çünkü sâbite yoksa, rölativizm (izafilik-görecelilik) esas alınarak, herkese farklı şeyler söyleyen bir Kur’an anlayışına savrulunmuşsa, o zaman kimsenin kimseye “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” yapma imkânı kalmaz. Çünkü ortak bir Kur’an ve İslâm anlayışı, ortak bir maruf ve münker tanımlaması yoktur.
İslâmî hayat tasavvurunda, şüphesiz ki, öncelik insanın kendi nefsini vahyin ölçüleriyle ıslah edip Kur’an’la ahlâklanmasındadır. Bu sorumluluğunu her Müslümanın süreklilik arz eden bir biçimde yerine getirmesi kulluk görevidir. Ancak süreklilik arz etmesi gereken bu sorumluluğun yerine getiriliyor olması, bu süreçte gördüğü bir münkerden kardeşini men etme sorumluluğunu, asla ertelemesini gerektirmez. Çünkü kulluk bütünü içinde yer alan bu sorumlulukların tümünün erteleme kabul etmez bir süreklilik içinde yerine getirilmeleri gerekir.
Bazıları bizi “entegrist” olarak suçlasa da, onlara da rağmen, hepimizi
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlayan ve kıyamete kadar geçerli olan mutlak doğruların varlığına inanmak zorundayız. Dinimizin sâbitelerinin varlığına ve değişmezliğine inanmak mecburiyetindeyiz. Tevhid inancımız gereği hayatın hiçbir alanı Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlanamaz. Dinin sâbitelerini teşkil eden bu muhkem hükümler dışındaki yoruma açık alandaki farklılıkların ise hoş görülmesi gerekmektedir. Yorum alanında, hiçbir düşünceyi hiç kimseye dayatmamalıyız, böyle bir tutumu da hiçbir zaman onaylamadık. Bu bağlamda, hayatın bütün alanlarını düzenleyen dinimizin temel ilke, değer ve ölçülerine aykırılık yapanlara, üstelik bu yaptıklarının İslâm’a da uygun olduğunu iddia ederek en büyük iftiraları Allah’ın dinine yapmaktan çekinmeyenlere, “emr-i bi’l-ma’rûf” görevimiz gereği eleştiriler yapmanın önemli bir sorumluluk olduğunu kabul etmeliyiz.
Mü’min insanların Allah’a teslim olmalarının ve imanlarının kaçınılmaz bir gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün verdiği hükümleri aynen kabul etmeleri şarttır. Din konusunda Allah ve Rasûlü bir hüküm vazetmiş ise mü’min kadın ve erkeklerin bunun dışında bir tercih haklarının bulunmadığı Kur’an’ın değişik âyetlerinde açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur.580 Allah ve Rasûlüne inanıp, şeriatıyla amel etmek maruf, Allah’a şirk koşmak, peygamberi yalanlamak ve nehyettikleriyle amel etmek veya Allah’ın kerih gördüğü veya yapılması hoş olmayan işler ise münkerdir.581 Kur’an ve sünnetin yapılmasını emrettiği şeylerin yapılması gerekir. Ve bunlar maruftur. Kur’an ve sünnetin nehyettiği yasakladığı şeylerin de yapılmaması gerekir. Ve bunlar da münkerdir.582 Ayrıca bunlara ilaveten ve nasslara aykırı düşmemek kaydıyla, toplumda hayırlı, adil, doğru, iyi, faydalı, temiz ve değerli olarak bilinen her şey maruf, Kur’an ve sünnette yasaklanan, toplumda şer, zulüm, batıl, fâsid ve kötü olarak bilinen her şey de münkerdir.583 “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”; Kur’an’da ve sünnette üzerinde önemle durulan ve mü’min kadın ve erkeklere ısrarla yüklenen son derece ciddi bir yükümlülüktür. Mü’minler bu yükümlülüğün gereğini maruf olanı emretmek, münker olandan da nehyetmek sûretiyle yerine getirmekle emrolunmuşlardır.
“Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” ifadesi pek çok âyette geçmekte olmasına rağmen doğrudan emir veya nehiy biçiminde geçen şekli Lokman’ın (a.s.) oğluna tavsiyeleri arasında yer almaktadır: “Ey oğlum, dosdoğru namaz kıl, maruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret, çünkü bunlar azmedilmesi gereken işlerdendir.”584 Görüldüğü gibi Allah’ın bazı âyetlerde, önemine binâen birlikte zikrettiği namaz ve sabrın arasına yerleştirilerek emredilen bu yükümlülüğün de tıpkı namaz ve sabır gibi azmedilmesi gereken işlerden olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın öyle kolay bir şey olmadığı, bu sebeple bu görevi yerine getirenlerin başlarına bazı musibetlerin gelebileceği ikazı da yapılmaktadır. Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker görevi oto kontrol ve özeleştiri için tüm mü’min kadın ve erkeklere,585 ümmetin birliği ve helaktan kurtuluşu için hiç olmazsa
580] 33/Ahzâb, 36
581] Yard. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur’an-ı Kerim’de Maruf ve Münker, Ravza Yay. Sayfa 34
582] İzzet Derveze, et-Tefsirul-Hadis, c. 7, 137
583] İzzet Derveze, a.g.y.
584] 31/Lokman, 17
585] 9/Tevbe, 71
İMAN
- 165 -
ümmet içinde bir topluluğa,586 tüm insanlığın uyandırılması için İslâm ümmetine587 ve ilâveten İslâm devletine588 yüklenen, çeşitli âyetlerde tüm bu kesimlere ciddiyetle hatırlatılan çok önemli bir görevdir. İbn-i abbas’ın nakline göre Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle dediği rivâyet edilmektedir: “…iyiliği emredip kötülükten yasaklamayan bizden değildir.” 589
Bir toplumun kurtuluş veya helâkini tayin edecek kadar önemli olan “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”, ma’rûfu temsil eden ıslah edicilerin yani mü’minlerin hayatlarının vazgeçilmez bir parçasıdır. Yapmaları gereken en sürekli işlerdendir. Namaz ve sabırla birlikte en çok ısrar edilmesi gereken ibâdetlerin başında yer almaktadır. Günümüzde “emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i anil-münker” yapmak, küçümsenen, dışlanan, suçlanan, hatta alaya alınan bir konuma düşürüldü. Allah ve Rasûlünün, ısrarla, ciddiyetle ve büyük bir önemle yapmamızı istedikleri bu görevin yerine getirilmesi bazı Müslümanları rahatsız ediyor. Bu önemli görevin ifa edilmesi engelleniyor, bu sorumluluğu yerine getirenler kınanıyor. Hâlbuki böyle yaptıkları, birbirlerini münkerden nehyedip, ma’rûfu emretmedikleri için, İsrail oğulları toptan lanetlenmişlerdi. “İsrailoğullarından inkâr edenlere, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânet edilmiştir. Bu isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı, yapmakta oldukları şey ne kötü idi” 590
Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır; “Allah Teâlâ bütün halka, birkısım insanların yaptıkları (kötülük) münker yüzünden azab etmez. Ancak aralarında kötülüğü görüp ve onu ayıplamazlarsa, nehyetmeye güçleri yettiği halde bunu yapmazlar ise, böyle yaptıkları zaman, Allah hepsini mahveder.”591 Bir toplum içinde, ellerinde imkânlar olduğu halde, sırf bazı insanlarla iyi geçinmek, bu insanların tepkilerini çekmemek için veya bazı dünyevî çıkarlar, hesaplar uğruna, münker işleyenleri, Allah’ın dininin muhtevasını saptırmaya sebep olanları, hak adına batıl söz ve eylemleri icra edenleri eleştirmekten, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” den, yani ıslah edici fonksiyon ifa etmekten kaçınanlar, hem kendilerinin hem de tüm toplumun helâkine katkıda bulunuyorlar demektir. Rasûlullah (s.a.s.) bu görevin önemine ısrarla dikkat çekmektedir. “Abdullah b. Mes’ud’un rivâyetine göre de Hz. Peygamber (s.a.s.): “İsrail oğullarının ilk eksikliği şöyle olmuştu” diye buyurduktan sonra “birileri münker işleyen birini ilk gördüğünde ona bunu yapmasının helâl olmadığını söylerdi. Ertesi gün o kimseyi aynı halde görmesine rağmen oturur, onunla yer, içerdi. Bunun üzerine Allah kalplerini birbirine çarptı.” Daha sonra Hz. Peygamber Mâide sûresini 78. âyetin başından 81.âyetin sonuna kadar okudu ve şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim, ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyar, kötülük işleyenin Hakkın dışına çıkmasına fırsat vermezsiniz. Ya da Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar. Onları lânetlediği gibi sizi de lânetler.” 592
Düşünebiliyor musunuz, “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” yapmak bile yetmiyor! O kişiler işledikleri münkerden vazgeçmedikçe, onlarla birlikte
586] 3/Âl-i İmran, 104
587] 3/Âl-i İmran, 110
588] 22/Hacc, 41
589] Tirmizi, Birr 15
590] 5/Mâide, 78-79
591] Mevdudi, İslâmî Kavramlar, Pınar y., 2. baskı, sayfa 99
592] Ebû Dâvud, Melâhim17; Tirmizî, Tefsir, s. sûre, hadis 5, 6
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oturmak, yiyip içmek bile yasaklanmaktadır. Çünkü münkerden vazgeçmeyenle, onun bu halini nehyetmeden kurulacak birliktelik, beraber oturup kalkmak, yiyip içmek, dahi ona ve onun işlediği münkere meşruiyet kazandırabilecektir. Bu ise münkerin işlenmesine katkıda bulunmak, meşruiyet kazandırmak, rızâ göstermek anlamına gelecektir. Böylece zamanla diğerinin de ona benzemesi, toplumun bozulması ve helakı kaçınılmaz hale gelecektir. Bugün ise, münker ehline daha bir defa bile “emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” yapmadan, hoş görerek, rızâ göstererek birliktelik kurulmaktadır. Rahatsız olmadan beraber olunmaktadır. Üstelik böyle olması gerektiği savunulmaktadır. Şüphesiz ki bu, büyük bir vebali üstlenmektir.
Bugün genelde eleştiri ve emri bil maruf sorumluluğu ya hiç yerine getirilmemekte, ya da artık tarih olmuş, faaliyetleri bitmiş yapılara yönelik tarihi eleştiriler yapılmaktadır. Yaşanan fesad ise görmezden gelinmektedir. Ancak yaşayan grup ya da bireylerin devam eden yanlışlıkları yüzlerine ve açıktan eleştirilmeyince, hem düzeltme imkânı ortadan kalkmakta, hem de bu çevreler birbirlerinin, arkadan çok daha sert ve hatta tahkir edici boyutlarda gıybetini yapabilmektedirler. Böylece açıktan yapılacak ilmî eleştiriden hem yanlışı yapanlar, hem de onların yanlışının tebliğine muhatap olmuş toplum mahrum kalmaktadır. Ayrıca bu arkadan çekiştirmelerle, kalpler düşmanlaşıyor, ancak dünyevî ilişki ve diyaloglar riyakârca sürdürülüyor. Maalesef Müslümanlar arasında iki yüzlülük yaygınlaşıyor. Birbiri hakkındaki düşüncesinde içinde farklı dışında farklı Müslümanların sayısı artıyor. Samimiyet, eminlik ve adâlet yok oluyor. Şahsiyetler zaafa uğruyor. 593
İmanı Bozan Haller
İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, itikadın doğru ve tam olarak hayât boyu sürmesi gerekir. Kur'an ve sahih sünnet dışı olmaması ve imanı bozucu bir davranışın yapılmaması gerekir. İmanı bozan hallerin en önemlileri şunlardır:
a- Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah'tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Tâğut ise: Allah'ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah'ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah'ın Kitabında olmayan ve Kitab'a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah'ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. "Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için 'bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar. İşte bunlar, Allah'ın lânetledikleridir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın."594; "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor." 595
b- Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi amellerini yok ederek ebedî cehennemlik olmasına neden olan bir davranıştır.
593] Mehmet Pamak
594] 4/Nisâ, 51-52
595] 4/Nisâ, 60
İMAN
- 167 -
"Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun."596
"Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır." 597
c- Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü'minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü'minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü'min, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur.
"Allah, mü'minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır." 598
"Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar." 599
"Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için kendi aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz?" 600
Bâtıla İman
Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur.
"De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır."601
"Tek Allah'a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O'na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah'ındır." 602
"Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah'a iman ederler." 603
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü'min de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir.604 Doğru iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman insanlara Allah'tan başka ilah olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında
596] 39/Zümer, 65
597] 4/Nisâ, 48 ve 116
598] 2/Bakara, 257
599] 3/Âl-i İmran, 100
600] 4/Nisâ, 144
601] 29/Ankebut, 52
602] 40/Mü'min, 12
603] 12/Yûsuf, 106
604] Bk. 2/Bakara, 256
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. "Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil!" 605
Kur'an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. "İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır."606 Kur'an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur'an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur'an'a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır. 607
Doğru iman Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara, Allah'tan başka ilâh olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. "Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil!" 608
605] 12/Yûsuf, 40
606] 6/En'âm, 82
607] Bk. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217
608] 12/Yûsuf, 40
İMAN
- 169 -
İmanla İlgili Âyet-i Kerimeler
İman Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 45 Yerde:) 2/Bakara, 93, 108, 109, 143; 3/Âl-i İmrân, 86, 90, 100, 106, 167, 173, 177, 193; 4/Nisâ, 25; 5/Mâide, 5, 6/En’âm, 82, 158, 158; 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 23, 66, 124, 124; 10/Yûnus, 9, 98; 16/Nahl, 106, 106; 30/Rûm, 56; 32/Secde, 29; 33/Ahzâb, 22; 40/Mü’min, 10, 28, 85; 42/Şûrâ, 52; 48/Fetih, 4, 4; 49/Hucurât, 7, 11, 14, 17; 52/Tûr, 31; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 9, 10; 60/Mümtehıne, 10; 74/Müddessir, 31.
Mü’min, Mü’mine ve Çoğullarının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 230 Yerde:) 2/Bakara, 8, 91, 93, 97, 221, 221, 223, 248, 278, 285; 3/Âl-i İmrân, 28, 28, 49, 68, 110, 121, 122, 124, 139, 152, 160, 164, 166, 171, 175, 179; 4/Nisâ, 25, 25, 84, 92, 92, 92, 92, 92, 92, 92, 93, 94, 95, 103, 115, 124, 139, 141, 141, 144, 146, 146, 162, 162; 5/Mâide, 5, 11, 23, 43, 54, 57, 88, 112; 6/En’âm, 27, 118; 7/A’râf, 2, 72, 75, 85, 132, 143; 8/Enfâl, 1, 2, 4, 5, 17, 19, 62, 64, 65, 74; 9/Tevbe, 10, 13, 14, 16, 26, 51, 61, 62, 71, 71, 72, 72, 79, 105, 107, 111, 112, 122, 128; 10/Yûnus, 57, 78, 87, 99, 103, 104; 11/Hûd, 53, 86, 120; 12/Yûsuf, 17, 103; 14/İbrâhim, 11, 41; 15/Hıcr, 77, 88; 16/Nahl, 97; 17/İsrâ, 9, 19, 82; 18/Kehf, 2, 80; 20/Tâhâ, 75, 112; 21/Enbiyâ, 88, 94; 23/Mü’minûn, 1, 38; 24/Nûr, 2, 3, 12, 12, 17, 23, 30, 31, 31, 47, 51, 62; 26/Şuarâ, 3, 8, 51, 67, 102, 103, 114, 118, 121, 139, 158, 174, 190, 199, 215; 27/Neml, 2, 15, 77; 28/Kasas, 10, 47; 29/Ankebût, 44; 30/Rûm, 4, 47; 32/Secde, 18; 33/Ahzâb, 6, 6, 11, 22, 23, 25, 35, 35, 36, 36, 37, 43, 47, 49, 50, 50, 58, 58, 59, 73, 73; 34/Sebe’, 20, 31, 41; 37/Sâffât, 29, 81, 111, 122, 132; 40/Mü’min, 28, 40; 44/Duhân, 12; 45/Câsiye, 3; 47/Muhammed, 19, 19; 48/Fetih, 4, 5, 5, 12, 18, 20, 25, 25, 26; 49/Hucurât, 9, 10, 15; 51/Zâriyât, 35, 55; 57/Hadîd, 8, 12, 12; 58/Mücâdele, 10; 59/Haşr, 2, 23; 60/Mümtehıne, 10, 10, 11, 12; 61/Saff, 13; 63/Münâfıkun, 8; 64/Teğâbün, 2, 13; 66/Tahrîm, 4, 5; 71/Nûh, 28, 28, 28; 74/Müddessir, 31; 85/Bürûc, 7, 10, 10.
İman Kelimesinin Türediği E-m-n ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 878 Yerde)
İman Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Gaybe İman: Bakara, 3; En'am, 59; Yunus, 20; Nahl, 77; Fâtır, 82; Yasin, 11; Mülk, 12.
Haktan Şüphe Etmemek: Bakara, 147; Al-i İmran, 60; En'am, 114; Yunus, 94-95; Hucurat, 15.
İmanda Samimi Olmak: Al-i İmran, 16-17; Mü'minun, 57-61; Ankebut, 2-3; Feth, 29; Hadid, 7
Ye's (Ümitsizlik Halinde İman Geçersizdir: Nisa, 159; En'am, 158; Yunus, 90-91, 98; Enbiya, 122-15; Sebe', 54; Mü'min, 84-85; Muhammed, 18-19; Fecr, 21-23.
İman Edilecek Şeyler: Bakara, 177, 285; Nisa, 136.
İman Edenlerin Mükâfatı: Bakara, 62, 82, 186, 218, 277; Al-i İmran, 57; Nisa, 57, 122, 173; Maide, 9; En'am, 48; A'raf, 42-43; Tevbe, 20-22; Yunus, 9, 26; Hud, 23; Ra'd, 29; Kehf, 107-108; Ankebut, 58-59; Lokman, 8-9; Secde, 19; Ahzab, 35; Fâtır, 7; Fussılet, 8; Şura, 22-23; Muhammed, 12; Tûr, 21-24; Mülk, 12; İnşikak, 25; Buruc, 11; Leyl, 5-7; Tîn, 6; Beyyine, 7-8; Asr, 1-3.
Mü'minlerin İmanını Artıran Allah'tır: Feth, 4-5; Hucurat, 7-8.
Gerçek Mü'minler: Enfal, 2-4; Tevbe, 71, 112; Ra'd, 19-23; Hacc, 41; Mü'minun,1-11
57-61; Nur, 51, 62; Furkan, 63-68, 72-75; Neml, 3; Ankebut, 2-3; Secde, 15-18; Sebe', 6; Şura, 36-39; Hucurat, 15; Mearic, 22-35
Mü'minlerin Mükâfatı: Bakara, 25; Nisa,57; En'am, 127; A'raf, 42-43; Tevbe, 20-22, 72; Yunus, 9-10; Ra'd, 23-24; İbrahim, 23; Nahl, 97; Kehf, 30-31, 107-108; Meryem, 61-63; Taha, 75-76; Enbiya, 101-103; Hacc, 14, 23, 50, 56; Mü'minun, 10-11; Furkan, 75-76; Secde, 17; Ahzab, 47; Zümer, 10, 61; Duhan, 51-57; Ahkaf, 16; Muhammed, 2-3; Feth, 5; Hadid, 12; Mücâdele, 22; Teğabün, 9; İnsan, 12-22; İnfitar, 13, 15-16; Mutaffifin, 22-28.
Allah, Mü'minlerin Yardımcısıdır: Bakara, 257; Al-i İmran, 139, 160; En'am, 127; Tevbe, 40; Rûm, 47; Casiye, 19; Muhammed, 11.
Mü'minlerin Kutsal Kitaplardaki Özellikleri: Feth, 29.
Mü'minlerin Dostluğu: Al-i İmran, 118; Nisa, 144; Tevbe, 16, 71, 119.
Mü'minle Kâfir Karşılaştırması: Al-i İmran, 162-163, 196-198; En'am, 50, 122; Hud, 24; Ra'd, 19-21; Kehf, 32-44; Kasas, 61; Secde, 18; Fâtır, 19,22; Sâd, 28; Zümer, 9, 21-22; Mü'min, 58; Fussılet, 40; Casiye, 21; Muhammed, 14; Haşr, 19-20.
Mü'minle Münafığın Misali: A'raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe, 109.
Mü'minlerin Misali: Beyyine, 7.
Mü'minlerin Fazileti: Tevbe, 20-22, Beyyine, 7.
Allah, Mü'minleri Sevdirir: Meryem, 96.
Kur'an, Mü'minlerin İmanını Artırır: Enfal, 2; Tevbe, 124-125; Nahl, 102; Furkan, 73; Secde, 15; Zümer, 23; Zariyat, 55.
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mü'minler İçin Firavun'un Karısı Misal Getirildi: Tahrim, 11.
Mü'minlerin Dünyaya Bakışı: Kasas, 60.
Kâfirler Mü'minlerle Alay Ederler: Bakara, 212; En'am, 10; A'raf, 49; Yunus, 48; Meryem, 73-75; Furkan, 63.
Kâfirlerin Hayâtı Mü'minleri Aldatmasın: Al-i İmran, 196-197; Hıcr, 88; Taha, 131; Furkan, 10; Kasas, 79-82; Mü'min, 4; Zuhruf, 33-35; Ahkaf, 20; Kalem, 14.
Mü'minlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 32-33; Vâkıa, 88-91; Naziat, 2-3; Fecr, 27-30.
y- Allah'ın Rahmetine Ulaşacak Mü'minler: A'raf, 156-157.
z- Kıyamet Günü Mü'minler: Taha, 112; Enbiya, 101-103; Furkan, 24; Rum, 14-16; Yâsin, 55; Zümer, 73; Mü'min, 51; Zuhruf, 68-73; Câsiye, 30; Fecr, 27-30
İmanla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
(Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. –İlk rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)
İman, İslâm, İhsan Nedir? 2, 216-217.
İman Kapısı Her Zaman Herkese Açıktır: 3, 366.
İman Sahibi ve Doğru Olan Cennete Girer: 17, 603.
İman ve İslâm'a Giren Müteferrik Hadisler: 2, 319-325.
İman ve İslâm'ın Fazileti: 2, 197-198.
Kâmil İmana Ermenin Yolu: 12, 398-399.
Kalbinde Hardal Tanesi Kadar İmanı Bulunan Cennete Gidecek: 14, 407.
İmanın Artıp Eksilmesi: 10, 494-497.
İmanın Fazileti: 14, 381-382.
İmanın Hakikati: 2, 213.
İmanın Şu'beleri: 2, 240-245.
İmanın Tadını Almak İçin Üç Şeyin Yapılması: 2, 234-235.
Diliyle İmanını İkrar Edenin Kanı Haramdır: 14, 139.
Hz. Peygamber'in Müslüman Olan Mülteci Kadınların İmanını İmtihanı: 5, 120-1
Kimsenin İmanının Varlığı ve Yokluğu Hakkında Konuşamayız: 12, 221.
İmanla Ölen Herkes, Cezasını Çektikten Sonra Cennete Girecektir: 14, 467-469.
İmansız İyiliğin Sevabı Olmaz: 2, 203.
İmtihan Olunacak Beş Şey: 17, 540.
Asırlarca Her Yerde Aynı İnançlar: 11, 231-232.
Mü'minler
Mü'min Bir Yılanın Deliğinden İki Defa Sokulmaz: 16, 337-338.
Mü'minde Bulunması Gereken İki Mümtaz Sıfat: Şükür ve Sabır: 2, 208.
Mü'min Kabirde Bile İbâdeti Düşünür: 17, 600.
Mü'min Neden En Çok Hayır Görür: 17, 193.
Mü'min Olabilmenin Asgari Ölçüsünü Belirten Hadis: 2, 201.
Mü'mine Ancak Hüsn-i Zan Edilir: 17, 522.
Mü'mine La'net Etmek Onu Öldürmek Gibidir: 16, 366.
Mü'mine Yakışmayan Sözler: 15, 143.
Mü'mine Yakışmayan Vasıflar: 15, 143.
Mü'mine Zarar ve Hile: 16, 358-359.
Mü'mini Kasten Öldürenin Günahının Affedilip Affedilmeyeceği: 3, 414-415.
Mü'minin Devamlı Bela ve Musibetlere Giriftar Olması: 2, 320; 4, 326.
Mü'min Hususiyetleri: 15, 392; 16, 337-338.
Mü'minler Birbirine Buğzetmez: 10, 93.
Mü'minler Kardeştir: 15, 145.
Mü'minler Sayıca Az Olmalarına Rağmen Kâfirleri Yener: 3, 499.
Mü'minlerin Düştüğü Bir Vesvese: Her Zaman Aynı Uhrevî Hâleti Yaşayamamak: 2, 366-367.
İMAN
- 171 -
Mü'minin Hastalığı: 9, 545.
Mü'minin Kanı, Malı Haramdır: 17, 521.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 160-172
2. Tefsir-i Kebir, -Mefatih-i Gayb- Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1 s. 449-456
3. Fi Zılali'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1 s. 78-80
4. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 162-170
5. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1 s. 82-83
6. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1 s. 33
7. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 486-500
8. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 98-100
9. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3 s. 145-151
10. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
11. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
12. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 218-230
13. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 302-309
14. İslâm, Mevdudi, Furkan Y.
15. Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 37-53
16. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-124
17. İlahi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 290-301
18. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 1-127
19. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 262-263
20. Dini Hayâtın Psiko - Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 11-31
21. Kur'an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 208-223
22. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 129-225
23. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. s. 113-117
24. İslâm'ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 25-49
25. İnanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 76-80
26. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 219-220
27. Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 98
28. Terimler Sözlüğü -Kitabu't- Ta'rifat- , Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 29, 31, 43
29. Yeryüzünün Varisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 82-99; 278-281
30. Kelime-i Tevhid Davası, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 13-72
31. Akide, Şeriat ve Hayât Yolu La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. s. 73-89
32. İslâm'da İman Esasları, Bekir Topaloğlu, İFAV Y. s. 20-25
33. İslâm'da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dava-Çağ Y. s. 33-43
34. İslâm Akaidi, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 11-57
35. İman ve Sosyal Hayât, Beheşti, Birim Y. s. 11-25
36. Güven: İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 178-183
37. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 19-54
38. Kur'an'da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 269-270
39. Esmaü'l Hüsna, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 52-55
40. Esmaü'l Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 80-82
41. Esmaü'l Hüsna Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 91-93
42. Esmaü'l Hüsna, A. Süleyman Tilmisani, İnsan Y. s. 181-182
43. Esmaü'l Hüsna'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 21-22
44. Kur'an Okulu, Cüz Cüz Kur'an Meal ve Tefsiri, 5. Sayı s. 234-238
45. Kur'an'da İman, Veysel Özcan, Mirfak Y.
46. İman, M. Zahid Kotku, Seha Neşriyat
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
47. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
48. İman, Mustafa Kasadar, Ravza Y.
49. İman, A. Nedim El-Cisr 1, 2 Kitabevi Y.
50. İman Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Neşriyat
51. İman Buhranı, Isamüddin Attar, Yunus Emre Y.
52. İman Hakikatları, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Y.
53. İman Hakikatleri Etrafında Suallere Cevaplar, İ. Fenni Ertuğrul, Sebil Y.
54. İman-İslâm-İhsan, Abdülaziz Hatip, Nesil Y.
55. İman-Küfür Muvazeneleri, Bediuzzaman Said Nursi, Tenvir Neşriyat
56. İman Nurları, Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.
57. İman Prensipleri, Hüseyin Emin Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.
58. İman Risalesi, Sâlih El-Sırriyye, Sor Y.
59. İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Y.
60. İman ve Ahlakın Hayâti Değerleri, Mikdat Yalçın, Hikmet Y.
61. İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
62. İman ve Cihad, Yusuf Yiğitalp, Rehber Y.
63. İman ve İnsan, Haydar Baş, Belge Neşriyat
64. İman ve İslâm Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
65. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
66. İman-Mü'min, Sâlih Çavuşoğlu, Hanif Y.
67. İmana Çağrı, Hatice Özyiğit, Şelale Y.
68. İmanın Tadı Alınınca, Abdullah Ulvan, Uysal Y.
69. İmanın Temel Esasları, Süleyman Aksoy, Sır Y.
70. İmanla Gelen İlim, Haluk Nurbaki, Damla Y.
71. İman Aynası (Müslüman Yiğit Erkekler), Abdullah Naim Şener, Sönmez Neşriyat
72. İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y.
73. İnançlar, Kenan Çığman, Gonca Y.
74. İnançta Hassas Ölçüler, İmam Gazali, Hisar Y.
75. Kur'an'da İnsan, İman ve Âhiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.
76. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kafir, Münafık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
77. İmanı Çabuk Anlamak, Harun Yahya, Vural Y.
78. Kâmil İman, Harun Yahya, Vural Y.
79. İman-Amel İlişkisi: İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 277-283
80. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 171-174; 342-349
81. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. 32-40
82. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 249-260
83. Yirminci Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 80-82
84. İslâm, Mevdudi, Furkan Y. s. 39-50
85. Kelimetü'l İhlas, 37-38

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:10

İMAM

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

İMAM


- 93 -
Kavram no 91
Nimet 11
Görevlerimiz 15
Bk. Halife; Namaz; Hüküm-Hâkimiyet
İMAM
• İmam; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de İmam Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İmam Kavramı
• İmâmet-i Kübrâ
• İmâmet Sisteminin Temel Özellikleri
• İmâmetin Önemi
• İzinden Gidilen Önderler; Takvâ İmamları ve Küfür İmamları
• Zâlim ve Fâsığın İmameti
• Zâlim ve Fâsık İmama Karşı Kıyam Hakkı
• Cemaat/Teşkilât İmamlığı
• Namaz İmamlığı
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." 318
İmam; Anlam ve Mâhiyeti
“İmam” kelimesinin sözlük anlamı; önde olan, kendisine uyulan, önder, lider demektir. “İmam” kelimesi, anne demek olan “el-ümm” kelimesinden türemiştir. “Ümmet” kavramı da aynı köke dayalı olarak; bir köke, bir öze, bir anne gibi asıla bağlı olan mânâsına gelir.
“İmam”, bir anlamda “ümmet”in önderidir. “İmam”, kendisine uyulan bir liderdir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır. Bu cemaat de bir imamın/önderin peşinde olduğu için “ümmet” adını almaktadır. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
İslâm hukukunda “imâmet”, dünyayı din ile idâre etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir. Müslümanların işlerini yönetmek için Rasûlullah’a vekil olana da imam denir. “İmam”, müslümanların özel bir seçim sistemi olan “biat”ı ile seçilen, ümmetin (müslüman toplumun) din ve dünya siyasetini idare etmek üzere seçilmiş müslüman önderlere denir. Bu mânâda ‘imam’, İslâm’la yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır. Bu imama “ulu’l-emr”, “halîfe”, “emîru’l-mü’minîn” de denilir. Mü’minler, kendi zamanlarında müslümanların serbest biatıyla (özel seçimiyle) iş başına gelen imama tâbi olmak durumundadırlar. Böyle bir imama biat etmeden ölen müslümanlar hata etmiş olurlar.
318] 2/Bakara, 124
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Namaz kıldırmak için önde olanlara da, “namaz imamı, namazda önder” denmiştir. Çünkü o da namazda önde bulunmaktadır ve arkasında bir cemaat (bir ümmet) namaz için toplanmaktadır. Namazda ümmet durumunda olan cemaat, ümm (ana, kök, asıl, önder) durumundaki imama yani cemaatin liderine uymaktadırlar.
İnsanların kendilerine uyup ilimlerinden ve ictihadlarından faydalandıkları büyük âlimlere de “imam” denilmiştir. Çünkü insanlar, herhangi bir meselede onların fikirlerinin etrafında toplanmakta ve onların ictihadının rehberliğinde sorunlarına çözüm bulmaktadır. Mezhep imamları bu mânâdadır. İmam A’zam, İmam Şâfii, İmam Ahmed bin Hanbel gibi.
Ayrıca hadis ilminde otorite olan, en bilgili, hadis ilminde peşinden gidilen büyük âlimlere de hadiste “imam” denilmiştir. İmam Buhârî, İmam Müslim gibi.
Peygamberimiz’in kızı Hz. Fâtıma (r. anhâ) ile Hz. Ali’nin (r.a.) soyundan gelen önderlere de “imam” adı verilmektedir. Bu temiz soydan silsile yoluyla gelen önderlere ‘Ehl-i Beyt imamları’ denilmektedir ki sayıları on iki tanedir.319 İmam Ali, İmam Câfer-i Sâdık, İmam Zeynelâbidin gibi.
Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma ilmi olan kıraat ilminde üstün bir yeri olan âlimlere de “kıraat imamları” denilmiştir.
Dikkat edilirse, bunların tümünde bir önderlik ve peşinde olan bir cemaat olgusu (ümmet) sözkonusudur. “İmam”, özet olarak, bir topluluğa önder olan demektir. Günümüz Türkiye’sinde, imam kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca namaz/câmi imamlığı mânâsı kalmıştır. O da, çoğunluğun kafasında basit karşılığı olan bir kavramdır.
Görünen o ki, bugün paramparça olan İslâm ümmetini ilimde, siyasette ve toplumsal hayatta bir araya toplayacak müslüman imamlara -önderlere, rehberlere- ihtiyaç vardır. Müslümanların biatıyla (özel ve serbest tercih ve onaylamasıyla seçilmiş) halifelere de ‘imam’ denildiğini tekrar hatırlayalım. Müslümanlar, bu şekilde seçilmiş bir imamın önderliğinde her tür işlerini ve ibâdetlerini daha iyi yerine getirirler, yaşadıkları coğrafyayı daha iyi ıslah ve tanzim ederler.
Müslümanlar, her devirde bol miktarda meydanda olan “küfür ve şirk” imamlarını çok iyi tanımalı, onların peşinden gitmemelidir. Onların kurduğu düzenlere, ortaya koydukları dünya görüşlerine ve hayat anlayışlarına karşı dikkatli olmalıdır. 320
Kur’ân-ı Kerim’de İmam Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri de ‘Ümmü’l Kitab’dır. Yani kitapların anası, kaynağı, kökü.321 Kur’ân-ı Kerim, aynı zamanda ‘İmâmü’l Mübîn’dir. Yani apaçık önder, yol gösterici, birleştirici, önde olandır. ‘İmam’, Yâsin Sûresinde, kaderin yazıldığı yer, Levh-i Mahfuz anlamında kullanılmıştır.322 Kur’an’da; takvâ
319] Bk. Buhârî, Ahkâm; Müslim, İmâre 9, hadis no: 1821
320] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 302
321] 43/Zuhruf,1-4
322] 36/Yâsin, 12
İMAM
- 95 -
sahiplerine önder olma isteği ve bu konudaki duâ övülmüştür.323 Demek ki imam (lider, önder) olmak bir nimet ve bir şereftir.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrâhim’e (a.s.), ‘insanların imamı’ sıfatını vermektedir. İbrâhim (a.s.), büyük peygamberlerdendir ve Tevhidin babası sayılmaktadır. O bu mânâda bütün insanların önderidir. Yahûdiler ve hıristiyanlar günümüzde bile İbrâhim’i (a.s.) severler.324 İbrâhim (a.s.) soyundan gelen peygamberler de insanlığa birer imamdır. 325
‘İmam’, etrafında bir topluluk (ümmet) toplayan, onları peşinden götüren, onlara yol gösteren insandır. İmam makamında olan önderler, insanları hidâyete ve kurtuluşa götürdükleri gibi, peşine takılanları ateşe sürükleyenler de vardır.326 Bunlar, "eimme-i küfr"dür, küfrün imamları, kâfirlerin önderleridir. Fazîletli insanlara, mü'minlere, takvâ sahiplerine imam olmak ne kadar şerefli bir rütbe ise, inkârcılara ve günahkârlara imam olmak da o kadar şerefsiz ve aşağılık bir iştir. Kıyâmet günü bütün insanlar, kendilerine yol gösteren veya peşinden gittikleri, izini takip ettikleri imamlarıyla (önderleriyle) beraber diriltilecek ve o şekilde hesaba çekileceklerdir. 327
"İmam" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de tekil olarak 7, çoğul olarak da 5 olmak üzere toplam 12 yerde geçmektedir. İmam kelimesi, bu âyetlerde şu anlamlarda kullanılmıştır:
a- İyilik önderleri: Kur'an'da "imam" kavramı, daha çok önder, iyilik önderleri anlamında kullanılır. Bazı peygamberler imam olarak vasıflandırılır,328 bazı iman edip takvâ sahibi kimselerin muttakîlere imam olmak için duâ ettikleri vurgulanır.329 Tüm bu âyetlerdeki kullanım, iyilik önderleri anlamındadır.
b- Kötülük önderleri: Kur'an, küfrün imamlarıyla savaşılmasını emreder.330 Yine, bazı yöneticiler, insanları ateşe çağıran imamlardır.331 İnsanlara önderlik edenlerin bir kısmı, onlara kötülük yaparak dünyada huzursuz eden ve âhirette cehenneme sürükleyen kimseler olabilir. Meselâ, Firavun, kötülük timsali önder olarak gösterilir.332 Bu âyetlerdeki imam kavramı, kötülük önderi anlamındadır.
Görüldüğü gibi imam kavramı, genel olarak hak önderleri anlamında kullanıldığı halde, küfrün lider ve önderleri için de kullanılır. "İmam" lafzı mutlak (genel) anlamda kullanıldığı zaman, bâtıl imamlara kullanılmaz. Kur'an'da küfür imamlarının anlatılması, hep kayıtlı olarak ("küfür imamları" şeklinde) gelmiş, mutlak bir ifade ile (sadece "imam" şeklinde) kullanılmamıştır. Kâfirler imam/önder olamayacaklarından, kâfirlerin önderlerine mutlak olarak "imam" ismi verilemez; ancak "kâfirlerin imamları" şeklinde kullanılır.
323] 25/Furkan, 74
324] 2/Bakara, 124
325] 21/Enbiyâ, 73
326] 9/Tevbe, 12; 28/Kasas, 41
327] 17/İsrâ, 71-72
328] 2/Bakara, 214
329] 25/Furkan, 74
330] 9/Tevbe, 12
331] 28/Kasas, 41
332] 28/Kasas, 39-41
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c- Kitap ve peygamber: Kur'an'da "imam" kavramına, önder anlamının yanında, kitap ve peygamber mânâsı da verilir. 333
d- Levh-i Mahfuz: İmam kelimesinin Kur'an'da diğer bir anlamı, Levh-i Mahfuz'dur.334 Levh-i Mahfuz; Allah tarafından takdir olunmuş şeylerin yazılı olduğu mânevî levha, kitap demektir.
e- Yol: İmam kelimesi, bir âyette de yol anlamına kullanılmıştır.335 Yola imam denilmesi, yolun uyulup izlenmesiyle ilgilidir.
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." 336
“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün imamlarına/önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 337
“Rabbin tarafından gelmiş açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şâhidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir imam/önder ve bir rahmet olarak Mûsâ’nın Kitab’ı (elinde) bulunan kimse, (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar, ona (Kur’an’a) inanırlar...” 338
“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. Fakat Biz, onlardan da intikam aldık. Bu yerlerin ikisi de (Eyke ve Hicr) açık bir imam/yol üzerindedir.” 339
“Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile birlikte çağıracağımız günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.” 340
“Ona (İbrâhim’e), İshak’ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Ya’kub’u lütfettik; her birini sâlih insanlar yaptık. Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren imamlar/önderler yaptık ve kendilerine, hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibâdet eden kimselerdi.” 341
“Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.” 342
“Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).” 343
“Onları (Firavun ve askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” 344
333] 17/İsrâ, 71
334] 36/Yâsin, 12
335] 15/Hıcr, 79
336] 2/Bakara, 124
337] 9/Tevbe, 12
338] 11/Hûd, 17
339] 15/Hıcr, 78-79
340] 17/İsrâ, 71
341] 21/Enbiyâ, 72-73
342] 25/Furkan, 74
343] 28/Kasas, 5
344] 28/Kasas, 41
İMAM
- 97 -
“Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/rehberler yaptık.” 345
“Şüphesiz ölüleri ancak Biz diriltiriz. Önden gönderdikleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. Zâten Biz, her şeyi apaçık bir imam/kitap (olan Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır.” 346
“Ondan önce de bir rahmet ve imam/rehber olarak Mûsâ’nın kitabı vardır. Bu (Kur’an) da, zulmedenleri uyarmak ve muhsinlere/iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisânıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.” 347
Hadis-i Şeriflerde İmam Kavramı
“İnsanlar üzerinde olan büyük imam, çoban (gibi)dır. (Çobanın sürüden sorumlu olduğu gibi) O da halkından sorumludur.” 348
“Kim imama bey’at etmeden ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm) ile ölür.” 349
“Üç kişi sefere çıktıkları zaman içlerinden birini emir tâyin etsinler.” “Üç kişi, yeryüzünde bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir tâyin etmemeleri onlara helâl olmaz.” 350
“Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş; kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.” 351
“Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah kuru üzüm gibi Habeş’li bir köle olsa bile, sizin aranızda Allah’ın kitabını uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.” 352
“Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar) emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta (İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” 353
"Allah'a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez." 354
“Üç kişi vardır ki, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları tezkiye etmez/temize çıkarmaz. Hem onlara elîm bir azap vardır. Bunlar: 1- Kırda fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen, 2- İkindiden sonra bir kimseye bir mal satan ve o malı ‘(kendim) şu kadara aldım’ diye Allah’a yemin ederek, gerçek bunun aksine olduğu halde müşteriyi kendisine inandıran, 3- Bir imama, yalnız dünyalık için bey’at eden, dünyalık verirse sözünde duran, vermezse durmayan kimselerdir.” 355
345] 32/Secde, 24
346] 36/Yâsin, 12
347] 46/Ahkaf, 12
348] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre, hadis no: 1705; Ebû Dâvud, İmâre 1; Tirmizî, Cihad 7, hadis no: 1705; Ahmed bin Hanbel, 2/54
349] Müslim, İmâre 58, hadis no: 1851
350] Ebû Dâvud, Cihad 87; Ahmed bin Hanbel, 2/177
351] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26
352] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27
353] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis no: 707; Ebû Dâvud, Cihad 96; Nesâî, Bey’at 34; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111
354] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
355] Buhârî, Ahkâm 48; Müslim, İman 173; Tirmizî, Siyer 35, hadis no: 1595; İbn Mâce, Ticâret 30, hadis no: 2207
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Bir kimse imama bey’at eder de ona şaklayan elini ve kalbinin semeresini verirse, elinden geldiği takdirde hemen ona itaat etsin! Başka biri gelir de onunla çekişirse sonradan çıkana itaat etmeyin!” 356
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” 357
“Sizden kim yaşarsa çok ihtilâf görecektir. Size vâcip (gerekli) olan Benim sünnetim ve hidâyette olan râşid halîfelerimin sünnetine uymanızdır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden (bid’atlerden) sakının. (Din ve ibâdet olarak) Sonradan çıkarılan şey bid’attir. Ve her bid’at dalâlettir/sapıklıktır.” 358
“Nübüvet hilâfeti otuz senedir. Sonra krallık olur.” 359
“Sizin aranızda Allah’ın, olmasını dilediği kadar nübüvvet olacak, sonra peygamberliği kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzerine hilâfet olacak; o da Allah’ın olmasını istediği kadar olacak. Sonra hilâfeti, kalkmasını dileyince kaldıracak. Sonra ısırıcı krallık olacak. O da Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği, kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra zorba/zâlim krallık olacak. O da Allah’ın, olmasını dilediği kadar olacak. Onu da kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzere hilâfet olacak.” 360
“Benî İsrâili peygamberler yönetirdi. Bir peygamber vefat ettiği zaman yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki, Benden sonra peygamber yoktur. Ama halîfeler gelecek, hem de çok olacaklardır.” Ashâb: “O durumda bize ne emredersin?” diye sordular. “Birinciye ve ondan sonra gelene yaptığınız bey’atı tutun! Onlara haklarını verin. Çünkü Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden soracaktır.” 361
Câbir bin Semûre’nin (r.a.) rivâyetine göre Rasûlullah şöyle buyurdu: “On iki halîfe olacak.” Râvi Câbir diyor ki; Sonra, bir kelime dedi ki, ben onu işitemedim. Babama: “Ne söyledi?” diye sordum. O da; “Hepsi Kureyş’den” dedi.” 362
“Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.” 363
“Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen
356] Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvud, Bey’at 25; İbn Mâce, Fiten 9; Nesâî, Bey’at 25; Ahmed bin Hanbel, 2/161
357] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
358] Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2676; Ebû Dâvud, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 42; Dârimî, Mukaddime 6
359] Ebû Dâvud, Sünnet 8; Tirmizî, Fiten 48, hadis no: 2226
360] Ahmed bin Hanbel, 4/273
361] Buhârî, Enbiyâ 5; Müslim, İmâre 44, hadis no: 1842; İbn Mâce, Cihad 42, hadis no: 2871; Ahmed bin Hanbel, 2/97
362] Buhârî, Ahkâm; Müslim, İmâre 9, hadis no: 1821
363] Buhârî, Ahkâm 8
İMAM
- 99 -
hiçbir âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete girebilsin.” 364
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.” 365
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” 366
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur: “Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun işin (İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye cevap vermiştir. 367
Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) şöyle diyor: “İmamları (yöneticileri) ve rehberleri istikamet üzere oldukları müddetçe, insanlar istikamet üzere olmaya devam edecektir.” 368
Selman’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab (r.a.), Selman’a (r.a.), “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan sorduğunda Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların arazisinden bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan, sonra da onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarf edersen) işte sen bu halinle kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır, aralarında adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin ev halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat ve merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir”. Kâ’b, bu cevap üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını ayırt edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı ilham etti.” 369
İmâmet-i Kübrâ
İslâmî topluluğun dinî ve siyasî liderliğine imâmet-i kübrâ denilir. Bu anlamda "hilâfet" kavramı kullanıldığı gibi, başlangıçtan itibaren ve özellikle şiî müslümanların bu kavram yerine "imâmet"i kullanmasından sonra "imâmet" kelimesi de kullanılmaya başlanmıştır. Aynı zamanda bu makama, namaz kıldırma vazifesi demek olan imamlıktan (imâmet-i suğrâ/küçük imâmet) ayırt etmek için "İmâmet-i kübrâ" da denilmiştir.
Şiî müslümanların dışında ve özellikle ehl-i sünnete göre imâmet-i kübrâ, itikadı ilgilendiren bir konu değildir. Sadece kulların fiillerine ait muâmelâtla ilgili meselelerdendir. Rasûlullah'ın vefatını müteâkip ashâbın imam/halîfe seçtikleri ve İslâm ümmetinin imamsız bir zamanının geçmesine rızâ göstermedikleri tevâtüren sâbittir. Nitekim Hz. Ebûbekir, meşhur ilk hutbesinde buna işaret ederek diyordu ki; "Haberiniz olsun ki, Muhammed (s.a.s.) vefat etmiştir ve bu dini ayakta tutacak bir reise (imâmet-i kübrâya) mutlaka ihtiyaç vardır." Muhtemel
364] Müslim, İman 229, hadis no: 142
365] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92
366] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
367] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23
368] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/292; Beyhakî, Sünen
369] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir zararın defedilmesi ve ümmetin çeşitli maslahatı bakımından da imam/halîfe seçilmesinin vâcip olduğunda icmâ edilmiştir. Bu nedenle herkes Hz. Ebûbekir'in sözünü yürekten kabul etmiştir. 370
Taftazânî, şunları da söylemektedir: "İmâmet-i kübrâ meselesi, itikadî esaslardan olmayıp fıkhı ilgilendiren bir meseledir. Fıkıh kitaplarımızda zikredilmiştir ki; millet için, dini yaşatacak, sünneti ayakta tutacak, mazlumları koruyacak ve haklıyı haksızdan ayıracak bir başkana/imama mutlaka ihtiyaç vardır.371 İmamın seçimi ise; "ehl-i hall ve'l-akd"in seçmesi ile olur. Diğer bir görüşe göre; daha evvelki imam tarafından bir tavsiye ile beraber halkın ileri gelenlerinin bey'atından ibârettir. Bu iki görüş arasında gerçekte büyük bir ayrılık yoktur. Bu ihtilâf, ilk halîfelerin tesbit tarzından ileri gelmektedir.
İmamda Aranan Şartlar: İmamın mükellef, müslüman, hür ve erkek olmasından başka şu şartları da taşıması gerekir:
1- İlim: İmâmete aday gösterilecek kimse, Allah'ın insanlara bildirdiği kanunlarını tam mânâsıyla bilip derinliğine nüfuz edecek kadar âlim olmalıdır.
2- Adâlet: İmamlığa aday olacak kimsenin âdil olması gerekir. Bu makam, adâletle iş görmesi gereken bütün diğer makamları idare ve kontrol eden bir makamdır. O halde imamın her şeyden evvel âdil olması gerekir. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin, zâlilmlerin ta kendisi olduklarından372 imamların, Allah'ın hükmünü gereken titizlikle uygulamaları şarttır. Yine adâlet, fıskın (fâsıklığın) zıddı olduğundan, âdil olması gereken imamın, günahlarda ısrar eden veya büyük günah işleyen birisi olmaması gerekmektedir.
3- İktidar ve ehliyet: Dinin korunması, düşmanla savaş, Allah'ın hükmüne uygun çeşitli kanunların çıkarılması, İslâm'a uygun hükümlerin konulması ve şer'î cezaların (hadlerin) tatbik edilmesi gibi birçok hususta imamın, zamanında karar vermesi ve bu kararı yerinde tatbik edebilecek ehliyete ve fevkalâde bir siyâsî basîrete sahip olması gerekir. Bazı eserlerde ayrı birer sıfat olarak zikredilen cesaret, ictihad ve rey sahibi olması da iktidar ve ehliyetin içinde değerlendirilebilir. 373
4- Bünyesinin sağlam ve ârızasız olması: İmâmet makamına gelecek kimsenin delilik, körlük, sağırlık, dilsizlik, iki el ve ayağının yokluğu gibi noksanlıklardan berî ve duyularının sağlam olması lâzımdır. Çünkü bu noksanlıklar, imamın üzerine aldığı işleri başaramamasının sebeplerindendir. Bu bakımdan eğer bu eksiklikler, şahsın sadece görünüşünü ilgilendiren cinsten ise, o zaman bu şart, bir kemal şartı olur.374 Meselâ körlük, sağırlık, dilsizlik sebebiyle imam azledilir; fakat ağır işitmek ve kekemelik sebebiyle azledilemez.
İmâmet makamına gelecek kimsenin Kureyş'li olmasına gelince; "İmamlar Kureyştendir" hadis-i şerifi ile ileri sürülen bu şartı, bazı âlimler, meselâ Ebûbekir Bâkıllâni gibi ilim adamları kabul etmemişlerdir.375 Bu hususta İbn Haldun'un
370] Taftazânî, Şerhu'l-Makasıd II/271
371] Taftazânî, a.g.e. II/27
372] 5/Mâide, 45
373] Taftazânî, a.g.e. II/271
374] İbn Haldun, Mukaddime I/342-343
375] Bk. İbn Haldun, Mukaddime, 345
İMAM
- 101 -
görüşü şudur: "Halîfenin/imamın Kureyş'ten olmasının şart koşulmasının asıl sebebi, Kureyş'in devleti idare ve koruma kudretine sahip olduğu ve çekişmeleri ortadan kaldırabildiği içindir. Şâri', hüküm ve kaideleri yalnız bir kavim, bir asır ve sadece bir toplum için ortaya koymamıştır. Müslümanların idaresi başında bulunacak kavmin, devleti idare ve koruma kuvvetine sahip ve kendi zamanında diğer kavimlerden üstün olması şarttır. Şâri'in maksadı herhalde işte budur. Bu açıklamalardan halîfeliğin, her asırda Kureyş'e mahsus olacağı değil; her ülkenin o zamanda devleti idare etme kudretine sahip olan kavmin elinde olacağı anlaşılır ve o kavim devletin başına geçer." 376
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (emir sahiplerine) itaat edin."377 Bu âyet-i kerimeye göre, imama/halîfeye itaat farzdır. Yalnız, bu itaat imamın Allah'ın emrine uyması ile kayıtlanmıştır. "Allah'a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez." 378; "Ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” 379
Eğer halîfe Allah'ın emrine uymazsa, kendisi ikaz edilir; dinlemezse azledilir. Nitekim Hz. Ebûbekir (siyasetin düsturu sayılan) meşhur ilk hutbesinde bu hususu şöyle açıklar: "Ben, sizin en hayırlınız olmadığım halde başınıza geçmiş bulunuyorum. Eğer doğru yolda yürürsem bana yardım ediniz; doğrudan saparsam bana gerçek yolu gösteriniz. Doğruluk emânet; yalan ise hıyânettir. İçinizde zayıf bir kimse, hakkını kendisine vererek rahatlatıncaya kadar nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli de, başkasının hakkını ben kendisinden alıncaya kadar yanımda zayıftır. Hiç biriniz Allah yolunda cihadı terketmesin; çünkü cihadı terkeden kavmi Cenâb-ı Allah zillete düşürür. Bir kavimde de kötülükler yayıldımı, Allah onları genel belâlarla terbiye eder. Ben Allah ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah ve Peygamberine itaat etmezsem sizin de bana itaatiniz gerekmez!"380 Taberînin bu naklinden de anlaşıldığı gibi, imâmet makamında olan kimseye Allah ve Rasûlüne bağlı olduğu müddetçe itaat edilir. Allah'a karşı isyan eden bir kimseye itaat etmeme, İslâm'da çok meşhur ve bilinen bir prensiptir. 381
İmâmet Sisteminin Temel Özellikleri
Kur’an’da imâm ve imâmetle ilgili âyetler, ahkâmla ve Allah’ın indirdiğiyle hüküm konusunu içeren âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, bu konudaki hadis-i şerifler ve İslâm âlimlerinin görüşleri ışığında şu gerçekler ortaya çıkar:
1- İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir. Bu, İslâm’ın her zamana ve her yere uygun olduğunu, evrensellik ve kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar da tatbiki mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde ortaya çıkan sistemden başkası değildir.
376] İbn Haldun, Mukaddime, I/345-347
377] 4/Nisâ, 59
378] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
379] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
380] et-Taberî, Târihu'r-Rusül ve mülûk, IV/1829
381] Geniş bilgi için bkz. El-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, terc. Ali Şafak, s. 5-25; Ahmet Yaşar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 143-144
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2- İmâmetin vâcip oluşu, Kitap, sünnet, icmâ ve şer’î kurallarla sâbittir. Bu ümmetin temsilcileri olmaları, bu önemli konuda ümmetin vekili olmaları bakımından “ehl-i hal ve’l-akd”e yöneltilen bir farz-ı kifâyedir. Ehl-i hal ve akd bu işte zayıflık gösterirse, bu vâcibin yerine getirilmesi için gücü yeten her müslüman gayret göstermedikçe kendilerini vebalden kurtaramaz ve gücü yetip de bu faâliyeti göstermeyen herkes günahkâr olur.
3- “İslâm, hüküm alanında bir düzen getirmemiştir. ‘İslâm devleti’ diye bir şey olmaz. Müslümanlara câhiliyye düzenlerinden farklı bir İslâm devletini kurmak farz kılınmamıştır” diyenlerin iddiâsı kesinlikle bâtıldır, geçersizdir.
4- İmâmet vesiledir; gâye değildir. Gâye, Allah’a ibâdet/kulluk yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır. İmâmet ümmetin hayır ve adâlet üzere kalmasını, hakkın hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul edilip bunun geçerli kılınmasını sağlamaya bir vesiledir. O ümmet ki, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanır; O’nun indirdikleriyle hükmetmek için Kur’an’a uygun düzenin oluşması için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun, İslâmî değişim ve dönüşümü için tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini de, beşerî metotlara göre değil; Allah’ın çizdiği hudûda ve Rabbânî usûle göre ortaya koyar.
5- İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak, dünyayı da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin en önemlisidir. Zira din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı bu dinin dışında yöneten mü’min olamaz.382 Dini siyasetten ayırıp “din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/güçsüz kalacaktır.
6- İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür. Dini koruyup müslümanlara izzet ve şereflerini iâde etmek, İslâmî hilâfeti/imâmeti oluşturup onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.
7- İmâmete geliş usûlü, Kur’an ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş başına geliş şekilleri ve bey’atın yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler çağa uyarlanabilmelidir.
8- İmâmete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate alınmalıdır. Bunlar; “bey’at” denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet” denilen Allah’ın indirdiğiyle hükmetme383 ve zerre kadar haksızlık yapmama gayreti, “istişâre” denilen emin ve ehil kimselerle, işinin uzmanı ve dinini yaşayan takvâ sahibi güvenilir kişilerle danışarak onların öneri, eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma şeklindeki uygulamadır.
9- İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd” diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz. Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en akıllı olanlar seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için insanları iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça para harcamaya ve propaganda yapmaya gerek de yoktur.
10- İmâmet, verâset yoluyla (babadan oğula) intikal etmez. İslâm, bir ırka,
382] 5/Mâide, 44
383] 5/Mâide, 45
İMAM
- 103 -
bir soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul etmez. Krallıkla imâmetin bir farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/yetenek ve en uygun olanı belirlemenin öne çıkmasıdır.
11- Bey’at, imâmete lâyık bir imamın bulunduğu vakit müslümanın boynuna borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü ile ölmesini sonuçlandırabilir. Keyfî ve indî gerekçelerle bey’atı bozmak da, meşrû imamın meşrû her emrine en küçük bir itaatsizlik de haramdır.
14- Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir. İmâmet, ümmetin bey’atı olmaksızın gerçekleşmez.
15- İmam adayının o makama ehil olabilmesi için imâmete ait şartları taşıması gerekir.
16- İmamın, mevcut insanların en faziletlisi olması şart değildir. Zaten bunu tesbit de mümkün olmayabilir. Evlâ olan, faziletlilerden biri olması, müslümanlara en faydalı ve en uygun olanının seçilmeye çalışılmasıdır.
17- Ümmetin maslahatıyla ilgili olarak imamın üzerinde birçok görev vardır. Bunları imamın yerine getirme zorunluluğu ve sorumluluğu vardır. Fakat bu görevleri yerine getirebilmesi için kendisine yardım edilmesi, kendisinin ümmet üzerindeki haklarındandır.
18- Âdil imama karşı çıkmak ve fitneyi uyandırmak haramdır, büyük günahlardandır. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmettiği ve ma’siyeti emretmediği müddetçe imama itaat vâciptir. Şeriata ters düşen yerde, Allah’a isyan kabul edilecek durumlarda itaat ise haramdır. İmamların otoritesi, Kitap ve sünnete uygun davranmasına bağlıdır. Allah’a itaat ettiği müddetçe kendilerine itaat edilir. Allah’a karşı geldiklerinde de kendilerine karşı gelinir. Yaratıcı’ya isyanda mahlûka itaat yoktur. Kim isyanda onlara itaat ederse, günah hem emredene ve hem de emri uygulayanadır.
19- Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın olması vâcip olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de şûrâ gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek “Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden veya İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.
20- İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve bugün uygulanan beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir. Güttüğü amaç, gâyeye götüren araçlar, vesileler, hedefler, dayandığı kaynak/referans, ulaşmak istediği hedef... yönünden sayılamayacak farkı vardır. O, beşerî düzenlerden çok ayrı bir sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve kanunları kıyaslamak mümkün değildir. 384
İmâmetin Önemi
İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın canlılığı, ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle doğru orantılıdır. Kur’an’da ümmet
384] Süleyman ed-Demirci, El-İmâmetu’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, s. 491-493
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile imâmet kavramları birbiriyle yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim’i (a.s.) insanlara imam yapmıştır.385 O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların kendisinden geldiği bir ümmettir.386 Dolayısıyla Hz. İbrâhim'in şahsında imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme gelmişlerdir. O yüzden rahatlıkla şu hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana ibâdet/kulluk edin.”387 Mü’minler olarak hepimiz Allah’ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız hususunda hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir; küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar çok olabilir. Tek ümmet inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın varlığına bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan imâmet de olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır. Çünkü İslâm’da tek ümmet ve tek imam esastır. 388
İmâmet; “din ve dünya işlerinde Rasûlullah’a niyâbeten (vekil olarak) başkanlık, devlet reisliği” diye tanımlanmıştır. “Dinin uygulanması, dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün kendisine uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah’ın halîfeliğini yapmak” diye de ifade edilmiştir.389 Mâverdî de şöyle diyor: “İmâmet; dinin bekçiliği ve dünya siyaseti konularında peygamberliğe halef olarak konulmuş ve kabul edilmiş bir müessesedir.”390 İbn Hümam; “Mü’minlerin, kendi içlerinden imam seçmelerinin sebebi, İslâm’ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir.”391 diyerek önemli bir noktaya işaret ediyor. İmam Ebû Muin en-Nesefî de bu konuda şöyle der: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı görmeden bir günün geçmesi câiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halîfedir. İmâmetin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kâfir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması, ancak imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek... gibi. İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur.” 392
Siyerle ilgili kaynaklarda Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra sahâbenin, daha Rasûlullah’ı defnetmeden önce imam/halife seçme hususunda titiz davrandığı kaydedilir. İbn Âbidin, bu konuyla ilgili şunları zikreder: “Rasûlullah (s.a.s.) pazartesi günü vefat etmiş, çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada ashâb-ı kiram, her şeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet, bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir imam vefat ettimi, onun yerine başkası seçilmedikçe defnedilmez. İmamın, müslüman ve hür/özgür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine velî olmaya bile gücü yokken, nasıl başkasına velî olabilir? Sabî ve köle de deli gibidir. İmam, muktedir, yani hükümleri yürütebilir, mazlumun
385] 5/Mâide, 45
386] 16/Nahl, 120
387] 21/Enbiyâ, 92
388] Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42
389] Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî Durumumuz, s. 121-122
390] İmam Mâverdi, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s.
391] Kemâleddin İbn Hümam, Kitabü’l-Müsâyera, s. 265
392] İmam Ebû Muîn en-Nesefî, Bahrü’l Kelâm fî Akaidi’l-ehli’l-İslâm
İMAM
- 105 -
hakkını zâlimden almağa, sınırları ve memleketi korumağa, asker sevkine vs. gücü yeter olmalıdır.” 393
Kâfirlerin (tâğutî güçlerin); Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil/alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet hakkının bulunmayacağı hususu kesindir.394 Dolayısıyla mü’minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına/işgâline uğrarlarsa, zor gücüyle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayın olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsî; “Cihaddan maksat; müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalarıdır”395 diyerek, hassas bir noktaya işaret eder. İşgal altında iken dahi; mü’minlerin (müstevlîlerin liderine itaat etmeyip) kendi içlerinden bir imam seçmeleri vâciptir. Nitekim İbn Âbidin bu konuyu şu şekilde izah etmektedir: “Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayr-ı müslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayr-ı müslimler ise hâkim durumdadırlar. Kurtuba’da (İspanya’da) bugün (yazarın yaşadığı tarihlerde) olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli (vâcip) olan, müslümanların kendi aralarından birine bu görevi (imâmeti) vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vâciptir. Onu kendilerine imam/idareci olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında vuku bulan hâdiselerin yargı organlarına (mahkemeye) aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cuma namazı kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir.396 Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve beyyine ile sâbit olan işgalcilerin tâyin ettiği kadı kabul edilemez. Çünkü velâyet hakkı, kat’i nasslarla sâbittir. 397
“İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.”398 Bu âyeti tefsir ederken Elmalılı Hamdi Yazır şunları söyler: “Ümmet, öne düşen, çeşitli insan gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin önünde “imam” bulunur. Cemaat ile namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra dâvet ve emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yapacak bir ümmet ve imâmet teşkili, müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. (Farîza; İslâm açısından yapılması mecburî olan, farz, Allah’ın emri demektir.) Bu farîzayı yerine getirebilen müslümanlar âyetin açık hükmü gereğince kâmil (tam) kurtuluşa ererler.” 399
Devletsiz toplum, toplumsuz birey olmaz. Fert olarak insanın yaratılış maksadı “Allah’a kulluk”tur. Bu gâyenin gerçekleşebilmesi için ferdin canı, malı, dini, aklı, nesli ve şerefi korunmalıdır. Korunma ancak düzen içinde olur; düzen ise devlettir, kanun hâkimiyetidir. Yönetimsiz devlet, başkansız yönetim
393] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar al’d-Dürri’l-Muhtar, c. 2, s. 384
394] 4/Nisâ, 141
395] İmam Serahsî, el-Mebsût, c. 10, s. 3
396] İbn Âbidin, a.g.e. c. 12, s. 145
397] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 182-183
398] 3/Âl-i İmrân, 104
399] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 2, s. 407
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmayacağına göre, devlete bir başkan gereklidir. İslâm'da bu başkana, halîfe ve emîru’l-mü’minîn sıfatlarının yanı sıra, imam denilmiştir. Birçok hadis-i şerif, müslümanlara, İslâm devletinin müslüman ve ehil başkanını tanımalarını, ona bey’at ve itaat etmelerini; bey’at “şartlı” itaat sözü ve vekâlet mâhiyetinde olduğu için, imam, şartlara riâyet etmediği veya liyâkat vasfını kaybettiği takdirde ona itaat etmemelerini (değiştirip yerine lâyık olanı getirmelerini) emretmektedir.
Her sosyal hareket gibi, İslâmî hareketin de rehberlere ve baş rehbere (imam/önder) ihtiyacı vardır. Hareket, İslâmî olunca, İslâm’ın hayata hâkim kılınması gibi bir hedefe yönelince rehberlerin de İslâm âlimi, İslâm’ı iyi bildiği kadar iyi yaşayan kimseler olması zarûret haline gelmektedir. Tesbihin başlangıç ve bitiş yerini belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin adına “imâme” denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin imamsız olması elbette mümkün değildir.
“İpi kopan tesbihim,
Dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim
Hani nerde imâme?”
İzinden Gidilen Önderler; Takvâ İmamları ve Küfür İmamları
Allah, Kur’an’da imam kelimesini genelde peygamberler ve kitap için kullanmakla birlikte; Kitabı ve peygamberleri kendisine örnek edinerek dâvânın yaşanması ve yaşanılır kılınması için öncülük eden muttakî önderlere karşı cephe oluşturarak, insanların hidâyeti anlamasını ve hidâyete tâbi olmasını engelleyebilmek için mücâdele edenleri de Allah küfür imamları/önderleri diye belirlemiştir.
İmam ve Ümmet Münâsebeti: Kur’an’da “imam” kavramının “ümmet” kelimesi ile yakın ilişkisini görmekteyiz. Biri anlaşılmadan ve gerçekleşmeden, diğerinin de anlaşılması ve gerçekleşebilmesi mümkün değildir. Zira ümmetin oluşumunda onlara belli bir düşünme, davranış ve yapı kazandıran imamdır/önderdir. İşte bu sebeple, Allah her topluma, bir imam ve rehber olan peygamber göndermiştir ki, toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkarsın.400 Onlara, Kitapla yol göstersin, ışık tutsun, o toplum içerisinde kendisine iman edenlerin karşılaştıkları problemleri çözümlesin. Tek kelimeyle hakka, hidâyete yöneltsin; onların dünyalarını mâmur ettiği gibi, âhirette de kurtuluşlarına sebebiyet verecek aydınlık ve nurlu yolu (sırât-ı müstakîmi) göstersin. Allah, bozulmaya yüz tutmuş, kokuşmuş câhilî toplumlara peygamberler gönderir. Ellerinde kılavuz ve rehber (imam) olarak Kitab vardır. Rasüller, toplumlarını o Kitaba iman etmeye ve onunla amel etmeye çağırırlar. İman edenlere, Kitabı ve onun hikmetini öğretirler. Onları birtakım kötü davranış ve düşüncelerden, nefsin kötü arzularından arındırarak onlara rehberlik ederler. Dâvet etmiş oldukları doğrularla insanları fiilî olarak eğitirler; bu bilince dayalı sahih davranışlarda bulunan sâlih bir toplumu, müslüman bir ümmeti oluştururlar.
Artık o toplumun önünde imam olan peygamber ve ellerinde Allah’tan gelen Furkan vardır. O Furkan olan Allah’ın kitabıyla/hükmüyle hakkı bâtıldan
400] 2/Bakara, 257
İMAM
- 107 -
ayırmaya çalışırlar. Zâlim, fâsık, müşrik ve kâfirleri cehennemle korkutarak, geçmiş toplumların başına gelen belâ ve musîbetlerin kendi başlarına da gelebileceğini hatırlatarak, kendilerine yüklenilen dâvet görevini yerine getirmeye çalışırlar. İman edenleri, ihsanda/güzel davranışlarda bulunmaya ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeye çağırır; hakka, hayra yönelen ve başkalarının da hakka yönelebilmesi için Allah’a dâvet eden, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayanları cennetle müjdelerler. Bu görevlerini yerine getirirken, dâveti reddeden bir toplum oluşur ki; bunların da öncüleri, imamları/önderleri vardır. Bu önderleri, halkı hakka ve hayra karşı örgütlerler. Bunların bir ideolojileri, ellerinde ise arzularından kaynaklanan bir kitapları, prensipleri ve ilkeleri vardır. Onunla düşünce ve davranışlarını ayarlamaya çalışır, örgütlü bir toplum oluşturmaya çalışırlar. Bu toplumun adı ise “câhiliyye” veya “küfür toplumu”dur.
Günümüzde Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip başka sistemleri (komünizm, faşizm, kapitalizm, demokrasi, Kemalizm vs.) onun yerine ikameye çalışanlar ile bazı meselelerde Kur’ân’ı kabullenip hatta bazı ibâdetleri de şeklen (namaz, oruç, hac gibi) yerine getirmelerine rağmen, toplumsal yapıyı düzenlemede Kur’an dışı sistemlerden birini kabullenen toplumlar işte bu câhiliyye toplumu kategorisine girerler. Örgütlü câhiliyye toplumu, İslâm’a ve müslümanlara, kademeli olarak savaş başlatır ki; hem kendi sistemini ayakta tutabilsin, hem de kendisini yok etmeye yönelik tüm düşünce, oluşum ve örgütlenmeleri yok edebilsin.
Ancak, bu mücâdelesinde hassas davranması gerekir. Eğer o toplumda din, geleneksel anlamda kabul görüyor ve kısmen yaşanıyorsa, orada ruhban, Bel’am ve Sâmirîleri kullanarak davranışlarını dine dayandırıyor intibâı vererek topluma dindar gözükmesi gerekir ki, otoritesini meşrûlaştırabilsin. Âyetleri ruhban, Bel’am ve Sâmirîlerine te’vil ve tahrif ettirerek, gerçekleri saptırarak, mücâdeleci müslümanları bozguncu ve bölücü olarak, terörist olarak gösterebilsin. Bunu sağladıktan sonra, oradaki müslümanlara uygulayacağı işkence, mahkûmiyet veya yargısız infazlarla mücâdelenin önünü kesebilsin. Kendisinin müsaade ettiği din anlayışını ise te’vil ve tahrif mantığı ile bu psikolojik ve bedensel işkencenin de verdiği korku ile toplumda kabul görüp taraftar bulmasını sağlayabilsin.
İşte böyle bir ortamda; âhiret bilinci kalplerine yerleşmiş olan müslüman dâvâ erleri sabrı kuşanarak, küfür toplumu içerisinde yeniden bir ümmet oluşturabilmek için sorumluluk bilinci ile bir araya gelmek zorunluluğu hissederler. Ancak bu şekilde, Allah Teâlâ’nın rahmeti ortaya çıkmış olur. “Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/rehberler yaptık.” 401
Evet, bir yanda câhiliyye toplumu içerisinde insanları hidâyete, doğru yola dâvet edip yönelten bir imam veya peygamber; diğer yanda ise peygambere veya muttakî imamlarlarla beraber Kur’an’a tâbi olanları engellemeye çalışan ateş önderleri, ateşe dâvet eden imamlar. “Onları (Firavun ve askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.”402 Onlar kıyâmet günü yardım görmeyeceklerdir. Çünkü onlar insanların hidâyeti anlamalarına engel olmuşlardır. Onlar kitabı te’vil ve tahrife yönelerek, insanların
401] 32/Secde, 24
402] 28/Kasas, 4128/Kasas, 41
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vahyi anlamalarını engellemiş ve sapmalarına sebebiyet vermişlerdir. Peki ya onları destekleyerek yanlarında yer alanlar, onların zulüm ve işkencesinden korkarak uymak mecburiyetinde oldukları anlayışıyla hareket edenler, kendilerini sorumluluktan kurtarabilecek mi?
“Rabbim, bizi saptıranlar bunlardı, bunlar bizim hakkı anlamamıza ve hakkı yaşamamıza engel olmuşlardı, bizi bunlardan ayır, bunlardan ayrı değerlendir. Biz, güçsüzlüğümüz sebebiyle onlarla birlikte olmuş, İslâm’a ve müslümanlara karşı yapılan savaşta bu sebeple onların yanında yer almıştık” diyerek davranışlarının doğru olduğunu savunabilecekler mi? Hayır! Bu bahanelerin hiçbir faydası olmayacak. Çünkü onlar zâlimlerle birlik olup hakka birlikte karşı çıkmışlar, âhireti bir kenara bırakarak dünya nimetlerini tercih etmişlerdir. Yardımcı oldukları, yolunda yürüdükleri imamları/önderleri olan o zâlim müstekbirlerle birlikte ateşe gireceklerdir. Âhirette insan toplulukları imamları/önderleriyle birlikte çağrılacaktır.
“Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile birlikte çağıracağımız günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.”403 Evet, o gün insanlar ellerine tutuşturulan kitabı okuyacaklar. “Eyvah, bu kitaba ne olmuş, büyük küçük her şeyi en ince ayrıntısına kadar saymış, dökmüş. Yazıklar olsun bize!” diyecekler,404 ama artık faydası yok; orada haksızlığa uğratılmadan bizzat kazandıkları şeyler sebebiyle ateşe atılacaklardır.
Kur’an’da imam kelimesi ile kastedilen şeyin sadece peygamberlerin değil, rasûllerle birlikte kitabın da imam olduğunu,405 insanlara önder ve rehber olduğunu, onların yollarını aydınlatıp hayatlarını belli bir plan çerçevesinde programladığını görürüz. Peygamberler görevlerini yerine getirip ümmetini/toplumunu oluşturduktan sonra onlar toplum içerisinde tâyin edilmiş bir vakte kadar kalırlar, sonra Allah onları toplumlarından çekip alınca, artık orada önder ve rehber (imam) olarak kitap vardır. İnsanlar artık o kitaba sarılırlar, onunla problem ve ihtilâflarını halleder, onunla toplumsal yaşamlarını düzenlerler. Belli bir süre böyle devam eder, zamanla nefislerini ön plana çıkaranlar olur, aralarında ihtilâflar baş gösterir. Kimileri bağy edip Allah’ın hidâyetinden, aydınlık yolundan saparlar. İhtiraslar çoğalır, dünyaya meyleder, âhireti unuturlar. Bu sebeple ayrılık ve fitne zuhur eder, dinden sapmalar çoğalır. Onlar artık din, kitap tanımazlar. Onların ahit ve antlaşmaları da olmaz. Orada can, mal, akıl, nesil ve din emniyetleri de kalmaz. Orada her şey onların hevâlarına/arzularına göre ayarlanır.
Eğer güçlü iseler, birtakım değerleri ayaklar altına alırlar, ezmeye, sömürmeye ve yok etmeye çalışırlar. Artık öylesi ortamlarda; peygamberi kendisine örnek edinen, Kitabı rehber (imam) edinen mü’minler için ağır sorumluluk başlar, o sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmaları gerekir: “Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün imamlarına/önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 406
403] 17/İsrâ, 71
404] 18/Kehf, 49
405] 11/Hûd, 17
406] 9/Tevbe, 12
İMAM
- 109 -
Peygamberin çizgisini tâkip eden tevhidî topluluk, içinde yaşadıkları câhilî toplumun önderlerine karşı uyanık ve dikkatli olmak zorundadır. Zira, onlar gücü ellerine geçirdikleri zaman, ekini ve nesli ifsad ederler.407 Bunu gerçekleştirirken ne söz/ahit, ne de antlaşma tanırlar. Artık orada insanların hürriyetleri ellerinden alınır ve insanlar tâğûtî otoritenin kulu haline getirilirler. Orada zulüm ve haksızlık yaygınlaşır. Küfrün imamları/önderleri, otoritelerini süreklileştirebilmek için, insanların bilinçsizleştirilmeleri ve sorumluluk duygularını kaybetmeleri gerekir. Bu tâğutlar, fikir ve düşünce hürriyetini kendi ölçülerine göre belirler, birtakım tabular oluştururlar. Bilinçsizleştirdikleri yığınların kaybolan değer yargılarının yerine, küfrün imamları/önderleri, kendi değer yargılarını enjekte ederler ve bunları toplumun sahiplenmesini isterler.
Böyle bir toplumda, bilinçli kimselere haksızlık karşısında susmayan inançlı insanlara çok büyük görevler düşer. Zira Allah, insanları bilinçlenmeye ve akletmeye çağırır. Allah, kullarını, kullara kul olmaktan kurtarıp sadece kendisine kulluk yapmalarını sağlayarak gerçek hürriyetlerine kavuşmalarını ister. İşte bu sebeple, küfrün önderleri olan müstekbirler, fırsatını buldukları an müslüman dâvâ erlerini ve onların imamlarını yok etmeye çalışırlar. Rabbimiz ise, müslümanların Kur’an’ı kendilerine imam (rehber) edinmelerini istemektedir.
Kur’an bize rehberlik ederek küfrün önderlerine karşı sürekli bir mücâdele içerisinde olmamızı öğütler; onlarla savaşmamızı emreder.408 İşte bu savaş, yani cihad, organize olmuş imamlı bir cemaatle olur. Toplum, müttakî bir topluluktur. İmamları ise takvâ sahiplerinin önderidir. Onlara takvâda öncülük eder. Bu toplumda bütün hesaplar âhiret üzerine yapılır, âhireti kazanmanın mücâdelesi verilir. “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.” 409
İmam, bir rehber ve önderdir; insanlara öncülük eder. İmâmet ise bir makamdır, rehberlik ve önderlik makamı. İmâmet, Âdem’le başlamış ve Rasûlullah’a kadar kesintisiz olarak vahiyle birlikte devam etmiştir. Rasûlullah’tan sonra ise bu makam, O’nun getirdiği Kitab (Kur’an)’a vâris olan, Kitabı yaşayıp toplumda yaşanılır kılabilmek için mücâdele veren imamlar tarafından sürdürülecektir. İşte bu imamlar, Rasûl’ün getirdiği şeriatı uygulamada ve dini insanlara tebliğ etmede O’nun halefidirler. Bu makama getirilen insanın Kur’an’ı kendisine rehber, Rasûlullah’ı ise örnek edinerek muttakî olması gerekir. Peygamber’in soyundan da gelse zâlim olanlar bu makama gelemezler. 410
Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar gruplara, partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden kendilerini korumaya çalışanlar, Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine müsaade etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka seslenerek onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve müstekbirlere karşı mücâdeleye
407] 2/Bakara, 205
408] 9/Tevbe, 12
409] 25/Furkan, 74
410] 2/Bakara, 124
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dâvet ediyor, kendilerine lütufta bulunarak onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten kurtaracağını ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak uyarıyor. “Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).” 411
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz O’na götürülüp toplanacaksınız.” 412
İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira Allah’ın huzuruna götürüldükleri âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini yerine getirmemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan “İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”.
Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır. Bu topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i, O’nun getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden Peygamber’in halefi olan imamları kendisine rehber edinenler âhirette O’nunla beraber cennete girerler. Allah, Kur’an ve Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder ve rehber edinenler de âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek413 ve “Yâ Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara Kitap’ta belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama biçimini öğrettim” diyecektir. Rasûlullah’ın ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı değildir. Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet gününe kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını doğrulayarak onun göstermiş olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad görevini yerine getiren insanların tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte gideceğimizi unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada
411] 28/Kasas, 5
412] 8/Enfâl, 24
413] 4/Nisâ, 41
İMAM
- 111 -
şâhidlik edeceklerdir.
Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere bu kurumu sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa erenlerden olabilelim. “İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.”414; “Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.” 415
İşte Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak seçmiş, Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu sadece O’na yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte rableri reddederek onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden, kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece Rabbimizin belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen, özellikleri belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat de budur. 416
Zâlim ve Fâsığın İmâmeti
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: "Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."417 Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor.418 Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim eremez.
Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamaz. Kendilerine uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olamaz. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.”419 Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık hâkim
414] 3/Âl-i İmrân, 104
415] 21/Enbiyâ, 92
416] C. Tayyar Soykök, Kur'an'da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62, 64
417] 2/Bakara, 124
418] 2/Bakara, 124
419] Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilmez. Namaz için öne geçirilemez.” 420
Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğula geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır.
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçecek şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olması şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim’e (a.s.) söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu. Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm421 olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi422 olduğundan Allah’ın indirdiği dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu gibi bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.423 Zulmün zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.424 Bütün bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı yoktur. 425
İslâm siyâset tarihinde hiçbir fakîh, kâfirin imâmetini/yöneticiliğini tartışmamıştır. Çünkü Kur’an’la sâbittir ki, kâfirlerin mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur: “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”426 Tartışılan konu, fâsık ve zâlimin imâmeti ve yöneticiliğidir.
Bu konuda Hâricîler’i bir kenara bırakırsak, birbirine zıt iki görüş vardır orta yerde. 1- Mürcie’nin görüşü: Bunlar, “olan” olması gerekendir, deyip statükoyu savunanlardır. Bunlara göre, eğer birileri herhangi bir yolla yönetimi ele geçirmişse bunun ele geçiriliş tarzına bakılmaz. O yönetici zâlim ve fâsık olsa da meşrû addedilir. 2- Mu’tezile: Bu kesim de fıskı ve zulmü görülen bir yöneticinin yönetimi gayr-ı meşrûdur. O meşrû olmadığı gibi, o yönetimde görev yapan hâkimlerin -isterse Allah’ın indirdiğiyle hükmetsinler- hükümleri meşrû değildir.
Bu noktada İmam Âzam, daha dengeli bir tavrı benimsemiştir. Zâlim ve fâsığın yöneticiliğini kabul etmemekle birlikte, sosyal faâliyetlerin yürütülmesi
420] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 536
421] 31/Lokman, 13
422] 5/Mâide, 45
423] 5/Mâide, 45
424] 16/Nahl, 90
425] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 46-49
426] 4/Nisâ, 141
İMAM
- 113 -
gerektiğini kabul ederek, eğer kendisi âdilse zâlim imamın/halîfenin kadısının (hâkiminin) hükmünü kabul etmiş, sorumluluğu ferdin kendisinden başlatmıştır. İmam Âzam, zâlim ve fâsık bir yönetimde görev alma konusuna bireysel açıdan yaklaşıyordu. Eğer fâsık bir rejimde fert, bulunduğu makamda İslâm’ın ahkâmını icrâda bir engelle karşılaşmıyorsa onun o makamda bulunmasına cevaz veriyordu. Ancak, ferdin fâsık ve zâlim olması durumunda bunu meşrû saymıyordu. Tekrar başa dönerek, sorumuzu soralım: İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın imamlığı/yöneticiliği konusundaki net görüşü ne idi? Bu sorumuza Mekkî ve Kerderî’nin ortaklaşa aldıkları İmam Âzam’ın bir ictihadında cevap buluyoruz:
“Fey’i (İslâm devletinin gayr-ı müslimlerden aldığı vergiyi) meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin imamlığı/yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.” Bazıları, İmam Âzam’ın “fâsık imamın ardında namaz kılınabilir ve eğer âdil ve sâlih ise yönetici zâlim de olsa o yönetimin Kur’an ile hükmeden kadısının hükmü geçerlidir” görüşleriyle; “zâlim ve fâsık’ın yöneticiliği gayr-ı meşrûdur; onun hükümleri geçersiz, ona yapılan biat bâtıldır” ictihadı arasında bir çelişki olduğu zehâbına kapılmıştır.
İmam Âzam’ın namaz için fâsığın imâmetine, zâlim bir yönetimde kadılık yapan âdil birinin meşrû hükmünü tenfîze cevaz verişinden yola çıkanlar “yanlıştan yanlış gelir” mantığıyla onun fâsık ve zâlimin imâmetini/yöneticiliğini de kabul ettiğini sanmışlardır. Yani, “zâlim imamın/yöneticinin hükmü ne ise, onun tâyin ettiğinin hükmü de aynıdır” demişlerdir. Bazıları bu zanlarından dolayı Ebû Hanife’yi tâviz vermekle suçlarken, bazıları da yine bu yanlış anlayışı kendi bâtıl görüşleri olan zulümle uzlaşma çarpıklığına dayanak göstermişlerdir. İkisi de yanlış.
Hanefî mezhebinin ünlü imamlarından Ebûbekir Cessas’tan dinleyelim: “İnsanlardan bazıları Ebû Hanife’nin fâsığın imâmetine ve hilâfetine “olur” verdiğini ve halîfeyle hâkimin arasını ayırarak onun hükmünü câiz görmediğini zannederler. Bunu kelâmcılardan Zürkan adında biri söylemiştir. Kuşkusuz bu lakırdı asılsızdır. Ebû Hanife’ye göre halife ile onun atadığı hâkim arasında (yönetme hakkı ve meşrûiyet açısından) bir fark yoktur. Yönetime gelişleri ve getirilişleri (hâkimin kendisi âdil ve sâlih de olsa) gayr-ı meşrûdur. Çünkü her ikisinin meşrûiyetinin şartı da âdil olmaktır. Fâsığın hilâfeti ve hâkimliği meşrû olmadığı gibi, şâhitliği de kabul edilmez. Eğer Peygamber’den rivâyet ettiği hadis varsa o da alınmaz.” 427
Ebû Hanife şöyle der: “Ümmetin malını meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.”
Cessâs, “Zâlimler ahdime nâil olamazlar.”428 âyetinden hüküm çıkarırken şunları söyler: “Bu âyetin delâletiyle fâsığın imamlığının/yöneticiliğinin bâtıl olduğu anlaşıldı. Fâsık ve zâlim biri halife olamaz. Hatta bu karakterde olanlar, herhangi bir biçimde yönetim makamına gelseler, fıskları yüzünden halkın kendilerine uymaları gerekmez. Bu konuda Rasûlullah şöyle buyuruyor: “Allah’a isyanda kula itaat
427] Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/86 Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/86 Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/86
428] 2/Bakara, 124
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoktur.” Bu hadis de delâlet eder ki; fâsık biri hâkim olamaz; hükmettiği zaman verdiği hüküm yerine getirilmez, şâhitliği kabul edilmez, Peygamber’den rivâyet ettiği hadis alınmaz, müftü olup fetvâ verdiğinde fetvâsına uyulmaz.” 429
İbn Abbas, bu konuda şöyle der: “Zâlime verilen söze (biat) vefâ gerekmez. Eğer ona verdiğin sözü yapmayınca zulme uğrayacaksan, o zaman sözünü yerine getir.” Hasan Basrî ise şu açıklamayı yapar: “Zâlimlere verilmiş ahid yerine getirilmez. Allah âhirette onu yerine getirmeyen kişiyi sorumlu tutmayacağı gibi, ecrini de artırır.” 430
İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın (kâfirin değil) yöneticiliği konusunda hem böylesine pratik, hem de ideal bir yaklaşımı benimsemesi, üzerinde durulması gereken bir konu. İmam bu yaklaşımıyla olayı ferdin kendisinde başlatmış, kişiyi kendi yaptığı eylemlerle karşı karşıya bırakmıştır. Böyle yapmakla “olan” ile “olması gereken” arasındaki tercihte bocalayan birçok insana çıkış yolu göstermiştir. Bu yol, anarşiye meydan vermeden zulme karşı çıkmanın yoludur. Bu yol, toplum için ferdin önceliklerini, fert için toplumun önceliklerini ihlâl etmeden yaşayabilmenin adıdır. Bu yol, zâlim ve fâsık yöneticileri aklamak için kendilerince meşrû birtakım mâzeretler uyduranların mâzeretlerini iptal eden yoldur. Ümmetin tepesine musallat olan zorbaların elinden ümmeti kurtarmak için bulunmuş dengeli bir mücâdele metodudur. İmam Âzam, insanlara, zâlim ya da mazlum olmaktan başka seçenek bırakılmayan ortamlarda, dengeli bir çözüm, meşrû ve pratik bir çıkış yolu göstermiştir. 431
Zâlim ve Fâsık İmama Karşı Kıyam Hakkı
İmam Âzam, zâlim ve fâsık yönetime karşı müslümanların silâhlı başkaldırısını emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker farîzasının bir parçası olarak görmüştür. Bu konuda İmam Ebu Hanife ilk değildir. Emevîler, hilâfeti ellerine geçirdiğinden beri silâhlı kıyamı savunan sahâbe ve ulemâ eksik olmamıştır.
Sahâbeden Hicr bin Adiyy ve arkadaşları bu görüşteydiler ve yönetim tarafından katledildiler. Hz. Âişe ve Abdullah bin Mes’ud gibi ünlü isimler de bu çıkışları desteklediler. Hz. Hüseyin, zâlim ve fâsık yönetime karşı kıyâmın (hurûç ale’s-sultan) farziyyetine inanıyor ve bu uğurda şehâdeti göğüslüyordu. Hz. Ebûbekir’in torunu Abdullah bin Zübeyr de aynı inanç uğrunda mücâdele vermiş ve şehid edilmişti. İbn Eş’as ayaklandığında tâbiînin en ünlü âlimleri onun bu çıkışının şer’î olduğunu ilân ederek halkı yönetime karşı onu desteklemeye çağırıyorlardı. Bu cümleden olarak İbn Ebî Leylâ, eş-Şa’bî, Ebu’l-Bahterî ve Said bin Cübeyr’i sayabiliriz. Zamanlarının en ünlü fakîhleri olan bu zatlar İbn Eş’as kıyâmının içinde yer almışlar, bizatihî yardımcı olmuşlardır.
Hasan Basrî de kıyamları meşrû görmekle birlikte, başarılı olmasını şart koşmuş, başarılamaması durumunda çok kan dökülür gerekçesiyle kıyamların içinde bizzat yer almamıştır. Ancak, yönetimin verdiği maaşı reddetmiş, işledikleri zulümleri bir bir saymış, bunun gıybet olacağını söyleyen bazılarına “zâlimin zulmünü dile getirmek gıybet değildir” demiştir. Bu dönemde, her tarafta zâlimler tarafından oluk oluk müslüman kanı akıtılırken âlimlerden bazılarının “ilim” adı
429] Cessâs, a.g.e., I/86
430] Cessâs, a.g.e., I/85
431] Mustafa İslâmoğlu, İmamlar ve Sultanlar, s. 239-242
İMAM
- 115 -
altında fer’î meselelerle halkı oylamasına içerleyen Hasan Basrî hayretini şöyle dile getirecektir: “Ne garip! Müslümanların kanlarının köpek kanı gibi akıtılmasına aldırmayanlar, pire kanının hükmünü soruyorlar.”
İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve İbrahim’in kıyamlarında İmam Âzam’ın sergilediği tavır oldukça nettir. Kıyâmını Bedir Zaferi’ne benzettiği İmam Zeyd’e elinden gelen her türlü yardımı yapması, onu çağının diğer fakîhlerinden ayıran en önemli boyutudur. Bu olaylarda verdiği fetvâ ve sergilediği tavırlardan anlaşılan o ki İmam Âzam, İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve İbrahim’e biat etmişti. İmam, İbrahim bin Hasan’ın kıyâmında “boynumuza ipler takılsa yine de sözünden dönenlerden olmayacağız” diyordu. Basra’lı tâbîsi Ebû İshak’a: “İbrahim’in safında cihad eden kardeşinin aldığı sevap, senin kâfirlerle giriştiğin savaşta aldığın sevaptan üstündür” diyordu.
İmam Âzam’ın zâlim ve fâsık yönetimler karşısında gösterdiği bu tavır konusunda çağdaşlarından fakîh Evzaî şöyle der: “Ebû Hanife’nin tüm ictihadlarına tahammül ettik. Ne ki, bu kez zâlim ve fâsık yöneticiye karşı silâhlı kıyâmı kabullenerek, üzerimize kılıçla geldi. Emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’in vücûbuna inanıyordu. Kendisine bu konuda hüküm soranlara Rasûlullah’ın şu hadisini naklediyordu: “Şehidlerin en erdemlisi Hamza bin Abdulmuttalib ve zâlim yöneticiye iyiyi emredip kötüden sakındırdığı için öldürülen kimsedir.” 432
İmam Âzam, bu ictihadının altını kanıyla imzalamış, Allah da onun adını yüceltmiş ve ebedîleştirmiştir. İmam Âzam’ın bu konudaki ictihadlarını ve tavrını çok net bir biçimde özetleyen Hanefî mezhebinin ünlü imamı Ebûbekir el-Cessâs, yöneticilerin zulmüne ve fıskına karşı hassâsiyetini yitiren kimi tâvizkâr âlimleri eleştirerek şunları söyler: “Geçmişte ve günümüzde câhil ve lüzumsuz bazı hadisçiler hâriç İslâm ümmetinin âlimlerinden hiçbiri böyle bir durumda silâhlı kıyâma karşı çıkmadı. Bu câhil ve lüzumsuzlar, bağî olan topluluğun öldürülmesini, emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’in silâhla yapılmasını hoş görmeyip ona karşı çıktılar. Allah’ın şu âyetini işittikleri halde silâhla emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’i fitne sayıp azgın zorbaların öldürülmesini kerih gördüler: “Saldırganlık yapanlarla Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar savaşın.”433 Âyetin lafzı, savaş işinin kılıç, ya da başka silâhlarla olmasını gerekli kılıyor.
Bazıları, sultanın zulmüne, fıskına, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı canlara kıymasına, karşı konulamayacağını, ancak sultanın dışındaki yöneticilere de silâhsız olarak sözle, ya da başka bir biçimde karşı konulabileceğini söylemekle ümmete düşmanlardan daha beter kötülük ettiler. Çünkü onların bu gibi fetvâları insanları zorbaları öldürmekten, zâlim ve günahkâr yöneticiye karşı koymaktan alıkoydu. İnsanlar ne zaman zâlim yöneticilere ma’rufu emredip -velev ki silâhla olsun- münkerden nehyetmediler, işte o zaman tüm İslâm topraklarını kesif bir zulüm bulutu kuşattı. Din de gitti, dünya da gitti elden ve birçok zındıka akım türedi.” 434
432] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/87
433] 49/Hucurât, 9
434] Cessâs, a.g.e. II/320-321; M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 246-249
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cemaat/Teşkilât İmamlığı
Resmî veya gayr-ı resmî cemaatler, sivil toplum kuruluşları olduğu için, toplumu İslâmî anlamda değiştirme ve dönüştürme çabaları yönünden kaçınılmaz birlikteliklerdir. Dâvâyı benimsemiş müslümanlardan oluşan bir cemaatin veya bunların oluşturduğu teşkilâtın imamı/lideri, insanları Allah rızâsı idealine, müslümanca faâliyet ve özellikle dâvetçi/tebliğci kimliği kazandırmaya yönelik çalışmaları organize eden kimsedir. Cemaat imamının liderliğinin kabulü ve ona itaat, dinin bu konudaki tavsiyesi doğrultusunda gönüllü bir tercihe dayanmaktadır. Bu imamlıkta, insanları belli ideallere inandırarak ve gönüllerini kazanarak sevk ve idare etme kural ve yeteneği geçerlidir.
Cemaat liderliği, "belirli grupları veya toplulukları mecburî olmayan yöntemlerle, planlanan hedeflere doğru yönlendirme tekniği"dir. Çünkü liderlik; hem kendini yetiştirme ve yenileme, hem de başkalarını etkileme ve sürükleme becerisidir. Gerçek ve başarılı imam/lider, bir yandan kendisini ve cemaatini iyiye doğru değiştiren, bir yandan yeni ve yeterli stratejiler geliştiren, bir yandan da farklı karakter ve yetenekteki insanları aynı hedefe doğru sevk ve idare eden kimsedir. Özellikle İslâmî cemaat ve hareketlere imamlık/liderlik yapacak şahsiyetler, bu "başkanlık", "ağabeylik", "hocalık" makamını, bir nimet ve ganimet değil; ilâhî bir emânet ve büyük bir mes'ûliyet kabul ederler/etmelidirler. Bu çeşit yapılanmaların başında imam konumundaki kişilerde şu özelliklerin bulunması gereklidir:
1- Sağlam Bir İman ve İstikamet: Müslümanlara başkanlık yapacak kimselerin bâtıl düşüncelerden uzak, kâmil/sağlam bir imana ve en azından haramları terkettirip farzları yaptıran bir takvâya sahip olması gerekir. Dinî konularda ve İslâmî yaşayışta titiz ve dürüst olmayan kişiler, ahlâkî zaafları terkedip kendini düzeltemeyen şahsiyetler, cemaatleri üzerinde itimat ve itibar/saygınlık telkin edemezler. “(Nefsin kötü arzularına ve İslâmî hayatın zorluklarına) Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/rehberler yaptık.”435 Bu âyet, anlatılan gerçeğe dikkatimizi çekmektedir. “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.”436 Takvâ sahiplerine önder olmak, takvâda da önder olan bir yaşayış gerektirecektir.
2- Zihnî Yetenek ve Kültür: İmamlık yapacak kimselerin süper zekâya sahip olmaları şart değildir. Ancak, İslâm'ı, çağı ve çevreyi yorumlamada ve uygulamada, hatta gerektiğinde özel yöntemler ve orijinal fikirler ortaya koyabilme hususunda yeterli ve yetenekli olmalıdır. İslâm'ı ve hareketi hazmedip özümsemiş, düşünen, değerlendiren, mukayese ve muhâkeme eden, fikir üreten bir kafa yapısına sahip bulunmalıdır.
3- Sosyal Kabiliyet: İnsanlara ve özellikle muhâtabı olduğu cemaat ve teşkilat mensuplarına, onların ilgi ve bilgi seviyelerinden yaklaşamayan, onları kendi ayarlarında ve kendi diyarlarında idare etmesini ve bununla beraber dâvâ istikametinde sürüklemesini başaramayan kimseler imam olamazlar, başkanlık ve ağabeylik yapamazlar. Çünkü imamlık/liderlik, başkaları yoluyla iş başarmaktır.
435] 32/Secde, 24
436] 25/Furkan, 74
İMAM
- 117 -
Çok çalışmak ve her işi yapmaktan ziyade; iyi bir organizatör olmak, uygun işe uygun adam seçip o işi severek yaptırmaktır. Her işe kendisi koşan, her şeyi bizzat kendisi yapmaya çalışan lider başarılı olamaz. Lider; otoritesini kullanarak organize yapan, uygun görev bölümü hazırlayan, arkasından takip ve değerlendirmeyi unutmayan ve sonunda eksikleri tamamlayan ve boşlukları dolduran ve ikinci bir girişimde aynı hataları tekrarla(t)mayan kişidir.
4- İstişâre ve Adâlet: Her çeşit imamlık/yöneticilik için Kur'an'ın temel prensiplerinden ikisidir istişâre ve adâlet. "İş (yönetim) hakkında onlarla istişâre et, onlara danış, Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a tevekkül et, O'na dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."437; "Onların işleri, aralarında şûrâ/danışma iledir." 438; "Allah size, emânetleri mutlaka ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder."439; "Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı/iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder."440 İstişâre edilecek insanlarda bulunması gereken vasıfların başında iki husus, vazgeçilmez şarttır: O konuda ehil/uzman olmak ve emîn/güvenilir olmak.
5- Kararlılık, Cesâret ve Metânet: İmamlık yapacak kişiler, gereken her hususta o konunun uzmanlarıyla, kendi yardımcıları ve çevresindeki yakınlarıyla istişâre yapmalı, ortaya atılan fikir ve önerileri dikkate almalı ve sonunda kendisinde hâsıl olan vicdanî kanaatine göre verdiği kararı uygulamada cesaret ve ciddiyet sahibi olmalıdır. "Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a tevekkül et, O'na dayınıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."441 Karar vermede tereddüt gösteren ve kararı geciktiren veya sık sık karar değiştiren tipler, başarılı olamaz. İmam, kendisinin bir otorite olduğunu/olması gerektiğini unutmamalı, cesaretle bazı kararlar alıp uygulamaya koymak zorunda olduğunu unutmamalıdır. Kararsız, korkak ve özgüveni olmayan liderler, beklentiye cevap veremez, çevresinden gereken saygıyı duyamazlar.
6- Problem Çözmede Mârifet: Liderler, ânî ve yeni problemleri çözmede, zorlukları ve olumsuzlukları yenmede girişimci ve becerikli olmalıdır. Problemleri, tehdit ve tehlike derecesine göre sıraya koymada, problem çözümünde orijinal ve yeni metodlar uygulamada keşfedici bir karaktere sahip bulunmalıdır. Sıkıntı ve saldırılar karşısında yılgınlığa ve şaşkınlığa kapılmamalıdır. En zor anlarda bile çevresine ümit ve gayret aşılamalı, onların hırs ve heyecanını diri tutmalıdır. Sık sık paniğe kapılan, pısırıklık psikolojisinden kurtulamayan tipler, imamlık/liderlik yapamazlar. Altından kalkamayacağı sorunları, varsa bir üst makama iletmeli, kendinden daha tecrübeli insanlardan yardım istemelidir. "Onlara (İslâmî cemaat ve hareketle ilgili) güven veya korkuya dair haber gelince hemen onu yayarlar (Bu tür haberlerin psikolojik veya stratejik yarar veya zararını hesaba katmazlar). Hâlbuki o haberi Rasûl'e veya aralarında emir ve yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasında olayın içyüzünü anlayanlar o haberin ne anlama geldiğini (ve yayılıp yayılmaması gerektiğini) bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, (böyle rastgele haber ve yorum yaymaktan dolayı) pek azınız hâriç şeytana uyup giderdiniz." 442
437] 3/Âl-i İmrân, 159
438] 42/Şûrâ, 38
439] 4/Nisâ, 58
440] 16/Nahl, 90
441] 3/Âl-i İmrân, 159
442] 4/Nisâ, 83
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
7- İletişim ve Hitâbet: İnsanları etkilemede, onları kudsî hedeflere yönlendirmede hitâbetin büyük önemi vardır. İnsanları yönetme ve çalışmaları organize etmede iletişim, temel unsurlardan biridir. Bunun için de konuşma düzgünlüğü, çekiciliği, güzelliği ile ifade tarzı/üslûp, hayatî öneme sahiptir. Konuşmaların "dinle beni"si, yazıların "oku beni"si olmalı, sıkıcı değil; çekici ve câzip olup, uyuyanı uyandırmalıdır. Konuşma konuları önceden planlanmalı, toplumun/cemaatin karşısına hazırlıksız çıkılmamalıdır. İletişim araçlarından yararlanmasını bilmelidir. Hz. Mûsâ'nın konuşma kabiliyetini ve ifade yeteneğini artırması için Allah'a şu duâsı, mesajın gerekli etkisi açısından hitâbetin önemini vurgulamaktadır: "Rabbim! Ruhuma/gönlüme genişlik ver. Kolaylaştır işimi. Çöz düğümü dilimden; ki anlasınlar sözümü." 443
8- İktisat, Kanaat: İmamlar, her türlü israfı önleyici tedbirleri almak zorundadır. Malî kaynakların ve maddî imkânların çarçur edilmesinin önüne geçtiği gibi; eleman ve ekip israfına da, zaman ve imkân israfına da izin vermemelidir. Üç kişinin başarabileceği işe beş kişi görevlendirmek, ekip israfı; hatiplik ve ağabeylik yapacak kapasitedeki insana afiş astırmak da eleman israfıdır. Güncelliğini yitirmiş konuları konuşmak ve yazmak, zaman israfıdır. Cemaatin/ümmetin parası, emânet bilinciyle değerlendirilmeli, kaliteli işler ve ürünler ucuz maliyete getirilmeye çalışılmalıdır. İhtiyaçla lüks karıştırılmamalıdır. Reklâm ve vitrine ayrılacak bütçe, çalışma ve eylemlerin önüne geçmemelidir. Ayrıca, töhmet ve zan altında kalmamak için, her şeyin kuruşu kuruşuna hesabı tutulmalı, bu konuda şeffaf olmalıdır. "Allah, israf edenleri sevmez."444 İsraf, aşırılık demektir; bu tavır da tepkiyi doğurduğundan itaat ve emre uymayı imkânsız hale getirir: "İsraf edenlere itaat etmeyin!"445; "Gereksiz yere saçıp savurma. Böylesine israf edip saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri/dostlarıdır."446 Plansız, programsız, hazırlıksız, ekipsiz, takipsiz işler başarısız ve bereketsiz olacağından sonuçta zaman ve imkân israf edilmiş sayılacak ve tabii, hizmetin neticesi hezimet ve iflâsla noktalanacaktır.
9- Hürmet ve Muhabbet: İmamlık yapacak kişiler, hem olgun ve ağırbaşlı, hem de herkese kibar ve saygılı olmalıdır. Başkalarını sevmeyen, kendisi de sevilmeyen kişilerde hayır yoktur. Hürmet etmeyen, kendisine hürmeti hak edemez. Sevmeyen sevilmez. Tabii, lâkayt, laçka ve lâubali tipler, gırgır, geveze ve hafif meşrep kimseler de saygıya ve itaate lâyık olamaz. İmamın, ciddî, ama asık suratlı değil; sempatik ve güleryüzlü ama sırıtkanlıktan uzak bir portresi olmalı. Herkesle ve her kesimle rahat diyalog kurabilen, her gruptan müslümanla iyi ilişkiler geliştirebilen, başkalarıyla asgarî müştereklerde uzlaşabilen, ama kendi doğrularından ve değerlerinden tâviz vermeyen bir kabiliyet ve karakter taşımalıdır. 447
Namaz İmamlığı
Halîfeye imam adının verilmesi, ittîbâ ve iktidâr bakımından namaz kıldıran imama benzetilmesinden dolayıdır. Rasûl-i Ekrem ve dört râşid halîfe, namaz kıldırma işini mecbur kalmadıkça başka bir kimseye bırakmamışlar, kendileri namazda da imam olmuşlardır. Hatta iki imam/halîfe, namaz imamlığı esnâsında
443] 20/Tâhâ, 25-28
444] 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31
445] 26/Şuarâ, 151
446] 17/İsrâ, 26-27
447] Ahmet Akgül, Dâvâ Erlerine Mesaj ve Metod, s. 25-31
İMAM
- 119 -
şehid edilmişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin imamlık yaparken öldürülmeleri, Muâviye bin Ebû Süfyan’ın önlem almasına sebep olmuş ve namaz kıldırırken başında silâhlı nöbetçiler bekletmeye başlamıştır. Bazen de, belki bu gerekçeyle imamlığı başkasına yaptırmış ve zaman zaman namazlarını câmideki parmaklıkla çevrilmiş korumalı kısımda (maksûrede) kılmıştır. Abbâsiler döneminde halifeler vakit namazlarında imamlık yapmayı tamamen terketmiş ve bu işe resmî görevliler tâyin etmişler, Cuma namazı kıldırma ile yetinmişler; çok geçmeden o görevi de kadılara bırakmışlardır.
Fıkıhta imam; cemaatin önüne geçip onlara namaz kıldıran kimseye denir. İmamın yapmış olduğu göreve de imâmet denir. İmamlık faziletli bir görevdir. Peygamber Efendimiz ve kendisinden sonra gelen râşid halîfeler bu görevi büyük bir özenle yapmışlardır. Gelişi güzel herkes bu görevi yapamaz. İmam olabilmek için birtakım şartlar vardır. Bunlar:
1- Müslüman olmak. Müslüman olmayanlar imam olamaz. Fâsık ve bid'at sahibi kimselerin imam olması ise tahrimen mekruhtur.
2- Erkek olmak. Kadının imam olması câiz değildir. Ancak, kadının kadınlara imam olması, kerâhetle câizdir. Bu durumda imam olan kadın öne geçmez, cemaat olan kadınların sağında bulunur.
3- Akıllı olmak. Akıl hastasının imamlığı câiz değildir.
4- Ergenlik çağına ermiş olmak. Büluğ/ergenlik çağına ermemiş olan çocuğun büyüklere imam olması câiz değildir. Ancak, kendisi gibi çocuklara imam olabilir.
5- Özürlü olmamak. İdrarı tutamamak, devamlı olarak burundan veya yaradan kan gelmesi gibi durumlar birer özürdür. Bu gibi özürleri olan kimseler imam olamazlar. Ancak, aynı cins özre sahip olanlara imam olabilirler. Özürleri farklı ise imam olması câiz değildir.
6- Namaz sahih olacak kadar ezbere düzgün Kur'an okumasını bilmek. Okuma yazma bilmeyenlere "ümmî" denir. Ümmî kendisi gibi olanlara imam olabilir. Ümmînin ümmîye imamlığı câizdir. Kur'an'ı iyi okuyamayanların, iyi okuyanlara imam olması sahih değildir.
İmamlığa geçmede fazilet sırası: Evde ev sahibinin namazı kıldırması, daha uygundur. Cemaatle namaz kılacaklar arasında ev sahibi, görevli bir imam veya İslâm devletinde yetkili âmir yoksa, sırasıyla şunlar imam olur:
1- Namazın hükümlerini, yani İslâm fıkhını en iyi bilen,
2- Kur'ân-ı Kerim'i en güzel, tecvid kurallarına ve mahreçlerine uygun şekilde okuyan,
3- En fazla günahlardan sakınan, takvâda en ileri olduğu kabul edilen,
4- En yaşlı olan,
5- Ahlâkı en güzel olan,
6- Yüzü daha çok nurlu olan,
7- Sesi en güzel olan,
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
8- Elbisesi daha temiz olan.
Bütün bu hususlarda eşit olurlarsa aralarında kur'a çekilir, ya da cemaat onlardan birisini imamlığa seçer. 448
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır, tartışılmalı, ama devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.
Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği, ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler mangası!
Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi.
448] Abdullah Yücel, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 142
İMAM
- 121 -
Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim süreci içinde bulunmaktadır.
Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle, müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye, câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına, kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile bu dejenerasyona teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto kontrol mekanizması var.
İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları Meslek liseleri değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.” Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu; ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar. Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam ikiyüzlü bir politika. İmam-Hatip Liselerinde kız öğrencilerin başlarını örtmeleri resmen yasak. Tabii, Heybeliada papaz okulu talebelerine güçleri yetmez, hınçlarını bizimkilerden alıyorlar. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını? Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. ama olmadı... Tutmadı. 449
Din ıstılahında imam “devlet başkanı” demektir. Din ve dünyayı ayrı düşünen inanç sonucu devletin başındakilere değil de sadece câmide namaz kıldıranlara bu isim münhasır olmuştur. Hâlbuki imam “otorite” demektir. Devletin başı, hem idarî işlerde, hem de dinin diğer sahalarında en üst makamdaki zat demektir. Cumâ’yı o, ya da onun vekili kıldırır. Onun adına hutbe okunur. Böyle iken bugün imam, beşinci sınıf devlet memuru sayılmaktadır.
İmam ve müezzine “din görevlisi” demek çok sakıncalıdır. Dinimizin bu şekilde görevlendirdiği birileri yoktur. İslâm’da kim daha ehil ise, o kişi müslümanların önüne geçer, imam olur ve namaz kıldırır. Namaz dışında da bu kimseler, cemaatin her türlü işinde istişâre edeceği, sözünü dinleyeceği selâhiyetli kimselerdir. İmam, devletin memuru statüsünde değil; halkın ve cemaatin içerisinde ilmiyle, ahlâkıyla, irfânıyla sivrilmiş örnek alınacak şahıs demektir. Aynı zamanda o Peygamber’in vekilidir/olmalıdır. Mihrap, Peygamberin hakkıdır. Hz. Peygamber’den sonra ise O’nun vekillerine emânet edilmiştir. İmam olan şahısların bu sorumluluğu takdir edebilecek ve taşıyabilecek kabiliyet ve kapasitede olmaları gerektiği gibi, cemaatin de imamı, Peygamber’in vekili mevkiinde görüp ona itaat ve saygıyı elden bırakmaması gerekmektedir. İmamı, sadece namaz için görevlendirilmiş bir “namaz kıldırma memuru” gibi görmek din ile devlet, din ile dünya işlerini birbirinden ayrı gören laik bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış ile namazın gerçek mânâsına erebilmek, hiç de mümkün olmayacaktır.
449] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 36-37
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ümmetin kurtuluşu, ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir. Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır.
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak iseteyen kişidir...”450; “Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” 451
İmamlık, cemaatle namazda bir esastır. İmam olacak kişi, namaz kılanların rızâsı esasına göre seçilir. Namaz imamlığı, “din adamları” denilen bir gruba tahsis edilen dinî bir makam değildir. Herhangi bir müslüman bu vazifeyi üstlenebilir. Ancak, kişinin ehliyetli olup olmadığı esas alınarak ona en lâyık olan tesbit edilmelidir.
Bu imamlık anlayışı, bütün işlerinde bir idârecinin bulunmasının gerekliliğini ilham eder. Bu kişiler tavsiye ve nasihatlerle onu korurlar. Yine onlar, tâbi olanlarına Allah’a itaat konusunda insanlara uydukları güzel bir örnek olurlar. Müslümanlar, siyasî, sosyal ve cihadla ilgili işlerinde imamlığı/yöneticiliği ihmal ettiği takdirde bütün işlerinde aksamalar ortaya çıkacaktır. Çünkü zulmü önlemek, adâleti yaymak, dinî vecîbeleri yerine getirmek, Allah yolunda cihad gibi bütün faâliyetler (ahkâm ve muâmelât) durur. Dinde sadece fertle ilgili farzlar kalır. Namaz için imam seçimindeki prensip neyse, imam/yönetici seçimindeki prensip de odur.
Sahâbe de konuyu böyle değerlendirmiş, son zamanki hastalığında Hz. Ebûbekir’i namaz imamlığına geçiren Peygamberimiz’in bu uygulamasından yola çıkarak, yönetici anlamındaki imamlık konusunda da Peygamber’in onu işaret ettiği sonucu çıkarmış ve o şekilde uygulamıştır. Yönetici anlamındaki imam da, namaz imamlığında olduğu gibi, cemaatin/toplumun rızâsı (bey’ati) ve onlarla müşâvere ile seçilir. İnsanlar bu konuda ihtilâfa düşerlerse hak sahibi, müslüman cumhurun/çoğunluğun seçtiği/bey’at ettiği kişidir.
Bir müslüman seçildiği zaman, artık ona, namaz imamına uyulduğu gibi uyulur. Namaz imamı yanılınca, imamın arkasındakiler, nasıl ve hangi usûlle imamı düzeltiyorlarsa, aynı şekilde imam/halîfe yanıldığı, yanlış davranışlarda bulunduğu zaman düzeltilmesi gerekir. Meselâ imam, namazın rekâtlarını ziyâde ederse ona uyulmaz; tesbih ve tekbir gibi bir usûlle hatırlatılır, doğru olana sevkedilir. Hz. Ömer de devlet başkanı iken Cuma namazı kıldırdığında hutbede cemaate soruyordu: “Ben Haktan ayrılırsam ne yaparsınız?” Cemaatten ses yükseliyordu: “Kılıçlarımızla düzeltiriz.” Hz. Ömer: “Bana bu şuurda cemaaat verdiği için Allah’a hamd u senâlar olsun!” diye şükrediyordu.
Cemaatle namaz, yöneticiler için de bir eğitim ve genel yönetim sahasında
450] Ebû Dâvud
451] Tirmizî
İMAM
- 123 -
sâlih gâyeler için bir enerjidir. Cemaatle/toplumla istişâre etmek, onların hesap sormalarına karşı hesap vermek, onlara nasihat etmek, onların tercih ve eleştirilerine kulak vermek için halife anlamındaki imamın, namaz imamlığını da yapması gerekli görülmüştür. Zaten namaz, mü’minin hayatında prototiptir. Mü’minlerin her işi, her şeyi namaza benzemeli, namazdaki gibi ibâdet bilinciyle yerine getirilmelidir.
İmam, namaz için tâyin edilen vakitten geç kaldığı zaman beklenmez. Cemaat, onun yerine namaz kıldıracak başka bir kişiyi öne geçirir. Hz. Peygamber, namaza çıkmakta gecikince sahâbe böyle yapardı.452 Cemaatin imam üzerindeki haklarından biri de, imamın cemaatten daha yüksekte durmamasıdır. “Kişi, bir cemaate imamlık yaptığı zaman, onlardan yüksek bir yerde durmasın.”453 Cemaatin haklarından bir diğeri de, imamın duâsında sadece kendisine duâ etmemesi, cemaatini de duâsına katmasıdır. “Üç şeyi yapmak, hiç kimseye helâl değildir. Bunlardan birisi de, kişinin bir cemaate imamlık yapıp duâsında sadece kendisine duâ etmesidir. Eğer böyle yaparsa onlara hıyânet etmiş olur.” 454
Yine başka bir hak, cemaati sıkıntıya sokarak namazı fazla uzatmamasıdır. Bu, uyulması gereken bir prensiptir. “Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelerek şöyle dedi: ‘Ben, falan kimse namazı uzattığından dolayı sabah namazlarından geri kalıyorum’ Râvi der ki: ‘Ben Peygamber’in o gün kızdığı kadar hiçbir nasihatinde kızdığını görmedim.’ Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ey insanlar! İçinizde nefret ettirenler var. Sizden biriniz namaz kıldırdığı zaman uzun kıldırmasın. Arkasında zayıf veya ihtiyaç sahipleri olabilir.” 455
Cemaat imama uyar, onun arkasında saf bağlayarak namazı kılar ve bütün hareketlerinde ona tâbi olur. Hiç bir durumda imamdan önce hareket etmez, onu takip eder. “Ey insanlar! Muhakkak ki Ben sizin imamınızım. Rükû, secde, kıyâm ve selâmda Beni geçmeyin.” 456
Müslümanın gördüğü her cemaatte, kendisine diğer sosyal ilişkilerde ve özellikle İslâmî devletin yöneticisiyle (imamla) ilişkileri açısından bir eğitim ve bütünlük vardır. Meselâ, namazda, imamın hemen arkasında ehliyetli (muttakî ve ilim sahibi) kişiler vardır/olmalıdır. İmam hata yaptığı zaman ona hatırlatır, âyetleri karıştırdığı zaman onu düzeltirler. İmamlık makamı boş kaldığı zaman, imam bir özürden dolayı devam edemeyeceğinde onlar bu görevi üstlenirler. “Benim arkamda sizden, akıllı ve yanlışları düzeltme gücüne sahip olanlar dursun.”457 Bu durum, büyük imamlık için de geçerlidir. Namaz, müslümanlara, yöneticilerinin etrafını sâlih, ilim sahibi ve ehil kimselerle çevirmeyi öğretir. Onlar danışma meclisini, istişâre heyetini oluştururlar. İmamlarını nasihatleriyle yönlendirir, genel işlerde onu vekil kılarlar, yanıldıklarında onu hemen düzeltirler.
Neredeyse imâmet-i suğrâ (namaz imamlığı) ile imâmet-i kübrâ (devlet başkanlığı)nın hükümleri aynıdır. Bu durum, dinin tekâmülüne ve hayatın bütün safhalarındaki hükümlerinin muntazamlığına ve her işin ibâdet olmasına delildir.
452] Ebû Dâvud
453] Tirmizî ve Ebû Dâvud
454] Müslim
455] Müslim
456] Müslim
457] Müslim
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu, onun tek kaynağı olmasındandır; dünya ile âhiretin, din ile hayatın bir bütün kabul edilip ayrılmaması ile ilgilidir. Din, müslümanın hayatının bütününe hitap eder. Onda hayatın özel ve genel değerleriyle ibâdet ve hükümleri arasında ayrılık yoktur. Dinin eğitim anlayışı, insanı her yönüyle kuşatır, kendisini, ortağı olmayan tek bir Allah’a teslim etmek, namazın ve diğer ibâdetlerin, hayatın ve ölümün; âlemlerin Rabbı olan Allah’a âit olması için tek metodda şekillenir. 458
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”459 Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
Mü’min imamlar ise, imamların imamı Hz. İbrâhim örnekliğinde ortaya konulur. O, put ve putçulara karşı tek başına bir ümmettir. Ve aynı zamanda ümmetin imamıdır. O’nun İshak, İsmail gibi oğulları, Ya’kub, Dâvud, Mûsâ, İsa, Muhammed (salevâtullahi aleyhim ecmaîn) gibi torunları imamdır. Kur’an, apaçık bir imam/rehber olduğu gibi, yol (hidâyet yolu, sırât-ı müstakîm) da imamdır. İmam hakkındaki Kur’an’ın bu tanımlarından yola çıkarak diyebiliriz ki; iyilik imamı, peygamberlerin izinden ayrılmayan, Kur’an’ın ahkâmını inanarak uygulayan ve İslâm hidâyeti üzere, sırât-ı müstakîm yolunda önder kişidir. Bu özellikleri taşımayan kimse, mü’minlerin imamı olamaz; olsa olsa, küfür imamı/önderi olabilir.
İslâm’ın toplumsal hükümlerini yaşayabilmek, bulunduğumuz yere İslâm’ı hâkim kılabilmek için imamın mevcûdiyeti, başta gelen esaslardandır. “Cemaat mi, arasından imamı çıkarır, yoksa imam mı kendi cemaatini yetiştirir, oluşturur?” sorusuna, her iki açıdan cevap vermek mümkündür.
Günümüzde İslâmî ve ideal anlamda cemaat bile olamayan müslümanların, aralarından imam çıkarmaları ve imamsız devlete tâlip olmaları gerçekleşmeyecek
458] Hasan Turâbi, Namaz, s. 141-148
459] 4/Nisâ, 141
İMAM
- 125 -
bir düşten ibârettir. Rüyanın gerçek olması için önce cemaat ve ümmet bilincine sahip olmalı ve içimizden bizi çekip çevirecek bir imam çıkarması için dil ve fiil ile duâ etmeliyiz: “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.” 460
Selâm olsun hidâyet imamlarına ve hidâyete tâbi olan muttakîlere! Yazıklar olsun toplumu hidâyetten engellemeye çalışan önderlere ve onların izindekilere!
Selâm olsun, imamların unutulduğu ortamlarda ortaya çıkarak cemaatlerini oluşturmaya ve imâmet müessesesini gerçekleştirmeye çalışanlara!
460] 25/Furkan, 74
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de “İmam” ve Çoğulu “Eimme” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (12 âyet): 2/Bakara, 124; 9/Tevbe, 12; 11/Hûd, 17; 15/Hıcr, 79; 17/İsrâ, 71; 21/Enbiyâ, 73; 25/Furkan, 74; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24; 36/Yâsin, 12; 46/Ahkaf, 12.
B- İmam Kelimesinin Farklı Anlamları:
a- Önder, Rehber, Lider: 2/Bakara, 124; 11/Hûd, 17; 25/Furkan, 74; 46/Ahkaf, 12.
b- Kitab, Levh-i Mahfûz: 36/Yâsin, 12
c- Yol: 15/Hıcr, 79
d- Liderler: 9/Tevbe, 12; 21/Enbiyâ, 73; , 17/71; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Salât 5-7, 60; Ezan 51, 54; Meğâzî 53, 82, Hudûd, 86, Edeb 74; Ahkâm 1, 4, 8, 48; Enbiyâ 5; Menâkıbu’l-Ensâr 25.
Müslim, Mesâcid 289-290; Salât 178; İmâre, 9, 33, 37, 38, 44, 46, 58; İman, 173, 229.
Tirmizî, Fiten 13, 48, 75; Menâkıb 19, 33; Salât 174; Mevâkît 39, 149; Cihad 7, 29; Siyer 35; İlim 16.
Nesâî, İmâmet 3-4, 39, 41; Bey’at 25, 26, 27, 34.
İbn Mâce, Fiten 8, 9, 20; Mukaddime 6, 11, Ezan 3; İkamet 46-48, 78; Ticâret 8, 30; Cihad 40, 42.
Ebû Dâvud, Salât 32, 40, 60-62, 63, 134; Büyû’ 37; İmâre 1; Cihad 87, 96; Bey’at 25; Sünnet 5, 8; Melâhim 17.
Müsned-i Ahmed, I/21, 23, 55, 84, 118, 119, 152, 209, 333, 375; II/54, 97, 161, 177, 232, 336; III/129, 183, 428, 457, 475; IV/21-22, 118, 148, 203-204, 273, 405, 461; V/29-30, 71, 251, 301; VI/111, 405.
Dârimî, Mukaddime 6, 23.
İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257.
Hâkim, el-Müstedrek, 4/92.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 233-253
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 109-122
3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 403-429 ; Eser Y. c. 1, 490-520
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 246-276
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 528-584
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 220-241
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 408-520
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 379-444
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 304-367
10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 231-248
11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 125-136
12. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 34-38
13. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 168-182
14. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s.9-43
15. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 256-283
16. El-İmâmetü’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, Süleyman ed-Demirci, terc. İbrahim Cücük, Ravza Y.
17. Tek Başına Bir Ümmet, Necmettin Şahiner, Beyan Y.
18. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
19. İmamet ve Rehberiyyet Reçetesi, Murtaza Mutahhari, çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.
20. İmamet ve Rehberiyet Felsefesi, Muhammed Beyşehri, çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.
21. İmam En Büyük Önder, Ensari Kirmani, çev. İrfan Keser, Endişe Y.
22. İmamiye Şiasında On İkinci İmam ve Mehdi İnancı, Mustafa Öz, Marm. Ün. İl. Fak. Vakfı Y.
23. İslâmî Siyaset Teorisi ve Sorunlar, Heyet, Ekin Y.
24. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
İMAM
- 127 -
25. Ulemâ ve Dinî Otorite, Derleme, İnsan Y.
26. Mehdilik ve İmamiye, İbrahim Süleymanoğlu, Nil A.Ş. Y.
27. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y.
28. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (M. Sabri Küçükaşçı) T.D.V. Y. c. 22, s. 178-190, 201-207
29. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Abdullah Yücel) Şâmil Y. c. 3, s. 142-144
30. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Nureddin Yıldız) Risale Y. c. 2, s. 236-240
31. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda, c. 4, s. 37-47
32. İlmî ve Siyasî Tahliller, Molla Mansur Güzelsoy, Fıtrat Y. s. 15-35
33. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 180-183
34. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 534-537
35. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.127-135
36. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 301-302
37. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 69-79, 127-130
38. İslâm'ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 55-69
39. İbâdet mi Âyin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 95-103
40. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y. s. 86-105
41. İslâmî Hareket, İlkeler ve Sorunlar 2, Muhammed Fadlullah, Ekin Y. s. 197-207, 271-284, 93-103
42. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
43. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-244
44. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 50, 60-64
45. Teşkilat ve Teşkilatçılık, H. Mustafa Genç, Akabe-Biat Y. s. 123-148
46. Dâvâ Erlerine Mesaj ve Metod, Teşkilatçılık, Ahmet Akgül, Doğuş Y. s. 23-33
47. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-218
48. İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, terc. M. Beşir Eryarsoy, Pınar Y.
49. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
50. Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Mâverdi, Bedir Y.
51. Namaz, Hasan Turâbi, Risale Y.
52. Ümmet ve İmâmet Soruşturması, Tevhid Dergisi, sayı 18, 19, 20, Haz, Tem, Ağustos 1991
53. Kur'an'da İmam ve İmamet, Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 62, 64 (Mayıs, Temmuz, 1996)

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:07

İLİM

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İLİM


- 41 -
Kavram no 90
Nimet 10
Görevlerimiz 14
Bk. Hikmet; Sâlih Amel
İLİM
• İlim Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
• Bilgi Kaynakları ve Vahy
• İlim ve İslâm
• Allah'ın Âdem (a.s.)'e İsimleri Öğretmesi
• Hadislerde İlim
• Allah'ın Sıfatı Olarak İlim
• Günümüz ve İlim Kavramının Tahrifi
• “Bilim” ile “İlim” Aynı Şey mi?
• İlim, İslâmîyet’tir
• İlmin Sınırları
• İlim, Ancak Amel Etmek İçin Öğrenilmelidir
• İlmi Gizlemek
• Kur’an’da Temel Eğitim Kavramları; Rab, Fıtrat ve İlim
• Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır
"Hatırla ki; Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar, 'Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara 'Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim' dedi."113; "Allah Âdem'e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip, 'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunların isimlerini Bana bildirin' dedi."114; "Melekler, 'Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm (her şeyi bilen) ve hakîm olan (her yaptığında hikmetler olan) ancak Sensin' dediler." 115
"Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arzedip, 'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin' dedi." 116
Istılahlar, kavramlar insanoğlunun eşyayı algılamasına yarayan araçlardır. Gerçekte insanoğlunun eşya ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine dayanır. Bu nedenle Hz. Âdem’e her şeyin isimlerinin öğretilmesi, onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamına gelir. Allah'ın hilâfet anahtarlarını teslim ettiği bu yeni vücut bulan varlığa verdiği büyük sırrın bazı önemli kısımları ifade ediliyor. Bu sır, şahıslara ve hissedilen eşyaya işaretler vererek dille telâffuz edilen isimlendirme
113] 2/Bakara, 30
114] 2/Bakara, 31
115] 2/Bakara, 32
116] 2/Bakara, 31
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kudretidir. Bu kudretin insan hayatında büyük önemi vardır. İnsana eşyayı isimlerle rumuz haline getirme kudreti verilmeseydi bir insanın diğerinden bir şey isterken veya o şey hakkında mâlûmat edinmek arzularken karşılaşacağı güçlükleri tasavvur edin. Bu kudretin kıymeti ancak o zaman anlaşılabilir. Meselâ, bir hurma ağacını anlatmak isteyen kişinin ağacı omuzlayıp getirmek mecburiyetinde kalacağını düşünün. Meleklerin bu kabiliyete ihtiyaçları yoktur. Zira vazifeleri böyle bir ihtiyacı icap ettirmez. İşte bu yüzden onlara bu kabiliyet verilmemiştir.
"Melekler: 'Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz alîm olan/her şeyi bilen ve hakîm olan/her yaptığında hikmet olan Sensin' dediler." 117
Göründüğü kadarıyla bir meleğin bilgisi, kendi bölgesi -hava, su, bulut vs.- ile sınırlıdır. Meleğin aksine insanın bilgisi çok geniş ve kapsamlıdır. Eşyanın özel bir bölümünden sorumlu olan melek kadar bilgiye sahip olmasa da insan, eşyanın geneli hakkında belli bir bilgiye sahiptir. Bunun aksine bir melek kendi görev alanı dışındaki şeylerle ilgili hiçbir bilgiye sahip değildir.
İnsanın tüm bilgileri de, atası Hz. Âdem’e Allah tarafından verilen bilgiye dayandığı ve kalp, akıl, fikir, zekâ, anlayış, hâfıza/bellek gibi Allah’ın kendisine ihsânı olan ilim için potansiyel güçlere yüklendiği ve gerçek bilginin vahy olması yönüyle Allah’a aittir. O yüzden insan da aynen melekler gibi 'Yâ Rab! Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz alîm olan/her şeyi bilen ve hakîm olan/her yaptığında hikmet olan Sensin” demek zorundadır.
"(Bunun üzerine:) 'Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat' dedi. Âdem eşyanın isimlerini onlara anlatınca: 'Ben size, muhakkak semâvât ve arzda gaybı/görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?' dedi." 118
“Âdem eşyanın isimlerini onlara anlattı.” Bu açıklama, meleklerin “yeryüzünde fesat çıkaracak insan mı var edeceksin?” soru ve endişelerine verilen karşılıktır. Bu şekilde Allah, meleklere şöyle demek istiyor: “Ben Âdem’e sadece yetki değil; bilgi de veriyorum. Bu nedenle onun halife tayin edilmesinin iki yönü var: Karanlık yönü, onun yetkisini kötüye kullanarak fesat çıkarması, aydınlık yönü ise, bilgisinin yardımıyla kötülüğe değil; iyiliğe yönelmesidir. O halde akıllı bir kimse, iyi özelliklere sahip olan bir şeyden, sadece kötülük potansiyeline sahip bulunduğu için vazgeçmez.
Allah, Âdem'in üstünlüğünü ortaya koyarken ona öğrettiği ilmi ileri sürmüştür. Üstünlük ölçüsü Allah'tan gelen ilim olduğundan, insanlar; malları, orduları, zulüm ve saltanatlarıyla değil; Allah'ın rızasına uygun ilimleriyle yarış yapmalıdırlar.
Bu âyet-i kerimeler, ilk insanın topraktan yaratıldığını; vahşî bir hayat yaşayıp kendi kendine tekâmül ederek bu hale gelmediğini Allah'ın öğrettiği eşyanın isimlerini bildiğini haber veriyor.
İlim Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel olarak insan zihnine (ve gönlüne) konu
117] 2/Bakara, 32
118] 2/Bakara, 33
İLİM
- 43 -
olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek mânâlarına gelmektedir.119 İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış malumata ilim (bilgi) denilemez.
Yine ilim hakkında şu tanımlar da yapılmıştır: İlim, insanın vahy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif Cürcânî'ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır.120 Râgıb, Müfredât'ında şu tanımı yapar: İlim, amelî-dinî yükümlülüklere vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam olur.121 İlmin zıddı, cehalettir (câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi). Kur'an-ı Kerim'de ilim kelimesi 105 defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı, 854'ü bulur. Dolayısıyla "ılm" Kur'an'da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir. Ayrıca "akıl, fikir, zikir" gibi kelimeler Kur'an'da çokça geçer.
“Rabbim, ilimce her şeyi kuşatmıştır.” 122
“İlim, ancak Allah katındadır.” 123
Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan ilâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri, özellikle Allah'ı hiç tanıyıp bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:
a- Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz'in vahy kanalıyla Allah'tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.
b- Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak üzere naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler.
Bilgi Kaynakları ve Vahy
Bilgi nedir? Bilginin mahiyeti nedir? Neyi, ne kadar bilebiliyoruz? Bildiklerimizin doğruluk derecesi nedir? Bilgimizin kaynağı nedir? Nereden elde edilir? Duyularımız bize bilgi sağlayabilir mi? Aklımızın bilgi ile ilişkisi nasıldır? İnsan, gerçeği, varlığın hakikatini, gerçeklerin neler olduğunu ve ilâhi meselelerin esasını hangi yollarla bilebilir? Bilginin sebepleri, kaynakları nelerdir? Bu ve benzeri
119] İbn Manzur, Lisânu'l-Arap, cilt:10, İlm maddesi
120] Kitabü't-Tarifat, Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 156
121] Râgıb, el-Müfredât, s. 193
122] 6/En’âm, 80
123] 46/Ahkaf, 28
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorular insanoğlunun aklını meşgul eden ve edecek olan sorulardır.
Kimine göre gerçeğin bilgisi sadece duyu organları vasıtasıyla bilinebilir. Bu inanca sahip olanlar sadece gözlenebilen, ölçülebilen, deneye tabi tutulabilen şeylerin bilinebileceğine inanır. Bazılarına göre bilginin elde edilme yolu sadece akıldır. Bilgi kaynağı olarak yalnızca aklı kabul edenler, aklın kavrayamadığı, idrakin alamadığı şeylerin bilinemeyeceğine inanırlar. Sadece ilham, rüya veya sezgi yolu ile bilgi edinilebileceğine inananlar ise, diğer vasıtaları bilgi kaynağı olarak kabul etmezler.
Görüldüğü gibi, herkes kendi inancına uygun olanı bilgi kaynağı kabul etmekte; diğer vasıtaları kaynak olarak kabul etmemektedir. Bir diğer önemli nokta ise, yukarıda geçen vasıtaları bilgi kaynağı olarak görenlerin tümünün “vahy”i bilgi kaynağı olarak kabul etmemeleridir.
Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi (kötülüklerden) temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti öğreten, size bilmediklerinizi bildiren bir Rasûl gönderdik."124 Âyetlerin anlatılması ve açıklanması duyuları, kitap ve hikmetin öğretilmesi aklı, bilinmeyenlerin bildirilmesi de vahyi hatırlatmaktadır. Aklı kullanmayı, duyu organlarının, özellikle de göz ve kulağın değerlendirilmesini, her şeyden önce vahye uyulmasını Kur'an nice âyette ısrarla vurgular. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibâdet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir.
İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani, bilginin kaynağı üçtür. İnsan üç yolla ilim elde eder. Bunlar:
1- Doğru haber: a) vahiy, b) mütevâtir haber,
2- Selim hisler dediğimiz sağlıklı beş duyu,
3- Akıl.
Aslında bilginin yegâne kaynağı Allah'tır. Vahyi indiren Allah olduğu gibi, duyu organlarımızı ve aklımızı yaratan ve bunları ilme yetenekli kılan da Allah'tır. Bunu idrâk eden kimse, bildikleriyle övünmez. 125
Vahiy: Sözlük anlamı olarak vahiy; işaret etmek, gizli ve süratli bir şekilde bir şeyi bildirmek, elçi göndermek demektir. Terim olarak vahiy; "Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine ilâhî bir yolla mesajlarını, emir ve yasaklarını bildirmesidir." Bu tanımda geçen “ilâhî bir yolla” ifadesi vahyin insan aklının kavrayışının üzerinde bir şey olduğunu, peygamberler hâriç insanların vahyin mahiyetini tam olarak bilemeyeceğini ifade eder.
Bizler ancak vahiy sayesinde âhireti, cenneti, cehennemi, melekleri... bilebiliriz. Çünkü bunlar gaybla ilgili konular olduğundan akılla ya da duyularla bilinemez. Vahy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi ve yaratıcısının, her şeyi bilen Zat’ın haber verdiği her konu için
124] 2/Bakara, 151
125] Bk. 2/Bakara, 32; 5/Mâide, 109
İLİM
- 45 -
kesin bilgi kaynağımızdır.
“Gayb hazinelerinin anahtarları Allah’ın yanındadır. Gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir tane, bir zerrecik, yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübin’de, Allah’ın ilmindedir.” 126
“Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?” 127
“Allah, her şeyi en iyi bilendir. 128
"Allah, size bilmediklerinizi bildirmek ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve iyi hale dönüşünüzü görerek günahlarınızı bağışlamak diler. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." 129
"Şüphesiz ki Biz onlara iman edecek bir kavme hidâyet ve rahmet düsturu olması için, tam bir ilim ile fasıl fasıl ayırdettiğimiz bir Kitap gönderdik." 130
"...Ve 'Rabbim, benim ilmimi artır' de." 131
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeyi) bir arada barındırma şerefini (!) kazanabilmişlerdir.
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak ispatlanmamış faraziyelere, mesnedsiz teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar. Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûlü Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye ters düşen her türlü bilimsel teoriler de ilim tanımı dışında kalır.
Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayıda bir topluluğun vermiş olduğu doğru haberdir. Meselâ, Avustralya kıtasının varlığını gözlerimizle görmesek bile birçok kişi tarafından haber verildiği için tereddütsüz kabul ederiz.
Sağlam duyu organları: Bilindiği gibi; göz, kulak, burun, dil ve deri olmak üzere beş duyu organımız vardır. Bu duyu organları, hastalıklardan uzak olduğu takdirde kendi sınırlarına giren ve kapasiteleri ölçüsünde kendileriyle elde edilen bilgiye genellikle güvenilir.
Akıl: İslâm dini, akla büyük önem vermiş, onu ilim elde etme yollarından biri olarak kabul etmiştir.
126] 6/En’âm, 59
127] 67/Mülk, 14
128] 8/Enfâl, 73
129] 4/Nisâ, 26
130] 7/A'râf, 52
131] 20/Tâhâ, 114
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmediğiniz halde çıkarmış, size kulak, göz ve kalb vermiştir."132 Bu âyet, bize insan bilgisinin sonradan kazanıldığını, kulak, göz ve kalbin/aklın da ilim elde etme vasıtaları olduğunu anlatmaktadır. Bu organların hayatî işlevleri ve bu görevleri yerine getirirken sorumlulukları vardır: "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur."133 Duyu organlarımız bizim için bir imtihan sebebidir. Onlar, görevlerini ne kadar verimli yaparlar, bize gerçek duyumlar sağlayabilirlerse imtihanı kazanmamız o kadar kolaylaşır. Onları kullanamadığımız veya yanlış kullandığımız ya da yanlış yolda kullandığımız takdirde sınavı kaybederiz.134 "Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör." 135
İlim ve İslâm
Kur'an'a göre yaratılış amacı, Allah'a kulluktur. Allah'a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç temel ye ihtiyaç vardır: 1- Bilişsel (zihinsel) , 2- Duygusal , 3- Davranışsal . Kur'an eğitiminin boyutları da bu üç temel den oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç , ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Kur’an’ın en üstün insan tanımı, ilim sahibi,136 cihad ehli,137 muttakî/takvâ sahibi138 kişidir. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm'da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.
Kendisinden önceki dönemin adını "câhiliyye dönemi" olarak açıklayan İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini emretmiştir.
İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: "Câhilin sofusu, şeytanın
132] 16/Nahl, 78
133] 17/İsrâ, 36
134] Yaşar Fersahoğlu, Kur'an'da Zihin Eğitimi, Marifet Y., s. 151
135] 76/İnsan, 2-3
136] 39/Zümer, 9
137] 4/Nisâ, 95
138] 49/Hucurât, 13
İLİM
- 47 -
maskarasıdır." "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder." 139
İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi, hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi, zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur.
Kur'an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm'ın ve Kur'an'ın istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir.140 Bilgi kırıntılarının ilim olabilmesi için, güncelleştirilmesi, özümsenmesi, benimsenip hayata geçmesi gerekmektedir. Kur'an'da müşriklerin "yağmuru kim yağdırıyor, gökleri ve yeri yaratan kimdir, sorularına "Allah" diye cevap verdikleri ifade edilir. Demek ki gökleri ve yeri Allah'ın yarattığını biliyorlardı. Fakat bu bilginin onlar için pratikte hiçbir faydası yoktu; Yaratıcıyı kabul etmenin özümsenen, benimsenip uygulanan, yani bu bilginin ilim ve iman olması için gereken işlem yoktu. Bu nedenle Kur'an, o bilgiye değer vermiyor ve sahiplerini "câhiller", "bilmeyenler" olarak tanıtıyor.
Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti ve orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için, ve esas bilinmesi gerekeni bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak, ona "câhillerin atası" "atacâhil = câhil baba" ismini verdi. Kur'an, dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor: "Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler." 141
İlim ve İslâmî Çalışmalar (İslâmî Hareket ve Ulemâ)
İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rehberi ve mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.142 Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını
139] Y. Fersahoğlu, a.g.e. s. 174 ve 225
140] Muhammed Kutub, İslâm'da Ferd ve Cemiyet, s. 305
141] 30/Rûm, 7
142] 12/Yusuf, 44, 45
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır.
Yine bunun yanı sıra sebeb-i nüzul bilgisi, tefsir ve hadis usûlü, hüküm istinbat etme yolu (Fıkıh usûlü) gibi alanlar, inkâr edilemeyecek şekilde Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i daha derinlikli ve hikmete uygun bir şekilde anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu ilmî disiplinler, belli birikim gerektiren ihtisas alanlarıdır. Bu ilmî birikimlere sahip olan “ulemâ”nın, İslâmî bir yürüyüşe öncülük etmedeki rolü, hem daha etkin hem daha kuşatıcıdır. Peygamberlerin vârisleri olarak sorumlulukları bildirilip taltif edilen “ulemâ”, tevhidî gerçekleri, peygamberlerin topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle topluma ulaştırma gayreti içinde olan “ulemâ”dır. İslâmî hareket içinde tevhidî şuura sahip muttakî âlimlerin yerini alması ve sahip oldukları ilmî birikimlerini hareketin güçlenmesi yolunda harcamaları gerektiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü ilim adamlarının sahip oldukları ilmî birikimin onları toplumda daha fazla dikkat ve câzibe merkezi haline getirdiği bilinen bir husustur.
Bu bağlamda şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm nokta-i nazarında ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır. “Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunması143 Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar. Tarih boyunca ulemânın toplum üzerindeki gücü, özellikle kritik dönemlerde, bâriz bir şekilde hissedilmiştir. Buna, Moğollara karşı, kalemi ve lisanıyla Müslümanlara kahramanlık ve cesaret aşılayan Ahmed İbn Teymiyye ile İslâm akîdesini koruma uğruna “Mihne” döneminde her türlü işkenceye katlanan Ahmed İbn Hanbel örnek olarak verilebilir. İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. Böyle ise, o âlim değildir. İlmî seviye oranında bu mes’ûliyet artar.
Parçalanmış, zaafa uğramış ümmetin elinden tutup ümmetin kalkınması ve yeniden yapılanmasında, en fazla öncülük yapma görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden kurtaramaz. “Toparlayıcılık” misyonu ya da ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, tevhidî duyarlılığa sahip ilim adamlarının tek başına bu işin altından kalkmaları imkânsız gibi görünmektedir. Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.
143] 12/Yusuf, 76
İLİM
- 49 -
Dolayısıyla, ilim adamlarımızın, toplum içinden gelen entelektüel birikimin sahibi, tevhidî şuura sahip aktivist Müslüman öncülere de ihtiyacı vardır. Her iki birikimin bütünleşmesi, öncü kadro misyonu açısından, zorunlu ve vazgeçilmez gözükmektedir. Aslında, aydın ve hareket adamı aktivist muvahhidlerin belirli oranda da olsa ilim sahibi olma zorunluluğu gibi; gerçek ulemânın aynı zamanda entelektüel yetiye sahip, çağı ve insanları her yönüyle tanıyan aydın kimliğinin de bulunması gerekir.
Diğer bir tâbirle, ümmete öncülük yapacak kadrolar içinde, ulemâ var olan ilmiyle, diğer aktivist Müslümanlar da var olan tecrübe ve yetenekleriyle yerini almalı ve bu iki tâife, sorumluluklarının bilincinde ve istişare içinde birbirleriyle bütünleşebilmelidir. Bununla birlikte her ulemânın aktivist, her aktivistin de belli oranda ilimle kuşanması gerekir.
Ulemânın rolü ve sorumluluğu İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır; İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır. Küfrün egemen olduğu bir toplumda, ulemânın, sanki İslâm devletinde yaşıyormuş gibi davranması, çok ciddi bir zâfiyet, çok ciddi bir açmazdır. Böyle bir toplumda ulemânın öncelikli ve en âcil görevi, toplumu İslâm’a doğru dönüştürecek İlâhî yasaları harekete geçirmede rehberlik yapması, örnek yaşayışıyla öne düşmesidir.
Ulemânın ayrıca, İlâhî programa uygun İslâmî bir yürüyüşü denetleme gibi bir görevi de vardır. Yürüyüşün İlâhî maksatlara uygun bir şekilde yürümesini kontrol etme, hareketin ifrat ve tefrite sapmasını engelleme, hareket önderlerinin fevrî ya da usûle aykırı davranmalarını tespit ve murâkabe etme gibi fonksiyonları da icrâ etmeleri gerekir. Bu noktada, İslâm hukukunda yerini alan bir kavram olan, “ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun yürütücü işlevlerini muttakî ulemâ üstlenir. Ulemâ, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli bir harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri konusunda şiddetle ikaz etmiştir: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap'da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim." 144
Allah'ın Âdem (a.s.)'e İsimleri Öğretmesi
"Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra da onları meleklere gösterdi de, 'Haydi, dâvânızda sâdık iseniz, bana şunları isimleriyle birlikte haber verin' dedi. Melekler, 'Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her şeyi hakkıyla bilen ve yaptığında hikmet sahibi şüphesiz ki Sensin' dediler." 145
Âyette geçen "bütün isimler" sözünden ne kastedildiği müfessirler arasında tartışma konusudur. Birkısım müfessirler, bu isimlerin insanların anlaşmasına sebep olan bütün isimler olduğunu, bir kısmı bu isimlerin meleklerin isimleri olduğunu, bir kısmı da Âdem'in zürriyetinin isimleri olduğunu belirtmiştir. Bir tefsir
144] 2/Bakara, 159-160
145] 2/Bakara, 31-32
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de şu şekildedir: İsimlerden murad, dil değil; eşyanın duyguları, ilmî biçimleridir; Bu, ilimden çok, zihin olması gerekir. Kesin olan şudur ki, Hz. Âdem'e lisan ve beyan öğretilmiştir. Allah'ın Âdemoğluna ilim ve kelâm sıfatlarını ikram etmiş olması, kelâm ve dil meselesinin hilâfet işinde önemli bir yerinin bulunduğunu gösterir. Lisan konusunda bütün Âdemoğullarının zamanımıza kadar oluşturduğu çeşitlilik ve ilerlemelerin hepsi, esas itibarıyla, Hz. Âdem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğrenme özelliğine borçludur. Âdem, bilfiil lisan şerefiyle şereflenmiş olarak, gereğine göre isimleri dillendirmiştir. Lisan, Âdem'in hilâfetinin eseri değil; hilâfetinin sebebidir. Allah, ya eşyaya o isimleri kendisi koyup Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e bu adlandırmayı, gerektiğinde yapabilecek ve kullanacak bir özel yeteneğe hâiz bir ruh üflemeyi takdir etti.146 İbn Kesir'in de katıldığı gibi, sahih olan, Allah'ın zatları ve fiilleriyle bütün eşyanın adlarını Âdem'e öğretmiş olmasıdır. 147
Mevdûdî, bu konuda şu açıklamayı yapar: Istılahlar/terimler insanoğlunun eşyayı algılamasına yarayan araçlardır. Gerçekte insanoğlunun eşya ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine dayanır. Bu nedenle Hz. Âdem'e her şeyin isimlerinin öğretilmesi onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamına gelir. 148
İbn Kesir, İbn Abbas'tan gelen rivâyeti nakleder: Allah, Âdem'e kendisinden türeyecek bütün çocuklarının, bütün hayvanların isimlerini öğretti; Allah, Âdem'e insanların, hayvanların, göğün, yerin, deniz, at, merkep vb. yaratıkların isimlerini öğretti; Allah Âdem'e çanak çömlek yapmayı öğretti. Kendi tercihini de şöyle belirtir: Allah, Âdem'e, bütün eşyanın kendisini, sıfatını ve ne iş yapabileceğini, neye yaradığını öğretti. 149
Seyyid Kutub, şu açıklamaları yapar: Biz, bu âyetlerin ifadeleri arasından basîret gözüyle meleklerin Mele-i A'lâ'da gördüklerini görüyoruz. İşte biz, Allah'ın hilâfet anahtarlarını teslim ettiği bu yeni vücut bulan varlığa verdiği büyük sırrın bazı önemli kısımlarını müşahede ediyoruz. Bu sır, eşyaya rumuzlar şeklinde isimler verme sırrıdır. Bu sır, şahıslara ve hissedilen eşyaya işaretler vererek dille telaffuz edilen isimlendirme kudretidir. Bu kudretin insan hayatında büyük önemi vardır.
Eğer insana eşyayı isimlerle rumuz haline getirme kudreti verilmeseydi bir insanın diğerinden bir şey isterken veya o şey hakkında malumat edinmek arzularken karşılaşacağı güçlükleri tasavvur edin. Bu kudretin kıymeti ancak o zaman anlaşılabilir. Meselâ bir hurma ağacını anlatmak isteyen kişinin ağacı omuzlayıp getirmek mecburiyetinde kalacağını düşünün. Herhangi bir şahıs hakkında malumat edinebilmek için, onu yanınıza çağırmak mecburiyetinde olacağınızı düşünün. Hayatı bu güçlükler içerisinde tasavvur edin. Şâyet Allah insana ifade kudreti vermeseydi, karşılaşılacak güçlükleri düşünün. Yaşamak hiç mümkün olur muydu?
Meleklerin bu kabiliyete ihtiyaçları yoktur. Zira vazifeleri böyle bir ihtiyacı hissettirmez. İşte bu yüzden onlara bu kabiliyet verilmemiştir. Allah, Hz. Âdem'e bu sırrı öğretip meleklere sunduğu şeyleri arz edince, onlar takdim edilen
146] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak dini Kur'an Dili, c. 1, s. 265-266
147] İbn Kesir, Hadislerle Kur'an Tefsiri, c. 2, s. 277
148] Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, c. 1, s. 62
149] İbn Kesir, H. Kur'an Tefsiri, c. 1, s. 276-277
İLİM
- 51 -
şeylerin isimlerini bilemediler. Eşyaya ve şahıslara lafzî rumuzların nasıl verileceğini bir türlü kavrayamadılar. Bu âcizlikleri karşısında Rablerini tesbih ettiler, âcizliklerini itiraf ettiler: Allah'ın kendilerine öğretmediği hususlarda ilimlerinin sınırlı olduğunu kabul ettiler. Âdem ise bunların isimlerini bildi. 150
Âyet-i Kerimede tartışmasız kabul edilen konu, Allah'ın Hz. Âdem'e bir şeyler öğretmesi, bir şeyler hakkında bilgi vermesidir. İnsana hilâfet kapılarını açan bu ilâhî ikram, Hz. Âdem'le başlamıştır. İnsanlar, çeşitli yollardan, özellikle vahiy yoluyla bilgilendirilip aydınlatılmıştır.
"Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti." 151 İlim, hakikate ulaşmaktır. Bu da iki şekilde olur: Birincisi, birer "âyet" ve "alem" olan eşyanın duyularla kazanılan bilgisidir. Eşyanın saçtığı işaretlerle, ışınlarla duyular arasında sürekli bir ilişki vardır; ama nasıl güneşin ışığı olmazsa göz, göz olmazsa güneşin ışığı bir fayda etmeyecekse, eşyanın duyu organlarımızla algılanması da nefiste onları anlamlandıracak melekeler olmadığı sürece bir yanılgı olmaktan öte geçmeyecektir. İşte, Allah bir küçük evren (mikrokosmos) olarak yarattığı insana eşyanın bilgisine ulaşmak üzere isimler vermiştir.
İsimler tek tek eşyayı ve onun hakikatini bilmeye yarayan manevî güçlerdir. Bu bilme ise, bu manevî güçlerin öldürülmemesiyle mümkün olur. İsimlerin kaynağı kalptir; kalbin de insandaki zahirî duyulara tekabül eden "sem'", "basar" ve "fuâd" adıyla duyuları vardır. Eşyanın bilgisine ulaşmak için kalbin bu duyularının faal olması gerekir. Bu da kalbin tezkiyesiyle mümkündür. İşte, Allah insana ilim vermek için elçiler gönderir ve bu elçileri bizzat kendisi temizleyerek dilediği kadar ilmi onların kalbine kor. Peygamberler de kendilerine inanan insanların kalplerini tezkiye eder (temizler) ve tezkiye edilmiş kalplere ilim yerleştirir ki, bu isimler bilgisidir ve eşyanın bilgisinin anahtarıdır. "Size kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden, size Kitab'ı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir elçi (Rasûl) gönderdik." 152
Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyonu farklı olduğundan yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde tezkiye olamaz ve aynı şekilde ilim öğrenemez. Allah bu noktada insanları derece derece kılmıştır ve herkes kapasitesi ölçüsünde ilimden yararlanır. "Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz; her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır."153 Şu halde, Allah'ın elçileri aracılığıyla gönderdiği ilme kimse aynı derecede vâris değildir ve bu ilme, kalplerinde herhangi bir leke ve kaplarında tortu (rics) olmayanlar tam vâris olabilirler.
Evet, ilim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah'ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'anın buyurdu gibi "Allah'tan kulları içinde ancak
150] Seyyid Kutub, Fi Zılâli'l-Kur'an, c. 1, s. 116-117
151] 2/Bakara, 31
152] 2/Bakara, 151
153] 12/Yusuf, 76
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âlimler korkar."154 Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki "kitap yüklü eşekler"dir. 155
İlim konusu, Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli yönleriyle ele alınır. İslâm, okumaya ve ilim elde etmeye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber’e (s.a.s.) inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakadan yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı yazmayı öğretip ona bilmediklerini öğreten Rabbin sonsuz lütuf sahibidir." 156
Bakara sûresi 30. âyette belirtildiği gibi, ilk insan, yaratılıp meleklere arz edilince Allah tarafından kendisine isimler öğretilmiştir. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.
İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. "İlim tahsil etmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır."157 Kişinin müslüman bir kul olarak şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması farz olduğu gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit ibâdetle ilgili bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn'dır. Tıp, mühendislik, teknik ve teknoloji gibi sosyal hayat için gerekli olan her türlü ilimleri öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bu tür ilimler, toplumun bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farîza yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar. Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise, mekruhtur.
İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün, hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen bir kimse kâfir olmaz. Şirkin ne olduğunu bilen, başka bir şeyi Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur'an, ilimsizlikten şiddetle sakındırır: "Sakın ha câhillerden olma!"158; "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar."159 Kur'an'da ilim övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"160 İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların değerini yükseltmiştir. "Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir." 161
Hadislerde İlim
İlmin fazileti konusunda çok sayıda hadis-i şerif vardır. Bunlardan küçük bir seçme yapalım:
154] 35/Fâtır, 28
155] Kur'an'da Temel Kavramlar, 419-420
156] 96/Alak, 1-5
157] İbn Mâce, Mukkaddime 17
158] 6/En'âm, 35
159] 35/Fâtır, 28
160] 39/Zümer, 9
161] 58/Mücâdele, 15; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 3/134-135
İLİM
- 53 -
"İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet yollarından birini açar. Melekler, ilim tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibâdet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki dolunayın görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir." 162
"Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleşim yerinden) çıkarsa, geri dönünceye kadar o kişi Allah yolundadır." 163
"İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer." 164
"Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur'an'dan bir âyet öğrenmen senin için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden çıkıp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbı öğrenmen (senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır." 165
"Hikmet, mü'minin yitiğidir. Onu nerede bulursa o mü'minin kendisi ona daha lâyıktır." 166
"Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır)." 167
"Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayış sahibi) kılar." 168
"Şeytana, bir fakîhi (dinde anlayış sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i aldatmak) tan daha zordur." 169
"Rasûlullah’a (s.a.s.) biri âbid (ibâdetle çokça meşgul) ve diğeri âlim (ilimle çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: "Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede olanınıza üstünlüğüm gibidir." buyurdu. Sonra şunları söyledi: "Allah, melekleri, göklerin ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve balıklar, insanlara hayır (faydalı şey) öğreten kişiye dua ederler." 170
"İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden dolayı kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden sâlih evlâttan kesilmez." 171
"Allah'ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duâdan, doymayan
162] Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, hadis no: 2822; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223
163] Tirmizî, İlm 2
164] İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224
165] İbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219
166] Tirmizî, Kitabu'l-İlm, 19, hadis no: 2827
167] İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254
168] S. Buhâri, İlm 14, hadis no: 13; S. Müslim, İmâre 53, hadis no: 175; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 220-221
169] Tirmizi, İlm 19, hds no: 2821; İbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222
170] Tirmizî, Kitabu'l-İlim 19, hadis no: 2825
171] Sahih-i Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım." 172
"İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alâmetlerindendir." 173
"Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadığı halde fetva verecekler. Onlar bu suretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar." 174
"Allah'ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Birkısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isabet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah'ın dinini anlayıp da Allah'ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah'ın benimle gönderilen hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir." 175
Hz. Ebûbekir (r.a.) Peygamberimiz'i anlatırken şöyle ifade eder: "Rasûlullah (s.a.v.) (Vedâ Haccında) şöyle buyurdu: "...Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize haramdır. Burada hazır bulunanlarınız, burada bulunmayanlara (yeni nesillere) bunu tebliğ etsin. Olabilir ki, hazır olan kimse, bunu daha iyi anlayan bir kimseye tebliğ etmiş olur." 176
Hz. Abdullah bin Amr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.), bir gün odalarının birisinden çıkıp mescide girdi. Bu esnada iki halka (şeklinde oturmuş iki grup) ile karşılaştı. Bunlardan bir halka Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyordu. Diğer halka da ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı. Bunun üzerin Peygamber (s.a.s.): "(Bunların) hepsi hayır üzeredirler. Şunlar Kur'an okuyorlar ve Allah'a dua ediyorlar. Eğer Allah dilerse onlara (isteklerini) verir ve dilerse vermez. (Diğer cemaate işaretle) bunlar da (ilim) öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Ben de ancak muallim/öğretici olarak gönderildim." buyurdu ve hemen bunların yanına oturdular." 177
"Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir." 178
Görülüyor ki, dünya ve âhiret saâdetinin anahtarı ilimdir. İlim, amellerin en faziletlisidir. İlim, nefisleri helâk edici ahlaksızlıklardan kişiyi temizler; insanları aydınlatarak güzel ahlaka kavuşturur ve âhiret yolunun aydınlanmasını öğretir. İlim, Allah'ın kemal sıfatlarındandır. Peygamberlerin şerefi, sahip oldukları ilimden ve ilimleriyle amel etmelerinden gelmektedir.
Ayrıca; bilgi için ilgi şarttır. İlgi duyulmayan konuda bilgi elde etmek mümkün
172] Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711
173] S. Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-
174] S. Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-
175] S. Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; S. Müslim, Kitabu'l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-
176] S. Buhâri, İlm 10, hadis no: 9
177] İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 229
178] Keşfü'l-Hafâ, hadis no: 1751
İLİM
- 55 -
değildir. Bu da merakla olur. İnsan merakını tatmin edip o konuda bilgi edinmek için, kendisine faydalı olacak kişilere soru sormak ve cevabını öğrenerek ilmini arttırmak gereği duyar. Meşhur sözdür: “Sormak, öğrenmenin anahtarıdır.”; “Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı.”
Allah'ın Sıfatı Olarak İlim
İlim, Allah'ın kemal sıfatlarından biridir. Bu konuyla ilgili olarak ilim iki kısma ayrılır. Birincisi kadîm olan ilim; diğeri de hâdis olan ilimdir. Kadîm olan ilim Allah'ın zatına aittir. Kulların sonradan kazandıkları ilme benzerliği yoktur. Allah'ın ilim sıfatı, O'nun ilmiyle beraberdir. Allah'ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır. Bu ilim, her şeyi içine almaktadır. Biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan âraz cinsinden değildir. Hiçbir şey, O'nun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve Allah bundan münezzehtir. 179
Allah, mâlûmatın hepsini bilir. Yerde ve gökte meydana gelen her şeyi, O'nun ilmi kuşatmıştır. Olmuş olanı, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri O bilir. İlmi küçük- büyük, zâhir-bâtın her şeyi kuşatmıştır. Kâinatta zerre kadar bir şey dahi O'nun ilminden gizli değildir. O, karanlık gecede kara taşın üzerindeki kara karıncanın kımıldamasını bilir, O'ndan haberi vardır. Hava boşluğunda yer alan zerrenin hareketini, sırları ve en gizli olanları bilir. Kalplerin, beyinlerin ve gönüllerin her türlü eğilimlerini, hareketlerini ve gizliliklerini başlangıç ve sonu olmayan yani kadîm ve ezelî ilmiyle bilir.
İnsanlar için ulaşılmazlıkla ifade edilebilecek göklerin erişilmezliğinde, yerin dipsizliğinde saklanan şeyleri,180 karalarda ve denizlerde olup bitenleri,181 ere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni,182 gökte ve yerde bulunan her bir sözü183 bilen Allah, bulunduğumuz her durumu, her yeri, içine daldığımız her bir işi mutlaka Şâhid olarak bilir. Yerde ve gökte hiçbir zerre O'ndan gizli kalamaz. 184
"Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, sînelerin özünü bilir. Hiç, yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." 185 Allah, bu âyette belirtildiği gibi en ince ve en gizli işleri bütün incelikleriyle kolayca bilendir. Yaratan Allah, yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde, bütün sînelerin içindekileri, kalplerde saklı olan her şeyi bilen O'dur. Her insandan sâdır olan gizli-açık, iyi-fena her söz ve fiil, O'na nisbetle eşittir, O hepsini, her şeyi bilir. 186
Geçmiş zamanla ilgili bilgiler, şu andaki durumlar ve gelecekteki olaylar Allah'ın ilmine göre farklılık arz etmemektedir. Allah'ın ilminin önüne ne cehalet, ne de unutma bulaşır. Kâinattaki nizam, âhenk ve sağlamlık O'nun ilminin
179] Taftazani, Şerhu'l Akaid, 22-23
180] 49/Hucurât, 18
181] 6/En'âm, 59
182] 57/Hadîd, 4
183] 21/Enbiyâ, 4
184] Bk.10/Yûnus, 61
185] 67/Mülk, 13-14
186] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, 7/ 5222
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
genişliğine apaçık bir delildir. Allah'ın ilminde hiçbir şeyin gizli kalmayacağı; dolayısıyla O'nun insanların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını bilmekte olduğu, Kur'an'ın birçok âyetinde zikredilmektedir.
"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz." 187
"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. O'nun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir dane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Yani Levh-i Mahfuz'da ve Allah'ın ilmindedir)." 188
"Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bitirdiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra onlara kıyamet günü yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir." 189
Günümüz ve İlim Kavramının Tahrifi
Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler tarafından çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adâlet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur. Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan.
İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine dayalı bir kavram ile dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze edilmesine çalışılıyor.
Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice tehdit etmekte, hidâyetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden ve Allah'a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.
İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır. Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır. Temel çaba, ilmi bir
187] 10/Yûnus, 61
188] 6/En'âm, 59
189] 58/Mücâdele, 7
İLİM
- 57 -
yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.
Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi, tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne kadar evreni insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet haline getirme masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline getirdiğinin ve ebedî hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern insan, hevâsının yolundaki aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının, teknolojik aygıtların, makinelerin tutsağıdır. Bundan kurtuluşun yolu, önce ilim kavramının Kur’an’la sağlaması yapılarak tashih edilmesi, bilgi birikimleri, dinin anladığı şekilde “faydalı ilim” ise başa tac edilmesi, değilse kendisinden Allah'a sığınılması gereken bir tehlike olarak kabulü ile gerçekleşebilecektir. Vahiyden ve Allah’la bağlarından koparılmış bilimin ve bilim sayesinde oluşan aygıtların, makinelerin ve maddeci hayatın tutsaklığıdır modern insanın temel problemi; asrın insanının hüsrânı, çıkmaz ve açmazları, bunalım ve streslerinin temel sebebidir bilimi “câhil”ce, “câhiliyye” gözüyle değerlendirmek ve gerçek ilimden kaçmak. Bu esaretten kurtulmak, hevânın gerçek akla dönüşmesi, bilimin, evrenin sırlarını “halife” sorumluluğu ile öğrenme ve Allah'a kulluk yönünde, yani en faydalı şekilde kullanılması sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin vahye, yani Allah’tan gelen gerçek ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden daha az değildir.
İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz, hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur-olmaz kimseler tarafından "ilmin faziletleri"nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri ve bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar için istismar edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin ne olup ne olmadığını belirlemek bir zaruret olacaktır. Peygamberimiz, "faydasız ilimden Allah'a sığınırım" 190 diye duâ edecek kadar faydasız ilmin zararı konusunda hassasiyet göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine bakılmadan ve şer'î ölçüyü hiç hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü yapmak, ilim adına işlenen büyük bir cinâyettir.
Meselâ, "İlim istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana farzdır." hadis-i şerifini ve "İslâm'ın ilk emri oku emridir" düsturunu dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese farzdır ama hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla?.. İşte bunu bir türlü belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar. Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer. İslâmîyet’i bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?
Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye esas alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne derece parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak surette bir fuzûliyattan ibarettir. İşin daha
190] Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416; et-Tâc, Kitâbü'l Ezkâr, c. 5, s. 124
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı, Din'in esprisi içinde bir ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda bir bilim anlayışıdır. 191
“Bilim” ile “İlim” Aynı Şey mi?
Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim” ile modern câhiliyyenin belirlediği “bilim” başka başka şeylerdir. Bu iki kavram, hem konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları bakımından doğru ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim, bazı bakımlardan ilim kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar kalıpları içine sığdırılamaz. Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere ulaşamamakta, onun alanını kapsamamaktadır.
Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir, gözlem ve incelemedir. Hâlbuki genel anlamda ilmin yolu öncelikle “vahiy”dir. Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli “mânâ” ve gayb âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır. Fakat İslâm’a inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış bir ilim adamının “gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek” (bilimsel gerçek) dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden farklıdır. Her şeyden önce, bilimin metodunda, hiçbir öneri, hakikat ve inanç sistemi, deneyler ve bilimsel olaylar tarafından desteklenmedikçe doğru ve gerçek kabul edilmez. İlim için bu kural, özellikle vahiy ve gayb âlemi, iman gibi temel konularda olaylar ya da deneyler tarafından desteklenmesi şart olmadığı gibi, bu aynı zamanda imkânsızdır da.
Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Yani bilim adamı kişisel eğilim ve önyargılarının etkisi altında kalmadan bulduğu sonucu olduğu gibi yansıtmalıdır. Bulgular inançlara ters düşse bile yansızlıktan ve doğruluktan uzaklaşmamalıdır. Aynı kural, ilim için de geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır, ama inançlara ters düşmesi halinde müslüman ilim adamının tutumu farklı olacaktır; eğer burada bilimin bulgularının ters düştüğü inanç İslâm ise, işte o zaman ilim adamı inancından yana olacaktır. Çünkü onun gözünde vahyin, İslâm inançlarının doğruluğu mutlaktır, daha kesindir. Bilimin ortaya koyduğu bulgular, değişmez ve mutlak değildir. Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip değiştirilebilmek gibi bir ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır. (Bundan üç-beş asır önce, özellikle Ortaçağda bilimin doğruları ile şimdiki doğruları arasında uzlaştırılması mümkün olmayan nice örnekler herkesçe bilinir.) Hâlbuki müslümanın anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu için ilim, değişmezlik ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.
Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı sağlamak, yine maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Hâlbuki ilmin gayesi, insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz hayatın saadetini sağlayacak hayat tarzını belirlemektir. 192
Ayrıca bu iki kavramın, konuşma ya da yazı dilinde kullanılışları ânında akla getirdiği ilk fikir ve çağrıştırdığı anlamlar da farklıdır. İslâm’a inanmış bir
191] Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Y., s. 52-53
192] M. Sıddıkî, Bilimin İslâmî Temelleri, 20-21; Bilgiden Tevhide Yükseliş, 9-11
İLİM
- 59 -
toplumda “âlim” kelimesi kullanıldığı zaman akla ilk gelen, müslüman bilginlerdir, özellikle din âlimleridir. ama mesela Newton, Einstein, Descartes gibi şahsiyetler ise ancak “bilim” sözkonusu edildiği zaman akla gelmekte ve onlara âlim denmeyip “bilgin” veya “bilim adamı” denmektedir. Demek ki bilim, fizikçilerin, kimyacıların, sosyologların, antropolog ve benzerlerinin (yani beşerin) -yine Allah'ın verdiği yetenek ve imkân sınırları içinde- bulup ortaya koyduğu şeylerdir.
İlim ise, bu saydıklarımızın meşgul oldukları alanları ve elde ettikleri sonuçları genelde reddetmeksizin, hatta onları kendi kuralları içinde özümseyip yorumlamakla birlikte, aynı zamanda bütün bunlara bir anlam kazandırıp faydalı ve meşrû bir yorum getiren vahiy öğretisinin ortaya koyduğu sistemin incelenmesi ve kavranmasıdır. Mesela bilim, savaş araçları ve silâhlar, kimyasal bombalar üretir, bunların en etkili biçimde işlemesi için araştırmalar yapıp yöntemler geliştirir. Bu silâhların hedefleri belirlenirken ölçü, yalnızca menfaat ve üstün gelme duygusudur; ahlâkî bir ölçüsü ve duyarlığı yoktur. Hâlbuki dine bağlı ilmin kuralı, bunları insanlığın maddî manevî kurtuluşu yolunda kullanmak şeklindedir. 193
İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade "anlayış ve idrâk" olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan öte, bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir. İlim, zihinsel çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını düzenli ve faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.
İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekûn reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize getirdikleridir. Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret hayatının, cennetin, meleklerin, Allah'a kulluğun yeri yoktur.
Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil; etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan, vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders müfredâtında vahye, Allah'a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?
Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından câhilî
193] E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 11
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?
Ama unutmamalı; Allah, Mûsâ’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir; yalnız, yine unutulmamalı ki Mûsâ, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin, Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..
İlim, İslâmîyet’tir
Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur'an terimidir. Bu terim ilk defa Allah'ın kelâmında ve Rasûlü'nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah'ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde "ilim" diye bir kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da derde deva bir şey sayılmazdı.
İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur'ân-ı Kerim'de 854 yerde geçmektedir; hem de bunun zıddı olan "cehil" ve eş anlamlıları hâriç tutulmak üzere. Âlemlerin Rabbi'nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde "bilinecek" ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.
Allah'ın ve Rasûlü'nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde konusu ve gayesi ile tespit edilebilir. Konusu itibarıyla müslümana mahsus ilmi tanımak için Saadet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde hemen kolayca anlaşılır ki, Kur'an'ın ve Peygamber buyruklarının insanlara tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü'nün söylediği ve yaptıklarında başka ilme konu olacak hiçbir malzeme mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber "hadis" dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların kalbine ve zihnine nakşedilmesinden ibaretti.
Sahabe-i Kiramın bir kısmı Kur'an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları ve Rasûlullah'ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzakere ederek "ilm"i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini "yaşıyor", eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen Allah'ın kelâmı, Rasûlü'nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen ve emredilen de bundan
İLİM
- 61 -
başkası değildi. İlk emir "oku!" emri, vahy kitabı Kur'an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve sahabe "oku!" emrinden neyin okunmasını anlıyordu?
Rasûlullah'ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme konu olan, birinci planda Allah'ın Kitabı ile Rasûlü'nün sünneti idi. Kadın-erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu söylenemez. Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim sözkonusu olduğu ve İslâmî bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı olarak: Allah'ın kelâmını, Rasûlü'nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz. Bu iki esasın özünü ve ruhunu, manasını ve mesajını aksettiren her nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab'ı daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.
Bir müslümana göre, ilmin İslâm'dan ibaret olduğu herhalde anlaşılmıştır. Yüce Allah, insanlığa bir din gönderdi. Allah’ın peygamberi de o dinin öğretimi ile görevli idi. Peygamber'in risâlet görevi, ancak "getirdiği şeyler"i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah'ın gönderdiğini insanlara tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara "Kitabı ve hikmeti öğretiyor"du.194 Görülüyor ki O'nun öğrettiği Kitap'tır ve dalâletten ancak bu Kitap'la kurtulabilir insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu Kitap'la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş ve kıyamete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan dosdoğru yola girmiş olacaktır.
İlmin, özü ve aslı itibarıyla İslâm'dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz'e "Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun."195 şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki "sana ilim geldikten sonra" ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü Peygamberimiz'e gelen ilim İslâm'dı. Bu ölçüyle, İslâm'ı konu ve yine onu gaye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir. Kişiye Allah'ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah'tan uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların faziletli olduklarını söyler mi? Kur'an ve Sünnet temel kaynaktır müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan ve onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede önemli kitaplarla ilim yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler doğru istikamete yönlendirilir. Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna sahip olunmadan okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam bir inanç ve İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu şeyler de onun fesadını artırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup anlaşıldıktan sonra insana hiçbir şey zarar veremez. Çünkü Hak bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama yapabileceğimiz mikyas
194] 3/Âl-i İmran, 164; 62/Cum'a, 2
195] 2/Bakara, 145
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belirlenmiştir; bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.
Yüce Allah'ın Kitab'ında, "ilm" kökünden gelen lafızların bulunduğu âyetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah'ın kullarından öncelikle istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi, Rab’liğinin kabul edilip O'na teslim olunmasıdır. Bu cümleden olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale getirmesi de ilk istenen şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut "bilgi", ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak surette belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim tavsiye edilmiştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde bir imana sahip olmasını sağlayacak ilimdir. 196
Zaten İmam Gazâli'nin de belirttiği gibi asr-ı saâdette de "ilim" sözü, Yüce Allah'ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini kapsayan ilme verilen bir isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle ilim kelimesini istismar ederek diledikleri mânâya kullanmaya başladılar.197 Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz ve gaye çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan "araç" olmaktan çıkarak başlı başına bir "amaç" ve bir "meslek" haline gelmiştir.
Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok daha etkinleşip azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını çok boyutlu ve yaygın olarak yürütme avantajına da sahip bulunuyor. O yüzden İslâm, "câhil" unvânını hiç bilmeyen bilgisize değil; yanlış bilene, İslâm'la ilgili "ilm"e sahip olmayan ve vahyi kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik, bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.
İlim, maldan çok daha hayırlıdır. Onun için ilim, kendinden daha düşük bir şeye âlet ve köle yapılmamalı; ilmi basit dünya menfaati uğrunda kullanmamalı, ilmi ve ilim sahibini harcamamalıdır. İlmin kapısı Hz. Ali, şu tavsiyelerde bulunur: "Sana söyleyeceklerimi iyi belle. İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur; malı ise sen korursun. İlim amel edildikçe ve başkalarına verildikçe artar; mal ise harcandıkça eksilir. İlim âlime hayatında itibar kazandırır, ölümden sonra da hayırla anılmasına vesile olur; malın sağladığı yalancı itibar malla birlikte tümden kaybolur. Nice zenginler vardır ki hayatta iken ölüdürler; Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar." 198
İlmin Sınırları
İnsan olarak bizim ilmimizin, bilme gücümüzün bir sınırı vardır. Çünkü zaten vahyin dışındaki bilgi vasıtaları olan duyularımızın ve aklımızın gücü sınırlıdır. Duyu organlarımızın ve aklımızın bizi yanılttığı durumlar da sözkonusudur. İnsanın bilgi bakımından bazen yanılabileceği, hoşlanıp sevdiği bir şeyin aslında şer; hoşlanmadığı bir şeyin de gerçekte hayır olabileceği ifade edilerek, "Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz." 199 şeklinde kesin hüküm verilir. İnsan, bilgisinin sınırını idrâk ederek, kavrayamadığı gerçeklerin de bulunabileceğini kabul etmelidir. Gerçek, sınırsız ve mutlak ilim sahibi sadece Allah'tır. Tüm mahlûkat, O'nun yaratmasıyla var olduğu gibi, aklımız, organlarımız da maddî ve manevî güçlerimiz de Yaratıcımızın verdiği kadardır. İnsan, ancak aklının erdiği ve çalışması oranında
196] E. Sağıroğlu, a. g. e. s. 50 ve devamı
197] İmam Gazali, İhya, 1/54
198] M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü's-Sahâbe, 4/1503
199] 2/Bakara, 216
İLİM
- 63 -
bilir, daha ilerisini bilemez. Bu varlık âlemi içinde insanın bildiği birkaç damla ise, bilmediği bir okyanustur. Hatta insanlar, bildiklerini sandıkları konularda bile tam ve mutlak bir bilgi sahibi olamıyorlar. Bilgiler eşyanın ve hadiselerin yüzeyinde kalıyor, iç yüzüne nüfuz etmek için sarf edilen gayretlerin sonu acze varıp dayanıyor. 200
İlim, Ancak Amel Etmek İçin Öğrenilmelidir
İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamberimiz, şöyle dualar ederdi: "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır."201; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım!"202; "Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım." 203
Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği caiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.
Hz. Peygamberimiz'e "ilim nedir?" diye sorulunca, "amelin kılavuzudur" 204 buyurdu. Âlim, âmil olmadığı (öğrendiklerini hayatına uygulamadığı) zaman onun ilmi vebal olabilir. "Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden olacaktır." 205
Fahreddin Râzi'ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. "Fi'lü'l-ulemâ, delîlü'l-cühelâ" sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde câhil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir.206
"(Ey bilginler!) Siz Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" 207
"Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir." 208
"Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab'ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir." 209
İmam Gazali; Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat
200] E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51
201] Tirmizî, Deavât 128
202] Tirmizî, Deavât 68
203] Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416
204] F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296
205] Aliyyül Kari, Esraru'l-Menfûa, 364
206] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. 2/ 283
207] 2/Bakara, 44
208] 61/Saff, 2-3
209] 62/Cuma, 5
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz. 210
Bir şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini, insanlar "ona göre yaşasınlar" diye gönderdi; sözünü ve lafını etsinler diye değil. Yine Gazali şöyle der: İlim olan yerde söz az olur; lafı uzatanı ilmi de azdır.211 Şimdi laf çok, kitap çok, konferans, seminer ve benzeri etkinlikler çok. Fakat bu işler insanların davranışlarında bir değişiklik yapmıyor. İlim adamları(!) ve bazı din adamları(!) sadece meslekî görevlerini yapıyorlar o kadar. İslâm'ı tarihî bir olay konumundan, kerâmet masalları, hurâfeler ve tartışmalar yığını gibi algılanmaktan kurtarmak şarttır. İslâm, Allah tarafından Kur'an'la tamamlanmış, Rasûlullah'ca hayata geçirilmiş, ilke ve esasları belli olan Hak dindir. O dün olduğu gibi, bu gün için ve gelecek için de vardır. O şimdiki hayatın, fert ve toplum hayatının içinde olmak için vardır. İslâm, duygulu şekilde hatırlanacak nostaljik bir hâtıra değildir. Onu bir tarihî olay gibi algılayanlar, gerçek ilimden nasibi olmayan ilim kalpazanlardır. 212
Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, ilim; satırlardaki değil, sadırlardaki (göğüslerdeki)dir denilir. Senin hayatını düzenlemeyen, seni Hakk'a iletmeyen, üzerinde eseri görülmeyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur. Bilginin papağan gibi hâfızı ve hammalı olmak boşuna yorulmaktır. Ortalıkta bu kadar kitap ve araştırmacı yokken, ortada hakiki ilmin özü ve şimdikinden daha güzel, daha müslümanca bir hayat vardı. Sahabe-i Kiram, Kutlu Elçi'den aldığı ilim ve özellikle halleri ile somut ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve temsil ediyorlardı. Peygamber, canlı bir Kur'an; O'nun ashabı da Küçük Muhammed'lerdi. Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve o kadar da amelleri vardı. Sözleri az, fakat amelleri çoktu.
İlmi Gizlemek
Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir?
Kur'an-ı Kerim'de bu konuda yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde, hükmü müslümanları da kapsayan bazı âyetler vardır. "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap'ta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim." 213
"Allah'ın indirdiği kitap'tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte
210] Gazali, İhya, c. 1, s. 82
211] Gazali, İhya, c. 1, s. 140
212] Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 113
213] 2/Bakara, 159-160
İLİM
- 65 -
onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap'ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir." 214
Âyet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah'ın âyetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı sertlikle ifade eder: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." 215 Sahâbîler de bu âyeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Eğer Allah'ın kitabındaki bir âyet olmasaydı, size hiçbir hadis rivâyet etmezdim." Ebû Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan âyeti okudu. 216
"Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: 'Ey filan, sen ma'rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?' derler. O da: 'Evet, ben ma'rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim' der." 217
Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından "Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir." 218 İlâhî emrine muhatap olan peygamberin izindedir.
"Onlar ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter." 219
Kur'an'ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid'dir. Allah Rasûlü, bu iki tehvidi sağlamak için gönderilmiş, diğer peygamberlerin dâveti de yine bunların üzerine olmuştur. Çünkü saâdet, mânevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah'ı bilmek; sâlih amel de Allah'ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah'a kulluk ve Rasûlü'ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.
Bize düşen, müslümanlığı gaye edinmek ve onu hayatın mihveri saymaktır. Artık bize gereken, Rasûl'ün dünyaya bıraktığı "mîras" ile kalbimizi diri tutmak, böylece fikrimize ve hayat yolumuza aydınlık ufuklar açmaktır. Üzerimize borç olan, fikrimizi ve ilmimizi Allah'ın nimeti kabul etmenin gereği olarak Allah yolunda kullanıp O'na fiilî şükrümüzü yerine getirmek, kulluğumuzu kanıtlamak. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini
214] 2/Bakara, 174-176
215] İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2787
216] Ebû Hayyan, el-Bahru'l-Muhît I/454
217] S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989
218] 5/Mâide, 67
219] 33/Ahzâb, 39
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. İnsanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten ve tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkiyadırlar; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar.220 Bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar.
Kur’an’da Temel Eğitim Kavramları; Rab, Fıtrat ve İlim
a) Eğitim Açısından Rab Kavramı
Rab kelimesi, terbiye eden, yetiştiren, eğiten demektir. Rab kelimesinin bu anlamından dolayı, lügat anlamıyla anne-babaya da rablik isnâd edilir 221. Çocuklarını eğitip terbiye eden anlamındaki bu rablik, tabii ki sınırlı ve mecazî anlamda rabliktır. Elbette, kelimenin tüm anlamlarıyla ve hakiki olarak Allah’tan başka rab yoktur. Kâmil anlamda eğitmek ve yetiştirmek de mutlak ve hakiki Rab olan Allah'a aittir. O, sadece yarattıklarından bir cins olan insanı değil; tüm evrenleri terbiye eden, olgunlaştıran, yönetendir; âlemlerin Rabbidır. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Devamlı yaratma halinde olan, yaratıp da bırakıvermeyen, onları kemale erdiren de Rab olan Allah’tır. Her varlık, bizzat Allah tarafından terbiye edilmektedir. Bu terbiye, "eğitim" kelimesini hemen tümüyle karşılar. O yüzden öğretim ve eğitim kavramlarının karşılığı olarak Türkçe'de yakın zamana kadar "ta'lim ve terbiye" kullanılırdı; eski yoğunlukta olmamakla birlikte hâlâ kullanıldığı görülmektedir. İşte, eğitim karşılığı kullanılan terbiye kelimesi, rab kelimesinin anlamlarından biridir.
Nâzil olan ilk âyette Rab ismi kullanılır: “Oku, yaratan Rabbinin adıyla.” 222. Kur’an’ın tertibinde (Mushaf’da) ilk âyette vurgulanır: “Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a aittir.” 223
İlk insanın yaratılması ve halifeliği konusunda, bu isim kullanılır: “Hatırla ki: Rabbin meleklere, ‘Ben, yeryüzünden bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘biz hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi.” 224
Kaalû belâ veya elest bezmi diye ifade edilen misak almada, Allah’ın yine bu ismi zikredilir: “Kıyâmet gününde, ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet, (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler.” 225
220] İzmir'li İsmail Hakkı, (H. B. Çantay, K. K. Mealinden naklen, 3/1231
221] bk. 17/İsrâ, 24
222] 96/Alak, 1
223] 1/Fâtiha, 1
224] 2/Bakara, 30
225] 7/A’raf, 172
İLİM
- 67 -
Rab isminin geçtiği yukarıdaki konuların eğitimle çok yakından ilgileri vardır. Bunların dışında yine eğitimle direkt ilgili olan başka âyetlerde de Rab ismi vurgulanır: “Oku, insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazmayı ta’lim eden Rabbin ekremdir (en cömerttir).” 226 “Gerçek yönetici olan Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim, benim ilmimi artır’ de.” 227 “Rabbim, bana hikmet ver ve beni salihler (iyiler) zümresine kat.” 228
Başkasını eğitmeye, yanlış olma ihtimali olan kendi göreceli doğrularımızı, beşerî prensiplerimizi başkalarına öğretip uygulatmaya hakkımız var mı? İnsanları eğitme, terbiye etme konusunda yetki kimindir? Bu soruları rab kavramı etrafında düşündüğümüzde, şunları ifade edebiliriz: Her şeyi yaratıp onlara sahip olan, yarattıklarını terbiye edip eğiten, olgunlaştıran sadece Allah'tır. Yardım etmek, yol göstermek, yön vermek, değiştirmek, tasarruf etmek, korumak, hâkim ve egemen olmak, sakındırmak, yasaklamak ve emretmek gibi eğitimle ilgili tüm alanlarda yetki ve gücü tümüyle elinde bulunduran yalnız Allah'tır. Allah'tan başkasının kendi adına, beşerî prensiplerle bu özellikleri istediği gibi kullanması rablik taslamak ve eğittiğini zannettiklerine az veya çok zulmetmektir. Allah'tan başka rab kabul etmemenin pratikteki uygulanışı ve başkasının kulluğunu kabul etmemenin zaruri gereklerinden biri de, eğitim prensipleri konusunda Allah'ın koyduğu hükümlere ters düşülmemesidir. Başkasının eğitimle ilgili ilkelerini Allah'ın hükümlerine tercih etme, o kimse veya görüşü rab kabul etme anlamına gelecektir.
Rab, mutlak manada kullanılınca, mutlak eğitenin Allah olduğu ortaya çıkar. Allah'tan başka Rabbin olmadığına inanan muvahhid mü'minin, Rabb’in eğiten, yetiştiren anlamından dolayı Allah'tan başka gerçek anlamda eğitimci -mutlak eğitici- kabul etmemesi gerekir. Eğer vahiyle açıklanan Allah'ın eğitim ve terbiye prensipleri doğrultusunda eğitim sözkonusu ise, tabii ki bu eğitim faaliyetinin, başkasını rab kabul etme anlayışına girmeyeceği açıktır. İnsanı insanla eğitmek zorundayız, ama insanı yine insanın fikirleri doğrultusunda eğitmek, hem zor, hem tehlikeli, hem de gayr-ı meşrûdur. Vahyin yön vermediği insan aklı, mükemmel bir eğitim görüş ve uygulayışı oluşturmakta yetersizdir. Bu, birbirlerinin eksik yönlerini görüp düzeltmeye çalışan tarihteki yüzlerce eğitim görüşünün her birinin teori ve pratikteki eksik ve yanlışlarından da kolayca anlaşılabilecektir. Beşerin vahiyden uzak tüm uygulamalarındaki çıkmazların eğitime yansıması olarak günümüzde de hâlâ yaz boz tahtasından farksız eğitim teori ve uygulamaları ve çağdaş eğitimin problemlerini objektif gözle değerlendirebilen tüm eğitimcilerin yakınmaları bu tezi doğrulamaktadır.
Felsefî yaklaşımların üzerinde ittifak ettikleri bir eğitim görüşü yoktur. Nice ideolojilerin eğitim görüşlerinin olmadığı veya olmasının olmamasından daha kötü olduğu gibi. Bazı eğitim görüşleri merkeze çocuğu, bazısı merkeze öğretmeni, bazısı geçmişi, bazısı faydayı... almıştır. Tüm bu anlayışların, kurulu düzenden ve materyalist hayat anlayışından da bağımsız olmadığı ve tümünde, kişinin kendi hevâ ve heveslerini veya bir şahıs veya görüşü rableştirdiği gerçeği temel problemdir. Günümüzde eğitimin hemen her yerde, vahyin kabul ve redleri
226] 96/Alak, 3-5
227] 20/Tâhâ, 114
228] 26/Şuarâ, 83
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
doğrultusunda ve Rabbimiz'e gerçek kullar yetiştirme modeliyle tanzim edilmediğini görmekteyiz. Ders araç ve gereçleri vahyin süzgeciyle oluşturulmamakta, öğretilenlerin önemli bir yekûnu dinin öğretilmesini istediği faydalı bilgi, yani ilim değeri taşımamakta, tevhid ve Rabb'in terbiyesi öncelikler içerisinde bulunmamaktadır. Yani eğitim konusunda başka rabler devreye girmektedir.
Bu rab taslakları, tuğyanlarını arttırarak, câhiliyye müşrikleri kadar bile Allah'ı işlerine karıştırmak istememekteler. Gerçek Eğitici'nin prensiplerinden hemen hiç birinin kendi rablerine ortak olmasına bile izin vermemekteler. Okullardaki başörtüsü yasağını, çağdaş âyin durumundaki tören ve kutlamaları, sözgelimi sakallı bir öğretmene, "selam"la sınıfa girmeye, besmeleyle başlanan derse bile tahammül edememeleri, bu çarpık rab anlayışının yansımaları olarak değerlendirilmelidir. İlke ve prensiplerine uyulması istenen ve eğitimde de büyük rab kabul edilenlerin simgelerinin, çağdaş tapınak olarak gördükleri okul ve sınıflardaki mihraplara yerleştirilirken; mescitlere lütfen de olsa izin verilmemesi bu konuda ilk göze batan örneklerdendir.
Tek Rabbim Allah'tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan 229 insanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabul edip O'na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb’in terbiyesi ile yetiştirmektir. Âdemoğlu, yeryüzünün halifesi olduğu veya olması gerektiği için Allah için yaşamak ve O'nun prensiplerine tümüyle uymak zorundadır.
Tevhid, Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da ilâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhîd-i tedrisat kapsamına girse de tevhîdî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz'î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.
Allah'ın tek rab olduğu inancına ve bu kabulün gerektirdiği eğitim anlayışına sahip olmayan kimsenin, öncelikle kendisinin eğitilmesi gerektiğinden, başkalarını eğitme hakkı yoktur. Gerçek Rabbini tanımayanın kendini tanıması da mümkün değildir. İnsanı doğru tanımayan, yaratılışı, fıtratı keşfedemeyen kimselerin eğitim görüşlerinin de eksik ve yanlışlarla dolu olacağı doğaldır. Ancak doğru Rab anlayışı; insanı, kendi fıtratı ve kendi psikolojik yapısına göre eğitmeyi sağlayabilir. Kişinin haddini ve Rabbini bilmemesi, eksik ve yanlış tanımladığı insanı, fıtratına ters ve dolayısıyla sağlıksız, başarısız, adâletsiz, huzursuz bir potada eğitmek/öğütmek demektir. "Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vermek istediğini de Biz biliriz. Ona şah damarından daha yakınız." 230 Buradan "fıtrat" kavramına geçmek uygun olacaktır.
b) Eğitim Açısından Fıtrat Kavramı
Fıtrat kelimesi, sözlükte yarmak, yaratmak anlamındaki "fatr" kökünden
229] 66/Tahrîm, 6
230] 50/Kaf, 16
İLİM
- 69 -
isim olup yaratılış, yapı, karakter, mizaç, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş, peygamberlerin sünneti, kalb-i selîm, âdetullah anlamlarında kullanılır. Fıtrat, ilk yaratılış ânında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir. Fıtrat, ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar. Evrenin Allah'ın fıtratı üzere işleyişine sünnetullah, âdetullah, fıtratullah denir.
Fıtrat kelimesinin Kur'an terminolojisinde hangi anlamda kullanıldığı konusunda şu âyet önemlidir: "Sen, yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Zira Allah'ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur. İnsanların çoğu bilmez." 231 Yine, fıtrat konusunda şu çok meşhur hadisin de önemi büyüktür: "Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahudi, hıristiyan, mecusi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." 232
Bu âyet ve hadisin izahı ile ilgili olarak fıtrat tanımında farklı yaklaşımlar sözkonusudur. Başta selef uleması olmak üzere âlimlerin ekserisi fıtrat kelimesinin "İslâm" anlamına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Fıtrat hadisi, insanların tabiî, aslî ve fıtrî dinlerinin İslâmîyet olduğunu, daha sonra çevre tesirleriyle farklı dinlere yönelmenin asıl ve fıtrattan sapma, hastalık ve ârıza kabul edildiğini gösterir. Bu görüşe göre gayri müslimlerin çocukları da müslüman sayılır; dünya ve âhirette müslüman muamelesi görür. Bazı âlimler, fıtratı selamet ve istikamet şeklinde tanımlar.
Fıtratın mâhiyeti konusunda şu âyetlerin anlamları da büyük önem taşır: "Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlık ve özelliğini) veren, sonra da onu doğru yolu gösterendir." 233 "Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer." 234; "De ki: Herkes kendi şâkilesine (yaratılış, mizaç ve meşrebine) göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir." 235 "Onlar, nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez." 236 Kur'ân-ı Kerim'deki bu âyetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar. Yine, fıtrat konusunda 16/Nahl, 78; 17/İsrâ, 77; 23/Mü'minûn, 14; 29/Ankebût, 20; 33/Ahzâb, 62; 35/Fâtır, 43; 40/Mü'min, 85; 48/Fetih, 23; 51/Zâriyat, 21; 76/İnsan, 3; 80/Abese, 7; 87/A'lâ, 14; 90/Beled, 10; 91/Şems, 7-14; âyetlerine de bakılabilir.
Peygamberimiz'in şu hadisleri de fıtratın anlamını genişletmektedir: "Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen mü'minsin."237; "Beş şey, fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak."238 "Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." 239; "İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket."240; "Hayır, gönlün (vicdanın) kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer de gönlün (vicdanın) kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztıraplar meydana getiren
231] 30/ Rûm, 30
232] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Müsned-i Ahmed, II/ 233, 435
233] 20/Tâhâ, 50
234] 28/Kasas, 68
235] 17/İsrâ, 84
236] 13/Ra'd, 11
237] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/251-252
238] Buhârî, Libas 51, 63, 64; Müslim, Tahâret 49; Tirmizi, Edeb 14
239] Abdürrezzak, Musannef IV/334
240] İbn Hibban, Hakîm
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeydir; her ne kadar müftîler hilâfına fetvâ verseler de." 241; "Müftîler sana fetva verseler de bir de kalbine (vicdanına) danış."242; "Ameller niyete göredir."243; "Seni işkillendiren (vicdanını rahatsız eden) şeyi bırak, işkillendirmeyene geç."244; "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir."245; "Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları hanîflik (sâlim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helal ettiklerimi onlara haram ettiler; insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." 246
Fıtrat üzerinde yer yer farklı yorumlar olmakla birlikte en ma'kul olanı ve giderek en çok ilgi göreni, fıtratın, ilk yaratılış sırasında Allah'ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği vb. olumlu yetenek ve yatkınlıkları ifade ettiği şeklindeki anlayıştır. Bu anlayışa göre, yeni doğanlarla ilgili fıtrat kavramı, onların yaratılış, tabiat ve mizaç bakımından genellikle temiz ve sağlıklı olduğuna işaret eder. Buna göre fıtrat; hakkı benimseme yatkınlığı şeklinde anlaşılmalıdır. Fıtrat, Allah'ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanayacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtratın insanı sırat-ı müstakime çekişi, mıknatısın demiri çekişine benzer. Mıknatıs özelliği eşyada, doğruya gidiş özelliği de insanın yaratılışında vardır.
Fıtrat hadisindeki "...sonra ebeveyni onu yahûdi, hıristiyan... yapar" ifadesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir.
İbn Teymiyye, fıtratı İslâm olarak yorumlayan görüşü benimsemekle birlikte, bazı nüanslarla bu son görüşü de ma'kul bulmaktadır. Buna göre, fıtrat, nötürlük, çocuğun iyilik ve kötülüğe, iman ve inkâra eşit derecede elverişli yaratılması şeklinde anlaşılırsa, bu takdirde onun dünyaya boş bir levha gibi geldiği kabul edilmiş olur. Bu görüş ise, fıtratı öven ve onun devam ettirilmesini emreden âyetle 247 ve fıtrat konusundaki hadislerle çatışır. Nitekim fıtrat hadisinin devamındaki "... sonra ebeveyni onu yahûdi, hıristiyan... yapar" cümlesinde "veya müslüman yapar" ifadesinin yer almaması, fıtratın esas itibarıyla "İslâm" yahut en azından "İslâm'a yatkınlık" anlamı taşıdığını gösterir. Ayrıca İbn Teymiyye, insan fıtratındaki çizginin Allah'ın ve Allah'ın dininin tanınması ve ikrar edilmesi yönünde olduğunu, çocuğun bu yönde gelişmesi için yeni şartların hazırlanmasına bile ihtiyaç bulunmadığını söyler. Çocuğun fıtratında bulunan doğru çizgide yetişmesini engelleyecek olumsuz şartların ve âmillerin giderilmesi ve böylece onun fıtrî kabiliyetinin önünün açılması yeterlidir. Hz. İbrahim'in küçük yaşlarda çevresindeki put ve şirk unsurlarına rağmen fıtratının sesiyle Allah'ı bulması ve tevhide ermesi bu tezi destekler. İslâm dünyasında felsefî roman türünde yazılmış Hay bin Yakzân gibi eserler, insanın fıtratı konusunda temelini Kur'an ve sünnetten alan bu şekildeki iyimser felsefenin sonucudur.
241] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/194
242] Dârimî, Büyû’ 2
243] Buhârî, Itk 6
244] Ahmed, Nesâî, Taberânî
245] Müslim, Birr 14
246] Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/162
247] 30/Rûm, 30
İLİM
- 71 -
İslâm, insanın doğuştan iyi olduğunu kabul eder. "Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık." 248 İnsanın eğitime müsait olması, fıtratı gereğidir. Bozulma, insanda fıtrî değil; ârızîdir: "Sonra onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) indirdik." 249 Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. Allah, insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak, ama takvaya meyilli olarak yaratmış, şeytanların hilelerine karşı kullarını yine kurtarmak ve eğitmek için vahiyle onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir. Yaratılış kanunu, kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen ilâhî bir yasadır.
Allah, iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında, rahmetiyle muâmele ederek insanın imtihanı kazanabileceği şekilde iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet, bir vicdan vermiştir. Vicdan, fıtratın sesidir. Bozulmamış, fıtratını korumuş insan, iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah'ın âyetlerini de akıl ve kalple kavramaya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek, sırat-ı müstakimde tutmak, İslâm'ın ve müslümanların görevidir. İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yaratıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı, şeytan ve askerleri -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, düzen- saptırdığı için fıtratı bozulmuş, vicdanı, gönlü hastalanmıştır. Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt ve tebliğdir. Dileyen inanır, fıtratına yönelip kurtulur; dileyen fıtratını köreltip batağa sapar. Müslüman eğitimci de, insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları yüksek ahlaka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, ilâhî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.
"Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." 250 Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi -kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hıristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah'a inanmak ve O'na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir.
İslâm'a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır. Hiçbir beşerî, câhilî eğitim anlayışı bunu sağlayamamıştır, sağlayamaz. Çağdaş laik eğitimin vahyin dışa yansımasına en küçük çapta bile hoşgörü ile yaklaşmaması, nesillerin kurtuluşu için model gösterdiği kurtarıcıların kimliği ve ilkelerinin sorgulanması
248] 95/ Tîn, 4
249] 95/Tîn, 5
250] Abdürrezzak, Musannef IV/334
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile daha netlik kazanabilir.
İslâm, insanı, Allah'a yaraşır bir kul olmak için hazırlar. İslâm'ın eğitim anlayışı da bunu hedefler. İnsanı istikamette tutmak, o yolda yürümek için insanı yeterli kılmaktır eğitim. İnsanı, dış çevresinin, Rabbine ve kendi fıtratına yabancı fikir ve davranışların etkisi dışında tutup, fıtratını dışa yansıtma sürecidir. Eğitim, yapaylıkla fıtrîliğin mücadelesinde fıtratın galip gelmesini temin etmektir. Dış hayat, insan için bir mücadele, bir cihad alanı olduğuna göre; insanı bu savaş için gerekli olan silâhlarla donatmaktır eğitim. Bu silâhlar: İlim, iman ve düşmanla mücadele tekniğidir. Bu düşman başta şeytan olduğu gibi, onun içimizdeki temsilcisi nefis, İslâm dışı düzendeki temsilcisi tâğut olduğu gibi, aynı zamanda câhilî eğitimin tüm uzantılarıdır. Eğitim, bunları kitapta değil; insan ruhunda yazmaktır.
İnsan, fıtraten savaşçıdır. Mücadele hırsı bundan kaynaklanır. İnsanın fikirlerini, inançlarını savunmasının nedeni bu özelliğidir. Cihadın temelinde bu fıtrî özellik vardır. Fakat, insan bu yeteneğini bazen ifsâd/bozmak için kullanır. 251 Melekler tarafından insanın kan dökme ve fesad özelliğinin bulunduğu ifadesinin yanlış olduğunu Allah belirtmiyor. Fakat, insanın bu olumsuz özelliklerinin eğitilmesi için ona ilim veriyor. Buradan ilim ve ta'lim kavramlarına geçebiliriz.
c) Eğitim Açısından İlim ve ta'lim (Bilgi ve öğretme)
"Hatırla ki, Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar: 'Biz hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim' dedi. Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: 'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin' dedi. Melekler: 'Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin' dediler." 252
İnsan öyle bir varlıktır ki, melekler bile insanın tüm sırlarını çözemez, insanın sadece bazı belirli yönlerini tanıyabilirler. Sadece yaratıcısı, ondaki sırlardan tümüyle haberdardır. "Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." 253 Melekler insanla ilgili sayfanın sadece bir tarafını görüp okumuşlardı. Diğer yönlerinden haberleri yoktu. Bildikleri yanlış değil; doğruydu. Doğruydu ama eksikti. Allah, onların göremediğini görüyor; "sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim" diyordu. Allah'la melekler arasındaki konuşmada, insanın psikolojik yapısında iki mânevî çekirdeğin tesbitini görüyoruz: Bunlardan ilki, halifelik; Allah'ın eğitmesi sayesinde meleklere bile üstünlük. Diğeri ise ifsat ve kan dökme eğilimi; Rabbin talimatları doğrultusunda eğitilmezse bozgunculuğa meyletmesi.
İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici Allah'tır. O'nun öğrettiklerinin dışında kimsenin bilgisi yoktur. Hz. Âdem'e Allah tarafından eşya ile ilgili bilgiler verilir. Âdemoğluna da ilim için potansiyel fıtrat, hilafet ve güzel yaratılış vermiş, dolayısıyla tüm insanlığın eğitimini Allah üstlenmiştir. Onlara ilim ve terbiye ile sürekli rablik yapmış,
251] Bk. 2/ Bakara, 30
252] 2/Bakara, 30-32
253] 67/Mülk, 14
İLİM
- 73 -
insanlardan da rab olarak sadece kendisini kabul etmelerini istemiştir. Tüm âlemlerin olduğu gibi, tabii ki insanların da terbiyesini, eğitimini üzerine almış, Rab’liğini kesintisiz sürdürmüştür. İnsanları İslâm fıtratı üzere yarattığı, ilim elde etme araçları olan duyu organları ve akledecek kalp verdiği gibi; gerçek ve örnek öğretmenleri, esas öğrenilmesi gereken vahyi öğretmek için göndermiştir: "Kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti ta'lim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik." 254
Eğitimi, peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramı karşımıza çıkar. Böylece öğretim de eğitimin içine girmektedir. Tebliğ, hem eğitimi ve hem de öğretimi içine alır.
Rasûlullah, bir gün mescidde iki halka görür: Birindekiler zikir ve ibâdetle meşguller; ötekiler ilmî meseleler müzakere ediyorlar. İbadet halkası için: "Bunlar, Kur'an okuyorlar ve Allah'a duada bulunuyorlar, Allah'ın rızasını talep ediyorlar. Dua ve arzularını Allah dilerse kabul eder ve verir, dilerse vermez. Öbür halkadakilere gelince, onlar fıkıh ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyenlere de öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür. Ben de zaten bir muallim olarak gönderildim." 255
Ta'lim mesleğinin en üstün görev olduğunu ve bir nevi peygamberlik mesleği olduğu şu hadisle de te'yid edilir: "Alimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak para pul bırakmazlar; ilim bırakırlar." 256
Eğitime başlama yaşı konusunda farklı tavırlar sözkonusudur. Temyiz yaşı, altı yaş, dört yaş, çocuğun konuşmaya başlama aşaması... Pedagoji tarihinden günümüze yaklaştıkça araştırmalar, sıfır yaşa kadar gelmiştir. Bazı çağdaş İslâm eğitimcileri de, irsiyet ve tohum-tarla ilişkisi ile çocuk eğitiminin eş seçimi ile başlaması gerektiğini ileri sürerler. Biz, daha ileri (daha gerilere) giderek, A'râf sûresinde ifade edilen elest bezmiyle ilgili âyetten yola çıkarak ilâhî, Rabbânî eğitimin insanın dünyaya gelmesinden sonra da değil; yaratılmadan önce, ruhlar âleminde başladığını iddia edebiliriz. "Kıyâmet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da,) Evet (buna) şâhit olduk, dediler."257 Bu âyette açıklanan soru-cevabın mecaz değil de, gerçek anlamda olduğunu kabul ettiğimizde, Âdemoğlunun daha ruhlar âleminde iken, Rabbini tanıma eğitimi gerçekleşmiş olmalıdır ki, İlâhî soruya verdiği cevapla Allah'ı rab olarak kabul etmesinin arka planı tamamlanabilsin. Rableri, ruhları eğitmemiş olsa, onların rablerini nasıl tanıdıkları sorusuna cevap verilemez.
Yukarıdaki misak'ın istiâre yoluyla teşbih olduğu, dolayısıyla mecâzî anlam taşıdığı söylenebilir. ama bu insan eğitimin Rab tarafından başlama tarihi konusunu pek etkilemez. Eğitimin tüm insanlara, babaları Hz. Âdem'in şahsında daha cennette iken başladığı açıktır. Ayrıca Rahman sûresinde, Allah'ın öğretmesinin insanın yaratılışına önceliklenmesi, ta'limin yaratılmadan önce ifade edilmesi dikkat çekicidir: "Rahmân. Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı
254] 2/ Bakara, 151
255] Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 1/428
256] Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 1/428
257] 7/A'râf, 172
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(açıklamayı) ta'lim etti."258 Zaten tüm esmâü'l-hüsnâ için olduğu gibi Rab ismi için de sınır tesbiti, belirli süreye tahsisi doğru değildir. Yani, eğitim anlamını da kuşatan Allah’ın Rab isminin tecellisi, insan için belirli bir zamanda yoktu; sonradan ortaya çıktı denilemez.
Tüm eşyanın ismini öğreten, eşyadan yararlanma bilgisi ve halifelik yeteneği veren Allah olduğu gibi;259 Cennette bir ağaca yaklaşmayı yasaklayarak insanı irade eğitiminden geçiren de Allah'tır.260 Peygamberler aracılığıyla insanı vahiyle eğiten ve hidâyet bilgisi veren de O'dur.261 Şükretmesi için fıtrî imkânlar, duyu organları ve akıl veren Allah'tır.262 Bilmediklerini öğreterek varlıklardan yararlanma bilgisi veren de yine Rableridir.263 Kur'an'ı ve beyanı öğreten de Allah'tır. 264
İlim veren, verdiği ilmi arttıran, bizden ilmimizi arttırması için dua etmemizi isteyen de O'dur: "Rabbim, ilmimi arttır, de."265 İlmin Allah tarafından verildiği vurgulanır: "Kendilerine ilim verilenlerin üstün dereceleri vardır."266 Hadis-i şerifte de bu konu şöyle ifade edilir: "Allah, kim için hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayışlı, hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar."267 Melekler ve insanlar ilmin kaynağının Allah olduğunu itiraf etmek zorundadırlar: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur." 268
İlmin, vahiyle, Allah'ın öğretmesiyle ilgisi bakımından Peygamberimiz'in ümmîliği 269 dikkat çekicidir. Rasûlullah'ın Kur'an'da geçen ümmî vasfı, okuma yazma bilmeyen karşılığında kullanılmıştır. Allah'ın O'nu ümmî diye vasıflandırdığı halde Efendimiz'in ilmin bütün kemâlâtına sahip olması, ilmin vahiyle, dolayısıyla Allah'la irtibatı konusunda önemlidir. Yine, eğitimin ilâhî boyutuyla ilgili olarak, meleklerin insanlara öğretmeleri 270 Allah tarafından ilim öğretilen kul271 konuları da zikredilebilir.
Peki, ilim nedir? Kur'an'ın ilim anlayışı nasıldır? Şimdi bu sorulara cevap bulmaya çalışalım. İslâm âlimlerinin tanımına göre ilim: Bir şeyin hakikatini idrak etmek ve ma'lum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir. Bu anlayışa göre, yanlış ma'lûmâta ilim (bilgi) denilemez. Ebû Cehil'e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Dünya ve âhirette faydası dokunmayacak bilgi kırıntıları, mâlûmât yığınlarına sahip olmasına rağmen, esas bilinmesi gerekenleri bilmemesidir. Ve Ebû Cehil, tarihî bir kişilik olmaktan öte; her zaman görülen prototiptir.
258] 55/ Rahmân, 1-4
259] 2/Bakara, 31
260] 2/Bakara, 35
261] 2/Bakara, 151
262] 16/Nahl, 78
263] 96/Alak, 5
264] 55/Rahmân, 2, 4
265] 20/Tâhâ, 114
266] 58/Mücâdele, 11
267] Buhârî, İlim 10
268] 2/Bakara, 32
269] 7/A'raf, 157, 158
270] 2/Bakara, 102
271] 18/Kehf, 66
İLİM
- 75 -
"Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır."272; "İlim ancak Allah katındadır."273 Kur'an-ı Kerim'de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. İlim, Allah'tan olduğuna göre, İslâm'ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah'a kalpten gelen saygı ve ihtiram duygularıyla O'nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar: "Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar."274 Gerçek âlim, takvayı ve cihadı da ihmal etmeyen kimsedir. İlim, imanı gerektirir. Salih amel sahibi ve tabii cihad etmeyene âlim denilmez. Dolayısıyla âlim, ilimle mücehhez, Allah'tan haşyet duyan takva sahibi mücahid kimsedir.
Yine Kur'an bütünlüğünde değerlendirildiğinde âlim, insanlara Allah'ın emirlerini duyurur ve O'ndan başka kimseden korkmaz.275 Bildiği doğruları ve hidâyet yolunu ketm etmez/gizlemez.276 İlmini az bir paha karşılığında satmaz.277 Bilir ki dünyadaki refah, âhiret nimetleri yanında az bir paha, çok az bir menfaattir.278 İlmini önce kendi hayatına geçirir, yaşar; bildiğiyle amel eder, kafalarındaki ilimle amel etmeyenlerin durumunun kitap taşıyan merkebin durumu gibi olduğunu279 unutmaz. Zâlim yöneticilere hak kelimeyi (tevhidi, adâleti) söylemenin en büyük cihad olduğunu280 bilerek ona uygun yürekli tavır takınır. Kâfirlerin tâğut yolunun savaşçısı olduğunu; iman edenlerin de Allah yolunda savaşçı olma seçeneğinden başka tercihi olamayacağını281 bilen diliyle ve kalemiyle savaşçı kimliktir âlimlik.
Peygamberlerin mirasçısı, ilmin sorumluluğunu taşıyan ve ümmete hak yolu gösteren, öncülük ve önderlik yapandır âlim. Câhillikten ve câhiliyyeden arınmış, onu tanıyan ama fikirde ve tavırda ondan uzak olan, tâğutlara boyun eğmeyen, Bel'am tipine benzemeyen kişidir âlim. Âlim kelimesinin, burada Kur'an terminolojisindeki özel anlamıyla kullanıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Yine burada ilim, Allah'a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate ayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan ilâhî nur olan Allah'ın verdiği bilgiyi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
İlim, aynı zamanda bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risâlet, kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah'tan kaynaklanır. İlim, Allah'ın adıyla, O'nun izniyle ve O'nun rızasıyla, O'nun verdiği imkânlarla, O'nun kitaplarını (Kur'an, evren ve insan) okumakla gerçekleşir, açığa çıkar. İmam Şafii'ye atfedilen Vekıy isimli âlime hâfızadan, ilim öğrenmedeki başarısızlıktan
272] 6/En'am, 80
273] 46/Ahkaf, 23; 67/Mülk, 26
274] 35/Fâtır, 28
275] 33/Ahzâb, 39
276] 2/Bakara, 159
277] 2/Bakara, 174
278] 3/Âl-i İmran, 197
279] 62/Cum’a, 5
280] İbn Mâce, Fiten 20
281] 4/Nisâ, 76
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şiir diliyle şikâyet edildiği mısralarda geçtiği üzere; "İlim nurdur; Allah'ın nûru da âsîlere verilmez."
İlmi ve hikmeti Allah, her isteyene değil; dilediğine verir: "Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar."282 Farklı anlamlar verilmekle beraber; derin ve yararlı bilgiye hikmet denir. Bu âyetteki hikmet, Kur'an ilimleri demektir. Bilgisayarlar; ilim, hikmet, nur özelliğindeki Allah'ın vehbî olan basiret ve ferâsetle ilgili bilgileri ve ona giden yolları yok saymaktadır. Hikmeti, ferâset ve basireti, nuru bilgisayara sığdıramazsınız; ancak gönül sarayının tahtına oturtabilirsiniz. Bülbül, altın kafes ve vatanla ilgili ünlü atasözünü, konumuza adapte ederek şöyle diyebiliriz: İlmi, altın bilgisayara/bilgisaraya koymuşlar; ah mü'minin gönlü! demiş.
Allah'la, hidâyetle, fıtratla bağını koparanlar, akılsız, kör ve sağır oldukları için283 câhildirler. Zaten İslâm, câhilliği Allah'ı hakkıyla tanımayanların, hakkı örten ve görmezden gelenlerin sıfatı olarak belirtir.284 Câhiliyye mensubu bu câhiller hasta ruhludurlar.285 Fıtratlarına, evrene ve Rab'lerine ters düştükleri için fesatçı/anarşistdirler.286 Hayvandan da aşağıdırlar.287 Hayvanlar, yaratılışları gereği insanlara hizmet edip faydalı olurken; bu câhiller sadece faydasız değil; zararlı, müfsid, bulaşıcı mikrop taşıyan pisliklerdir.288 Kötülüğü emreden, iyiliği yasaklayan,289 şeytanın askerliğini yapan,290 giderek şeytanlaşan 291 kimselerdir.
Kur'an'da akıl ve derin düşünme yerinin kafa değil de kalp olarak değerlendirilmesinin kalbin manevî duygu ve güzelliklerin, özellikle de iman ve takvanın mahalli olması ve selîm aklın bunlarla irtibatı dolayısıyla olmalıdır. Böyle bir aklın; imanla, takva ile yani Allah'la bağı dolayısıyla câhillerin (kâfirlerin) basit çıkarlarından başka şeylere çalışmayan akıllarından farklı olacağı doğaldır. O yüzden Kur'an onlar için akletmeyen, aklını kullanmayan vasıflarını kullanır. 292
Allah'ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Kur'an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah'ı bilmek, inanmak ve O'na ibâdet/kulluk etmektir. O'nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah'a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir. Gayb hakkında tek bilgi kaynağı vahiydir. Vahiy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi, yaratıcısı ve eğiticisinin, her şeyi bilen Zat'ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır. "Allah, her şeyi en iyi
282] 2/Bakara, 269
283] 2/Bakara, 18; 7/A'raf, 179
284] 7/A'raf, 138; 6/En'âm, 111
285] 2/Bakara, 10
286] 2/Bakara, 12
287] 7/A'râf, 179
288] 9/Tevbe, 28
289] 9/Tevbe, 67
290] 58/Mücâdele, 19
291] 6/En'âm, 112
292] 7/A'râf, 179
İLİM
- 77 -
bilendir."293 İster fıtrî imkânlarla elde edilen bilgi, isterse hidâyet bilgisi olsun, ilim elde etmenin amacı, Allah'ı tanımak, O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratıyla uyum içinde olmaktır. Böylece evrenin de, insanın da terbiye edeni, eğiteni aynı Rab olduğundan kâinattan âdil ve dengeli şekilde yararlanacak, diğer insanların ve tüm varlıkların aleyhine ve haksız olarak bilgi gücünü kullanmayacaktır. Meleklerin endişe ettiği fesatçı ve kan dökücü vasıflarını bastıracak veya buna sebep olacak özelliklerini hayra yönlendirecektir.
Câhiliyye toplumlarında vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Cehâlete (küfre) bilim maskesi takılmış, câhile âlim makyajı yapılmış, okullar ve kitaplarla modern hurâfeler sahnelenmiştir. Her şeyi tümüyle bilen Allah'ı, bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir. Tabii, bu sentez, gerçek ilme giden yolu tıkadığı gibi, hakla bâtılın karışmasına yol açmaktadır. İlmin hidâyete vesile, nur ve rahmet özelliğinden soyutlanıp Bel'amlığa zemin oluşturmaya giden yoldur bu.
Vahyi dışlayan bilim, Firavunlar adına beşeriyete âmentüler yazdırıp iman ettirmeye gayret eden soysuz bir dindir. Bunu batı bilimcileri de itiraf ediyor. Ernest Renan şöyle diyor: “Bilim bir dindir; bundan sonra âmentüleri, yalnız bilim yazacaktır. İnsanın, yaratılışı icabı çözümlerini ille ve ille istediği ebedî meseleleri yalnız bilim çözebilir.” 294
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar.
Mü'minler için Allah'ın kitabında ve Rasûlü'nün sünnetinde kat'i olarak yer alan her haber (vahiy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları, bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahiy, kesin bilgi kaynağımızdır.
Akletmek, gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir. "Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez." 295 Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah'ın verdiği aklı, Allah'ın ihsânı olan fıtratları doğrultusunda kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir. "Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar."296 " Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez."297; "Hevâsını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?"298; "Allah, bilmeyenleri işte böyle mühürler." 299
293] 8/Enfâl, 73
294] Bilimin Geleceği, E. Renan, Terc. Ziya İhsan, c. 1, s. 134, Ank, 1965
295] 29/Ankebût, 43
296] 43/Zuhruf, 20
297] 53/Necm, 28
298] 45/Câsiye, 23
299] 30/Rûm, 59
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okunup güzel isim konmakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Ta'lime yani öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa İlk öğretilecek şey imandır: "Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun."300 Rasûlullah'ın ashâbından Cündüb İbn Abdillah (r.a.) anlatıyor: "Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. Kur'an'ı öğrenmezden önce imanı öğrenirdik. Sonra da Kur'an'ı öğrendik. Kur'an sâyesinde imanımız daha da arttı." 301
Çocuğun eğitiminde çok önemli yeri olan namaza başlama yaşı da temyiz yaşıdır. "Çocuk sağını solundan ayırmasını bildimi ona namazı emredin." 302; "Yedi yaşına geldiğinde çocuğa namazı emredin, on yaşına geldiğinde kılmadığı takdirde (hafifçe) dövün."303 Bu hadisten anlaşıldığına göre namaz ve benzeri İlâhî emirler için zorla yaptırma yaşının on yaş olduğu anlaşılmaktadır.
Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm'a tâlip olmak, Kur'an ahlâkıyla yaşamaktır. Eğitim ve öğretim faaliyeti; Vahiy başta olmak üzere faydalı ilmin, insana ideal ölçüler içerisinde mal edilmesi, ilmin özümsenip hazmedilmesidir. Özümsemek, içselleştirmek, varsa posalarını ayıklayıp atmak ise, ancak fıtratla uyum içinde olan hidâyetle mümkün olacaktır.
Kısaca; İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici her şeyi bilen Allah’tır. O’nun öğrettikleri dışında kimsenin bilgisi yoktur. Eğitimi peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramıyla karşılaşırız. Tebliğde öğretim ve eğitim içiçedir. Peygamberimiz aynı zamanda öğretmen olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin miras olarak bıraktıkları ilmi, âlimler o muallimin örnekliğinde diğer insanlara ulaştırmakla yükümlüdürler. İlim, ma’lum olanın olduğu hal üzere bilinmesidir. Yanlış ma’lûmâta ilim denilmez. Ebû Cehil’e câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de ilim; en sık kullanılan anlamıyla ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah'a kalpten gelen saygı ve huşû duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar. Âlim, ilimle donanmış, takva sahibi mücahid kimsedir. Allah’ın verdiği ilmi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
İlim; bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risâlet, kitap, hikmet, basiret, ferâset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan kaynaklanır. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının gerçekleşmesi için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Vahiy, gayb alanında tek bilgi aracı olduğu gibi, içerdiği her konu hakkında da temel bilgi
300] Abdürrezzak, Musannef IV/334
301] Kütüb-i Sitte, Akçağ Y. 16/490
302] Ebû Dâvud, Salât 26
303] Ebû Davud, Salât 26; Tirmizî, Salât 299
İLİM
- 79 -
kaynağıdır. İlim elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratla uyum içinde olmaktır. Vahyi ilim kaynaklarından kabul etmedikleri için bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüş, cehalete de bilim maskesi takılmıştır. Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okuyup güzel isim koymakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa ilk öğretilecek şey, iman ve tevhiddir. Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanıyıp yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak ve Kur’an ahlâkıyla yaşamaktır.
Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır
"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!' diye vahyettik." 304
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma'bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek "dâru'l-erkam" tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah'ın evi haline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
Hakkıyla edâ edilen namaz, insanı her türlü hayâsızlıktan ve kötülüklerin tüm çeşitlerinden alıkoyar.305 Bu namaz okulu, mal ve parayla imtihanı kazanacak yeteneği kazandırdığı gibi, öğrencisine atalarının taptıkları putları terketmesini de öğretir.306
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü;
304] 10/Yûnus, 87
305] 29/Ankebût, 45
306] 11/Hûd, 87
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: "Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı kılınıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikame edip onunla kurtulmak, evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yoludur bu.
"Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez."307 Çevre şartlarını bahane ederek "alternatif" isteyen kimseler için samimiyet testidir bu. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm'ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.
Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırt etmek çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.
Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah'ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.
Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz.
Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması aile hayatıdır. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle
307] 13/Ra'd, 11
İLİM
- 81 -
fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.
Çocuk bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden pay alırlar, sevabına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.
Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, çocuklarının işleyeceği günahlardan onlar sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden veya onların bezlerine ayırdıkları masrafı, temizliklerine gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilirler. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır."308; "Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır."309 Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz." 310
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Çocuğun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.
Anne-babanın fiilen öğretmenliği, çocukları doğar doğmaz başlamaktadır. Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecektir. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken birkısım geri zekâlılar, "bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?" diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. "Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor bilim.
İşte ana-baba, bir günlük çocuğunun kulağına ezan okuyor. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır" diyor. Çocuk büyüyünce yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne şarkıcı veya artistler, ne
308] 66/Tahrîm, 6
309] 64/Teğâbün, 15
310] Buhâri, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye, ezan okuyarak tevhid eğitimi veriyor. Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenâze namazında yine Allahu Ekber'le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin isteyeceklerdir.
"Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hıristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar."311 Fıtrat, Allah'ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanayacak ve idrâk edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. "İslâm", yahut en azından "İslâm'a yatkınlık" anlamı taşır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki "...sonra ebeveyni onu yahûdi, hıristiyan... yapar" ifadesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifade, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızalı bir hayatın sebebi olarak sadece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.
Hadiste "ebeveyni müslüman yapar" denilmiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman (fıtrat üzere dünyaya gelmiş). Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder. Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm'ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak ailede kazanılabilir.
Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, İlâhî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.
Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: "O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: 'Vah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' diyecekler. Yine şöyle diyecekler: 'Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)." 312
Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de,
311] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264
312] 33/Ahzâb, 66-68
İLİM
- 83 -
midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir 313. Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlakî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir. 314
Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlaklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az-çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz'in "Çocuklarınıza önce 'Lâ ilâhe illâllah' cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin." şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir 315. Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda devamlı olması Kur'ân-ı Kerim'de özel olarak açıkça zikredilmiştir 316. Peygamber Efendimiz'in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri 317 bu konuda başta anne-babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve iknâ gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.
313] Bk. İbn Mâce, Edeb 3
314] Tirmizi, Birr 33
315] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158
316] 20/Tâhâ, 132
317] Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm'ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.
Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, "çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapmalıdır.
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven ana-baba, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yummaz.
Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığını. Sahip çıkar İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden önce gelir onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verir; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretir ve sevdirir ona. Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap, dergi, CD diye sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışır.
Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.
Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama sevincidir, umutlarıdır,
İLİM
- 85 -
gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister, fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek, kendi görevinde onlardan yardım beklemek, asli görevi bir süre için vekillere devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım.” Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevî ölçüler ön plandadır. Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.
Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması da insanı hasta eder. Bazı ana-babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.
Hz. Âişe'ler, Ümmü Seleme'ler, Fâtıma ve Zeyneb'ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.
Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm'ı ve naklî ilimleri ana
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Kadının en saygın, en mübârek konumu, anneliktir. Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde "bir" iken; annenin hakkı "üç"tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.
İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine, ciddi, özgür ve özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.
Neler Yapılabilir?
"Koca", aynı zamanda "hoca" olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven ana, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.
Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.
İLİM
- 87 -
Müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur'an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur'an'dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur'an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.
Âile eğitiminde anne-babanın, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah'a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi, her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Oyun ve oyuncak konusunun önemi eğitim açısından faydaları gözden uzak tutulmamalı, sevgi ve paylaşma zevki verilmelidir. Helâl-haram ayrımını aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmeli, medyanın zararlarından ve bilgi kirliliğinden korunabilmelidir. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından Cumartesi ve Pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede 5-10 velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.
Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV., sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana-baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tevhîdî özellikler geçirilmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.
Çocuklara, her şeyden önce Allah'ı ve Rasûlünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:
a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,
b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,
c- Kur'an bilgisi; Kur'an'ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,
d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir.
Haydi evlerimizi mescid; yani ma’bed, kurs, mektep ve okul yapmaya!
“Sormak, öğrenmenin anahtarıdır.”
“Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı.”
İLİM
- 89 -
İlimle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İlim Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 854 Yerde –Ilm kelimesi 105 Yerde-): 2/Bakara, 13, 22, 26, 29, 30, 30, 31, 32, 32, 32, 33, 33, 42, 60, 65, 75, 77, 78, 80, 77, 95, 101, 102, 102, 102, 102, 102, 102, 103, 106, 107, 113, 115, 118, 120, 127, 129, 137, 140, 143, 144, 145, 146, 151, 151, 151, 158, 169, 181, 187, 184, 188, 194, 196, 197, 197, 203, 209, 215, 216, 216, 220, 224, 223, 227, 230, 231, 232, 232, 232, 233, 235, 235, 235, 239, 239, 244, 244, 246, 247, 247, 251, 255, 255, 256, 259, 260, 261, 267, 268, 270, 273, 280, 282, 282, 282, 283; 3/Âl-i İmrân, 7, 7, 18, 19, 19, 29, 34, 35, 36, 48, 61, 63, 66, 66, 66, 66, 71, 73, 75, 78, 79, 92, 115, 119, 121, 135, 140, 142, 142, 154, 164, 166, 167, 167, 167; 4/Nisâ, 11, 12, 17, 24, 25, 26, 32, 35, 39, 43, 45, 63, 70, 83, 92, 104, 111, 113, 113, 127, 147, 148, 157, 162, 166, 170, 176; 5/Mâide, 4, 4, 4, 7, 34, 40, 49, 54, 61, 76, 92, 94, 97, 97, 97, 98, 99, 104, 109, 109, 110, 113, 116, 116, 116, 116; 6/En’âm, 3, 3, 13, 13, 33, 37, 50, 53, 58, 59, 59, 59, 60, 67, 80, 81, 83, 91, 91, 96, 97, 100, 101, 105, 108, 114, 115, 117, 117, 119, 119, 124, 128, 135, 139, 140, 143, 144, 148; 7/A’râf, 7, 28, 32, 33, 38, 52, 62, 62, 75, 89, 109, 112; 123, 131, 160, 182, 187, 187, 187, 188, 200; 8/Enfâl, 17, 23, 24, 25, 27, 28, 34, 40, 41, 42, 43, 60, 53, 60, 61, 66, 70, 71, 75; 9/Tevbe, 2, 3, 6, 11, 15, 16, 28, 36, 41, 42, 43, 44, 47, 60, 63, 78, 78, 78, 93, 94, 97, 97, 98, 101, 101, 103, 104, 105, 106, 110, 115, 123; 10/Yûnus, 5, 5, 18, 36, 39, 40, 55, 65, 68, 79, 89, 93; 11/Hûd, 5, 5, 6, 14, 14, 31, 31, 39, 46, 47, 49, 79, 79, 93; 12/Yûsuf, 6, 6, 19, 21, 21, 22, 34, 37, 40, 44, 46, 50, 51, 52, 55, 68, 68, 68, 73, 76, 76, 77, 80, 81, 83, 86, 86, 89, 96, 96, 100, 101; 13/Ra’d, 8, 9, 19, 33, 37, 42, 42, 43; 14/İbrâhim, 9, 38, 52; 15/Hıcr, 3, 4, 21, 24, 24, 25, 38, 53, 86, 96, 97; 16/Nahl, 8, 19, 23, 25, 27, 28, 38, 39, 41, 43, 55, 56, 70, 70, 70, 74, 74, 75, 78, 91, 95, 101, 101, 103, 103, 125, 125; 17/İsrâ, 12, 25, 36, 47, 54, 55, 84, 85, 102, 107; 18/Kehf, 5, 12, 19, 21, 21, 22, 22, 26, 65, 65, 66, 66; 19/Meryem, 43, 65, 70, 75; 20/Tâhâ, 7, 52, 71, 71, 98, 104, 110, 110, 114, 135; 21/Enbiyâ, 4, 4, 7, 24, 28, 39, 51, 65, 74, 79, 80, 81, 110, 110; 22/Hacc, 3, 5, 5, 8, 28, 52, 54, 54, 59, 68, 70, 70, 71, 76; 23/Mü’minûn, 51, 84, 88, 92, 96; 24/Nûr, 15, 18, 19, 19, 21, 25, 28, 29, 31, 32, 33, 35, 41, 41, 58, 59, 60, 63, 64, 64; 25/Furkan, 6, 42; 26/Şuarâ, 34, 37, 38, 49, 49, 112, 132, 155, 188, 197, 197, 220, 227; 27/Neml, 6, 15, 16, 25, 40, 42, 52, 61, 65, 66, 74, 78, 84; 28/Kasas, 13, 13, 14, 37, 38, 50, 56, 57, 69, 75, 78, 78, 80, 85; 29/Ankebût, 3, 3, 5, 8, 10, 11, 11, 16, 32, 41, 42, 43, 45, 49, 52, 60, 62, 64, 66; 30/Rûm, 6, 7, 22, 29, 30, 34, 54, 56, 56, 59; 31/Lokman, 6, 15, 20, 23, 25, 34, 34, 34; 32/Secde, 6, 17; 33/Ahzâb, 1, 5, 18, 40, 50, 51, 51, 54, 63; 34/Sebe’, 2, 3, 6, 14, 21, 26, 28, 36, 48; 35/Fâtır, 8, 11, 28, 38, 38, 44; 36/Yâsin, 16, 26, 36, 38, 69, 76, 79, 81; 37/Sâffât, 41, 158, 164, 170; 38/Sâd, 69, 81, 88; 39/Zümer, 7, 9, 9, 26, 29, 39, 46, 49, 49, 52, 70; 40/Mü’min, 2, 7, 19, 42, 57, 70, 83; 41/Fussılet, 3, 12, 22, 36, 47, 47; 42/Şûrâ, 12, 14, 18, 24, 25, 35, 50; 43/Zuhruf, 9, 20, 61, 84, 85, 86, 89; 44/Duhân, 6, 14, 32, 39; 45/Câsiye, 9, 17, 18, 23, 24, 26; 46/Ahkaf, 4, 8, 23; 47/Muhammed, 16, 19, 19, 26, 30, 31; 48/Fetih, 4, 18, 25, 25, 26, 27, 27; 49/Hucurât, 1, 7, 8, 13, 16, 16, 16, 18; 50/Kaf, 4, 16, 45; 51/Zâriyât, 28, 30; 52/Tûr, 47; 53/Necm, 5, 28, 30, 30, 30, 32, 32, 35; 54/Kamer, 26; 55/Rahmân, 2, 4; 56/Vâkıa, 50, 61, 62, 76; 57/Hadîd, 3, 4, 6, 17, 20, 25, 29; 58/Mücâdele, 7, 7, 11, 14; 59/Haşr, 22; 60/Mümtehıne, 1, 10, 10, 10; 61/Saff, 5, 11; 62/Cum’a, 2, 7, 8, 9; 63/Münâfıkun, 1, 8; 64/Teğâbün, 4, 4, 4, 11, 18; 65/Talâk, 12, 12; 66/Tahrîm, 2, 3; 67/Mülk, 13, 14, 17, 26, 29; 68/Kalem, 7, 7, 33, 44; 69/Haakka, 49; 70/Meâric, 24, 39; 71/Nûh, 4; 72/Cinn, 24, 26, 28; 73/Müzzemmil, 20, 20, 20; 74/Müddessir, 31; 76/İnsan, 30; 77/Mürselât, 22; 78/Nebe’, 4, 5; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitâr, 5, 12; 84/İnşikak, 23; 87/A’lâ, 7; 96/Alak, 4, 5, 5, 14; 100/Âdiyât, 9; 102/Tekâsür, 3, 4, 5, 5.
B- İlm’in Zıddı Cehâlet (c-h-l) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 24 Yerde): 2/Bakara, 67, 273; 3/Âl-i İmrân, 154; 4/Nisâ, 17; 5/Mâide, 50; 6/En’âm, 35, 54, 111; 7/A’râf, 138, 199; 11/Hûd, 29, 46; 12/Yûsuf, 33, 89; 16/Nahl, 119; 25/Furkan, 63; 27/Neml, 55; 28/Kasas, 55; 33/Ahzâb, 33, 72; 39/Zümer, 64; 46/Ahkaf, 23; 48/Fetih, 26; 49/Hucurât, 6.
Ka-ra-e Kelimesi ve Türevleri Toplam 88 Yerde, K-t-b Kelimesi ve Türevleri Toplam 322 Yerde, Tilâvet Kelimesinin Kökü Olan T-l-v ve Türevleri Toplam 63 Yerde, Kalem ve Çoğulu Aklâm Kelimesi Toplam 4 Yerde Geçer.
D- İlim Konusundaki Âyet-i Kerimeler
Allah'tan Başkasının Bilgisi Sınırlıdır: Bakara, 30-33, 255; Yusuf, 76; Lokman, 34.
İnsana Bilmediğini Öğreten Allah'tır: Bakara, 32; Nisa, 113; Mâide, 110; Haakka, 51; Alak, 5.
Firâset ve İlham: Hıcr, 75; Nahl, 68; Muhammed, 17.
Allah'tan İlim İstemek: Tâhâ, 114.
limlerin Üstünlüğü: Al-i İmran, 7, 18; Nisa, 162; İsra, 107; Hacc, 54; Şuara, 197; Ankebût, 43; Fâtır, 28; Zümer, 9; Mücadele, 11.
Câhillerden Yüzevirmek: Bakara, 67; Mâide, 50; En'am, 35; A'raf, 199; Hûd, 46.
İlim ile Amel Etmek (Bilgiyi Hayata Uygulamak): Mâide, 105; Cum'a, 5.
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bilmediğini Sorarak Öğrenmek: Nahl, 43; Enbiya, 7.
Çok Soru Sormaktan Sakınmak: Mâide, 101-102; Mücadele, 12.
Allah'ın Adı ile Okumak: Alak, 1-3.
Öğrenmek: Bakara, 129, 151; Kehf, 60, 82; Ahzab, 34.
Kalemin İlim Yönünden Değeri: Kalem, 1; Alak, 4.
Yakıyn, İlmin Dereceleri: Vâkıa, 95; Haakka, 51.
Bildiğini Öğretmek: Bakara, 129, 151; Tevbe, 122; Abese, 2-4.
Bildiğini Gizlemekten Sakınmak: Bakara, 159, 174.
Bilmeden Hüküm Vermenin Kötülüğü: En'am, 119, 144; Hacc, 8; Lokman, 20; Mü'min, 83.
İnsanın Bilemeyeceği Şeyler: Ra'd, 8; Lokman, 34.
Bilinmeyen Bir Şeyin Ardına Düşmekten Sakınmak: İsra, 36.
Allah, Her Şeyi Bilir: Bakara, 29, 33, 231, 244, 255-256, 282; Al-i İmran, 5, 29; Nisa, 24, 111; Mâide, 7, 99; En'am, 3, 13, 59, 73, 101; Hûd, 5; Ra'd, 8-10; İbrahim, 38; Nahl, 19, 23; Tâhâ, 7, 98; Enbiya, 110; Hacc, 7, 76; Mü'minun, 92; Neml, 6; Kasas, 69; Ankebût, 45, 52, 61; Lokman, 16, 23, 34; Secde, 6; Ahzab, 1; Sebe', 1-2; Fâtır, 38, 44; Yâsin, 81; Zümer, 7, 46; Mü'min, 3, 19; Fussılet, 47; Şûrâ, 12, 24-25; Zuhruf, 84; Feth, 4; Hucurat, 1, 8, 13; Hadid, 3-4, 6; Mücadele, 7; Haşr, 22; Teğâbün, 4, 11, 18; Tahrim, 2; Mülk, 13-14; İnsan, 30.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fî Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 116-117
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 265-272
3. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 62
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 119-123
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 276-284
6. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 262-332
7. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 164-166
8. Min Vahyi'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 166-170
9. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sabuni, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 82-83
10. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 97-101
11. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y. c. 1, 125-126; c. 2, 221-222
12. İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3. s. 133-137
13. Kur'an'da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y. s. 150-377
14. Kur’an’da Cehalet, Cahil, Cahiliye, Mustafa Akman, Buruc Y.
15. Hz. Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 145-158
16. Hz. Âdem (İlk İnsan) Mustafa Erdem, T. Diyanet Vakfı Y. s. 140-145
17. Terimler Sözlüğü (Kitabü't-Târifât), Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 156
18. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 417-422
19. Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y.
20. Bilgi Bilinci, Ekrem Sağıroğlu, Denge Y.
21. Bilginin Gücü, M. Said Çekmegil, Timaş Y.
22. Bilim ve Yeni Bilim, Bünyamin Duran, Nesil Y.
23. Çağdaş Bilimin Saplantısı, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
24. Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine, Korkut Tuna, İst. Ün. Ed. Fak. Y.
25. Batıda İlmî Skandallar, Ali Çankırılı, Adım Y. / Feza Y.
26. İlim ve İdeoloji, Sadettin Elibol, Birlik Y.
27. Modern Bilimin Arka Plânı, İlhan Kutluer, İnsan Y.
28. Bilimin Öteki Yüzü, Bougenaya, M. Karabaşoğlu, Senai Demirci, İz Y.
29. İslâm Bilimi Tartışmaları, Mustafa Armağan, İnsan Y.
30. Bilginin İslâmîleştirilmesi, İsmail Farukî, Risale Y.
31. Müslümanın Bilgilenme ve Değerlendirme Metodu, Mehmet Sümbül, Ümmet Y.
32. Bilgi Çağı, Hasan Tekeli, Simavi Y.
İLİM
- 91 -
33. İslâm Düşüncesinde Allah-Âlem İlişkisi, Halife Keskin, Beyan Y.
34. İlim ve Bilim, Abdülfettah Şahin ve heyet, T.Ö.V. Y.
35. İslâm'da Bilginin Temelleri, Şakir Kocabaş, İz Y.
36. Din ve Bilim, Cafer Sadık Yaran ve heyet, Sidre Y.
37. İslâm'da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Mehmet Bayraktar, Rehber Y./T. Diyanet Vakfı Y.
38. Bilimden Damlalar, Ömer Öztürkmen, Ötüken Neşriyat
39. Tasavvuf ve Modern Bilim, Mehmet Bayraktar, Seha Neşriyat
40. İlim Uğrunda, Abdülfettah Ebû Ğudde, Ebru Y.
41. İslâmîyet'te ve Hıristiyanlık'ta İlim Anlayışı, Polat Has, T.Ö.V. Y.
42. Ta'limü'l-Müteallim Tercümesi, Burhaneddin Zernuci, Furkan Kitabevi
43. Ta'limü'l-Müteallim (İlim Öğrenme Âdâbı), Abdullah Naim Şener, Sönmez Neşriyat
44. Müslüman İlim Öncüleri 1-2, Şaban Döğen, Yeni Asya Gaz. Neşriyat
45. Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, Şaban Döğen, Nesil Basım Yayın
46. Allah, İlim ve İnsan, C. Ceressy Morrison, Şelâle Y.
47. Allah ve Modern İlim, 1-2, Abdürrezzak Nevfel, Hikmet Y.
48. İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, Türdav A.Ş. Y.
49. İmanla Gelen İlim, Halûk Nurbaki, Damla Y.
50. Bilimden İmana, Cevat Babuna, Babıali Kültür Yayıncılğı
51. İslâm İlimleriyle Tanışma, Murteza Mutahhari, Endişe Y.
52. İslâm ve İlim, Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan Y.
53. İslâm ve İlim, Şaban Döğen, Gençlik Y.
54. İslâm ve İlim, Enver Yılmaz, Nizam Y.
55. İslâm ve Bilim, Derleme, Seha neşriyat
56. İlimlerin Özü, Nevî Efendi, İnsan Y.
57. İlim, Mehmet Zahit Kotku, Seha Neşriyat
58. Âlim, Mehmet Zahit Kotku, Seha Neşriyat
59. Bilgi Toplumu, Mustafa Temiz, Seha Neşriyat
60. Bilim ve Teknolojinin Gelişimi ile Türk İslâm Bilginlerinin Yeri, Lütfi Göker, M. E. B. Y.
61. Değişim Sürecinde İnanç-Bilim İlişkisi, İslâmî Araştırmalar Dergisi, c. 11, sayı 1-2, 1998
62. Bilgi, Bilim ve İslâm, Heyet, 1-2, İSAV Y. / İlmî Neşriyat
63. Bilgi Üzerine Söyleşi, Paul Feyerabend, Metis Y.
64. İhvân-ı Safâ Felsefesinde Bilgi Problemi, İsmail Yakıt, Üçdal Neşriyat
65. Maturidi'de Bilgi Problemi, Hanifi Özcan, Marm. Ün. İlahiyat Fak. Y.
66. Âmidî'de Bilgi Teorisi, Emrullah Yüksel, İşaret Y.
67. İlmî Tavır ve Ötesi, Seyit Ahmet Arvasi, Burak Y.
68. Uzay Âyetleri Tefsiri, Celâl Yeniçeri, Erkam Y.
69. Kur'an ve Bilim, Celal Kırca, Marifet Y.
70. Kur’an Bilim, M. Harun Osmanoğlu, Gül-San Y.
71. Kur’an-ı Kerim ve Tabiat İlimleri, Ahmet Yüksel Özemre, Furkan Y.
72. Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri, Celal Kırca, Marifet Y.
73. Kur'an ve İlimler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
74. Kur'an'dan İcatlara, Şaban Döğen Nesil Basım-Yayın
75. Kur'an'ın İlmî Sırları, Süleyman Aksoy, Sır Y.
76. Kur'an-ı Kerim ve Müsbet İlim, Fahri Demir, D. İ. B. Y,
77. Kur'an-ı Kerim'den Âyetler ve İlmî Gerçekler, Halûk Nurbaki, T. Diyanet Vakfı Y.
78. Bilim Açısından İmanın 6 Şartı, Halûk Nurbaki, Nesil Basım-Yayım
79. İlimlerden Açılan Pencere, Sinan Bengisu, Zafer Y.
80. Bilim ve Uygarlık Açısından İslâm, Vahidüddin Han, İşaret Y.
81. İlim ve Âlim, Heyet, Ankara Fazilet Y.
82. İslâm ve Bilim, Derleme, Seha Neşriyat
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
83. İslâm ve Bilim, Pervez Hoodbhoy, Cep Kitapları Y.
84. İslâm ve İlim, Necmettin Erbakan, Furkan Basın Y.
85. Ortaçağ İslâm Dünyasında Bilim ve Teknik, Zeki Tez, Dicle Ün. Y.
86. İlim ve Din, A. Adnan Adıvar, Remzi Kitabevi
87. Bilim ve Teknoloji Ansiklopedisi, John David Yule, Remzi Kitabevi
88. Bilim Tarihi, Mehmet Bayraktar, Koza Eğitim Y.Akıllar, Beyinler ve Bilim, John Searle, Say Y.
89. Bilim Tarihi, Feyzullah Akben, Gün Y.
90. Bilim Tarihi, Cemal Yıldırım, Remzi Kitabevi
91. Beşerî Bilim Teorileri, Julien Freund, Türk Tarih Kurumu Y.
92. Bilim Kutsal Bir İnektir, Anthony Standen, Şule Y.
93. Bilimin Arka Yüzü, Adrian Berry, Tübitak Y.
94. Okulsuz Toplum, Ivan Illıch, Birey Toplum Y.
95. Bilimsel Bilginin Sosyolojisi, Barry Barnes, Vadi Y.
96. Bilimin Öncüleri, Cemal Yıldırım, Tübitak Y.
97. Bilim ve Din, Bertrand Russel, Cem Y.
98. Din ile Bilim, Bertrand Russel, Say Y.
99. Çocukluk ve Gençlik Çağında İslâmî Eğitim ve Psikolojik Temelleri, Ömer Özyılmaz, Pınar Y.
100. Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Mehmet Şanver, Pınar Y. İst. 2001
101. Hz. Muhammed ve Öğretim Metodları, Abdulfettah Ebû Gudde, Umran Y. İst. 1998
102. Hz. Peygamber ve İlim, Yusuf el-Kardavî, Şule Y. İst, 1993
103. İslâm’da Aile ve Çocuk Terbiyesi Sempozyumu, Heyet, İSAV, İlmî Neşriyat, İst. 1995
104. İslâm’da Aile ve Çocuk Terbiyesi 2, İSAV, Ensar Neşriyat, İst. 1996
105. Ailede Çocuğun Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, İFAV Y., İst, 1996
106. Aile Okulu, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1991
107. Ailede Eğitim, Hüseyin Ağca, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1993
108. Din Eğitimi ve Öğretiminde Metodlar, Mustafa Öcal, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank, 1991
109. Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi, İslâm Medeniyeti Vakfı, İst. 1993
110. İslâm’ın ve İlmin Işığında Çocuk Eğitimi, H. Hüseyin Korkmaz, Feza Y. 93; Tuna A.Ş. Y. İst. 95
111. Kur’an’da Çocuk Eğitimi, İbrahim Canan, Nesil Y., İst. 1996
112. Rasûlullah’a Göre Âilede ve Okulda Çocuk Terbiyesi, İbrahim Canan, Yeni Asya Y./Türdav
113. İslâm’da Temel Eğitim Esasları, İbrahim Canan, Yeni Asya Y., İst. 1980
114. Din Eğitimi ve Öğretimi (İman-İbadet), Halis Ayhan, DİB Y. Ank. 1985
115. Çocuğumuzu Nasıl Eğitelim, Bakiye Marangoz, Mektup Y. , İist 1988
116. Çocuk Eğitim Rehberi, Ana-Babanın El Kitabı, Nurhan Şener, Toker Y., 2. Bs., İst. 1976
117. İslâmî Hayatta Âile ve Çocuk Terbiyesi, Ayşenur Zehra, İttihad Y., İst. 1993
118. Kemalist Eğitim ve Din Düşmanlığı, Burhan Bozgeyik, İttihad Y., İst. 1993
119. Sınıfta Pozitif Disiplin, J. Nelsen, L. Lott, S. Glenn, Hayat Y. İst. 1999
120. SOS! Ana Babalara Yardım, Lynn Clark, Ph. D., Evrim Y., İst. 1996
121. Her Yönüyle Çocuğunuz, Şule Bilir, Pelin Bilir Adıyaman, Alkım Y., İst.
122. Yaratıcı Bir Çocuk Yetiştirme, Cynthia MacGregor, Papirus Y., 2. Bs. İst. 1997
123. Sevgi Eğitimi, Veysel Sönmez, Anı Y., 5. Bs. Ank. 1997
124. Çocuğunuz ve Oyun, Arnold Arnold, Fitzhugh Dodson, Denge Y., İst. 1998
125. Eğitimi Zor Çocukların Psikolojisi, Alfred Adler, Baha Matbaası, İst. 1965
126. Çocuklar Nasıl Öğrenir, Ahmet Rahmi Ercan, Alkım Y. Ankara
127. Çocuğunuzu Yanlış Eğitiyorsunuz, Yengeç Kitabı, Salzmann, Çocuk Vakfı Y., İst. 1991

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:05

İKRÂH / DİNDE ZORLAMA

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İKRÂH / DİNDE ZORLAMA


- 1 -
Kavram no 89
İman 13
Bk. Din; İman
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
• İkrâh; Anlam ve Mâhiyeti
• İnanç Özgürlüğü ve Dinde Zorlama
• Eğitim ve Âile Hayatında Zorlama
• Cihad ve İkrâh/Zorlama
• İslâm Cezâ Hukukunda Temel Cezâlar; Hadler
• Kur’ân-ı Kerim’de Dinde İkrâhın Olmadığı ve İnanç Özgürlüğü
• Konu ile İlgili Birkaç Hadis-i Şerif
• İslâm’a Dâvet Zorbalıkla Yapılmaz
• Tefsirlerden İktibaslar
“Dinde ikrâh/zorlama (ve baskı) yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, sağlam kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah (her şeyi) işitir, bilir.” 1
İkrâh; Anlam ve Mâhiyeti
İkrâh; Zorlamak, bir kimseyi istemediği ve çirkin gördüğü bir işi yapmaya mecbur tutmak demektir. Bir İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin başkasına yaptığı, ondaki rızâyı kaldıran veya ehliyetini yok etmediği halde, onun ihtiyârını/seçme hürriyetini bozan, ya da şer'î yükümlülüğü kaldıran korkutma hâlini ifade eder. Mecelle, ikrâhı şöyle târif eder: "İkrâh; bir kimseyi korkutmak sûretiyle rızâsı olmaksızın bir iş işlemek üzere haksız yere zorlamaktır." 2
İslâm'da, insana din, inanç ve vicdan özgürlüğü tanınmış; irâdeyi baskı altına almak ve insanı rızâsı olmayan işlere zorlamak yasaklanmıştır. İknâ etme, güzel öğüt, toleranslı davranış ve en güzel irşad ve eğitim metodunu bulup uygulamak İslâm'ın amacıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en uygun şekilde mücâdele et. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanı da, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi bilir." 3; "Dinde zorlama yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan ayrılmıştır. Kim tâğutu inkâr edip Allâh'a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir." 4
İkrâhla ilgili 2/Bakara, 256. âyetinin inme sebebi şu olaydır: Huseyn el-Ensârî'nin, müslüman olmayan iki oğlu Ensar'dan bazılarıyla birlikte yiyecek almak üzere Medîne'ye gelmişlerdi. Babaları; "müslüman olmadan sizi bırakmam" dedi. Oğulları İslâm'a girmek istemeyince, Hz. Peygamber'e başvurdu ve; "ben bakıp dururken, benden bir parça olan çocuklarım ateşe mi girsin?" dedi. Bunun
1] 2/Bakara, 256
2] Mecelle, madde 948
3] 16/Nahl, 125
4] 2/Bakara, 256
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerine yukarıdaki âyet nâzil oldu.5
Başka bir âyette irâdesi zorlanan kimse için bazı kolaylıklara işaret edilir: "Mü’minler mü'minleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olmanız hâriç. Allah size, asıl kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihâyet gidiş de ancak Onadır." 6 Bu âyetteki; "Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olmanız hâriç" hükmünün tefsîrini İbn Abbas şöyle yapar: "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, diliyle küfür kelimesini söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır. Böyle yapan kimse hem hayatını kurtarır, hem de o anda günahı kaldırıldığı için, sorumlu olmaz."7 İbn Kesîr, bu konudaki ruhsatı şöyle açıklar: "Bazı yer ve zamanlarda inkârcıların şerrinden korkanlar, niyet ve kalplerinden değil de, dış görünüş bakımından kendilerini koruyacak şekilde davranabilirler." 8
Hanefîlere göre, ölüm tehlikesi ve bir uzvun koparılması gibi ikrâh-ı mülcî sözkonusu olunca, bir kimsenin, diliyle küfür kelimesini açığa vurmasında bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber'in Ammar bin Yâsir'e bu konuda verdiği müsâade, en büyük delildir. Ammar'ın ana ve babası inançlarından vazgeçmedikleri için Kureyş müşriklerince şehit edilmiş, kendisi de dayanılmaz işkence karşısında, müşriklerin söylemesini istediği küfür sözlerini söylemiştir. Ammâr'ın durumu Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisine, küfür kelimelerini söylerken kalbinin durumunu sormuştu. Ammâr bin Yâsir; "iman ile mutmain olarak buldum" cevabını verince, Rasûlullah (s.a.s.) "Eğer yine aynı işkenceyi yaparlarsa, onların istedikleri sözleri söyleyip kurtulabilirsin" buyurmuştur. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme inmiştir: "Kalbi iman üzere sâbit ve bununla mutmain olduğu halde, ikrâha uğratılanlar müstesnâ olmak üzere, kim imanından sonra, Allah'ı inkâr ederse, küfre göğsünü açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır. Onların hakkı en büyük azaptır." 9
Hz. Peygamber; "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır."10 buyurmuştur.
Bu duruma göre, zor altında iken, dil ile küfür kelimesini söylemek, imanın gitmesine sebep teşkil etmez. Zira kalbî tasdik mevcuttur. O şartlarda küfrü gerektiren bir söz söylemekten ve kâfirlerin dediklerini yapmaktan kaçınmak, ölümü göze almakla mümkündür. Bu sebeple, ikrah altında iken küfrü gerektiren söz söylemek câiz olur. Fakat mü’min sabreder, küfür kelimesini söylemez ve bu sebeple katledilirse, büyük sevap kazanır. Zira Ashâb-ı Kirâm'dan Hubeyb b. Adiyy küfür kelimesini, bütün işkencelere rağmen söylemedi ve onu idam ettiler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hubeyb'e "Seyyidü'ş-Şühedâ" (şehitlerin efendisi) ismini verdi ve buyurdu ki: "O cennette benim arkadaşımdır." İslâm'ı aziz kılmak için kâfirlerin isteklerini yerine getirmekten kaçınmak azîmettir. Küfür kelimesini söyleyip kurtulmak ise bir ruhsattır. 11
5] et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1388/1968, III, 14
6] 3/Âl-i İmrân, 28
7] el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967, IV, 57
8] İbn Kesîr, Tefsîr, Beyrut 1969, I, 357
9] 16/Nahl, 106
10] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27
11] İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Beyrut 1317, VII, 299-300; Molla Hüsrev, Düreru'l-Hukkâm, İstanbul 1307,II, 270-271; es-Serahsî, Şerhu's-Siyeri'l Kebîr, Kahire 1971, I, 227
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 3 -
Zorlamanın Şartları:
1) Korkutanın, söylediğini yapacak durumda olması: Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre başkasından yardım istemek mümkün olup da, o şekilde tehditten kurtulmak imkân dâhilinde bulunsa bile yine ikrâh hali gerçekleşir.
2) Korkutulanın, korkutulduğu şeyin derhal gerçekleşmesinden korkması: Korkutulan, söylenen şeyi yapmadığı takdirde, tehlikeye mâruz bulunduğu kanaatine sahip olmalıdır. Bu konuda onun gâlip zannı ölçü alınır.
3) Korkutmanın, zorlananın veya yakınlarının mal, can veya uzuvlarına karşı yapılmış olması: Büyük İslâm hukukçusu es-Serahsî (ö. 490/1097) yakınlara karşı vuku bulan korkutma altında yapılan bir satım akdini kıyasa göre geçerli kabul ederken, bunun istihsan prensibine göre bir korkutma sayılacağını belirtir. Çünkü kişiye, babasına veya eşine yapılacak işkence, kendisine yapılacak işkenceden daha ağır gelebilir. 12
İslâm hukukçuları ikrâhı üç kısma ayırır:
1) Tam ikrah: Zorlananın mal, can veya uzvunun telefine yol açabilecek ağırlıktaki ikrah.
2) Eksik ikrah: Malın bir kısmını telefle tehdit, uzuvların telefine yol açmayacak şekildeki dövme, tehdit, hapis ve bağlamakla tehdit bu kısma girer.
3) Yakınlara verilecek zararla ikrah: Ana, baba, dede, nine, çocuklar, torunlar ve eş gibi yakınlardan birisine eziyetle tehdit bu kısma girer.
İkrah hükmü: İkrah, söz ve fiillerin sonuçlarına etki yapar, fakat ehliyetin aslını ortadan kaldırmaz. Geçerli olan ikrah, tam olsun, eksik bulunsun, sözleri hükümden düşürür. Bu nedenle, ikrah altında yapılan ikrarlar geçerli olmaz. Ancak, ikrah hâli kalktıktan sonra rızâ gösterilmesi hali müstesnâdır. Tam ikrah da, eksik ikrah da rızâyı yok eder. Bağlayıcı akid ve sözlerde ise karşılıklı rızâ esastır. Nitekim Kur'an'da: "...Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla değil, ancak karşılıklı rızâya dayanan ticaretle yiyin."13 buyrulmuştur. Hz. Peygamber de; "Bir kimsenin malı, ancak onun gönül hoşluğu ile helâl olur."14 buyurur.
Zorlananın fiilleri, zorlamanın tam veya eksik olmasına göre değişik hükme tâbi olur. Eksik ikrah, zorlananı fiilinin sonucu bakımından mutlak olarak serbest bırakmaz. Meselâ, bir kimse hapisle tehdit edilerek içki içmeye veya bir şahsı öldürmeye zorlansa, teklifi yerine getirirse tamamen sorumlu olur. Çünkü karşılaştığı eziyeti kabul ederek istenilen şeyi yapmayabilir. Söyleneni yapmadığı takdirde uğrayacağı eziyet tahammül edilir cinstendir.
Tam ikrahta ise zorlanan, işlediği fiilden sorumlu olmamakla birlikte, korkutan sorumlu olur. Sorumluluk ikisi arasında yer değiştirmiş bulunur. 15
İcbâr etmek (mecbur bırakmak) mânâsına gelen "cebr" de ikrâhla aynı mâhiyettedir. Cebrin karşılığı (zıddı) "ihtiyâr" meselesi farklıdır. İkrah bazı hallerde; ihtiyârı ifsad eder, bazı hallerde ise; ferdin "iki şerden birisini seçmesi"
12] es-Serahsî, el-Mebsût, XXIV, 93
13] 4/Nisâ, 29
14] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 72
15] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 120-121
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sözkonusu olduğundan, ihtiyâr mevcuttur. Şöyle ki; ikrah altında olan kimsenin, ölüm tehlikesi veya bir uzvunun koparılması sözkonusu olursa "İkrah-ı Mülcî" gündeme girer. Bu halde; hem rızâ, hem ihtiyâr ortadan kalkar. Ancak hapsetmek, dövmek veya bağlamak gibi durumlarda (ölüm tehlikesi ve uzvun koparılması sözkonusu olmadığı sâbit ise) "ikrâh-ı gayri mülcî'den" söz edilebilir. Bu halde ferdin rızâsı yoktur, ancak ihtiyârı mevcuttur.
Ölüm tehlikesi ve uzvun koparılması sözkonusu olursa; diliyle küfür kelimesinin izhar edilmesinde günah yoktur. İkrâh altında iken (dil ile küfür kelimesini) söylemek, imanın gitmesine sebep teşkil etmez. Zira kalben tasdik mevcuttur. O şartlarda dahi; kelime-i küfrü söylemekten ve kâfirlerin dediklerini yapmaktan kaçınmak, ölümü göze almakla mümkündür. Bu sebeple ikrah altında (kelime-i küfrü söylemek) câiz olur. Denildi ki; sabreder; küfür kelimesini söylemez ve bu sebeple katledilirse, büyük sevab kazanır.
İkrah'ın (tehdit'in) sâbit olabilmesi için bazı şartlar vardır. Aksi takdirde ikrah sahih olmaz. Birincisi: Tehdit eden kimsenin (ister devlet, ister ferd olsun); tehdit ettiği şeyi hakikaten yapabilecek kudrette olması gerekir. Bu "İmameyn'in kavlidir. İmam-ı Azâm Ebû Hanife "Zorlama ancak sultandan (devletten) tahakkuk edebilir" buyurmuştur. Çünkü kudret; asker olmadan sağlanamaz. Asker ise devlete bağlıdır. Bu konuda fukahâ ışöyle der: "Bu ihtilâfın kaynağı delile değil, zamana dayanır. İmam-ı Azam'ın zamanında, devletten başka hiçbir güç, tehdit ettiği şeyi yapabilecek kudrette değildir. İmameyn'in zamanında ise; fesâd zuhur etmiş ve iş zorbaların eline geçmiştir. Fetvâ İmameyn'in kavli ile verilir." İkincisi: Mükellefin; tehdit eden kimsenin, tehdit ettiği şeyi yapabileceğine inanması ve korkması şarttır. Meselâ: Bir çocuk, şunu yapmazsan seni döverim dese, ikrah olmaz. Çünkü dediğini yapabilme gücü yoktur; mükellefin de, buna inanması ve korkması düşünülemez. Üçüncüsü: Mükellefin; tehdit edildiği konu; ya kendi hakkı, ya kul hukuku veya Allah Teâlâ'nın hakkı olmalıdır. Kendi malını telef etmesi, başkasının hakkını iptal etmesi, şarap içmesi, zinâ etmesi vs. gibi. Dördüncüsü: Tehdit eden kimsenin; öldürmeyi veya bir uzvu koparmayı zâhiren ilân etmiş olması gerekir. Yani rızâyı yok eden ve ızdırabı beraberinde getiren bir hal gündeme girmelidir. Ferde; herhangi bir zarar vermeyen zorlamalar; "ikrah" hükmünde değildir. Çünkü ikrah olabilmesi için; rızânın kesinlikle ortadan kalkması gerekir. Bu asgarî şarttır. Zira insanın "rızâsı ve ihtiyârı" mevcutken; amellerinden mes'ûl olmaması düşünülemez. 16
İnanç Özgürlüğü ve Dinde Zorlama
Din ve vicdan hürriyetinin temeli, kişinin kendi irâdesiyle istediği kutsala inanması, istediği dini benimsemesi veya benimsememesidir. İtikat, inanç, iman vb. kelimelerin kullanıldığı bu eylem serbestçe inanmayı, inancını açıklamaya zorlanmamayı ve inancından dolayı kınanmamayı gerektirmektedir. Esasında iman etme, bir kutsala inanma, insanın iç dünyasıyla ilgili bir eylem olup bunun yasaklanması fazla bir anlam ifâde etmemektedir.
İnanç hürriyeti, insana insanlık vasfını veren ve en başta gelen bir haktır. İnsanoğlunun elinden inanç hakkını almak isteyen kişi, aslında insanlık vasfını almaktadır. İnanç duygusu, insanda bulunan mânevî bir duygu olduğundan,
16] Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, Ölçü Y. İst. 1986, c. 2, s. 522-525
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 5 -
bunların değiştirilmesine yönelebilecek bütün zorlamalar, aslında o inanç sahibinin gerçek dışı görüntü arz etmesine sebep olacaktır. Bu ise, hiçbir inanç için benimsenecek bir durum olmadığı gibi, özellikle İslâm için de sözkonusu olamaz. İşte bundan dolayı, insanlık tarihi boyunca hak dine çağırmak üzere peygamberler ve beraberlerinde vahiyler gönderilmesine rağmen, insanlar zorlanmamış, dinin benimsenip benimsenmemesi konusunda özgür irâdeleriyle başbaşa bırakılmışlardır. İndirilen son vahiyde, yani Kur’an’da da aynı şekilde inanç hürriyeti tanınmaktadır:
“Dinde zorlama yoktur...”17; “De ki: Bu gerçek Rabbinizdendir, artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin...”18; “Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırlardı. O halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın?”19; “Öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.” 20
Kur’an, inanma olgusunu, insanda bulunan seçme yeteneği ve özgürlüğü üzerine dayandırıyor. Hatta her şeye kaadir olan Allah tarafından olsa bile, böyle bir imanı elde etme yolunun zor kullanma ve baskı biçiminde olmasını geçersiz kılmaktadır. Bundan dolayıdır ki kalbi imanla mutmain olduğu halde dininden dönmeye zorlanan ve Allah’ı inkâr eden bir kimsenin bu inkârını, azâbı hak eden bir inkâr olarak değerlendirmemektedir. Çünkü aslolan, kalbin benimsediğidir. Kaldı ki din konusunda zorlama yapmaya zâten imkân da yoktur. Çünkü din, dudakların tekrarladığı anlamsız kelimelerden ibâret değildir. Böyle olmasaydı Allah, “Herhalde sen, inanmıyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin! Dilesek onların üzerine gökten bir mûcize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar (inanırlar).”21 âyeti gereğince onların iman etmelerini zorunlu hale getirecek etkenler de yaratırdı. Ama insanın inanmasının mânevî/ahlâkî değeri, bu inancın, bir zorlamanın değil; serbest ve özgür irâdenin ürünü olmasına bağlı olduğuna göre “göklerden indirilen” görünür ya da işitilir bir “alâmet/işâret”, karşı durulmaz âşikârlığıyla bu serbest irâde ya da seçim sini ortadan kaldırır ve dolayısıyla insanın mesaja olan inancını ahlâkî değerinden ve anlamından yoksun bırakırdı. Ayrıca insanların gönül rızâsıyla ve kendi seçimleriyle kendisine inanmalarını isteyen doktrinlerin zâten zorlamaya ihtiyaç duymayacağı konusunu da düşünebiliriz. Çünkü zorlamaya ihtiyaç duymak, ancak nefsinde seçim yapma imkânı olmayan noktada devreye giren bir konudur. Bu nedenle -belki de- âyet-i kerime yalnızca “...Tâğûtu inkâr edip Allah’a iman edenlerin, kopmayan sağlam bir kulpa yapıştıkları...”na değinmekle yetinmiştir. Doğrusunu Allah bilir; belki de bu durum, isteyerek iman etmenin doğal bir neticesi gibi takdim edilmiştir. Bunun da ötesinde, İslâm’a dâvet eden kişi, sadece Kur’an’ın belirlediği tebliğ ve uyarı görevini yerine getirmekten sorumludur. Bunun yanısıra Kur’an, insanların iman edip etmemelerinden dâvetçiyi sorumlu tutmaz ki başkalarını İslâm’a girmeye zorlasın.
İşte İslâm’ın öngördüğü bu inanç özgürlüğünden dolayıdır ki, İslâm’ın himâyesi, diğer dinlerden olup kendi kanatları altında yaşayanları da kuşatmış, dinlerinin gerektirdiği şekilde ibâdet etmelerini sağlamış, dinlerinin kurallarını yaşama konusunda idârecilerin zorlamalarını da yasaklamıştır. Bu meyanda
17] 2/Bakara, 256
18] 18/Kehf, 29
19] 10/Yûnus, 99
20] 88/Ğâşiye, 21-22
21] 16/Nahl, 106
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“zimmîlik” tam bir vicdan ve din özgürlüğü teminat altına alıyor, askerliği kaldırıyor, menkul ve gayr-ı menkul bütün mallarını elinde tutuyor, adâleti garantiliyor ve hatta çeşitli gayr-i müslim tebaaya kendi öz kanunlarını tatbik etme imkânı veriyordu. Bunun en güzel örneğini Hz. Peygamber’in savaşlarda din adamlarına karışılmaması yönündeki emirlerinde görmekteyiz.22 Hz. Ömer’in Beyt-i Makdis’e gittiğinde onların kiliselerinde namaz kılmayışının nedeni de, kendisinden sonra müslümanların bu kiliseyi yıkıp enkazı üzerinde bir mescid yapabilecekleri endişesiydi. Bu da İslâm’ın diğer din mensuplarına tanıdığı inanç özgürlüğünü yansıtan başka bir örnektir.
Peki, bu sözünü ettiğimiz inanç özgürlüğünün alanı sınırsız mıdır? Veya bunun kapsamı nedir?
Herkese tanınan bu inanç özgürlüğü, her din mensubunun kendi inanç eğitimlerini yapma özgürlüğünü de beraberinde getirmektedir. Hatta Kur’an’da ve Sünnette, müslüman olmayanların, müslümanlara kendi inançlarının propagandalarını yapmalarını yasaklayan açık hiçbir delil de bulunmamaktadır. Sadece soyut anlamdaki inanç için bir özgürlük tanındığı halde, bunun aynı inancın gerektirdiği bazı davranışlara tanınmaması hem bir çelişki, hem de anlamsız olacaktır. Buna göre müslüman olmayanların İslâm’a ve müslümanlara hakaret etmemeleri, onları küçük düşürücü söz ve eylemlerden sakınmaları şartıyla kendi inançlarını yaşamaları, hatta inançlarının propagandasını yapmaları da İslâm’ın tanımış olduğu inanç özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir. Belki ilk bakışta böyle bir özgürlüğün tanınması anormal karşılanabilir. Ancak İslâm, kâfirlerin güç kullanmadan ve İslâm’ı küçük düşürmeden kendilerini ifâde etmelerinden ve kendi inançlarının propagandalarını yapmalarından etkilenmeyecek kadar mükemmelliğe sahip bir dindir ve müntesiplerinin de aynı mükemmelliğe sahip olmaları ve inançlarını belirlenen ölçüler çerçevesinde yaşayıp yaymaya çalışmaları durumunda diğer din mensuplarının propagandalarından etkilenmeyeceğini öngörür. Hatta müslümanların kendi dinlerine olan bağlılıkları ve samimiyetleri, dolayısıyla İslâm’a olan güvenleri, başka din mensuplarının tebliğ/misyonerlik faâliyetlerinden rahatsız olmamalarını gerektirir. Dolayısıyla müslüman olmayanların faâliyetlerinden rahatsızlık duymanın, bazen müslümanlarda bir inanç sorununun ve İslâm’ın istediği görevleri yeterince yerine getirmemenin bir belirtisi olarak ortaya çıktığını düşünüyoruz. Diğer bir ifâdeyle, müslümanların kendilerine yabancılaşmalarına paralel olarak dinlerine olan güvenlerinin sarsılması, diğer din mensuplarının faâliyetlerinden rahatsızlık duymalarına, buna bağlı olarak da sadece söylem olarak sahip oldukları inançlarının rencide edilmiş olacağı endişesine kapılmalarına neden olmaktadır. Aslında İslâm’ın yaşandığı bir toplumda başka dinlerin rağbet görmesi de sözkonusu olamaz.
İnanç, ibâdet, ahlâk ve sosyal hayatla ilgili hükümleri ihtivâ eden Kur’an, muhâliflerinden, Kur’an’ın bir benzerini getirmeleri için meydan okumaktadır.23 Kur’an’la ilgili bu meydan okumaya karşılık, birileri, bu alanların birinde veya hepsinde Kur’an’dan daha üstün görüş ve hükümlere sahip olduğunu ileri sürecek olsa, din adına, bu kimsenin, görüşlerini anlatmasına engel olmamız mümkün değildir. Aksi takdirde, meydan okumanın hiçbir anlamı kalmaz. Aslında
22] Bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/300; IV/240; V/358
23] Bk. 2/Bakara, 23; 10/Yûnus, 38; 11/Hûd, 13; 21/Enbiyâ, 24; 17/İsrâ, 88; 27/Neml, 64
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 7 -
muhâlif görüşlerin seslendirilmesine fırsat vermeyenler, kendi inanç ve görüşleri konusunda endişesi olanlardır. Müslümanların ise böyle bir endişeleri yoktur. 24
Hz. Peygamber de, kendisine gelen hıristiyanların, kendi ibâdetlerini yapmaları için mescidini kullanmalarına müsâade etmiş, hatta mescidde onlarla tartışmış, hıristiyanların, Kur’an’a aykırı olan görüşlerini özgür bir şekilde dile getirmelerine fırsat tanımıştır. 25
O halde, her din mensubu, sahip olduğu inancını başkalarına zorla benimsetmeye girişmediği veya bu inancını başkalarına hakaret etme aracı olarak kullanmadığı sürece inanç özgürlüğü kapsamındadır. Aksi takdirde inanç özgürlüğünden söz edilemez.
Bakara sûresinin 256. âyeti, hiç kimseyi dinini bırakmaya zorlayamayacağımızı ifâde ettiği gibi, aynı zamanda bizi dinimizden uzaklaşmaya kimsenin zorlayamayacağı anlamındadır. Çünkü bu özgürlüğün garantisi, hiç kimsenin kimseye saldırmamasına bağlıdır. Düşünceleri hafife alanlar, dinlerle alay edenler, kendi konumlarını koruyup hayatlarına devam ederlerken “inanç hürriyetine saygı göstermek gerekir” denmesi de doğru değildir.
İslâm Dini, bu anlamda düşünce özgürlüğünü garanti altına almıştır. Ancak bu özgürlük salt düşünce sınırları içinde geçerlidir. Ayrıca insanların birbirleriyle diyaloga girmeleri, tartışmaları, birbirlerini inandırmaları veya düşüncelerinin doğruluğuna iknâ etmeleri amacıyla böyle bir inanç ve düşünce özgürlüğü tanınmıştır. Yoksa, insanların hayatlarına ve fikirlerine anarşinin egemen olmasına sebep olacak mutlak ve kayıtsız-şartsız bir özgürlük sözkonusu değildir.
Dinde Zorlama/Dine Girişte Zorlama
Dinde zorlama konusu, aslında inanç özgürlüğü konusuyla doğrudan ilgilidir. Konuyla ilgili olarak sürekli gündemde tutulan Bakara sûresinin 256. âyeti çoğu zaman kişilerin düşünceleri doğrultusunda farklı alanlara çekilmekte, dolayısıyla yanlış yorumlanmakta ve âyetin, Kur’an bütünlüğü içindeki maksadı kaybolmaktadır. Hatta birbirlerinden farklı düşünenlerin bile kendi düşüncelerine dayanak kabul ettikleri bir âyet şeklinde algılanmaktadır.
Bu âyet ile ilgili olarak müfessirlerden farklı görüşler rivâyet edilmiştir. Bu görüşlerin başlıcaları şunlardır:
Bu âyet, sadece cizye veren ehl-i kitaba mahsustur
Daha önce yahûdi iken müslüman olan ve kendi çocuklarını da İslâm’a girmeye zorlayan ensâr hakkındadır.
Genel anlamda hiç kimsenin İslâm’a zorlanamayacağı hakkındadır.
Bu âyet, savaşmayı emreden âyetlerle neshedilmiştir.
Bu görüşlerin iki açıdan farklılık arz ettiklerini görüyoruz. Birincisi, âyetin muhtevâsıyla ilgilidir. Şöyle ki: Âyet, müslümanları, başkalarını zorla İslâm’a tâbi kılmaya çalışmaktan nehyeden bir yasa hükmünde midir? Yoksa “Dinde zorlama olayının gerçekleşmeyeceğini” bir realite olarak haber verme konumunda
24] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, s. 265-267
25] Bk. İbn Kesir, Tefsir, I/348
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mıdır? İkincisi ise, âyette yer alan “din” mefhumundan ne kastedildiği ile ilgilidir. Şöyle ki: Burada “din” kelime-i şehâdetle temsil edilen görsel bir şekilden mi ibârettir? Yoksa, dinden murad, akîde temeline dayalı geniş ve kapsamlı bir vâkıa mıdır?
Yukarıdaki görüşlerden ilk üçünü benimseyenler, sözkonusu âyeti müslümanları başkalarını zorla İslâm’a tâbi kılmaya çalışmaktan nehyeden bir yasa gibi değerlendirmekte, bunun sonucu olarak dini de görsel şekilden ibâret olan ve kelime-i şehâdetle temsil edilen bir düşünce olarak görmek durumundadırlar. Çünkü dinin temeli olan iman, nefsin boyun eğmesinden ibârettir. Nefsin boyun eğmesi de hiçbir zaman zorlama ile gerçekleşmez. Bu değerlendirmeye göre âyetin, dinin kabul veya reddedilmesi konusunda zorlama yapılmayacağı ilkesini ihtivâ ettiği sonucuna ulaşılmaktadır.
Âyeti, “dinde zorlama olayının gerçekleşmeyeceğini” bir realite olarak haber verme konumunda görenler ise, doğal olarak dinin ikinci anlamını, yani dinin akîde temeline dayalı ve geniş kapsamlı bir vâkıa olduğunu esas alacaklardır. Başka bir ifâdeyle, bu görüşte olanlar âyetin, dinin kabul veya reddi konusundaki zorlamayı değil; dinin yaşanmasındaki zorlamayı yasakladığını savuşmuşlardır.
Âyetin sadece ehl-i kitab ile ilgili olduğu görüşünün tutarsız olduğunu da burada belirtmemiz gerekmektedir. Çünkü bu hüküm yalnız ehl-i kitaba mahsus olsaydı, İslâm memleketinde ehl-i kitaptan başkasına eman (can güvenliği) verilmemesi gerekirdi. Oysa, gerek Hz. Peygamber döneminde, gerekse sonraki dönemlerde İslâm’ın egemen olduğu topraklarda ehl-i kitabın dışında olan birçok insanın kendi inançlarına bağlı olarak yaşamalarına engel olunmamıştır. Ayrıca, şu âna kadar müşrikler için “müslüman olma” veya “öldürülme” dışında bir seçeneğin bırakılmaması; ehl-i kitabın ise cizye ödemeyi kabul ettikleri takdirde kendi dinleri konusunda serbest bırakılması şeklindeki uygulamalar, maalesef, “İslâm kendi yasaları altında inanç hürriyetine müsâmaha göstermez” görüşünde olan bazı araştırmacıların bu görüşüne dayanak olmuştur.
Bu âyetin, savaşmayı emreden âyetlerle neshedildiğine dâir görüşe gelince; bunun da tamamen reddedilmesi gereken bir görüş olduğunu belirtelim. Hem bu âyetin neshedildiğini gösterebilecek bir delil mevcut olmadığından, hem de Taberî’nin dediği gibi, hükümler insanlar tarafından değil; Allah tarafından neshedilebileceğinden dolayı26 böyle bir görüş mûteber değildir. Ayrıca aynı âyetin devamındaki “... Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur...”27 ifâdesi de, bu hükmün nüzûlünün, dinin belli olmasından sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir mülâhazaya -neshedildiği şeklindeki görüşe- mâni görünmektedir. Hatta üzerinde durduğumuz bu âyetten önceki âyetlerde Allah yolunda cihadın emredilmesi ve bu bağlamda Tâlût-Câlût kıssasının örnek olarak verilmesinden28 dolayı, Kur’an’ı dinleyen ve okuyanın zihninde savaşın, düşmanı İslâm’a sokmak için yapıldığı şeklinde oluşabilecek izlenimi silip, İslâm’a girme konusunda kimseye zorlama yapılamayacağını bildirmek üzere hemen peşinden bu âyetin gelmiş olabileceği de uzak bir ihtimal değildir.
26] Taberî, Tefsir II/357
27] 2/Bakara, 256
28] 2/Bakara, 244-251
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 9 -
Savaşı emreden âyetler tarafından bu âyetin neshedildiğini düşünenlerin, savaşın, dine zorlamak amacını güttüğü görüşünde oldukları da düşünülebilir. Ancak, savaşı emreden âyetler incelendiğinde, savaşın amacının hiçbir zaman dinde zorlama olmadığı görülecektir 29.
Gerçi savaşın dinde zorlamayı öngördüğüne ilişkin iddiâları ve bunlara dâir cevapları ileride ele alacağız; ancak, yeri gelmişken bu konuda delil olarak ileri sürülen “Haram aylar çıkınca (Allah’a) şirk/ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.”30 âyeti ile “Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz.”31 meâlindeki âyetlerle ilgili olarak önemli gördüğümüz bir hususu açıklamakta fayda mülâhaza ediyoruz:
İlk bakışta bu iki âyetin, İslâm’a zorlama ve müşriklerin anlaşmalarını/sözleşmelerini kabul etmeme izlenimi verdiği düşünülebilir. Ancak, bu iki âyet, müslümanlara saldırmaya başlayan, sonra da kendileriyle anlaşma yapılan bir grup hakkında inmiştir. Daha sonra bu grup, anlaşmayı bozmaya ve ihânet etmeye niyetlenmiş, müslümanlara karşı hiçbir söz ve anlaşmaya bağlı kalmama düşüncesine kapılmıştır. Nitekim bu âyetlerin yer aldığı âyet grubunda32 bu durum, açık bir biçimde görülmektedir. Özellikle aynı sûrenin 4, 7 ve 12. âyetleri de hedef gösterilen kimselerin, yeminlerine sahip olmayan ve anlaşmayı bozan kimseler olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu gruba katı/sert davranılması ve kayıtsız-şartsız teslim olmanın dışında hiçbir şeyin kabul edilmemesi asla yadırganacak bir husus değildir. Çünkü bunların anlaşmayı bozmadıkları ve ihânet etmedikleri başka türlü değil; ancak bu şekilde anlaşılır.
Din terimi, hem ahlâkî olarak emredici konuların muhtevâsını ve hem de onlara uygun davranmayı ifâde eden ve sonuçta terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtan, yani içerdiği akîdevî prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar insanı ibâdet ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla “itikad” kavramını içine alan bir terim olduğundan, âyetin gramatik yapısı gereği asıl mânâ ile “dinde zorlama yoktur” şeklinde değil de; “zorlama, dinde yoktur” şeklinde anlaşılması gereken bu hükmün verdiği mesajı şöyle özetleyebiliriz: Bu âyet, zorla din değiştirmenin, her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğunu, inanmayan bir kişiyi İslâm’ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiğini ifâde eden ve İslâm’ın inanmayanların önüne “ya İslâm, ya kılıç” alternatifi koyduğu şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hüküm niteliğindedir. Ayrıca, zorla kabul edilen bir imanın geçersiz olduğunu anlattığı gibi, aynı zamanda dinde herhangi bir ameli/ibâdeti zorla yaptırmanın da geçersiz olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü zorla kıldırılan bir namaz, zorla tutturulan bir oruç, zorla alınan bir zekât ve zorla yaptırılan diğer ibâdetlerde, dinin istediği maksat olan niyet ve samimiyet gerçekleşmeyecektir.
Bütün bunlardan sonra, özellikle batıda daha çok vurgulanan ve
29] Bk. 2/Bakara, 190-191, 193; 8/Enfâl, 39-40; 8/Tevbe, 13; 22/Hacc, 39-40
30] 9/Tevbe, 5
31] 9/Tevbe, 11
32] 9/Tevbe, 1-13
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanlarca da sık sık gündeme getirilen “inanç ve düşünce özgürlüğü” ilkesine bağlı olarak, İslâm’ın da, insanlara dinsizlik hakkı tanıdığını, bu âyetin yanlış anlaşılmasından kaynaklanan bir husus olduğunu belirtelim. Bütün dinlerden üstün olsun diye gönderilen hak dinin33 insanların kula kulluk yapmalarına izin vermesi, kendi haline bırakıp onlara seyirci kalması mümkün değildir. Böyle insanların hak dini benimsemeleri için yukarıda anlattığımız yöntemlerle dâvet edilmesi başka; onların dini kabule zorlanması için güç kullanılması ise daha başkadır. İşte İslâm’ın reddettiği husus, birincisi değil; ikincisidir.
Aslında Kur’an’ın ilk indirilen sûrelerinde, Allah tarafından vahyi yalanlayanların kendisine bırakılması ve havâle edilmesinin emredilmesi34 ile de, hakikati inkâr edenlere karşı beşerî cezalandırma yolu yasaklanmış olmaktadır. Hatta savaşla ilgili hükümlerin ağırlıklı olarak yer aldığı Tevbe sûresinin, “Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Allah bana yeter! Ondan başka ilâh yoktur. Ona dayandım, O, büyük arşın sahibidir.”35 âyeti ile sona ermesi ve dini kabul etmekten kaçınanların kendi hallerine bırakılarak Allah’a tevekkülü önermesi de bu konuda anlamlı bir mesaj içermektedir.
Kur’an’ın meseleye bakışından yola çıkarak sonuçta şunları söyleyebiliriz:
a) İslâm dâvetinin yapısında, hem demir ve ateş gibi maddî güçle yapılan açık zorlamaya; hem de boyun eğdirici psikolojik baskılarla yapılan gizli zorlamaya ihtiyaç hissettirecek bir kapalılık, karmaşıklık ve mantıkî bir problem yoktur.
b) İslâm dâvetinin temel ilkeleri Allah’ın kitabından alınmıştır. Dolayısıyla insanlar kendileri için gerekli olan bu metotları tercih ettikleri için Allah’ın yasasına (sünnetine) aykırılık teşkil etmez.
c) İslâm dini, Allah’ın kitabından alınmıştır. Zorlamayı dâvet vâsıtalarından bir vâsıta olarak kabul etmez.
d) İslâm dâvetçisi, Rabbinin huzurunda sadece Kur’an’ın açıkladığı tebliğ ve uyarı görevinden sorumludur. Tebliğden sonra insanların iman edip etmemelerinden tebliğ yapanı sorumlu tutmaz ki, onları zorlamaya ve onlara sert davranmaya müsâade etsin.
İslâm dâvetinin kaynağı olan Allah’ın kitabı zorla iman edenin imanına değer vermez; âhiret günü ona bu imanının bir yararı da olmaz. Dolayısıyla İslâm zorlamayı emreden bir din olamaz.
Kur’an, tebliğde temel ilkenin hikmet ve güzel öğüt olduğunu, tartışmaya ihtiyaç duyulsa bile bunun güzel bir biçimde yapılması gerektiğini; hiç kimsenin dini kabul etmesi için zorlanamayacağını, çünkü inanma olgusunun kalple ilgili olduğunu defalarca vurgular. İnanç özgürlüğü konusunda da ilkeler koyan Kur’an, müslüman olmayanların kendi inançlarını yaşamalarına müdâhale edilmesini öngören hiçbir girişimi de benimsemez. Hatta diğer inanç sahiplerinin, baskı ve zulme başvurmadan kendi inançlarının propagandasını yapmalarını yasaklayan ve bu konuda müslümanların onları engellemelerini gerektiren bir emrin bulunmadığı da bilinmelidir. İnsanları zorla İslâm’a sokmak, aslında münâfık
33] 9/Tevbe, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9
34] 68/Kalem, 44; 73/Müzzemmil, 11; 74/Müddessir, 11
35] 9/Tevbe, 129
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 11 -
bir toplum oluşturulmasına zemin hazırlamak anlamına gelecektir. Kur’an’ın tebliğde şiddete başvurmayı yasaklaması, normal şartlar altında geçerlidir. Müslüman olmayanların, müslümanlara baskı uygulamaları durumunda müslümanların kendilerini savunma hakları olduğunu, misliyle mukabelede bulunabileceklerini de benimser. Hz. Peygamber’in, nokta hedef göstererek öldürülmesini emrettiği kimseler de bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Dinin Pratiğinde/Uygulamada Zorlama
İslâm’ın, herhangi bir kimseyi zorla İslâm’a sokması veya imanın bir gereği ve tezâhürü olan ibâdet ve dinî şiarlara uymaya zorlamasının sözkonusu olmadığını ifade ettik. Ancak bu, İslâm’ın tamamen vicdanlara hapsedilen bir inançtan ibâret olduğu veya bireysel ve toplumsal alanla hiç ilgilenmediği izlenimi vermiş olmuyor mu? Elbette bunun açıklığa kavuşması gerekir.
Bir Alman bilgininin söylediği gibi, yaptırım gücü olmayan hak, anlamsız boş bir sözden ibârettir. Büyük düşünür Muhammed İkbal’in ifâdesiyle de kuvveti olmayan din, sadece ve sadece felsefedir. Bu bakımdan İslâm da sadece gönüllerde yaşayan bir din olsun diye gönderilmiş olamaz. Onun da bireysel ve toplumsal alanla ilgili hukukî düzenlemeleri, bozgunculara karşı yaptırım gücü olan cezâî hükümleri mevcuttur.
Her hukuk sistemi, kendisine tâbi vatandaşları, kanunlarına uymaya mecbur ettiği gibi, İslâm hukuk sistemi de kendi tabiiyetinde yaşayanları, prensiplerine uymaya, getirdiği düzene göre yaşamaya mecbur eder. Bunun içindir ki Kur’an bazı suçlara bazı cezalar getirmiş, birçok ahlâksızlıkların ortadan kaldırılmasını emretmiş, birçok şeyi farz kılmış ve müslümanlara, Allah’ın Rasûlüne ve kendilerinden olan ulu’l-emre itaat etmelerini emretmiştir. Bütün bu hükümleri uygulama alanına koyabilmek için bir güç lâzımdır. Bu güç ister devlet gücü olsun, isterse toplumun mânevî baskısı olsun. Buradan anlaşılmaktadır ki Kur’an, “dinde zorlama yoktur” sözüyle hiçbir zaman, “İslâm hayat nizamında kuvvet ve zor kullanmanın yeri yoktur” dememiştir. 36
Şurası da bir gerçektir ki, Kur’an’ın, hakkında cezalar belirlediği suçlar, ortadan kaldırılması gereken pislikler, toplumun arındırılması gereken kötülüklerdir. Toplumun sağlam olması için bu kötülüklerin toplumun bedeninden uzaklaştırılması amacıyla birtakım yaptırımların kullanılması gereklidir. Çünkü suçluların suçunu unutturacak bir seviyede suçlulara aşırı şefkat göstermek doğru değildir. Caydırıcı cezayı engelleyen her şefkat, aslında onların kötülük yapmasına imkân verir, toplum onların suçlarına mâruz kalır.
Burada şu inceliğe dikkat çekilmesi gerekmektedir: Kur’an, bireysel olarak Allah’a kulluk yapma/ibâdet konusunda bir zorlamayı esas almadığı gibi, yapılan kötülüğün sadece insanın kendisiyle sınırlı olması durumunda bir yaptırımı, yani kuvvet kullanmayı da öngörmez. İslâm’ın yasakladığı davranışlar, toplumu etkilemeye yöneldiğinde veya toplumsal yozlaşmaya zemin hazırlamaya başlaması durumunda kuvvet kullanma devreye girer. Kur’an’ın bazı suçlardan dolayı belirlediği cezaların uygulanması için ileri sürdüğü şartlarda ve Hz. Peygamber’in bazı uygulamalarında meselenin bu yönü ön plana çıkmaktadır.
36] Mevdûdi, Modern Çağda İslâmî Meseleler, s. 224
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Meselâ zinâ, başlı başına yasaklanan bir davranıştır ve Kur’an’da yüz sopa cezâsıyla cezâlandırılması emredilmektedir.37 Ancak, bu cezânın uygulanabilmesi için bu suçu işleyenlerden en az dört şâhit tarafından görülüp tesbit edilecek şekilde işlenmiş olması38 veya suç işleyenler tarafından bundan haberi olmayanların yanında itiraf edilmesi gerekmektedir. Bu şartlar oluşmadığı takdirde kimsenin zinâ yaptığı iddiâsıyla hesaba çekilemeyeceği, hatta bu şartlarla isbat edilmediği/edilemediği halde başkalarına zinâ isnâdında bulunanların da iftirâ suçu işlemiş olduklarından hareketle cezâlandırılacakları ve onlara seksen sopa vurulacağı hususu bir ilke olarak ortaya konmaktadır.39 Dolayısıyla bundan, zinâ suçunun, sadece işleyenlerce bilindiği durumlarda âhiret ile ilgili cezâî sorumluluktan kurtulmamakla beraber, dünyada cezâlandırılmayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Yine, hırsızlık yapan birisinin, malı çalınan kişi tarafından Hz. Peygamber’e getirilmesi ve cezânın uygulanacağının bildirilmesi üzerine, mal sahibinin bağışlama isteğini Hz. Peygamber’in, “bana gelmeden önce bağışlasaydın!” diyerek reddetmesi,40 suçun bireysel alanda kaldığı sürece cezâlandırılmayacağını, ama toplumsal bir niteliğe bürününce cezânın vazgeçilmez olacağını ortaya koymaktadır.
Yine, namaz, oruç, hac gibi ibâdetleri yerine getirmeyenlere herhangi bir yaptırım uygulanması öngörülmediği halde, zekât vermeyen/vermek istemeyenlere yönelik Hz. Ebû Bekir’in savaşmak istemesi ve onun bu tavrını diğer sahâbenin de onaylaması, zekâtın sosyal boyutunun olmasıyla izah edilebilir. Diğer bir ifâdeyle, sözgelimi namaz kılmayan, oruç tutmayan bir kişi, bu tavrıyla toplumun diğer bireylerine yönelik herhangi bir hakka tecâvüz etmiş olmamakta; buna karşılık zekâtı vermemekle, başkalarının kendi malı içinde bulunan haklarını gasbetmiş konumda bulunmaktadır. Dolayısıyla işlendiğinde bir yaptırım gerektiren suçlar, bireysel olmaktan çok; toplumsal bir nitelik arzetmektedir.
“Mürtedin Cezâlandırılması” İlkesinin İnanç Özgürlüğü Açısından Değerlendirilmesi: İnanç özgürlüğüne aykırı gibi görünen “mürtedin öldürülmesi” ile ilgili hükmün de, aslında salt dini terketmekten ibâret olan bir suçun cezâsı olarak değil; ancak ve ancak kamu düzenini bozma ve devlete isyan etme suçlarının cezâsı olarak değerlendirilmesi daha isâbetli görünmektedir. Çünkü Kur’an’da irtidad ve mürted bahis konusu edildiği halde, mürtedin dünyada cezâlandırılması ile ilgili bir hükme yer verilmemiş, aynı zamanda münâfıklar "iman ettikten sonra küfre girenler" şeklinde tanıtılmasına rağmen onlara böyle bir cezâ öngörülmemiştir. Kaldı ki Hz. Peygamber döneminde olsun, Ebû Bekir döneminde olsun, meydana gelen irtidad hareketleri, sadece inançları değiştirme ve terketme şeklinde değil; devlete ve kurulu düzene isyan niteliğinde olmuştur. Buna göre Kur’an’ın, tebliğ sırasında güzel öğüdü ve güzel mücâdeleyi esas almasına rağmen, sadece misliyle mukabele kapsamında son çare olarak şiddete başvurmaya ruhsat vermiş olduğunu söyleyebiliriz. 41
37] 24/Nûr, 2
38] 4/Nisâ, 15; 24/Nûr, 13
39] 24/Nûr, 4
40] Ebû Dâvud, Hudûd 14; Nesâî, Kat’u’s-Sârık 5; İbn Mâce, Hudûd 28; Muvattâ’, Hudûd 28
41] Bk. İrtidad Kavramı
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 13 -
Eğitim ve Âile Hayatında Zorlama
Eğitimde fert ve toplumun ıslah edilmesi hedeflendiğinden dolayı, bu konuda belirlenen temel prensip yine hoşgörüdür. Kur’an, müslüman toplumda Allah’ın emirlerinin terkedilmesi veya yasaklarının işlenmesi durumunda ferde yönelik bir şiddeti ve zorlamayı öngörmemiştir. Daha doğrusu, şiddet uygulanarak zorlamanın öngörüldüğü hususlar, ferdî alanla ilgili değil; toplumsal alanla ilgilidir. Zinâ ve zinâ iftirâsı gibi bir suçun isbâtı ve cezâlandırılabilmesi için dört şâhit veya itirafın şart koşulması, -ki bu, işlenen suçun toplumda ifşâ edilmesi anlamına gelmektedir- cezâyı gerektiren diğer suçlarda suç işleyenin suçunu gizlemesinin hoş görülmesi veya işlediği suçu ifşâ etme zorunda olduğuna dâir bir hükmün bulunmayışı, cezâların toplumsal boyutunu göstermektedir. Bundan dolayıdır ki Kur’an’ın eğitim sürecinde şiddete ve zorlamaya başvurmaya ruhsat verdiği veya emrettiği iki alan vardır: Birisi, âilede problemin çıkmasına neden olduğu zaman kadının koca tarafından hafifçe dövülmesi; diğeri ise, toplumda huzuru bozucu suçları işleyenlerin belirlenen şekillerde cezâlandırılmaları. Âilede kocanın, toplumda ise devletin belirlenen şekil ve ölçülerde cezâları uygulamakla görevlendirilmeleri, otorite-yetki ilişkisinin doğal sonucu şeklinde değerlendirilmelidir. Yani eğitimde şiddete ve zora başvurma, kendisine yetki ve otorite verilen kimseler için geçerlidir.
Kur’an’ın ana hedefinin cezâlandırmak olmadığı, hem âilede, hem de toplumda cezâya başvurmadan önce alınmasını istediği önlemlerden anlaşılmaktadır. Sözkonusu önlemlerin uygulanması durumunda, her iki alanda da cezâlandırmayı gerektirecek suçların işlenebileceği bir zeminin/ortamın oluşması neredeyse imkânsız hale gelecektir. Eşler arasındaki ilişkilerin bozulmasına neden olan ve kadından kaynaklanan problemlerin çözümü konusunda Kur’an’ın önerdiği uç bir tedbir olarak kadının dövülmesi hususu, sözkonusu problemlerden dolayı boşanmakla karşı karşıya kalan, ancak boşanmak istemeyen eşlerle ilgili bir konudur. Çünkü boşanmak isteyenler için zâten çözüm bellidir ve o da boşanmaktır. Âiledeki anlaşmazlık bu aşamaya gelmeden önce başvurulacak yöntemleri de Kur’an belirlemiş, dövme aşamasına gelmeden de nasihat ve yatakta yalnız bırakma yolları tavsiye edilerek farklı çözüm yolları gösterilmiş, en son olarak da, neredeyse “dövme” demeyi imkânsızlaştıracak hafif bir biçimde dövmeye ruhsat vermiştir. Buna rağmen bu konuda Hz. Peygamber’in uygulaması ile Kur’an’ın önerisi arasında bir farklılık bulunması, bu önerinin mutlaka uygulanması gereken bir şey olmadığı, sadece âileyi dağılmaktan kurtaracak bir çözüme katkı sağlayacaksa uygulanabileceğini göstermektedir. İnsanın yeryüzündeki halifeliğinden hareketle sahip olduğu değerin vurgulanması ve onu öldürmenin, telâfisi zor olan zararlara yol açacağının bildirilmesi adam öldürme olaylarının; sosyal adâlet ilkesinin yerleşmesine yönelik olarak belirlenen faâliyetler hırsızlık suçunun; zinâya sebep olabilecek her türlü ortam ve vâsıtanın yasaklanması zinâ ve zinâ iftirâsı suçunun; bütün bunların sonucu olarak da hirâbe/yeryüzünde bozgunculuk suçunun işlenmesine engel olmak içindir. Bütün bu tedbir ve ilkelere rağmen insanların can, mal, ırz ve dinlerine yapılan bir saldırı niteliğinde olan suçların işlenmesi durumunda Kur’an, çeşitli cezâlar verilmesini istemiştir. Bu cezâların şiddeti, aslında işlenen suçun ağırlığı ve şiddeti ile orantılıdır. Bundan dolayı kısas ve hirâbe/eşkıyâlık suçunun cezâsı dışında diğer cezâların affedilmesi de sözkonusu olmamaktadır. Kısasta sadece
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öldürülenin velîsine affetme yetkisi verilmiş, velînin affetmesi durumunda ancak af sözkonusu olabilmektedir. Hirâbe suçunun cezâsı da, suçun devlete, kurulu düzene isyan niteliğinde olması ve toplumun huzurunu bozma girişimi olarak değerlendirilmesinden dolayı, sadece yakalanmadan önce yaptığından vazgeçmesi ve pişman olması şartıyla -ki günümüzde “pişmanlık yasası” olarak nitelenen uygulamanın benzeridir- cezâsının affedilmesi sözkonusudur.
Bütün bunlarla birlikte zinâ ve zinâ iftirâsı cezâsında, suçun dört şâhitle isbâtının şart koşulması; hırsızlıkta, suçun işlenmesini kolaylaştıracak açlık, kıtlık gibi sebeplerin ortadan kaldırılmasının zorunluluğu; ayrıca suç işleyenlere, suçlarını itiraf etme zorunluluğu getirilmemiş olması, İslâm’ın cezâlandırmayı hedef haline getirmediği, sadece kaçınılmaz hale geldiği zaman cezâlandırmayı öngördüğü şeklinde yorumlanabilir. 42
Cihad ve İkrâh/Zorlama
Kur’an ve Cihad Süreci: Kur’an, hem müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerini, hem de müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen birtakım hükümler getirmiştir. Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemlerde bu ilişkilerin tesbitinde zorlanmayan müslümanlar, sonraki dönemlerde Kur’an’a farklı yaklaşımlarının sonucu olarak değişik görüşlere sahip olmuşlar ve bir kısmı bu ilişkilerin barış esasına dayalı olduğunu savunurken, bir kısmı da savaş esasına dayalı olduğunu ileri sürmüştür. Konu ile ilgili Kur’an âyetlerini incelediğimizde, ilk bakışta her iki kesimin kendine göre haklı taraflarının bulunduğunu görürüz. Çünkü bir taraftan “Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücâdele et...”43; “İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dosttur.”44; “Ey iman edenler, hepiniz birlikte ‘silm’e (İslâm’a veya barışa) girin...”45 gibi âyetlerle, ilişkilerin dayandığı esasın barış olduğu iddia edilirken; diğer taraftan da “Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah işitendir, bilendir.”46; “Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!”47; “Haram aylar çıkınca (Allah’a) şirk/ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin...”48; “Ey iman edenler, yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın, (onlar) sizde bir katılık bulsunlar. Bilin ki Allah, müttakîlerle beraberdir.”49 gibi âyetlerle, ilişkilerin dayandığı esasın savaş olduğu iddiâ edilmektedir.
“İslâm ve savaş” konusu gündeme gelince, bir kavram kargaşasının yaşandığını ve ilgili ilgisiz herkesin İslâm’ın bu konudaki yaklaşımını yorumladığını görüyoruz. Birçok konuda olduğu gibi, savaş konusunda da İslâm’ın temel referansı Kur’an olduğuna göre, bu yorumların kabul edilebilir ve tutarlı olması için öncelikle kavramsal çerçevenin doğru tesbit edilmesi ve Kur’an bütünlüğü gözönünde bulundurularak konunun araştırılması gerekmektedir.
42] Abdurrahman Ateş, Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, s. 79-94; 302-305
43] 16/Nahl, 125
44] 41/Fussılet, 34
45] 2/Bakara, 208
46] 2/Bakara, 244
47] 8/Enfâl, 39; Benzer bir âyet için Bk. 2/Bakara, 193
48] 9/Tevbe, 5
49] 9/Tevbe, 123
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 15 -
Şiddet ve zorlamanın sozkonusu edildiği bir alan da savaştır. Kur’an, sadece teorik bilgiler veren bir kitap olmadığına göre, insanlık tarihi ile birlikte var olan savaş gerçeğini de gözardı edemez. Bu bakımdan istenmeyen bir şey olmakla birlikte, Kur’an, savaş ile ilgili düzenlemeler de yapmıştır. Aslında, ismi bile “barış”tan türemiş olan bir dinin, savaştan söz etmesi garipsenecek bir olay değildir. Çünkü Kur’an’ın söz ettiği bütün hususlar, varlığını benimsediği hususlar değildir. Dolayısıyla savaş da vâkıa olarak hoş karşılanmasa bile, insanlar arasında nerede ise kaçınılmaz nitelikte bir olgudur.
Kur’an, insanlar arasındaki ilişkilerin barış esasına dayandığını, savaşın ise ârızî bir durum olduğunu kabul eder. Ancak bu, savaşa hiç yer vermediği veya savaş için her türlü hazırlığı gözardı ettiği anlamına gelmez. Bilakis Kur’an, savaş için hazır olmayı bir ilke olarak benimser. Bu da, silâhlı barış diye nitelenebilecek bir durumdur. Kur’an’ın nüzûlü sürecinde savaşı irdelediğimizde, Mekke döneminde inen âyet ve sûrelerde daha çok bağışlama ve müsâmaha emri göze çarptığı halde; Medine’de inen âyet ve sûrelerde ise müsâmaha tamamen reddedilmese bile savaşa izin verildiği, hatta emredildiği görülmektedir. Bu iki farklı durumun da çeşitli nedenleri vardır. Diğer taraftan Kur’an, savaşı ifâde etmek üzere cihâd, kıtâl ve harb terimlerini kullanmakta; cihâd, Mekkî âyetlerde her türlü çalışma ve gayreti ifâde ederken, Medenî âyetlerde bunun yanı sıra sıcak çatışma anlamında da kullanılmakta; kıtâl sadece silâhlı çatışma anlamında ve sadece Medenî âyetlerde geçmektedir. Harb ise, hem düşünce alanındaki çatışmaları, hem de silâhlı çatışmayı ifâde eder biçimde sadece Medenî âyetlerde kullanılmaktadır.
Kur’an kavramı olarak kıtâl/savaş konusunu daha önce işlediğimiz için, burada İslâm’daki savaş şartları, sebepleri, savaş öncesi, esnâsı ve sonunda uygulanması gereken esasları uzun uzun bahsetmek, konuyu uzatmak demek olacaktır. İkrâh konusuyla ilgisi bakımından savaşla alâkalı olarak şu konunun altını çizmek gerekmektedir: İslâm, hiçbir zaman savaşı başlatan taraf olmayı müslümanlara tavsiye etmediği gibi, insanları İslâm’a dâvet amacıyla savaşılmasından da söz etmemiştir. Kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vâsıtası olarak düşünmek mümkün değildir. Ayrıca, iman etmeyen kimselerin, hayatlarının sonuna kadar her an iman etme ihtimali vardır. İmana girmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında öldürülenler için bu imkânı ortadan kaldırmaktadır.
İnsaflı ve önyargısız olarak Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in uygulamalarını inceleyen herkes savaşın dine zorlamak için meşrû kılınmadığını görecektir.
Kur’an’ın savaşı meşrû kılma nedeni, yapılan saldırılara karşılık vermek, sadece inandıklarından dolayı insanlara yapılan baskılara ve yurtlarından çıkarma girişimlerine engel olmaktır. Savaşın amacı da, her türlü baskı anlamına gelen “fitne”yi ortadan kaldırmak, insanlar ile Allah’ın dini arasına girenlerin bu tutumlarına son vermek ve özgür bir şekilde inanmanın önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Savaşın amacı, asla insanların zorla müslüman olmasını sağlamak değildir. İslâm’ın savaş sâyesinde yayılmış olduğuna dâir iddiâlara gelince; bugün dünya müslümanlarının en yoğun olduğu yerlerden olan uzak doğu ülkelerinde (Endonezya, Malezya gibi) İslâm’ın savaş olmadan, tâcirler vâsıtasıyla yayılmış olmasından hareketle bu iddiâların tutarsız olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an’ın savaş ile ilgili düzenlemelerini ve Hz. Peygamber’in uygulamalarını
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir bütün halinde dikkate almadan, İslâm’ın öngördüğü savaşın türünü, günümüz dünyasında yapılan savaşlarla mukayese ederek saldırı veya savunma şeklinde belirlemek doğrusu isâbetli görünmemektedir. İslâm’ın öngördüğü savaşın, hem sebep, hem sonuç, hem de amaç itibarıyla günümüz savaşlarından farklı olması, türünün de farklı olmasını beraberinde getirir. Bu itibarla İslâm’daki savaşın, koruma-savunma/koruyucu savunma türü bir savaş olduğunu söyleyebiliriz. 50
İslâm Cezâ Hukukunda Temel Cezâlar; Hadler
Had; Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek anlamına gelir. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb. ağzı, tarif ve şer'î ceza demektir. Çoğulu hudûd'dur. Bir hukuk terimi olarak hadler; İslâmî ölçüler, İslâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer'î cezalar demektir.
Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur'ân ve Sünnetle bildirilmiştir.
İslâm'da mükelleflerin yaptığı işlerin (ef'âl-i mükellefîn) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, Vâcip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mübah, Mekruh, Haram, Sahih, Fâsit, Bâtıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer'î sınırları gösteren bu ölçülere göre değerlendirilir. Sonuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (sahih) veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur.
Şer'î hadlerin genel anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mânâ, aşağıdaki âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ sûresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyrulmaktadır: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır (hudûd/hadler). Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve O'nun Elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır" 51. Burada Allah'ın emirleri "O'nun sınırları (hudûdu/hadleri)” olarak ifâde edilmiş, bu sınırları aşanların âhirette cezâ ile karşılaşacakları haber verilmiştir.
Allah'ın yasak sınırına uyup o sınırı aşmayanlar kendilerine Cennet va'dedilen mutlu kişilerdir. Allah onlarla alış-veriş yapmış, Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır 52. "(Bu alışverişi yapanlar), tevbe eden, ibâdet eden, hamdeden, rükû eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) hadlerini/sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) insanlardır. O mü'minleri müjdele." 53
Allah'ın yasak sınırları, şüphesiz O'nun haram kıldığı işlerdir. Allah'ın haram kıldığı fiiller yani günahlar, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır.54 Hadis-i Şerifte Allah'ın haram kıldığı şeyler "Allah'ın korusu" olarak nitelendirilmiştir: "Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. İkisinin arasında çok kimselerin bilemeyecekleri
50] Abdurrahman Ateş, a.g.e., s. 306-307
51] 4/Nisâ, 13-14
52] 9/Tevbe, 111
53] 9/Tevbe, 112
54] Bk. 53/Necm, 32; 18/Kehf, 49
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 17 -
(birtakım) şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını kurtarmış olur. Kim şüpheli şeylere dolarsa, korunun etrafında (sürüsünü) otlatan çoban gibi, çok sürmez içine düşer. Haberdar olun! Her hükümdârın bir korusu vardır. Dikkat edin Allah'ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun! Ceset içinde bir parça et vardır ki o iyi olursa bütün ceset iyi olur. O bozuk olursa bütün ceset bozuk olur. Biliniz ki o, (et parçası) kalptir." 55
İslâm ceza hukuku (ukûbât) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslâm'ın tâyin ettiği cezâlar"dır. Bu cezâyı gerektiren suçlar beş tanedir: Zinâ, hırsızlık, içki içmek, kazf (nâmuslu kadına zinâ iftirâsı) ve yol kesme (hırâbe).
İslâm cezû hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslâm'ın tesbit ettiği cezâyı) gerektiren suçlar âmme hukukuna tecâvüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkı olduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur'an ve Sünnetle tâyin edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezâlara ta'zir cezâları denir. Hapis, teşhir, sürgün vb. 56
İçki içme cezâsı dışındaki hadler Kur'an'la, içki içme cezâsı ise Sünnetle sâbittir.
1. Zina cezâsı (hadd-i zinâ): Kur’an’a göre zinânın cezâsı, erkek ve kadın için yüz sopa (celde) vurmaktır: "Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve âhiret gününe inanan (insan)lar iseniz Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi, onlara karşı acıma duygusu tutup engellemesin. Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan, uygulanan cezâya şâhid olsun." 57
Zinâ cezâsının tatbik edilebilmesi için dört âdil erkek şâhidin hâkim huzurunda açıkça şâhitlikte bulunması ve zinâ eden kişinin zinânın haram olduğunu bilmesi gerekir.
2. Hırsızlık cezâsı (hadd-i sirkat): "Akıllı ve ergin (baliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı, bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir. Cezâsı Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir cezâ olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir." 58
El kesme cezâsının tatbik edilebilmesi için iki âdil şahidin şahitlik yapması ve hâkimin de sorgulaması (muhakemesi) neticesinde suçun sâbit olduğuna kanaat getirmesi gerekir. Hâkim şâhitlere sırasıyla: Hırsızlığın mâhiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığım, malı çalan şahsın kim olduğunu sorar.
Hırsızlığın nisâbı (el kesme cezâsını gerektirecek en az miktarı) Hanefî mezhebine göre on dirhemdir. Cezânın tatbik edildiği dönemdeki dirhemin değeri esas alınır. 59
El kesme cezâsı tatbikatına örnek olarak ve Allah hakkı olan bu cezâda herhangi bir şefaatçinin kabul edilemeyeceği konusunda şu hadisi zikredebiliriz:
55] Buhârî, İman 45, Büyû' 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14; Nesâî, Büyû' 2; Tirmizî, Büyû' 1; Ebû Dâvud, Büyû' 1
56] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd.
57] 24/Nûr, 2
58] 5/Mâide, 38
59] bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî', VI, 67; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr; IV, 220, 230; Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 359, 360
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Mahzum kabilesine mensup bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü. Onlar: 'Kim Rasûlullah'a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak' dediler. Bir kısmı da: 'Bu işe Rasûlullah'ın çok sevdiği (sahâbî) Üsâme b. Zeyd'den başkası cesâret edemez' dediler. Üsâme (kadına şefaat için) Rasûl-i Ekrem'le konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: "Yüce Allah'ın hadlerinden bir hadd(in yapılmaması) hususunda şefaat/aracılık mı ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe îrâd etti. Hutbesinde şöyle buyurdu: "Sizden evvelkilerden (şerefli/asil bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı. (Şeref itibarıyla) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi. Allah'a and olsun ki, Muhammed'in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim." 60
3. İçki İçme Cezâsı (hadd-i şürb): İçki içmek Mâide sûresi 90. âyetle kesin olarak yasaklanmıştır. Fakat cezâsı Hz. Peygamber'in sünneti ve uygulamasıyla sâbittir. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir, içki içene 40 sopa (celde) vurdular. Hz. Ömer zamanında içki içenler çoğalınca o, arkadaşlarıyla istişâre etti. Haddin en az miktarı olan 80 değnek vurulmasını kararlaştırdılar. 61
İçki içme cezâsı uygulanabilmesi için içen kimsenin akıllı, ergin müslüman ve konuşabilen bir kimse olması lâzımdır. Sarhoş olarak yakalanan ve içki içtiği şâhidler vâsıtasıyla tesbit edilen kimseye bu cezâ uygulanır.
Rasûlullah’a (s.a.s.) şarab içmiş bir adam getirdiler. Rasûl-i Ekrem: "Ona hadd vurunuz" buyurdu. Ebu Hüreyre demiştir ki: Bizden bir kısmı eliyle, (bazıları da) ayakkabısı ve elbisesiyle dövdüler. (Dayaktan sonra) çekilip gidince: 'Allah seni rüsvay etsin!' dediler. Peygamber (s.a.s): “Böyle söylemeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz” buyurdu. 62
4. Zinâ iftirâsı cezâsı (hadd-i kazf): Nâmuslu (muhsan) kadınlara zinâ iftirâsında bulunmanın cezâsı Nûr sûresinde açıklanmıştır: "Nâmuslu kadınlara (zinâ suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şâhid getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şâhitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir." 63
Nâmuslu bir erkeğe yapılan zinâ iftirâsı da 80 değnekle cezâlandırılır. Nâmuslu olmanın şartları şunlardır: Hür olmak, akıllı ve ergin olmak, müslüman olmak, iffetli olmak.
5. Yol kesme cezâsı: Yoldan geçenlerin önünü kesmek, kuvvet kullanarak geçişi engellemek ve yolcuları soymak. Yol kesme suçu, tek kişi olarak veya toplulukla, silâh veya silâhsız, meskûn alanda veya kırda yahut şehir içinde ya da şehir dışında işlenmiş olabilir. Bütün bu durumlarda suç işlenmiş sayılır ve şu âyette belirlenen cezâ uygulanabilir: "Allah ve Rasûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezâsı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu dünyada onlar için bir zillettir. Âhirette ise, onlar için büyük bir azap vardır. Ancak kendilerini yakalamanızdan önce tevbe edenler olursa, bilin ki, Allah, Gafûr'dur, Rahîmdir; çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." 64
60] bk. Dârimî, Hudûd,10; Ahmed bin Hanbel, IV, 389
61] bk. Dârimî, Hudûd,10; Ahmed bin Hanbel, IV, 389
62] Buhârî, Hudûd 4; Müslim, Hudûd 35; Ebû Dâvud, Hudûd 35, 36; Tirmizî, Hudûd 14, 15
63] 24/Nûr, 4
64] 5/Mâide, 33-34
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 19 -
Bu âyete ve İslâm hukukçularının bundan çıkardığı hükümlere göre, yol kesenin cezâsı şu şekilde belirlenmiştir:
a) Soygun yapıp, adam öldürmüşse, yol kesici öldürülür ve ibret için asılır.
b) Yalnız adam öldürmüş olup, soyguna katılmamış bulunursa, asılmaksızın öldürülür.
c) Adam öldürmeksizin, yalnız soygun yapmışsa, çapraz bir şekilde eli ve ayağı kesilir.
d) Adam öldürmeden ve soygun da yapmaksızın, yalnız yolda korku ve terör meydana getirenlere "sürgün cezâsı" uygulanır Mâlikîlere göre ise; yalnız soygun yapılmışsa Devlet başkanı öldürme, asma ve çapraz kesim konusunda seçme hakkına sahiptir. Yolda öldürme ve soygun yapmaksızın yalnız korkuya sebep olur ve terör yaparsa, devlet başkanı; öldürme, asma, çapraz kesim ve sürgünden birini seçme hakkına sahip olur. 65
İslâm'ın koyduğu bu cezâları uygulamakta titiz davranılması ve kesinlikle tâviz verilmemesi gerektiği birçok hadis-i şerifle bildirilmiştir. Bu konuda acıma duygusuna kapılınmaması uyarısı da yukarıda ilgili âyet meâlinde geçmiştir.
Hadlerin uygulanması konusunda bazı hadisler: "Allah'ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın." "Allah'ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hudûdu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur'a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir. Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: ‘Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!..’ derler. Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, engel olursa hepsi kurtulur." 66
Şer'î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezaları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen İslâm Devletinde ve Devletin hâkiminin kararlarıyla uygulanır. Toplumda suça sebep olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların İslâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarının devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir.
Suça götüren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle, geçmişte had cezaları nâdir olarak uygulanmıştır. Buna, yöneticilerin bu cezâları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir.
Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)."67 buyrulmuştur. İslâm cezâ hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer'in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkı olabileceği şüphesiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir:
65] İbn Teymiyye es-Siyâsetü'ş-Şer'iyye, Mısır 1951, s. 82, 83; İbn Kudâme, el-Muğnî,1367, y.y. VIII, 228
66] et-Terğib ve't-Terhib, 4/25, 27
67] Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dört kişi bir şahsın zinâ ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şâhitlik yaparlarsa Ebû Hanife'ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şahitlere had tatbik edilmez.
Suçluya celde (dayak cezası) uygulanırken şâhitlerden birisi şâhitliğinden dönse, kalan kırbaçlar vurulmaz.
İki kişiden birisi bir şahsın "içki içtiğine", diğeri ise, o şahsın "içki içtiğini ikrar ettiğine" şehâdette bulunurlarsa yine sarhoşluk haddi uygulanmaz.
Bir kimse önce hırsızlık yaptığını ikrar eder; sonra bu ikrarından döner ve daha sonra da bu malın bir kısmını çaldığını tekrar ederse eli kesilmez. 68
Kur’ân-ı Kerim’de Dinde İkrâhın Olmadığı ve İnanç Özgürlüğü
“Biz seni kâmil bir müjdeci, ve gerçek bir uyarıcı olarak o Hak (Kur’an) ile gönderdik. Sen, cehennemliklerden (cehennemlik olanların küfürde ayak diremelerinden) sorumlu olacak değilsin.” 69
“...Fitne katilden daha beterdir. Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir...” 70
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur...” 71
“Onları (insanları) hidâyete erdirmek senin üstüne borç değildir. Ancak Allah, hidâyeti kime dilerse ona verir...” 72
“Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: ‘Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” Ehl-i kitaba ve ümmîlere de de ki: ‘Siz de Allah’a teslim oldunuz (müslüman oldunuz) mu?’ Eğer teslim olurlar (müslüman olurlar)sa doğru yolu buldular demektir. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen, yalnızca tebliğdir/duyurmaktır. Allah, kullarını çok iyi görür.” 73
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik.” 74
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki): Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” 75
“Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Allah bana yeter! O’ndan başka ilâh yoktur. O’na dayandım, O büyük arşın sahibidir.” 76
68] Geniş bilgi iç in Bk. Cevat Akşit, İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, Kültür Basın Yayım Birliği, İst. 1987; Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 282-284
69] 2/Bakara, 119
70] 2/Bakara, 217
71] 2/Bakara, 256
72] 2/Bakara, 272
73] 3/Âl-i İmrân, 20
74] 4/Nisâ, 80
75] 5/Mâide, 54
76] 9/Tevbe, 129
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 21 -
“Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırlardı. O halde, sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman etmez... 77
“Sakın, Allah’ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Şu kadar var ki, Allah onları (cezâlandırmayı), gözlerin şaşkınlıktan bakakalacağı bir güne erteliyor.” 78
“Yine de yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak açık bir tebliğden ibârettir.” 79
“Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet kılardı, fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptığınız işlerden mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” 80
“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) ikrâh olunan/zorlanan hâriç, kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse (ona Allah’ın gazabı vardır). Ama kim, kâfirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve onlara büyük bir azap vardır.” 81
“Ve de ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr edip kâfir olsun.’ Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır...” 82
“De ki: ‘Ey insanlar, ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım.” 83
“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Rasûle de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu iyi bilin ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber’e düşen, sadece açık-seçik tebliğdir/duyurmaktır.” 84
“Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendine kayacak, kendini helâk edeceksin! Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mûcize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar.” 85
“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim amellerimiz/işlerimiz bize, sizin amelleriniz size; size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler. Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilâkis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.” 86
“Eğer yüz çevirirlerse Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen, yalnız tebliğdir/duyurmaktır...” 87
“...Sen onların üzerinde bir cebbâr/zorlayıcı değilsin, sadece tehdîdimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.” 88
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, Rasûlümüze/elçimize düşen apaçık bir tebliğdir/duyurmadır.” 89
77] 10/Yûnus, 99-100
78] 14/İbrâhim, 42
79] 16/Nahl, 82
80] 16/Nahl, 93
81] 16/Nahl, 106
82] 18/Kehf, 29
83] 22/Hacc, 49
84] 24/Nûr, 54
85] 26/Şuarâ, 3-4
86] 28/Kasas, 55-56
87] 42/Şûrâ, 48
88] 50/Kaf, 44-45
89] 64/Teğâbün, 12
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.” 90
“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” 91
Konu ile İlgili Birkaç Hadis-i Şerif
"Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu kaldırdı." 92
“Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.” 93
İslâm’a Dâvet Zorbalıkla Yapılmaz
Kur'an-ı Kerim'de: "Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır..."94 hükmü beyan buyrulmuştur. Bu âyet-i kerime'de hem İkrah'ın, (baskı ve zorlamanın) olamayacağı, hem de "İman" ve "küfrün" açıkça meydana çıktığı zikredilmiştir. Bir insan; ya Allah Teâlâ'ya iman eder ve Allahû Teâlâ'nın indirdiği hükümlere göre hayatını düzenler, ya da tâğut'a teslim olup, tâğut'un hevâ ve heveslerine göre yaşar. Bu iki halin dışında üçüncü bir hal yoktur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "İman edenler, Allah'ın yolunda savaşırlar, küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytanın dostlarıyla (tâğûtî güçlerle) savaşın. Şüphesiz ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır."95 hükmü beyan buyrulmuştur. Burada da; iki hal ve iki cephenin mâhiyeti izah olunmuştur. İnsanlar; bu iki durumdan birini herhangi bir baskıya mâruz kalmadan seçebilirler.
Kur'ân-ı Kerim'de: "Eğer Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırlardı. O halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman etmez..."96 hükmü beyan buyrulmuştur. Başta Fahrüddin Râzî olmak üzere müfessirler; Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in kavminin iman etmesi hususunda harîs/aşırı istekli olduğundan, bu kuvvetli arzuyu izâle için bu âyetin nâzil olduğunu beyan etmektedirler. Yine, bir başka âyet-i kerimede: "De ki; o (Kur'an) Rabbinizden (gelen bir) haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin."97 buyrulmaktadır. Hatta bir kimse kılıç zoru ve baskı ile iman etse, daha sonra bu hali beyan ederek İslâm'dan dönse, "mürted" kabul edilmez ve mürtede tatbik edilecek tavır, ona uygulanmaz. Zira kılıç zoru sebebiyle "kalbî tasdik" bulunmamıştır. Ancak yeryüzünde "Allah Teâlâ'nın hükmü ile mi, yoksa tâğûtî güçlerin kanunlarıyla mı hükmedilecektir?" meselesi oldukça önemlidir. Bütün insanlar; ruhlar aleminde verdikleri mîsak sebebiyle, Allah Teâlâ’'nın indirdiği hükümlere tâbi olmak zorundadırlar. Yâni yeryüzünde İslâm'ın hâkim olması esastır. İslâm'a inanmayanlar; mü'minlerin "ulu’l-emr"i ile "zimmet akdi" yaparak bütün haklarına kavuşurlar. Hatta öyle ki; zimmî'yi (İslâm Devletinde yaşayan gayri müslim vatandaşı) şiirle hicvetmek dahi haram olur. Ayrıca zimmet ehli bir kimseyi (gayr-i müslimi) öldüren bir müslüman; kısas edilerek öldürülür. Zîmmîlerin herhangi bir musîbet ânında korunması da şarttır.
90] 88/Ğâşiye, 21-22
91] 109/Kâfirûn, 6
92] İbn Mâce, Talâk, 16
93] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144
94] 2/Bakara, 256
95] 4/Nisâ, 76
96] 10/Yûnus, 99-100
97] 18/Kehf, 29
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 23 -
Hanefî fukahâsı; "emânet'i yüklenmek sûretiyle insanın kanının mâsum (dokunulmaz) kılındığını, insanın ancak irtikâp ettiği bir ma'siyet sebebiyle öldürüleceğini" esas almıştır. Dolayısıyla cihad; saldırgan veya fesatçı kâfirlerin şerrini defetmek ve onların mukavemetlerini kırmak için meşrû kılınmıştır. Mü'minlere karşı silâh çekmeyen veya bizzat savaşmayan kimseler, harb ânında dahi öldürülmez. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bir harp'te öldürülmüş olan bir kadını görünce müteessir olmuş ve "Bu kadın savaşmıyordu" diyerek ileri birliklerin komutanı Hz. Halid b. Velid’e (r.a.) haber gönderip: "Kadınları ve çocukları öldürmesinler" emrini vermiştir. Mâlum olduğu üzere; öldürülmemeleri talep edilen kadınlar da küfür üzere yaşıyorlardı. Ancak bizzat savaşmadıkları için öldürülmemeleri esas alınmıştır. Dolayısıyla savaşın sebebi mücerred küfür değildir. Kâfirlerin fitne ve fesâdının ortadan kaldırılması esastır. 98
Tefsirlerden İktibaslar
Dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'd-dîn" (dinde) ifâdesi, "ikrâh"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak din olan İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hâkim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.
Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşrû ve mûteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibâdet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere göredir." Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da öyledir...
Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur. de zarflık değil, sebeblik mânâsı düşünülürse, mânâ şu olur: Zorlama, din için yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Hâlbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanın kökü tasdik ve kalpten inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir. Bunu "Dilediğini yapar"99 olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın irâdesiyle iman ve hatta iman ile sâlih amel, zorlamaya değil, güzel bir seçime ve gönül rızâsına
98] Yusuf Kerimoğlu, a.g.e. c. 1, s. 361-362
99] 2/Bakara, 253; 22/Hacc, 14
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun?" 100
Şu halde dine girmesi için kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman, Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz. Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağından ve bu zorlama hâlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine kâfirsin." denilemez, kâfir muâmelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla müslüman olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın (zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.
Zorlamaya ne hâcet? Zorlama beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması gerekmez mi? Çünkü doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihâyet İlâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr ve dinsizliğin ise azap ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, küfür (inkâr) ehli de muhakkak ceza ve azap görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama mânâsını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor ki, "dinde zorlama yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azap yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.
Bilinmektedir ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, bir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fâsıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun gerekli bir sonucu olan cezâ ve azap da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine zulmetmiş olur. Allah Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından, onları korumak için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir. İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye İslâm dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir. İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi, hıristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler.
Mesela bir müşrik, dilerse yahûdi veya hıristiyan olabilir; hiçbirine müslüman ol, diye zor kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna
100] 10/Yûnus, 99
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 25 -
göre cezasını görür. Kendi rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamberine söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tevbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir sonucudur. Bu noktada İmam Şâfiî gibi bazı âlimler, müslüman olmaya söz vermiş bulunan mecûsi veya hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela yahûdi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya müslüman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, "Küfür, bir tek millettir." ifâdesi gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur. Buna göre, "Ya dön veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslâm dinine girdikten sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse cezası verilir.
Bundan başka, ibâdet ve diğer muâmeleler gibi rızâ şart olan amel dallarında da zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm uyruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riâyet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlûp olduğu takdirde de yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adâlet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir intizama mecbur tutulur. Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil, hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile din olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her türlü haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan İslâm yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din çevresinden dışarıdadır.
Dâr-ı harp (kâfir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki, "Dinde zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit etmektedir. Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul etmeyen dini hâkim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi mensub olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalp ve güçlü bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenliğini herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler cemaati arasındaki Hz. Muhammed'in makamı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslâm dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi, intikam, öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlûp etmek ve zorlayıcı gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelâmını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanlara bir zayıflık gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık allak bullak olacaktır.
Fakat bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarıda, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." 101 âyetinde görüldüğü üzere Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâ ilâhe illallah (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." hadisiyle ya İslâm, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki âyet, birbirini nesh veya tahsis eder, onların buraya dâhil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün tatbiki içindir. Bu münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:
1- Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivâyet edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında "Doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir." âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırt edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi aslında buraya dâhil değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne sahip olabilecekler için bu rivâyet önemlidir. Demek oluyor ki bu âyette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivâyeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkân yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih âyetin tamamıyla ilgili değil, kısmîdir.
2- Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden hâriçtir. Gerçi "şu peygamberler..." âyetinden başlayan sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivâyetler de bunu desteklemektedir. Rivâyet ediliyor ki Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Ensar'dan bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa sokmuşlardı. İslâm dini gelince bunlara zor kullanmak istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan bir kadının çocuğu yaşamadığı durumlarda, şâyet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri zaman dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mâdemki İslâm dini geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler.
Bu cümleden olarak Salim b. Avf oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle hıristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka müslüman olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü birlikte Rasûlullah'a mürâcaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden
101] 2/Bakara,193
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 27 -
önce olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri içine almamaktadır. O halde hükmünün genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. "Dinde zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Sonra bu hüküm yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (emân) verilmemesi gerekirdi. Hâlbuki Arap yarımadası müşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul (iniş) sebebi, Rasûlullah, birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu âyet bunun hakkında inmiştir" diye rivâyet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha açıktır.
3- Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muâmele, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." 102 emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur." hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." meâlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.
Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırtedilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın..." âyetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ ikrâhe = zorlama yoktur" hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Hâlbuki bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih itibarıyla sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarıda görüldü ki, aksine rivâyet bile vardır. Bu bakımdan usûl itibarıyla birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler. Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların müslüman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada müslümanlar arasında bulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir.
O halde, âyetinin bütün kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin, hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş ve savaş hâlinde bulunan düşman meselesi, bu hükümden esas itibarıyla hâriç olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır. Ancak bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın."103 âyetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre âyetin sonunun da delâlet edeceği üzere İslâm dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslâm yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (genellik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne
102] 2/Bakara, 193
103] 2/Bakara, 193
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoksa dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar, belâlarını bulurlar."
Bundan dolayı, her kim tâğuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalp ile "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." diyerek önce o tâğutları kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır ki, kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın bu ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok, gelip geçici olan fani, bâtıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihâyet kendine tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tâğutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mâbudların çürük kulplarına yapışmak değil, "Ezelden sonsuza kadar dirisi, her şeyin yöneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz, göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi, gizli açık, cüz'î (kısmî), genel her şeyi bilen, her şeyden haberdar, ilminin gerçek mâhiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsîsi yerleri, gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek, pek yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki eliyle seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsîden uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalpte kalmamalı, ağız, gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir. Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından, deyip, içinde inkâr saklayan münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr savuran kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.
Tâğut: "Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağâvût" olup, yer değiştirmekle "tavâğût" yapılarak "vâv", "elif"e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.
İbn Cerîr et-Taberî'nin târif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mâbud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inat edip büyüklük taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivâyetlere rastlanır. Ebû Hayyan der ki: "Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tâğut bunların her birine hasredilmiştir (mahsur)." Yukarıdaki târif, bunların hepsini içine almaktadır. Bununla birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını da ilâve etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" 104 âyeti gereğince kendi hevâsına uyup kendi kendine
104] 45/Câsiye, 23
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 29 -
mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse önceki tarife dâhil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz: Önce, tâğutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi "şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mâbud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inat edenleri" kelimelerinin her biri tâğut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mânâ itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir. İkinci olarak demek oluyor ki, tâğutun açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.
Üçüncü olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tâğutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tâğutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu sebeple nihâyet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tâğutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar, asıl tâğut değil, tâğutların temsilcileridirler. Böyle "Kim tâğutu inkâr ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan önce ona sevk eden azgın isyankârlara küfretmektir (onları inkâr etmek).
Dördüncü olarak, Allah'a karşı isyankâr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankârlar tarafından ilâh diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr gibi büyük insanların kendileri tâğutun tarifinden ve kendilerine tâğut denilenlerden hâriçtirler. Tevhid emrinde, "başka hiçbir ilâh yok" derken bunların ilâhlığını da olumsuz kılıp inkâr etmek, ibâdet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dâhil bulunacaktır. Bu çok önemli nükteye işaret edilerek "kim tâğutu inkâr ederse..." buyrulmuş da diğerlerini inkâr şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr etmek değil, Allah'tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak ve bu arada tâğutları inkâr etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihâyet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mü’min olmak için, Allah'a imandan önce küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tâğutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tâğutu inkâr eder de Allah'a iman ederse..." ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın Kürsîsine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecekleri kelâmın mânâsından anlaşılıyor. 105
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Kim Tâğut'u, azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir. Allah mü’minlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları ise Şeytan ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan çıkararak karanlıklara sokarlar. Onlar, orada
105] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler.” 106
Bu dinin ortaya koyduğu şekli ile inanç meselesi, anlatmayı, dinlemeyi ve kavramayı izlemesi gereken bir ikna olma meselesidir, yoksa bir baskı, bir öfkelenme, bir dayatma meselesi değildir. İslâm olanca gücü ve enerjisi ile insan idrakine hitap ederek gelmiştir; düşünen akla seslenmiştir... Konuşan bedahete (dolaysız algılama yeteneğine) seslenmiştir, aldığı uyarılara karşılık veren vicdana seslenmiştir... Dengeli-istikrarlı fıtrata seslenmiştir... İnsan varlığının bütününe seslenmiştir... İnsan idrakinin bütün yönlerine seslenmiştir... Fakat seslenirken baskıya başvurmamıştır, hatta somut harikaların, olağanüstülüklerin manevi baskısını bile kullanmaktan kaçınmıştır. Olağanüstü olaylar, görenleri refleksif bir edilgenlikle inanmaya sürükleyebilir, fakat insan onları bilinci ile inceleyemez, aklı ile idrak edemez; çünkü bu tür olayların düzeyi bilincin ve aklın üzerinde olur.
Bu din, insan mantığının karşısına inanmaya mecbur edici olağanüstü olaylarla bile çıkmaktan kaçındığına göre onun karşısına kuvvetle ve zorlama ile çıkmaktan, muhataplarına açıklama yapmaksızın, onları inandırmaksızın, ikna olmalarını sağlamaksızın tehdit, baskı ve zorlama yolu ile kendini kabul ettirmekten elbette kaçınacaktır.
Oysa İslâm'dan bir önceki din olan Hıristiyanlık kendini süngü ile ateşle, işkence ve tepeleme yolu ile kabul ettirmişti. Bu politikanın yürütücüsü, imparator Konstantin'in hıristiyan olmasından sonraki Roma İmparatorluğu olmuştu Oysa Roma İmparatorluğu aynı işkenceleri, daha önce, ikna olarak ve isteyerek hıristiyanlığı kabul etmiş olan çok az sayıdaki vatandaşına uygulamakta tereddüt etmemişti. Üstelik Roma İmparatorluğu'nun hıristiyanlık uğruna uygulamış olduğu baskıların ve toplu kıyımların kurbanları sadece hıristiyanlığı kabul etmeyenler olmamıştı; devletin mezhebine girmeyen, bu mezhebin Hz. İsa'nın konumuna ilişkin bazı doğmalarını benimsemeyen değişik mezhep yanlısı hıristiyanlar da bu amansız vahşetten paylarını almışlardı!
İşte bütün bunlardan sonra gelen İslâm, ilk açıklamaları arasında şu önemli ve büyük ilkeye yer verdi: "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır."
Bu ilkede yüce Allah'ın insanı onurlandırdığı; iradesine, düşüncesine ve duygularına saygı gösterdiği, inanç alanında hidâyete ve sapıklığa ilişkin tercihlerinde onu vicdanı ile başbaşa bıraktığı, bunların yanısıra davranışlarının sonuçlarını ve nefsi ile hesaplaşma görevini omuzlarına yüklediği açıkça görülür. Bu ilke insan özgürlüğünün en karakteristik ilkesidir. O insan özgürlüğü ki, yirminci yüzyılın zorba ideolojileri ve insan onurunu hiçe sayan sosyal düzenleri onu insanlara çok görüyor. Bu baskıcı ideolojiler ve düzenler, yüce Allah'ın inanç seçme serbestliği tanıyarak onurlandırdığı insan adlı bu varlığa hayat düşüncesini ve düzenini serbest iradesi ile seçme hakkı tanımıyorlar; onu devletin çeşitli propaganda araçları, yoğun yönlendirme önlemleri, bunların yeterli olmadığı zaman da arkasından gelen kanunları ve oldu-bittileri ile dayattığı, dikte ettiği düşünceyi ve düzeni benimsemeye zorluyorlar. İnsan ya evrene egemen olan Allah'ın varlığını ve fonksiyonunu inkâr ederek sözünü ettiğimiz devlet ideolojisini kabul
106] 2/Bakara, 256-257
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 31 -
edecek ya da her an nasıl ve nereden geleceği belirsiz ölüm tehdidi altında titreyerek yaşayacaktır!
İnanç özgürlüğü, insanı "insan" yapan, ona bu vasfı gerçek anlamda sağlayan ilk "insan hakkı"dır. İnsanın elinden inanç özgürlüğünü alan kimse, her şeyden önce onun insanlık niteliğini elinden almış demektir. Baskıya ve işkenceye uğramama güvencesi altında inancı yayma ve tanıtma özgürlüğü, temel inanç özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Yoksa inanç özgürlüğü, pratikte hiçbir anlam taşımayan kuru bir laftan ibaret kalır.
Hiç kuşkusuz varlık bütününe ve hayata ilişkin en gelişmiş düşünce sistemi, insan toplumu için en tutarlı sistem olan İslâm, herkesten önce ve herkesinkinden gür bir sesle "Dinde zorlama yoktur" diye sesleniyor. Bu din, kendi dışındakilerden önce öz taraftarlarına, insanlara bu dini benimsetmek amacı ile zor kullanmalarının yasak olduğunu açıklıyor. Durum böyleyken kendilerini devlet otoritesinin acımasız baskısı ile ayakta tutabilen, muhaliflerine yaşama hakkı tanımayan zorba ve yetersiz yeryüzü kaynaklı ideolojilerin ve sosyal düzenlerin yaptıklarına ne demeli?
Bu âyetin ilk cümlesi mutlak olumsuzluk ifade ediyor; "Dinde zorlama yoktur". Dil bilimcilerinin (Nahivcilerin) deyimi ile "Nefy-i cins" öntakılı bir cümlecik. Yani zorlamanın her türlüsünü olumsuzlayan, reddeden bir ifade karşısındayız. Zorlamanın varlığı kökünden olumsuzlanıyor, reddediliyor. Başka bir deyimle, inanca yönelik baskı sadece yasaklanmakla yetinilmiyor, varlık aleminden ve olaylar dünyasından tamamen kovuluyor. Cümlede olumsuz bir üslupla kullanılan -her şeyi içine alan bir şekilde- bu yasaklama, en etkili ve vurgulu bir yasaklama biçimidir.
Âyetin devamında insan vicdanını okşamaktan, onu hidâyete teşvik etmekten, doğru yola iletmekten ve artık apaçık hale geldiği ilân edilen imanın mahiyetini belirtmekten başka bir şey yapılmıyor: "Doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır." Yani iman, insanın sahip olması ve titizlikle koruması gereken bir olgunluk (rüşd), buna karşılık küfür, insanın kaçınması ve üzerine bulaşmasından çekinmesi gereken bir azgınlık, taşkınlıktır.
Durum gerçekten de böyledir. İman, insana verilmiş nimetlerin en büyüğüdür. O, insan idrakine katışıksız ve belirgin bir düşünce bağışlar, insan kalbine huzur ve barış sunar, insan vicdanına yüce amaçlar ve temiz duygular kazandırır, insanlık için sağlıklı, dengeli, hayatı gelişmeye ve ilerlemeye doğru itici bir düzen gerçekleştirir. İnsan, iman nimetini bu şekilde düşününce onun olgunlukla eşanlamlı demek olduğunu kavramakta gecikmez. Bu gerçeği kabul etmeyecek olanlar, sadece olgunluğu bırakıp azgınlığı alan, hidâyeti bırakıp sapıklığa koşan; kavram kargaşasını, kuşkuyu ve haysiyetsizliği huzura, güvene ve onurluluğa tercih eden budalalardır.
Âyetin devamında imanın mâhiyeti daha belirgin, sınırları çizilmiş ve daha açık hale getiriliyor. Okuyoruz: “Kim tâğutu azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa kopması sözkonusu olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” Küfür, hakettiği, lâyık olduğu bir kaynağa dayandırılmalıdır ki, bu da "tâğut"tur. İman da lâyık olduğu, yakıştığı bir mercie yöneltilmelidir ki, o da "Allah"tır.
"Tâğut", "tuğyân (azgınlık)" kökünün anlamdaşı (sinonimi)dır. Sağduyuya
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah'ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah'a inanmaktan, O'nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah'ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah'ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer. Kim, hangi biçimde karşısına çıkarsa çıksın, bunların tümünü kökünden reddederek Allah'a inanır ve ilham kaynağı olarak sadece Allah'ı bilirse o kimse kurtuluşa ermiştir. Âyette bu kurtuluş "kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmak" durumu ile somutlaştırılmıştır.
Burada soyut, mânevî bir gerçeğe ilişkin somut bir tablo ile karşı karşıyayız. Allah'a inanmak, asla kopmayacak olan sağlam bir kulptur, bu kulpa yapışan kimse kurtuluşa götüren yolu kaybetmez. Çünkü bu kulp, yok oluşun ve kurtuluşun sahibine bağlıdır. Gerçek anlamı ile iman. Şu varlık âlemindeki tüm gerçeklerin dayandığı ilk gerçeğe, Allah gerçeğine ermek, Allah'ın şu varlık âlemi için koyduğu ve varlık âlemini ayakta tutmanın sebebi olarak görevlendirdiği kanunlar sisteminin özünü kavramaktır. Kim O'nun kulpuna yapışırsa O'nun kılavuzluğu altında O'na doğru ilerler. Ne tökezler, ne geri kalır, ne aldatıcı başka yollarla karşılaşır ne pusulayı kaybeder ve ne de yolunu şaşırır. Devam ediyoruz: "Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir." Dillerden dökülen sözleri işitir, kalplerdeki saklı duyguları bilir. O halde O'nunla ilişki halinde olan mü’min, başkalarını dolandırmaz, aldatmaz ve kimseye haksızlık etmez.
Daha sonraki âyette hidâyet ile sapıklık, hidâyetin ve sapıklığın mâhiyeti canlı, hareketli ve somut bir tabloda canlandırılıyor. Bu tablo mü’minlerin dostu ve yardımcısı olan Allah'ın nasıl onların elinden tutarak karanlıktan aydınlığa çıkardığını, buna karşılık kâfirlerin dostları ve elebaşları olan tâğutların ise onları nasıl ellerinden tutarak aydınlıktan çıkarıp karanlıklara soktuklarını tasvir ediyor.
Bu manzara hayran bırakıcı, canlı ve duygulandırıcıdır. İnsan hayatı onu da ötekisini de izliyor. Şuradan gelip oraya giden insan yığınları gözümüzün önünden akıyor sanki. Bir bu canlı tabloyu, bir de insan hayalini kımıldatmayan, duygulara dokunmayan, vicdanı harekete geçirmeyen, manalar ve sözler aracılığı ile sadece zihne seslenen soyut ve kuru bir ifadeyi düşününüz.
Eğer Kur'an'ın tasvir üslûbunun üstünlüğünü daha iyi kavramak istiyorsak bu canlı tablonun yerine herhangi bir soyut ifadeyi zihnimizde canlandıralım. Meselâ şöyle diyelim; "Allah, mü’minlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları imana iletir. Kâfirlerin dostları, elebaşları ise tâğutlardır; onları kâfirliğe, inkârcılığa sürüklerler. İfade gözümüzün önünde ölüyor; tüm sıcaklığını, hareketini, iz bırakıcılığını yitiriyor.
Bu ifâdenin tasvir ediciliği canlılığı, uyarıcılığı yanında gerçeği ne kadar duyarlı ve titiz bir şekilde dile getirdiği dikkatlerimizden kaçmamalıdır. Tekrar okuyalım: "Allah mü’minlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları ise, tâğut ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan çıkararak karanlıklara sokarlar." Yani iman aydınlıktır, özünde ve yapısında tek bir aydınlık. Oysa küfür "karanlık"tır; çok sayıda ve değişik nitelikte karanlıklar. Ama hepsi aslında "karanlık"tırlar. Hiçbir gerçek, imanı aydınlığa, küfrü de karanlığa benzetmek kadar doğru ve hassas olamaz.
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 33 -
Gerçekten iman, mü’minin vicdanına akar akmaz bütün varlığını aydınlatır. Mü’minin ruhu iman sayesinde parlar, şeffaflaşır, arınır ve çevresine aydınlık, parlaklık ve belirginlik ışıkları saçar. İman nesnelerin mahiyetini, değerlerin mahiyetini ve düşüncelerin içyüzünü gözler önüne seren bir aydınlıktır. İmanın aydınlığı sayesinde mü’min, bunları algı yanılgısına meydan vermeyen bir belirginlikle; karışıklığa meydan vermeyen bir açıklıkla ve titreşimsiz bir netlikle görebilir ve bunlar içinden soğukkanlılıkla, gönül huzuru ile güven içinde ve titreşimsiz bir kararlılıkla alacağını alır, bırakacağım bırakır. İman, evrensel kanunlar sistemine giden yolu meydana çıkaran bir aydınlıktır. İmanın aydınlığı sayesinde mü’min kendi hareketini, çevresindeki ve özündeki evrensel kanunlar sisteminin akışı ile ahenkleştirir; Allah'a ulaştıran ya da yavaş yavaş yumuşak adımlarla, gerginlikten uzak bir rahatlıkla, öteye-beriye çarpmadan, orada-burada tökezlemeden ilerler. Çünkü gittiği yol fıtratının bilmediği, yabancısı, acemisi olduğu bir yol değildir.
İman, tek yola ileten tek bir aydınlıktır. Küfrün sapıklığı ise çok sayıda ve değişik karanlıkları içerir. Şahsi arzu ve ihtiras karanlığı, kılavuzsuzluk ve yolu şaşırma karanlığı, kendini beğenmişlik ve azgınlık karanlığı, zayıflık ve aşağılık kompleksi karanlığı, gösteriş ve münafıklık karanlığı, açgözlülük ve kıskançlık karanlığı, kuşku ve endişe karanlığı ve hadde-hesaba gelmeyen daha birçok karanlık türleri... Bu karanlıkların tümü, Allah'ın yolundan sapmakta, Allah'tan başka bir kaynaktan ilham almakta ve Allah'ın sisteminden başka bir sistemin hakemliğine başvurmakta toplanır. İnsan, yüce Allah'ın bir ikincisi bulunmayan aydınlığından, karışıklığa meydan vermeyen biricik gerçeğin aydınlığından ayrılır-ayrılmaz, kesinlikle değişik, türlü ve farklı nitelikli karanlıkların içine düşer. Bunların türleri değişik ve nitelikleri farklı olmakla birlikte hepsi de birer karanlıktır. Bu yanlış tercihin âkıbeti, karanlıkların taraftarlarına, yardakçılarına yakışacak cinstendir: "Onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler."
Mâdemki, aydınlıktan yararlanarak doğru yola girmek istemediler, o halde süresiz olarak ateşte kalsınlar. Hak, (Allah’ın bildirdiği mutlak gerçek) tektir, birden fazla olmaz. Sapıklığın ise çeşitli renkleri ve çeşitli biçimleri vardır. "Haktan sonra, sapıklıktan başka ne var ki?" 107
Bu âyetler demetini noktalamadan önce dinimizde cihadın farz olduğu gerçeği ve tarih boyunca İslâm'ın taraf olduğu savaşların niteliği ile daha önce incelediğimiz "Fitnenin (bozgunculuğun, kargaşanın) kökü kazınarak Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar kâfirler ile savaşınız." 108 âyetini birlikte gözönünde bulunduran bir perspektifle "Dinde zorlama yoktur." ilkesi hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.
İslâm’ın bazı kötü maksatlı düşmanları onun "Dinde zorlama yoktur" ilkesini ortaya koymasına rağmen kendini kılıç yolu ile kabul ettirdiğini ileri sürerek bu dini çelişkili olmakla suçlarlar. Diğer bazı düşmanları da İslâm’ı bu töhmet karşısında savunur görünerek müslümanların ruhunda yanan cihad ateşini söndürmeye, tarihte İslâm’ın ortaya çıkmasında ve yayılmasında bu aracın oynadığı hayati rolün önemini küçümsemeye yeltenmekte, -kaypakça, uyutma ve aldatma yolu ile- günümüzde ya da yarın bu araca başvurmanın gerekli olmadığı
107] 10/Yûnus, 32
108] 2/Bakara, 193
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve olmayacağı mesajını vermek istemektedirler. Bütün bu zehirleri, güya İslâm'ı rencide eden bir töhmet karşısında onu savunuyormuş gibi yaparak kusmaktadırlar.
Birinciler de ikinciler de İslâm'ın sistemini yozlaştırmak, onun uyarıcı mesajlarını müslümanların zihninde dumûra uğratmak, öldürmek amacı ile aynı cephede İslâm'a karşı savaşan Batılı şarkiyat uzmanları (oryantalistler) arasından çıkıyor. (Bu kişilerin basında Sir T.W. Arnold adlı oryantalist gelir. Onun Dr. İbrahim Hasan ve kardeşi tarafından "Ed-Da’vetü’l-İslâmîyye" adı altında Arapça'ya çevrilmiş bir eseri vardır.) Bunlar bu sinsi oyunları cihad ruhu bir daha uyanmasın diye oynuyorlar. O cihad ruhu ki, savaş alanında onun karşısında bir kere bile tutunamamışlardır! Yine o cihad ruhu ki, ancak onu zehirledikten, türlü türlü hileler ile zincire vurduktan, aralarında birleşerek dünyanın her yanında başına öldürücü ve vahşice darbeler indirdikten sonra pençesinden kurtularak rahat nefes alabilmişlerdir. Bunların yanısıra emperyalizm ile müslüman ülkeler arasındaki savaşların cihadı gerektirecek birer inanç savaşı olmadıkları, bunların sadece pazar, hammadde ve stratejik üsler uğruna yapılan savaşlar oldukları, buna göre cihadı gündeme getirmek için ortada hiçbir sebep bulunmadığı aldatmacasını müslümanların beyinlerine işledikten sonradır ki güven ve rahatlarını daha da perçinlemişlerdir.
Evet, İslâm'ın uzun tarihi boyunca kılıcını çekerek vuruştuğu, cihad ettiği dönemler olmuştur. Fakat bu kılıçlar hiç kimseyi zorla müslüman yapmak için değil, cihadı gerektiren birtakım amaçları gerçekleştirmek, hedeflere ulaşmak için çekilmiştir. Bu hedeflerin başlıcaları şunlardır.
1- İslâm, her şeyden önce, müslümanlara yönelik işkenceleri, zulümleri ve fitneleri savmak, bunlara karşı koymak, bağlılarının can, mal ve inanç güvenliklerini sağlamak için cihada girişmiştir. Bu amaç doğrultusunda bu surenin daha önceki âyetlerinden birinde incelediğimiz "Fitne, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur" 109 prensibini ortaya koydu. Böylece inanca yönelik saldırıyı, mü’minlere inançları yüzünden eziyet etmeyi, onları dinlerinden ayırmaya çalışmayı insan hayatına yönelik saldırıdan daha büyük bir insanlık suçu saydı. O halde bu kutsal ilkeye göre inanç, hayattan daha önemli, daha değerlidir. Eğer mü’min canını ve malını savunmak için savaşmaya izinli ise inancını ve dinini savunmak için savaşmaya hâydi haydi izinlidir.
Müslümanlar tarih boyunca, dünyanın çeşitli yerlerinde inançları yüzünden baskılara, vazgeçirme girişimlerine, eziyetlere, işkencelere uğramışlardır. Bu yüzden en önemli varlıklarına yönelen bu zulümlere karşı koymaları kaçınılmazdı. Çünkü bu baskılara ve eziyetlere inançları yüzünden uğratılıyorlardı.
Meselâ bir zamanların İslâm diyarı olan Endülüs (yani bugünkü ispanya) müslümanları dinlerinden koparılma amacına yönelik iğrenç ve vahşi işkenceler ile toplu kıyımlara sahne olmuştu. Bu zulümlerin benzerleri, katolikliğe karşı direnen diğer hıristiyan mezheplerinin bağlılarına karşı da uygulanmıştı. Öyle ki, bugünün İspanya'sında İslâm'ın gölgesine, hatta öbür hıristiyan mezheplerin gölgelerine bile rastlayamazsınız. Yine bir zamanlar Beytülmukaddes (Kudüs) ile çevresi de aynı iğrenç haçlı saldırılarına hedef olmuştu. Bu saldırıların tek amacı
109] 2/Bakara, 217
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 35 -
İslâm inancının kökünü kazımaktı. Fakat bu bölgede de müslümanlar inanç sancağı altında silâha sarılarak düşmanlarına karşı göğüslerini siper etmişler ve son aşamada zafere ulaşarak bu kutsal İslâm beldesini Endülüs'ün acı akıbetine uğramaktan kurtarmışlardı.
Komünistlerin, putperestlerin, siyonistlerin ve hıristiyanların pençesi altında bulunan dünyanın çeşitli yörelerinde bugün de müslümanlar dinlerinden koparılmak istenmekte ve inançları uğruna baskı görmektedirler. Bu yüzden müslümanlar, eğer gerçek müslümanlar iseler, bu fitnelere karşı koymak için, bugün de cihad etme yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
2- İkinci olarak İslâm, inanç özgürlülüğünü gerçekleştirdikten sonra inanç sistemini tanıtma ve duyurma özgürlüğünü de sağlamak amacı ile cihad etmiş, savaş vermiştir. Sebebine gelince İslâm, evrene ve hayata ilişkin en mükemmel düşünce sistemini, sosyal hayatı geliştirecek en ileri düzeni getirdi. Bu nimeti, insanlığın tümüne iletmek, gene bu nimeti onların kulaklarına ve kalplerine duyurmak için getirdi. Bu açıklama, anlatma ve ilandan sonra isteyen mü’min, isteyen de kâfir olsun, "Dinde zorlama yoktur." Evet, ama önce bu nimeti, yüce Allah'ın katından tüm insanlar için gelmiş olan bu nimeti, insanlığın bütününe ulaştırmanın yolu üzerindeki engeller kaldırılmalıdır, insanların bu ilâhi mesajı işitmelerini ve doğruluğuna inandıktan sonra, eğer isterlerse, hidâyet kervanına, katılmalarım önleyen engeller yok edilmelidir.
Bu engellerden biri, toplumların ve milletlerin başında insanların bu ilâhî mesajı işitmelerine izin vermeyen, bunun yanında İslâm'a girenlere baskı uygulayan zorba rejimlerin bulunmasıdır. İslâm, bu tâğutî, bu zorba rejimleri yıkarak yerlerine adâlete bağlı rejimler kurmayı ve bu rejimler aracılığı ile her yerde hakkı tanıtma özgürlüğünü, hakkı tanıtmak için didinenlerin güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Bu amaç bugün için de geçerlidir. Buna göre müslümanlar, eğer gerçekten müslüman iseler, bu amaca ulaşmak için bugün de cihad etme yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
3- Üçüncü bir amaç olarak İslâm yeryüzünde kendi düzenini kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İslâm, insanın, insan kardeşi karşısında özgürlüğünü gerçekleştiren tek sosyal düzendir. Çünkü İslâm, yüce ve büyük olan Allah'a yöneltilmesi gereken tek kulluğun, tek bir tapınma sürecinin sözkonusu olduğunu belirleyerek bütün biçim ve türleri ile insanın insana kulluğunu ortadan kaldırır, yasaklar. Buna göre ortada insanlar için hükümler koyan, hukuk normları koyma yolu ile insanları boyunduruk altına alan, köleleştiren hiçbir ferde, hiçbir sosyal sınıfa, hiçbir millete yer yoktur. Sadece herkesin Rabbi olan tek bir Allah vardır, bütün insanların, önlerinde eşit oldukları, hükümler koyma yetkisi sadece O'nundur; insanlar itaati ve boyun eğmeyi de sırf O'na yöneltirler. Tıpkı imanı ve ibâdeti de sırf O'na yöneltmeleri gerektiği gibi.
Buna göre bu düzende sırf Allah'ın şeriatının yürütücüsü olmayan, bu yürütme yetkisi için toplumdan vekillik almayan hiçbir kimseye itaat edilmez. Çünkü yürütme mevkiindeki görevlinin, temelde kanun koyma yetkisi yoktur. Çünkü hukuk normları koyma yetkisi sadece Allah'a aittir, bu yetki ilâhlık olgusunun insan hayatına yansıyan bir göstergesidir. o halde hiçbir insan, öbür kullar gibi bir kul olduğu, başka hiçbir ayrıcalığa sahip olmadığı halde bu yetkiyi kullanarak kendisi için ilâhlık iddiasına kalkışamaz, insanlara karşı ilahlık makamı işgal
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmeye yeltenemez!
Bu ilke, İslâm'ın getirdiği ilâhi düzenin temel kuralıdır. Bu temel kuralın üzerine tertemiz bir ahlâk düzeni oturur. Bu düzende her insanın özgürlüğü teminat alımdadır, hatta İslâm inancını benimsememiş olanların özgürlüğü bile. Bu düzende herkesin dokunulmazlıkları titizlikle gözetilir, hatta Müslümanlığı kabul etmemiş olanların dokunulmazlıkları bile. Bu düzende İslâm vatanında yaşayan her yurttaşın hakları korunur, varsın inançları ne olursa olsun. Bu düzende hiç kimse zorla müslüman yapılmaz, hiç kimseye dini inançları yüzünden baskı uygulanmaz, sadece İslâm'ın tanıtımı ve duyurusu yapılır.
İşte İslâm, yeryüzünde bu yüce düzeni kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İnsanın insana kulluğu esasına dayanan, kulların hiçbir hakları olmadığı halde Allah'a ait yetkiyi kullanmaya yeltendikleri, kendilerini Allah yerine koymaya kalkıştıkları zorba düzenleri devirmek İslâm’ın görevi idi. Bunun yanı sıra bu azgın rejimlerin dünyanın her yerinde İslâm'a karşı direnmeleri, onu düşman bilmeleri kaçınılmazdı. Böyle olunca İslâm'ın onları tepelemesi de kaçınılmaz oluyordu. Böylece yeryüzünde o yüce düzenini ilân edebilecek, arkasından bu rejimin egemenliği altında herkesi kendi özel inancında özgür bırakabilecekti. Onlardan sadece sosyal, ahlâkî, ekonomik ve devletlerarası hukuk normlarına uymalarını isteyecekti. Bunlar dışında vicdanlarındaki inançlarında, özel yaşantılarında özgür olacaklar, bu alanlarda inandıkları gibi davranacaklardı. Bu arada İslâm, bu düzenin sınırları içinde onları gözetecek, hayatlarını ve inançlarını koruyacak, haklarını teminat altında bulunduracak, dokunulmazlıklarına el değdirmeyecekti.
Yeryüzünde bu yüce düzeni kurmayı amaçlayan sözkonusu cihad görevi, "Fitnenin kökü kazınarak Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar" yeryüzünde kulların, ilâhlık taslamalarına ve Allah'ın dini dışındaki bütün sahte dinlerin egemenliklerine son verinceye kadar, sürekli biçimde müslümanların boynuna borçtur.
Demek ki, İslâm, insanlara kendi inanç sistemini zorla benimsetmek için kılıç kullanmadı, o bazı düşmanlarının suçlamalarında ileri sürüldüğü anlamda kılıçla yayılmış bir din de değildir. O sadece her inançtan insanların himayesi altında güven duyabilecekleri, sınırları içinde inancını paylaşmasalar bile egemenliğini kabul ederek yaşayabilecekleri emniyetli bir düzen, bir rejim kurmak için cihad etmiştir.
İslâm'ın yaşaması, yayılması, bağlılarının inanç sistemlerine güven duyması, yeni müslüman olmak isteyenlerin güven içinde bu dine katılabilmeleri, bu yapıcı düzenin kurulması ve düşmanlarına karsı korunması için bu dinin güçlü olması şarttı. Demek ki, cihad, tarihteki önemi küçümsenebilecek bir araç olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının sinsi mesajlarında en iğrenç metodlarla söylemek istedikleri gibi, İslâm’ın bugününde ve geleceğinde zorunlu fonksiyonu olmayan bir silâh da değildir!
İslâm'ın mutlaka bir sosyal düzeni, bir rejimi olması; bunun için onun mutlaka güçlü olması ve güçlü olabilmesi için de mutlaka uğrunda cihad edilmesi, savaşılması gerekir. Bu onun ayrılmaz özelliği, karakteristik vasfıdır, bu olmadan İslâm ne yaşayabilir ve ne de başkalarına önderlik edebilir. "Dinde zorlama yoktur'', evet ama "Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 37 -
düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savunma gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız."110 âyeti de yüce Allah'ın buyruğudur.
İşte İslâm açısından işin aslı budur. Müslümanlar, dinlerinin özünü, tarihlerinin içyüzünü böyle bilmeli ve dinleri konusunda sürekli savunma çabası içinde bulunan bir sanık gibi davranmamâlı, böylesine pasif ve yılgın bir rolü benimsememelidir. Tersine her zaman kendine güvenen, rahat, yeryüzü kaynaklı düşünceleri, yeryüzü kaynaklı rejim ve düzenlere ve tüm yeryüzü kaynaklı ideolojilere tepeden bakan insanların alnı açık tutumunu sergilemelidirler. Buna bağlı olarak dinlerini, bağlılarının güvenliğini sağlama, saldırgan batilin burnunu kırma ve getirmiş olduğu nimetten bütün insanları yararlandırma amacını taşıyan cihaddan soyutlamak isteyen, kendilerine bu zehri şırınga ederken sözde İslâm'ı savunuyormuş gibi davranan sinsi düşmanlarının aldatmacalarına kanmamalıdırlar. O cihad ki, insanlığı ondan yoksun bırakanlar, insanlık ile onun arasına girenler, insanlığa karşı hiç kimsenin işleyemeyeceği cinâyeti işlemiş olurlar. Böyleleri insanlığın en koyu düşmanlarıdır, eğer insanlık olgunluğa ermiş olsa, aklını kullansa bunları kovalaması, yakalarını bırakmaması gerekir. İnsanlık bu olgunluğa ereceği ve aklını harekete geçireceği güne kadar sözkonusu bu insanlık düşmanlarını, yüce Allah'ın seçtiği ve iman nimeti ile onurlandırdığı mü’minlerin kovalaması gerekir. Bu, onların hem kendilerine ve hem de tüm insanlığa karşı görevleridir. Yüce Allah'ın önünde bu görevi yerine getirmekle yükümlüdürler. 111
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur.” Arapça "din" kelimesi hem inancı, hem de bu inanç üzerine kurulan hayat tarzını ifade eder. Burada, önceki âyetlerde ortaya konulan inanç ifade edilmektedir. Bu âyete göre İslâm, iman ve onun hayat tarzı hiç kimseye zorla kabul ettirilemez demektir.
“...Artık kim tâğutu tanımayıp...” Arapça "tâğut" kelimesi sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır.
Allah'a isyan üç derecede olabilir: 1) Eğer bir kimse Allah'ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O'nun emirlerinin aksini yaparsa buna fâsık denir. 2) Bir kimse Allah ile irtibatı koparır ve başka birisine bağlanırsa o zaman kâfir olur. 3) Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tâğut'tur. Böyle bir kimse şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğut'u reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz.
Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil binlerce tâğut'un kölesi olur. Bunlardan birisi kişiyi sürekli yanlış yapmaya teşvik eden ve ayağını kaydıran şeytandır. Diğeri ise kişiyi kendi arzu ve şehvetlerinin kölesi yapan ve sapık yollara yönelten nefsidir. Daha sonra başkaları, karısı, çocukları, akrabaları, kabilesi, ailesi, arkadaşları, milleti, politik ve dinî liderleri ve hükümeti gelir. Bütün bunlar o kimse için tâğut'tur ve onu kendi istek ve arzularının esiri yapmak isterler.
110] 8/Enfâl, 60
111] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l- Kur’an
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün bu efendilerin kölesi olan kimse, bütün hayatını imkânsız olan bir şey için, yani tüm bu efendilerin hepsini de teker teker hoşnut etmek uğruna harcar. 112
İkrâh Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Kur'an'da, Zorlama Anlamında İkrâh Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (7 yerde): 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 19; 10/Yûnus, 99; 16/Nahl, 106; 20/Tâhâ, 73; 24/Nûr, 33, 33.
B- "Usr/Zorluk" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (12 yerde): 2/Bakara, 185, 280; 9/Tevbe, 117; 18/Kehf, 73; 25/Furkan, 26; 54/Kamer, 8; 65/Talâk 6, 7; 74/Müddessir, 9; 92/Leyl, 10; 94/İnşirâh, 5, 6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Abdurrahman Ateş, Beyan Y. İst. 2002
2. Dinsel Şiddet, Şinasi Gündüz, Etüt Y. İst. 2002
3. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y., İst. tarihsiz
4. İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, Cevdet Said, Çev. H. İbrahim Kaçar, Pınar Y.
5. İslâm ve Kuvvetin Mantığı, M. Hüseyin Fadlullah, Yöneliş Y. İst. 1997
6. Laiklik ve Dinî Fanatizm Arasında İslâm Devleti, Muhammed Ammara, Terc. A. Karababa-S. Barlak, İst. 1991
7. İslâm ve Fanatizm, Ali Bulaç
8. İslâmî Hareket ve Özeleştiri Üzerine, Halis Çelebi, Terc. Metin Parıldı, Rey Y. Kayseri, tarihsiz
9. İslâm'da İnsan Hakları, Hayreddin Karaaman, Ensar Neşriyat
10. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umâra, Denge Y. İst. 1992
11. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman el-Luveyhık, Kayıhan Y. İst. 1999
12. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazâli, Marifet Y.
13. Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.
14. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y. İst. 1995
15. Zorlanan İnsan, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
16. Zorluklarla Mücadele, Herbert N. Gasson, çev. R. Şükrü Apuhan, Timaş Y.
17. Tanrıyı Kıyamete Zorlamak, G. Hallsell, Çev. M. Acar, H. Özmen, Kim Y. Ank. 2002
18. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, İkrâh: (Mustafa Çetin), T.D.V. Y. c. 22, s. 30-37, Ceza: (Ali Bardakoğlu, c. 7, s. 469-482
19. Şâmil İslâm Ansiklopedisi İkrâh: (H Döndüren), Şamil Y. c. 3, s. 120-121, Had: Halit Ünal, c. 2, s. 282-284
20. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 9, s. 399-404, c. 5, s. 169-172
21. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 44-56
22. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 174
23. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 163-172; Eser Y. c. 2, s. 860-871
24. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 506-508
25. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 1022-1026
26. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 2, s. 476-477
27. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 5, s. 424-429
28. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 574-583
29. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 3, s. 491-496
30. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 452-457
31. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 287-289
32. El-Esâs Fi't-Tefsîr, Said Havva, Şâmil Y. c. 2, s. 140-144
33. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 77-78
34. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 301-303
35. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 5, s. 26-34
36. Kur'ân-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 267-269
112] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an
İKRÂH / DİNDE ZORLAMA
- 39 -
37. Furkan Tefsiri, M. Mahmut Hicazî, İlim Y. c. 1, s. 206-208
38. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. 330-333
39. Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Balıkesirli Hasan Çantay, Şahsi Y. c. 1, s. 72
40. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 3, s. 334-336
41. Din ve Vicdan Hürriyetinin Siyasal Sistem Açısından Anlamı ve Uygulaması, Davut Dursun, Bilgi ve Hikmet Dergisi, Sayı, 6, Bahar 1994, İst.
42. İnanç ve Düşünce Özgürlüğü Perspektifinden İrtidad Suç ve Cezasına Bakış, İslâmîyât Dergisi, Ankara, 1999
43. Din Hürriyeti ve Mürteddin Öldürülmesi Meselesi, Reşid Rızâ, Terc. Hikmet Zeyveli, Kelime Dergisi, Sayı 15, Eylül 1987, s. 57
44. Din ve Zorlama, Veysel Kasar, Köprü, Kış 97, s. 86-112
45. Hoşgörü: Nereye Kadar, Köprü, Kış 1997
46. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y. İst. 1985
47. Nebevî Hoşgörü, Yusuf Ziya Keskin, Timaş, İst. 1997
48. Arap Dünyasında Köktencilik, R. Hrair Dökmeciyan, İlke Y. İst. 1992
49. Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Erich Fromm, Öteki Y. Ank, 1992
50. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, s. 265-267
51. Son Barış Çağrısı, Muhammed Ebu Zehra, Şûle Y. İst. 1998
52. İslâmî Direniş, M. Hüseyin Fadlullah, Terc. Miktat Gök, Bengisu Y. İst. 1991
53. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Çev. Murat Albayrak, Dünya Y. İst. 1990
54. Dönüştürme Bilinci ve İslâmî Hareket, Ali Değirmenci, Ekin Y. İst. 1997
55. İslâm Düşüncesinde Değişim, Münir Şefik, Çev. Vahdettin İnce, Dünya Y. İst. 1996
56. Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Terc. İslâm Özkan, Ekin Y. İst. 1996
57. Köşeli Yazılar, Mehmet Pamak, Denge Y. İst. 1994
58. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Samerraî, Sönmez Neşriyat
59. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
60. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan el-Hudaybi, İnkılab Y.
61. Elfâz-ı Küfür, Küfür Sözler, Hüseyin Aşık, İlim Y.
62. Sorumsuzca Söylenen Sözler, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
63. İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, M. Cevat Akşit, Kültür Basım Yayın Birliği
64. Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, Süleyman Akdemir, İzmir, 1988
65. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, İhya Y. 4 cilt
66. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y
67. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
68. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y.
69. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, (Din Emniyeti) İnkılab Y. s. 120-123
70. Devlet, Demokrasi, Oligarşi, Teokrasi, E. Yüksel, Ozan Y. s. 94-96
71. Savaş, Barış, İktidar, Abdurrahman Dilipak, Ferşat Y.
72. İslâm’da Savaş Kavramı, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
73. İslâm Savaşçısına Notlar, Zübeyir Yetik, Çığır Y.
74. İslâm Savaşçıları, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
75. Harp mi Sulh mü? Ali Rıza Temel, Seha Neşriyat
76. İslâm’a Yönelik Fikrî Savaşlar, Ali Muhammed Çerişe, Muhammed Şerif el-Zıbk, Araştırma Y.
77. Sömürge ülkelerde Fikir Savaşı, Malik Binnebi, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
78. Gelin Bu Dünyayı Değigştirelim, Mevdudi, Rahmet Y./Özgün Y.
79. İslâm İnkılâbının Yolu, Mevdudi, Bengisu Y.
80. İslâmî Mücadele Hizbullahî Yol, Ali Korani, Bengisu Y.
81. İslâm’ın Hareket Metodu, Yüksel Kılıçaslan, Hak Y.
82. İslâmî Hareket Metodu, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
83. Rasülüllah’ın Hayatı ile İslâmî Hareket Metodu, I-II, Abdurrahman Muhacir, Hak Y.
84. Nebevî Hareket Metodu, I-II, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y./Merve Y. Paz.
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
85. İslâmî Direniş, M. Hüseyin Fadlullah, Bengisu Y.
86. Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi
87. İslâmîyet ve Milletler Hukuku, Ahmet Reşid Turnagil, Sebil Y.
88. İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ahmet Özel, T. Diyanet Vakfı Y.
89. Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan Bir Milyar Müslüman, M. Han Kayani, İnkılâb Y.
90. Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, M. Ahmet Halefullah, Birleşik Y.
91. İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
92. Medine Devletine Giden Yol, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
93. İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, Mehmet Erdoğan, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:43

İHTİLÂF

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İHTİLÂF


- 1019 -
Kavram no 88
Ahlâkî Kavramlar 18
Bk. Vahdet; Ümmet; Kardeşlik; Ahlâk
İHTİLÂF
• İhtilâf; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de İhtilâf Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İhtilaf Kavramı
• İhtilâflara Yaklaşım
• Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı
• Tefrika; İhtilâfın Şiddetle Haram Olan Şekli
• Cemaat; Gayrı Meşrû İhtilâfların Olmadığı Topluluk
• Vahdet; Özlenen Birlik ve Bütünlük
"Hepsi de Kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta oldukları halde yahûdiler: 'hıristiyanlar doğru yolda değillerdir' dediler. Hıristiyanlar da: 'Yahûdiler doğru yolda değillerdir' dediler. Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir." 4536
İhtilâf; Anlam ve Mâhiyeti
Sözlükte "geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek" anlamındaki "half" kökünden türeyen "ihtilâf", masdar ve isim olarak "bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, görüş ayrılığı, anlaşmazlık" gibi mânâlara gelir. Terim olarak "ihtilâf", "söz ve davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak" demektir. Bedreddin el-Aynî ihtilâfı "her kişinin kendi başına bir görüşe sahip olması" şeklinde tanımlar. "İhtilâf" ve "hilâf" terimleri bazen benzer veya eş anlamlı olarak kullanılırsa da, aralarındaki ince fark genellikle korunmaya çalışılmıştır. İhtilâfın, daha çok, "farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme" anlamı taşımasına mukabil hilâfın diğer görüşlere karşı bir tavır alışı ifade ettiği söylenebilir. Buna göre ihtilâf, maksat aynı olmakla birlikte yöntemin farklı olmasını; hilâf ise her ikisinin de ayrı olmasını ifade eder.
Bir diğer tanıma göre de delile dayanmayan aykırı görüşe hilâf; delile dayanana ise ihtilâf denmiştir. İhtilâf, uymayış, uyuşmamak, uygunsuzluk demektir. Türkçede kullandığımız “muhtelif” ve “muhâlefet” “muhâlif” kelimeleri de “ihtilâf”la aynı köktendir. “Halîfe” kelimesi de aynı köktendir. İhtilâf, bilmenin ve bilinmenin gereğidir. Çünkü dünyadaki her şey zıddıyla, muhâlifiyle bilinir. Zıddı olmayan şey, muhâlifinden de söz edilemeyecek olan yokluktur.
İslâmî literatürde ihtilâf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. İnsanların doğuştan getirdiği tabiî farklılıklar, ilmî ve felsefî görüş ayrılıkları, siyasî muhâlefet ve anlaşmazlıklar, "ihtilâfu'l-hadîs" terkibinde olduğu gibi delillerin
4536] 2/Bakara, 113
- 1020 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşıtlığı bu konulardan bazılarıdır. Literatürde kesbî ve gayrı kesbî (tabiî) olmak üzere iki farklı ihtilâf kavramından da söz edilir. Bunlara "görüşler ihtilâfı" ve "cinsler ihtilâfı" adını veren el-Askerî ve İbn Akîl, görüşler ihtilâfını "iki hasımdan birinin görüşünün diğerininkinin aksine olması", cinsler ihtilâfını da "iki şeyden birinin diğerinin yerini tutmasının imkânsızlığı" şeklinde tanımlarlar.
Yaratılıştan olması bakımından "tabiî ihtilâf" diye de adlandırılabilecek olan cinsler ihtilâfı, varlıkların zatlarına ilişkin farklılıklardır. Bu tür ihtilâfın dünya ve âhiret nizamının esassını teşkil ettiğini belirten bazı âlimlere göre, "ümmetimin ihtilâfı rahmettir" hadis rivâyeti -ki zayıftır-4537 ümmetin fertlerinin ilimler ve sanatlar konusunda farklı eğilimlere sahip olmalarını ifade eder. Kesbî ihtilâfla fertler ve gruplar arasındaki görüş ayrılıkları kastedilir. Her bir taraf diğerinin görüşünü yanlış kabul etmekle birlikte görüş ayrılığı ancak asgarî müşterekleri bulunan taraflar arasında söz konusu edilebilir ve bu asgarî müşterek daima ayrılığa düşülen noktalardan bir üst kategoridir. Fıkhî mezheplerin kendi içlerindeki görüş ayrılıkları da bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Kur'an'da ve hadislerde ihtilâf kelimesi, mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmış, daima birlik olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredilmiştir. Birçok âyette sözü edilen ihtilâf, dinî inançlarla ilgili olup insanın dünya ve âhirette mutlu ya da bedbaht olması bu gibi konularda benimsediği görüşlere ve aldığı tavırlara bağlanmış, bu tür ihtilâflara düşen insanlar arasında hüküm vermeleri için peygamberlerin gönderildiği ifade edilmiştir.4538 Peygamberlerin açıklamalarından sonra hâlâ ihtilâflarını sürdürenler ise birçok âyette kınanmış4539 ve nihâî hükmün âhirette bizzat Allah tarafından verileceği belirtilmiştir. 4540
İslâm düşüncesinde dinî konulardaki ihtilâfın meşrûiyeti inanç konuları (usûlü'd-dîn) ve fıkhî hükümler (fürûu'd-dîn) olmak üzere temelde iki farklı alan göz önüne alınarak değerlendirilmiş, inanç konularında taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte; genellikle iki ayrı kategori ortaya konmuştur: Yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ileri sürülen aykırı düşüncelerin kişiyi İslâm dışına çıkaracağı hususunda İslâm düşünürleri arasında ittifak varken, Allah'ın sıfatları ve irâdesi, kazâ ve kader gibi konulardaki aykırı yaklaşımlar bid'at olarak değerlendirilmiştir. İslâm düşüncesinde genel eğilim, ehl-i kıbleye mensup insanları tekfir etmemek yönünde olmakla birlikte bu tür konulardaki aykırı tavırları da İslâm dışına çıkmada yeterli görenler olmuştur.
Fıkıh ilminde ihtilâf, icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak kullanılmakta, Kur'an ve Sünnetin temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, "müctehedün fîh" denilen ictihada açık konularda muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir. İhtilâfın sonuçları, usûl-i fıkıhta çeşitli açılardan ele alınmış olup bu çerçevede aynı konuda farklı sonuçlara ulaşan müctehidlerden yalnız birinin mi, hepsinin mi isâbet etmiş sayılacağı, isâbet etmeyenlerin günahkâr olup olmadığı, mukallidin istediği ictihadı benimsemesinin, yahut mezheplerin
4537] Belli bir senedi bulunmayan bu söz için bkz. Aclûnî, I/64-66
4538] 2/Bakara, 213
4539] Meselâ, bkz. 3/Âl-i İmrân, 19, 105; 45/Câsiye, 17
4540] 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 48; 6/En'âm, 164
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1021 -
ruhsatlarını araştırıp uygulamasının cevazı ve yanlış ictihada uymaktan kaçınmak için ihtiyaten herkesin birleştiği şeyleri yapmanın müstehaplığı (mürâât-ı hilâf) gibi konular anılabilir.
Şahıslar arasındaki fıkhî ihtilâfların başlangıçtan beri hep var olageldiği bilinmektedir. Ashap, Rasûlullah döneminde bile ictihadî hükümlerde ihtilâf eder, ancak Hz. Peygamber'e müracaatla ihtilâflarını hallederlerdi. Rasûl-i Ekrem'in vefatından sonra bir arabulucu (mutlak hakem) kalmadığı için artık herkes kendi görüşünde devam etmiştir. Sahâbe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte muhâliflerine karşı geniş bir tahammül ve hoşgörü sahibiydi. Ortaya çıkan yeni bazı meselelerde ihtilâf ettikleri halde, her biri diğerinin muhâlefetini kınamaksızın câiz görür ve insanları ferdî ictihadlardan engellemeye asla çaba sarfetmezdi. Şûrâ neticesi üzerinde görüş birliği sağlanan kararlara ayrı bir önem vermekle birlikte ashâb, bütün özel hükümlerde icmâ hâsıl olmasını da asla savunmazdı.
İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye başlamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi, fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. İlmi, icmâ ve ihtilâf olmak üzere iki kategoride ele alan İmam Şâfiî, müctehidin muhâlifini dinlemekten kaçınmaması gerektiğini, onu dinlemesi halinde farkında olmadığı şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtir.4541 Ona göre müctehid, muhâlifinin neye dayanarak görüş ileri sürdüğünü ve terkettiği görüşü niçin terkettiğini anlamak için gayret sarfetmeli ve insaflı olmalıdır ki kendi kabullendiği görüşün benimsemediği görüşten üstünlüğünü anlayabilsin.4542 Ahmed bin Hanbel de öğrencilerinden İshak bin Bühlül el-Enbârî âlimlerin ihtilâflarına dair eserine Lübâbü'l-İhtilâf adını verdiğinde, bunun yerine Kitabü's-Sea (Genişlik, İzin Kitabı) ismini vermesini tavsiye ederek ihtilâfın müsbet bir şey olduğunu vurgulamıştır.
Kur'an'da müteşâbih, müşterek ve mecâzî lafızların varlığı, insanların ihtilâfına zemin hazırlamıştır. İhtilâf, gayrı meşrû olsaydı, bu tür ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı. Ayrıca aklı kullanma ve düşünme emredilmiş olup, insanların farklı kapasitelere sahip bulunmaları sebebiyle, ihtilâfa düşmeleri kaçınılmazdır. Hz. Peygamber'in, Kur'an ve Sünnette cevabını bulamadıkları konularda sahâbeye verdiği ictihad izninin de ihtilâfa sebep olacağı gâyet açıktır. İctihadda isâbet eden kimsenin iki, hata edenin bir sevap kazanacağını ifade eden hadiste4543 hata edene bir sevap verilmesi, ihtilâfın tasvip edildiğini gösteren bir başka delildir. İhtilâfın câiz olmadığını ileri sürenlerin delilleri, hakkında sadece bir mânâya ihtimali olan aklî yahut naklî bir delilin bulunduğu hükümlerde, zanla yetinilmeyip kesin bilgiye ulaşılması şart koşulan tevhid ve Hz. Peygamber'e iman gibi dinin temeli sayılan konularda aykırı görüş belirtmenin, icmâ gerçekleştikten sonra ona muhâlefet etmenin veya İslâm devletinin başkanlarına, vâlilerine ve kadılarına karşı gelmenin yahut ictihada ehil olmayanların re'y ihtilâfının yasaklandığı şeklinde anlamak gerekir. Dinin fürû meselelerinde ihtilâf yasaklanmış değildir. Belli bir konuda insanların farklı durumlarına göre farklı hükümler koyan nasslar bulunduğuna göre, bu tür konularda görüş ayrılıklarına yol açacak ictihadın câiz olması imkânsız değildir. İhtilâfın tamamı kötü olsaydı, şeriatin nasslarda açıkça belirtilen ahkâmında ihtilâfın da câiz ol4541]
er-Risâle, s. 40
4542] a.g.e. s. 510-511
4543] Buhârî, İ'tisâm 13, 21; Müslim, Akdıye 15
- 1022 -
KUR’AN KAVRAMLARI
maması gerekirdi. Nassta emsâli câiz olan, ictihadda da câizdir. 4544
Fıkhî İhtilâflar: İslâm'da usûl (akaid) konularında ve genel ilkelerde (külliyât) ihtilâf, doğru karşılanmazken; fıkhî konularda müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsâmaha ile karşılanmış ve "hata ihtimaliyle birlikte bizim mezhebimiz doğrudur; doğru olma ihtimaliyle beraber muhâlifimizin mezhebi hatadır" şeklinde formüle edilen bu anlayış, bazı istisnâlar dışında İslâm âleminde geniş kabul görmüştür. Avn bin Abdullah, "Hz. Peygamber'in ashâbının ihtilâf etmemiş olmasını istemezdim. Zira bir şeyde birleşmiş olsalardı, bir kimse onu terk ettiğinde sünneti terk etmiş, ihtilâf ettiklerinde ise onlardan birinin görüşünü esas alsa yine sünnete uymuş olur" diyerek ihtilâfın dini yaşamayı kolaylaştırdığını vurgulamıştır. 4545
Fıkhî konularda ihtilâfın sebeplerinden bazıları şunlardır:
1. Usûl farklılığı: Sarih bir nass bulunmaması halinde re'y, kıyas, istihsan, istislah, örf gibi kaynak olup olmadıkları müctehidler arasında tartışmalı olan delillerin hükme esas alınıp alınmaması, ya da mürsel rivâyetlerin delil teşkil edip etmemesinde olduğu gibi delillerin şartları ile ilgili temel anlayış farklılıkları.
2. Usûlün meselelere tatbikindeki farklılık: Aynı usûl benimsenmiş olsa bile, karşılaşılan meselede bu usûlün nasıl uygulanabileceğine ilişkin olarak ortaya çıkan ayrılıklardır. Meselâ bir konuda taraflarca esas alınan nassın nasıl anlaşılacağı hususu ihtilâfa sebebiyet verebilir. Bu cümleden olarak emir ya da nehiy kipleriyle ifade edilen bir hükmün emir ise vücûb mu mendupluk mu, yasaklama ise haramlık mı mekruhluk mu ifade ettiği hususuyla ilgili yaklaşım farlılığı anılabilir.
3. Hadisin ulaşıp ulaşmaması: Çok az kimse tarafından nakledilmiş olması dolayısıyla bir hadisin müctehide ulaşması ve onun da nassların genel ifadeleri, mefhum ve kıyas gibi başka kaynaklara başvurması; bir konuda biri helâl, diğeri haram kılan iki hadisin bulunması ve hadislerden birinin bir müctehide ulaşıp diğerine ulaşmaması; her müctehidin kendisine ulaşan hadise göre hüküm vermesi, yahut her iki hadisi de ulaştığı halde söyleniş tarihlerinin hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) hadisin bilinmemesi durumu.
4. İctihada dayalı hüküm verilmiş olan konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle müctehidlerin ictihadlarında değişiklik olması: Mecelle'de "Ezmânın tağayyürüyle ahkâmın tağayyürü inkâr olunamaz."4546 (zamanların değişmesiyle, hükümlerin değişmesi inkâr edilemeyen bir gerçektir) şeklinde ifade edilen maddede kastedilen bu tür ictihad değişiklikleridir. Burada delil ve hüccetten kaynaklanan bir ihtilâf sözkonusu değil; sadece dönem farkından doğan ihtilâf sözkonusudur. Ebû Hanife ve iki öğrencisi arasındaki ihtilâfların bir kısmı mezhebin daha sonraki âlimleri tarafından bu tür ihtilâftan sayılmıştır.
İhtilâfı rahmet olarak gören genel müslüman kitle arasında fıkıh konularındaki ihtilâfların uygulamaya yansıması dönemlere, ferdî ve kamusal alana göre farklılıklar göstermiştir. İslâm'ın ilk iki asrında ferdî alanda insanlar diledikleri
4544] Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'an, II/314
4545] Dârimî, Mukaddime 52
4546] madde, 39
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1023 -
âlimlere meselelerini sorar ve verilen cevaplar içinde dilediklerini uygularlardı. El-Muvatta'yı kanun kitabı haline getirme teşebbüsü karşısında İmam Mâlik'in sarfettiği, "Alimlerin ihtilâfı Yüce Allah'ın bu ümmete bir rahmetidir. Herkes kendisince doğru olana uyar, herkes doğru yoldadır ve herkes Allah'ın rızâsını aramaktadır" sözü4547 o dönemde İslâm toplumunda yaşanan vâkıanın bir tesbitidir. Mezheplerin teşekkülüyle belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka mezhebe geçmesi, ya da bazı konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu açıktı. Daha sonra mezheplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid, iltizam, intikal, telfik" gibi başlıklar altında tartışmaya açılmıştır. 4548
Kur’ân-ı Kerim’de İhtilâf Kavramı
“İhtilâf” kelimesi ve türevleri, Kur’an’da 52 yerde geçmektedir. İhtilâf kelimesinin kökü olan “h-l-f” ve türevleri ise toplam 127 yerde zikredilir.
Kur'an'da “ihtilâf” kelimesi, mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmış, daima birlik olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredilmiştir. Birçok âyette sözü edilen ihtilâf, dinî inançlarla ilgili olup insanın dünya ve âhirette mutlu ya da bedbaht olması, bu gibi konularda benimsediği görüşlere ve aldığı tavırlara bağlanmış, bu tür ihtilâflara düşen insanlar arasında hüküm vermeleri için peygamberlerin gönderildiği ifade edilmiştir.4549 Peygamberlerin açıklamalarından sonra hâlâ ihtilâflarını sürdürenler ise birçok âyette kınanmış4550 ve nihâhî hükmün âhirette bizzat Allah tarafından verileceği belirtilmiştir. 4551
Bununla birlikte, Kur’an’da farklı bir ihtilâfla da tanışıyoruz: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında ve geceyle gündüzün ihtilâfında... akleden bir kavim için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) âyetler vardır.” 4552; “O’nun âyetlerinden/delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin ihtilâflı/değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda âlimler/bilenler için (alınacak) dersler vardır.”4553 Demek ki, iki tür ihtilâf karşısındayız; bunlardan biri yaratılışta görülen ve kâinatın işleyişinde ve insanların hayatında önemli bir yeri olan ihtilâf. Kâinattaki ihtilâflardan biri, her şeyin çift yaratılmış olmasıdır; Gece-gündüz, aydınlık-karanlık, yaş-kuru, sert-yumuşak vs. Bir diğer ihtilâf da, yerin bitirdiklerinin farklı oluşudur; aynı ışığı alan, aynı toprakta biten, aynı suyla sulanan meyvelerin, bitkilerin gerek tad, gerek koku, gerek yapı yönünden farklı oluşu Allah’ın âyetlerindendir ve bunlar, olumlu ihtilâflardır. İnsan hayatında gerekli olan ihtilâfsa, kabiliyetlerin, arzu ve isteklerin, fikirlerin değişik oluşudur. Böyle olmaz ve her insan her bakımdan birbirinin aynısı olursa, insan hayatı olmaz. Çünkü bu tür ihtilâf, insanların sosyal hayatı için gerekli olan meslekleri doğurur; ayrıca yeteneklerin ve fikirlerin ihtilâfıyla da hayat için gerekli mesafeler alınır, ilerlemeler kaydedilir. Öte yandan, dillerin ve renklerin ihtilâfı da, Allah’ın âyetlerinden olarak yerilen değil; yeryüzündeki hayatın gerekli şartlarından olan bir ihtilâftır.
4547] Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, c. 1, s. 66
4548] Şükrü Özen, TDV. İslâm Ansiklopedisi c. 21, s. 565-567
4549] 2/Bakara, 213
4550] Meselâ, bkz. 3/Âl-i İmrân, 19, 105; 45/Câsiye, 17
4551] 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 48; 6/En'âm, 164
4552] 2/Bakara, 164
4553] 30/Rûm, 22
- 1024 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanlar, baştan tek bir ümmetti.4554 Hepsi bir arada, aynı maksada yönelik ve aynı istikamette davranan bir topluk halindeydiler. Allah’ın önlerine serdiği yeryüzü sofrasında kavgasız nizâsız bir arada yiyip içiyor ve herhangi bir ayrılığa düşmüyorlardı. Hayat, bütün gizliliklerini kendilerine henüz açmamıştı. Birbirlerini sömürmüyorlar ve fıtrî bir hayat sürdürüp gidiyorlardı. Yani, Allah’ın kendilerini üzerinde yarattığı fıtratları istikametinde yaşıyorlardı. Yaşadıkları hayat ve bozulmamış fıtratları, aralarında ihtilâfın çıkmasını gerektirmiyordu. Zaman ilerledikçe insanlar çoğaldı. İnsanın yaratılışından getirdiği ve hemen dıştan ve bir dürtüyle ortaya çıkma istidadındaki başkalarından yararlanma, gücünü ve yeteneklerini kullanarak başkaları üzerinde hâkimiyet kurma, başkalarının aleyhine daha iyi bir hayat yaşama, kaderden kendi payına düşene râzı olmama gibi faktörler, insanlar arasında çekişmelerin başlamasına yol açtı. İnsanlar çoğalıp yeryüzüne dağıldıkça, tabiatla olan temasları sonucu gittikçe yeni hünerler kazanıp yeni tecrübeler edindikçe, içlerinde taşıdıkları zulüm, isyan, başkalarını kullanma, bencillik, ihtiras gibi özellikler su yüzüne çıkmaya ve kendilerine hükmetmeğe başladı. Bu, bir yandan insanın hayatında daha karmaşıklığa ve tecrübe ve fikirlerinde ilerlemelere sebep olurken; bir yandan da, baştaki çekişmesiz hayatın yavaş yavaş yerini ihtilâflara bırakmasına yol açtı. Cennette Hz. Âdem’e İblis’in fısıldadığı tükenmek bilmez mülk ve ebediyet arzusu, Hz. Âdem’in çocuklarında da ortaya çıkmaya başladı. Sonunda güçlü ve yetenekli olanlar zayıfları ezmeye, başkaları üzerinde haksızca hükmetmeğe ve yaptıklarını da haklı çıkarıcı gerekçeler bulmaya başladılar.
Batı hümanizmi ne kadar iddia ederse etsin, yaratılışındaki çift yön ve ilk anda olumsuz görünen, fakat maddî-mânevî terakkîsinin zembereğinin dişlileri olarak kendilerine verilen sıfatlar sebebiyle insanlar, herkesin âdilâne yararına bir hayat sistemi kuramazlar. Bunun için tek tek insanları tanımak, kâinatın işleyiş kanunlarını bilmek, her zaman ve mekâna hükmedici bir bilgi ve kabiliyete sahip olmak, insanların zihinlerine ve kalplerine giden yolları keşfetmiş olmak gerekir. Bu bakımdan, insanların aralarında zamanla ortaya çıkan ihtilâfları çözmek, onları bu defa emir ve yasaklardan oluşan sınırların içine alıp bu şekilde ihtilâfsız döneme döndürmek için Allah, seçtiği kişileri diğer insanlarla arasında elçi yapmış ve yeryüzündeki hayatı düzenleyici kanunlar göndermiştir. Böylece, bu kanunlarla gelen her elçi, insanlar arasındaki ihtilâfları kaldırmış ve Vedâ Hutbesinde ifade olunduğu gibi, zamanı, göklerin ve yerin yaratıldığı âna, insanların ihtilâfsız yaşadığı döneme çevirmiştir. Elçilerin getirdiği şeriat, ihtilâfların sebeplerini ortadan kaldırdığı gibi, gelecekteki ihtilâfları önleyici tedbirleri de göstermiş ve nasıl davranılırsa ihtilâfa düşmeyeceklerini insanlara öğretmiştir. “Allah bir kavmi, kendilerini hidâyet ettikten sonra nelerden çekinmeleri gerektiğini kendilerine açıklamadan saptıracak değildir. Doğrusu Allah, her şeyi çok iyi bilendir.” 4555
"...Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir." 4556
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve
4554] 2/Bakara, 214; 10/Yûnus, 19
4555] 9/Tevbe, 115; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 361-370
4556] 2/Bakara, 113
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1025 -
uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında ihtilâfa/anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren Kitapları da indirdi. İndirilen Kitapta ve gönderilen peygamber ve onun dininde hiç kimse ihtilâfa/ayrılığa düşmedi. Ancak kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü kendilerine Kitap verilenler ihtilâfa düştü. Bunun üzerine Allah iman edenlere, haktan kendisinde ihtilâfa düştükleri şeyleri izniyle gösterdi. Şüphesiz Allah dilediğine doğru yolu gösterir.” 4557
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde, kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, hiçbir zaman kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 4558
“Allah indinde hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilâfa/ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki Allah, hesabı çok çabuk yapandır.” 4559
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız.” 4560
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” 4561
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” 4562
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde sayısız ganîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 4563
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda (iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ihtilâf ettiğiniz (ayrılığa düştüğünüz) şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” 4564
4557] 2/Bakara, 213
4558] 2/Bakara, 256
4559] 3/Âl-i İmrân, 19
4560] 3/Âl-i İmrân, 103
4561] 3/Âl-i İmrân, 105
4562] 3/Âl-i İmrân, 159
4563] 4/Nisâ, 94
4564] 5/Mâide, 48
- 1026 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“De ki: ‘Allah, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da sizi grup grup, parti parti birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir.’ Bak ki, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!” 4565
“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur; ona uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira diğer yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız için Allah size bunları emretti.” 4566
“(Bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle) Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” 4567
“Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 4568
“Ve (Allah,) onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, azîzdir/mutlak gâliptir, hakîmdir/hikmet sahibidir.” 4569
“İnsanlar sadece bir tek ümmetti. (Önce hepsi tevhid dinine bağlı iken) sonradan ihtilâf edip ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın ertelenmesiyle ilgili) Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmemiş olsaydı, ihtilâf ettikleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve işleri bitirilirdi).” 4570
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin rahmetine nâil olanlar hâriçtir. Zaten Rabbin onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı. Rabbinin, ‘andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağım’ şeklindeki sözü yerini buldu.” 4571
“Biz, bu Kitab’ı (Kur’an’ı) sana sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olması için indirdik.” 4572
“O’nun âyetlerinden/delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin ihtilâflı/değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda âlimler/bilenler için (alınacak) dersler vardır.” 4573
“Hepiniz O’na yönelerek ittika edin (O’na karşı gelmekten sakının), namazı ikame edin/kılın; müşriklerden olmayın; Ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” 4574
“De ki: ‘Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve müşâhede edilebileni (gizliyi de âşikârı da) bilen Allah’ım! İhtilâf ettikleri, anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, kullarının arasında Sen
4565] 6/En’âm, 65
4566] 6/En’âm, 153
4567] 6/En’âm, 159
4568] 8/Enfâl, 46
4569] 8/Enfâl, 63
4570] 10/Yûnus, 19
4571] 11/Hûd, 118-119
4572] 16/Nahl, 64
4573] 30/Rûm, 22
4574] 30/Rûm, 31-32
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1027 -
hüküm vereceksin.” 4575
“Dini ikame edin/doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye, din olarak Nûh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi sizin için şeriat/hukuk düzeni yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden tefrikaya düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi...” 4576
“Onun için sen (tevhîde) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/kötü arzularına uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın Kitaptan indirdiğine inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışmayı gerektiren bir durum yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş O’nadır. İnsanlar, kabul edip girdikten sonra, Allah’ın dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onların aleyhine bir gazap ve çetin bir azap vardır.” 4577
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını ıslah edin/düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete ulaşasınız.” 4578
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (yoldan çıkma) ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte böyle kimseler zâlimdir.” 4579
“Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerlerinin gıybetini yapmasın, arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” 4580
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.” 4581
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” 4582
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ihtilâfında/birbiri peşinden gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre âmâde bekleyen bulutları
4575] 39/Zümer, 46
4576] 42/Şûrâ, 13-14
4577] 42/Şûrâ, 15-16
4578] 49/Hucurât, 10
4579] 49/Hucurât, 11
4580] 49/Hucurât, 12
4581] 49/Hucurât, 13
4582] 61/Saff, 4
- 1028 -
KUR’AN KAVRAMLARI
döndürmesinde, elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) pek çok deliller vardır.” 4583
Hadis-i Şeriflerde İhtilâf Kavramı
“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” 4584
“Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” 4585
“Bereket, cemaatle beraberdir.” 4586
“Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.” 4587
“Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmış olur.” 4588
“Cemaatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” 4589
“Vallahi, içimden öyle arzu ediyorum ki, namaza durulmasını emredeyim de ikame edilsin, sonra bir adama emredeyim halka namaz kıldırsın. Bu emirden sonra beraberinde odun demetleri olan birkaç adamı, cemaate gelmeyen kimselere götürüp de üzerlerine evlerini cayır cayır yakayım.” 4590
“Vallahi bazı kavimler ya cemaatleri terketmekten vazgeçecekler ya da Allah onların kalplerini mühürleyecektir. Sonra da muhakkak gâfillerden olacaklardır.” 4591
“Adamın cemaatle kıldığı namaz, kendi başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece üstündür.” 4592
“İnsanları mâdenler mesâbesinde (kıymet yönünden farklı şekilde) bulursunuz.” 4593
“Ümmetimden bir grup kıyâmete kadar dini (dosdoğru ve) açıktan yaşamaya (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapmaya) devam edecektir.” 4594
Abdullah bin Amr'dan şöyle rivâyet edilmiştir: "Bir gün erken erken Rasûlullah’a (s.a.s.) gittim. Derken bir âyet-i kerîme hususunda ihtilâf eden iki adamın seslerini işitti de, Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza çıktı. Yüzünde gazab belli oluyordu. Ve: "Sizden öncekiler ancak ve ancak Kitab hakkında ihtilâfları sebebiyle helâk oldular" buyurdu. 4595
"Kur'an'ı kalpleriniz onun üzerinde birleştiği müddetçe okuyun! Onun hakkında
4583] 2/Bakara, 164
4584] Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6
4585] Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278
4586] İbn Mâce, Et’ıme 17
4587] Buhârî, Fiten 2
4588] Ahmed bin Hanbel, 5/180
4589] Buhârî, Ezân 30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245; Ebû Dâvud, Salât 48; Tirmizî, Salât 47; Başka bir rivâyette, bu fazilet, yirmi beş derece olarak açıklanmıştır (İbn Mâce, Mesâcid 16)
4590] İbn Mâce, Mesâcid 17; Muvattâ, Cemâat 3
4591] İbn Mâce, Mesâcid 17
4592] Buhârî, Ezân 29; Müslim, Mesâcid 249; İbn Mâce, Mesâcid, 16; Muvattâ, Cemâat 1
4593] Buhârî, Menâkıb 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 199
4594] Buhârî, İ’tisâm 10
4595] Müslim, İlim 2, hadis no: 2666
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1029 -
ihtilâfa düştünüzmü, hemen kalkın." 4596
“Sizin için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılıp onların birbirlerine karşı nefsâniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize karşı nefsâniyet gütmeniz ve bu durumun onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesidir.” 4597
“Enes’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din ve akîde konularında münâkaşa ile) mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın kimler olduğu sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir." 4598 (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.)
“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.”4599 (Not: Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca tartışılmıştır.)
İhtilâflara Yaklaşım
İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İnsanları doğru tanıyıp insanların farklı ve tartışmacı yaratıklar olduğunu dikkate aldığımız zaman, bu durumu belli bir ölçüye kadar normal karşılamamız gerekir. Birçok konuda birbirinden farklı yönelişlere, farklı değer ölçülerine sahip olan insanlar, elbette ki ihtilâflara düşecekler ve bu ihtilâflar çerçevesinde tartışacaklardır. Bu yüzden, insanlar yaşadığı sürece, yeryüzünde bu ihtilâfların kökünü kazıyabilmek, bu ihtilâfları ortadan kaldırabilmek mümkün olmayacaktır. İnsanları ortadan kaldırmadan ihtilâfları ortadan kaldıramayacağımız gerçeğini dikkate aldığımız zaman, ihtilâfların kökünü kazımak gibi ütopik bir hedefe değil; ihtilâflara bilinçli yaklaşmak gibi reel bir hedefe yönelmemiz gerektiğini anlayabiliriz. Çünkü insanlar arasında vuku bulan tüm ihtilâflar, başlangıç itibarıyla
4596] Müslim, İlm 3-4, hadis no: 2667
4597] Buhârî, 4/117
4598] El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226
4599] İbn Mâce, hadis no: 3991-3993
- 1030 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meyvesi belirsiz tohumlar gibidir. Bu ihtilâf tohumlarının meyvesini belirleyen en önemli unsur ise, ihtilâfların keyfiyetinden ziyade; insanların bu ihtilâflara yaklaşım ve yorumlama biçimidir. İhtilâf ahlâkıdır, ihtilâflarla imtihan olunduğu bilincini kuşanmaktır.
Meselâ maddî konulardaki bir ihtilâf, bazen insanların cömertliğine, sadakada bulunmalarına ve bazı haklarından vazgeçerek daha olgun bir kimliğe ulaşmalarına sebep olurken; bu insanların birbirlerini dinlemelerine, birbirlerini daha iyi anlamalarına, fikirlerinin olumlu yönde değişmesine ve gelişmesine katkıda bulunurken; bazen de insanların mücâdelesine, birbirlerini tahkir ve hatta tekfir etmelerine neden olmaktadır. Oysa birbirlerinden farklı neticelere sebep olan bu ihtilâflar, çoğu zaman birbirine benzer olan aynı ihtilâflardır. İhtilâflar aynıdır ama bu ihtilâflara insanların yaklaşımları farklıdır ve bu farklı yaklaşımlar, farklı neticelere sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla ihtilâf konusunda en önemli mesele, ihtilâflara yaklaşımdır. Çünkü herhangi bir ihtilâfın müsbet veya menfî sonuçlara sebep olması, genellikle bu gibi ihtilâflara yaklaşımla ilgili bir meseledir.
Hepimizin bildiği gibi, müslümanların ayrılmasına, dağınık ve birbirinden kopuk yaşayışına, birbirlerine düşmesine neden olan birçok fitne ve fesadın kökeninde, küçük veya büyük bazı ihtilâflar bulunmaktadır. Dolayısıyla bu fitne ve fesadın ortadan kalkabilmesi, sözkonusu ihtilâflara Kur’anî bir bilinç ve rahmete dayanan ahlâkla yaklaşabilmemize bağlıdır.
Tüm ihtilâflarımızın yegâne çözüm kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim, ihtilâf meselesiyle ilgili olarak müslümanlara üç genel yaklaşım vermektedir. Bunlardan birisi makul karşılamak, diğeri ısrar ve azimle çözümlemeye çalışmak, bir diğeri de Allah'a bırakmaktır. Şimdi bu üç yaklaşımda esas alınan ihtilâfları kısaca değerlendirelim:
1. Makul ve Normal Karşılamamız Gereken İhtilâflar: İnsanların bulunduğu her yerde az veya çok, küçük ya da büyük ihtilâfların olmasının kaçınılmaz olduğundan, her biri ayrı bir insan olan müslümanlar arasında da, elbette ki birçok ihtilâflar olabilecektir. Müslümanlar arasında vuku bulacak olan bu ihtilâflardan, makul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad ve tercih hakkı verdiği meselelerdeki ihtilâflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve bizlerin sözkonusu meselelerde hangi ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi ihtilâflarla bizleri sınamakta, denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki kulluk mükellefiyetimiz, sözkonusu ihtilâfları ortadan kaldırıp kaldıramayacağımız noktasında değil; nefsî ve şeytanî vesveselere aldanarak bu ihtilâfları birer fitne ve fesat sebebi durumuna getirmemek hususundadır. Çünkü bu ihtilâfları ortadan kaldırmaya çalışmamız, insanların tabiî durumlarından kaynaklanan bu gibi ihtilâfları ortadan kaldırmamıza değil, bu ihtilâfların birer fitne ve fesat sebebi olmasına neden olacaktır. Şeytanın ortamı kızıştırıcı bir ateşle yaklaştığı bu gibi ihtilâflar, bilinçli müslümanların suyla yaklaşması gereken ihtilâflardır.
Müslümanların muhayyer bırakıldıkları bu gibi meselelerdeki ihtilâflar, insanların fıtratını, farklı özelliklerini, çeşitli yaklaşımlarını, değişik önceliklerini dikkate aldığımız zaman makul karşılamamız gereken ihtilâflardır. Bu yaklaşım, elbette dinden tâviz vermek ya da tevhid dinini zedelemek anlamına gelen bir
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1031 -
yaklaşım değildir. Çünkü ihtilâfa neden olan bu mesele, şâyet müslümanların ihtilâfa düşmeden tek bir görüşte birleşmeleri gereken bir mesele olsaydı, tevhid dininin sahibi olan Rabbimiz hiç kuşkusuz ki kesin bir hüküm vazeder ve bu meselede müslümanlara muhayyerlik hakkı vermezdi. Dolayısıyla bu gibi ihtilâflar, ortadan kaldırıp yok edemeyeceğimiz ancak makul karşılayarak pasifize edebileceğimiz ihtilâflardır. Bu gibi ihtilâflarda birbirine karşıt görüşlerden herhangi birisini kabullensek ve bu görüş bize çok doğru, çok güzel gelse dahi, bize doğru ve güzel gelen bu görüşü mutlaka karşı tarafa empoze etme kaygı ve ısrarına kapılmamamız gerekir. Çünkü bu gibi ihtilâfların fitne ve fesada yol açmasını engellemenin yegâne yolu; ihtilâf meselesini çok öncül ve çok önemli bir mesele durumuna getirmeden kendi görüşümüzü makbul, karşı tarafın görüşünü makul karşılamamız ve bunun da ötesinde iç dünyamızda küçük bir “belki”ye yer vermemizdir. “Belki, karşı görüş daha doğru olabilir.” “Benim görüşüm, yanlış ihtimali olan doğru; karşımdaki görüş, doğru ihtimali olan yanlıştır” diyebilmeli, kendi göreceli/tartışmalı doğrularımızı “mutlak doğru” ilân etmemeliyiz.
2. Israrla ve Azimle Çözülmesi Gereken İhtilâflar: Müslümanların makul ve normal karşılamayacakları, kesinlikle çözmeye çalışacakları ihtilâflar, dinimizin aslî meselelerinde meydana gelebilecek olan ihtilâflardır. Çünkü İslâm dini, tevhidi önceleyen ilâhî bir dindir. Şâyet teslim olduğumuz bu din, beşer kaynaklı bir din olsaydı, beşerden kaynaklanan bazı ihtilâfları makul karşıladığımız gibi, her biri birer beşer olan hocaların ve şeyhlerin, üstad ve ağabeylerin dine nisbet ettikleri ihtilâfları da makul karşılayabilirdik. Oysa biliyoruz ki dinimizin esasını belirleyen bütün gerçekler, tüm müslümanlar tarafından tartışılmadan kabul edilmesi gereken ilâhî gerçekler, mutlak hakikatlerdir. Rabbimiz, dinimizin esasını belirleyen bu meselelerde en ufak bir ayrılık ve ihtilâfın olmaması için, bu gibi temel konularda hüküm vazetme yetkisini (peygamber dahi olsa) hiçbir beşere vermemiştir.
Dolayısıyla dinimizin temel meselelerinde ihtilâfa yol açan beşer kaynaklı bütün görüşler, ne kadar çağdaş, ne kadar aklî olursa olsun, hoşgörüyle karşılayacağımız görüşler değildir. “İslâm dini, akıl dinidir” diyenler, belki bu sözlere karşı çıkabileceklerdir. Dinimizin akla ve akletmeye ne kadar çok önem verdiği bir hakikattir. Bununla birlikte “dinimiz akıl dinidir” demekten yine Rabbimize sığınmak gerekir. Çünkü severek teslim olduğumuz bu din, önemle ve öncelikle iman dinidir. Allah'a ve Allah’ın hükümlerine, temiz bir kalp ile inanma, teslim olma dinidir. Bu dinin tevhidî bir içerik kazanması ise, aklî yorumlarına değil; bu hakikatlerin ilâhî aslına iman ve teslimiyetle mümkündür.
İnsanların ayrı ayrı mizaçlara, farklı yeteneklere ve bazı konularda değişik görüşlere sahip olmalarına rağmen, “müslüman”, mizacı, yeteneği ve görüşleri ne olursa olsun, ortak bir dâvete iman eden, müşterek bir çağrıya teslim olan insan demektir. İnsanlar standart yaratıklar değildir ama “ben müslümanım” diyen insanların, ilâhî ölçüden kaynaklanan birçok ortak standartları vardır. “Biz müslümanlar” derken, kasdettiğimiz gerçek, kişisel farlılıklarımızın üstündeki bu ortak değerlerimiz ve müşterek kabullerimizdir.
Bu nedenledir ki, “biz” tanımı, ortak kabullerimizi ifadelendiren bir tanımdır. Dinimizin temel meselelerindeki bu ortak kabullerimize de farklı yaklaşımlar, farklı değerlendirmeler ruhsatı verdiğimiz zaman, “biz” tanımının yerine “ben”
- 1032 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tanımı, “bizim dinimiz” yerine; “benim dinim” ifadesi gelmiş olur. Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki, Rabbimiz herkesin mizacına, yaklaşımına göre ayrı ayrı dinler göndermemiştir. İslâm’ın bize muhayyerlik hakkı vermediği bütün temel meselelerdeki kabul ve redlerimizde farklılıklar olmaması gerekir. Bu farklılıklarımızı giderecek olan yegâne unsur ise, bu konularda beyan edilen ilâhî hakikatlerdir. İlâhî gerçeklere yaklaşım konusunda makul karşılayabileceğimiz farklılıklar, bu mutlak doğrulara iman ve teslimiyet noktasında değil; bu ilâhî gerçekleri öncelemek boyutunda kendini gösterebilir. Bir kardeşimize göre oldukça önemli ve öncelikli olan ilâhî bir doğru, diğer kardeşimize göre aynı önceliğe hâiz olmayabilir. Ancak her iki kardeşimizin de kabul ve tasdik ettiği hakikatlerdir bunlar. Kaldı ki, bu önemseme ve önceleme konusundaki farklılıkların da en asgariye indirilmesi gerekir. Rabbimizin önemle vurguladığı ve nüzul sırasındaki hikmete binâen öncelediği tüm gerçekler, bütün müslümanlarca önemsenip öncelenmesi gereken hakikatlerdir.
Tevhid dininin esaslarını beyan eden ilâhî doğrular, tüm müslümanların hiçbir ihtilâfa düşmeden kabul etmeleri ve yaşamaları gereken gerçeklerdir. İlâhî kaynaklı olan bu mutlak doğruları, beşerî gerekçelerle çatallandırmaya çalışmak ne kadar yanlış ise; ilâhî kaynaklı olan bu doğruların yerine veya yanına, beşer kaynaklı görüşlerin konulmaya çalışılması da o kadar yanlıştır. Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil; tefrikaya sebep olacaktır. Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil; kalbî tasdik ve imanla gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm müslümanları bir araya getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların iman etmekle yükümlü oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imanî bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile, dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslâm adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz ki, İslâm’da tefrikaya sebep olacaktır.
Netice olarak, müslümanların vahdetini ve bu vahdeti sağlayan tevhidi ne kadar önemsiyorsak, İslâm’ın temel meselelerinde vazedilen tevhidî gerçekleri de o kadar önemsememiz ve bu konularda en küçük bir ihtilâfa yer vermememiz gerekir. Temel meselelerdeki ihtilâfları hoş karşılamak, kesinlikle fitne ve fesadı hoş karşılamak olacaktır. Ve böyle bâtıl yaklaşımlar, hak olan İslâm dinini, bir kuşku ve şüphe dini haline getirecektir. Oysa tüm şüphelerden uzak olan İslâm dini, mü’min kalplere mutmainlik veren müstakîm bir dindir. Bu huzuru ve dosdoğru yolu yaşayan müslümanlar, hiçbir temel meselesinde “Allah böyle buyuruyor, falan da böyle buyuruyor. Acaba hangi hükmü esas alayım?” istifhâmına kapılmazlar. Bu konuda en ufak bir kuşku ve ihtilâfa düşmezler. Çünkü bu dosdoğru müslümanların teslim oldukları hakikat, tâbi oldukları hüküm bellidir: “Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle iman eden bir topluluk için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?”4600; “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim
4600] 5/Mâide, 50
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1033 -
Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 4601
3. Allah'a Bırakmamız Gereken İhtilâflar: “Her ihtilâfın bir çözümü vardır ve her ihtilâf çözümlenmelidir” diyerek her işi çözmeye, her ihtilâfı sonuçlandırmaya meraklı bazı kimseler, “Allah'a bırakmamız gereken ihtilâf” deyimini tuhaf karşılayabilirler. Oysa meseleyi Kur’ân-ı Kerim’e göre değerlendirdiğimiz zaman, Kur’an bazı ihtilâfları âhirete bırakmakta ve bu ihtilâfları çözümleyecek olan ilâhî hükmün, âhirette bizzat Allah tarafından verileceğini beyan etmektedir: "Hepsi de Kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta oldukları halde yahûdiler: 'hıristiyanlar doğru yolda değillerdir' dediler. Hıristiyanlar da: 'Yahûdiler doğru yolda değillerdir' dediler. Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir." 4602; “...Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim.”4603; “...Şüphesiz Rabbin, aralarında anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet günü hüküm verecektir.”4604; “...Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilâf ettikleri şeylerde hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.”4605; “...Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.” 4606
Sadece bir kısmını zikrettiğimiz bu âyet-i kerimeleri dikkatle okuduğumuz zaman, Rabbimizin bazı ihtilâfların çözümünü, daha açık bir ifadeyle, bu ihtilâfların hükme bağlanmasını, kıyâmet gününe ertelediğini görebiliriz. Tabii ki düşünmemiz ve hikmetini anlamaya çalışmamız gereken bir durumdur bu. Rabbimiz bazı ihtilâfların çözümünü apaçık bir hükme bağlamasını, neden kıyâmet gününe/âhirete bırakıyor? Kur’an nâzil olurken, sözkonusu ihtilâflara ilişkin hükümler de neden nâzil olmuyor? Bu ihtilâflara ilişkin hükümleri, en güzel bir yaklaşımla, en güzel bir üslûpla tebliğ edebilecek olan Peygamberimize, bu hükümler neden bildirilmiyor?
Sözkonusu ihtilâflara ilişkin bu hükümler, muhâlif tarafları muhâtap alarak Kur’ân-ı Kerim’de nâzil olsaydı dahi, bu ihtilâflar yine çözümlenemezdi. Çünkü, insanlarda derin saplantı haline gelmiş bazı ihtilâflar vardır ki, bunların çözümü sadece ilâhî hükme değil; ilâhî hükümle beraber ilâhî bir Hâkim'e de gerek duymaktadır. Bu gibi ihtilâflar, muhâlif taraflarla ilâhî hükmün arasına bir beşerin girmesiyle çözümlenebilecek ihtilâflar değildir. İnsanlarda derin saplantı haline gelmiş böylesi ihtilâflar, sadece mutlak Hâkim olan Rabbimizin aracısız vereceği hükümle çözümlenebilecek ihtilâflardır. Çözümü âhirette Rabbimize kalan bu ihtilâfların mâhiyetini ve muhâlif tarafların durumunu, Kur’an’dan yola çıkarak şu şekilde tanımlayabiliriz:
1. Tahrif Edilmiş Kaynağa Dayalı İhtilâflar: Yahûdilerin ve hıristiyanların çözümü mümkün olmayan birçok ihtilâfı, asıl itibarıyla kaynağa dayalı ihtilâflardır. Bunlar, birçok konuda birbirlerini itham etmeleri ve din adına birbirleriyle ihtilâfa düşmeleri, kendilerini nisbet ettikleri tahrif edilmiş semâvî kitaplardan ve din
4601] 33/Ahzâb, 36
4602] 2/Bakara, 113
4603] 3/Âl-i İmrân, 55
4604] 10/Yûnus, 93
4605] 39/Zümer, 3
4606] 45/Câsiye, 17
- 1034 -
KUR’AN KAVRAMLARI
adına ahkâm kesen râhip ve hahamlardan kaynaklanıyordu. Bu kitaplar, din adamlarının hevâlarına göre tahrif edildiği halde, kendi taraftarları açısından kesin doğru telâkki ediliyorsa, tahrif edilmiş kaynaklara dayalı bu gibi ihtilâflar, bizim tarafımızdan kesinlikle çözüme ulaştırılabilecek ihtilâflar değildir. Çünkü bu ihtilâfları çözüme ulaştırabilmenin ilk şartı, kaynak meselesini çözümlemek ve muhâlif tarafları ortak bir kaynakta buluşturabilmektir. Ama muhâlif taraflar kendi kaynaklarına itikadî bir saplantı ile tutunduklarından bu mümkün olmayacak ve tahrif edilmiş kaynaklar olduğu sürece, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar da sürüp gidecektir.
Konuya yahûdi ve hıristiyanlardan örnek verilmesi, müslümanların ya da “müslümanım” diyenlerin böyle ihtilâflardan uzak oldukları anlamına gelmemektedir. Kaynak meselesinde netleşmemiş müslümanların ya da, kendini müslüman kabul edenlerin arasında da, ne yazık ki asırlardır benzer ihtilâflar yaşanmaktadır. Peygamberimiz’e nisbet edilen doğru-yanlış her rivâyeti ilâhî vahiy gibi kaynak kabul eden ve Kur’an dışında kutsal ve mâsum kitapların mevcut olduğuna inanan gelenekçilerle tefsirciler arasında; şeyhlerinden sâdır olan her sözü, ilâhî kelâm gibi kabul eden softalarla fıkıhçılar arasında vuku bulan birçok ihtilâf, asıl itibarıyla kaynağa dayalı ihtilâflardır. Beşerî kaynaklara ilâhîlik vasfı verildiği ve ilâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman edildiği zaman, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek ihtilâflar değildir.
Tüm dünya müslümanları için yegâne ilâhî kaynak Kur’ân-ı Kerim’dir, böyle olmak zorundadır. Mü'minlerin din adına faydalanacakları ikinci kaynak ise korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’in tasdik ve teyid ederek koruduğu sahih sünnettir. Ancak, sahih sünnet, dünya müslümanlarıyla ihtilâflarımızı çözümleyebileceğimiz değil; din adına faydalanacağımız bir kaynaktır. Bu kaynaktan istifade ederken karşılaşılan ve daha çok mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların makul karşılanması ve müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf durumuna getirilmemesi gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini sağlayabilecek olan kaynak, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu gerçeği kabul etmeyip birçok beşerî kaynağı ilâhî zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği bunlara bilinçsizce iman eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek sürdürdükleri ihtilâflar, mutlak Hâkim olan Rabbimizin kıyâmet günü hükme bağlayacağı ihtilâflardır. Kaynak meselesinin çözümlenemediği bu gibi ihtilâflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya ve cedelleşmeye hiç gerek yoktur.
2. İlme Dayalı İhtilâflar: İlim dediğimiz hakikatler, birbiriyle çelişen gerçekler olmadığı için, “hiç, ilme dayalı ihtilâf olur mu?” diye akla istifham gelebilir. Fakat ne gariptir ki kendilerine ilim verilen nice kimseler, kendilerine ilim verildikten sonra anlaşmazlığa düşen kimseler olmuşlardır. “Andolsun, Biz İsrâiloğullarını, hoşlarına gidecek güzel bir yurda yerleştirdik ve onları temiz nimetlerden rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, aralarında anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet günü hüküm verecektir.”4607; “Onlara bu emirden apaçık belgeler (deliller) verdik. Fakat onlar kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki hakka tecâvüz ve azgınlıktan dolayı, ihtilâfa düştüler. Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm
4607] 10/Yûnus, 93
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1035 -
verecektir.” 4608
İlim dediğimiz hakikatler, birbiriyle çelişen ve çatışan şeyler değildir. Ancak, bu gerçeklerden hareket ederek ilimde derinleşmek, doğru bir yönteme ve dosdoğru bir istikamete gerek duyar. Sözkonusu ilim, ilâhî hakikatlerle ilgili bir ilim ise, böyle bir ilimde derinleşmek, doğru bir yöntem ve istikametin yanı sıra iman ve amele de gerek duymaktadır. Dolayısıyla iman, amel ve istikameti dikkate almadan sahip oldukları ilimde derinleşmek isteyen şaşkınlar, kendilerini nefs ve hevânın tatlı esintisine bırakarak ilimde derinleşmek adına, ilimde serkeşleşmektedirler. İlmin kapısından tevâzu sahibi bir fakir gibi içeri gireceklerine, hiç girmedikleri kapıdan birer zengin edâsıyla dışarı çıkan bu kimseler, geçmişte ve günümüzde örneklerine bolca rastladığımız kimselerdir. Tarihte hangi sapık yönelişi ele alırsanız alın, bu yönelişte bulunanların kalkış noktasında bazı doğrulara tutunduğunu görebilirsiniz. Yani, her bâtıl, kesinlikle haktan bazı unsurları içine katar ve kendini hak göstermek ister. Meselâ, vahdet-i vücut safsatasını savunan kimseler, kendilerine göre kelime-i tevhid gerçeğinden hareket ederek bu görüşe ulaştıklarını iddia eden kimselerdir. Günümüz dünyasında ise tâğutların maslahatını gözetebilmek ve İslâm’la laikliği barıştırabilmek için yıllarca araştırma yaptıklarını iddia eden bazı akademisyenler, bu konudaki çağdaş örneklerdendir. Doğrulardan hareket ederek yanlışlara varan ve bu yanlışlara doğruymuş gibi iman eden böyle kimselerle tartışabilmek, sözkonusu ihtilâfları ortadan kaldırabilmek mümkün değildir. Çünkü bu kimselerle karşı karşıya gelip tartıştığınız zaman, sıkıştıkları an kalkış noktasında esas aldıkları bazı doğruların içine saklanıvereceklerdir. Kalkış noktasındaki doğruları kalkan, bu doğrulardan hareket ederek vardıkları yanlışları kılıç olarak kullanan bu kimseler, samimi olmadıkları sürece anlaşabileceğimiz, sözkonusu ihtilâfları çözümleyebileceğimiz kimseler değildir.
3. Akla Dayalı İhtilâflar: Kendisini ilâhî vahiyden müstağnî veya onun üstünde gören her yaratılmış nesne, bu şey akıl dahi olsa, sapıklıktan kurtulamaz. Dolayısıyla “dinimiz akıl dinidir” dedikten sonra, aklını ilâhî vahyin üstünde bir seçici, bir tanımlama mercii olarak gören, aklına gelen ve aklî/mantıklı gözüken her görüşe iman eden akılcılar, akıllarına iman etmekle en büyük akılsızlığı yapan kimselerdir. Çünkü dizginlerini ilâhî vahye teslim etmeyen ve soyut gerçeklerden çok, somut realiteden etkilenen akıl, karşılaştığı tüm meseleleri soyut olan ilâhî vahye göre değil; somut olan realiteye göre değerlendirecek ve yaşanan realite bir câhiliyye ise, câhilî gerçekliğin samimi bir savunucusu durumuna gelecektir. Akıl sapması diyebileceğimiz bu hastalığın iki önemli virüsü, realistlik ve akılperestliktir.
Oysa beşerî aklı, ilâhî vahyin önüne geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil; akılperestliktir. Akılperestlik (akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek düzlemde, en büyük akılsızlıktır. Çünkü ilâhî vahyin denetiminde olmayan akıl, nefs ve hevânın denetiminde olup, ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten bir uşak durumuna düşmüştür. Meselâ, münâfıklar, böyle bir akıl sapması içinde bulunan kimselerdir. Günümüzdeki bazı şaşkınlar gibi Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmeleri de, realiteden hareketle bazı aklî maslahatlar gereği yaptıkları bir tercihtir. “Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi velî
4608] 45/Câsiye, 17
- 1036 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(dost ve müttefik) edinmekte olanları görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Kendileri de (hakkı) bildikleri halde, yalan üzere yemin etmektedirler.”4609 Demokrasi ve hoşgörü adına kâfirlerle dost olan, Allah'a kul olmak isteyen insanları böyle bir hoşgörüye ve uzlaşmaya dâvet eden, kendilerine göre gâyet akıllıca ve gerçekçi olan konuşmalarıyla kendilerini doğru yolda zanneden böylesi kimselerle, hangi düzlemde konuşacak ve ihtilâflarımızı hangi ölçülere göre çözümleyeceğiz ki! Bunlar aklı, bizler nakli esas alıyoruz. Bunlar akla, biz nakle iman ediyoruz. Bunlar realiteye, statükoya göre hakkı değiştirmeye çalışırlarken, biz hakka göre realiteyi değiştirmeye çalışıyoruz. Peki, bunlarla nasıl anlaşacak, ihtilâfları hangi ölçüye göre çözümleyeceğiz?
İhtilâflarla ilgili olarak bu açıklamalardan sonra, bazı ihtilâfları çözümlemeye kalkışmanın, boş bir uğraşı olacağı açıklık kazanmaktadır. “Allah’ın onların hepsini dirilteceği gün, (onlar) sizlere yemin ettikleri gibi O’na da yemin edeceklerdir ve kendilerinin bir şey üzerine olduklarını sanacaklardır. İyi bilin ki onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir.” 4610 Her şeyi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz’in huzurunda bile bir şey üzere olduklarına dair yeminlerini ve iddialarını sürdürecek olan böylesi kimseler, biz yaratılmışlar karşısında doğruyu kabul edip hakka teslim olurlar mı? Dolayısıyla Rahman ve Rahim olan Rabbimiz’in hükme bağlayacağı böylesi ihtilâflar karşısında faydasız tartışmalara, zararlı cedelleşmelere girmeden, bu ihtilâfları Allah'a bırakmamız gerekecektir. Çünkü bu gibi ihtilâfların yegâne çözümü, gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopik çözümlerle uğraşmadan, tartışmalardan uzaklaşmak ve çözümü Allah'a bırakmaktır. Nitekim karşılaştığımız tüm ihtilâfları çözümleyebilecek yegâne kaynak olan Kur’ân-ı Kerim, böylesi ihtilâfların çözümü konusunda bizi bu yaklaşıma dâvet etmektedir: “De ki: ‘Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve müşâhede edilebileni (gizliyi de âşikârı da) bilen Allah’ım! İhtilâf ettikleri, anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.” 4611
Eğer yaratılıştaki fıtratımızı korusaydık ve hiçbir olumsuz dış etki olmasaydı, gayr-ı meşrû ihtilâf, yani tefrika da olmayacaktı. Bu dünyaya gelirken kazandığımız şeyler, fıtrî özelliklerimiz ve şeytanın varlığı bizi doğamıza yabancılaştırdı. Dolayısıyla bu dünya için ihtilâf, kaçınılmaz hale geldi. İnsanlar farklı biçimlerde bilgilendiler, farklı hobiler ve fobiler kazandılar. Şeytan, saflığı bozan bir unsur olarak aramıza girdi. Farklı zamanlarda, farklı mekânlarda ve farklı mizaçlarda ve kişiliklerde insanlar olarak birtakım farklı kanaatlere sahip olduk. Bu dünya hayatı, bizim için imtihan alanıdır. Allah, rahmetinin eseri olarak bu çelişkiler içinde bize sırât-ı müstakîmi göstermek için kitap ve peygamber gönderdi. Böylece hak ile bâtıl ayrıldı. Bizim gibi inananlar ile inanmayanlar arasında temel bir ihtilâf ortaya çıktı. Buna iman ve küfür diyoruz. Bu hak-bâtıl çizgisinde bir ayrımdır. Hizbullah ve hizbüşşeytan olmak anlamındadır. Bu temel bir ihtilâftır.
İhtilâf konusunda en önemli husus; hangi konuda ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın meşrû ve yasak olanını belirlemek açısından temel bir ölçüdür. İhtilâf ettiğimiz şey nedir? Gerçek ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler vardır ki, insanlara göre, zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir.
4609] 58/Mücâdele, 14 ve bk. devamı, 15-19
4610] 58/Mücâdele, 18
4611] 39/Zümer, 46; Mehmed Alagaş, Vahdete 7 Adım, s. 83-101
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1037 -
O, hayatın özünde var olan bir değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir konudur. İhtilâfların özünde büyük ölçüde, mutlak hakikat ile değişken gerçeklik arasına bir çizgi çekememe konusu yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek, gerçeği yakalamak açısından, kolaylık ve maslahat yönünden büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf, kolaylık ve rahmettir. İkinci hakikat ise, mutlak hakikatte anlayış konusunda düştüğümüz ihtilâftır. Bu da beşer olmanın zaafından kaynaklanan bir konudur. Bu konudaki ihtilâfın meşrûiyet sınırı olarak üç mesele üzerinde durmak icap eder. İleri sürülen bir görüşün dayandığı temeller sağlam ise, vahiy ve mütevâtir sünnet ile te’yid ediliyorsa, aklî ve ilmî delilleri sağlam ise ve meşrû bir gerekçe ile ortaya konuluyorsa, bu görüşü doğru kabul edebiliriz. Zaten ictihadlar da, ya da ictihadlar arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. Yine bu da insanların anlayışlarını geliştirmeleri, akledip fikretmeleri açısından, tekâmülleri açısından bir zarûrettir.
Burada, dikkat etmemiz gereken husus; Kur’an’ı anlamaya çalışmamızdır. Yoksa, kendi zanlarımızı ve kanaatlerimizi te’vil yolu ile Kur’an’a isbatlatmak değil. Yine kendi kanaatlerimizi emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız. Bu gibi konularda gereksiz ve özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda ihtiyatlı hareket etmemiz gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini oluşturması ve özgür irâdesi ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle gerçek bir cemaat yapısı ortaya çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf, cemaatin oluşması açısından zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir fikre getirmek, esasen mümkün değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek dayatmalar vahdeti parçalar.
Farklı Metotlar: Metot farklılığı mümkün. İnsanların bilgi düzeyleri, kültürleri, meslekleri farklı, yetenekleri farklı. Dolayısıyla farklı metotlar kullanıyor olabilirler. Bir ölçüde kategorik olmak iyi olabilir. Tabii, temel metoda ters düşmemeli; Yani, İslâmî metodun dışında gayrı meşrû bir metot kullanamayız. O genel metot içinde kalmak kaydıyla, kendimize yeni metotlar geliştirebiliriz. Ne var ki, farklı metot sahipleri, sonuçta İslâm’ın metodu içinde birbirlerinin varlığını ve meşrûiyetini kabul etmeleri, aynı bütünün birer parçası olduklarının şuurunda olmaları gerekir. Kanaat farklılıkları sebebiyle, gruplar birbirlerinin metotlarına sıcak bakmayabilirler. Ama bir ihtilâf zannî ise, yani ictihadî ise, yine de birbirlerine karşı hoşgörülü bakmak zorundadırlar.
Maalesef yaşadığımız coğrafyada müslümanlar kendi aralarında bir şûrâ teşkil edemedikleri için, birtakım fırka ve hizipler kendi zannî hükümlerini müslümanlar için tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek sûretiyle vahdet adına ihtilâfı körüklemektedirler. Müslümanlar Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba imandan başka, neredeyse örgütlerine, liderlerine ve metotlarına iman etmekte; dinleri ile örgüt, lider ve yöntemlerini sentez yapmaktadırlar.
Haram ve helâlle sınırlı metot içinde, birçok metot farklılıkları mümkündür; hatta lüzumludur. Her sahada hareket edecek farklı gruplar gereklidir. Bilgi, beceri ve fıtratla ilgili bir konudur bu. Ancak hiç kimse kendini tek çözüm yolu olarak gösteremez. Bu, farklı bir sentezciliktir. Herkesin doğru yaptıklarının yanı sıra, pek çok yanlışları da olabilir ve olmaktadır. Mâsûmiyet kavramını hiç kimse kendinde taşıyamaz. O halde herkesin hataları olabilir. Bu yanlışlar, o kişi için ayıp değildir. Ayıp olan hatada ısrardır. Yoksa, yanlışın farkına varıp dönülürse, o ayrı bir fazilettir. Bunlara ilâveten, vahiy kesilmiştir. Öyleyse hepimiz kendi
- 1038 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşünce ve irâdelerimizle inandığımız şeyleri doğru olarak kabul ediyoruz demektir. Bu doğru kabul ettiklerimizin eksik ya da yanlış olma ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız.
Müslümanlar dinleri üzerinde tartışmaya girmeyecekleri gibi, ihtilâf ettikleri konularda da birbirlerini mâzur görmek, ittifak ettikleri konularda örgüt, lider ve yöntemleri ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birlikte hareket etmek durumundadırlar. Müslümanlar, makro planda, Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba iman edenler tek bir cemaattirler. İyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar; yaratılmışlığın hukukunu korurlar, nerede bir iyilik görürlerse ona destek verirler. Nereden bir kötülük görürlerse görsünler, kimden geliyor olursa olsun, kime yönelik bulunursa bulunsun, kötüye ve kötülüğe karşı çıkarlar, zulme tavır alırlar. En genel anlamdaki İslâmî vahdetin temeli de budur. Bizim örgüt, lider ve yöntemlerimiz hakikatin ta kendisi, kaynağı ve ölçüsü değil; hakikati anlamak ve hayata geçirmekte bir yöntem konusudur.
Müslümanları, kendi aralarında bölen, onları birbirlerine yabancılaştıran, kendi örgüt, lider ve yönteminin üstünlüğü tartışmasına götüren ve kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir eden yapılanma, İslâm’ın ruhuna yabancı bir yapılanmadır. Cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu unutmamalıyız. Vahdet adına kimi zaman vahdeti yok eden bir tavrın içine girdiğimizi hesaba katmak zorundayız. Arzu ve mizaçlarımızın farklı oluşu, ya da zekâ farklılıkları, farklı mesleklerden oluşumuz tefrikanın sebebi olamaz. Cemaat, farklı eğilimleri içinde barındıran bir topluluktur. Din, biat ve toplumsal sözleşme ile bu topluluğun üyeleri birbirine bağlıdır. adâlet sahibi biri, onların bu ahitlerine uyup uymadıklarını gözetler ve dinî hükümlerin, biat ve zimmet sözleşmesinin hükümlerini tatbik eder ve toplumun maslahatını gözetir. Bir bakıma bir orkestra şefi gibidir, topluma nezâret eder.
İhtilâfın en önemli sebeplerinden biri, yanlış emirlik telâkkisi, yanlış bir “bağlanma” anlayışıdır. Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz. Yani dinimizle bazı şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine bir şey ekler, ya da ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile başbaşa kalır ve din ortadan çekilir gider. Vahdet, bir ahlâk konusu olduğu kadar, bir entelektüel seviye meselesidir de. Ancak, İslâm’ı bilen, yaşayan ve mes’ûliyetinin idrâkindeki ahlâklı insanların toplum üzerindeki velâyetleri ile vahdet gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir emir-komuta zinciri altındaki insanlar topluluğu değildir. Bu, biraz da militarist bir tavırdır. İslâm toplumu, sıkı bir hiyerarşi ve örgütlenmenin ürünü değildir. Tek tip standart insan isteği, robotlaşmış, sadece evet deyip kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî ideoloji değildir İslâm. Özgür irâdeleri ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve kendi aralarındaki işleri müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği, emir sahiplerinin nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî uyum ve Allah'a doğru, O’nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül prensibine bağlı insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.
İslâm’ın, vahdet, cemaat ve ümmet bilinci açısından temel hususlardan biri olan lider anlayışı, maalesef günümüzde tam tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik anlayışı, ihtilâfların kaynağını, hatta tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî problemleri de içeren bir yanlışlar yumağıdır günümüzde. Sormak gerekir; bizim müslüman grupçuklarının liderlerinden hangisi, emirlik iddiasından
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1039 -
vazgeçebilir, ya da yapacağı işler konusunda, kendisi gibi düşünmeyen müslüman kardeşini çağırıp onun görüşünü alabilir ve tasarrufunda bulunduğu para ve mülkün tasarruf ve denetimini bir jüriye devredebilir? Bunların kabulü zor; çünkü din ve dâvâya bakışla nefis veya grup/cemaat çıkarları birbiriyle karışmış, araçlar amaçlaşmış, metotlar yüceltilmiş, gaye için her yol, dolayısıyla gayrı meşrû yöntemler bile savunulur olmuştur.
Kaldı ki, cemaatlerin ellerinde bulundurdukları araçları ille devretmeleri de gerekmiyor. Yeter ki, içte hizmetlerin îfâsı ve yeni hizmetlerin üretilmesi, dış tehlikelere karşı birlikte hareket etmeleri, müslümanların imkânlarını İslâm’ın ve müslümanların maslahatı yönünde kullanmaları açısından danışmalarda bulunmaları bile büyük bir başarı olacaktır. Her biri, kendini müslüman cemaatin esası, kalbi, otorite merkezi olarak görmek yerine; İslâm’ın ve müslümanların hâdimi olarak görmek durumunda, hatta bu yolda sahip olduğu mallarını, canlarını, sevdiklerini fedâ etmek konumundadırlar. En azından ittifak ettikleri konularda birlikte hareket etmek, ihtilâf ettikleri noktalarda birbirlerini mâzur görmek zorundadırlar!
İhtilâfların Kaynağı: Günümüzdeki ihtilâfların kaynağı, temelde nefsîdir. Grup taassubunun da aslında hevâlardan kaynaklandığını belirtmek gerekir. İslâm cemaatine yaklaştıkça siyasî ihtilâflar da ortaya çıkacaktır. Kimin kime tâbi olacağı, liderin âlim mi, emir mi olduğu, toplumun velâyet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne çıkacaktır. Her grubun İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması şimdiden problem olmaktadır. Hele, İslâm’ın hâkim olması durumunda, ihtilâfın tefrikaya, tefrikanın tekfire, tekfirin savaşa dönüşebildiğini Afganistan aynasında müslümanların görmeleri ve kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor.
Aslında ihtilâf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil. Birtakım yanlış din telâkkilerinden kaynaklanan sorunlar var. Onun da temelinde câhillik yatıyor. Nice ihtilâf gibi gözüken sorunların temelinde de ahlâksızlık yatıyor. Kendi kanaatlerimizi din zannetmemiz yatıyor. Bunları aştığımız zaman önemli bir ihtilâf olmadığı görülecektir. Geçmişi aynen mi tekrar edeceğiz, yoksa yeniden mi yorumlayacağız? Atalarımızın yolunu kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her mirası reddeden modernist ve roformist çizgi de çözüm değildir. Kaynaklara inme ve bu gün o hükümleri, Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde nasıl yaşayacağımız gündemde olmalı. Yani, dini zamana uydurmak değil; bu zamanda İslâm’ı yaşama ve takdim etme gayreti.
Metot Farklılığı: Metot farklılıkları aslında sorun değildir. İslâmî hareketin her sahada çalışanlara ihtiyacı var. İslâm, tek başına bir entelektüel hareket, ya da halk hareketi değildir. Tek başına siyasî bir toplum da değildir. Bu tür farklılıklar, bu grupların birbirini red ve mahkûm etmemesi halinde, kültürün zenginliğini gösterir. Başarıya giden yolu kısaltır. İlimle uğraşanlar olduğu gibi, tebliğ yapanlar, ya da haksızlıklara karşı durmaya nefsini hazırlayanlara da ihtiyaç var. Bu, bir yerde fıtrat ve ehliyetle ilgili bir konudur. Allah hepimizi ayrı ayrı özelliklerde yarattığından farklı mesleklere ve yeteneklere sahibiz. Farklı deneyimlere, izlenimlere, kültürlere sahibiz. Geçmişimiz, Kur’an’ın aynasından yansıyarak geleceğimizi üretecektir. O zaman, farklılıklar tabiîdir, güzeldir. Bu, dinimizi
- 1040 -
KUR’AN KAVRAMLARI
formalara ayırarak kategorize edilmiş bir din anlayışı haline getirmemeli, fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır. Tesbih çekenler, tebliğ yapanlar ve cihad edenler ayrı ayrı topluluklar değildir/olmamalıdır. Bazılarımız bazı yöntemlere ağırlık verse de hepimiz aynı şeyiz/olmalıyız. Bu konuda önemli ölçü; aynı Allah'a, Peygamber’e, Kitab’a iman edenlerin, kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleridir. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması gerekmektedir. Bu dinin ilâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması gerekiyor. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır.
Kolaya kaçma şeklinde kendini gösteren bir yanılgı da şudur: Hep kendi dışımızda birinin bizi kurtarmasını istiyoruz/bekliyoruz. Toplumdaki bu talep, arzı üretiyor ve kurtarıcı şahıslar ve kadrolar çıkıyor. Bunlar toplumu kurtarmak istedikleri için de, önlerine çıkan engelleri ezmekte bir sakınca görmüyorlar. İmanlarında olduğu gibi, kanaatlerinde de şüpheye yer yok. Oysa kanaatlerimizde yanılabileceğimizi hesaba katarak ihtiyatla hareket etmek ve bu noktada öteki müslüman kardeşlerimizle, tartışmaksızın sohbet etmeyi bilmemiz gerekir. Onların yanlışlıklarını isbat etmek ve kendi yorumumuzu onlara kabul ettirmek yerine; “acaba ben yanılıyor muyum?” diye onlarla konuşmamız, belki daha doğru bir tavır olur.
Hüküm açık: İman etmedikçe cennete giremeyiz. Birbirimizi sevmeden gerçekten iman etmiş sayılmayız! Tefrika, rüzgârımızı keser ve bir uçurumun kenarına sürükleniriz.
Hidâyet Allah’ın elindedir. Biz kimseyi kurtaramayız. Kurtuluş reçetesi herkesin kendi gönlündedir. Biz cihad ederken bile, kendi sorumluluk bilincimizle hareket ederiz. Sonucu tâyin edecek olan Allah’tır. Kimsenin kalbini değiştiremeyeceğimiz gibi, kaderine hükmetme gücümüz de yoktur. 4612
Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı
İnsan, ihtilâflarla iç içe yaşamaktadır. Hayatımız onunla vardır. Ancak, ihtilâflar, lüzumu açısından farklılık arzeder. Meselâ bir câmi inşâsında pek çok malzeme kullanılabilir. Cami; kerpiçle, tuğlayla, ahşap veya betonarme olarak yapılabilir. Bu malzeme çeşitleri ve inşâ tarzları bir ihtilâftır, ama gereklidir. Zaman ve zemine, insan ve imkâna göre farklı olabilecek bir mimarî tarzında inşâ edilebilecek olan câminin binâsı, ancak çeşitli malzemelerden oluşan ihtilâfla ayakta durabilmektedir. İlgililerden hiç birisi bu ihtilâfı gereksiz ve günah görmez. Ama herkes, yapılacak olan bu câminin kıblesini tesbit hususunda ihtilâf olmaması gerektiğini bilir. Çünkü bu konu kitâbîdir. Kıble, Kitab’a göre tâyin ve tesbit edilmeli, bu hususta ihtilâf varsa giderilmelidir. Yapılan böyle bir câminin girişine, iman edenlerden bir kısmının girmesini yasaklayan bir yazının asılacak olması da başka bir ihtilâfı çağırır. Bu üçüncüsü, sosyal bir ihtilâf olur. Birincisi kevnî, ikincisi kitâbî, üçüncüsü de ümmî ihtilâftır. Kur’ân-ı Kerim, işte bu üç ihtilâftan söz etmekte ve çözüm tarzlarını sunmaktadır.
4612] Abdurrahman Dilipak, İslâm Cemaatine Doğru, s. 106-117
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1041 -
1. Kevnî İhtilâf: Bu, câmi yapım malzemelerindeki gibi, doğal ve zorunlu ihtilâftır. Sünnetullah’ın cereyan ettiği eşyadaki ihtilâf böyledir. Oluşun ve başlangıcın kendisi olan yer ve göğün birbirinden ayrılması (fıtk), böyle bir ihtilâftır.4613 Bu ihtilâflar, birer âyettir. İnsanların farklı oluşu, arının karnından farklı (ihtilâflı) renklerde bal çıkması birer âyettir.4614 Her olgu, âdet, beyyine, hârika ve işaret, ihtilâfı sergileyen âyetlerdir.4615 İşte bu âyetlerin neshinden söz edilebilir. Gece âyeti, gündüz âyeti ile mahvedilir. İnsanların irâdeleri dışında kalan, fıtrattan kaynaklanan anlayış ve anlatış farklılıkları da böyledir. Parmak izlerindeki çeşitlilik de kevnî bir ihtilâftır. Çocuk ve delilerin sorumsuzluğu, ya da herkesin anlama gücü (vüs’at) 4616 nisbetinde sorumlu olması bu kevnî farklılıktandır.
Ancak, bu kevnî farklılık, bir düzen içerisindedir. Kaosda (kargaşada) değil, kozmosda (kâinatta) mevcut olan bir farklılıktır. Bu kozmosda başkasının orijinalitesi ve fıtratı (fütûr) yoktur.4617 Kevnî oluşta muhtemel bir çatlak, Allah’tan başka bir kudretin varlığını akla getirirdi. Oysa İlâh tek, düzeni de tektir. Aksi takdirde fesat olurdu.4618 İnsanın bu düzenlilikteki çabası İlâh’ın yönetimine ortak olmaya değil; ihtilâftaki analiz ve senteze yöneliktir. Bu düzenlilikteki kevnî ihtilâfı okumada başarılı olanlar, Kur’an’ın ifadesiyle “isimleri bilenler” yeryüzünde halîfe olurlar.4619 Ama tekvînî âyetlerin kullanım projesi olan kitâbî âyetlerle ilişkisini kesenler, eninde sonunda bu dünyada ve mutlaka âhirette hüsrâna uğrayacaklardır.
2. Kitâbî İhtilâf: Câminin kıblesini tâyin etmede oluşan ihtilâf böyledir. Bu; Kitab’a, hükme ve hikmete bağlı bir ihtilâftır. Tenzîlî olan sünnetullahta ihtilâftır. Düşünemeyenlerin ihtilâfı kevnî idi; bu, düşünmeyenlerin ihtilâfıdır. İnsanın ihtilâfı denilince tenzîlî olan bu ihtilâf akla gelir. Yaratılış kıssasında insanın ilk adı olan “halîfe”, ihtilâf kökündendir.4620 İnsan iki kere ihtilâftadır. Çünkü hem nesnel, hem de öznel yapısında ihtilâf vardır. Vücutça değişmesi bir ihtilâf, sözden cayabilmesi (ihlâf) ise başka bir ihtilâftır.4621 Melekler de birbirlerine itiraz ederler, aralarında ihtilâf ederler.4622 Peygamberler de ihtilâf edebilirler.4623 Ama onlar ihtilâfta kalmazlar. Emanete hiyânet ve hikmete muhâlefet ederek şeytanlaşmak İblis'in işidir. Bu, farkta ihtilâfta kalmaktır. Farkta kalmanın sebebi "kendini yeterli görme"dir (istiğnâ). Bu, ilk nâzil olan sûrede Allah'a muhâlefet sebebi olarak bildirilmiştir.4624 "Kendini yeterli görmek"ten kaynaklanan ihtilâfta rahmet yoktur.4625 Rahmet, ihtilâfı Kitapla gidermekle elde edilir. Zaten Kitab, hidâyet ve rahmet yolunu göstermek, ihtilâf edilen konuları açıklamak için
4613] 21/Enbiyâ, 30
4614] 30/Rûm, 22; 16/Nahl, 69
4615] 2/Bakara, 164
4616] 2/Bakara, 286
4617] 21/Enbiyâ, 22
4618] 21/Enbiyâ, 22
4619] 2/Bakara, 30
4620] 2/Bakara, 30
4621] 30/Rûm, 6
4622] 38/Sâd, 69
4623] 20/Tâhâ, 92-94; 21/Enbiyâ, 78-79
4624] 96/Alak, 6-7
4625] 11/Hûd, 118-119; 27/Neml, 76; 2/Bakara, 176
- 1042 -
KUR’AN KAVRAMLARI
indirilmiştir.4626 Kitaplarda farklı şeriatler vardır; ama bu, dillerdeki çeşitlilik gibi zâhirdedir. Bâtındaki hikmette ihtilâf yoktur. Çünkü ihtilâfı bir hikmetle hükme bağlayan, bir olan Allah'tır.4627 Bunun içindir ki Kur'an'da ihtilâf yoktur. Bu; âyetleri iyice, sonuna kadar düşününce (tedebbür) anlaşılır. Tedebbür edenler, onda çelişki anlamında bir nesh olmadığını da anlarlar. Zaten nesh sünnetullahda değil; âdetullah'ta kevnî âyetlerde olur. Sünnetullahta olabilecek muhtemel bir nesh ise, kitâbî ihtilâfa, o da tefrikaya yol açacaktır. Tefrika da Kitab'ın yasakladığı bir şeydir.
3. Ümmî İhtilâf: Ümmetler farklı coğrafyalarda, farklı kimliklerle yaşıyorlar. Dil ve renklerinde olduğu gibi gidişatlarında da ihtilâftalar. Farklı sistem ve farklı yollara sahipler. Bu ümmetler, eğer kevnî sebeplerden ihtilâf ediyorlarsa hayırda yarıştıkça bu ihtilâfları müsbet görülmelidir. Ama ihtilâf sebebi kitâbî ise hayrın ölçüsü yitirilmiş olacağı için ihtilâf da sonuçta menfi olacaktır. Bu cins bir ihtilâfın sebepleri, şüphesiz negatif değerlerdir. Bireycilik, egoizm, şehvet, hırs ve sonsuz arzu gibi toplumları helâke sürükleyen bu duyguları, "hevâ" başlığında toplayabiliriz.4628 Bu hevâî duyguların hepsi "ben" merkezlidir. Birinci ve İkinci dünya savaşlarında ümmetleri ihtilâfa düşüren sebepleri de bu duygular beslemiştir.
Bireyde tercih belirleme merkezi olan nefisteki fücur ve takvâ, toplum düzeyinde yerini hevâ ve hedâya bırakır. Yani bireyin nefsinde oluşan ihtilâfı takvâ, ümmetin bünyesinde oluşan ihtilâfı hedâ sona erdirir. Toplumsal ihtilâfı sona ermezse, tefrika doğar. Tefrika, aynı kitaba (imama) bağlı olan ümmetin (imam) içinden, küfrî bir ihtilâfa doğru giden yoldur.4629 Yaratıcı, bu sonuca karşı toplumları uyarmak için, orta coğrafyada merkezî bir yer olan Ümmü'l Kurâ'ya (imam) Kitap indirmiştir. Bu kitabın bir kısmını alıp bir kısmını atmak bizatihî tefrikadır.4630 Kur'ân-ı Kerim, tefrikaya götüren bu tür ihtilâfın, azaba sürükleyeceğini bildirmektedir.4631 "Kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilâf edenler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır."4632 Hz. Peygamber'in arkadaşları, Bedir esirleri hususunda,4633 savaşlara iştirak hususunda4634 ve daha benzeri pek çok konuda ihtilâfa karşı uyarılmışlardır. Ama yine de ihtilâfları olmuştur. Hatta Hz. Ebûbekir zamanında, dinden çıkmaya varan tefrikalar olmuştur. Hz. Ali döneminde de etkileri günümüze kadar süren Cemel, Sıffîn ve Hakem olayları, vuku bulmuştur. Tarih boyunca gündemimizden düşmeyen Hâricîlik, Mu'tezilîlik, Şiilik ve Sünnîlik gibi adlandırmaların kökleri Hakem olayında gizlidir. Sahâbe döneminde başlayan bu olayların şiddeti, olduğu gibi kalmamış, zamanla artmıştır. Fikrî plandaki sert tartışmaların dozajı, Kitabın sakındırdığı tefrika noktasına ulaşmıştır.
Her konuda aynı düşünerek akşamlayan arkadaşlar, sabahleyin karşılaştıklarında farklı oldukları konu arayışına başlayacaklardır. Zaten insanın mayasında
4626] 16/Nahl, 63-64)
4627] 42/Şûrâ, 10
4628] 45/Câsiye, 23
4629] 98/Beyyine, 4-5
4630] 2/Bakara, 83-85
4631] 30/Rûm, 31-32; 6/En'âm, 153
4632] 3/Âl-i İmrân, 105
4633] 8/Enfâl, 67-69
4634] 24/Nûr, 62-63
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1043 -
var olan farklı görme hasleti, eğer şeytanın dürtüleri ile "kötü" için tahrik ve teşvik edilirse, bu haslet tefrikayı doğuracaktır. Yok eğer bu haslet yeryüzünde halîfenin imar ve ıslahını artırması için, ilâhî irâde ile yönlenirse tekâmül doğuracaktır. Farklı görme temâyülü, sonunda tekâmülü ve tefrikayı doğurur. Bu temâyülün faktörleri maddî ise, birey algılama, çevre, örf, ictihad, unutma ve benzeri farklı bilgilenme yollarından biriyle ihtilâf eder. Böyle bir ihtilâf kaçınılmazdır. Halîfe olarak yaşayabilmenin olmazsa olmaz şartıdır. Tekâmül için elzemdir. Bu ihtilâf nihâyet, bilgilenme faktörüne bağlı olduğu için, bilgi, tekâmül seyrini tefrikaya dönüştürmeyecektir. Kan dökecek ve fesat çıkaracak halîfenin yaratılışına meleklerin hayrette kalması ilimle son bulmuştur.4635 Ama eğer, o farklı görme temâyülünün etmeni, akletmemek, büyüklenmek ve benzeri rûhî faktörler ise, bilgi, bu tür ihtilâfı durduramayacaktır. Kur'ân-ı Kerim'in dilinde insanları azaba götürecek olan tefrikanın kaynağı bu ihtilâftır. 4636
Ümmî İhtilâfın (Tefrika) Çözümü:
1. Kitapla Çözüm: Çevre, gelenek, hurâfe ve uydurma rivâyet bataklığını Kitapla geçmek, ihtilâfları çözmede atılması gereken ilk ve en önemli adımdır. Kitabî hükümlerin bulunduğu son vahiy, Kur'an'dır. Kur'an'ın adlarından birisi de "imam"dır.4637 İçinde ihtilâfı bulunmayan4638 imamdır. Namazda, cemaate Kitapla imam olunur. Peygamberlerin, toplumlarına imameti de soyla değil; Kitapladır.4639 Halk da âhirette muhâsebe için imamları ile çağrılacaklardır.4640 "Topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın."4641; "Ayrılmayın (tefrika), Allah'ın ipine (Kitaba) yapışın (i'tisâm edin)." Bu âyet-i kerime, mâsum olanın Kur'an olduğuna işaret ediyor. Kur'ân-ı Kerim, iman edenlerin kopma, kırılma, çatlaması (infisâm) olmayan Kitab'a, kayıtsız şartsız bağlanmayı (i'tisâm),4642 onunla doymayı, onunla dolmayı öneriyor. Çünkü insanın oluşturduğunda kopma, kırılma ve çatlama olabilir. Ama Kitap Allah'tandır. Ondan olanda ihtilâf yoktur. İman edenler, onu mâsum bilmeli, "ismet" sıfatını da ona tahsis etmelidir. (İsmet, "mâsum" ve "yapışın" anlamındaki "i'tisâm" aynı köktendir.
İnsanlığın huzurunu bozan; kendini yeterli görme, büyüklenme, azma, şımarma, alay ve kıskançlık gibi rûhî hastalıkların kaynağı ırkçılıktır. Tefrikanın ve düşmanlığın rûhu ırkçılıktır. Bu hastalık, ancak mâsum kitapla temizlenir. Irkçı Evs ve Hazrec'in düşmanlığını da vahy nimeti temizlemiş, onları ateşten bir çukurun kenarından kurtarıp kardeşler yapmıştır. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız.” 4643
2. Fıtratla Çözüm: Kitab'ı anlarken nefsî hastalıkların oluşturduğu ihtilâfları,
4635] 2/Bakara, 30-34
4636] 8/Enfâl, 70-73
4637] 11/Hûd, 17
4638] 4/Nisâ, 82
4639] 2/Bakara, 123-124
4640] 17/İsrâ, 71
4641] 3/Âl-i İmrân, 103
4642] 2/Bakara, 256
4643] 3/Âl-i İmrân, 103
- 1044 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fıtratla geçmek, Kur'an'ın tefrikayı önlemek için getirdiği önerilerden birisidir. Kur'ân-ı Kerim, yahûdi ve hıristiyanlara tartışma yürüttükleri isimleri terkedip, hepsinin de birleşebilecekleri Hz. İbrahim'i teklif eder. Onun yahûdi, hıristiyan veya müşrik olmayıp, hanîf bir müslüman olduğunu4644 vurgular. Hanîflik, yaratılış temizliğine inerek Allah'ı birlemektir.4645 Bu, fıtrata dönmekle mümkün olur.4646 Fıtrat, fâtır olan Allah'ın yaratmasındaki kusursuzluk ve suçsuzluk halidir. Hamd ve ibâdetin temelidir.4647 Zanna uymadan, beyyine ile yaşamaktır.4648 Nassları cehlen te'vil etmeden,4649 haberi araştırarak,4650 geleneği4651 ve akraba taassubunu geçerek,4652 bey/efendi ve büyüklere bağlanmadan4653 yaşamaktır.
3. İhsan ve Islahla Çözüm: Bireysel ilişkilerdeki tıkanmaları, ihsan ve ıslahla geçmek, tefrikayı önlemek için gösterilen Rabbânî yollardan birisidir. Elbette, tefrikaya düşmemek için, tefrikanın mantığından uzak olmak, en gerekli bir yoldur. Herkese iyi davranmak ve güzellikler sergilemek anlamına gelen ihsân4654 bireyi tefrikanın semtinden uzak tutar. İhsan, ikram etmekten daha geniş ve adâletli davranmaktan da daha yüce bir harekettir. Kişiye bulunduğu hal üzere, onu olduğu gibi kabul ederek yardım etmek, fedâkârlıkta bulunmak, karşılık beklemeden fazla vermek, yapılan işi güzel yapmak, hayvanı da keserken güzel kesmek, bunların hepsi ihsân cümlesindendir. Tefrika, bu güzellikler arasında bulunamaz. Cuma hutbelerinde hâlâ okunmakta olan ihsân âyetini, büyük fitne ve tefrika dönemlerinde hutbelerde okutmayı başlatan kişinin Ömer bin Abdülaziz olduğu söylenir. Âyetin meali şudur: "Allah; adâleti, ihsânı, akrabaya vermeyi emreder; fahşâdan, münkerden ve bağyden men eder. Tutasınız diye böyle öğüt verir." 4655 Abdullah İbn Mes'ud; "eğer bundan başka âyet olmasaydı bile, bu âyet Kur'an'ın her şeyi beyan edici ve âlemlere hidâyet ve rahmet olmasına yeterdi" der. Allah, şehvete/hevâya uyarak saldırmayı yasaklıyor, adâleti emrediyor, kötü ve çirkin muâmeleyi yasaklıyor, yakınlara vermeyi emrediyor. Başka bir âyette de ihsân, Allah'a ibâdetten sonra ve herkese emrediliyor. 4656
Herkese yapılacak olan bu ihsânı, salâh takip etmelidir. Salâh, emr-i bi'l-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker yapmaktır. Her ihsân, içinde salâh bulundurmalı, yahut arkasından salâh yapılmalıdır. Yani ihsânla takviye edilen her kişi, salâh ile takibe alınmalıdır. İhsân ile kendisine yardım edilen kimse, sâlâh ile uyarılmazsa, bilgilendirilmezse, başkalarınca tefrikaya âlet olabilir. Yapılan salâh da ihsân içeriğinden yoksun olursa zulme dönüşebilir.
4. Hoşgörü ve Şûrâ İle çözüm: Şûrâ; meşveret, istişâre ve işâretle aynı kökten bir kelimedir. Bu kök, arı kovanından bal almak için de kullanılır. Bu anlamları
4644] 3/Âl-i İmrân, 67, 95; 2/Bakara, 135; 4/Nisâ, 125
4645] 98/Beyyine, 4-5
4646] 36/Yâsin22
4647] 36/Yâsin, 22
4648] 6/En'âm, 116; 49/Hucurat, 12; 53/Necm, 23
4649] 3/Âl-i İmrân, 7
4650] 49/Hucurât, 6; 12/Yûsuf, 111; 18/Kehf, 13
4651] 18/Kehf, 55
4652] 4/Nisâ, 135
4653] 33/Ahzâb, 66-67; 5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21
4654] 4/Nisâ, 36
4655] 16/Nahl, 90
4656] 17/İsrâ, 23
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1045 -
ile düşünülürse, çağa, çağdaki İslâm cemaatine uymak şeklinde algılanan sevâd-ı a'zam4657 fikri, şûrâ yönteminin dışında kalır. Cemaate uymak da, şûrâya uymakla eşitlenemez. Şûrâda, ilgililer arasında danışma, bilgilenme4658 ve anlaşma vardır.4659 Bu anlamda Rıdvan beyatı ile yapılan güven oylaması, şûrevî bir neticedir.
Hoşgörü ise, yapılacak diyaloga güzellik (ihsân) katmaktır. Kurân-ı Kerim, zâlimlerin dışındakilere ihsân ile mücâdeleyi emreder. Bu tarz, örf olan şeyi görmek için gereklidir. Coğrafyaları, âdetleri ve dilleri farklı olan toplulukların bu durumları örf olanı bulmayı kolaylaştırmak içindir (teârüf).4660 "Emruhum şûrâ beynehum (Onlar da bir nevi şûrâ yaparlar)."4661 âyetindeki "emr", sanki emr-i bi'l-ma'rûftaki "emr"dir. Öyleyse şûrâya katılan reyleri ma'rûf olanı gösterecektir. Eğer ma'rûf olanı tesbit için, şûrâ Kur'ânî bir gereklilik ise, sosyal işlerde mezhebî bir görüşte ısrar edip mezhep bağnazlığı yapmak, mekruh sayılmalıdır.
Bizim yapmamız gereken, nefsî marazları fıtratla, gelenek çölünü Kitapla, bireysel problemleri ihsân ve ıslâhla, toplumsal müşkilleri de hoşgörü ve şûrâ ile geçmeye çalışmaktır.
"Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç. Onlar için mağfiret dile. İş hakkında onlara danış. Bir kere de azmettin mi Allah'a dayan..." 4662
Mehdiler, Mesihler, Müceddidler, Halifeler, Emirler, Kurtarıcılar çıkıyor; bunlar ihtilâf konusunda çözüm olmak yerine daha büyük sorun oluyor; bu sefer de müslümanlar onlardan kurtulmak için daha fazla uğraşmaya çalışıyor. Düşmanlardan çok, dost zannedilenler İslâm’a ve müslümanlara zarar veriyorlar. Akıllı düşman yerine akılsız dostlar ihtilâfları daha fazla körüklüyor; tefrikaya, fitne ve fesada sebep oluyorlar.
Dünyevî sonuca ayarlanmış bir mücâdele, İslâmî mücâdele değildir; önemli olan dünyevî başarı değil; bu sürecin kendisidir, kulluk sınavını başarmak, her an sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışmaktır. Tevfik, nusret, zafer, başarı kulun elinde değil; Allah’tandır. Hemen sonuca ulaşmayı istemek, başarıyı kâfirler gibi dünya ile sınırlandırmak, dini aşırı siyasallaştırmak, siyasî değişim ve dönüşümün zamanı uzadıkça ümitsizliğe kapılmak da genç müslümanların zaaflarından. Toplumsal ve siyasal değişim ve dönüşümün sünnetullah açısından belirli kuralları vardır. “...Bir toplum, kendilerindeki özellikleri değiştirmeden Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onlar için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları yoktur.” 4663
Siyasal hâkimiyet, görevlerini yerine getiren müslümanlara Allah’ın vereceğini vaadettiği bir nimettir, meyvedir. Bu hilâfete liyakat kesbeden muvahhid mü’minlere, Allah'a şirk koşmadıkları ve sadece O’na kulluk ettiklerinde ulaşacakları Allah’ın bir ihsânı... “Allah, sizlerden iman edip sâlih amel işleyenlere,
4657] İbn Mâce Fiten, Ahmed bin Hanbel, 4/378
4658] 2/Bakara, 233; 42/Şûrâ, 38; 24/Nûr, 62
4659] 48/Fetih, 18
4660] 49/Hucurât, 13
4661] 42/Şûrâ, 38
4662] 3/Âl-i İmrân, 159; Ahmet Baydar, Haksöz 56 (Kasım 95)
4663] 13/Ra’d, 11
- 1046 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerinden öncekileri halîfe kılıp (devlet verip) sahip ve hâkim kıldığı gibi sizi de yeryüzüne halîfe kılacağını, sahip ve hâkim yapacağını, sizin için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) sizin iyiliğinize yerleştirip koruyacağını ve geçirdiğiniz korku döneminden sonra, bunun yerine size güven sağlayacağını vaadetti. Çünkü onlar Bana kulluk/ibâdet ederler; hiçbir şeyi Bana şirk koşup eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl fâsıklardır, büyük günahkârlardır.”4664 Nasılsak, öyle yönetileceğiz; ancak lâyık olduğumuz gibi idare olunacağız. Zaferin Allah'a ait olduğunu, O’nun yardımı için maddî mânevî sebeplere yapışılması gerektiğini unutmamak gerekiyor.
Günümüz müslümanı, eski dönemlerdeki müslümanlardan çok büyük imkânlara sahiptir. Tabii, bu nimetlerin sorumluluklarını yerine getirip sınavlarını kazanmak da o derece zordur. Çağdaş müslümanlar, büyük çapta ilim elde etti, ama o ilmin ahlâkını kazanamadı. Aracı elde etti, ancak hedefi ve gayeyi yitirdi. Bir mendup veya bir mubah hakkında tartışırken, elinden nice vâcipler kaçtı. Münâkaşa sanatını iyi biliyordu, fakat tartışma âdâbından ve uyulması gereken ahlâkî kurallardan haberi yoktu. Kardeşlik hakkında nutuklar atabiliyordu, ama kardeşlik hukukuna riâyeti çoğu zaman aklına getirmiyordu. İşte bu yüzden, sefil bir hayata müslümanları mahkûm eden ve güçlerini zayıflatan iç çekişmelerin ve kavgaların kurbanı olundu. Müslümanlar, küçük meseleleri, teferruatla ilgili veya pratik değeri olmayan soyut konuları tartışır ve diğer cemaatlere mensup müslümanları eleştiri bombardımanına tutarken, kâfirlerin topa tuttuğu temel İslâmî ve insanî değerlere sıra gelmiyor, onlarla mücadeleye fırsat kalmıyordu. Tarihten ibret alınmıyor, İslâm tarihindeki acı tefrika sayfalarına sadece tarihî bilgi gibi bakılıyor. Günümüzdeki problemlerle tarihî miras arasında doğru bağlar kurulmuyor. Fatih’in ordusu, İstanbul’u fethetmek için toplarla surları döver ve Bizansın surlarında büyük gedikler açarken, hıristiyan din adamları ve akademisyenler, Ayasofya’da haftalardır devam eden soyut tartışmalarla meşgul idiler: “Meleklerin cinsiyeti nedir?”, “Firavun, ölmeden Hz. Mûsâ’ya iman etmiş miydi, etmemiş miydi?” Çağdaş müslümanların durumlarının da bu tavırdan pek farklı olmadığı acı gerçeğini paylaşmayacak kimse var mı?
Allah Teâlâ, geçmiş ümmetlerin içine düştükleri mânevî hastalıklardan bizi sakındırmakta, ibret olması için onların tarihlerini bize anlatmakta, aynı delikten ikinci defa ısırılmamamızı istemektedir: “Hepiniz O’na yönelerek ittika edin (O’na karşı gelmekten sakının), namazı ikame edin/kılın; müşriklerden olmayın; Ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.”4665; “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur...”4666 Bu âyette ilk planda kötü örnek olarak belirtilen kitap ehli, ilim ve irfandan yoksun oldukları için değil; elde ettikleri ilmi, hevâlarına âlet etmek, aralarında fesat çıkarmak için kullandıklarından dolayı helâk olmuşlardır. “Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler...”4667 Kitab’ın vârisi olacağımız yerde; kitap ehlinin hastalıklarını mı miras aldık? İlim ve irfanı miras alıp onların gereği olan tevhîdî ahlâk kurallarına uyacağımız yerde ahlâksızlığı mı devraldık?
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa
4664] 24/Nûr, 55
4665] 30/Rûm, 31-32
4666] 6/En’âm, 159
4667] 3/Âl-i İmrân, 19
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1047 -
düşmeye devam ederler...”4668 Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti olacağı yerde, bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. İş öyle bir hale gelmiştir ki, farklı görüşe sahip müslümanlar, birbirlerini ortadan kaldırmaya, hatta farklı görüşteki müslümanlara karşı savaşmak için din düşmanlarından yardım istemeye kadar gitmiştir. Bunun eski ve yakın tarihte pek çok canlı örneği vardır.
“Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.
İslâm âlemi, Allah’ın Kitabına, Peygamberinin sünnetine bağlı tek bir ümmetten, tek devletten bugün seksen yedi devletçik haline gelmiştir. Bunların hemen hepsi, birlik sloganları atsalar da, aralarındaki anlaşmazlıkların nerelere vardığını hepimiz biliriz. Suyun önündeki çerçöp gibi, kâfir ve emperyalist devletlerin elinde oyuncak olmuş durumdalar. Bazen bir ülkedeki müslümanın diğer ülke müslümanlarına düşmanlıkları, İslâm düşmanı kâfir devletlere ve zâlim tâğutlara düşmanlıklarından fazla olabiliyor. “İyi ama onların mezhebi...”, “tamam da, onlar bizi arkamızdan vurmadılar mı?”, “kabul, ama onların sistemi...”
Olayı bu ülkelerde hâkim olan rejimlere ve devlet yapılarına getirdiğimizde durum daha da acı olmaktadır. İşgalci kâfir bir devletin, sömürgesi olan ülkeye, kölelerine yapmayacağı zulmü, kendi vatandaşlarının özellikle dinî özgürlüklerine, ahlâk ve sosyal yaşantılarına tavır aldıklarını, yöneticilerin müslüman adı taşıdıkları için, istilâcı düşmandan farklı zannedildiği için, hem Batıdaki büyük patronları ve hem de onların piyonu olarak kendilerinin işlerinin kolaylaştığını değerlendirmek gerekiyor. Sebeplerin başı; müslümanların uğraştığı gayrı meşrû ihtilâflar, sürtüşme ve tefrikalar. Dahası, müslümanların gafleti, yöneticilerinin ihâneti sâyesinde seksen yedi küçük ülkeye ayrılmış müslümanların, kendi coğrafyalarında ve birbirleriyle de vahdeti oluşturamayışları, ihtilâfın boyutlarını gözler önüne seriyor. Her ülkede, her mezhebin içinde, her büyük cemaatin bünyesinde bile pek çok ayrılıkçı oluşumlar bulunabilmektedir. Ne yazık ki, bugün kurtarıcılık yükünü omuzlayıp İslâm için çalıştığı zannedilen kimselerin hali, kendi resmî kurumlarından daha iyi bir durumda değildir.
İç çekişmeleri tırmandırmanın ve tefrika ateşini körüklemenin müslümanlara neler kaybettirdiğini ve hâlâ kayıpların devam ettiğini iyi düşünmeli ve dinimizin emrettiği cemaat, vahdet, kardeşlik, kul hakkı, ahlâk gibi değerlere sahip çıkılmalıdır. “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”4669 Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Aranızda nizâ etmeyin ki, “feşel”e düşersiniz, yani zayıf, tembel, çekingen ve korkak olur4668]
11/Hûd, 118
4669] 8/Enfâl, 46
- 1048 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sunuz; salaklaşır, yılgınlaşırsınız. Ve rüzgârınız kesilir, havanız söner, ağırlığınız kaybolur, devletiniz elden gider.”4670 Evet, birbirinize düşerseniz, rüzgârınız gider; enerjiniz, gücünüz, dayanışma ruhunuz, gayretiniz kesilir kaybolur. Bizi başarıya götürecek olan asıl rüzgâr, Allah’ın lütfu ve yardımıdır. Bu nimet de, ancak O’na itaatle, toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılmakla gerçekleşecektir. Fahreddin Râzî de tefsirinde, bu âyetle ilgili olarak Mücâhid’in şu görüşüne yer veriyor: “Rüzgârınız gider” demek, “size olan ilâhî yardım gider” demektir. 4671
Bu ifade, Hz. Ömer’in cephede bulunan komutanı Sa’d bin Ebî Vakkas’a yazdığı mektubu hatırlatıyor: “...Sana ve beraberindekilere düşman karşısında gösterdiğiniz dikkatten daha fazla, günahlarınız karşısında dikkatli olmayı emrediyorum. Çünkü, İslâm ordusunun günahları beni, düşmanlardan daha çok korkutuyor. Müslümanlar, ancak düşmanlarının Allah'a karşı isyanları sebebiyle yardım olunuyorlar. Eğer bu olmasa, bizim onlara karşı hiçbir kuvvetimiz yoktur. Biz onlara karşı ancak fazilet ve takvâmız nedeniyle yardım olunuyoruz; yoksa sadece gücümüz sâyesinde gâlip gelmiyoruz. Eğer günahta onlara eşit olursak, kuvvette onlar bize üstün hale gelir. Allah yolunda bulunduğunuz halde Allah'a karşı günahlar işlemeyin.” 4672
Tefrika; İhtilâfın Şiddetle Haram Olan Şekli
“Tefrika”, ‘feraka’ fiilinden gelmektedir. Bu fiilin masdarı olan ‘fark’, ayrışmayı anlatan bir kelimedir. Fark, iki şey arasını ayırmak, farklı olmak, ayrılmak, yol çatallı olmak gibi anlamlara gelir. Tefrika ise, eşyayı birbirinden ayırmak, insanlar arasına düşmanlık sokmak, parçalara, bölüklere ayırmak, parçalamak demektir. Aynı kökten gelen ‘fırka’ ise, insanlardan ayrılan bir topluluk demektir. İslâm tarihinde mezheplere ve cumhuriyetin ilk yıllarında siyasî partilere de ‘fırka’ denilmiştir. Tefrika, bölüklere, fırkalara, partilere, parçalara ayrılmayı ve böylece bir bütünü parçalamayı ifade eder ki Tevhid dini olan İslâm’ın izin veremeyeceği bir şeydir.
İslâm’ın Câiz Görmediği Tefrika: Kur’an diyor ki: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın. Dağılıp ayrılmayın…”4673 Kur’an, mü’minlere bu emri verirken, dinlerini parçalayıp fırka fırka, grup grup olan insanların tutumlarını da gözler önüne seriyor. Esasen insanlar Tevhid dinine inanan bir ümmet idiler. Ancak zamanın akışı içerisinde Tevhid dinini bozdular, parçaladılar, yani dinde ayrılığa düştüler, kendi uydurdukları dinlerin peşine gittiler. “Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp (tefrika olup) anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” 4674
Tefrikanın şirke yol açtığı açıktır. Çünkü ‘fıtrat’ dinini bozmanın sonucu birden fazla ilâha kulluk yapmaktır. Şirk düşüncesine sahip olanlar, Tevhid dininin bütünlüğüne zarar verirler, onu kendi kafa yapılarına uydururlar, sonra da her uydurdukları şeye din diye uyarlar. “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanîf) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerinde yaratmıştır. Allah’ın yaratışı
4670] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 4, s. 237-238
4671] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Y. 11/328
4672] Seyyid Sâbık, Fıkhu’s-Sünne, Pınar Y. c. 3, s. 345
4673] 3/Âl-i İmrân, 103
4674] 3/Âl-i İmrân, 105
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1049 -
için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın. (O müşrikler ki) kendi dinlerini parçaladılar ve kendileri de grup grup (bölük bölük) oldular; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinmektedir (en doğru yolda olduğunu sanmaktadır).” 4675
Görüldüğü gibi, insanlar yüzlerini fıtrat dinine çevirmekle sorumlu iken, bazıları bunu bozmakta, tefrika çıkarmakta, farklı fırkalara ayrılmakta ve sonra yine tefrika olmakta, yeni gruplaşmalar meydana gelmekte, alt tabakalarda bu parçalanma devam edip gitmektedir. İşin ilginç yanı, Tevhid dininden uzağa düşen ve farklı din gruplarına ayrılan bu kimseler kendilerinin doğru yolda olduğunu hayal ederek sevinç duymaktalar. Aslında, dinde tefrika çıkarmanın, dini parçalamanın sebebi insandaki ‘bağy’ duygusudur. Doymayan bir nefsin sahibi azgın kimseler, başkalarının haklarına tecavüz ederler ve kendi görüşlerini din haline getirmeye çalışırlar. Böyleleri elbette Hak dine kulak vermezler. Bunu yalnızca müşrikler değil, kendilerine Kitap verilen insanlar bile yapmışlardır. 4676
Allah (c.c.) kendi yolunu insanlara bildirdikten sonra “İşte Benim yolum budur, buna uyun” buyurmaktadır. Tevhid Dinine sımsıkı sarılmak insanları tefrika illetinden kurtarır. Yoksa ‘bağy’ edenlerin peşine gidilirse, onların düzenlerine uyulursa vahdetin (birliğin) olması mümkün değildir.
Tefrikanın Boyutları: Tefrika, yani dini bozma, onda ayrılığa düşme, fırka fırka olup dağılma hastalığı yalnızca müşriklere ait bir yanlış değildir. Aynı hataya müslümanların da düşmesi mümkündür. Eğer onlar da Din’i dimdik ayakta tutmazlarsa; Din’i, Allah’ın gönderdiği ve Peygamberin öğrettiği gibi yaşamazlarsa, hatta Din’i kendi akıl ve pozisyonlarına uydurmaya kalkarlarsa aynı sonuç meydana gelir. “O: ‘Din’i dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa (tefrikaya) düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için bir şeriat kıldı…”
Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Hâlbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.
Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Yukarıda geçtiği gibi müşriklerin yaptığı da buydu. Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır, Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini
4675] 30/Rûm, 30-32
4676] 3/Âl-i İmrân, 19; 98/Beyyine, 4; 42/Şûrâ, 14
- 1050 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları, yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir. 4677
Dinde tefrika çıkarmamanın yolunu Kur’an şöyle gösteriyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün. Şâyet Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız…” 4678
“Tefrika girmeden bir millete, düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!”
Cemaat; Gayrı Meşrû İhtilâfların Olmadığı Topluluk
“Cemaat” kelimesinin aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem’ fiilidir. Cemaat, sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya toplanan insan topluluğuna verilen addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla ‘cemaat’; İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde “cemaat”tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhidî esaslara inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.
Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında bir araya geldiğinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir. Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgarî müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacının bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü, akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler. Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir imamın (önderin) bulunması gerekir.
Namaz ve Cemaat: İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir. Peygamberimiz'in cemaatla namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği bu nedenle daha iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarında seçtikleri ya da uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun
4677] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 687-690
4678] 4/Nisâ, 59
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1051 -
komutuyla rukû’ ve secde yaparlar. Onunla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar.
Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte ama ondan sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer mü’minlerle beraber yapar. Namazda kendi başına hareket etmez, diğer müslümanlarla birlikte aynı amacı gerçekleştirmeye, yani namazı ikame etmeye (yerine getirmeye) çalışır. Cemaatle kılınan namazdaki hiyerarşik düzen, müslümanların oluşturacağı toplumun düzenine de bir işarettir. Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin genişliğine göre onun arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit düzeni değil, eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular ve imtiyazlılar sınıfı yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.
Cemaat Anlayışı ve İslâm Toplumu: İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal ve’l akd (imam, halîfe, emir sahibi, veliyyü’l-emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Onların önderleri kendileri gibidir, hiç bir üstünlüğü yoktur ve onların serbest oylarıyla (biatleriyle) seçilmişlerdir. Namazdaki imam gibi yetkileri sınırlıdır ve o Allah’a itaat ettiği müddetçe mü’minler de ona itaat ederler. Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi; hiç kimse de ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz.
Mü’minler, tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında de birbirlerinin yanındadırlar. Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları gibi, müslümanlarla niçin bir arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir. Onların aralarındaki bağ iman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile, hizip, ya da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği hiç değildir. Müslümanlar bulundukları yerlerde küçük cemaat olsalar bile aynı özelliği taşırlar, aynı şuura sahiptirler. Herhangi bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen mü’min topluluklarının da bundan farklı yanları yoktur.
Bazen bütün müslümanların bir önderin (imamın) yönetimi altında bir araya gelmeleri mümkün olmayabilir. Şartlar buna müsaade etmeyebilir. Günümüzde müslümanlar farklı coğrafyalarda ve farklı bağımsız(!) ülkelerde yaşamaktadırlar. Bir çok ayrı siyasî güç müslümanlara hâkim durumdadır. Buna rağmen onlar İslâm’ın genel esasları ve hedefleri etrafında bir cemaat olmak durumundadırlar. Onlar birbirlerinin kardeşidirler. Herkes birbirinin destekçisi, yardımcısı ve duâcısıdır. Müslümanlar bulundukları yerde, az da olsalar cemaat anlayışını yaşatmakla görevlidirler. Bazı mü’minler, bir amacı ya da bir hedefi gerçekleştirmek üzere bir araya gelebilirler, bir grup çalışması yapabilirler. Vakıf, dernek ve teşkilat çatısı altında örgütlenebilirler. Bu şekilde oluşan cemaatler, kendi aralarında bazı prensipleri uygulasalar bile, diğer müslüman cemaatlerle İslâm kardeşliği çerçevesinde ilişki kurarlar, ayrılık gütmezler, onlara sırtlarını dönmezler.
Bir cemaatin İslâmî olup olmaması, onun İslâmî prensiplere ne kadar uyduğuna bağlıdır. “En iyi cemaat biziz” iddiası geçersizdir. Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi
- 1052 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cemaatinin veya grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini vurgulamakta, onları vahdete dâvet etmektedir. Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar. ‘Cemâdât’, yani şuursuz, sıradan sürü haline gelirler. Sürüleri güden çobanlar de her zaman bulunur.
Cemaat Olmanın Önemi: İslâm, cemaat dinidir. İslâm’ın ilke ve prensipleri en güzel şekilde cemaatle beraber yerine getirilir. İslâm, müslümanların şuurlu cemaatler olmasını emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Böyle bir cemaat mü’min için koruyucu bir elbise, kale gibidir. Cemaat olan mü’minler birbirlerini daha iyi tanırlar, birbirlerini sever sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin durumlarından haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar. Tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler. 4679
İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedâkârlık ve saygı vardır. Onların arasında sınıf, soy, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi şeyler yoktur. Kur’an, müslümanları Kur’an etrafında bir araya gelmeye dâvet etmektedir.4680 Dinlerini parçalayanlar gibi parça parça olmaktan sakındırmaktadır. 4681 Allah (c.c.), kuvvetli bir bina gibi bir araya gelip kendi yolunda cihad eden mü’minleri sevmektedir. 4682
Peygamberimiz (s.a.s.) de, birçok hadisinde müslümanlara cemaat olmayı teşvik etmekte, bunun önemini bildirmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.”4683 Bunun yanında cemaatle namaz kılmayı çok önemsemekte, mü’minlerin cemaatle namaz kılarak çok fazla karşılık alacaklarını haber vermektedir. Kur’an Hz. Peygamber’e, düşman korkusu olsa bile mü’minlere namazı cemaatle kıldırmasını emretmektedir.4684 Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneği beraber namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâmî cemaatin temelini atar, cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın derecesi tek başına kılınana göre yirmi beş, veya yirmi yedi derece daha yüksektir. 4685
İslâm’a göre cemaat olma o kadar önemlidir ki, iki kişi bir araya gelseler, hemen cemaat olmaları tavsiye edilir.4686 Cemaate devam etmenin sevabı kadın ve erkek mü’minler için aynı derecededir. Peygamberimiz kadınların cemaate
4679] Buhârî, Edeb 27, 8/12; Müslim, Birr 17, hadis no: 2586, 4/1999
4680] 3/Âl-i İmrân, 103
4681] 30/Rûm, 32
4682] 61/Saff, 4
4683] Ahmed bin Hanbel, 4/145
4684] 4/Nisâ, 101-102
4685] Buhârî, Ezân 30, 1/166; Müslim, Mesâcid 42, hadis no: 649, 1/449; Ebû Dâvud, Salât hadis no: 559, 1153; İbn Mâce, Mesâcid 16, hadis no: 786-790, 1/258; Tirmizî, Salât 245, hadis no: 330, 2/150
4686] Buhârî, Ezân 35, 1/167; İbn Mâce, İkametu’s-salât 44, hadis no: 972-975, 1/312; Nesâî, İmâmet 43-44, 2/80
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1053 -
gelmelerine engel olunmamasını istemiştir.4687 Müslümanlar farz namazları, Cum’a ve bayram namazlarını cemaatle kılarlar. Cum’a ve bayram namazlarının ancak cemaatle kılınması, tek başına kılınmasının mümkün olmaması oldukça önemlidir. Şüphesiz Cum’a ve bayram, mü’minlerdeki cemaat şuurunu kuvvetlendirir, onları birbirine yaklaştırır, aralarındaki kardeşlik ilişkilerini artırır.
İnsan, yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorundadır. İslâm, müslümanları şuurlu bir toplum olarak yetiştirmek istiyor. Bir arada yaşama bilinci, fedakârlığı, başkalarını hesaba katma, hak ve hukuka uyma ahlâkını, yardımlaşma, acıları paylaşma, nimetleri ve külfetleri bölüşme anlayışını geliştirir. İslâm bütün bu ideallerin en güzel bir şekilde yerine getirilmesini, bunların bir ibâdet bilinciyle yapılmasını istemektedir. Cemiyet (toplum) içinde yaşadığının farkında olan, her konuda onları da hesaba katar. Ancak kendi bencil duygularını doyurmak isteyenler, kibirliler ve başkalarının haklarına tecavüz etmeyi normal görenler, bu anlayışın dışına çıkarlar. İslâm, toplum halinde yaşama ihtiyacını en doyurucu bir biçimde teklif ediyor ve bunun kurallarını ortaya koyuyor. Bunun için İslâm cemaati, peygamber ve ilâhî vahye inanma mantığı üzerine kurulur ve gelişir. Bu cemaatin gayesi de Allah’ın hükmüne daha güzel bir şekilde uyabilmektir. Mü’minler, cemâdât olma yanlışlığından cemaat olma şuuruna yükselmelidirler. 4688
Vahdet; Özlenen Birlik ve Bütünlük
“Vahdet”, “tevhid” kelimesi ile aynı köktendir; ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır. Tevhid, birlemek; vahdet de birleşmek demektir. Allah’ı birlemeyen, tevhide iman edenlerle birleşemeyeceği gibi; vahdet anlayışından ve ahlâkından mahrum insanın da gerçek muvahhid olması beklenemez.
Vahdet Zarûrîdir. Çünkü;
Kur’an vahdeti emretmektedir. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın...”4689; “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”4690; “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.”4691; “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”4692; “...Müşriklerden olmayın; Ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.”4693; “Mü’minler ancak kardeştirler.” 4694
Sünnet vahdeti emretmektedir. “Allah’ın eli cemaatle beraberdir.”4695;“Cemaat
4687] Buhârî. Ezân 162, 1/218; Müslim, Salât 30, hadis no: 442, 1/326; Ebû Dâvud, Salât 52, hadis no: 565-568, 1/155
4688] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 101-104
4689] 3/Âl-i İmrân, 103
4690] 3/Âl-i İmrân, 105
4691] 6/En’âm, 159
4692] 8/Enfâl, 468/Enfâl, 46
4693] 30/Rûm, 31-32
4694] 49/Hucurât, 10
4695] Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6)
- 1054 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.”4696; “Bereket, cemaatle beraberdir.”4697; “Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.”4698; “Cemaatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” 4699
Akıl vahdeti emretmektedir. Tek başımıza kaldıramadığımız ağır bir yükü, elbirliğiyle birleşerek kaldırabiliriz. Dâvânın hâkim olması, küfre ve zulme kıyâm edilmesi gibi birkaç kişinin kaldıramayacağı cihad yükünü de ancak birleşerek yerine getirebiliriz. Tek tek kırabildiğimiz ok gibi çubukları, büyük bir demet yapılınca kıramayacağımız gibi, sürüden ayrılıp tek kalanı kurdun yediği gibi, bireysellik cinden ve insandan şeytanların tuzaklarına kolay düşürür, vahdetten uzak insan, onların kolay avı olur.
Tarih vahdeti emretmektedir. Başta Benî İsrâil olmak üzere, nice eski kavimler tefrika yüzünden acı mağlûbiyetler tatmışlar, niceleri tarihten silinmişlerdir. Beylikler dönemindeki durum ile Osmanlılar arasındaki fark ve yine ırkçılık, milliyetçilik gibi ümmetin vahdetini bozan fikirlerle tek ümmet ve büyük tek devletten küçük küçük 87 ülkeye ayrılmış, ciddî ağırlıkları olmayan günümüz müslüman dünyasının durumu, ibret almak için yeterlidir.
Günümüzün/çağımızın konumu vahdeti emretmektedir. Avrupa ülkeleri, aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.
Ekonomi vahdeti emretmektedir. Müslümanların kalkınması, sömürü ve kapitalizmin zulüm çarklarından kurtuluşu, kendi ekonomik güçlerini birleştirip ortaklaşarak ticârî kuruluşlar, holdingler kurmalarını gerektirmektedir. Devir, bakkal devri olmaktan çıkıp süper ve hiper marketler devri olmuştur. Bu da kapitalist vampirlerin mü’min kanı emerek azgınlaşmaması açısından müslümanların vahdetini gerektirmektedir.
Mevcut müslümanların konumu, din düşmanlarının tavrı vahdeti emretmektedir. Kısa bir müddet önce Afganistan ve Çeçenistan’ın Ruslar, Bosna Hersek’in Sırplar, Filistin’in siyonistler tarafından resmen işgali ve bunlardan daha acı olan kâfirlerin yerli işbirlikçi İslâm düşmanları tarafından devletlerinin işgali, onların yönlendirdiği medyanın, çevre şartlarının, eğitimin oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, mü’minlerin birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler, İsrail’i sel alıp götürür. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor.
Tecrübe vahdeti emretmektedir. Yüzlerce senedir müslüman halk kültürünün ortak ürünü olan atasözleri, bu deneyimi aktarır: “Nerde birlik, orda dirlik.” “Bir elin nesi var? İki elin sesi var.” “Tek el, kendini yumaz.”
4696] Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278
4697] İbn Mâce, Et’ıme 17
4698] Buhârî, Fiten 2
4699] Buhârî, Ezân 30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1055 -
Matematik vahdeti emretmektedir. Alt alta dizilen/yazılan meselâ dört tane 1, en fazla 4 ederken; aynı safta dizilen, yan yana gelen dört tane 1ise, 1111 (bin yüz on bir) edecektir. Dört tane 1'in yanyana gelip birleşmesi, 1111'in gücüne eşitlenecektir.
Dünya huzuru vahdeti gerektirmektedir. Fesat ve kargaşanın, tefrika ve sürtüşmenin gereksiz tartışma ve ihtilâfın, eleştiri bombardımanının olduğu ve bireyselciliğin öne çıkıp herkesin sadece kendini düşündüğü yerde huzur olmayacak; kardeşlik ve vahdetin, ittifak ve cemaatin olduğu yerde ise huzur olacaktır.
Âhiret saâdeti vahdeti gerektirmektedir. Cennete ancak vahdetle ulaşılabilir. “Mü’min olmadan cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmeden de mü’min olamazsınız.” “Sizden biri, kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” 4700
Vahdet Nasıl Gerçekleşir?
Vahdetin gerçekleşmesi için gerekenlerin altını çizmek ve çözüm yolunu özetlemek gerekirse, şu hususlara vurgular yapılmalıdır: Kur’an ve sahih sünnet çerçevesinde birleşmeye vahdet denildiği için, değişik kaynaklar edinen insanların tefrika içinde bölük bölük olmaları gâyet tabiidir. Kur’an’dan başka bir kitabı mutlak hakikat ve mutlak kaynak edinen her insan, tabiatıyla kaynakları farklı olduğundan vahdete ulaşamaz.
Vahdet, her konuda aynı olmak, hiç ihtilâf etmemek, standart bir tip, robot adamlar üretmek, liderlere ve teşkilâtlara mâsum damgası vurmak, devamlı baş eğmek değildir. Mü’minlerin dinin esas meselelerinde, Kur’an ve sahih sünnetin kesin olarak hükme bağladığı temel konularda birleşmesi ve bu doğrultuda işbirliği yapması, cemaat ve ümmet olmasıdır.
Mü’minler arasında vahdete engel durumlar varsa, bu ya iman sorunundan, ya da ahlâk sorunundan veya her iki sorundan kaynaklanmaktadır. Vahdet, önce içimizde ve kendimizle olmalıdır. Kendisiyle barışık ve vahdet/uyum içinde bir kişilik sergileyemeyenler, dışlarında vahdeti hiç oluşturamazlar. Vahdet, yakından uzağa doğru oluşup adım adım genişleyebilir.
Bütün mü’minlerin kardeş, velî/dost bilinmesi gerekir. Mü’minlerin birbirlerini, özellikle farklı cemaat mensubu dâvâ adamlarını topa tutup, dine savaş açanları unutmaları büyük bir cinâyettir. Düşmanlık için, Kur’an’ın belirttiği İslâm'a savaş açan tâğut ve zâlimler yeterlidir.
Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli, insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metod, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmektense, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgari müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir.
Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. Sadece benim mezhep ve
4700] Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71; Nesâî, İman 19; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 60; İbn Mâce, Mukaddime 9
- 1056 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüşüm hak, diğerleri bâtıl demekten sakınıp, kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz.
“Vahdet, kimler arasında gerçekleşir?” Ümmetin tümüyle, ülkedeki hatta dünyadaki tüm müslümanlarla diyorsanız, kıyâmeti, hatta mahşeri beklersiniz. Gerçekçi ve ayağı yere basan teklifler sunmalı, gerçekleşebilecek hedefler seçmeliyiz. Hz. Peygamber’in hayatındaki dönem hâriç, tarihin hiçbir döneminde bu ideal, tümüyle gerçekleşememiştir.
Vahdet, şuurlu müslümanlarla gerçekleşir. Tevhidî bilince ermemiş insanlarla ittifaklar, saldırmazlık antlaşmaları, ateşkesler ve takıyye yapılabilir ancak; vahdet değil!
“Vahdet, nasıl gerçekleşir?” Mü’min olan tüm muhâtaplarınıza elinizi uzatırsınız, ama tokalaşacağı yerde elinizi ısırmaya kalkanlara karşı ne yapacaksınız? Misyonervari şekilde, ısırsın diye diğer elinizi mi uzatacaksınız? Tabii, sizi kutsayıp toka için uzattığınız elinizi öpmeye kalkışanların da ısıranlar kadar tehlikeli olabileceğini unutmamalısınız.
Vahdetin hemen gerçekleşecek kısa vâdeli bir çözüm olmadığını bilerek, bunun alt yapısı için mü’minlerin adım atmaları, farklı cemaat mensuplarına güler yüzle ellerini uzatmaları, ziyaret etmeli, onları sevdiğimizi isbat edecek yaklaşımlarda bulunmalı, hor görüyü sadece kâfirlere, hoşgörüyü ise hangi gruptan olursa olsun tüm müslümanlara gösterebilmeliyiz.
“Filan memleketten adam çıkmaz!”, “falan mezhep bâtıldır, mensupları kâfirdir”, “ben filanlarla bir araya gelmem!”, “onun olduğu yerde ben yokum!”, “şu kitabı (gazeteyi, dergiyi, yazarı) okuyanlar şucudur, bunları okuyanlarla işbirliği yapılamaz” gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz anlayışla vahdet değil, ancak tefrika ve fitne üretilir.
Bir cemaat mensubu, bir meşrep ve mezhep mensubu olmakla; hizipçi, mezhepçi, bağnaz olmak arasında cennetle cehennem kadar farkın olduğu unutulmamalıdır. Dinin temel esasları dışında, meşrû özgürlük alanlarında ve yasaklanmamış çalışma metotlarında farklılık bir zenginliktir; tefrika ise tüm zenginliğin kaybı, ölümcül fakirlik. Allah’ın ve Rasûlü’nün farklı anlaşılmayacak şekilde hükme bağladığı mutlak hakikatlerin dışında beşerî doğruların ortaya çıkması için uygun zaman ve zeminlerde ve de âdâbına uyularak tartışılması gerekmektedir. “Bârika-i Hakîkat, müsâdeme-i efkârdan çıkar.” Yani, hakikat şimşeği, farklı fikirlerin çarpışmasıyla meydana gelir.
"Zorla güzellik olmaz." "Zorla pişirilen aş, ya karın ağrıtır ya baş!" Mecbur bırakılarak çekmeyle oluşan birliktelikler, itmeyle dağılacak zayıflıkta olur. Kopmaz bir ip gibi dağılmaz olan vahdet, insan olmanın bilincini, iman etmenin şuuruyla meczederek her ânı canlı tutan kalplerin birliğidir.
İhtilâf konusunu birkaç cümleyle özetler mâhiyette, ihtilâfın hükmünü şöyle değerlendirebiliriz: İhtilâfın meşrû veya yasak olması, ihtilâfın cinsi, konusu, sebep ve gayesi, metodu, uyulması gereken ahlâkî hususlar, savunulup tartışılan konunun taassupla/bağnazlıkla ilgisi, şahsî görüş ve beşerî yorumların mutlak
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1057 -
hakikat gibi kabulünün değerlendirilmesiyle ortaya çıkacaktır. İhtilâf konusunda unutulmaması ve karıştırılmaması gereken durum, ihtilâfla tefrika arasında farkın olduğudur. Hangi konuda ihtilâfın yapıldığı da meşrûluk için şarttır. İhtilâf edilecek konunun dinin usûlünden, yani temel esaslarından olmaması ihtilâfın meşrû olup olmaması için şart olduğu gibi, ihtilâf usûl ve ahlâkı da cevaz ve haram hükmü için bir ölçüdür. Yine, ihtilâfın sebep ve gâyesi de haram-sevap açısından değerlendirilmelidir: Allah için ihtilâf başkadır; nefis/hevâ için, enâniyet için ihtilâf başka.
“İpi kopan tesbihim, / Dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim / Hani nerde imâme?”
- 1058 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İhtilâf Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İhtilâf Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (İhtilâf, 52 yerde, “h-l-f” türevleriyle toplamnToplam, 127 yerde): 2/Bakara, 30, 66, 80, 113, 164, 176, 213, 213, 253, 255,; 3/Âl-i İmrân, 9, 19, 55, 105, 170, 190, 194; 4/Nisâ, 9, 82, 157; 5/Mâide, 33, 48; 6/En’âm, 133, 141, 164, 165; 7/A’râf, 17, 69, 74, 124, 129, 142, 150, 169, 169; 8/Enfâl, 42, 57; 9/Tevbe, 77, 81, 81, 83, 87, 93, 118, 120; 10/Yûnus, 6, 14, 19, 19, 73, 92, 93, 93; 11/Hûd, 57, 88, 110, 118; 13/Ra’d, 11, 31; 14/İbrâhim, 22, 47; 16/Nahl, 13, 39, 64, 69, 92, 124, 124; 17/İsrâ, 76; 19/Meryem, 37, 59, 59, 64; 20/Tâhâ, 58, 71, 86, 87, 97, 110; 21/Enbiyâ, 28; 22/Hacc, 47, 69, 76; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 55, 55, 63; 25/Furkan, 62; 26/Şuarâ, 49; 27/Neml, 62, 76; 30/Rûm, 6, 22; 32/Secde, 25; 34/Sebe’, 9, 39; 35/Fâtır., 27, 27, 28, 39; 36/Yâsin, 9, 45; 38/Sa’d, 26; 39/Zümer, 3, 20, 21, 46; 41/Fussılet, 14, 25, 42, 45; 42/Şûrâ, 10; 43/Zuhruf, 60, 63, 65; 45/Câsiye, 5, 17, 17; 46/Ahkaf, 21; 48/Fetih, 11, 15, 16; 51/Zâriyât, 8; 57/Hadîd, 7; 72/Cinn, 27; 78/Nebe’, 3.
B- İhtilâf, Tefrika ve Fırka
a- Dinde İhtilâfa Düşmek: 6/En’âm, 159; 23/Mü’minûn, 53; 30/Rûm, 32.
b- Dinde Tefrikaya Düşmek: 42/Şûrâ, 13-16.
c- Parçalanıp Ayrılarak İhtilâfa Düşmek: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.
d- İhtilâf Edilen Konu Hakkında, Kur’an’a ve Sünnete Başvurmak: 4/Nisâ, 59.
e- İhtilâf Edilen Şey Hakkında, Hükmü Allah Verecektir: 2/Bakara, 113; 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 48; 16/Nahl, 92; 22/Hacc, 69; 29/Ankebût, 52; 32/Secde, 25; 39/Zümer, 3, 46; 42/Şûrâ, 10.
f- Ehl-i Kitap, Haset ve İhtiraslarından Dolayı İhtilâfa Düştüler: 2/Bakara, 213; 3/Âl-i İmrân, 19.
g- Mü’minler Allah Fırkasındandırlar: 5/Mâide, 56; 58/Mücâdele, 22.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Fiten 2; İ’tisâm 10; Menâkıb 1; Ezân 29, 30; Salât 87; 4/117
Müslim, İlim 2, hadis no: 2666, 3-4, hadis no: 2667; Mesâcid 245, 249; Fezâilu’s-Sahâbe 199
Tirmizî, Salât 47; Fiten 7, hadis no: 2166; Humus 1966.
Nesâî, Tahrîm 6.
İbn Mâce, Mesâcid 16, 17; Et’ıme 17.
Ebû Dâvud, Salât 48.
Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278; 5/180.
Muvattâ, Cemâat 1, 3.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İhtilâf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
2. Zâhirî Muhaddislerle Hanefî Fakihleri Arasındaki Münakaşalar ve İhtilâf Sebepl, Z. Güler, T.D.V. Y.
3. Kelâmcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, Talât Koçyiğit, T.D.V. Y.
4. İmamların Fıkhî İhtilâflarında Hadislerin Rolü, M. Avvâme, Terc. M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Y.
5. İhtilâfların Çemberinde Kadın, Serpil Bahtiyar, Esra Y.
6. Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilâflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.
7. Münakaşalar ve İhtilaf Sebepleri, Zekeriya Güler, TDV. Y.
8. İslâm’da İhtilâf Usûlü, Cabir Alevâni, Risale Y.
9. İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
10- İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.
11. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
12. Müslümanlar Arasında Görüş Ayrılığı ve İslâm'da İhtilâf Usûlü, Abdülhalim Ural
13. Dört Hak Mezhep ve İhtilâf Sebepleri, Osman Küçükahmet
14. Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İsmail Lütfi Çakan
15. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
16. Vahdet Ama Nasıl? Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
17. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, DergâhY.
18. İslâm Düşünce Tarihinde Mezhepler, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
- 1059 -
19. Kur'an'da Tartışma Metotları, Zahir B.Awad el-Elmaî, Pınar Y.
20. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.
21. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
22. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y.
23. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
24. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
25. İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Abdülcelil Candan, Denge Y.
26. Mezhep Meselesi ve İhtilâflar, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risâle Y.
27. Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne’l-Fırak), Ebû Mansur A. El-Bağdâdî, TDV. Y.
28. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.
29. İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza Y.
30. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y. s. 41-104
31. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, 2/265-276; 1/301-306
32. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 142-146
33. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 361-370
34. İlâhî Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 175-212
35. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 687-690
36. Nur’dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 1/183-184
37. TDV. İslâm Ansiklopedisi (Şükrü Özen), TDV Y. c. 21, s. 565-568
38. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 101-104, 687-690
39. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y. s.140-143
40. Sevdalı Yüreklere Çağrı, Erol Uslu, Güldeste Y. s. 211-245
41. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 171-228
42. Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâli, Şûle Y. s. 139-145
43. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 162-173, 128-161
44. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 83-106
45. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 34-40
46. Medine Düşünceleri, Hüseyin Hatemi, Yeni Asya Neşriyat, s. 261-265
47- Sünnî-Şîî Yakınlaşması, Dâru't-Takrîb Tecrübesi, İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı 2
48. Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı, Ahmet Baydar, Haksöz, sayı 56, Kasım 95

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:40

İHSÂN - MUHSİN

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İHSÂN - MUHSİN


- 999 -
Kavram no 87
Ahlâkî Kavramlar 17
Bk.Ana-Babaya İhsân; Takvâ; Ahlâk; Yumuşaklık; İnfak
İHSÂN - MUHSİN
• İhsân; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de İhsân Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İhsân Kavramı
• İhsanın Önemi
• Muhsinler; İhsan Sahibi Olanlar
• Husn Kelimesi ve Türevleri
• İhsân; Güzelliktir, Güzellik Sergilemektir
• İhsân Kimlere Yapılır?
• İhsân Tanımına Giren Davranışlar
• Muhsinlerin Özellikleri
• İhsân Sahiplerinin Mükâfatı
“Bir zamanlar Biz (Tih'den çıktıkları vakit Benî İsrâile), 'Bu karyeye (şehre, kasabaya) girin, dilediğiniz yerde ondan dilediğinizi bol bol yiyin, kapısından eğilerek girin, (girerken) 'Hıtta! (Yâ Rabbi bizi affet!)' deyin ki sizin hatalarınızı bağışlayalım; zira Biz, muhsinlere (ihsan sahiplerine, iyilik yapanlara) ziyâde vereceğiz (mükâfatı arttıracağız)' dedik." 4385
İhsân; Anlam ve Mâhiyeti
İhsân kelimesi, ‘hasene’ kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lutuf, bağış, güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsan, başkasına nimet sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya gerekenden fazla verip, gereğinden azını almaktır.
İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir. 1- Bir şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Birinci anlamda ihsân, yaptığını güzel yapmak, bir nesneyi gereği gibi bilmek demektir. Kelimenin bu anlamı, meşhur hadiste geçtiği üzere "Allah'a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Çünkü sen O'nu görmesen bile, kuşkusuz O seni görür." 4386 sözleriyle tefsir edilmiştir. Bu ihsânın anlamı konusundaki hadis, bize, yaptığımız her işte Allah'ın gözetimi altında olduğumuzu, dolayısıyla hep bu bilinçle davranmamızı öğütlemektedir ki, bu da İslâmî duyarlılığın esasını teşkil etmektedir. Yine bu anlamda olmak üzere Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah her şeyde ihsanı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit, öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her biriniz bıçağını
4385] 2/Bakara, 58
4386] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, Hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, Hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63,64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
- 1000 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin." 4387
İkinci anlamıyla ihsân, yine Peygamberimiz'in şu hadisiyle tefsir olunmuştur: "Kendin için sevdiğini, kardeşin için de sevmendir." Kur'ân-ı Kerim'deki, "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da ihsânı (iyi davranmanızı) emretti." 4388 âyetinde de kelime, bu anlamıyla geçmektedir.
İhsân, Cebrâil’in (a.s.) insanlara dinlerini öğretmek için geldiği bildirilen hadiste, Peygamberimiz'e peş peşe sorduğu üç kelimeden sonuncusudur. Önceki iki kelime, Yüce İslâm dininin iki esaslı kavramı olan "iman" ve "İslâm"dır. İlki inanmayı ve ikincisi de tam bir teslimiyeti ifade eden bu iki kelimenin hemen arkasından "ihsân"ın gelmesi, inanmanın ve teslim olmanın, ancak bunların güzel bir şekilde yapılmasıyla makbul olacağını göstermektedir. Yani iman ve İslâm'ın bütün ilkeleri, ihsan sahibi (muhsin) olarak yerine getirildiği takdirde bir anlam kazanacaktır. Nitekim kelime bu anlamıyla "takvâ" ile birleşmektedir. Şu âyet iman-takvâ-ihsân üçlüsünü şöylece meczetmektedir: "İman eden ve sâlih ameller yapanlara; hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah muhsinleri (iyi ve güzel iş yapanları) sever."4389 Görüldüğü üzere, buradaki "muhsin" yani ihsan sahibi olmak vasfı, iman eden, sâlih ameller işleyen ve müttakî (sakınan) kimseleri nitelemekte ve bütün bu özellikleriyle onun Allah'ın sevgisine mazhar olacağı gösterilmektedir. 4390
İhsan ahlâkının iki yönü vardır: Birincisi, başkasına iyilik etmek, nimet kazandırmak, yardımcı olmak ve bütün bunları güzellikle yapmak; ikincisi, amelde ihsan, yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek (meselâ Allah’ı) veya bir şeyi güzel bir amelle yapmak. Hz. Ali (r.a.) diyor ki: “İnsanlar güzel yaptıkları şeyin ürünüdür.” Yani, insanlar, hakkında bildikleri şeye tâbi olurlar, bildikleri şeyler de onların yaptıkları güzel işlerdir. İhsan, bir şeyi tam ve güzel yapmak anlamındadır. İhsan, Cibril hadisinde belirtildiği gibi, murâkabe anlamına da gelir. Kim Allah'ın kendisini murâkabe ettiğine yakînen inanırsa, onun ameli güzel olur, yaptığına ihsan denir. Bu hadiste tanımlanan ihsan, Allah'ı bütün azameti ve muhabbeti ile bilmek ve O'na yönelmek olarak anlaşılır. Bu anlamda ihsan, imanın ve ihlâsın bütün makamlarını içerir.
İhsan, aynı zamanda iyilik etmektir; insanlara ve hatta bütün yaratıklara karşılık beklemeden infak ve her çeşit iyilik etme erdemliliğidir. İhsan, kötülük edene de iyilikle karşılık vermektir. İhsan, bir yönüyle kişisel olgunluğu hedefler, Cibril hadisindeki Allah'ı görür gibi ibâdet etmek ve O'na yönelmek, kâmil insan olmak, ihsanın bu anlamıdır. Diğer yönüyle de toplumun kemali ve güzelleşmesini hedefler; iyilik ve infak gibi anlamlar bunu gösterir.
İhsan ahlâkı, adaletten daha kapsamlı bir güzel huydur. Çünkü adalet anlayışında, karşıdakinin hakkını vermek varken, ihsanda ise daha fazlasını vermek, daha güzeli ile karşılıkta bulunmak anlayışı vardır.
4387] Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; et-Tâc, 3/105
4388] 17/İsrâ, 23
4389] 5/Mâide, 93
4390] Yüksel Kanar, Sosyal Bilgiler Ans. S. 213-214
İHSÂN - MUHSİN
- 1001 -
Adaletli olmayı din bir farz olarak, bir gereklilik olarak müslümanlara emrediyor. Ancak ihsan, bundan daha kapsamlı ve üstün olduğu için onu hem emrediyor, hem de fazlasını tavsiye ediyor. 4391
İhsan, aynı zamanda Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir. Meşhur Cibril hadisinde Peygamberimiz ‘ihsân’ı şöyle tanımlamıştır: “İhsan, Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.”4392 Burada bizzat Allah’ı görmek değil; Allah’ın sıfatlarını, Rabliğini ve azametini göz önünde bulundurmak kasdediliyor. Mü’min, ibâdetini ihsan üzere yapar, yani en güzel şekilde, ibâdetin amacına ve hikmetlerine uygun bir şekilde yapar. Bu da Allah’ı görüyor gibi bir duygu içerisinde olmakla mümkündür.
Kur'ân-ı Kerim'de İhsân Kavramı
Kur'ân-ı Kerim'de "ihsân" kelimesi, 12 yerde; muhsin kelimesi de, tekil ve çoğul olarak 39 yerde geçer. İhsân ve muhsin kelimelerinin türediği kök olan "h-s-n" ise, toplam 194 yerde kullanılır.
Allah güzeldir, muhsindir. En büyük ihsan sahibi Allah olduğu için Kur’an’da “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı."4393 deniliyor ve ‘ihsan’ kelimesi kullanılıyor. Eğer insanlar hep ihsan üzere olurlarsa, yani hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsan’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsan’ görürler, güzellikle muâmele edilirler. 4394
İhsan sahibi olanlara Allah ‘muhsin’ diyor ve onları övüyor: “Kim, din yönünden iyilik edici (ihsan sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tabi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.”4395 Allah, ihsan sahibi olan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir. 4396
“Bir zamanlar Biz (Tih'den çıktıkları vakit Benî İsrâile), 'Bu karyeye (şehre, kasabaya) girin, dilediğiniz yerde ondan dilediğinizi bol bol yiyin, kapısından eğilerek girin, (girerken) 'Hıtta! (Yâ Rabbi bizi affet!)' deyin ki sizin hatalarınızı bağışlayalım; zira Biz, muhsinlere (iyilik yapanlara) ziyade vereceğiz (mükâfatı arttıracağız)' dedik." 4397
“Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” 4398
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da ihsân sahiplerini (güzel davranışta bulunanları) sever.” 4399
4391] 16/Nahl, 90
4392] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, Hadis no: 8, 1/36
4393] 32/Secde, 7; ayrıca bkz. 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24
4394] 55/Rahmân, 60
4395] 4/Nisâ, 125
4396] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd.
4397] 2/Bakara, 58; benzeri âyet için bk. 7/A’râf, 161
4398] 2/Bakara, 195
4399] 3/Âl-i İmrân, 134
- 1002 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara ihsân edin/iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” 4400
“De ki: ‘Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere Allah’ın yasakladığı cana kıymayın! İşte şu size anlatılanları Allah vasiyet etti. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” 4401
"Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara ihsânla/güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." 4402
“İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” 4403
“Sabırlı ol, çünkü Allah, ihsan sahibi muhsinlerin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” 4404
“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı/iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” 4405
“Eğer ihsân (iyilik) ederseniz, kendinize ihsân etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” 4406
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da ihsânı/iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of!’ bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle.” 4407
“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...” 4408
"...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (iyilik) et..." 4409
“Biz insana, ana babasına ihsân/iyilik etmesini tavsiye ettik...” 4410
Hadis-i Şeriflerde İhsân Kavramı
Cibril hadisi: Abdullah bin Ömer (r.anhüma), babasından rivâyet ederek şöyle demiştir: “Bana babam Ömer ibnü’l-Hattâb rivâyet ederek şöyle dedi: “Bir gün
4400] 4/Nisâ, 36
4401] 6/En’âm, 151
4402] 9/Tevbe, 100
4403] 10/Yûnus, 26
4404] 11/Hûd, 115
4405] 16/Nahl, 90
4406] 17/İsrâ, 7
4407] 17/İsrâ, 23
4408] 18/Kehf, 30-31
4409] 28/77
4410] 46/Ahkaf, 15
İHSÂN - MUHSİN
- 1003 -
Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında bulunduğumuz bir sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğruca Peygamber’in (s.a.s.) yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:
-Yâ Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu haber ver! dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-İslâm; Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt’i haccetmendir.” buyurdu. O zât:
-Doğru söyledin!’ dedi. Babam dedi ki: Biz buna hayret ettik. (Zira) hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.
-Bana imandan haber ver!’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-İman; Allah'a ve Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmen, bir de kadere; hayrına şerrine inanmandır.” buyurdu. O zât (yine):
-Doğru söyledin!’ dedi. (Bu sefer:)
-Bana ihsândan haber ver!’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.” Sonunda Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “O Cibril’di; size dininizi öğretmeye gelmişti.” 4411
"Şüphesiz Allah her şeyde ihsanı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit, öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin." 4412
“Kendinize göre makbul bir iş yapınız. Sırf başkalarına rekabet olsun diye yapmayınız. (Şöyle demeyin:) ‘İnsanlar ihsân ederse biz de ederiz; zulmederlerse biz de zulmederiz.’ Fakat kendinizi şuna ikna ediniz: İnsanlar ihsân ederse ihsan edersiniz; (fakat) fenalık ederlerse, siz yine de zulmetmeyiniz.” 4413
“Sizden biriniz ölümü temennî etmesin. Muhsin ise belki ihsânı artar. Günahkâr ise, belki tevbe eder.” 4414
“Allah iyiliklerin ve fenalıkların yazılmasını emretti; sonra bunları açıkladı: Bir kimse iyilik yapmaya niyetlenir de yapmazsa, Allah kendi yanında o kimse için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer hem niyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yedi yüze ve daha fazlasına kadar çıkarır. Şâyet kul, fenalık yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer kötü ise, hem niyetlenir, hem de onu yaparsa, Allah o kimse için bir günah yazar.” 4415
4411] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, Hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, Hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63,64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
4412] Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; et-Tâc, 3/105
4413] Tirmizî, Birr 63
4414] Nesâî, Cenâiz Bâbu temennâ’l-Mevt
4415] Buhârî, Rikak 31
- 1004 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.” 4416
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” 4417
“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap)." 4418
İhsanın Önemi
Mü’min, yalnızca ibâdette değil, bütün davranışlarında ihsan üzerinde bulunur. Hatta bir hayvan boğazlarken bile ‘ihsan’ ile şefkatle boğazlaması emredilir. 4419
Yapılan iyiliklerin ‘ihsan’ üzere olabilmesi için, ibâdetlerin Allah rızası için yapılması şarttır. Çünkü amellerde/ibâdetlerde gözetilen amaç budur. Anne-babaya ihsan edilmesi emredilir. Çünkü onlar çocuklarına küçükken yeterince ihsanda bulunmuşlardır. 4420
Halk arasında, yapılan maddî yardımlara da ‘ihsan’ denildiğini hatırlayalım. Fakirlere veya muhtaçlara yardım etmek, "ihsanda bulundu, ihsan etti" şeklinde adlandırılır. Müslüman, insanlara güzellikle ‘ihsan ahlâkıyla’ davranır. İbâdetlerini ‘ihsan’ şuuruyla yapar. Kendisine yapılan ihsanları -iyilikleri-, gerek Allah’tan gelsin gerek kullardan gelsin- inkâr etmez, ihsana ihsanla karşılık verir.4421 Mü’min, ihsan sahibi olmasının (muhsin olmasının) karşılığını yine ilâhî ihsan olarak Rabbinden bekler. 4422
Muhsinler; İhsan Sahibi Olanlar
İhsan üzere olanlara Kur'an-ı Kerim muhsin der. Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever.4423 Allah muhsinlerle beraberdir. 4424 Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar. 4425
Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah’ın râzı olacağı şekilde güzel ve takvâya uygun yaparlar. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden, faaliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler. Kur’an, Allah’ın muhsinlerle
4416] Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14
4417] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
4418] Ebû Dâvud, Libas
4419] Müslim, Sayd 57, hadis no: 1955, 3/1548; İbn Mâce, Zebâih 3, hadis no: 3170, 2/1058; Ebû Dâvud, Edâhî 12, hadis no: 2815, 3/100; Tirmizî, Diyât 14, hadis no: 1409, 4/23; Nesâi, Dahâyâ 22, 7/200
4420] 17/İsrâ, 23; 46/Ahkaf, 15
4421] 2/Bakara, 195
4422] 55/Rahman, 60
4423] 3/Âl-i İmrân, 134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93
4424] 16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69
4425] 16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125
İHSÂN - MUHSİN
- 1005 -
beraber olduğunu açıkladığı gibi,4426 onlara müjdeler verildiğini de belirtir.4427 Kur’an, onlar için bir rahmettir.4428 Muhsin olarak özlerini Hakk’a bağlayanlar gerçekten kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar.4429 Allah (c.c.) mü’minlere adaletle beraber ihsanı da emrediyor.4430 Allah (c.c.) insanlara ihsanla davrandığı gibi, insanın da ihsan sahibi olması en güzel şeydir. 4431
Sabır, secde, ağırbaşlılık, öfkeyi yutup insanların suçlarını bağışlama, hep hasen/güzel davranışlar olarak mihsinlerden sâdır olur.4432 Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Hârun muhsinlerden olup4433 aynı şekilde Hz. Dâvud, Süleyman, Eyyub, Yusuf da Muhsinlerdir.4434 Bilhassa Hz. Yusuf, adıyla anılan sûrede beş defa muhsin olarak zikredilmektedir.
Husn Kelimesi ve Türevleri
İhsân kelimesi, “husn” kökünden türemiş “ahsene” fiilinin masdarıdır. Muhsin kelimesi de bu fiilin ism-i fâilidir. ‘Husn’ ve bu kökten türeyen; hasene, hasen, husnâ, ihsan, ahsen, muhsin gibi kelimeler Kur’an’da sıkça geçmektedir. ‘Husn’; değerli, seçkin ve kendisine rağbet edilen, ilgi gösterilen her şeye denmektedir. Aynı kökten gelen ‘hasene’; kişinin ulaştığı her türlü sevindirici nimettir. İyi ve güzel olan şeylere de ‘hasene’ denilmektedir.
‘Hasene-iyilik’ anlayışı toplumlara veya kişilere göre değişse bile Kur’an-ı Kerim buna özel bir anlam veriyor ve neyin ‘hasene/husn-güzel’, neyin ‘seyyie-kötü’ olduğunu belirtiyor. Buna göre, kişinin başına gelen mutluluk, afiyet, galibiyet, başarı, nimete erme, görevini yapma gibi şeyler ‘hasene’ olduğu gibi; helâlden yemek, nikâhlı yaşamak, doğru olmak, adaletli iş yapmak, başkasına iyilik etmek, güzel ve tatlı söz söylemek ve benzerleri hep ‘hasene’dir. ‘Hasene’ şu anlamlarda da kullanılmaktadır: Varılacak güzel yer Allah katındadır.4435 Uyulması gereken, şüpheden uzak olan güzel söz,4436 insanı yücelten, Allah’a yaklaştıran güzel imtihan,4437 Allah’ın işleyenlere güzel bir geçimlik verdiği sâlih amel (hasene). 4438
Allah yolunda öldürülenler Allah katında güzel bir rızık (hasene) bulurlar4439. Allah, sâlih amel işleyenlere dünyada da âhirette de güzel şeyler (hasene) söz veriyor4440. Allah’ın mü’min kulları dünyada da âhirette de hep ‘hasene’ isterler, böyle dua ederler. “Onlardan kimi de; ‘Rabbimiz, bize dünyada hasene/güzellik ver, âhirette de hasene ver, bizi ateş azabından koru’ der.” 4441
4426] 16/Nahl, 128; 29/ Ankebût, 69
4427] 6/En’âm, 154; 22/Hacc, 37 vd.
4428] 31/Lokman, 3
4429] 31/Lokman, 22
4430] 16/Nahl, 90
4431] 28/Kasas, 77; Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 294-295
4432] 11/Hûd, 115; 7/A'râf, 161; 6/En'âm, 13; 3/Âl-i İmran, 134
4433] 37/Saffât, 110, 121, 181
4434] 6/En'âm, 84
4435] 3/Âl-i İmrân, 14
4436] 2/Bakara, 83
4437] 8/Enfâl, 17
4438] 11/Hûd, 3
4439] 22/Hacc, 58
4440] 20/ Tâhâ, 86
4441] 2/Bakara, 201
- 1006 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kötülükleri (seyyiât’ı) ‘hasenât’ (iyilikler) ile gidermek gerekir. Zaten kötülükleri (seyyiât’ı) silecek olan şey de ‘hasenât’tır (iyiliklerdir).4442 Kur’an’ın, ‘husn veya hasene’ dediği şeyler hep güzel ve iyi olan şeylerdir. Müslüman insan iyinin ve güzelin ölçüsünü böylece Kur’an’dan öğrenmeli, sonra da devamlı ‘hasene’ olan işleri yapmalıdır. Çünkü bütün hasene olan işler ona sevap kazandırır. 4443
İhsân; Güzelliktir, Güzellik Sergilemektir
İhsân kelimesinin temel anlamı, güzelliktir. Güzellik, fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak vâsıtalara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve saâdet hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.”
İnsan, hele duygulu ve uyanık gözlerle bakarsa ilk anda “güzel”i fark eder. Bu idrâk, düşünmeden, kendiliğinden oluşan bir duygudur. Güzelliğin kendisini isbata, bir sebebin yardımına ihtiyacı yoktur. “Güzel ve güzellik nedir, ne değildir”le ilgili, felsefe, “estetik” başlığıyla incelemeler yapmış, neticelenmeyen nice tartışmalara öncülük etmiş; elbette bir sonuca da ulaşamamıştır. Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır?
Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh” (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konuda görüşler şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder” veya “güzel olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.” “Allah sadece çirkin şeyleri yasaklar” veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.”
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.”4444 hadis-i şerifi de, bu konuda müslümanlar açısından çıkış noktası kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da güzelliktir. İslâm, düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilemezsiniz.”4445 Nefisle, arzu ile hevâ ile câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tesbit edilmeye kalkılırsa, insan putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu halüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri
4442] 11/Hûd, 114)
4443] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 257
4444] Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
4445] 2/Bakara, 216
İHSÂN - MUHSİN
- 1007 -
ziynetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.” 4446
Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbine itaat edecektir. İmanı nispetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.
Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun cemâlinin vasfıdır. O'nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olayları yaratan da Allah'tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah'ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir. Allah'tan daima güzellik zuhur eder.
Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür.4447 Allah, yaratıcıların en güzelidir.4448 Allah, hüküm verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme bakımından da en güzeldir.4449 Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır.4450 Güzelin kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini, yani ihsanı emreder: "...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (iyilik) et..." 4451
Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nuruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay bir güzel peşindedir. Müslüman ise, güzelliği yaratanı bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellilerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellilerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.
Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir. Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.
Güzellik de, bakılandan ziyade bakana, görene, duyana ait bir özelliktir. Güzelliği gören göz, güzelden zevk alan ruh olmasaydı güzellik neye yarardı? O yüzden güzele, güzel bir niyetle ve güzel bir şekilde bakmak ibâdettir, sevaptır. Yalnız unutmamak gerekir ki, güzelin tanımında güzel yoldan sapmamak, sınırı
4446] 29/Ankebût, 38
4447] 4/Nisâ, 79
4448] 23/Mü'minûn, 14; 37/Saffât, 125
4449] 65/Talak, 11; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 7
4450] 2/Bakara, 138
4451] 28/Kasas,77
- 1008 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(hudûdullah) aşmamak esastır. Yine bilmeli ki, daha güzeli elde etmek için az güzeli terk etmek4452 veya onu tahdit etmek, sınırlandırmak gerekir. Zevk aldığımız, güzel gördüğümüz şeylerden sınırsız bir şekilde yararlanılmasının çok çeşitli dünyevî ve uhrevî zararlara sebep olacağını, bunların imtihan vesilesi olduğunu herkes bilir/bilmelidir.
Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin (!) ve güzelliklerin(!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibaret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?
Kâinattaki varlıkların rengi, şekli, tadı ne güzel... Hele sesleri ne güzel bir armoni, ne güzel bir mûsikî, ne güzel uyumlu orkestradır. Bülbülün şakıması, horozun ötüşü, kuşların cıvıltısı, suyun şırıltısı... anlayana sivrisineğin vızıltısı bile saz gibi âhenkli bir müziktir. Kâinat hep tesbih etmektedir, zikretmektedir. Bitkilerin ve hayvanların şekilleri, yapıları, renkleri, tatları hep farklı, hep ayrı güzel. Ve seslerindeki farklılıklar, güzellikler... Bir de çağdaş aygıtlara bakın: Fabrikalardaki sese, makine gürültülerine, araba motorlarına, evlerdeki küçüklü büyüklü âlet ve gereçlerden uçakların seslerine kadar... Ne çirkin bir gürültü; tabiatla ne uyumsuz şeyler ya Rabbi! 4453
İhsân Kimlere Yapılır?
a- Ebeveyne İhsân: Kur'an incelendiğinde, bir kısım âyetlerde, tek olan Allah'a ibâdet edip O'na hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, ana babaya itaat etme ve onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir. Şöyle ki: "Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza ihsanda bulunmanızı (onlara iyi davranmanızı) kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi yaşlanırsa, kendilerine (sıkıntı gördüğün anda olsa da) 'of!' bile deme; onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle!"4454 Bu âyetten, ana babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "De ki, gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin..."4455 Burada Allah, ana babaya itaati terketmenin kötülüğünü beyan için haram kılınanlar arasında zikretti. O halde ana babaya ihsan/iyilik farz; terki haramdır.
Ana babaya ihsân, güzel sözle, davranışla ve ihtiyaçları anında onlara gereğince infak etmek suretiyle olur. Allah, ebeveyni insanın yokluk âleminden varlık âlemine çıkmasına bir sebep kıldığı için, onlara ihsân etmek gerekir. Allah'ın, ebeveyne ihsânı kendi tevhidi ve ibâdeti yanında zikretmesi, ebeveynin çocuklar üzerindeki hakkının büyüklüğüne işarettir. "Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... ihsânda bulunun;
4452] 3/Âl-i İmran, 92; 2/Bakara, 155
4453] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 45-50
4454] 17/İsrâ, 23
4455] 6/En’âm, 151
İHSÂN - MUHSİN
- 1009 -
Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez."4456 Buradaki ebeveyne ihsân, evlatların onların hizmetlerini yapması, onlara nâzik konuşması ve onların meşrû isteklerini gerçekleştirmesi için çalışmasıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: "Burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün." "Kimin yâ Rasûlallah?" denildi. Hz. Peygamber: "Yaşlandıklarında ana babasına, onlardan birine, yahut her ikisine de yetişen, fakat onlara iyilik etmediği için cennete giremeyen kimsenin..." 4457
Ana baba, çocuğunu Allah'a isyana teşvik etmedikçe, meşrû her emrine uyması gerekir. Ana baba için mağfiret talebinde bulunmak, iyiliklerine duâ etmek, bizzat Kur'ân'ın emridir. "Ey Rabbimiz! Hesaba çekileceği gün beni, ana babamı ve (bütün) mü'minleri bağışla!" 4458 Ebeveyne yapılan her iyilik ve ihsân, aslında insanın kendi kendisine yaptığı ihsândır. Âhiretteki mükâfatının sınırsızlığı yanında, dünyevî ecri/karşılığı peşindir. Sosyal bir olgu olarak ebeveynimize yaptıklarımızın mislini veya fazlasını çocuklarımızdan göreceğimiz kaçınılmazdır. Ana baba, -Allah korusun- müşrik de olsalar, onlara ikramda bulunmak dinin emridir. Peygamberimiz, müşrik anneye sıla-i rahimde bulunup ona iltifatlarda bulunmayı emretmiştir. 4459
b- Akrabaya İhsân: Sağlam akîde üzerine bina edilen bir toplumda yaşayan bireylerin karşılıklı hak ve hukuklarına riâyet edilmesi doğaldır. Akrabaya ihsân da böyledir. Akraba, insanın içinde doğup büyüdüğü ailenin biraz daha genişletilmiş yelpazesidir. Bu yakınlık hem ana, hem baba tarafından olabilir. Akrabaya ihsân demek, akrabalık bağı olan herkese sıla-yı rahim yapmak (zaman zaman onları ziyaret ederek, onlarla akrabalık ilişkilerini kesmemek) ve başka meşrû yollarla ikramda bulunmaktır.
Akrabalık bağlarını kesmek, şu âyette ifade edildiği gibi yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlarla birlikte zikredilmiştir. "(İslâm'dan yüz çevirip) geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz mısınız?"4460 Bu âyette akrabalık bağlarının kesilmesi, bir çeşit İslâm dışı âdet olarak ifade edilmiştir. Akrabalara iyilik ve ihsânda bulunmak, İslâm'ın bir emridir. "Muhakkak ki Allah adâleti, ihsânı ve akrabaya yardım etmeyi emreder..." 4461
Yakınları ile akrabalık bağlarını korumaya itina göstererek, onlara gücü nisbetinde ihsânda/iyilikte bulunmak, her kâmil mü'minin aslî görevlerindendir. İslâm'ın temelinde iyilik yapma işi, ailenin özünden başlayıp dışa doğru genişleyerek devam eder.
Son âyette geçen adâlet ve ihsân kavramlarının içinde akrabaya iyilik etmek ihtiva ettiği halde, önemine binaen ayrıca zikredilmiştir. “Sana (Allah yolunda) ne infak edeceklerini/harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ‘Hayırdan harcadığınız şey, ebeveyn, akrabalar/yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir.” 4462
4456] 4/Nisâ, 36
4457] Müslim, Birr 10
4458] 14/İbrahim, 41
4459] Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvud, Zekât 34
4460] 47/Muhammed, 22
4461] 16/Nahl, 90
4462] 2/Bakara, 215
- 1010 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebeveyne bakmak ilk görevimizdir. Diğer akrabalarımız onları takip eder ve bu şekilde “yakın olanlar, başkalarından daha yakındır” kuralınca infak ve ihsan vacip olur. Muhsin bir mü’mine yakışan; akraba ile güzel ilgiyi meşrû ölçüler içinde devam ettirmek, onlarla ilişkiyi kesmemektir. “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden korkun. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” 4463
c- Yetimlere İhsân: Yetim, çocuğun büluğ çağından önce babasından ayrı kalmasıdır. Rasûlullah (s.a.s.), şehâdet parmağı ile orta parmağını işaret ederek; “Ben ve bir yetimin geçimini üstüne alan kimse, cennette böyleyiz.”4464 buyurmuş, yetimi koruyup ona ihsân etmenin ne derece önemli olduğunu ifade etmiştir.
d- Fakir ve Miskine İhsân: Fakir, çalışabilir durumda olup çalışan, ama herhangi bir sebeple çocuklarının geçimini temin edemeyen kimsedir. Miskin ise, çalışmaya gücü ve tâkatı olmayan fakir kimsedir. Bu durum, Kur’an’da şöyle açıklanır: “(Yapacağınız ihsânlar/hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan (muhâcir) fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmalarından tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” 4465
Fakir ve miskine, zekâtın dışında yardım edilmesini emreden birçok âyet vardır. İslâm inancında her şeyin gerçek sahibi Allah’tır. Allah'a ait bir şeyin Allah adına, Allah’ın fakir kullarına verilme işi demek olan fakirlere ihsânda bulunmak, her aklı başında mü’minin erdemlilik görevidir. İhtiyaçlar (daha doğrusu, ihtiyaç zannedilen eşyaya bağımlılık) özellikle günümüz tüketim toplumunda bitmez ve mala/paraya ihtiyacı olmayan düşünülemez. İhtiyacı az olanın, zarûri ve temel ihtiyaçlarını karşılayanların, fazla ihtiyacı olana yardım etmesi, fakirlere ihsân özelliğidir. Asıl mal sahibinin Cenâb-ı Hak olduğuna iman eden muhsin, fakirlere, kendinden daha fazla muhtaç olanlara ihsân etmeden yapamaz.
e- Komşuya İhsân: İhsân edilme halkasının beşincisini, komşuya ihsân oluşturmaktadır. Yakın veya uzak komşuya maddî veya manevî manada ikramda bulunmak da bir ihsân olup ilâhî bir emirdir. “Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara ihsân edin/iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”4466 Âyetteki “yakın komşu”, soy bakımından komşuluk, ev yakınlığı ve akrabalık yönüyle komşuluk olarak, veya eş, dost, arkadaş gibi samimi olunanlar olarak izah edilir. “Uzak komşu” terimiyle de, evi uzak veya akraba olmayan, ya da müslüman olmayan komşu şeklinde açıklanır. Rasûlullah (s.a.s.), komşu hakkını ısrarla vurgular. “Cibril bana komşuyu o derece tavsiyede bulundu ki, onu mutlaka bana mirasçı yapacak sandım.”4467; “...Allah'a ve âhiret gününe iman eden, komşusuna ikram etsin.”4468 Komşuya ihsânda bulunmanın en alt derecedeki durumu, komşunun herhangi bir şekilde senden
4463] 4/Nisâ, 1
4464] Buhâri, Talak 25, Edeb 24; Müslim, Zühd 42; Tirmizî Birr 14
4465] 2/Bakara, 273
4466] 4/Nisâ, 36
4467] Müslim, Birr 140; Tirmizî, Birr 28, hadis no: 1934
4468] Müslim, İman 74
İHSÂN - MUHSİN
- 1011 -
bir kötülük görmemesidir. “Allah indinde arkadaşın en hayırlısı, arkadaşına hayırlı olandır. Komşunun en hayırlısı da komşusuna hayırlı olandır.” 4469
f- Yakın Arkadaşa İhsân: Nisâ sûresinde ihsânda bulunulacak kimselerin altıncısını yakın arkadaşa ihsân teşkil etmektedir. “...Yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara ihsân edin/iyi davranın...”4470 Âyette geçen “es-sâhibi bi’l-cenbi” terimi, yanındaki arkadaş, eğitim-öğretim, tasarruf, iş, mesâi, zenaat, yolculuk gibi herhangi bir hayırlı işte eşlik eden arkadaş ve yoldaş demektir. Bu anlam, karı-kocayı (hayat arkadaşını) bile kapsamaktadır.
Aslında arkadaşlık basit bir olay değildir. Arkadaşlıklarla dostluk kazanılır. Kiminle dostluk kurup arkadaşlık edileceğine çok dikkat etmelidir. Aksi halde şu âyetin hitabına kulak tıkanmış olunur: “Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.”4471 Arkadaşa ihsan konusunda bir hadis-i şerif şöyledir: “Allah indinde arkadaşın en hayırlısı, arkadaşına hayırlı olandır...” 4472
Ashâb-ı Kiram, bir bakıma Rasûlullah’ın arkadaşları idi. Allah Rasûlünün onlara nasıl davrandığını Kur’an haber verir: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi...”4473 Bu âyette açıklanan, arkadaşlara yumuşak davranıp kaba ve katı yürekli olmamak, affetmek, onlara duâ etmek, onlarla istişâre etmek hep ihsân örnekleridir. Arkadaşlara ihsân, Peygamber’in, arkadaşlarına davrandığı bu tavırlara uymakla olur.
g- Yolcuya İhsân: Yolcuya ihsân etmek de İslâm’ın şiârındandır. Âyetteki “İbn’s-sebîl” yolcu ve misafir olarak yorumlanmıştır.
h- Köle, Câriye ve İşçilere İhsân: İnsanlar, ellerinin altında bulunanların kendileri gibi insan olduklarını, onları kendi ailesinin bir ferdiymiş gibi düşünmelerini, hürriyete kavuşmaları için onlara imkânlar sağlamalarını her fırsatta değerlendirmek, yani onlara ihsân etmek zorundadırlar. Kölelere kardeş muâmelesi yapmayı emreden İslâm, işçilere, hizmetçilere daha fazla haklar sağlamış, onların alınteri kurumadan ücretlerini ödemelerini emretmiştir.
i- Diğer İnsanlara İhsân: Mü’minlerin birbirleriyle kaynaşmalarında, birbirlerine ihsân etmelerinin çok büyük rolü vardır. Müslümanların birbirine karşı şefkat, merhamet ve muhabbetli olmaları temel vasıflarındandır. Bir hadis-i şerifte: “Her müslüman, diğer müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmedemez, kin besleyemez.”4474 buyrularak İslâm kardeşliği pekiştiriliyor. Bir başka hadis de müslümanların birbirleri üzerindeki bazı haklarını şöyle sıralamıştır: “Her müslümanın diğer müslümanlar üzerindeki hakları beştir: Selâm almak, hastayı ziyaret etmek, cenazesinin teşyiine iştirak etmek, dâvete icabet etmek, aksırınca ‘elhamdü lillâh’ diyene ‘yerhamukâllah’ diye karşılık vermek.”4475 Bu sayılanların her biri, bir müslümanın di4469]
Tirmizî, Birr 28
4470] 4/Nisâ, 36
4471] 25/Furkan, 28-29
4472] Tirmizî, Birr 28
4473] 3/Âl-i İmrân, 159
4474] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58
4475] Tirmizî, Edeb 1; Nesâî, Cenâiz 52
- 1012 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ğerine karşı görevi ve aynı zamanda birer ihsânıdır.
İslâm, bir mü’minin kâmil imana ermesini, kendisini düşündüğü kadar, müslüman kardeşini de düşünmesine bağlamıştır: “Sizden hiç biriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.”4476; “Birbirinize kin tutmayınız, birbirinize haset etmeyiniz, birbiriniz hakkında kötü niyet beslemeyiniz. Hepiniz de Allah’ın kulu ve kardeş olduğunuzu biliniz.” 4477
j- Diğer Yaratıklara İhsân: İslâm, insanların hayvanlara herhangi bir suretle işkence yapmalarını, onlara eziyet vermelerini yasaklamış ve onlara güzel muâmele etmelerini emretmiştir. “Bir kadın bir kedi sebebiyle azab olundu. Onu bağlamış, doyurup sulamamış; bir şey yemesine de müsaade etmemişti.”4478 Hayvan sahipleri, hayvanlarını yedirmek, içirmek ve bakımını yapmak zorundadırlar. Bu görevi yapmazlarsa, hayvanlarını birine baktırmaya, satmaya veya eti yeniyorsa kesmeye zorlanırlar.
Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Canlı her varlığa iyilik etmek sevaptır.”4479 İslâm yalnız hayvanlara değil; can taşıyan her varlığa ihsânın/iyiliğin gerekliliğini vurgulamıştır. Bitkiler ve ağaçlar da iyilik ve ihsâna muhtaçtır. Kâinat sarayı, yeryüzünün halifesi olan insanın istifadesine sunulmuş ve onun emanetine bırakılmıştır. Aslında insanın kendisi de kendisine emanettir. Bütün bu emanetlere riâyet, aslî görevlerimizdendir. İnsan, varlık âlemindeki her şeyin Allah'a ait ve O’nun mülkünde olduğunu unutmaz ise, bir karıncayı bile incitmez, bir yaprağı dahi gereksiz koparmaz ve bütün yaratıklara meşrû şartlar dâhilinde ihsân etmeden duramaz. 4480
İhsân Tanımına Giren Davranışlar
İhsân, sadece namaz gibi ibâdetlerle ilgili meselelerde mü'minin yükümlü olduğu bir sorumluluk değil; bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Allah her şeyde ihsan ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır.
İhsan, söz ve davranış güzelliğidir. İhsan, diğer anlamları yanında temelde söz, mantık, vicdan ve davranışları güzelleştirmek anlamına gelir.
Konuşmada ihsan: “Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...” 4481 Güzel söz; doğru, faydalı, sevindirici ve muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür. Doğru sözdür: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, haramlardan sakının. Doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın...” 4482; “Acı da olsa doğruyu söyle...” “Yalandan da sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.” 4483
Güzel söz faydalı olan sözdür: “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.”4484 Kur’an’da gerçek mü’minlerin faydasız, mâlâyani
4476] Buhâri, İman 7
4477] Buhâri, Edeb 57
4478] Müslim, Birr 134
4479] Buhâri, Edeb 27
4480] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, s. 65 ve devamı
4481] 17/İsrâ, 53
4482] 33/Ahzâb, 70-71
4483] Keşfu’l Hafâ, 1890, 865
4484] Et-Tâc, 5/183
İHSÂN - MUHSİN
- 1013 -
konuşmalardan kaçındıkları belirtilir: “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...”4485; “Kendisini ilgilendirmeyen mâlâyaniyi (faydasız söz ve işleri) bırakması, mü’minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.” 4486
Güzel söz, sevindirici sözdür: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyin (sevdirin), nefret ettirmeyin.”4487; “(Sevdirici ve sevindirici) tatlı söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”4488 Güzel söz, muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür: “(Rabbimiz tarafından) insanlara aklî seviyelerine uygun olarak konuşmakla emrolunduk.”4489 Güzel söz, Allah'a dâvet eden ve sâlih amel işleyen, ben müslümanım diyenin sözüdür: “(İnsanları) Allah'a çağıran, sâlih (iyi) iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel (ahsen) sözlü kim vardır?”4490 Sözde ihsan, sadaka vermekle eş tutulur: "...Güzel söz sadakadır." 4491
Tartışmada ve münakaşada ihsan: “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde (ahsen) mücadele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” 4492
Selâm vermede ihsan: “Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli (ahseni) ile selâmlayın; yahut aynısıyla karşılık verin...” 4493
Davranışlarda ihsan: “Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.”4494 Her işimizde ihsân, yani davranışlarımızı güzelleştirmek, Rabbimızın emri olduğu için ibâdettir. “Tâğuta (şeytana, putlara ve putlaştırılanlara) kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline (ahsen) uyan kullarımı müjdele...” 4495
Kötülükler ve Çirkinlikler Karşısında ihsan: “(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla (ahsen) önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” 4496; "...(O akıl sahipleri) ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir..." 4497 Güzel ahlâk; mahrum edene vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”
Hakka Çağırmada ihsan: “Rabbinin yoluna hikmet ve (mev’ıza-i hasene ile) güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et...”4498; “Ona tatlı dille konuşun,
4485] 23/Mü’minûn, 1-3
4486] Et-Tâc, 5/186
4487] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722
4488] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947
4489] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 592
4490] 41/Fussılet, 33
4491] Müslim, Zekât 56; Tirmizî, Birr 36
4492] 29/Ankebût, 46
4493] 4/Nisâ, 86
4494] 2/Bakara, 195
4495] 39/Zümer, 17-18
4496] 41/Fussılet, 34
4497] 13/Ra'd, 22
4498] 16/Nahl, 125
- 1014 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yumuşak söz söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” 4499
Ana babaya ihsân: “De ki: ‘Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin...” 4500“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da ihsânı/iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of!’ bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle.”4501 Bu âyetlerde kesin bir dille emredilen ana babaya ihsanın, onları doyurmaktan ziyade, içten gelen bir anlayışla koruma ve saygıda kusur etmemek olduğunu görüyoruz.
Talak sırasında kocanın karısına ihsânı: “Boşanma iki defadır. Bunlar, ya iyilikle tutmak veya ihsân ile/güzelce salıvermektir...”4502 Bu âyette emredilen ihsanın, boşamadan sonra hem nafaka takdiri ve hem de kadının değerini koruma ve saygı gösterme yönünde asil bir davranış olduğunu görüyoruz.
Yediklerimiz ve Giydiklerimizde ihsan: Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir. Yeme ve giyme konularındaki âyetlerde ihsân kelimesi ve türevleri geçmemekle beraber, yakın anlamlı ifadeler kullanılır. Ayrıca, gıda ve giyimin de başkalarına infak edilecek malların başında gelmesi, ihsan kelimesinin “bağış ve ikram”ı içeren diğer anlamıyla da uyum içindedir.
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdaların güzel, temiz ve helâl olanlarından yiyin...”4503; “Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde zînetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 4504; “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...” 4505
Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü şuuruyla yapmak; her işte ihsan: “Allah (yapılacak) bütün işlerin ihsân üzerine yapılmasını farz kılmıştır...” 4506 “İhsan, Allah’a O’nu görüyormuşcasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” 4507
İhsânın Diğer Boyutları: “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da ihsân sahiplerini (güzel davranışta bulunanları) sever.”4508 Bu âyetin, “Allah ihsân edenleri sever” ifadesiyle bitmesi, ihsan kelimesini bize açıklamaktadır. İhsan edenlerle kast edilen; bollukta ve darlıkta infak/dağıtma özelliğine sahip olanlardır.
Kendilerine yönelen kötülüğe karşı öfkelerini yenenlerdir, affederek münasebetsizlere müsamaha gösterenlerdir. Âyet, öfkeyi yenmeyle, gücü yeterken insanları affetme sıfatını, genel yarar uğruna harcama hasletiyle birlikte, muhsinlerin sıfatı olarak kullanmıştır. Burada ihsânın ihtiva ettiği anlam, sadece mal
4499] 20/Tâhâ, 44
4500] 6/En’âm, 151
4501] 17/İsrâ, 23
4502] 2/Bakara, 229
4503] 2/Bakara, 168
4504] 7/A’râf, 31
4505] 7/A’râf, 26
4506] Et-Tâc, 3/105
4507] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, Hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, Hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63,64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
4508] 3/Âl-i İmrân, 134
İHSÂN - MUHSİN
- 1015 -
verme değildir. İhsan; üstün ahlâklı, iman etmiş, başkasının kötülüğüne karşı, mukabelede bulunma ve ceza verme gücüne rağmen öfkesini yenen, müsamaha gösteren insanın özelliğini ifade etmektedir.
“Zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Aksi halde ateş size dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez. Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namazı kıl. Çünkü hasenât/iyilikler seyyiâtı/kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah ihsân sahibi muhsinlerin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” 4509
Bu üç âyetin, mü’minlerin düşmanları karşısındaki durumlarını ve yapmaları gerekeni açıkladığını görüyoruz. Düşmanlara dayanıp güvenmemek; namaza gece ve gündüz, değişik vakitlerde devam etmek; uzaklaştırma imkânına kavuşuncaya kadar düşmanların kötülüklerine sabır ve tahammül göstermek. Âyet, mü’minlerin bu durumunu ihsân olarak nitelemektedir. İhsânın, muhtaçlara infak etmekden daha fazla özellikler olduğu anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde mü’minlerden istenen, düşmana dayanıp güvenmeme, kötülüklerine sabır ve tahammül gösterme gibi ferdî durumlar veya kulu Rabbine bağlayan gündüz ve geceleyin namaz kılma gibi ibâdetlerdir. 4510
Muhsinlerin Özellikleri
Kur’ân-ı Kerim’den yola çıkarak, muhsinlerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Yeryüzünde Fesat Çıkarmazlar: “Yeryüzü ıslah edildikten sonra orada fesat çıkarmayın (bozgunculuk yapmayın). (Allah’ın azâbından) korkarak ve (rahmetini) umarak O’na duâ edin. Muhakkak ki muhsinlere/iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.”4511 Âyette bozgunculuk yapmamak, bunun yanında korku ve umutla Allah'a duâ edip yalvarmak, muhsinlerin özelliği olarak yer almış ve Allah’ın rahmetinin muhsinlere yakın olduğu ifade edilmiştir.
2- Allah Yolunda Karşılaşacakları Her Türlü Sıkıntıya Katlanırlar: “Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevi Araplara Allah’ın Rasûlünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. Şöyle ki; Allah yolunda onlara bir susuzluk, bir yorgunluk ve bir açlığın erişmesi, kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine sâlih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah, muhsinlerin/güzel davrananların mükâfatını zâyi etmez.” 4512
3- Allah Yolunda Cihad Ederler: “Bizim dâvâmız uğrunda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, muhsinlerle/iyi ve güzel davrananlarla beraberdir.”4513 Cihad etmeyi, Allah’ın dini uğrunda her türlü mücadeleye girişmek, yüksek gayretle çaba sarfetmek anlamında ele almak gerekmektedir. Bu şekilde cihad etmek, muhsin olmanın bir gereğidir.
4- Bollukta ve Darlıkta İnfak Ederler: “O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta
4509] 11/Hûd, 113-115
4510] Muhammed el-Behiy, Kur’anî Kavramlar, s. 217-218
4511] 7/A’râf, 56
4512] 9/Tevbe, 120
4513] 29/Ankebût, 69
- 1016 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da Allah için infak ederler/harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah muhsinleri/ iyilik edip güzel davranışta bulunanları sever.”4514 Bu âyette sayılan bazı özelliklerin hem muttakî, hem de muhsinlerin vasıfları olduğu belirtiliyor. Her muhsin, aynı zamanda muttakîdir, muttakî olmak zorundadır.
5- Sabırlıdırlar: “Sabret. Allah muhsinlerin/güzel iş yapanların ecrini/mükâfatını zâyi etmez.” 4515
6- Bol Bol İbâdet ve Duâ Ederler: “Rablerinin kendilerine vaad ettiğine kavuşurlar. Çünkü onlar, bundan önce dünyadayken muhsin/güzel davranışlı idiler. Geceleri pek az uyurlardı (Kalan saatlerinde namaz kılıp ibâdet ederlerdi). Seher vakitlerinde de istiğfâr eder, bağışlanma dilerlerdi.” 4516
7- Kendilerini Allah'a Adarlar: “Bilâkis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürür, O’na boyun eğip teslim olursa, onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de onlar üzülürler.” 4517
8- Muttakî Kimselerdir: “Hakkı/doğruyu getiren ve onu tasdik edenler; işte onlar Allah'a karşı gelmekten sakınan muttakîlerdir. Rableri onlara dilediklerini verecektir. İşte bu, muhsinlerin mükâfatıdır.” 4518
9- Namaz Kılarlar, Zekât Verirler, Âhirete de Kesin Olarak İman Ederler: “O (Kur’an), muhsinler/güzel davrananlar için hidâyet rehberi ve rahmet olmak üzere (indirilmiştir). Onlar(muhsin vasfını alan kimseler), namazı ikame ederler(kılarlar), zekâtı verirler ve onlar âhirete de kesin olarak iman ederler.” 4519
İhsân Sahiplerinin Mükâfatı
İhsân, infaktan, mal vermekten daha kapsamlıdır. “Kim verir ve sakınırsa, en güzeli (hüsnâyı) tasdik ederse Biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en güzeli (hüsnâyı) de yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz. Öylesi çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.”4520 Bu âyetlerde ihsanın verme ve takvâyı birlikte kapsadığını görmekteyiz. Bundan sonra, “en güzel (hüsnâ) söz olan tevhidi tasdik eden” ifadesi, verme ve takvâyı izlemektedir. İnancıyla birlikte ihsanda bulunup malını veren ve Allah’tan korkan böyle insanların işi, dünya ve âhirette kolaylaşmıştır. Davranışı Allah yanında makbuldür. Zira insanca davranışıyla Allah’ın istediklerini yerine getirmiştir.
Bu tipin karşısında, vermekten kaçınan, malına güvenerek takvâ ve sâlih amele yanaşmayan, ihsan ilkesine karşı çıkıp kabul etmeyen başka bir tip vardır. Böylesinin durumu, dünyada ve âhirette güçlüğe ve zorluğa uğramasıdır. “Öylesi çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.”4521 Yani hayatında krize düşmüştür. Problemi, ölümüyle birlikte âhiret hayatına da uzanmıştır.
4514] 3/Âl-i İmrân, 134
4515] 11/Hûd, 115
4516] 51/Zâriyât, 16-18
4517] 2/Bakara, 112
4518] 39/Zümer, 33-34
4519] 31/Lokman, 3-4
4520] 92/Leyl, 5-11
4521] 92/Leyl, 11
İHSÂN - MUHSİN
- 1017 -
Kin her taraftan kendisini sarmıştır; mal toplamadaki basitliği de dünyadaki değerini düşürmüştür. Sonra âhirette Allah’ın lütfuna erişememiştir. Çünkü malı ve davranışıyla Allah’ın emrine muhâlefet etmiştir. 4522
İhsân sahiplerine Allah ihsanla ve daha fazlasıyla karşılık verecektir. “İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere, hüsnâ/daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” 4523
"Kim (Allah huzuruna) bir hasene/güzellikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır."4524 İnsan, ihsan üzere olur, güzel işler yaparsa, davranışlarını ihsan üzere gösterirse, bunun karşılığı olarak ihsan görür, güzellikle muâmele edilir. “İhsânın karşılığı ihsândan başka bir şey midir?” 4525
“Allah, ihsan sahibi muhsinlerin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.”4526 “İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” 4527
İhsâna ihsanla, güzel davranışa güzelliklerle karşılık; hem dünyada, hem de âhirette ayrı ayrı verilecektir.4528 İhsana karşılığın en güzeli Allah katındadır. 4529
İnsanların dünyada işledikleri ameller ne kadar ihsân vasfında/güzel olursa olsun, Allah'ın ihsânı, âhirette vereceği güzelliklerle mukayese edilmez. Zaten insanın ihsân üzere yaşayıp güzellikler sergilemesi de Allah'ın bir lutfu ve ihsanıdır, O'nun yardımıyladır. Bunları düşünen insan, yaptığı güzelliklerden dolayı nefsine pay çıkarıp kibirlenmemeli, ihsânını riya ve gurur pisliklerinde kirletmemelidir.
Allah, ihsan sahibi olan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir.4530 Allah'ın rahmeti sürekli muhsinlerle beraber olur.4531 Muhsinler, kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar.4532 Kur'an, muhsinlere rahmet sunar.4533 İhsan sahiplerinin aleyhine bir yol (onları yenik duruma düşürme) yoktur. 4534
"Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver." 4535
4522] Muhammed el-Behiy, a.g.e. s. 216
4523] 10/Yûnus, 26
4524] 6/En'âm, 160
4525] 55/Rahmân, 60
4526] 11/Hûd, 115
4527] 2/Bakara, 195
4528] 3/Âl-i İmrân, 148; 16/Nahl, 39; 39/Zümer, 10
4529] 3/Âl-i İmrân, 14, 195; 13/Ra'd, 29; 38/Sâd, 25, 40, 49
4530] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/ A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd.
4531] 7/A'râf, 56
4532] 31/Lokman, 22
4533] 31/Lokman, 3; 46/Ahkaf, 12
4534] 9/Tevbe, 91
4535] 2/Bakara, 201
- 1018 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İhsân Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Husn/Güzellik Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 194 Yerde): 2/Bakara, 58, 83, 83, 112, 138, 178, 195, 195, 201, 201, 229, 236, 245; 3/Âl-i İmrân, 14, 37, 37, 120, 134, 148, 148, 172, 195; 4/Nisâ, 36, 40, 59, 62, 69, 78, 79, 85, 86, 95, 125, 125, 128; 5/Mâide, 12, 13, 50, 85, 93, 93; 6/En'âm, 84, 151, 152, 154, 160; 7/A'râf, 56, 95, 145, 168, 131, 137, 156, 161, 180; 8/Enfâl, 17; 9/Tevbe, 50, 52, 91, 100, 107, 120, 121; 10/Yûnus, 26, 26; 11/Hûd, 3, 7, 88, 114, 115; 12/Yûsuf, 3, 22, 23, 36, 56, 78, 90, 100; 13/Ra'd, 6, 18, 22, 29; 16/Nahl, 30, 30, 41, 62, 67, 75, 90, 96, 97, 122, 125, 125, 128; 17/İsrâ, 7, 7, 23, 34, 35, 53, 110; 18/Kehf, 2, 7, 30, 31, 86, 88, 104; 19/Meryem, 73, 74; 20/Tâhâ, 8, 86; 21/Enbiyâ, 101; 22/Hacc, 37, 58; 23/Mü'minûn, 14, 96; 24/Nûr, 38; 25/Furkan, 24, 33, 70, 76; 27/Neml, 11, 46, 89, ; 28/Kasas, 14, 54, 61, 77, 77, 84; 29/Ankebût, 7, 8, 46, 69; 31/Lokman, 3, 22; 32/Secde, 7; 33/Ahzâb, 21, 29, 52; 35/Fâtır, 8; 37/Sâffât, 80, 113, 105, 110, 121, 125, 131; 38/Sâd, 25, 40, 49; 39/Zümer, 10, 10, 18, 23, 34, 35, 55, 58; 40/Mü'min, 64; 41/Fussılet, 33, 34, 34, 50; 42/Şûrâ, 23, 23; 46/Ahkaf, 12, 15, 16; 48/Fetih, 16; 51/Zâriyât, 16; 53/Necm, 31, 31; 55/Rahmân, 60, 60, 76; 57/Hadîd, 10, 11, 18; 59/Haşr, 24; 60/Mümtehine, 4, 6; 64/Teğâbün, 3, 17; 65/Talâk, 11; 67/Mülk, 2; 73/Müzzemmil, 20; 77/Mürselât, 44; 92/Leyl, 6, 9; 95/Tîn, 4.
B- İhsân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 2/Bakara, 83, 178, 229; 4/Nisâ, 36, 62; 6/En’âm, 151; 9/Tevbe, 100; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 23; 46/Ahkaf, 15; 55/Rahmân, 60, 60.
C- Muhsin Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 58, 112, 125, 195, 236; 3/Âl-i İmrân, 134, 148; 5/Mâide, 13, 85, 93; 6/En’âm, 84; 7/A’râf, 56, 161; 9/Tevbe, 91, 120; 11/Hûd, 115; 12/Yûsuf, 22, 36, 56, 78, 90; 16/Nahl, 128; 22/Hacc, 37; 28/Kasas, 14; 29/Ankebût, 69; 31/Lokman, 3, 22; 33/Ahzâb, 29; 37/Sâffât, 80, 105, 110, 113, 121, 131; 39/Zümer, 34, 58; 46/Ahkaf, 12; 51/Zâriyât, 16; 77/Mürselât, 44.
D- İhsan Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- İhsân Nedir? 10/Yûnus, 26.
b- Allah, İhsânı Emreder: 16/Nahl, 90.
c- Gerçek Muhsinler: 31/Lokman, 3-5.
d- Amel ve İbâdette İhsan: 2/Bakara, 112.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 387; c. 2, s. 41
2- El-Câmiu li-Ahkâmi'l Kur'an, Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 116
3- Mefâtihu'l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 27
4- Kur'an'da İhsân ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak, İnkılâb Y.
5- İhsan, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
6- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 107
7- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risâle Y. c. 2, s. 213-214
8- İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 215-220
9- İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 293-295; 256-257
10- Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 487-489
11- Kur'an-ı Kerim'de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 37-39
12- İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 211-212
13- Haksöz s. 107 (Şubat 2000), Uğur Arpacık
14- Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 45-50

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:39

İHLÂS

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İHLÂS


- 963 -
Kavram no 86
Ahlâkî Kavramlar 16
Bk. Takvâ; Doğruluk; Ahlâk
İHLÂS
• İhlâs; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de İhlâs Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İhlâs Kavramı
• İbâdetlerde İhlâs
• İhlâsın Zıddı; Riyâ
• Rızâ ve Allah'ın Râzı Olması
• İhlâs ve Riyânın Kabı; Amel
• İhlâsın Terazisi; Niyet
• Niyet Terbiyesi
“De ki: 'Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız (ın mükâfâtı) bize; sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” 4189
İhlâs; Anlam ve Mâhiyeti
İhlâs kelimesi, sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” mânâsındaki hulûs/halâs kökünden türetilmiş olup “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” anlamına gelir. Allah’ın dışındakilerden teberrî/uzaklaşma, ayrılık ve kurtuluş anlamı da vardır. İhlâs kelimesi, terim olarak “ibâdet ve iyilikleri riyâdan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” demektir. Kur’ân-ı Kerim’in 112. sûresine İhlâs adı verilmesinin sebebi, bu sûrenin hâlis tevhidi ifade etmesi ve tevhid/ihlâs ehlinin halâsından/kurtuluşundan dolayıdır.
İman ve amel dürüstlüğü olarak tanımlanabilecek ihlâsın nihâî anlamı Allah dışındaki her şeyden uzaklaşmaktır.4190 İhlâs, bir şeyi saf, temiz ve arıtılmış hale getirmek, kalbi temizlemek, çıkar ve şöhret amacı güdülmeyen, içten, riyâsız, samimi sevgi ve bağlılık demektir. İslâmî literatürde ihlâs, daha geniş olarak şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânâda gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faâliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetmeyi ifade eder.4191 Yapılan ibâdet ve işlerde gösterişe yer vermeme, ibâdet ve tâatda riyâdan uzaklaşma hali ve kalbin safâsına keder veren şeyden kalbi uzak tutmak. Sırf Allah rızâsını düşünmek, ona göre hareket etmek ve sadece Allah için ibâdet etmek, ihlâs kavramıyla ifade edilir.
İhlâs; bir kalp hareketi ve rûhânî bir davranıştır. Kalp temizliğinin ve
4189] 2/Bakara, 139
4190] Râgıb, Müfredât, s. 155
4191] Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, s. 155; Lisânu’l-Arab, “huls” md; Gazzâlî, İhyâ, 4/379-380
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sağlamlığının bir delilidir. Yalnız Allah’ın rızâsını arayan bir niyettir. Kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah’a kulluk etmesi ve bu kulluğunda O’ndan başkasına yer vermemesi, başkasını düşünmemesidir. Ayrıca, ihlâs, “kalbi garaz şüphesi ve zan eğriliğinden temiz tutmaktır” şeklinde târif edilmiştir. İhlâsta Hakkın rızâsı talep edilir, yapılan işlerde riyâ, gösteriş, menfaat ve şöhret gâyesi güdülmez.
“Bir şey karışıklıktan arındığı zaman, temiz olur. Saf ve temiz hareketlere de ihlâs denir”.4192 İhlâs, bir kalp hareketi ve rûhânî bir davranıştır. Kalbî davranışların makbul oluşu, niyet ve irâdemizin sağlamlığına bağlıdır. İhlâs, kalp sağlamlığının/temizliğinin bir delilidir. Böyle olunca her işe başlandığı zaman niyette ihlâs, yani her türlü dünyevî karşılık beklemekten uzak olmak gerekmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı ihlâs ile kazanılır. Yoksa ihlâs kişinin başarı ve becerileriyle elde edilemez.
Bazen ihlâs ile söylenmiş bir tek kelime ile kişi kurtuluşa erer ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı elde edilir. Bazen bir tek adamın irşâdı, bin kişinin irşâdı kadar Allah rızâsına sebep olur. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ben Cebrâil’den ihlâsın ne olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi: ‘Ben de Azîz ve Celîl olan Allah’a ‘ihlâs nedir?’ diye sordum. O şöyle buyurdu: “İhlâs Benim bir sırrımdır. Onu kullarımdan sevdiğim kimselerin kalbine koyarım.”
Kur’ân-ı Kerim, ihlâsı lüzum, fayda ve neticeleriyle belirtmiştir. Buna göre ihlâs, ibâdet ve davranışta Allah’a özden bağlanmaktır. “Bizim yaptıklarımızın mükâfatı bize; sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.”4193 Bu âyette, amellerinde sadece Allah’ın rızâsını gözetenlerin hâlis insanlar ve muhlis mü’minler olduğu vurgulanmaktadır. Böyle bir ihlâsı taşıyanlar, Allah’ın dininde ihlâs ve samimiyetlerini, ibâdeti Allah için yaparak gösterirler; nefisleri hoşlanmasa da bu hallerine devam ederler ve Allah’a hamdetmekten geri kalmazlar. 4194
İhlâs, fenâlığı ve kötülüğü gideren bir fazilettir. “İşte Biz ondan (Yusuf’tan) fenâlığı ve fuhşu gidermek için (böyle yaptık, delilleri gösterdik). Çünkü o, Bizim ihlâslı kullarımızdandı.”4195 âyetinde, evdeki kadınla Hz. Yusuf arasında geçen olayda ve kadının niyetinin neticesiz kalışında en büyük etkenin, Hz. Yusuf’un ihlâsı olduğu görülmektedir. İnsanlık için ihlâsın gereği, her zaman ve her iş için emredilen bir keyfiyet oluşuyla da anlaşılmaktadır. Çünkü ihlâs, ehl-i kitaba da, yapacakları diğer ibâdetlerle birlikte emredilmişti. 4196
İhlâs, şeytanın kişiye süslemeye çalıştığı fenâlıklara ve insanları azdırma gayretine engel olan bir tutumdur. Bu durum şeytanın itiraflarından anlaşılmaktadır: “Yeryüzünde insanlara (fenâlıkları) süsleyeceğim, elbette onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinde ihlâsa sahip mü’minler bunun dışındadır.”4197 Şirkten, Kitabı ve Peygamber’i yalanlamadan, sapık yollara sapıp tevhid akîdesine aykırı inanç ve düşünceler beslemeden dolayı gerçekleşecek İlâhî azaptan kurtuluşta ihlâsın
4192] Gazâli, İhyâ, 4/379
4193] 2/Bakara, 139
4194] 7/A’râf, 29; 10/Yûnus, 22; 31/Lokman, 32; 4/Nisâ, 46; 39/Zümer, 2, 11, 14; 40/Mü’min 14, 65
4195] 12/Yûsuf, 24
4196] 98/Beyyine, 5
4197] 15/Hicr, 40; 38/Sâd, 83
İHLÂS
- 965 -
yeri ve önemi şöyle belirtilmiştir: “Allah’ın ihlâs sahibi kulları müstesnâ.” 4198
Ahlâk önderleri peygamberler, varlıkları ihlâsla yoğrulmuş şahsiyetlerdir. Hz. Mûsâ, Hz. Yûsuf, Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil, Hz. Ya’kub ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in özellikleri anlatılırken Kur’an onları ihlâslı kullar olarak nitelemiştir.4199 Çünkü peygamberler dâvet ve tebliğlerinde daima, Hakk’ın rızâsından başka bir maksat gütmeyerek ihlâslarını ortaya koymuşlardır.
Fudayl bin İyâd: “Halk için ameli terketmek, riyâdır; halk için amel etmek ise şirktir. İhlâs, Allah Teâlâ’nın bu iki şeyden seni âfiyette kılmasıdır” diyor. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir hutbesinde şöyle der: “Biliyorsunuz ki, mâlum bir ecelin peşinde gece-gündüz koşuyoruz. Allah Teâlâ’nın rızâsı için söylenmeyen hiçbir şeyde hayır yoktur. Aziz ve Celil olan Allah’ın yolunda harcanmayan hiçbir malda hayır yoktur. Bilgiçlik taslayarak gurura kapılanlarda hayır olmadığı gibi, Allah için yaptıklarında insanların kınamasından endişeye düşenlerde de hayır yoktur.” 4200
Mü’minler bütün söz ve fiillerinde Allah’ın rızâsını gözetmek zorundadırlar. Eğer insanların hoşlarına gitmek niyetiyle amelde bulunurlarsa, kendi kendilerini helâk ederler. Nitekim Uhud savaşında mü’minlerin en önde savaşanlarından birisi de Kuzman idi. Medine’deki hurmalıklarını korumak niyetiyle savaştığı için cehennemlik olmuştur.4201 Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Üç hususta müslümanın kalbi hiyânet edemez: Allah için ihlâs ile amel yapmak, İslâm devletinin yöneticilerine samimiyetle öğüt vermek ve İslâm cemaati ile birlikte olmak.” 4202
İhlâsın zıddı riyâdır. Riyâ; “sırf Allah rızâsı için yapılması gereken amele gösteriş katmak” anlamında kullanılır. Gösteriş demek olan riyâ, amelleri dünyevî maksatlarla, insanlar görsün diye yapmaktır, bu da insanı şirke sürükler. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah, sadece kendisi için ve kendisinin rızâsı için olmayan bir amelden başkasını kabul etmez.” 4203
İhlâsın Allah’a gönülden bağlanma, ibâdeti sadece O’na has kılma, inanç ve ibâdetinde Allah’a şirk koşmama gibi mânâlarına işaret etmiştik. Bu öyle olmalı ki, 2/Bakara sûresi 138. âyette belirtildiği gibi Allah’ın rengiyle boyanılmalıdır. “Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel boyayı/rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.”4204 Allah’ın boyası en güzel boyadır; o da din-i İslâm’dır. Burada mecaz ve istiâre olarak din, boya olarak isimlendirilmiştir. Zira elbisede boya belirgin olduğu gibi, dindar bir müslamanda da din belirgin hale gelir.
İman ve ibâdette ihlâs sadece tavsiye değil; aynı zamanda bir emirdir. “De ki: ‘Bana dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmem emrolundu.”4205; “De ki: ‘Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azâbından korkarım. De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah’a ibâdet ederim.”4206; “Kim Rabbine kavuşmayı isterse sâlih amel işlesin ve Rabbine
4198] 37/Sâffât, 40, 74, 128, 160
4199] 19/Meryem, 51; 12/Yûsuf, 24; 38/Sâd, 45, 46; 39/Zümer, 11
4200] Kuşeyrî Risâlesi, İst. 1978, s. 3, 7
4201] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1969, 4/342
4202] İbn Mâce, Mukaddime 18
4203] Nesâî, Cihad 24; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 101; TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 535-536
4204] 2/Bakara, 138
4205] 39/Zümer, 11
4206] 39/Zümer, 12-14
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ibâdetinde (muhlis olsun) hiçbir şeyi şirk/ortak koşmasın.” 4207
İslâm’ın özelliklerinden biri de kalbe hitap etmesidir. İslâm büyüklerinin bir kısmı kalbi insanın merkezi olarak kabul etmişlerdir. İhlâs da zâten gönül işidir. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Dikkat! Vücutta küçük bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, işte bu, kalptir.” 4208
İhlâs, dini Allah’a has kılmak, gerek itikadî, gerekse amelî bulanıklardan kurtulup arı duru bir kul olmaktır. Böyle olmak için Allah’ın yardımına her an ihtiyacımız vardır. Âyette, “Dini, yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın” buyruluyor. Buradaki “yalvarmak” ibâdet mânâsındadır. Muhlis bir şekilde ibâdet edersek kurtuluruz. İnsan, imkânı nisbetinde her halinde muhlis olmalıdır. Çünkü kurtuluş ihlâstadır. Kur’ân-ı Kerim’de cehennem azâbından ancak ihlâslı kulların kurtulacağı bildirilmektedir: “(Bu azaptan) ancak Allah’ın hâlis kulları istisnâ edilecek.”4209 Yani, ihlâslı kullar, azap acısı tatmayacaklar. “...Onun için Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ, onların hepsi (cehenneme) götürüleceklerdir.” 4210
Ama, bu bahsedilen ihlâs, insanın başı darda olduğu zamanda gösterdiği ihlâs değildir. Kur'an'da bu fıtrî durum şöyle ifâde edilir: “Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamâmen Allah’a has kılarak (ihlâsla) O’na yalvarırlar.”4211 Bu halde Allah’tan başka kimseye duâ etmez ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmazlar. Aynı mânâda başka âyetler de vardır.4212 Muhlis kullara şeytan bile yaklaşamaz. Tâatinde ihlâslı olana, şeytan onu iğfâl etmeye bir yol bulamaz. Âyet-i kerimede bu durum açıkça ifade edilir: “(İblis) Dedi ki, ‘Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak, onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” 4213
Özlenen ihlâs, zorlanılan anda veya ölüm ânında gösterilen ihlâsı bütün ömür boyu gösterebilmektir. Şâir, bunu şöyle ifade eder:
“Suâl: Ey velî, mü’min nasıl olmalı, söyle!
Cevap: Son anda nasıl olacaksa, hep öyle.” (N.F.K.)
İslâm büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî, ihlâsı şu şekilde özetlemektedir: “İhlâs, kulun sükûn ve hareketlerinin özellikle Allah için olmasıdır.”
İhsân ile ihlâsın birbirinden ayrılamayacak derecede mânâ irtibatı vardır. İhsân, ihlâstan; ihlâs, ihsândan ayrı düşünülemez. Zâten Kur’an’da geçen ihsân kelimesinin bir kısmı müfessirlerce ihlâs olarak tefsir edilmiştir.4214 Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Allah Teâlâ buyuruyor: ‘Ben ortakların şirkte en müstağnîsiyim. Her kim bir amel işler de Benimle birlikte başkasını ortak ederse, onu şirkiyle başbaşa bırakırım.” 4215
4207] 18/Kehf, 110
4208] Buhârî, İman 39
4209] 37/Sâffât, 40
4210] 37/Sâffât, 128
4211] 31/Lokman, 32
4212] 10/Yûnus, 22; 29/Ankebût, 65
4213] 15/Hicr, 39-40
4214] Metin Ocak, Kur’an’da İhsân ve Muhsin Kavramları, s. 23-26
4215] Müslim, Zühd 46
İHLÂS
- 967 -
İhlâs, insanların lüzumsuz ve geçici iltifatına Allah'ın rızâsını/hoşnutluğunu tercih etmektir. İhlâs, her türlü amel ve ibâdetin özü ve mayasıdır. Herhangi bir amel veya ibâdetin makbul olması, ancak ona bağlıdır. İhlâs ile yapılmayan, içinde insanların takdir ve iltifatı hedeflenmiş bulunan amel ve ibâdetler huzur-u İlâhîde makbul sayılmaz ve paçavra gibi sahibinin suratına çarpılır. "Ey iman edenler, insanlara gösteriş için malını verip Allah'a ve âhiret gününe inanmayan adam gibi, başa kakmak ve eziyet etmek ile sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin hali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayanın haline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur vurunca çıplak, pürüzsüz hale getirir. Böyleleri, kazandıklarından hiçbir fayda görmezler. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez." 4216; "Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri halde, insanlara gösteriş için mallarını sarfederler. Şeytan kime yâr olursa, artık o ne fenâ bir arkadaştır." 4217
Dikkat edilirse bu iki âyette ortak bir yön dikkat çekiyor. Âyetler, ihlâslı olmayan, yani riyâkâr insanları, Allah'a ve âhiret gününe inanmamakla suçluyor ve mahkûm ediyor. Şüphesiz, yaptığı amelin karşılığının Rabbimiz tarafından âhirette bolca verileceğine, ebedî nimetlere kavuşacağına inananlar, elbette geçici iltifatları değil; Allah'ın ebedî lutfunu tercih edeceklerdir. Allah'ı değil de kulları râzı etmeye özen gösteren ve aynı hassâsiyeti Allah'ı hoşnut etme konusunda göstermeyenler, âhirete ve orada verilecek rızıklara olan inançta, elbette samimi ve ciddi değiller demektir.
Yaptığı iyiliği başa kakmak, elbette ihlâsın olmadığı ve riyânın hâkim olduğu bir davranıştır. Yapılan ameli boşa çıkarmak, geçersiz kılmak için başa kakmak yeterli bir sebeptir. Zira; Allah için yapılan yardımın mükâfatı da Allah'tan beklenmeliydi. Yardım yapılan şahıstan menfaat ummak, yardımın karşılığını alacağından, Allah'tan mükâfat beklemek abes olur. Bu vesile ile Allah yanında makbul sayılması, âyet-i kerimenin belirttiği üzere, mümkün değildir. Yine bunun içindir ki bu anlayış, Hz. Peygamber'in diliyle "küçük şirk" diye tanımlanmıştır.
Mübâdele/değişim aracı olan gerçek para ile kalp/sahte para arasındaki fark gibidir riyâ ile ihlâs arasındaki fark. Sahte para nasıl mübâdele aracı olamıyor ve hiçbir değeri ve geçerliliği bulunmuyor ise, ihlâslı olmayan, riyâkâr davranış, amel ve ibâdetler de aynı gibi görünen ama aslında yok sayılan şeyler gibidir.
İslâm'da nihâî hedef insandır. Yani insanın mükemmelleşip kemâl derecesine ulaşması, aslî temiz fıtratına kavuşması temel hedeftir. İşte insan, aslî fıtratına, sun'î/yapmacık şeylerden arınarak, samimi olarak ulaşır. Her insanı memnun etmek için çaba sarfeden, şirin görünmeye özen gösteren, zamanla kişiliğini yitirir. Ancak, yalnız Allah'ı memnun ve râzı etmeye, bu konuda oldukça samimi olmaya çalışanlar, gerçek kişiliği ve izzeti bulurlar. Bu itibarla tüm insanlarla ilişkiler daha bir anlamlı olur. Kime nasıl davranılacağı bilindiğinden, hangi tavrın iltifat, takdir; hangi tavrın tepki alacağını tespit etmek kolaylaşır. Olgun bir kişiliğe sahip olunur. Güven veren emin bir kişilik oluşur. Herhangi bir olay veya konuya Allah'ın rızâsı hedeflendiğinden âdil ve dürüst yaklaşımlarıyla güven telkin eder. İşte bunlar ihlâs sahibi insanların vasfıdır.
O halde, yığınla insanı memnun etmek, onlara hoş görünmektense, Allah'ı râzı ederek bu vesile ile tüm âdil ve samimi kulları da râzı etmek daha güzel
4216] 2/Bakara, 264
4217] 4/Nisâ, 38
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değil mi? İslâmlığa ve tabii ki insanlığa yakışan da bu değil mi? İslâmlık, insanlık diye tanımlanan, insan fıtratının özü ve gereğidir. İslâm'ın da hedefi insanı aslî fıtratına ulaştırmak, kaybolan samimiyetiyle buluşturmaktır. Bunun içindir ki, fıtratın dili, İslâm'ı ve onun ölmez ilkelerini haykırır. Samimiyet, yani ihlâs, en fazla aşınan ilkemizdir. Kur'an'ın koyduğu ahlâk kurallarını bir hayat biçimi kabul ederek okumak ve Hz. Peygamber'in hayatını özümsemek, bize ihlâsın ufuklarını gösterecektir. Her konuda Allah'ın rızâsı hedeflenmeli ve her yapılan, yalnız Allah için yapılmalıdır. 4218
İhlâsın, kişinin tüm hayatını kapsadığı, bir başka deyişle, hem iman hem de ameli ilgilendiren bir kavram olduğu, şeytanın saptıramadığını4219 belirten ifâdelerden de anlaşılmaktadır. Çünkü aynı olgu "Şeytanın, iman edip sadece Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir otoritesi bulunmamaktadır. Onun otoritesi, sadece kendisini velî edinip Allah'a şirk koşanlar üzerindedir."4220 âyetiyle birlikte düşünülürse, ihlâsın şu şekilde açıklanabileceği görülür: İhlâs, Allah'a iman edip sadece O'na tevekkül etmek, şeytanı dost edinmemek ve Allah'a şirk koşmamaktır.
İbâdet ve tâati sırf Allah için yapmak, dini yalnız O'na özgü kılmak anlamına gelen ihlâs, tevhid inancının rûhudur. Bunun için kul, sırf Allah rızâsını kazanmak amacıyla Hakk'a kulluk/ibâdet yapmalı, ibâdetlerine asla yapmacık, gösteriş, başkasının beğenisini kazanma düşüncesi karıştırmamalıdır. "Hak'tan başka bir şey düşünmekten korunmak" şeklinde de tanımlanan ihlâs, işleri gösterişten korur, sahibini gerçek takvâya götürür.
Ebû Ali el-Dekkak: "İhlâs, halkı düşünmekten korunmak, nefsi düşünmekten arınmaktır. Muhlis, riyâsı olmayan sâdık, kendini beğenmeyen adamdır" demiştir. İhlâs, sürekli olarak Yaratıcı'ya bakıp, O'nu dikkate alıp râzı etmeye çalışmak, yaratıkları görmemektir. Amelleri boşa çıkarmak için nefsin birçok yol ve vâsıtası vardır. Nefsin en gizli âfetlerinden biri, övülmekten hoşlanmasıdır. Çünkü biraz övgü görse, gökleri ve yeri sırtına yüklesen çeker, ama övgü olmayınca tembelleşir, başarısız kalır. İhlâs, yapılan amele Allah'tan başka şâhid ve O'ndan başka ödüllendirici tutmamaktır.
Bedene göre ruh ne ise, amele göre ihlâs odur. Rûhu olmayan bir beden, cansız bir maddeden ibârettir. İhlâssız amel de hebâ olmuş bir iş gibidir. İhlâs, bâtınî amel türündendir. Zâhirî ameller, bâtınî amellerle değer kazanır. İhlâslı davranmak, samimi olmak, gösteriş ve riyâdan uzak bir şekilde hareket etmek, oldukça zor bir iştir. Kişinin bütün tutum ve davranışlarında ihlâslı olması, hele sâlih amel işlerken ihlâslı davranması daha da zor gibidir. Ancak, kişi, bu durumlarda samimi bir şekilde hareket ederse, ameli değer kazanır ve ameli makbul olur. İhlâslı bir şekilde Allah'a ibâdet etmek, sâlih ameldir. İhlâslı bir mü'minin kalbine hile girmez. Kişinin faâliyeti ve samimiyeti, ihlâslı olmasıyla değer kazanır ve böylece amelinin ecrini artırır. Neticede de derecesi yükselir ve toplumda örnek bir şahıs durumuna gelir. Çünkü ihlâslı bir kişi, riyâdan arınmış bir şekilde dine hizmet etmeyi kendisine vazife bilen bir insandır. Böylece mü'min kişi; "... Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak, O'na kulluk ediyorum."4221 âyetinin ifâde ettiği anlam bütünlüğüne erer.
4218] Hüseyin Caneri, Ahlâk Bilinci, s. 46-49
4219] 12/Yûsuf, 24; 15/Hicr, 40; 38/Sâd, 83
4220] 16/Nahl, 99-100
4221] 39/Zümer, 14
İHLÂS
- 969 -
Kur’ân-ı Kerim’de İhlâs Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “ihlâs” kelimesi, türevleriyle birlikte 31 yerde kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de hulûs kökünden çeşitli kelimeler hem sözlük, hem terim anlamında yer almaktadır. On yerde geçen “muhlisîne lehu’d-dîn” ifadesindeki ihlâs kavramı, “yalnızca Allah’a yönelip O’na kulluk etme, O’na güvenip O’ndan dilekte bulunma, sadece Allah’ın dinini tanıyıp din konusunda kendini Allah’a adama, tevhid inancının saflığını bâtıl itikadlarla zedelemekten sakınma, saf dindarlık” şeklinde hem şirke, hem riyâya zıt bir anlam taşır.4222 Yine Kur’ân-ı Kerim’deki “ıbâdullahi’l-muhlasîn” ifâdesi, “Allah’ın yardımına mazhar olup hâlis dindarlığa ve hidâyete ulaştırılmış kullar” mânâsına gelmektedir. Fahreddin er-Râzî, bu ifâdenin geçtiği Hicr sûresinin 40. âyetini açıklarken ihlâsın “bir şeyi karışımdan temizleyip saf hale getirmek” şeklindeki sözlük anlamını hatırlattıktan sonra insanın bir ameli ya sırf Allah için ya da Allah’tan başka biri için veya her iki amacı birlikte gözeterek yapacağını, sonuncu durumda ya Allah rızâsını veya başkasını memnun etmeyi öne alacağını belirtmekte, bunlardan sadece birinci amelin makbul olduğunu, ameline gösteriş karıştırmakla birlikte Allah rızâsını önde tutanların da ihlâslı kimselerden sayılmasının umulduğunu söylemektedir.4223 Âyetlerde bildirildiğine göre şeytan, ihlâslı kişilere zarar veremeyeceğini itiraf etmiştir.4224 Bu sebeple Kur’an’da ihlâs, peygamberlerin başlıca niteliklerinden sayılmıştır.4225 Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’in 112. Sûresine, dinin temel ilkesi olan tevhidi en hâlis, en güzel şekilde dile getirdiği için “ihlâs” adı verilmiştir.
İhlâs, esâsen bir nesnenin başka şeylerden ayıklanarak sadece bir şeye âit ve ona özgü kılınması anlamına gelir. Yahûdilerin âhiretin kendilerine âit olduğu iddiâsı4226 ve bu iddiâya, âhiretin sadece iman edenlere âit olduğu4227 şeklinde verilen cevabın yanı sıra, dörtten fazla evliliğin, öteki mü'minler ayıklanarak sadece Hz. Peygamber'e özgü bir durum oluşu da bu kelime ile anlatılır.4228 İhlâs, Kur'ân-ı Kerim'de ibâdetlerin hâlis bir niyetle, gösterişe kapılmadan, sırf Allah rızâsı için yapılması anlamıyla birlikte, genel anlamda kulluk4229 ve dinin sadece Allah'a hasredilmesi anlamında;4230 şirkin zıddı4231 olarak kullanılmaktadır.
İhlâs kavramı, 12/Yûsuf sûresinin 80. âyetinde “Ondan ümitlerini kesince (meseleyi) gizli görüşmek üzere ayrılıp çekildiler (halesû)” şeklinde ayrılık anlamındadır. “... Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.”4232 Bu âyetteki “muhlis” kelimesi, “tâat ve ibâdetle ihlâs sahibiyiz. Hiçbir şeyi O’na eş koşmayız. O’ndan başka hiçbir şeye de ibâdet etmeyiz” anlamındadır. Kur’an’da Hz. Yusuf için; “Şüphesiz o, ihlâslı kullarımızdandır.”4233 buyurulmaktadır. Yusuf (a.s.), tevhid ve ibâdetinde “muhlis” idi.
4222] 7/A’râf, 29; 98/Beyyine, 5
4223] Mefâtihu’l-Gayb, 19/188-189
4224] 15/Hicr, 40; 38/Sâd, 83
4225] 10/Yûnus, 24; 19/Meryem, 51; 38/Sâd, 45-46
4226] 2/Bakara, 94
4227] 7/A'râf, 32
4228] 33/Ahzâb 50
4229] 39/Zümer, 2, 3, 11; 12/Yûsuf 24; 98/Beyyine, 5
4230] 7/A'râf, 29; 4/Nisâ, 146; 10/Yûnus, 22; 29/Ankebût, 65 vd.
4231] 29/Ankebût, 65; 98/Beyyine, 5
4232] 2/Bakara 139
4233] 12/Yûsuf, 24
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerek Bakara 139 ve Yusuf 24. âyetlerinde ve gerekse başka âyetlerde geçen “muhlis” kelimesi ile vasıflanan müslümanlar, yahûdinin teşbih ve nasârânın teslisinden berî oldukları için ihlâsla vasıflanmışlardır.
"... Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” 4234
"... Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." 4235
"Şüphesiz münâfıklar (kendi akıllarınca) Allah'ı aldatmaya kalkışırlar, Allah'a oyun etmeğe çalışırlar; hâlbuki Allah onların tuzak ve oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da pek az zikrederler, az hatırlarlar. Bunların (insanların) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanırlar) ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın." 4236
“Şüphe yok ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak, tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılıp dinlerini/ibâdetlerini ihlâsla, yalnız O’nun için yapanlar başkadır. İşte bunlar (gerçekte) mü’minlerle beraberdirler ve Allah mü’minlere yakında büyük mükâfat verecektir.” 4237
“De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi O’na (kıbleye) doğrultun ve dini muhlis olarak, yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz. (Öyle ise, Allah’a şirk/ortak koşmadan, gönlünüze başka tanrılar getirmeden sırf Allah’a yalvararak O’na kulluk edin.” 4238
“O, sizi karada ve denizde yürütendir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri güzel bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak, ‘andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız’ diye Allah’a yalvarırlar.” 4239
“Kim, (yalnız) dünya hayatını ve onun zînetini istemekte ise, onların işlerinin karşılığını orada tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) Yaptıkları da boşa gitmiştir; hâlen yapmakta oldukları şeyler zâten bâtıldır.” 4240
“Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delillerimizi gösterdik). Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” 4241
“(İblis) dedi ki: ‘Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak, onlardan ihlâsa erdirilmiş kullar müstesnâ.” 4242
“(Rasûlüm!) Kitapta Mûsâ’yı da an. Gerçekten o, ihlâs ve samimiyete ulaşmıştı ve hem
4234] 2/Bakara, 139
4235] 2/Bakara, 156
4236] 4/Nisâ, 142-143
4237] 4/Nisâ, 145-146
4238] 7/A’râf, 29
4239] 10-/Yûnus, 22
4240] 11/Hûd, 15-16
4241] 12/Yûsuf, 24
4242] 15/Hicr, 40
İHLÂS
- 971 -
elçi hem de peygamberdi.” 4243
"Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih amel (iyi iş) yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin." 4244
"(Kurban edilen hayvanların) Ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşmaz. Sizin takvânız, O'na ulaşır." 4245
“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibârettir. Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı. Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O’na has kılarak, ihlâsla Allah’a yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki (Allah’a) şirk/ortak koşmaktadırlar.” 4246
“Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah’a has kılarak ihlâsla O’na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten Bizim âyetlerimizi ancak nankör gaddarlar bilerek inkâr eder.” 4247
“(Yersiz ithamlarınız sebebiyle) Siz acı azâbı tadacaksınız. Başka bir şeyle değil; sadece yaptığınız işlerle cezâlanacaksınız. (Bu azaptan) Ancak Allah’ın hâlis/ihlâslı kulları istisnâ edilecek.” 4248
“Bak ve düşün: Uyarılanların âkıbeti ne oldu? (Tabii) Allah’ın muhlis kulları müstesnâ.” 4249
“Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ, onların hepsi (cehenneme) götürüleceklerdir.” 4250
“Sizler ve taptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden başkasını Allah’a karşı azdırıp saptıramazsınız. Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları böyle değildir.” 4251
“Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya’kub’u an. Biz onları âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık.” 4252
“İblis, ‘Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların hâriç, hepsini mutlaka azdıracağım’ dedi.” 4253
"Dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk et! Hâlis din (ibâdet) Allah'a yapılır." 4254
"De ki: 'Bana, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet etmem emredildi." 4255
"De ki: 'Ben, dinimi Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet ederim. Siz de O'ndan başka dilediğinize tapın..." 4256
4243] 19/Meryem, 51
4244] 18/Kehf, 110
4245] 22/Hacc, 37
4246] 29/Ankebût, 65
4247] 31/Lokman, 32
4248] 37/Sâffât, 38-40
4249] 37/Sâffât, 73-74
4250] 37/Sâffât, 127-128
4251] 37/Sâffât, 160-163
4252] 38/Sâd, 45-46
4253] 38/Sâd, 82-83
4254] 39/Zümer, 2-3
4255] 39/Zümer, 11
4256] 39/Zümer, 14-15
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Haydi, kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah’a, Allah için dindar ve muhlis olarak duâ edin.” 4257
“O (Allah), daima diridir; O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O halde dinde ihlâs ve samimiyet erbâbı olarak O’na duâ edin. Hamd (övmek ve övülmek), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” 4258
"Kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet etmeleri emredildi." 4259
“Şu namaz kılanların vay haline! Onlar namazlarında yanılgıdadır, onlar gösteriş yapmaktadırlar.” 4260
Hadis-i Şeriflerde İhlâs Kavramı
İhlâs kavramı, hadis-i şeriflerde de dinî ve ahlâkî bir fazîlet olarak sık sık geçmektedir. Çeşitli vesilelerle Allah rızâsı için ihlâsla amel etmenin önemini ve fazîletini vurgulayan Hz. Peygamber, duâda ihlâslı olmayı öğütlemiş,4261 ihlâslı bir kalple iman etmiş kişinin âhiret kurtuluşuna ereceğini müjdelemiş,4262 kendisi de şöyle duâ ederdi: “Yâ Rabbi! Beni Sana karşı ihlâslı bir kul yap.” 4263
Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Allah Teâlâ diyor ki: ‘Ben ortakların şirkten en müstağnî olanıyım. Kim bir amel yapar, buna Benden başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla baş başa bırakırım.” 4264
“Kıyâmet gününde, Allah nazarında en kötü olanlardan bir kısmını, iki yüzlülerin teşkil ettiğini göreceksiniz. Bunlar, bazılarına bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden insanlardır.” 4265
"Şüphesiz riyâ şirktir." 4266
"Muhakkak ki, sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyâdır." 4267
"Gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur." 4268
"Kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır." 4269
“Kimin dünyada iki yüzü varsa, kıyâmet günü, onun ateşten iki dili olacaktır.” 4270
“Şüphesiz Allah, sadece kendisi için ve kendisinin rızâsı için olmayan bir amelden
4257] 40/Mü’min, 14
4258] 40/Mü’min, 65
4259] 98/Beyyine, 5
4260] 107/Mûûn, 4-6
4261] Ebû Dâvud, Cenâiz 56
4262] Ahmed bin Hanbel, 5/147
4263] Ahmed bin Hanbel, 4/369; Ebû Dâvud, Vitr 25
4264] Müslim, Zühd 46, hadis no: 2985; İbn Mâce, Zühd 21; Ahmed bin Hanbel, 2/301, 435
4265] Buhârî, Edeb 52; Müslim, Fedâil 199, hadis no: 2526; Muvattâ, Kelâm 21 –2, 991-; Tirmizî, Birr 78, hadis no: 2026; Ebû Dâvud, Edeb 39, hadis no: 4872
4266] İbn Mâce, Fiten 16
4267] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58
4268] et-Terğîb ve't-Terhîb 1/32
4269] Müslim, Zühd 38
4270] Ebû Dâvud, Edeb 39, hadis no: 4873
İHLÂS
- 973 -
başkasını kabul etmez.” 4271
“Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de dünya veya bir kadınla evlenmek için ise, onun hicreti de, hicret ettiği şeyedir.” 4272
"Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat sizin kalplerinize ve niyetlerinize (amellerinize) bakar." 4273
“Bir kul, Allah rızâsı için mütevâzi ve alçakgönüllü olursa Allah onu mutlaka yüceltir. Size bir hadis/söz söyleyeceğim, onu iyi belleyin: Dünya dört kişi içindir (dünya konusunda, sahip olma ve niyet yönüyle insanlar dört çeşittir):
Bir kul vardır, Allah kendisine mal ve ilim vermiştir de kul, malı hususunda Allah’tan korkmakta, (mal ve ilmi kullanarak) sıla-i rahim yapmakta, (mal ve ilminde) Allah’ın hakkı olduğunu bilmektedir; işte bu kimse en fazîletli bir makamdadır.
Bir kul vardır; Allah ona ilim vermiş, mal vermemiştir. Ama iyi niyetlidir ve ‘malım olsaydı onu falan kişi gibi (hayırda) harcardım’ der. İşte bu kimse, niyetindekini yapmış gibi sevaba nâil olur; ikisi de eşit şekilde ücrete konar.
Bir kul vardır Allah ona mal vermiştir, fakat ilim vermemiştir. Malını câhilâne harcar. Malı hususunda Rabbinden korkmaz. (Cimriliği, câhilliği sebebiyle) malıyla sıla-i rahim yapmaz; malında Allah’ın da hakkı olduğunu hiç düşünmez. İşte bu kimse, mertebelerin en düşüğündedir.
Bir kul da vardır, Allah ona ne ilim ne de mal vermiştir ama; ‘eğer malım olsaydı onunla falan kimsenin yaptıklarını ben de yapardım’ der. Bu da niyetiyle muâmele görür. Niyet ettiği kimsenin vebalini aynen elde eder.” 4274
“Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakîr gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” 4275
“Üç hususta müslümanın kalbi hiyânet edemez: Allah için ihlâs ile amel yapmak, İslâm devletinin yöneticilerine samimiyetle öğüt vermek ve İslâm cemaati ile birlikte olmak. Bu üç şeyin bulunması, kalbi diğerlerinden korur.” 4276
“Kıyâmet günü ilk çağrılacaklar, Kur’an’ı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir. Allah Teâlâ Kur’an okuyana:
‘Ben, Rasûlüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?’ diye soracak. Adam:
‘Evet ya Rabbi!” diyecek.
‘Öğrendiklerinle ne amelde bulundun?’ diye Allah Teâlâ tekrar soracak. Adam:
4271] Nesâî, Cihad 24
4272] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, İman 41, Nikâh 5, Talâk 11, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Itk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâre 155, hadis no: 1907; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16, hadis no: 1647; Ebû Dâvud, Talak 11, hadis no: 2201; Nesâî, Tahâret 60
4273] Müslim, Birr 10, 33; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, 2/285, 539
4274] Tirmizî, Zühd 17, hadis no: 2326; İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4228
4275] Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467
4276] İbn Mâce, Mukaddime 18; Tirmizî, İlim 7
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
‘Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum’ diyecek. Allah Teâlâ:
‘Yalan söylüyorsun!’ diyecek. Melekler de ona:
‘Yalan söylüyorsun!’ diye çıkışacaklar. Allah Teâlâ ona:
‘Bilakis sen, ‘falanca Kur’an okuyor’ densin diye okudun ve bu da söylendi’ der.
Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ:
‘Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye muhtaç olmadın!’ der. Zengin adam:
‘Evet yâ Rabbi’ der.
‘Sana verdiğimle ne amelde bulundun?’ diye Allah Teâlâ sorar. Adam:
‘Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim’ der. Allah Teâlâ:
‘Bilakis sen: ‘Falanca cömerttir’ desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi’ der.
Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ:
‘Niçin öldürüldün?’ diye sorar. Adam:
‘Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım’ der. Allah Teâlâ ona:
‘Yalan söylüyorsun!’ der. Ona melekler de:
‘Yalan söylüyorsun!’ diye çıkışırlar. Allah Teâlâ ona tekrar:
‘Bilakis sen: ‘Falanca cesurdur’ desinler diye düşündün ve bu da söylendi’ buyurur.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup şöyle dedi: “Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyâmet günü, cehennemin, aleyhlerine kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!” 4277
“Kim âlim geçinmek, sefîhlerle münâzara yapmak ve halkın dikkatlerini kendine çekmek gibi maksatlarla ilim öğrenirse Allah o kimseyi cehenneme atar.” 4278
“Hüzün kuyusundan Allah’a sığının!” Rasûlullah’ın yanındakiler sordular: “Ey Allah’ın Rasûlü! Hüzün kuyusu nedir?” Peygamberimiz cevap verdi: “O, cehennemde bir vâdidir; cehennem, o vâdiden her gün yüz kere Allah (c.c.)’a sığınma talep eder.” “Ey Allah’ın rasûlü! denildi, oraya kimler girecek?” “Oraya, amellerinde riyâ (gösteriş) yapan kurrâlar (Kur’an okuyucular) girecektir.” 4279
"Allah'ın (arşının) gölgesinden başka bir gölgenin olmadığı kıyâmet gününde, Allah'ın arşının gölgesinde bulunacak yedi kişiden biri, sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizleyen insandır." 4280
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, kendini göstermek, kahramanlık, yiğitlik için savaşan adamın durumu sorulmuş ("bu adamın çarpışması Allah yolunda mıdır?"
4277] Müslim, İmâret 152, hadis no: 1905; Tirmizî, Zühd 48, hadis no: 2383; Nesâî, Cihad 22 -6, 23, 24-
4278] Tirmizî, İlim 6, hadis no: 2656
4279] Tirmizî, Zühd 48, hadis no: 2384
4280] Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91, 92; Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2, Muvattâ, Şiir 14; Ahmed bin Hanbel, 2/439, 5/261
İHLÂS
- 975 -
denilince); Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'ın kelimesi yüce olsun diye çarpışırsa işte (sadece) o, Allah yolundadır." 4281
Hz. Ali (r.a.) şöyle der: "Riyâkârın üç alâmeti vardır: Yalnız kaldığı zaman tembelleşir, halk arasında dinçleşir. Övülürse amelini arttırır, yerilirse azaltır."
İman ve İbâdetlerde İhlâs
İmanda İhlâs: İhlâs, sevgiyi ve samimiyeti açıkça göstermeyi ifâde eder. Allah’a ihlâs ile bağlanmak, dinde ihlâslı olmak anlamına gelir. Samimi olarak Allah’ı birleyen tevhid eri müslüman, ihlâslı kimsedir. İhlâs, itaat bağlamında ele alınırsa riyâdan uzak olma anlamını içerir. Kalpte doğup gelişen “iman” olgusunda mevcut bulunan niteliklerden birisi ihlâstır. İmanın târifini, onun özelliklerinden hareketle tanımlamaya kalkışan kimse, imanın unsurlarından birinin samimiyet ve içtenlikle bağlanma olduğunu, riyâ ve iki yüzlülük gibi samimiyete gölge düşüren unsurları bünyesinde barındırmadığını ifade edecektir.
Kur’an, inanç konusunda samimiyetsizlik, iki yüzlülük, riyâkârlık yapmaları dolayısıyla münâfıkları yerer ve onların bu psikolojik durumlarını hastalık olarak nitelendirir. “De ki: 'Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız (ın mükâfâtı) bize; sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” 4282 Âyette geçen “Ve nahnu lehû muhlisûn” cümlesindeki “ihlâs” olgusu şöyle izah edilir: İhlâs sahibi olarak mü’minler gönülden Allah’a bağlanan, ibâdetlerinde içtenlikle O’na yönelen, O’ndan başka hiçbir bâtıl ilâha samimiyet, sempati duymayan kimselerdir. Allah rızâsına uymayan hususlarda kimsenin hatırına, gönlüne bakmazlar.4283 İlgilerini, sevgilerini yalnızca O’na yöneltirler. Sahip oldukları her şeyi O’nun için fedâ etmeye hazırdırlar.4284 Âyetlerde sık sık geçen “dini Allah’a hâlis kılmak”, itaat ederken yalnızca O’nun rızâsını gözetmek mânâsına gelir.
İmana eşlik eden bir duygu olarak ihlâs, Yüce Allah’a iman ve itaat hususunda katıksız bir samimiyettir ve bu içtenliğe gölge düşürecek riyâ gibi her türlü kusurdan arınmayı ifade eder. İhlâs duygusunun etkisiyledir ki, imana hiçbir bâtıl düşünce bulaşamaz. İhlâs Allah ile kul arasında bir sır olup kul, Allah’a itaatinde yalnızca O’nun rızâsını gözetir. İhlâs duygusu, insanda ne kadar güçlüyse amellerde riyâ (dolayısıyla şirk ve nifak) o oranda azalır ve yok olur.
Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek, riyâ ile nifakın ortak noktalarından birisidir. Her münâfık aynı zamanda riyâkâr iken, her riyâkâr münâfık olmayabilir. Riyâ, imana zıt olmayarak sadece amellerin bazısında bulunabilir. Gerçek münâfıklık, akîdeye zıt düşen imanda ikiyüzlülüktür. Münâfıklar, ya birtakım çıkarlar uğruna mü’min olarak gözükmek ister ya da mü’minlerle aynı ortamı paylaşmak zorunda olduklarından onlar gibi görünmenin daha kârlı olduğunu düşünürler. İster bu nedenlerle olsun, ister başka nedenlerle, münâfıklar İslâmî emir ve yasaklara, mü’minlere kendilerini isbat etmek için zâhiren uyarlar.
4281] Buhârî, ilim 45, Cihâd 15, Tevhîd 28; Müslim, İmâret 149-151; Ebû Dâvud, Cihâd 24; Nesâî, Cihâd 21; İbn Mâce, Cihâd 13; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417
4282] 2/Bakara, 139
4283] Elmalılı c. 1, s. 517
4284] Mevdûdî, Tefhim, c. 1, s. 341
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Davranışları çoğunlukla yapmacık ve sahtedir. Takınmış oldukları her riyâkâr tutumun altında aldatma fikri ve eğilimi mevcuttur. Münâfıklar, başkalarını aldatma konusunda o derece ivme kazanmışlardır ki, -hâşâ- Allah’ı bile aldattıklarını zannederler. “Küfürlerini gizleyerek (akıllarınca) Allah’ı ve mü’minleri kandırmaya kalkarlar. Hâlbuki sadece kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.”4285 Münâfıkların yapmış olduğu ibâdetler, kalpteki inancın dışa yansıması değil; sadece gösteriş niyetiyle yapılan eylemlerden ibârettir. İnfak ettikleri mallar, kılmış oldukları namazlar sadece gösteriş içindir. “Şu namaz kılanların vay haline! Onlar namazlarında yanılgıdadır, onlar gösteriş yapmaktadırlar.”4286 Münâfıklar namazlarında Allah’a yaklaşma, farzı edâ etme gâyesi gütmezler. İnsanlar onu amel işlerken görsün, ona hayran kalsın, onu övsünler diye uğraşır. Böylece ikiyüzlülük, çifte standartlık yaparak çıkar sağlamaya çalışırlar.
İkiyüzlülüğün münâfıkların hem inançlarında, hem de davranışlarında ortaya çıktığını görüyoruz. İman etmenin kazandırdığı samimiyet ve ihlâstan yoksun olmaları ve riyâkârlık yaparak çıkar sağlama eğilimleri onları bu tutuma itmiştir. 4287
İbâdetlerde İhlâs
Fıkıh kitaplarında ibâdetlerin abdest, niyet, tekbir, kıraat gibi zâhirî şartları yanında bir de huşû, hudû ve ihlâs kavramıyla ifâde edilen bâtınî şartlarının bulunduğu, meselâ abdestsiz kılınan namaz geçerli sayılmayacağı gibi, ihlâssız edâ edilen ibâdetin de makbul olmadığı belirtilmekle birlikte bu konu daha çok tasavvuf ve ahlâk kaynaklarında ele alınmıştır. Zâhidlere ve muttakîlere göre ihlâs, kulun bütün amellerini sadece Hak için îfâ etmesi, halkın değerlendirmesini kesinlikle dikkate almamasıdır. Zâhidler, kulun yaptığı amel ve ibâdetleri yok sayması, bunlara bakıp da kendini beğenmemesi lâzım geldiğini özellikle belirtmişlerdir. Bunu sağlamak için amel ve ibâdetleri halktan ve nefisten korumak gerekir.
Sadece ibâdet türünden olan davranışlarda değil; tüm dünyâ işlerinde de ihlâs aranır. İhlâsın anlamını derinleştiren zâhidler, kulun işlediği iyi amellerin Hakk’ın bir lutfu olduğunu söylemişler, bunları kendisinden bilmesini ihlâs eksikliğine bağlayarak edebe aykırı bulmuşlardır. Zünnûn el-Mısrî’ye göre hayırlı işlerinden dolayı övülme ile yerilmenin eşit olması, işlenen amellerin unutulması ve sevap almayı gerektirdiğinin düşünülmemesi kişinin ihlâslı oluşunun alâmetleridir. Her şeyin fâili olarak Hakk’ı gören insan, amel ve ibâdetlerinin sahibi olarak kendini göremez/görmemelidir. Yalnızlığı sevmek ve kimsenin görmediği yerlerde ibâdet etmek de ihlâslı olmayı sağlar.
İbâdetin rûhu ihlâstır. İhlâssız amelin de amelsiz ihlâsın da kula bir faydası yoktur; bununla beraber ihlâssız amel, amelsiz ihlâstan daha kötüdür. Çünkü davranışlara değer ve sevap kazandıran ihlâstır. Çok ibâdetle değil; ibâdetteki ihlâsla kurtuluşa erileceğini söyleyen zâhidler, insanın ihlâslı ve samimi olmasını, ancak ihlâslı olduğunu iddiâ etmemesini bir ilke olarak benimsemişlerdir. Ebû Bekir ed-Dekkâk, ihlâslı olduğu kanaatini taşımanın ihlâs eksikliğinden
4285] 2/Bakara, 9
4286] 107/Mûûn, 4-6
4287] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, s. 83-85; 237-239
İHLÂS
- 977 -
kaynaklandığını söyler. Allah, bir kulunun ihlâsını makbul kılmak istediği zaman, onun ihlâsını görmesine engel olur; o zaman kul, “muhlis” değil; Kur’an’daki tâbiriyle 4288 “muhlâs” olur. Muhlis, kendi irâdesi ve gayretiyle ihlâsa kavuşan, muhlâs ise, Allah tarafından kendisine ihlâs bağışlanan kimsedir. İhlâs konusundaki fikirleriyle tanınan Yusuf bin Hüseyin er-Râzî, dünyada en değerli şeyin ihlâs olduğunu, fakat kendisinin, gönlünden riyâyı söküp atmak için bütün gücüyle çalıştığı halde riyânın kalbinde başka bir renkle yeniden yeşerdiğini söyleyerek her durumda ihlâslı kalmanın zorluğuna işaret eder. 4289
Doğruluğun özel bir şekli olarak görülen ve bazen niyet anlamında kullanılan ihlâs, insanın rûhunda son derece gizli bir niteliktir, hatta o bir sırdır. Nitekim bir hadiste, “İhlâs, sırlarımdan bir sırdır, onu sevdiğim kulumun kalbine tevdî ederim” diye Allah tarafından buyrulduğu söylenir.4290 Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre ihlâs o kadar gizlidir ki, melek onu bilmediği için sevap hânesine yazamaz, şeytan bilmediği için onu bozamaz, nefis bilmediği için şımarmaz.4291 Böyle olunca başkaları bir yana, ihlâslı olduğunu kişinin kendisi bile kesin olarak bilemez, onun için de nefsini daima denetim altında tutması gerekir. 4292
İhlâsın Zıddı; Riyâ
‘Riyâ’ kavramının aslı görmek anlamına gelen ‘ru’yet’tir. Riyâ; kişinin, görsünler diye bir davranış içerisine girmesi, bir ibâdeti gösteriş için yapmasıdır. Bu; işte, davranışta ve ibâdette gösteriştir. Sâlih bir ameli Allah rızâsını kazanmak amacıyla değil de; insanların beğenisini, onların hoşnutluğunu kazanmak için yapmaktır. Bu şekilde gösteriş yapanlara ‘riyâkâr’ veya ‘mürâî’ denilir.
Riyâ anlayışında, yapılan fiil niyete uymaz. Bu uygunsuzluk, yerine getirilen ibâdette ve davranışta ya tamâmen ya da biraz olabilir. Riyâ; samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün, kişiliksizliğin bir sonucudur. Bazı zayıf karakterli insanlar, ya bir dünyalık elde etmek, ya bir makama çıkmak, ya da şöhrete ulaşmak için başkalarına şirin görünmeye çalışırlar. Onların hoşuna gidecek davranışta bulunurlar. Oldukları gibi değil de yaranmaya çalıştıkları kişilere göre görünürler, ortama göre hareket ederler.
Riyânın en çirkini şüphesiz, insanı Rabbine yaklaştıran ve kulluğun gereği olan ibâdetin veya İslâmî ilkelerin çirkin çıkarlara âlet edilmesidir. Kişinin, ibâdeti, kul olduğu ve Allah’ın rızâsını kazanmak için değil de, menfaat elde etmek niyetiyle yapmasıdır. Bir kişinin tamâmen veya az da olsa saf ve iyi niyetinin tersine iş ve ibâdet yapması, bunun sonucunda mükâfat beklemesi riyâdır. Riyâkâr, Allah rızâsı için sergilenmesi gereken bir ibâdeti, kullar görsün diye sergiler. Allah’tan beklenmesi gereken sonucu da kuldan bekler. Böyle bir durumda iki büyük yanlış/suç vardır:
1) Allah rızâsı için yapması gereken davranışı kullar için yapmak,
2) Allah’ın vermesini beklediği bir mükâfatı kullardan beklemek.
4288] 19/Meryem, 51
4289] Kuşeyrî, Risâle, s. 440
4290] Kuşeyrî, Risâle, s. 444
4291] A.g.e. s. 446
4292] Süleyman Ateş, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 536
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim, riyâyı münâfıkların önemli bir özelliği olarak saymaktadır: “Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman isteksizce kalkarlar. İnsanlara karşı riyâ (gösteriş) yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler.” 4293
Mâûn sûresinde namazı gösteriş için kılıp, kıldığı namazdan habersiz olanlar kınanmaktadır. Sûrenin başında Din’i yalan sayan, yetime yemek yedirmeyi teşvik etmeyen kimse kınanırken, sûrenin sonuna doğru gösteriş için namaz kılanlar ağır dille suçlanır. Bu gibi kimseler ‘mâûn’u (zekâtı veya çeşitli yardımları) da vermezler. Kur’an’ın ifâdesine göre bu gibi riyâ, Din’i yalanlamakla eşittir, münâfıklıktır ve çirkin bir davranıştır.
Riyâ, iyi görünerek insanların kalbinde yer alma isteğidir. Böyle bir davranış; karakter bozukluğudur, bir kalp hastalığı ve alçak bir ikiyüzlülüktür. Peygamberimiz (s.a.s.) riyâyı, gizli şirk olarak tanıtmaktadır: “Muhakkak ki sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyâdır.” 4294
Câfer Sâdık (r.a.) da şöyle diyor: “Riyânın her türlüsü şirktir. Şüphesiz ki insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerine (karşılığını onlardan beklesin), Allah (c.c.) için amel eden kimsenin sevabı ise Allah üzerinedir.” 4295
Kur’an, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye mallarını infak edenleri kınamakta ve onların yaptıklarının geçersiz olduğunu belirtmektedir.4296 Buna karşın gerçek mü’min olanlar, mallarını yalnızca Allah rızâsı için infak ederler.4297 Birçok hadis-i şerifte riyânın çirkinliği ve riyâkârların kazandıkları kötü sonuçlar açıklanmaktadır. Gösteriş için Kur’an okuyanlar, geçim için ve insanlar kendisine âlim desinler diye ilim öğrenenler, dinini âlet ederek dünya çıkarı sağlamaya çalışan istismarcılar, insanlara ma’rûfu (iyiliği) emredip kendileri yapmayanlar ve benzerleri şiddetle tenkit edilmektedir.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: ‘Allah Teâlâ diyor ki: ‘Ben şirk koşulan her şeyden müstağniyim (onlara ihtiyacım yoktur, onlardan uzağım). Kim bir amel yapar, bunu benden başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla başbaşa bırakırım.”4298 Ebû Hureyre’nin rivâyet ettiğine göre, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet gününde, Allah (c.c.) katında en kötü olanlardan bir kısmının da iki yüzlüler olduğunu göreceksin. Bunlar bazı insanlara bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden insanlardır.” 4299
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyet ettiği hadise göre, kahramanlık ve gösteriş için cihad eden Allah yolunda değildir. Ancak bir kimse îlâ-yı kelimetullah (Allah kelâmının, İslâmiyet'in yüceliğini bildirip yaymak) için cihad ederse o Allah yolundadır. 4300
İnsanların en kolay riyâ yapabilecekleri ibâdetler, namaz ve sadaka vermektir.
4293] 4/Nisâ, 142
4294] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58
4295] nak. İ. Humeynî, Kırk Hadis Şerhi, 1/53
4296] 2/Bakara, 264; 4/Nisâ, 38
4297] 2/Bakara, 272
4298] Müslim, Zühd 46, hadis no: 2985, 4/2289
4299] Müslim, Fedâil 48, hadis no: 2526, 4/1958; Ebû Dâvud, Edeb 39, hadis no: 4872, 4/268
4300] Müslim, İmare 150, hadis no: 1904, 3/1513
İHLÂS
- 979 -
Çünkü her ikisi de zordur ve sevapları çoktur. Peygamberimiz (s.a.s.) gösteriş için bunların yapılmasını yasaklıyor. Riyâkârlık ve münâfıklık daha çok müslümanların güçlü olduğu yerlerde ortaya çıkmaktadır. 4301
İhlâsa çok önem veren İslâm nazarında riyâ, bir çeşit şirk kabul edilmiştir. Çünkü hayırlı ameller Allah için yapılması gerekirken; dünyevî bir menfaat için yapılınca, o menfaat, ilâh yerine konmuş olmaktadır. Hadis-i şerifte "Riyânın en azı da şirktir."4302 buyurulmuştur. Bir başka hadis de şöyledir: "Kıyâmet günü riyâkâr adama: 'Ey fâcir, ey gaddâr, ey gösterişçi mürâî! Amelin mahvoldu, mükâfatın kayboldu. Amelini kime gösteriş için yaptıysan, git ondan mükâfatını al!' denir."4303 Yine bu konuyla ilgili olarak Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin şirke düşmesinden korkuyorum. Gerçi onlar puta tapacak değiller; güneşe, aya, taşa da tapacak değiller. Fakat amellerinde riyâkârlık yaparlar (Allah için işlemezler)." 4304
İmam Gazâlî'ye göre riyânın çeşitli dereceleri vardır. Bazısı bazısından daha ağırdır: Birinci derece: En ağır olanıdır. Riyâ ile yaptığı ibâdette hiç sevap niyeti yoktur. İcabında insanların yanında abdestsiz bile namaz kıldığı halde, yalnız kaldığı zaman hiç kılmayan kimsenin davranışı gibi. Bu namaz, sırf insanlara gösteriş içindir, hiçbir hayrı yoktu. İkinci derece: İbâdeti gösteriş için yapar, fakat Allah'ın rızâsını da niyet eder. Ancak bu niyet zayıftır; yalnızlıkta bu ibâdeti yapmayacaktı. Sevâba niyet etmese de gösteriş için bunu yapacaktı. Üçüncü derece: Gösteriş ve sevâp tarafları eşit olmaktır. Eğer riyânın yanında, bir de sevâp veya sevâbın yanında bir de riyâ niyeti olmasa bu ameli yapmayacaktı. İkisinin eşit olarak bulunmasıyla bu ameli yapmıştır. Bu amelinden zarar görmese de fayda da görmez, başa baş kurtarır. Dördüncü derece: İbâdetini, insanların duymuş olmasından dolayı daha da gayrete gelip takviye etmesi, artırmasıdır. Böyle birisi, kimse duymasa da ibâdetini yapacaktır; Sırf riyâ maksadıyla yapmadığı için ibâdetinden fayda görebilir.
“De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; fakat bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın.”4305 Riyâ, Allah için yapılması gerekeni kullar için yapmaktır. Riyâ, kulluğun gerekleriyle çelişen en büyük hastalıklardandır. Zira Allah, inançta, kullukta ve ibâdetlerde/amellerde kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz.4306 Kendisiyle Allah'ın rızâsı hedeflenmeyen amelde hayır yoktur. Namaza duran birinin kıldığı namaz ile bir mesaj göndermesi, güzel, tâdil-i erkâna riâyet ettiğini etrafa gösterme gayretleri... Yalnız başına kıldığı namazlarında aynı hassâsiyeti göstermek şöyle dursun, hemencecik geçiştirmesi, birilerinin takdirini toplamak için infakta bulunması ve bunu her fırsatta söylemesi, oruçlu oluşunu her gittiği yerdeki insanlara hissettirmeye çalışması veya söylemesi, arkadaşları ile oturduğu bir mecliste kendisini isbat etmeye çalışarak ısrarla çok şey bildiğini îmâ etmesi gibi şeyler, yapılan işin sâlih amel/güzel davranış özelliğini kaybettirir.
4301] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 541-543
4302] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 7/304
4303] A.g.y.
4304] A.g.y.
4305] 18 Kehf/110
4306] 4/Nisâ, 48
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yapılan bir iyilik, başa kakılır, Allah için olmaktan çıkar, riyâ karıştırılırsa, tıpkı üzerinde toprak bulunan kayaya şiddetli bir yağmur isâbet ettiğinde toprağı aşındırarak süpürdüğü ve çıplak, verimsiz bir kaya olarak bıraktığı gibidir.4307 Kur'an'daki bu örnekle, başa kakılan amelin, gösteriş bulunan işin değerinin kalmayacağı, riyânın bu amelleri silip süpüreceği vurgulanır. İnsanların geçici takdir ve beğenisini almak gibi basit ve ucuz bir şekilde tatmin olmak, bir müslümana yakışmaz. Bunun yerine, Hakk'ın rızâsını her şeyin üstünde tutmak, O râzı olsun kâfi demek ve bütün bir hayatını buna göre tanzim etmek gerekir. Yüceliğe/erdemliliğe atılan ilk adım, kişinin yaptıklarını yalnızca Allah için yapma alışkanlığı kazanmasıdır. Allah'ın sevdiği insanlar, başkalarının övgüsüne ve yermesine aldırış etmezler. 4308
Kulluk açısından riyâ, Allah’a ibâdet ederken insanları kasdetmek, Allah’a karşı görevini yapıyor görünüp, insanların ilgi ve sempatisini sağlamaya gayret etmektir. Kişi bedeni, şekli ve görünüşü, sözü, işi, nüfuzu aracılığıyla gösterişe kaçabilir. Riyâ, ya işin başında, ya iş yapılırken veya işlendikten sonra amele karışabilir. Bu tutumu Kur’ân-ı Kerim ahlâkî kusur olarak değerlendirir.
“Vay o namaz kılanların haline ki; onlar kıldıkları namazdan gâfil olanlardır. Onlar gösteriş yaparlar.”4309 Samimiyet karakterinin zıddı olan riyâkârlık, toplum bireylerinin birbirleriyle kaynaşmasını önler, ilişkiler yapmacık ve soğuk olur. Çünkü riyâkâr, kalbinde olmayan bir şeyi dışarıya yansıtmaktadır. Yaptığı her işi, başkaları iyi zannetsin diye, desinler için yapar. Kur’ân-ı Kerim, riyâkârlık yerine “ihlâs” karakterini ön görür. Kalbî, psikolojik bir eylem olan ihlâs iyi niyet ve sağlam irâdenin ürünüdür. Samimi insan; sevgisinde, dostluğunda, her türlü insanî ilişkilerinde, yapmacıksız ve içten davranır. Kalbinde başkalarına karşı kin, hased, kötü zan gibi duygular beslemez; yaptığı işlerinde gösteriş, menfaat, şöhret gâyesi gütmez.
İhlâs duygusu, zâten başlı başına kötülüğü önleyen ahlâkî bir değerdir. Yusuf (a.s.)’u kötü bir davranışa düşmekten alıkoyan da bu asil duygudur: “İşte Biz ondan fenâlığı ve fuhşu gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, Bizim ihlâslı kullarımızdandı.” 4310
Rızâ ve Allah'ın Râzı Olması
‘Rızâ’; kabul gösterme, hoşnut olma, tasvip etme, kabullenme, memnun olma, bir şeyi itiraz etmeyerek kabul etme anlamlarına gelir. Bir şeyden râzı olmak, ondan memnun olmak ve ondan gelen şeyi kabul etmek, ona itiraz etmemektir. Bir işin yapılmasına râzı olmak, o şeyin yapılmasını onaylamaktır, kabul etmektir. Rızâ, İslâm kültüründe öncelikli olarak Rabbimizin takdir ettiğine karşı olmamaktır. Bu bir anlamda, Allah’ın insan için yarattığı her şey konusunda bir memnûniyet ifâde eder. Allah’tan Rab olarak râzı olmak, öncelikli olarak O’nun Rabliğine inanmak ve hayatını O’nun Rabliğine bağlı bir şekilde yaşamaktır.
Allah’tan râzı olmak, O’ndan gelen her şeyi kabul etmek, O’nun takdirine itiraz ve muhâlefet etmemek, hükmünü olduğu gibi kabullenmek, verdiği
4307] 2/Bakara, 264
4308] 5/Mâide, 54; Hüseyin Caneri, Ahlâk Bilinci, s. 26-27
4309] 107/Mâun, 4-7
4310] 12/Yûsuf, 24; Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, s. 28
İHLÂS
- 981 -
nimetleri küçümsememek şeklinde olur. Allah kâinatı ve insanı dilediği gibi yaratmıştır. Her bir varlığa ayrı bir şekil ve ayrı bir özellik vermiştir. İnsanları de ayrı renk ve kabiliyetlerde, farklı soy ve kabile halinde, dünyalık yönünden farklı olarak yaratıp düzenlemiştir. Kula düşen görev bu ilâhî takdirden râzı olmasıdır. Allah’ın takvâ sahibi kulları, Rablerinin kendilerine sunduğu teklifleri de kabul ederler. Yani kulluk gibi, Allah’ın koyduğu sınırlar gibi, şükretmek gibi tekliflerden râzı olurlar. Allah’ın kanunlarına, insan ve toplum hayatına koyduğu hükümlerine muhâlefet etmezler.
Allah’a hakkıyla itaat eden kullar, Rablerinin kendileri hakkında takdir ettiği kabiliyetlere, zenginlik veya fakirliğe, belâ ve felâketlere itiraz etmezler. ‘Kahrın da hoş, lütfun da hoş’ deyip Allah’tan râzı olduklarını ortaya koyarlar.
Allah’tan Râzı Olmanın Boyutları: Mü’minin Allah ve O’nun Rabliği karşısındaki tavrı ‘teslim ve râzı olmak’tır. Bu, kul olmanın ve bu kulluğu istenilen şekilde yerine getirmenin bir göstergesidir. Allah’ın takdirine karşı gelmek, O’nun yaptıklarını, hükmünü, ölçülerini, koyduğu sınırları kabul etmemek, râzı olmamak isyandır ve haddi aşmaktır, yani tuğyandır. Allah’ın verdiklerine ve takdir ettiklerine râzı olmamak; O’ndan gelecek lütuf ve nimetlerin azalmasına yol açabilir.
Kur’an’ın ifâdesine göre Allah (c.c.) da kendi rızâsına uygun amel işleyen güzel kullarından râzıdır. Kendi dini uğruna çalışan kullarını, Allah için biatleşenleri, ihsân edenleri rızâsına ulaştırmaktadır. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Muhammed’den (s.a.s.) râzı olan imanın tadını tatmıştır.”4311 Görüldüğü gibi, kul olarak yaratılan insan, Allah’ın Rabliğine, O’nun evrendeki hâkimiyetine, O’nun ilâhlığına râzı olmalıdır. O Allah, insanlar için din, yaşama biçimi, dünya hayatını düzene koyucu sistem olarak İslâm’ı uygun görüp göndermiştir. Rabbini seven ve O’nun kaderine rıza gösteren kul, İslâm’a ve onun getirdiği ölçülere de râzı olur. Allah’ın dini İslâm’a muhâlefet etmez.
Rabbimiz, insanlığa son elçi olarak Hz. Muhammed’i (s.a.s.) seçmiştir. Allah’ı seven O’nun seçtiği Rasûlünden ve O’nun getirdiği prensiplerden de râzı olur, memnûniyetini bildirir.
Allah’ın Râzı Olduğu Kullar: Allah (c.c.) da kendisinden râzılık isteyip gereği gibi kulluk yapan, hayatlarını Allah rızâsı uğruna geçiren kullarından râzıdır. Allah’ın kulundan râzı olması, kulun Allah’tan râzı olup O’nun koyduğu ölçülere uymasıyla gerçekleşebilir. Böylece Allah, itaat eden kullarından râzı olmaktadır. Onların amellerini makbul sayıp onlara makamlar hazırlamaktadır. 4312
“İman edip sâlih amelde bulunanlar ise; işte onlar yaratılmışların en hayırlılarıdır. Rableri katında onların mükâfatları, içinde sonsuz kalmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan râzı olmuştur, kendileri de O’ndan râzı (hoşnut) kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden ‘içi titreyerek korku duyan kimse’ içindir.” 4313
Allah, ‘Rıdvan’ biatında bulunan sahâbelerin, peygamberimize bağlılıklarından ve desteklerinden râzı olmuştur.4314 Bu demektir ki Rabbimiz, tıpkı sahâbeler
4311] Müslim, İman 11, hadis no: 56, 1/62
4312] 5/Mâide, 119; 9/Tevbe, 100
4313] 98/Beyyine, 7-8
4314] 48/Fetih, 18
- 982 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi Peygamber'e bağlanıp O’nun dâvâsına destek olanlardan râzı olmaya devam edecektir. Allah, bazı mü’minlere ‘Hizbullah’ demektedir. Rabbimiz bu şekilde nitelediği, İslâm’ın destekçisi mü’minleri sevmekte, onlardan râzı olmakta ve onlara zafer müjdelemektedir. 4315
Allah’ın Râzı Olmadığı Kullar: Allah hiçbir zaman fâsık kullarının yaptıklarından râzı değildir.4316 Yine Rabbimiz kullarının küfretmesinden (kâfir olmalarından) kesinlikle hoşnut değildir. Ancak dünya hayatında herkesin irâdesi kendi elindedir. Sonucuna katlanmak şartıyla isterse itaat eder, isterse isyan eder. 4317
İslâm’la savaşan, İslâm’ı ve müslümanları zayıf bırakmak isteyen kimileri iki yüzlülük ederek ağızları ile müslümanları râzı etmeye, onların gönüllerini süslü sözlerle almaya kalkışırlar. Kendilerinin de onlardan olduğunu iddia ederler. Ya çıkar sağlamak ya da başka bir dünyalık elde etme hedefine ulaşmak için müslümanlara şirin görünmeye çalışırlar. Ama aslında bu gibiler dinde samimi değillerdir.4318 Hâlbuki onlar ve bütün insanlar öncelikli olarak Allah’ı ve O’nun Rasûlünü râzı etmek, onlara muhâlefet etmemek durumundadırlar. 4319
Allah’ın Rızâsının Görüntüleri: Allah (c.c.) insanlara olan nimetini tamamlayıp onlara din olarak İslâm’ı seçmiştir. O, din olarak yalnızca İslâm’dan râzıdır, başka dinlerden ve ideolojilerden ise asla râzı değildir.4320 Allah yolunda mücâdeleden ve çalışmaktan kaçınıp fedâkârlıkta bulunmayan ve dünya hayatının geçici zevklerine ‘râzı’ olan kullarının bu durumunu hoş görmemektedir.4321 Birtakım mü’minler Allah yolunda cihaddan ve çalışmaktan geri kalarak, Allah’ın emrine muhâlefet edenlerle beraber bulunmaya râzı olurlar. Allah bu tutumu kınamaktadır.4322 Kur’an’ın ifâdesine göre yahûdiler ve hıristiyanlar; müslümanlar veya Peygamberimiz onların dinlerine girmediği müddetçe onlardan râzı olmazlar ve onları sevmezler.4323 Kendilerini doğru yolda saydıkları için müslümanların da kendi yollarına uymalarını isterler. Çoğu zaman da müslümanların aleyhinde bulunurlar.
Allah mü’minlere, anne-babaları için şöyle duâ etmelerini öğretiyor: “….Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve Senin râzı olacağın sâlih bir amelde bulunmamı bana ilham et, benim için soyumda da salâhı (en iyi durumu) ver. Gerçekten ben tevbe edip Sana yöneldim ve gerçekten ben müslümanlardanım.”4324 Kur’an, Allah’ın kendisinden râzı olduğu kulları için, ‘marziyye -râzı olunmuş-’ , kendi rızâsı için de ‘râziye -râzı edilmiş-’ ifâdelerini kullanıyor: “Ey tatmin olmuş nefis! Râzı etmiş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön. Artık kullarımın arasına katıl. Gir cennetime.” 4325
4315] 58/Mücâdele, 22
4316] 9/Tevbe, 96
4317] 39/Zümer, 7
4318] 9/Tevbe, 8
4319] 9/Tevbe, 62
4320] 5/Mâaide, 3
4321] 9/Tevbe, 38
4322] 9/Tevbe, 87, 93
4323] 2/Bakara, 120
4324] 46/Ahkaf, 15
4325] 98/Fecr, 27-30
İHLÂS
- 983 -
Haşir günü kimin tartısı ağır gelirse, dünya hayatında kim daha fazla sâlih amel işleyip Rabbinin rızâsı için çaba göstermişse; o, âhirette râzı olunmuş bir hayata kavuşacaktır. 4326
Aynı kökten türeyen ‘Rıdvân’ kavramı ise, daha fazla rızâyı, en yüce rızâyı anlatır. Şüphesiz ki en yüce rızâ Allah’a aittir. Kur’an bunu ‘Rıdvân’ kelimesiyle anlatmaktadır. Rabbimiz, muttakî kullarına, kendi yolunda mücâdele edenlere, her türlü zorluğa ve darlığa rağmen Allah’ı râzı etmeye çalışanlara rıdvânını verecektir.4327 Kim Allah’ın rızâsına uyar, ‘rıdvân’ denilen en yüce rızâya kavuşmak isterse Allah bununla o kimseye hidâyet verir. 4328
Bazı inananlar sırf Allah’ın rızâsına kavuşabilmek için nefislerini Allah yolunda satarlar. Tüm varlıklarını ve benliklerini, ihlâslı bir şekilde, yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için adarlar. Kendilerine bir şey bırakmazlar. Bu insanlarda tereddüt, kaypaklık, dünyalık bir çıkar beklentisi yoktur. Böyleleri için hayatın amacı da Allah’ın rızâsından başka bir şey değildir.4329 Bu âyetin, Allah yolunda Mekke’den Medine’ye hicret eden ve bütün malını bu uğurda Mekke'li müşriklere veren Süheyb-i Rûmî hakkında indiği rivâyet edilse bile 4330 işaret ettiği gerçek, geneldir.
Mü’minler rukû’ ve secdede Rablerine en yakın olurlar ve bunlarla Allah’tan en büyük rızâyı isterler.4331 Mü’min, Allah rızâsı kazandıracak işleri yapar, Allah’ın gazabına sebep olan işlerden kaçınır. Kullardan herhangi birinin rızâsını da sırf Allah rızâsına bağlı olarak ister. Meselâ kişinin ana-babasının rızâsını alması, aynı zamanda Allah’ın râzı olacağı bir davranıştır. İnsanların hoşnutluğunu kazanmak için Allah’ı gazaplandıracak işler yapmak doğru değildir. ‘İnsanlar benim hakkımda acaba ne der?’ diye düşünerek Allah’ın hoşlanmayacağı veya haram ettiği işleri yapmak ne kadar çirkindir!
Bir müslümanın diğerine ‘Allah (c.c.) senden râzı olsun’ diye duâ etmesi, yapılan bir iyiliğin Allah’ın rızâsı için yapılmasının karşılığıdır. Rabbine güvenen, her konuda O’na tevekkül eden, O’nun her hükmüne ve takdirine râzı olan, bollukta ve darlıkta O’nu sevdiği için infakta bulunan, sâlih amellerle O’nu hoşnut etmeye çalışan bir mü’min ‘rızâ’ anlayışı üzerindedir. Kur’an, mü’minlerin fakirlere ancak Allah rızâsı için yemek verdiklerini, yardım ettiklerini, ikramda bulunduklarını söylüyor.4332 Bu âyette Allah’ın rızâsı ‘li-vechi’llâh -Allah’ın yüzü (hatırı/rızâsı) için’ şeklinde geçmektedir.
Peygamberimiz (s.a.s.) bir adama şöyle duâ etmesini öğretti: “De ki: 'Ey Allahım! Senden Sana kavuşacağına inanan, Senin takdirine râzı olan ve Senin lutfettiğine kanaat eden, tatmin olmuş (doymuş) bir nefis istiyorum.” 4333
4326] 101/Kaaria, 7
4327] 3/Âl-i İmrân, 15; 9/Tevbe, 21, 72; 57/Hadîd, 20, 27
4328] 5/Mâide, 16
4329] 2/Bakara, 207
4330] Muh. İbn Kesir, l/184; A. El-Kâdı, Esbabü’n Nüzûl, s. 62
4331] 48/Fetih, 29
4332] 76/İnsan, 9
4333] M. İbn Kesir 3/639; Elmalılı 9/203; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 533-537
- 984 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İhlâs ve Riyânın Kabı; Amel
“İş, vazife, hareket, idâre, dâire, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibâdet, hayırlı iş” anlamlarına gelen “amel” kelimesi, daha ziyâde, canlıların bir maksatla yaptıkları işe denir. Yapılan işte bir gâye ve maksat yoksa, buna fiil denir, amel denmez. 4334
Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi’) amel olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye gönderilmiştir. “Hanginizin daha güzel/iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”4335; “Şüphesiz ki, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele!”4336; “Her nefis/can ölümü tadacaktır. Biz, sizi denemek için hayır ve şerle imtihan ederiz. Siz, ancak Bize döndürüleceksiniz.” 4337
Amel-İman İlişkisi: İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin mü’min olması şarttır. Amelin geçerli ve makbul olması için iman, ön şarttır. “Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz husrânda, zarar ve kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”4338; “İnkâr edip imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altın fedâ (tasadduk) etseler bile kabul edilmeyecektir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların yardımcıları da yoktur.” 4339
Sâlih amelin özü, Allah Teâlâ’nın emirlerini her şeyden üstün tanımak, Allah’ın hükümlerini yeryüzünde uygulamak, O’nun din ve şeriatını korumak, yarattıklarına şefkat beslemek ve yardım etmektir. Sâlih ameller ikiye ayrılır. Birincisi; bedenî ibâdetler gibi, yükümlünün önce ve bizzat kendisine yarar sağlayan ve kendisinin iyileşmesine yarayan amellerdir. Namaz, cihad, küfürle mücâdele, Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmak için gayret sarfetmek ve bunun gerçekleşmesi için Allah’a duâ ve istiğfârda bulunmak, oruç tutmak bunlar arasında sayılabilir. İkincisi; zekât ve sadaka gibi başkalarına da yararı olan amellerdir. 4340
Allah’ın yasakladığı işler de kötü amel sayılır. Allah Teâlâ insana irâde-i cüz’iyye vererek iyi ile kötü, hayır ile şer arasında ona belli ölçüde serbestlik tanımıştır. İnsan kendi isteği ile tercihini yapar. Bu yüzden de yaptığı işlerden sorumlu olur. Dünyadaki amellerinin sonucuna göre de âhirette karşılık görür. Kur’an’da iyi ve kötü amellerden ve bunların sevindirici veya üzücü sonuçlarından söz eden pek çok âyet vardır. “Onlar, Allah’ın yanında bir başkasını ilâh edinip ona kulluk etmezler. Ölümü hak edenler dışında, Allah’ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zinâ etmezler. Kim de bunları yaparsa işlediği günahın cezâsını görür; kıyâmet günü azâbı kat kat olur. O korkunç azâbın içinde hor ve hakir bir halde ebediyyen kalır. Ancak, tevbe eden, imanında samimi kalıp sâlih amel işleyen bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah ğafûrdur (çok affeder), rahîmdir (çok merhamet
4334] Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, s. 348
4335] 67/Mülk, 2
4336] 2/Bakara, 155
4337] 21/Enbiyâ, 35
4338] 103/Asr, 1-3
4339] 3/Âl-i İmrân, 91
4340] Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 8/6079-6080
İHLÂS
- 985 -
edendir).”4341; “Kim tevbe edip sâlih amel işlerse, şüphesiz o, Allah’a hakkıyla yönelmiş olur.” 4342
Yukarıdaki âyetlerde zikredilen adam öldürme ve zinâ gibi en ağır kötü amellerden sonra, tevbe edenlerin azaptan istisnâ edilmesi, katilin ve zâninin de tevbesinin geçerli olduğunu gösterir. Hz. Peygamber’e; “hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: “Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir.” 4343
İhlâsın Terazisi; Niyet
“Niyyet”; azim, kasıt, kesin irâde; kalbin bir şeyi bilmesi; kalbin bir şeye karar verip o işin niçin yapıldığını bilmesi anlamına gelir. Çoğulu “niyyât”tır. İslâm’da yapılan amellerin değeri, niyete göre belirlendiği için, niyetin önemli bir yeri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de, duâ ederken Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını dileyen yoksulların bu özelliği şöyle övülür: “Sabah akşam Rabbine, sırf O’nun rızâsını dileyerek duâ edenleri huzûrundan kovma. Sen kâfirlere, kâfirler de sana hesap verecek değildir. Yoksulları kovarsan, zâlimlerden olursun.” 4344
Kureyş’in ileri gelenleri, Hz. Peygamber’le, yoksulları yanından uzaklaştırması şartıyla görüşebileceklerini bildirmişlerdi. Hz. Peygamber de sadece onlar gelmek istediklerinde bunu kabul edebileceğini bildirince bu âyet inmiş, yoksullar saf niyet ve ihlâsları sebebiyle Yüce Allah’ın yardımına mazhar olmuşlardır.
Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de dünya veya bir kadınla evlenmek için ise, onun hicreti de, hicret ettiği şeyedir.” 4345
Ebû Dâvud şöyle demiştir: “Hz. Peygamber’den beş yüz bin hadis yazdım. Bunlardan ahkâm/hükümler konusunda dört bin sekiz yüz hadis seçtim. Zühd ve takvâya dâir hadislere gelince; onları kitabıma almadım. Bir kimseye bunlardan dini için aşağıdaki dört tanesi yeter:
1) Ameller niyetlere göredir.
2) Helâl ve haram açıklanmıştır.
3) Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri bırakması, müslümanlığının güzelliğindendir.
4) Sizden biriniz, kendisi için sevip arzu ettiği şeyi, mü’min kardeşi için de istemedikçe gerçek mü’min olamaz” hadisleridir.” 4346
Bazen niyet, amelin de önüne geçer. Çeşitli sebeplerle işlenemeyen amel,
4341] 25/Furkan, 68-70
4342] 25/Furkan, 71
4343] Ahmed bin Hanbel, 3/466, 4/141
4344] 6/En’âm, 52
4345] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, İman 41, Nikâh 5, Talâk 11, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Itk 6, Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16). İmam Şâfiî ve diğer bazı âlimler, bu hadisin İslâm’ın üçte birini teşkil ettiğini, yine İmam Şâfiî’nin; fıkhın yetmiş konusunun bu hadis-i şerifle bağlantılı olduğunu söylediği nakledilir (S. Müslim Terceme ve Şerhi, A. Dâvudoğlu, İst. 1972, 9/118
4346] A. Davudoğlu, a.g.e. 9/118-119
- 986 -
KUR’AN KAVRAMLARI
niyet sebebiyle sanki işlenmiş gibi ecir kazandırır. Zeyd bin Sâbit’in (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Mü’minlerden savaşa katılmayıp oturanlarla; Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir değildir.”4347 âyeti inince, Allah Rasûlü bunu yazmamı istedi. Tam bu sırada bir a’mâ olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm gelerek; “Ey Allah’ın Rasûlü, cihada gücüm yetseydi, ben de gider düşmanla savaş yapardım” dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak aynı âyetin devamında; “özürsüz olarak (savaşa katılmayıp oturanlar)” istisnâsını indirdi.”4348 Buna göre, özürleri sebebiyle savaşa katılamayanlar, sırf niyetleri yüzünden savaşa katılanların ecrini almaktadır.
Diğer yandan, şehid olmayı samimi olarak isteyen kimsenin, evinde normal yatağında ölmesi halinde de şehidler zümresine dâhil olacağı, hadis-i şeriflerde sâbittir. 4349
Niyet-İbâdet İlişkisi: Namaz konusunda niyet, namazın şartlarından olup, Allah rızâsı için ihlâsla namaz kılmayı dilemek ve hangi namazın kılınacağını bilmekten ibârettir. İbâdetin âdetten ayrılması ve ihlâsın gerçekleşmesi için niyet bir farzdır. Bu da ibâdeti yalnız Allah’a tahsis etmeyi gerektirir. Âyette şöyle buyrulur: “Oysa onlar, dini yalnız kendisine tahsis ederek... Allah’a ibâdet etmekle emrolundular.”4350; “Ameller niyetlere göredir” hadisi de başka bir delildir. Niyet, kalbe âit olmakla birlikte, dil ile söylenebilir. Farz namazın veya vitir, tilâvet secdesi, adak ve bayram namazları gibi vâcib bir namazın niyetinde bu namaz cinsinin belirtilmesi gerekir. Nitekim kazâ namazlarında da, hem vaktin hem de “ilk -veya son- kazâya kalan” şeklinde günün belirlenmesi gerekir. Niyet, cenâze namazının da şartıdır. Bu niyette ölünün erkek veya kadın, küçük erkek veya kız çocuğu olduğu belirtilir.
Oruç, ister farz, ister kazâ veya nâfile olsun, bütün çeşitlerinde niyet şarttır. İbâdeti âdetten ayırmak için namazda olduğu gibi, oruçta da niyet gerekir. Oruç, zimmette borç olan bir oruç ise, buna geceden niyet edilmesi ve belirlenmesi gerekir. Ramazan orucunun kazâsı, bozulan nâfile orucun kazâsı ve keffâret oruçları gibi. Bu çeşit oruçlara niyetin geceleyin veya en geç ikinci fecrin başlangıcında yapılması şarttır. Çünkü bu oruçlar için İslâm’ın belirlediği bir gün yoktur. Bu yüzden bunu oruç yükümlüsünün niyetiyle belirlemesi gerekir. Diğer yandan, akşamdan böyle bir oruca karar verilmiş veya bunun için sahura kalkılmış olması da niyet yerine geçer. Bazı oruçlara ise geceden niyetlenmek şart değildir. Ramazan orucu, zamanı belli adak orucu, bütün nâfile oruçlar bu niteliktedir. Bu gibi oruçlara akşam güneşin batışından, ertesi gün, gündüzün yarısından öncesine kadar niyet edilebilir. Fakat öğleden sonra akşama kadar hiçbir oruca niyet edilemez.
Niyetin hac ibâdetine etkisi, haccın çeşidini belirlemede görülür. İfrâd, temettû veya kıran haccı yapacak kimse, mîkatta ihrama girerken buna uygun olarak niyet eder. İhrama girerken mücerred hac için niyet edilmişse, umre yapılmaksızın yalnız hac ibâdetini îfâ etmekle yetinilir.
4347] 4/Nisâ, 95
4348] Buhârî, Cihad 31, Tefsûru Sûre 4/18; Tirmizî, Tefsîru Sûre 4/19; Ahmed bin Hanbel, 5/184
4349] Müslim, İmâre 156, 157; Ebû Dâvud, İstiğfâr, Vitr 26; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15; Ahmed bin Hanbel, 1/397
4350] 98/Beyyine, 5
İHLÂS
- 987 -
Kurban ibâdetinde de niyetin önemi büyüktür. Çünkü bayram günü sırf fakirlere dağıtmak amacıyla bazı hayvanlar kesilip dağıtılsa, kurban niyeti olmadıkça sadece sadaka ecri alınabilir. “Besmele” kasden terkedilerek hayvanın kesilmesi halinde, etini yemek veya fakirlere yedirmek haramdır. Kurbanda, Yüce Allah’a ulaşan et veya deriler değil; niyet, ihlâs ve takvâdır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Onların etleri de, kanları da hiçbir zaman Allah’a ulaşmaz. Fakat sizden O’na yalnız takvâ ulaşır.”4351 Kurbanda niyetin şart olması, onu âdet gereği hayvan kesmekten ayırmak içindir. Bu konuda delil; yine, “Ameller niyete göredir”4352 hadisidir.
İ’tikâf yapacak olan kimsenin buna niyet etmesi gerekir. Niyetsiz yapılacak bir i’tikâf geçerli olmaz.
Zekâtta da, diğer ibâdetlerde olduğu gibi niyet şarttır. “Ameller niyetlere göredir” hadisi burada da delildir. Nâfile sadakadan zekâtı ayıran, niyettir. Zekâtı yoksula verirken veya bu amaçla ayırırken zekât olduğuna kalben niyet edilmesi yeterlidir. Dil ile söyleme şart değildir.
Niyetin Muâmelâta Etkisi: Nikâh akdinin rükün ve şartları bulunup, “evlenmek”, “zevce olarak kabul etmek”, “nikâhlamak” gibi açık anlam ifade eden kelimelerle yapılması halinde niyet önemini kaybeder. Hatta bu konuda şaka iddiası bile dikkate alınmaz. Çünkü Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Üç şey vardır ki, ciddîsi de ciddî, şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk ve ric’î talâkla boşanılan kadına yeniden dönmek.” 4353
Boşanma konusunda, eşin boşamaya delâlet eden açık sözlerle boşanması halinde niyete bakılmaksızın boşama meydana gelir. “Seni bir talâkla boşadım”, “seni bir bâin talâkla boşadım” demek gibi. Bu açık boşama sözlerinin şaka niyetiyle söylenmesi bile sonucu değiştirmez.4354 Ancak, boşama “kinâyeli sözcük”le olmuşsa niyetin bulunması gerekir.
Alış-verişlerde niyet, icap ve kabul irâdesinin açıklanmasıyla ortaya konur. İcap ve kabulde söze değil; anlama itibar edilir. Önce sözcük ve anlamı birlikte alınır; kelime ile anlam uyuşmazsa, anlamı esas alınır. “Ameller niyetlere göredir.” Mecelle’deki; “bir işten maksat ne ise, hüküm ona göredir” (Madde 2), “Ukud’da itibar, makaasıd ve meânîyedir, elfâz ve mebânîye değildir” (Madde 3) kaideleri, bu prensibin kanun metni halini almış ifadeleridir.
Niyetin İslâm Cezâ Hukukunda Yeri: Ceza hukukunda suça verilecek ceza veya suçun niteliğini belirlemede kasıt ve niyet, önemli unsurlardır. Cânînin suçu işlemeyi kastederek silâh, bıçak, kasatura gibi öldürücü âlet kullanması halinde suç kasden/amden işlenmiş olur. Yine suçun kasıt olmakla birlikte, her zaman öldürücü olmayan baston, sopa ve vurma gibi bir yolla işlenmesi halinde şibh-i amd yoluyla işlenmiş sayılır. Kasıt olmaksızın ava atış yapıp, yanlışlıkla bir insanın ölümüne sebep olmada ise “hata yoluyla” suçu işleyene de keffâret cezası uygulanır.
Bir suçun zorlanarak işlenmesi halinde suç işleme kastının bulunmaması sebebiyle, bazı durumlarda ceza, zorlayana uygulanır. Meselâ; zorla ırzına geçilen
4351] 22/Hacc, 37
4352] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155
4353] Ebû Dâvud, Talâk 9
4354] Ebû Dâvud, Talâk 9
- 988 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadına zinâ cezası uygulanmaz. Yanlışlıkla başkasının malını telef eden bunu tazminle (ödemekle) yükümlüdür. Hata ile yaralamalarda kısas değil; tazminat cezası uygulanır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah, ümmetimin hata, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyin hükmü (cezâsı) kaldırılmıştır.”4355; “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Ergenlik çağına kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından ve uyanıncaya kadar uyuyandan.” 4356
Niyet, kasdetmek, azmetmek anlamlarına gelmekte olup, kalbin; şimdiki halde veya gelecekte, bir faydayı sağlamak veya bir zararı gidermek için, maksada uygun gördüğü şeye yönelmesinden ibârettir. Allah'ın rızâsını kazanmak veya bir hikmete yapışmak için, irâdeyi bir fiile yönlendirme, tahsis etme diye târif edilir. Gazzâlî, niyeti: "Şu anda veya gelecekte faydalı olduğunu anladığı şeye gönlün meyli ve yönlenmesidir" şeklinde târif ederek, "gönlün temâyülü olmadan kuru bir irâde ile bir şey meydana getirmek mümkün değildir" şeklindeki açıklaması da, niyette kalbin önemine dikkat çekmekte ve ayrıca, irâde ile niyet arasındaki bağı vurgulamaktadır. Çünkü mes'ûliyet, niyet ve buna bağlı olarak bir işi irâdeli olarak yapmaktır. İşte bu noktada niyetin önemi ortaya çıkmaktadır ki, Hz. Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği bir hadis-i şerif bu gerçeği ortaya koymaktadır: "Ameller, ancak niyetlere göre değerlendirilir..." 4357
Ameller niyetlerle değer kazanmakta ve şekillenmektedir. Çünkü amellerin direği niyettir ve bir amel, hayırlı olması için niyete muhtaçtır. Aynı şekilde, amellerin bâkî kalması, sâlih olması, Allah rızâsına bağlanırken, sâlih amellerde niyetin şart olduğu da beyan edilmektedir. Muaz bin Cebel'in, sâlih amelde; ilim, niyet, sabır ve ihlâsın bulunması gerektiği kanaatinde olduğu rivâyet edilmektedir. Bu rivâyette zikredilen hususlar, birbirine bağlı kavramlardır. Çünkü Gazzâlî'nin de kaydettiği gibi, ilim dünya ve âhiret ile ilgili şeyleri, akıl ile alâkalı gerçekleri bilmektir. Bunlar duyguların ötesinde olup, yapılacak olan işleri bilerek yapmayı sağlayacaktır. Sonra da niyet gelir. Niyeti ilim ve amel desteklemektedir. Ancak ilim önce gelir. Zira ilim asıldır. Amel ise, ilme tâbîdir ve ilmin dalı, meyvesidir. Daha sonra da sabır gelmektedir ki, bu da, meşakkat, güçlük ve belâlara karşı tahammül etmektir. İşte bunların neticesinde ihlâs ortaya çıkmaktadır.
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz, içinizde olanı açıklasanız da, saklasanız da Allah onu bilir ve sizi onunla hesaba çeker. (Sonra da ameline ve niyetine göre) Dilediğinin günahını bağışlar, dilediğine azâp verir. Allah'ın kudreti her şeye yeter."4358 Aynı fiili yapan iki ayrı kişi, niyetlerindeki farklılık sebebiyle birbirine zıt karşılık görebilirler. Niyetin önemi, şu misalde daha belirgin bir şekilde görülmektedir: Bir kimse öğle vaktinde, güneşin karşısında, alnını secdeye koysa ve yaptığı bu secde ile Allah'a ibâdeti kasdetse, bu hareket İslâm'ın tasvip ettiği bir davranış olur. Fakat bu secdesi ile güneşe tapmayı kasdetse, bu da küfür olur.4359 Bu misal bize, "ameller niyetlere göredir" prensibinden hareketle, niyet gerçeğini en güzel bir şekilde anlatır. Nitekim Hz. Peygamber'in: "Allah, sizin ceset ve
4355] Buhârî, Talâk 2, İlim 44; İbn Mâce, Talâk 16-20
4356] Buhârî, Hudûd 22, Talâk 11; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 112-115
4357] Buhârî, İman 41; Müslim, İmâre 155
4358] 2/Bakara, 284
4359] Fahreddin er-Râzî, T. Kebir, 9/25
İHLÂS
- 989 -
sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar."4360 hadisi de ayrıca niyet gerçeğini beyan etmektedir.
Âdetleri ibâdete çeviren, ya da ibâdetleri âdete dönüştüren, niyettir. Birçok hadislerinde, Rasûlullah (s.a.s.) cephede ölenlerin şehidlik sevabının niyetlerine göre olacağını belirtmiştir. "Kim Allah yolunda cihad etmektedir?" şeklindeki bir soruya; "Kim, Allah'ın kelimesi yüce olsun diye savaşırsa, işte o kimse Allah yolunda cihadadır." 4361 diye cevap vermiştir. Bir diğer hadiste; "Karşılıklı savaşan iki cephe arasında nice öldürülenler vardır ki, gerçek niyetlerini ancak Allah bilir." buyurmuştur. Bir başka hadis de şöyledir: "Sırf ganîmet niyetiyle savaşan kimse için sadece niyet ettiği vardır (cihad sevabı verilmez)."
Bu hususun en güzel örneği, sahih hadislerde belirtildiği üzere Kuzmân hadisidir. Müslümanlar safında herkesin dikkatini çekecek, takdirlerini kazanacak kadar kahramanca savaşan, pek çok müşriği öldüren Kuzmân, bu yiğitlikleri Allah'ın ismini yüceltmek için yapmadığından Rasûlullah'ın haber vermesi ve diğer mücâhidlerin müşâhedesiyle hayatını cehennemliklere yaraşır şekilde intiharla sona erdirmiş ve onun bu elîm âkıbeti üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İnsanlardan bazıları vardır ki, halka görünüşe göre ehl-i cennete yaraşan hayırlı işler yaparlar. Hâlbuki onlar (o işlerini yaparken taşıdıkları niyetleri sebebiyle) cehennemliktir." 4362
Amellere kıymet kazandıran niyettir. Bir amelin sâlih olup olmaması niyete bağlıdır. Hz. Ömer (r.a.)'in "amellerin efdal olanı, Allah'ın farzlarını edâ etmek, haramlardan kaçınmak ve Allah yanında sâdık niyettir."4363 şeklindeki ifâdesinde de görüldüğü gibi, niyet esastır. Bununla birlikte, ilim ve amel de niyette gözetilen unsurlardır. Ayrıca saâdete de, ilim ve amelle erişilebileceği bir gerçektir. Hayır, saâdet, kemâl ve salâh, faydalı ilim ve sâlih amelle mümkündür ki, bunların da niyeti destekleyen unsurlar olduğu açıktır.
“Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de dünya veya bir kadınla evlenmek için ise, onun hicreti de, hicret ettiği şeyedir.”4364 Niyetle ilgili bu hadisin, bazı âlimler İslâm'ın üçte birini, bazıları da dörtte birini teşkil ettiğini söylemiştir. Âlimler bu hadis için şöyle demiştir: "Rasûlullah'ın verdiği haberler arasında, bundan ahkâmca daha kapsamlı, mânâca daha zengin, içerdiği faydaları daha çok olan bir başka hadis mevcut değildir." Bu hadisin, Abdurrahman İbn Mehdî, otuz ayrı bahsi ilgilendirdiğini, İmam Şâfiî ise yetmiş konuyu alâkadar ettiğini söylemiştir. Meşhur hadis âlimi Beyhakî, bu niyet hadisinin, ilmin üçte birini teşkil ettiğini söyledikten sonra şu açıklamayı yapar: "Çünkü kulun kesbi/çalışma ve gayreti, ya kalbiyle veya diliyle, yahut da uzuvları/organları iledir. İşte niyet, bu üç kısımdan biri ve en üstünüdür. Çünkü niyet, bazen müstakil bir ibâdet olduğu halde, diğerleri ibâdet olabilmek için ona muhtaçtır. Bu sebepledir ki, Rasûlullah (s.a.s.); "mü'minin niyeti, amelinden hayırlıdır" buyurmuştur. Niyet
4360] Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9
4361] Buhârî, ilim 45, Cihâd 15; Müslim, İmâre 149-151
4362] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 10/114
4363] Gazzâlî, İhyâ, 4/362
4364] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, İman 41, Nikâh 5, Talâk 11, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Itk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâre 155, hadis no: 1907; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16, hadis no: 1647; Ebû Dâvud, Talak 11, hadis no: 2201; Nesâî, Tahâret 60
- 990 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerinde düşünülecek olursa, onun amelden hayırlı olduğu anlaşılır."
Ahmed bin Hanbel, niyete ilmin üçte biri derken, bütün ahkâmın, ircâ edildiği üç ana temelden biri olduğunu kasdetmiştir. Ona göre diğer iki temelden biri, "Bizim işimize uymadan yapılan her iş (bid'at), merduttur" hadisi, diğeri de; "Helâl açıklanmıştır, haram da açıklanmıştır..." diye başlayan hadistir.
Amel-Niyet İlişkisi: Amellerin değeri, imandan sonra niyete bağlıdır. Yüce duygu ve amaçlar taşımayan veya kötü amaçlar için yapılan bazı ameller kişiye fayda sağlamaz. Meselâ, ashâb-ı kirâm Medine’ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine’de daha güzel ibâdet, tâat ve amellerde bulunmak, İslâm’ı oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler. İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine’ye gelmişti. İşte Hz. Peygamber, diğer muhâcirlerin büyük ecir ve mükâfatlara nâil olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevâbından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine; “Ameller, ancak niyetlere göredir.”4365 buyurdu.
“Biriniz müslümanlığı iyi yaşadığı zaman, işlediği her sâlih amel, kendisine (ihlâsına/samimiyetine göre) on katından yedi yüz kata kadar katlanmış olarak yazılır. Yaptığı her kötülük de misliyle (cezâ) olmak üzere yazılır.” 4366; “Nerede ve hangi halde olursan ol, Allah’tan kork! Kötülük işlemişsen hemen bir iyilik yap ki, o iyilik kötülüğün günâhını silsin. İnsanlara güzel muâmelede bulun.” 4367
Başkalarını iyi ve güzel ameller işlemeye dâvet etmek de, Allah ve Rasûlü’nün övdüğü bir davranıştır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hayrın işlenmesine vesîle olan kimseye o hayrı işleyenin ecri kadar sevap vardır.”4368; “Doğru bir yola çağıran kimse, ona tâbi olanların ecirleri kadar kendisi de ecir alır. Bu, tâbi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Kötü bir yola dâvet eden kimse de, ona tâbi olanların günahı kadar kendi de günaha girer. Bu, tâbi olanların günahlarından hiçbir şey eksiltmez.” 4369; “İslâm’da güzel bir çığır açan kimse, hem o çığırın, hem de o çığırla amel edenlerin ecrini kazanır.” 4370
Yukarıda verilen âyet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, amel yalnız klasik ibâdetlerden ibâret olmayıp günlük hayatta bir müslümanın diğer müslümanlara veya topluma karşı yaptığı güzel iş, yardım ve muâmeleler de bu niteliktedir. 4371
Niyet denilince, aklımıza öncelikle namaz yahut oruç gelir. Bu ibâdetleri yaparken Allah rızâsına ermeyi talep ederiz. Bunu da işin başında hemen dile getiririz. Rızânın zıddı riyâdır. Rızâ Hak içindir; riyâ ise halk için. Birincisinde İlâhî teveccühe ve rahmete ermek esastır; ikincisinde ise, insanlara hoş görünmek, onların takdirlerine ve alkışlarına can atmak. Bu ise dilenciliğin bir başka türlüsü...
Herkesin kendi nefsini beğendiği bir dünyada, riyâ yolunu tutmamız ve
4365] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155
4366] Buhârî, İman 31; Müslim, İman 205
4367] Tirmizî, Birr ve Sıla 55; Ahmed bin Hanbel, 3/5; Dârimî, Rikak 47
4368] Müslim, İmâre 133; Ebû Dâvud, Edeb 115; Tirmizî, İlim 14
4369] Müslim, İlim 16, Zikir 1; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 15
4370] Müslim, Zekât 70; Ebû Dâvud, Sünnet 6
4371] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 126-127
İHLÂS
- 991 -
kendimizi başkalarına beğendirme sevdâsına kapılmamız ne büyük gaflet! Ama gel gör ki, nefis aldanmaya can atıyor ve bu çıkmaz sokağa bilerek ve severek giriyor. Dünyada mesut bir hayat sürmemiz ve ölümle başlayan ebediyet yolculuğumuzda saâdet yurduna varmamız, öncelikle, bu rızâ şartına bağlı. Şu var ki, rızâya ermek, saâdetten daha önemlidir. Çünkü, saâdet, rızânın meyvesidir. Bir dilenci sizin merhametinizi celp etti mi, mesele hallolmuş demektir. İhsân ve yardımlar, bu merhametten akacaktır.
“Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet ediniz ki takvâ mertebesine nâil olasınız.”4372 İnsan, Rabbine, öncelikle, Rabbi olduğu için ibâdet etmelidir. Bu ibâdetin sonunda ereceği makamlar ve lutuflar ikinci derecede kalırlar. Bunun bir küçük misâlini, büyüklerimize hürmet noktasında yaşamıyor muyuz? Babamıza niçin hürmet ederiz? Babamız olduğu için. Yoksa, bize hediyeler vereceği, yahut miras bırakacağı için değil. Zira bu ikinci halde, sevgimize menfaat karışmış, sâfiyeti kaybolmuş ve bulanmış olur. İşte âyet-i kerimede, “Allah’a ibâdet edin” yerine; “Rabbinize ibâdet edin” buyrulmakla bu inceliğe dikkat çekilmektedir. Rabbimize, Rabbimiz olduğu için ibâdet edeceğiz. Bedenimizin planını bir damla su içine yerleştiren, o damlayı terbiye ederek insan haline getiren ve rûhumuzu duygularla donatan Rabbimize sonsuz şükür borcumuz vardır. Ve ibâdet, bu borcu edâ etmenin en güzel ifâdesidir.
Bir mü’min, ibâdete başlarken Allah’ın rızâsını niyet etmekle bu mânânın şuurunda olduğunu da dile getirmiş oluyor. Âyetteki bir başka incelik de, ibâdetin neticesi olarak “takvâ”nın gösterilmiş olması. Yani, ibâdetin gerçek meyvesi, rûhun takviye ile kemâle ermesidir. Âyetin devamında, arzın bizim için bir döşek, semânın ise binâmıza dam yapıldığı, semâdan su indirilerek yerden rızıklar çıkarıldığı nazarlarımıza sunulur. Rabbimiz, Rabbü’l-âlemîndir. Bütün bu âlemleri O terbiye ettiği gibi, bizi o âlemlerden süzen ve insan haline getiren de yine O’dur. Ve biz, bütün âlemleri terbiye eden Rabbimize ibâdet edeceğiz ki, rûhumuz terakkî etsin ve takvâ mertebesine ulaşsın.
Niyet rûha benzetilir. “Niyet, bir ruhtur. O rûhun rûhu da ihlâstır.” Amellerin görülen kısmı beden gibidir; gâyesi ise ruh. Beden ruhla hayata kavuştuğu gibi, ameller de niyet ile canlanır ve hayatlanır. Niyetin rûhu ise ihlâs; İbâdetin sadece Allah rızâsı için yapılması, bir başka gâye gözetilmemesi...
“Namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûretle bütün ömür sermâyesini, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir yönüyle sonsuzlaştırır.” “Güzel niyet” denilince, akla ilk gelen mânâ, sünnete ittibâdır. İşlerini sünnet üzere icrâ eden bir mü’minin kalbi Allah rasûlüne teveccüh etmiş demektir. Allah rasûlünü hatırlamak ise kalbi doğrudan doğruya Allah’a teveccüh ettirir. Dünya işlerimizde niyetimiz, “helâl rızık kazanmak” olursa, bu güzel bir niyettir. Zenginleşerek zekât vermeyi, Allah yolunda infak etmeyi de isteyebiliriz. Bu da güzel bir niyettir.
Ama, bölgesinin yahut ülkesinin en zengini olmak için çalışmak, herkesin kendisinden söz etmesini istemek gibi, nefis kokan ve şeytandan haber veren niyetler, güzel olamazlar. Bir işin “ibâdet hükmünde” olması için, onda ibâdet mânâsını ihsas eden, yani kalpleri Hakka yöneltecek bir niyet bulunmalıdır. Allah
4372] 2/Bakara, 21
- 992 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yolunda cihad eden insan, ganimet için savaşan insan, görünüşte aynı işleri yaparlar. Ama birincisi ölürse şehid olur, kalırsa gâzi. İkincisi ise şehidlik şerefini peşinen kaybetmiştir. Onun için, ganîmetten öte bir nasip de sözkonusu değildir.
Önemli bir nokta da şudur: İnsan, işlediği cüz’î bir ameli, niyet ile küllîleştirebilir. Namazda, “ancak Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.”4373 demekle niyetimizi küllîleştirmiş oluyoruz. Bu âyeti okurken, bütün mü’minleri niyet edebiliriz. Yahut vücudumuzda vazife gören bütün hücrelerimizi, bütün organ ve duygularımızı kastedebiliriz. Veya kendilerine verilen görevleri yerine getirmekle ibâdetlerini yapan bütün mahlûkatı niyet edebiliriz.
Niyet konusunda üzerinde önemle durulması gereken bir husus da şudur: İbâdetler gibi, virdler, tesbih ve zikirler de (zâten, her şey gibi, bunlar da birer ibâdettir) ancak Allah rızâsı için olmalıdır. Ancak bu takdirde ihlâs mührünü taşır ve makbul olurlar. İnsan bir duâyı veya bir tesbihi dünya işlerinin iyi gitmesi için yaparsa, ihlâs bozulur ve umduğu o neticeye de ulaşamaz.
Güzel niyetler ile çirkinler güzel olur; kötü niyet ile de güzeller çirkinleşir. “Niyette öyle bir özellik vardır ki, seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta dönüştürür.” Bilindiği gibi seyyie; kötü ve kötülük, hasene ise güzel ve güzellik mânâsına gelir. Zâtında kötü olduğu halde niyet ile iyiler sırasına geçen işler için, genellikle şu misal verilir: İki insanın arasını bulma niyetiyle yalan söylenebilir. Yalan zâtında çirkindir, seyyiedir. Ama niyet hayırlı olunca o da hasene olur. Yalanın yaygın olarak ve pervâsızca söylendiği günümüz dünyasında, “maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü muayyen bir sınırı yok, sû-i istimâle müsait bir bataklıktır” denildiği için biz bu konuya başka misallerle yaklaşmaya çalışalım:
Meselâ, kıtâl, yani adam öldürmek, hadd-i zâtında kötü bir iştir, bir seyyiedir. “Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.”4374 Ama Hak yolunda ve haklı olarak yapılan “kıtâl”, hasene olur ve “cihâd” ismini alır. Yetim malı yemek de bir seyyiedir. Değil yenmesi, ona yaklaşılması bile yasaklanmıştır. Ama bu yaklaşmadaki maksat, o malı korumak olursa durum değişir ve seyyie, hasene olur. “Rüşdüne erinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın.” 4375
Sahasında ehil ve yetkili bir insan, İslâm aleyhindeki neşriyatı, medyayı tâkip edebilir. Menfî yazıları okumanın güzel olmadığı açıktır. Ama niyet, bu yanlış fikirlere cevap vermek olunca, bu seyyie de haseneye döner.
Hasenenin seyyieye dönüşmesine gelince, buna “gösteriş için yapılan ibâdet” misal verilir. İbâdet hasenedir, riyâ ise seyyie. İbâdet gösteriş için yapılınca hasene seyyieye döner. 4376
Niyet Terbiyesi
Yeryüzünde dini Allah Teâlâ’ya has kılmak, müslümanların âzad kabul etmez ödevlerindendir. Dini bütünüyle Allah’a has kılmak, Allah’a kul olmanın vazgeçilmez rüknüdür. Dini bütünüyle Allah'a has kılmak için de, hâlis bir niyete sahip olmak lâzımdır. Allah için hâlis bir niyetle yola çıkmayanlar, dini Allah’a
4373] 1/Fâtiha, 5
4374] 6/En’âm, 151
4375] 6/En’âm, 152
4376] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, 3/60-65
İHLÂS
- 993 -
has kılamazlar. İslâm’ı hayata âmir kılma konusunda mü’minden istenen ilk şey, niyettir. İslâm’a niyet etmeyenin, İslâm’a teslim olup İslâm’ı yaşaması mümkün değildir.
Müslümanın niyeti, müslümanlığının mukaddimesidir. Müslüman, dinini niyetinde özetleyen insandır. Onun hayatı, İslâm’a niyet eden insanın hayatıdır. Dolayısıyla hayatımızdaki boşluk ve bereketsizliğin sebebi, sözlerimizdeki ve davranışlarımızdaki niyetsizliğimizdir. Tüm insanlar gibi, müslüman olduğunu iddia edenler de, Allah yolunda niyetleriyle sınanmaktadır. “Amellerin niyetlere göre olduğunu” belirten hadis-i şerife göre, nasıl amel edeceğimiz kadar, nasıl niyet edeceğimiz de önemlidir. Nitekim Süfyân-ı Sevrî (r.a.) şöyle diyor: “Selef, nasıl amel edeceklerini öğrendikleri gibi, nasıl niyet edeceklerini de öğrenirlerdi.” Niyet, kalbin amelindendir. Onun düzelmesiyle kalp düzelir; kalbin düzelmesi ile de bir bütün olarak beden düzelir. Hz. Ömer (r.a.) bu konuda şöyle diyor: “Amellerin en faziletlisi, Allah’ın farzlarını edâ, haramlardan kaçınmak ve Allah katında sâdık niyettir.”
Niyeti sâdık hale getirmek, niyetin aslından daha zordur. Niyet, amelin özüdür. Daha doğrusu, amelin yöneleceği yönü ve alanı tesbit etme irâdesidir. Bu irâde, imandan gelirse, amel, sâlih olur; imandan gelmezse gayr-ı sâlih olur. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rahmetine ve yardımına mazhar olmamız, niyetimizin sahihliği ve doğruluğu ile doğru orantılıdır. Niyet, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanma irâdesidir. Niyet terbiyesi ise, müslüman olarak Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanma irâdesini bir bütün olarak hayatımızın muharrik gücü haline getirmektir.
Allah yolunda bileklerin kuvvetli ve bereketli olması, kılıçları hızlı sallamak ile değil; kılıçların kavislerine Allah rızâsını ve sevgisini yüklemekledir. Yani niyetlerin düzelmesiyledir. Niyet terbiyesi; amelin îfâsı esnâsında hazır olan imanın ve aklın kişiye kazandırdığı psikolojik şuurun adıdır. Başka bir ifadeyle işlenen ameli, “sâlih amel” seviyesine yükseltmek için gösterilen her türlü çaba ve gayretin ifâdesidir. Amelin mevcûdiyeti ile birlikte kemâli ve İlâhî adâlet terâzisinde tartılması ve değerlendirilmesi için gerekli olan şartları yerine getirenler, niyet terbiyesine sahip olanlardır.
Niyet terbiyesi; İslâm’ın öngördüğü çerçeve içinde her söz ve davranışımıza Allah rızâsını ve sevgisini kazanma irâdesini yüklemektir. Niyet terbiyesi; Allah yolunda dökülen terlerden, çekilen çilelerden, dünyevî hesapları, nefsî tortuları, kavmî saplantıları süzüp arındırma mahâretine sahip olmaktır. Allah Teâlâ’nın dediği yere değil; ganîmetin bulunduğu yere koşanlar, Allah yolunda niyet terbiyesine sahip olmayanlardır. Günümüz İslâm coğrafyasında müslümanlar tarafından sürdürülen İslâmî hizmetlerde menfaat kavgasına zaman ve zemin arayanlar ve ayıranlar, niyet terbiyesini kaybedenlerdir. İslâmî hizmetlerde niyetlerini Allah için hâlis kılamayanlar, hedefe varmadan yolun yarısında sen-ben kavgasına tutuşmaya mahkûmdurlar.
Niyet terbiyesi; kalbin, yüzünü dünyadan âhirete çevirmesidir. Yüz çevirmek de istek ve irâdeden ibârettir. Dünya kalbe hâkim olursa, kalp, yüzünü dünyaya çevirir; ilgisi, arzusu dünyaya olur. Çünkü insan, yaratılışının başlangıcında dünyaya yöneliktir. Kalbin Allah Teâlâ’ya olan eğilimi ve isteği gâlip olunca kalbin sıfatı değişir, kurtuluşa döner ve âhiret yönüne yüz tutar. O halde bütün amellerden maksat, kalbin Allah tarafına, doğruluk yönüne yönelip değişmesidir.
- 994 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün ibâdetlerin niyeti, iyilik istemektir. Yani dünyaya meyletmekten yüz çevirip âhirete yüz tutmaktır. O niyetle amel işlemek, bu istek ve irâdeyi kuvvetlendirir, sağlamlaştırır. O halde gerçi amel, niyetten doğuyorsa da, niyeti kuvvetlendirmek içindir. Hal böyle olunca, niyetin amelden hayırlı olduğu meydana çıkar. Zira niyetin kalbin kendisinde, amel ise kalbe geçmek için başka uzuvlarda olur. Eğer kalbe geçerse işe yarar, geçmezse gaflet olur.
Kalp hangi tarafa eğilirse, amel de o tarafa eğilir. Mevki, makam sevdâsında olan kimsenin teveccühü insanlara olur. Kalbinde Allah’ın rızâsından başka düşüncesi olan kimse, insanlara gösterdiği ibâdette yalancı olur. Niyette terbiyeyi kaybetmek, insanlardan kabul görmek hevâsı ve arzusundandır. İnsanlardan kabul görmek yerine; Allah Teâlâ’dan kabul görmeyi hayatlarının vazgeçilmez amacı haline getirenler, niyette terbiyeyi yakalayanlardır.
Toplumda zararlı alışkanlıkların yayılması ve hayatı bağlayan birer teâmül haline gelmelerinin ana sebeplerinden birisi, “niyetim iyidir”, “kalbim temizdir” mâzeretinin arkasına sığınma çabasıdır. “Niyetim sağlamdır” bahanesinin arkasına sığınarak kötülükleri devam ettirip yayanlar, niyet terbiyesini kaybetmiş, o yüzden “terbiyesiz” vasfını hak etmiş kimselerdir. Şer’an zararlı ve çirkin sayılan bir şeyi, “iyi niyet” faydalı ve mubah hale getiremez. Niyet terbiyesini kaybedenler, iyi niyet tuğlalarıyla cehenneme giden yolu döşeyenlerdir. Yani “iyi niyet” bahanesinin arkasına sığınıp günah işleyerek zararlı alışkanlıklarını sürdürenlerdir.
Davranışlarda, alışkanlıklarda Allah Teâlâ’ya karşı sevgi ve saygı hususunda kusur etmemek, bir niyet terbiyesidir. Niyet terbiyesi, kalpte din cephesini gâlip kılmak, İslâm ile dolu dolu yaşamaktır. Zararlı alışkanlıklara, çirkin davranışlara, mekruh ve haramlara karşı savaşmaya hazır olanlar, İslâm’la dolu dolu yaşayanlardır. Yani niyetlerinde İslâmî olmayan hiçbir şeyi taşımayanlardır. İnsanlara sağlam imanı ve güzel ahlâkı, ihlâsı kazandırmak için, her şeyden önce onlara niyet terbiyesini kazandırmalıyız. Niyet terbiyesine sahip olamayanlar, kazanmışlardan değil, kaybedenlerden sayılır. 4377
“Muhakkak ki iman edip sâlih amel işleyenler, yaratıkların en hayırlısıdırlar.”4378 Allah’ın emirlerini uygulayıp bunları kendi nefislerinde yaşayarak toplumda yerleşmesi için çalışmak amel-i sâlihtir. En hayırlı yaratık olmanın şartı budur. Amel-i sâlih, ister istemez ihlâsı çağrıştırır; işin sâlih olması, ancak Allah’ın rızâsının mutlaka gözetilmesi ile gerçekleşir. Amel, Allah rızâsı için olacak ve insan bu amelinin karşılığını yalnız Allah’tan isteyip yalnız ondan bekleyecektir. İnsanların hoşnutluğunu ve beğenisini kazanmak için yapılan ameller asla amel-i sâlih değildir. Zira buradaki niyet bozukluğu insanı ihlâssızlığa/riyâya götürür. Riyâ ile yapılan amellere ise Cenâb-ı Hak iltifat etmez ve karşılığını da vermez.
Amel-i sâlih, Allah’ın rızâsı gözetilerek yapılmış bir amel olursa, kişinin duâsının kabul olunmasına sebep ve vesîle olabilir. İnsan, sıkıntı anlarında daha önceden yapmış olduğu sâlih bir amelden dolayı Allah’ın izniyle sıkıntıdan kurtulabilir. Bu hususta müttefekun aleyh olarak nakledilen hadis meşhurdur. Pek uzun olan bu hadiste kısaca şu olay anlatılır: “Üç kişi, yağmurdan korunmak için bir mağaraya girerler ve mağaranın ağzına bir taş yuvarlanıp mağaranın kapısı
4377] Mustafa Çelik, Ribat, Mart 2001
4378] 98/Beyyine, 7
İHLÂS
- 995 -
kapanır. Duâdan başka çareleri yoktur. Onlardan birisi, ana-babasına hürmette en ufak bir kusurda bulunmadığını, diğeri çalıştırdığı işçinin hakkına son derece riâyet ettiğini ve kendi uhdesinde kalmış olan işçinin hakkını yine onun nâmına çalıştırıp büyük bir meblâğ olarak yıllar sonra ona verdiğini, öbürü ise, her türlü imkân ve uygun bir ortam mevcut olduğu halde zinâ etmediğini, bütün bunları da sadece Allah rızâsı için yaptıklarını söyleyerek o sıkıntının giderilmesini dilerler. Sonunda Allah’ın izniyle taş yuvarlanıp gider ve onlar da kurtulur.” 4379 Bu hadiste birçok ibret mevcuttur. Kişi sıkıntıya düşebilir. Böyle bir durumda Allah’a duâ ederken, zikretmesi gereken amel-i sâlihi bulunmalı, o güne kadar kişi, amel defterine bu türden ameller kaydettirmelidir. İhlâsla yapılan amel, inciye benzer. Ne kadar küçük olursa olsun o yine de çok kıymetlidir. Allah, kendisine ulaşmamız için vesîleler aramamızı emreder.4380 “Vesîle” kelimesinin akla getirdiği esas mânâ ise, Allah’ı râzı edecek sâlih ameldir. 4381
"Benzer erbâb-ı riyânın hâli ol kâşâneye,
İçyüzü vîrân, dışı mâmur şeklin gösterir."
"Gizli yapılan ameller, âşikâre yapılan amellerden yetmiş derece üstündür." 4382
"Din ile dünyanın saydına (avına) çıkılmaz."
"Amel ve ibâdetler, birtakım şekil ve sûretlerdir. Bu sûretlerin ruhu ise kendilerinde mevcut olan ihlâsın sırrıdır."
"Dinde ihlâs üzerinde olursan, amelin az olsa da sana yeter."
"İhlâslı olmanın en aşağı mertebesi, kendine yapılan medih ve zemmi müsâvi görmektir."
"Senin hakkında sende olmayan iyiliği söyleyen kimse, senin hakkında sende olmayan kötülükleri de söyler."
"İnsanlar arasında kendisini zemmeden kimse, hakîkatte kendisini övmüş olur. Bu ise, riyâ alâmetlerindendir."
"Riyâkâr dosttan doğru sözlü düşman yeğdir." 4383
"Yap iyiliği at denize; balık bilmezse Hâlık bilir." 4384
"İhlâs ile edilen her duâ peşinen kabul edilmiş ve her tevbe, günahlarını sildirmiştir."
"Fikir, hakikate bakan göz; ihlâs da onun ışığı. Göz, görülecek şey ve ışık olmadan ne yapabilir?"
"Riyâkâr, yalanı vicdânına söyleyen ve onu kandırmaya bakan bir kandırılmıştan başkası değildir. Kandırmaya çalışan bir kandırılmış..."
"Ey ihlâs! Senin olduğun yerde hiçbir şey eksik değildir!"
4379] Buhârî, Edeb 5; Müslim, Zikir 100
4380] 5/Mâide, 35
4381] İbn Kesir, Tefsir, 2/563; Orhan Çeker, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 128
4382] Hadis-i Şerif rivâyeti
4383] Atasözü
4384] Atasözü
- 996 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İhlâs Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “İhlâs” Kelimesinin Kökü “H-l-s” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (31 Yerde): 2/Bakara, 94, 139; 4/Nisâ, 146; 6/En’âm, 139; 7/A’râf, 29, 32; 10/Yûnus, 22; 12/Yûsuf, 24, 54, 80; 15/Hicr, 40; 16/Nahl, 66; 19/Meryem, 51; 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32; 33/Ahzâb, 50; 37/Sâffât, 40, 74, 128, 160, 169; 38/Sâd, 46, 46, 83; 39/Zümer, 2, 3, 11, 14; 40/Mü’min, 14, 65; 98/Beyyine, 5.
B- İhlâs (Samimiyet) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Allah, Kalplerde Olanı Bilir: 33/Ahzâb, 51, 54; 40/Mü’min, 19.
b- İhlâs Sahipleri: 37/Sâffât, 40-49.
c- İmanda İhlâs: 3/Âl-i İmrân, 16-17; 23/Mü’minûn, 57-61; 29/Ankebût, 2-3; 48/Fetih, 29; 57/Hadîd, 7.
d- İbâdette İhlâs: 7/A’râf, 29; 9/Tevbe, 112; 39/Zümer, 2, 11, 14; 40/Mü’min, 14, 65.
e- Savaşta İhlâs: 8/Enfâl, 47.
Konuyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Edeb 52; Bed’ü’l-Vahy 1; İman 41; Nikâh 5; Talâk 11; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Itk 6; Eymân 23; Ezân 36, Zekât 16, Hudûd 19; İlim 45, Cihâd 15, Tevhîd 28;
Müslim, İmâre 149-152, 155, hadis no: 1905; Fedâil 199, hadis no: 2526; Zühd, 38; Zühd 46, hadis no: 2985; Zekât 91, 92; Birr 10, 33
Tirmizî, İlim 6, hadis no: 2656, İlim 7; Zühd 48, hadis no: 2383; Tirmizî, Zühd 53; Birr 78, hadis no: 2026; Zühd 17, hadis no: 2326; Zühd 48, hadis no: 2384; Fezâilü’l-Cihâd 16; Kıyâmet 31, hadis no: 2467; Hudûd 24
Ebû Dâvud, Cenâiz 56; Vitr 25; Edeb 39, hadis no: 4872, 4873; Cihâd 24;
İbn Mâce, Mukaddime 18; Menâsik 76; Zühd 9; Zühd 21, hadis no: 4228; Fiten 16; Cihâd 13
Nesâî, Cihad , 21, 22, 24; Kudât 2,
Ahmed bin Hanbel, 2/285, 301, 435, 439, 539; 3/225; 4/80, 82, 369, 392, 397, 402, 405, 417; 5/147, 183, 261
Muvattâ, Şiir 14; Kelâm 21 (2, 991)
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İhlâs Risâlesi, Ömer Yıldız, Umran Y.
2. İhlâs Risâleleri, B. Said Nursi, Yeni Asya/Envar/Sözler/İhlâs-Nur Neşriyat
3. İhlâs ve Takvâ, İbn Teymiye, Pınar Y.
4. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 427
5. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi (Süleyman Ateş), T.D.V. Y. c. 21, s. 535-537
6. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y, c. 3, 41-42; c. 5, s. 271, 112-115
7. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 9, s. 315-327, c. 18, s. 37-45
8. Kur'ân'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 476-477
9. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 541-543, 533-537
10. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 11
11. Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak, İnkılâb Y. s. 23-26
12. Kur'ân-ı Kerim'de Salâh Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 19-21, 64-65
13. İhyâ-i Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, terc. Ali Arslan, Arslan Y. c. 10, s. 7-62
14. Kimyâ-yı Saâdet, İmam Gazâli, Bedir Y. s. 644-649
15. Tarikat-ı Muhammediye Tercümesi, İmam Birgivi, Terc. Süleyman Ateş, Demir Kitabevi
Y. s. 114-150
16. Tenbîhu'l-Gâfilîn ve Bustânu'l-Ârifîn, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 3-17
17. Gunyetu't- Tâlibîn, Abdülkadir Geylânî, Sağlam Kitabevi Y. s. 789-807
18. Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 155-161
19. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 11-34
20. İman ve İslâm Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y. s. 269-272, 361, 713
21. Kaynaklarımıza Göre İslâm Terbiyesi, Osman Şekerci, Çanakkale Ser. Fb. Y. s. 114-123
22. Ahlâk Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y. s. 46-49, 24-27
İHLÂS
- 997 -
23. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazâli, Ribat Y. 73-83
24. Kur'an'da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 28
25. Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 83-85, 237-239
26. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 222
27. Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 582-585, 687-689
28. İslâm Hukukunda İbâdet Kavramı, Ferhat Koca, İMVAK Y. s. 25-26, 43-44
29. İbâdet mi Ayin mi? Mustafa Karakaş, Dersaadet Y. s. 27-31, 35-36
30. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 313-318
31. Nur’dan Kelimeler, Alaaddin Başar, Zayfer Y. c. 3, s. 60-66
32. Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 385-387, 462-463

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:35

İHLÂS

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İHLÂS


- 895 -
Kavram no 85
Haramlar 12
Ahlâkî Kavramlar 15
Bk. Doğruluk; Ahlâk; İsyan-İtaat
İFTİRÂ
• İftirâ; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de İftirâ Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İftira Kavramı
• İftirânın En Çirkini: Allah’a ve Dine İftirâ
• Cehennemlik İftira: Uydurma Hadisler
• Uydurma Hadislere Örnekler
• Âişe Anamıza Atılan Çirkin İftira: İfk Olayı
• Kazf: Nâmuslu Bir Kimseye Zinâ İftirası
• Lian: Eşler Arası Güvensizliğin Bedeli ve İftiraya Set Çekme
• Tefsirlerden İktibaslar
• Günümüz ve İftirâ
“Artık kim Allah’ karşı iftira edip yalan uydurursa, işte bunlar, zâlimlerin ta kendisidirler.
De ki: ‘Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak (bâtıl olan her şeyden yüz çeviren, Allah’la birlikte başka şeylerin ilahlığını da tanımayan) İbrâhim’in dinine/inanç sistemine uyun. O, müşriklerden değildi.” 3855
İftirâ; Anlam ve Mâhiyeti
Olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmek. Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine râzı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Bu bakımdan iftira, bir kimseyi veya bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp, zarar verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her halükârda, dünya için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.
İftira son derece kötü ve tahrip edici bir hâdisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir tutumdur. İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. insanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. İftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.
İftira, toplumda adâletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen bir sosyal ve ahlâkî hastalıktır. Çünkü adâletsizlik ve tâkipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.
3855] 3/Âl-i İmrân, 94-95
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm'da iftira konusu, üzerinde oldukça fazla durulan bir konu olmaktadır. Çok sayıda âyet-i kerime, iftiranın özelliğinden ve onun Allah'ın nezdinde sevilmeyen ve hatta yerilen bir davranış olduğundan bahsetmektedir.
İftiranın en ağırı namus üzerine atılan iftiradır. Bunu, Hz. Âişe ile ilgili olarak "İfk" olayında görmekteyiz. Olay özet olarak şöyle cereyan etmiştir: Hz. Peygamber ashab-ı kirâmla sefere çıkarken, kura ile belirlenen bir eşini de beraberinde götürürdü. Bu usulle, Mustalikoğulları Gazâsına da Hz. Âişe katılmıştı. Konaklama yerinde, devenin üzerindeki gölgelikten (mahfel) tuvalet ihtiyacı için çıkan Âişe (r. anhâ), dönüşünde gerdanlığını düşürdüğünü fark etmiş, aramak için yeniden çıkmıştır. Bu sırada ordu yola çıkmış, Hz. Âişe, devenin üzerindeki gölgeliğin içinde zannedilmiştir. Dönüşte unutulduğunu anlayan Hz. Âişe, orada beklemiş, ordunun arka gözcüsü Safvân b. Muattal O'nu devesine bindirerek yolda orduya yetiştirmişti.
Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubey ve arkadaşları bunu fırsat bilerek Hz. Âişe'ye zina iftirasında (ifk) bulundular. Bir aydan fazla bir süreyle bu dedikodu Medîne'de dolaştı. Hz. Peygamber ve Âişe validemizin yakınları bu olaya çok üzüldü.
Daha sonra Hz. Âişe Nûr sûresindeki şu âyetlerle temize çıkardı:
"O uydurma haberi getirip iftira (ifk) atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu kendiniz için bir ser sanmayın, bilakis o, sizin için hayırdır. İftirada bulunanlardan her birinin kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır."
"İftirayı işittiğiniz zaman, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların, kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup da: "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?"
"Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri getiremediler, o halde onlar, Allah nezdinde, yalancıların da kendileridir"
"Eğer Allah'ın lütuf ve merhameti, dünyada ve ahirette üzerinizde olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden, size mutlaka büyük bir azap dokunurdu."
"Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır "
"O asılsız sözü duyduğunuz zaman: "Bunu konuşmak bize yakışmaz. Haşa! Bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?" 3856
Hz. Peygamber inen bu âyetleri tebliğ ettikten sonra; "Ya Âişe, Allah'a hamd et. Allah seni, iftiracıların isnâdından kesin olarak berî kıldı" buyurdu. Bunun üzerine Âişe (r.anhâ) nin annesi: "Kızım, kalk da Rasûlullah (s.a.s)'a teşekkür et" deyince, Hz. Âişe; "Hayır, kalkmam ve yalnız Allah'a hamd ederim" diye cevap verdi. 3857
İftira eden kimse, bununla amacına ulaşamaz ve sonunda dünyevî ve uhrevî
3856] 24/Nûr, 11-16
3857] Buhârî, Tefsîru Sûre 24/6, Meğâzî 12, 32, 34, Şehâdet 2, 15, Eymân 13, 18, İ'tisâm 28, Tevhîd 35, 52; Müslim, Tevbe 56; Ebû Dâvud, Salât 122; Ahmed b. Hanbel, Müsned VI/194, 195, 197
İHLÂS
- 897 -
bakımdan kendisi zararlı çıkar. Nebî (s.a.s.) "İftira eden kimse zarara uğramıştır."3858 buyurur.
İffetli bir kadına zina isnadında bulunup da bunu dört erkek şahitle ispat edemeyen bir kimse kazf cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şahitliklerine güvenilmez.3859 Zina isnadında bulunan kimse kadının kocası olur ve dört şahitle bunu ispat edemezse "mulâane" yoluna başvurulur. 3860
En ağır iftirayı atan kimse bile sonradan pişmanlık duyar ve durumunu düzeltirse Cenâb-ı Hakkın mağfiretine nâil olabilir. 3861
Günümüzde fertlerin birbirine iftirası yanında basın ve yayın yoluyla da iftiralar yapılmaktadır. Namus, iffet, haysiyet ve zimmet üzerindeki bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının sorumluluğunun da o nisbette artması tabiidir. Kur’an’da “Mü’min erkek ve mü’mine hanımlara işlemedikleri bir şeyden dolayı eziyet edenler (onlara iftira atanlar), doğrusu iftirâ ve açık bir günah yüklenmişlerdir." 3862
Birine asılsız yere bir suç yükleme, olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak, başkalarına kara çalmak demektir. Kur’an-ı Kerim’de ‘ifk’ kelimesi de aynı anlamda kullanılmıştır. Gıybet, başkası hakkında ileri geri konuşmak, başkalarına memnun olmayacakları şekilde anmak ise de iftira; aslı astarı olmayan kötü şeyleri başkaları hakkında uydurup söylemektir, hatta bunu yaymaktır.
İftira huyunun sebebi, insanlardaki yükselme ve daha fazla dünyalık toplama arzusudur. Yahut ta kıskançlıktır. Başkalarının sahip olduğu nimetlere ulaşamayanlar, o nimet sahiplerini iftira ile bühtan (hakkında yanlış değerlendirme) ile zayıflatmaya, ellerindekini almaya çalışırlar.
İftira, öteden beri sinsi düşmanların en keskin silahıdır. Allah’tan korkmayıp, kuldan utanmayanlar, başkalarını alt etmek, onları gözden düşürmek için iftira yoluna başvururlar. Kimileri de ya kendi işledikleri ya da başkalarının işledikleri suçları, üçüncü bir kişiye iftira ederler, onun sırtına suç yükünü yüklemek isterler.
İftira, toplumun huzurunu bozan, kişiler arasındaki kin ve nefret duygularını artıran son derece çirkin bir davranıştır. İftira, hem atana hem de iftira edilene büyük zarar verir. Bir iftiradan dolayı zarara uğrayan kişi mazlum konumundadır. İftira eden ise günün birinde bu yaptığı çirkin işin zararını mutlaka görür. Başkalarına utanmadan çirkin şeyleri ve suç fiillerini iftira atan kimselerin yaşadığı toplumda huzurun, insanlar arasında bağlılık ve sevginin olması mümkün değildir.
Adâletin olmadığı yerlerde iftira faâliyetleri daha da artar. Hakkına râzı olmayan kişiler, daha fazlasına ulaşmak ve haksız kazançlar elde etmek için, başkalarını gözden düşürmek üzere iftira huyuna baş vurabilirler.
Günümüzde iftira kampanyaları medya dediğimiz kitle haberleşme araçları tarafından daha tehlikeli bir şekilde yapılmaktadır. Medya sahiplerinin, yazarlarının, muhabirlerinin işlerini müslümanca ve titizlikle yapmaları, şirki ve fitneyi
3858] Ahmed b. Hanbel, I, 91
3859] bk. 24/Nûr, 4
3860] 24/Nûr, 6-9
3861] 24/Nûr, 4-5
3862] 33/Ahzâb, 58; Sami Şener, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 96-97
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
körükleyecek tavırlardan kaçınmaları gerekir.
İftiranın Çeşitleri: Dinimize göre iftiranın her türlüsü haramdır. Allah iftira edenleri (müfterileri) sevmemektedir. En büyük müfterî ise ‘şirk’ koşan müşriklerdir. Çünkü onlar Allah’a ortaklık iftirası atmaktadırlar.
Muaz İbn Esed el-Cühenî anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kim bir mü’mini bir münâfığa karşı korursa, Allah (c.c.) da onun için Kıyamet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de bir müslümana kötülenmesini isteyerek iftira atarsa, Allah (c.c.) onu, Kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından temizlenip) çıkıncaya kadar hapseder.” 3863
İffetli bir kadına zina iftirası atanlar hakkında dünyada ve âhirette oldukça ağır cezalar vardır.3864 Burada yine iftira anlamına gelen ‘remâ’ fiili kullanılmıştır.)
‘İftira’nın bir anlamı da, içinde fesat olan şeyi ortaya çıkarmak, yalan sözü uydurmak demektir. Kur’an, buradan hareketle şirk, zulüm ve yalan yerine ‘iftira’ kelimesini kullanmaktadır. “….Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla (Allah’a) iftira etmiş olur.”3865 âyetinde olduğu gibi ‘şirk’ Allah hakkında bir iftiradır. Gerçekte O’nun ortağı yoktur, Müşrikler ise ortağı ve benzeri olmayan Allah’a, kendileri bir eş uyduruyorlar.
Allah (c.c.) adına helâl ve haram ölçüleri koyanlar, 3866
Din’i değiştirip, Peygamberimizin özelliklerini ilâhî kitaplardan silenler,3867 kendisine vahy gelmediği halde ‘bana da vahyediliyor’ diyenler, 3868
Allah’tan kendisine bir ilim (vahy) gelmediği halde O’nun adına hüküm koyanlar,3869
Allah’tan başkasını ilâh edinenler 3870 apaçık bir iftira içindedirler.
Kur’an birçok âyette ‘iftira’yı yalan anlamında kullanıyor. Allah’a karşı yalan uyduranlara (iftira edenlere) en büyük zâlim diyor. 3871
İnkârcıların bu iftirası ya taptıkları putların hak olduğunu iddia etmeleri şeklinde, ya Allah’ın âyetlerini yalanlama, ya O’nun adına din uydurma, ya O’ndan gelen vahy’i yalan sayma, kendilerini kurtulanlardan kabul etme, Allah’ın haksızlık yapacağını düşünmeleri, ya kesin âyet geldiği zaman inanacaklarına yemin etmeleri, ya da müşriklerin kendi yaptıklarını doğru ve süslü görmeleri şeklinde ortaya çıkmaktadır.
İnanmayanlar, Kur’an’ı peygamber uydurdu (iftira etti) diyorlardı. Kur’an, onların bu iddialarını reddediyor. 3872
3863] Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 4883, 4/270
3864] 24/Nûr, 23-25
3865] 4/Nisâ, 48
3866] 3/Âl-i İmrân, 94
3867] 6 En’am/21
3868] 6/En’âm, 93
3869] 6/En'âm, 144
3870] 18/Kehf, 15
3871] 7/A’râf, 37; 10/Yunus, 17; 11/Hûd, 1; 5/Mâide, 103 vd.
3872] 10/Yunus, 38; 11/Hûd, 13, 35; 32/Secde, 3 vd.
İHLÂS
- 899 -
Kur’an’ın ifadesiyle, şirk koşanlar, zulme sapanlar, din adına yalan söyleyenler, ya da kendi kafalarından din uyduranlar, Allah adına aslı astarı olmayan inançlar ve hükümler uyduranlar iftira içindedir. İftiranın bu çeşidi çirkinlik bakımından daha kötü, zarar verme bakımından daha geniştir. 3873
Bir kimseye yapmadığı bir kusuru, işlemediği bir suçu, kötülüğü, bile bile, üstelik birtakım deliller uydurarak yüklemeye kalkışmak iftirâdır. İftirâda birisinin ya da birilerinin huzurunu, mutluluğunu bozmak gâyesi güdülür. Rûhî psikolojik bir acı, elem, sıkıntı, eziyet vermek hedeflenir. İftirâya uğrayan şahıs bütün benliğiyle bu acıyı, ıstırabı hisseder. Belki fiziksel işkence ve elemden daha ağır bir yüktür bu psikolojik saldırı. İftirâ yoluyla yapılan ezâ, âdetâ insanın rûhunu dövmek, yumruklamak, kesmek, yakmak, kurşunlamak gibidir. Öyle olur ki, bu tür acılara dayanamayan ruh, rahatsızlığını bedene yansıtır ve psiko-somatik hastalıklar meydana gelir.
Yüce Allah, iftirânın tanımını ve iftirâ uğrayana verdiği ezâyı, şu şekilde beyan eder: “Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları, yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler bir iftira ve açık bir günah yüklenirler.”3874 Yapmadığı bir suçla itham edilmesini bir yana bırakalım, insan yaptığı bir hatanın bile başkaları tarafından dile dolanmasından rahatsızlık duyar, incinir. Oysa bir insanın diğer insanlardan beklediği şey, onlar tarafından takdir edilmek, onların tahsînine, iltifatına mazhar olmaktır. İnsan, bundan müthiş bir mutluluk ve haz duyar. Bu doğal yapısı ve beklentisinin tam tersi bir tutumla, hele de iftirâ gibi bir karalamayla karşı karşıya gelen bir insanın içine düşeceği içsel yıkımı ve çöküşü tahmin etmek pek zor olmaz.
İnsanı bir başkasına iftirâ etmeye götüren etkenleri araştırdığımızda şu hususların ön plana çıktığını görürüz:
Bazı kimselerin kin ve öfkeleri, başkalarına zarar vererek intikam alma duygusu onları iftirâ etmeye iter. Çıkarına uygun düştüğü için, bazı menfaatler elde etmek düşüncesiyle iftirâ edenler vardır. Çoğu zaman iftirâ; kıskançlıktan, çekememezlikten, kişinin kendisine olan saygısını yitirmesinden ileri gelir. İftirâ eden kimselerde daha çok güçsüzlük ve aşağılık duygusu hâkimdir. Kendilerini eksik hisseden kıskanç tiplerdir bunlar. İyi, toplum içinde kabul gören insanlara karşı kin duyarlar. Kendilerindeki eksikliği başkalarına yansıtmak, onları karalamak sûretiyle bu eksikliklerini örttüklerini zannederler. Ve bu tür insanlar yaptıkları bu işin önemini ve ağırlığını kavrayacak, hissedecek durumda değillerdir. Başkasını itham etmeyi önemsiz, kolay, sıradan, basit bir işmiş gibi değerlendirirler. Hatta bundan hasisçe bir zevk de duyarlar. “O vakit siz, o iftirâyı, dillerinizle birbirinize anlatıyordunuz. Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığınız şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki Allah katında çok büyüktür.” 3875
“Kim bir hata yapar veya kasıtlı günah işler de onu bir suçsuzun üzerine atarsa, büyük bir bühtan/iftirâ ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” 3876 Bu âyette geçen “bühtân” kelimesini Fahreddin er-Râzî, “Din kardeşine kendisinde bulunmayan bir kusur ve kötülük isnat etmendir” diye açıklar.
3873] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 291-293
3874] 33/Ahzâb, 58
3875] 24/Nûr, 15; Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, s. 77-78
3876] 4/Nisâ, 112
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kazf, terim anlamıyla Kur’an’da yer almamakla birlikte, hadislerde hem genel olarak iftirâ, hem de özellikle zinâ iftirâsı için kullanılmıştır. Meselâ, büyük günahların sayıldığı bir hadiste, kötülükten habersiz iffetli bir kadına zinâ iftirâsında bulunmak, bu günahlar arasında gösterilmiştir (diğerleri; Allah’a şirk/ortak koşmak, büyücülük, haksız yere adam öldürmek, tefecilik, yetim malı yemek, savaştan kaçmaktır).3877 Bir mü’mine “kâfir” diyerek iftirâ eden kimsenin onu öldürmüş gibi günah işlemiş sayılacağını belirten hadiste3878 ve iftirâyı insanın âhiret hayatını iflâsa götürecek olan kul hakları arasında gösteren hadislerde de 3879 iftirâ anlamında “kazf” kelimesi geçmektedir.
Müslümanları kötü huy ve davranışlardan uzak tutmaya çalışan Hz. Peygamber, onları iftirâ konusunda da uyarmıştır. Bilhassa İslâm’a yeni girenlerden biat alırken Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, hırsızlık ve zinâ yapmamak, hayırlı işlerde Rasûlullah’a karşı çıkmamak gibi sosyal ve siyasî önemi bulunan prensipler yanında; iftirâ etmemeyi de zikredip söz alması,3880 aynı şartların Rasûl-i Ekrem’e biat etmeye gelen kadınlar heyetinden de istenmesi3881 anlamlıdır.
“Mü’minler ancak kardeştir.”3882; “Sizden biriniz, kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş sayılmaz.”3883; “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.”3884 gibi âyet ve hadislerle genel olarak doğruluk, dürüstlük ve adâleti emreden; yalancılık, haksızlık, sûizan gibi kötülükleri yasaklayan hükümler, insanların birbirine asılsız suç ve kusur isnat etmelerini de önlemeyi amaçlamaktadır. Sa’d bin Ebî Vakkas’a iftirâ ederek onun Hz. Ömer tarafından kumandanlıktan alınmasına sebep olanlardan Üsâme bin Katâde’nin daha sonra Sa’d’ın bedduâsıyla başına gelen felâketlere dâir rivâyetler,3885 ilk İslâm toplumunda iftirânın ağır bir günah olarak algılandığına işaret etmesi bakımından ilgi çekicidir.
İslâm’da iftirâ haram kılındığı gibi, asılsız olması muhtemel haberlere doğruymuş gibi ilgi göstermek ve bunlara araştırmadan inanmak da yasaklanmıştır 3886. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Âişe’ye yapılan iftirâ karşısında müslümanların tutumu değerlendirilirken, bütün mü’minlerin, böyle bir habere hemen inanmayıp iftirâya uğrayan hakkında hüsn-i zanda bulunmaları gerektiği vurgulanmakta, bu tür asılsız isnat ve iftirâların yayılmasından hoşlananların dünyada ve âhirette ağır bir şekilde cezâlandırılmayı hak ettikleri bildirilmektedir.3887 İslâm ahlâkında, ilke olarak insanlar aleyhinde onları kötüleyici ve incitici mâhiyetteki her türlü konuşma ve dedikodu yasaklanmıştır. Birinin aleyhinde yapılan konuşmanın gerçeğe dayanması onu gıybet olmaktan çıkarmaz. Nitekim, Hz. Peygamber, bir kişiyi kendisinde bulunan bir kusurla anmanın gıybet, ona asılsız bir kusur veya
3877] Buhârî, Vesâyâ 23, Hudûd 44; Müslim, İman 144, Vesâyâ 10
3878] Buhârî, Edeb 44; Tirmizî, İman 16
3879] Müslim, Birr 60; Tirmizî, Kıyâmet 2
3880] İbn Hişam, II/73-75; İbnü’l-Esîr, II/96
3881] 60/Mümtehıne, 12
3882] 49/Hucurât, 10
3883] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72
3884] Buhârî, İman 4, 5; Müslim, İman 64, 65
3885] İbnü’l-Esîr, III/5-6
3886] 17/İsrâ, 36; 49/Hucurât, 6
3887] 24/Nûr, 12, 19
İHLÂS
- 901 -
suç isnat etmenin ise iftirâ olduğunu bildirmiştir.3888 Kur’an’da mü’minlere kendilerinin, ana-babalarının ve yakınlarının aleyhine bile olsa, adâleti yerine getirmeleri emredilirken3889 aynı zamanda bu emrin, asılsız isnat ve iftirâlara uğrayan mâsum insanları koruma görevini de kapsadığı muhakkaktır.
İslâm ahlâk literatüründe zinâ isnâdı dışında iftirâ konusu üzerinde özel olarak durulmamışsa da, genellikle hak, adâlet, dürüstlük ve sevgiyle alâkalı pek çok konu işlenirken, aynı zamanda iftirâ gibi insan onurunu zedeleyici mâhiyetteki hak ihlâllerine dâir gerekli bilgiler verilmiş ve çeşitli yorumlar yapılmıştır. İftirâ bir yalan türü olup ahlâk kitaplarında geniş yer verilen yalanla ilgili bahisler, iftirâ konusu bakımından da önem taşımaktadır. 3890
İftirâ, toplumda büyük belâ ve zararlara sebep olan, insanın şerefini ihlâl eden suçlardan biri olduğundan dolayı Kur'an, buna giden menfezleri kapatmak gâyesiyle, fâsıkların getirdikleri haberlerin iyice araştırılmasını tavsiye etmektedir: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da, sonra yaptığınıza pişman olursunuz."3891 Fâsıkların getirdikleri haberler, eğer iyi bir şekilde araştırılsa, toplumda haksız bir şekilde meydana gelecek olan zararlar önlenmiş olacaktır. Çünkü bu tarz olan insanlar, şeytanın daima etkileri altında olup, hayâlî kurgularını orada burada söyler, bu hususta hiçbir fenâlıktan çekinmezler. Nitekim Kur'an, bu tarz olan kişileri, "effâkün esîm" olarak mübâlağa kipi halinde iki sıfatla nitelemektedir. "Size şeytanların kimler üzerine inip durduğunu haber vereyim mi? Her günahkâr iftirâcı, yalancı, sahtekâr üzerine iner. Bunlar (şeytanın iftirâ ve yalanına) kulak verirler. Çoğu ise yalancıdır."3892 Bunların niteliklerinden biri, çok iftirâcı ve yalancı olmaları, diğeri ise, günahtan asla çekinmeyenlerden oluşlarıdır. Bundan dolayı bu nitelikleri, toplumun kendilerinden şiddetle sakınmasını gerektirmektedir. 3893
Kur'an'ın en fazla hücuma tâbi tuttuğu yalan, Allah'ı, âyetlerini, âhiret gününü, peygamberlerini, nimetlerini yalanlama hususundadır. Geçmiş ümmetlerden Nûh kavmi, Âd, Semûd, Lût, Ress ve Firavun kavimlerinin bu hususları yalanladıkları,3894 bu yüzden de Kur'an bunların çetin azaba müstahak olduklarını belirtmektedir: "... Bu şekilde onlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanladılar da sonunda azâbımızı tattılar..." 3895 Kur'an, buna şâhit olmak üzere muhâtapların yeryüzünde gezip dolaşarak yalanlayanların hallerini görüp ibret almaya teşvik etmektedir: "De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu düşünüp araştırın." 3896
Kur'an, Allah ve âyetlerini yalanlama hususunda, genellikle zâlim kelimesinin ism-i tafdîl (üstünlük karşılaştırma kipi) formunu kullanmaktadır. Bundan dolayı yukarıda sayılan yalanların içinde de, en buğz edilen yalan da, Allah'a ve âyetlere karşı olan iftira ve yalan olduğunu söyleyebiliriz: "Allah'a karşı yalan
3888] Müslim, Birr 70; Tirmizî, Birr 23
3889] 4/Nisâ, 135; 5/Mâide, 8; 6/En’âm, 152
3890] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 522-523
3891] 49/Hucurât, 6
3892] 26/Şuarâ, 221-223
3893] Hayati Aydın, Kur'an'da İnsan Psikolojisi, s. 263-264
3894] 26/Şuarâ, 105, 123, 141, 160; 38/Sâd, 12; 50/Kaf, 12
3895] 6/En'âm, 148
3896] 6/En'âm, 11
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uyduran veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır?"3897 Âhiret gününü ve peygamberleri yalanlama hususu da, Kur'an'da sık sık işlenen temalardan biridir. Bu hususları yalanlamanın, eskilerin tarzı olduğu belirtilmektedir: "(Rasûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık mûcizeler, sahîfeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalanlandı/yalancılıkla itham edildi."3898 Allah'ın nimetlerini yalanlama konusu ise, Rahmân sûresinde yoğun bir tema halinde işlenmiş olup birer ikişer âyet aralıklarıyla; "Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?" şeklindeki bir ifâde, toplam 31 sefer tekrar edilmiştir. Yalanın bir çeşidi de iftirâdır.
Kur'an'da bu eylem, genellikle "atmak" anlamına gelen fiil olan r-m-y kökünden gelen ve muzârî (hal ve gelecek zaman) formu olan "yermûne" ile ifâde edilmektedir: "İffetli hür kadınlara zinâ (suçunu yakıştırıp iftirâ) atan, sonra (bunu isbat için) dört şâhidi getiremeyenlere seksen değnek vurun ve onların şâhitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar tamamen fâsık/günahkârdırlar."3899 Âyette belirtilen "muhsanân" ifâdesinin altına hem bekâr kızlar, hem de evli kadınlar ile hükmen erkekler de girmekle birlikte, kadınların çoğulu kullanılmış, tağlîbe (genelleştirmeye) gidilmiştir. İslâm'da en ağır ceza olarak kabul edilen kısas dahi, iki şâhitle infâz edilirken, iftirâ isnâdında bulunan kişilerden dört tane şâhidin istenilmesi bunun gerçek fâillerini yakalama ve iftirâcıları korkutma amacı gözetilmiştir. Bu durum, böyle değil de, kolay bazı şartlara bağlanılsaydı, elbette büyük sûiistimaller olacaktı. Hâlbuki nâmuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunmak, psikolojik olarak onlar için ölümden beterdir. İftirâ suçunun bu büyüklüğünden dolayı, cezası her ne kadar kısas kadar ağır görünmese de, ondan daha ağırdır. Kısasa eşdeğer olan seksen celde (sopa) ile beraber, müslüman toplum arasında ömür boyu şehâdetin kabul edilmemesi sûretiyle güvensiz bir kişi olma yaftasıyla dolaşmak gibi mânevî cephesiyle beraber mütâlaa edildiğinde, en ağır bir ceza olduğu ortaya çıkmaktadır.
İftirâ, toplumda büyük belâ ve zararlara sebep olan, insanın şerefini ihlâl eden suçlardan biri olduğundan dolayı Kur'an, buna giden yolları kapatmak gâyesiyle fâsıkların getirdikleri haberlerin iyice araştırılmasını tavsiye etmektedir: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz."3900 Fâsıkların getirdikleri haberler, eğer iyi bir şekilde araştırılsa, toplumda haksız şekilde meydana gelecek olan zararlar önlenmiş olacaktır. Çünkü bu tarz insanlar, şeytanın daima etkileri altında olup, hayâlî kurgularını orada burada söyler, bu hususta hiçbir fenâlıktan çekinmezler. Nitekim Kur'an, bu tarz kişileri, "effâk esîm" olarak mübâlağa kipi halinde iki sıfatla nitelemektedir: "Size şeytanların kimler üzerine inip durduğunu haber vereyim mi? Her günahkâr iftirâcı/yalancı sahtekâr (effâk esîm) üzerine iner. Bunlar (şeytanın iftirâ ve yalanına) kulak verirler; çokları da yalancıdır."3901 Bunların niteliklerinden biri, çok iftirâcı ve yalancı olmaları, diğeri ise, günahtan asla çekinmeyişleridir. Bundan dolayı bu nitelikleri, toplumun kendilerinden şiddetle sakınmasını gerektirmektedir.
3897] 7/A'râf, 37
3898] 3/Âl-i İmrân, 184
3899] 24/Nûr, 4
3900] 49/Hucurât, 6
3901] 26/Şuarâ, 221-223
İHLÂS
- 903 -
Kur'an'da tam 60 yerde geçen "iftirâ" kelimesi, çoğunlukla yalanla birlikte gündeme getirilmiş ve en büyük iftirâ suçunun Allah'a iftirâ olduğu vurgulanmıştır. Allah'a yalan uydurup iftirâ edenin zâlim olduğu,3902 müşriklerin büyük bir günah olarak Allah'a iftirâ etmiş oldukları3903 belirtilmiş, Allah'ı ve âyetlerini yalanlayarak iftirâ atanlardan daha zâlim kim olduğu, olumsuz cevap açısından sorulmuştur.3904 Kur'an, iftirânın tanımını ve iftirâya uğrayana verdiği ezâyı şu şekilde beyan eder: "Mü'min erkekleri ve mü'min kadınları, yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler, bir iftirâ ve açık bir günah yüklenirler."3905 İftirânın insanlar açısından en ağırı nâmus üzerine atılan iftirâdır. Bunu, Hz. Âişe ile ilgili olarak "ifk" olayında görmekteyiz. Bu konuyla ilgili Nûr sûresinde geniş değerlendirme vardır.3906 İffetli bir kadına zinâ isnâdında bulunup da bunu dört erkek şâhitle isbat edemeyen bir kimse "kazf" cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şâhitlikleri kabul edilmez. Zinâ isnâdında bulunan kimse, kadının kocası olur ve dört şâhitle bunu isbat edemezse, "mulâane" (lian) yoluna başvurulur. 3907
Kur’ân-ı Kerim’de İftirâ Kavramı
İftirâ kelimesi ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 60 yerde geçer. Bâtıl, boş, yalan, asılsız ve iftira anlamına gelen “zûr” kelimesi de Kur’an’da 4 yerde geçer: 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 4, 72; 58/Mücâdele, 2. İftirâ ve hayrette bırakan şenî ve yalan söz anlamına gelen bühtân kelimesi ise 6 âyette kullanılır. 3908
Kur’ân-ı Kerim’de iftira kavramı, daha çok, “Allah hakkında yalan uydurma, O’nun birliği, yetkinliği ve aşkınlığı ile bağdaşmayan iddiâlar ileri sürme” mânâsında yer almaktadır.3909 Bu âyetlerin birinde, Allah’ın, kendisine şirk/ortak koşma dışında, dilediği kimselerin bütün günahlarını bağışlayacağı ifâde edildikten sonra, “Allah’a şirk/ortak koşan kimse yanlış bir inanç uydurup büyük bir günah işlemiş olur.”3910 denilmektedir. Diğer âyetlerde ise putperestlerin, Kur’an’ı Hz. Peygamber’in tertip ettiği iddiâları,3911 yine onların, putların tanrı olduğu inancını uydurmaları3912 ve Allah’a isnat ederek kendi kafalarından hükümler koymaları 3913 iftirâ kavramıyla ifâde edilmektedir. Âyetlerde “ifk” kelimesi, yalan, iftirâ,3914 “bühtân” da iftirâ, asılsız iddiâ 3915 mânâsında kullanılmıştır.
“Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzerse, işte onlar, zalim olanlardır.” 3916
3902] 3/Âl-i İmrân, 94
3903] 4/Nisâ, 48
3904] 6/En'âm, 21, 93, 144; 7/A'râf, 37; 10/Yûnus, 17; 11/Hûd, 18; 18/Kehf, 15; 29/Ankebût, 68; 61/Saff, 7
3905] 33/Ahzâb, 58
3906] 24/Nûr, 11-16
3907] 24/Nûr, 6-9
3908] 4/Nisâ, 20, 112, 156; 33/0Ahzâb, 58; 24/Nûr, 16; 60/Mümtehıne, 12
3909] Meselâ bk.3/Âl-i İmrân, 94; 6/En’âm, 21, 93, 144
3910] 4/Nisâ, 48
3911] Meselâ, bak. 10/Yûnus, 38; 11/Hûd, 13, 35
3912] 3/Âl-i İmrân., 24, 6/En’âm, 24; 7/A’râf, 53
3913] 6/En’âm, 138, 140
3914] 24/Nûr, 11, 12; 25/Furkan, 4; 34/Sebe’, 43
3915] 4/Nisâ, 20, 112, 156; 24/Nûr, 16
3916] 3/Âl-i İmrân, 94
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur.” 3917
“Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar; apaçık bir günah olarak bu (onlara) yeter!” 3918
“Kim bir hata veya günah kazanır da sonra bunu bir suçsuza yüklerse gerçekten o böyle bir yalan (iftirayı, bühtan)ı ve apaçık bir günahı yüklenmiştir.” 3919
“... Kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz.” 3920
“Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Hiç şüphesiz o zalimler kurtuluşa eremezler.” 3921
“Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken ‘bana da vahy geldi’ diyen ve ‘Allah'ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim’ diyenden daha zâlim kim vardır? Sen bu zâlimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: ‘Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun âyetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz’ (dediklerinde) bir görsen...” 3922
“Yine bunun gibi onların ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem kendi aleyhlerinde dinlerini karmakarışık kılmak için. Allah dileseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak. Ve kendi zanlarınca dediler ki: ‘Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları bizim dilediklerimiz dışında başkası yiyemez. (Şu) Hayvanların da sırtları haram kılınmıştır.’ Öyle hayvanlar vardır ki, -O'na iftira etmek suretiyle- üzerlerinde Allah'ın ismini anmazlar. Yalan yere iftira düzmekte olduklarından dolayı O, cezalarını verecektir.” 3923
“Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah'a karşı yalan yere iftira düzüp Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar, elbette hüsrâna uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır.” 3924
“... Hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” 3925
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 3926
“Öyleyse, Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kimdir? Kitap'tan kendilerine bir pay erişecek olanlar bunlardır. Nihâyet
3917] 4/Nisâ, 48
3918] 5/Mâide, 103
3919] 4/Nisâ, 112
3920] 5/Mâide, 103
3921] 6/En’âm, 21
3922] 6/En’âm, 93
3923] 6/En’âm, 137-138
3924] 6/En’âm, 140
3925] 6/En’âm, 144
3926] 7/A’râf, 28
İHLÂS
- 905 -
elçilerimiz, hayatlarına son vermek üzere kendilerine gittiklerinde onlara diyecekler ki: ‘Allah'tan başka taptıklarınız nerede?’ ‘Onlar bizi (yüzüstü) bırakıp kayboldular’ diyecekler. (Böylelikle) Bunlar, gerçekten kâfirler olduklarına kendi aleyhlerinde şehadet ettiler.” 3927
“Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz, Allah'a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik. ‘Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında ‘Sen hak ile hüküm ver,' Sen ‘hüküm verenlerin' en hayırlısısın.” 3928
“Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” 3929
“Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden ve O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphesiz O, suçlu günahkârları kurtuluşa erdirmez.” 3930
“De ki: ‘Allah'ın sizin için indirdiği sizin bir kısmını haram ve helal kıldığınız rızıktan, haber var mı? Söyler misiniz?’ De ki: "Allah mı size izin verdi, yoksa Allah hakkında yalan uydurup iftira mı ediyorsunuz?” 3931
“Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerin kıyâmet günü zanları nedir? Şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük ihsan (Fazl) sahibidir, ancak onların çoğu şükretmezler.” 3932
“(Müşrikler:) "Allah çocuk edindi" dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. O'nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” 3933
“De ki: ‘Allah hakkında yalan uydurup iftira edenler, kurtuluşa ermezler.” 3934
“Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? İşte bunlar, Rablerine sunulacaklar ve şâhitler: ‘Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır’ diyecekler. Haberiniz olsun; Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.” 3935
“Bir de kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilmedikleri şeylere (putlara) pay ayırıyorlar. Allah'a andolsun ki, iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz!” 3936
“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak ‘Bu helâldir, şu da haramdır!’ demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” 3937
“Korunan (iffetli) kadınlara (zina suçu) atan sonra dört şahid getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şahidliklerini ebedi olarak kabul etmeyin. Onlar fâsık olanlardır.” 3938
3927] 7/A’râf, 37
3928] 7/A’râf, 89
3929] 7/A’râf, 152
3930] 10/Yûnus, 17
3931] 10/Yûnus, 59
3932] 10/Yûnus, 60
3933] 10/Yûnus, 68
3934] 10/Yûnus, 69
3935] 11/Hûd, 18
3936] 16/Nahl, 56
3937] 16/Nahl, 116
3938] 24/Nûr, 4
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Eşlerine zinâ isnâdında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şâhitlik etmesidir.” 3939
“Doğrusu uydurulmuş bir yalanla gelenler sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azab vardır.”
“Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: ‘Bu, açıkca uydurulmuş iftira bir sözdür’ demeleri gerekmez miydi?
“Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.” 3940
“Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isâbet ederdi.”
“Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur.”
Onu işittiğiniz zaman: ‘Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?
Eğer mü’min insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır.
Ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Mü’minler arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da âhirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 3941
“Namus sahibi bir şeyden habersiz mü'min kadınlara (zina suçu) atanlar dünyada ve âhirette lânetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azab vardır.”
O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edecektir.
O gün Allah onlara gerçek cezalarını tastamam verecek ve onlar Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır.” 3942
“İnkâr eden kâfirler dediler ki: ‘Bu (Kur'an) olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur.’ Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler.
Yine onlar dediler ki: (Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır. 3943
3939] 24/Nûr, 6
3940] 24/Nûr, 13
3941] 24/Nûr, 11-19
3942] 24/Nûr, 23-25
3943] 25/Furkan, 4-5
İHLÂS
- 907 -
“Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerden veya kendisine hak geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim kimdir? İnkâr edenlere cehennem içinde bir konaklama yeri mi yok?” 3944
“Mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara irtikâp etmedikleri (bir suç) sebebiyle (iftira atarak) eziyet edenler ise, gerçekten bir iftira ve açık bir günah yüklenmişlerdir.” 3945
“Acaba o, yalan yere Allah'a iftira mı etmiştir? Yoksa onda delilik mi var?’ (dediler). Hayır! Âhirete inanmayanlar azaptadırlar ve derin bir sapıklık içindedirler.” 3946
“Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: Bu, sizi babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Ve yine bu (Kur'an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir, dediler. Hak kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler de: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, dediler.” 3947
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” 3948
“Ey Peygamber, mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira düzüp-uydurmamak (gayri meşru olan bir çocuğu kocalarına dayandırmamak), ma'ruf (iyi, güzel ve yararlı bir iş) konusunda isyan etmemek üzere, sana biat etmek amacıyla geldikleri zaman, onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 3949
“İslâm'a çağırıldığı halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” 3950
Hadis-i Şeriflerde İftira Kavramı
"Kim bir mü'mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse, Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, Kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından temizlenip) çıkıncaya kadar hapseder." 3951
"İftira yönüyle insanların en büyüğü, bir adamı hicveden ve tümüyle bir kabileyi hicveden kimsedir. Kezâ, babasını inkâr edip annesini zinâ ile itham eden kimsedir." 3952
"Kim benim üzerime (bilerek) yalan söylerse, cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın." 3953
3944] 29/Ankebût, 68
3945] 33/Ahzâb, 58
3946] 34/Sebe’, 8
3947] 34/Seabe’, 43
3948] 49/Hucurât, 6
3949] 60/Mümtehıne, 12
3950] 61/Saff, 7
3951] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4883, 4/270
3952] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 487
3953] Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Benim ağzımdan yalan söylemek, başka bir kimse ağzından yalan söylemek gibi değildir. Kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa, ateşteki yerine hazırlansın." 3954
“Yalan olduğunu zannettiği bir hadisi benden nakleden kimse, yalancılardan biridir.” 3955
“Şüphesiz benim üzerimden söylenen bir yalan, başka birinin üzerinden söylenen yalan gibi değildir. Şimdi, kim (kasden) benim üzerimden yalan söylerse (benim söylemediğim bir sözü bana isnâd eder, hadis uydurursa), cehennemdeki yerine hazırlansın!” 3956
“Benden çok hadis rivâyet etmekten kaçının. Her kim benim üzerimde (benim ağzımdan) bir şey söylemek isterse, hak veya doğru söylesin. Kim, benim söylemediğim bir sözü, kasden uydurup bana isnad ederse, cehennemdeki yerine yerleşsin.” 3957
“Benden hadis rivâyet edin, zararı yok. Ama her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” 3958
“Kim yalan olduğu zannedilen bir sözü benden (bana nisbet ederek) rivâyet ederse, kendisi de yalancılardan biridir.” 3959
“(Üç şey) Yalan ve iftirânın en büyüklerindendir: Kişinin, kendi babasından başkasına nesep iddia etmesi; Veya rüyâsında görmediği bir şeyi kendi gözüne göstermesi (rüyâsında görmediği bir şeyin kendisine rüyâda gösterildiğini iddiâ etmesi); Yahut da Rasûlullah’ın söylemediği bir şeyi ‘söyledi’ demesi.” 3960
“Âhir zamanda birtakım deccallar, yalancılar çıkacak. Size, sizin ve babalarınızın işitmediği hadisler getirecekler. Aman onlardan sakının! Sizi sapıtarak fitneye düşürmesinler!” 3961
“Her işittiğini söylemek, bir insana yalan olarak kâfîdir.” 3962
“Kişiye, işittiği her sözü söylemesi, günah yönünden yeter (ve artar).” 3963
İtirânın En Çirkini: Allah’a ve Dine İftirâ
Bilindiği gibi, iftirâ; uydurmak demektir. Uydurmaların en çirkini de Allah adına yapılan uydurmalardır. Yani, Allah’a âit olmayan bir sözü O’na nisbet etmek, O’nun hükmü olmadığı halde, O’nun hükmü diye bir şeyi O’na atfetmek iftirâların en kötüsüdür.
“Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken “Bana vahyolundu” diyenden ve “Ben de Allah'ın indirdiği gibi indireceğim!” diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler ellerini uzatmış: “Haydi canlarınızı çıkarın, Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbıyla cezalandırılacaksınız!” (derken) onların halini bir görsen.” 3964
3954] Buhârî, Cenâiz 50; Müslim, Mukaddime, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 31
3955] Müslim, Mukaddime I/9; Tirmizî, İlim 9
3956] Müslim, Mukaddime 4; Buhârî, İlim 47-51
3957] İbn Mâce, Mukaddime 35; Dârimî, Mukaddime 243
3958] Müslim, Zühd 72
3959] Müslim, Mukaddime 1; İbn Mâce, Mukaddime 38-41; Tirmizî, İlm 9, hadis no: 2799
3960] Buhârî, Menâkıb 18
3961] Müslim, Mukaddime 7
3962] Müslim, Mukaddime 5
3963] Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992
3964] 6/En'âm, 93
İHLÂS
- 909 -
Bu âyette Allah'a yalan uyduran, yani kendi uydurduğu sözü, Allah'ın sözü diye ileri süren, ya da vahiy almadığı halde kendisine vahiy geldiğini söyleyen, ya da kendisinin de Allah'ın indirdiği gibi âyetler indirebileceğini iddia eden kimseden daha zâlim (haksız) birinin olmayacağı vurgulanıyor ve bu tür iddialara sapan zâlimlerin, can verirken düşecekleri çetin durum anlatılıyor.
F-r-y kökünden gelen iftira, uydurmak demektir. Aslında fery dikmek, onarmak için deriyi kesmek anlamındadır. Fakat iftira uydurma anlamında kullanılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın vahyi olmayan şeyleri Allah'ın vahyi göstermeyi, Allah adına din hükümleri koymayı en büyük zulüm (haksızlık) sayar ve Kur'ân'ın, Allah'a iftira olmayıp sadece vahiy olduğu, birçok âyette vurgulanır:
“Allah'a yalan uyduran, ya da O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir? Onlara Kitâbdan nasipleri erişir (ezelde kendileri için ne azık takdir edilmişse onu alır ve kendilerine yazılmış süre kadar yaşarlar); nihayet (ömürleri tükendiği zaman) elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken: ‘Hani Allah'tan başka yalvardıklarınız nerede?’ dediklerinde: ‘Bizden sapıp kayboldular.’ dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.” 3965
“İnkâr edenler: ‘Bu, yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) Onu uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti.’ dediler ve kesin bir haksızlığa ve iftiraya vardılar.” 3966
“Uydurduğu yalanı Allah'ın üzerine atan, yahut O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz suçlular asla onmazlar.” 3967
“Bu Kur'ân, Allah 'tan başkası tarafından uydurulacak bir şey değildir. Ancak kendinden öncekinin doğrulaması ve Kitabın açıklamasıdır. Onda asla şüphe yoktur. Âlemlerin Rabb'i tarafından(indirilmiş)dir. Yoksa ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!’ Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, sonucu henüz başlarına gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zâlimlerin sonu nice oldu? Onlardan kimi, ona inanır, kimi de inanmaz. Rabb'in bozguncuları çok iyi bilir.” 3968
“De ki: ‘Gördünüz mü, Allah'ın size rızık olarak indirdiği şeylerin bir kısmını haram ve bir kısmını helâl yaptınız.’ De ki: ‘Allah mı size böyle izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?’ Allah'a yalan uyduranların Kıyamet günü hakkındaki zanları nedir? Muhakkak ki Allah, insanlara karşı lütuf sahibidir, ama çokları şükretmiyorlar.” 3969
59. âyet, müşriklere, Allah'ın indirdiği azıkların bâzısına haram, bazısına helâl damgasını neden vurduklarını, bu hususta Allah'tan izin mi aldıklarını, yoksa Allah'a iftira mı ettiklerini inkâr tarzında soruyor. Bu âyet, kimsenin, Allah'ın yarattığı rızıkları kendi kendine haram, helâl kılamayacağını, bu hükmü ancak Allah'ın vereceğini anlatmaktadır.
En'âm Sûresinde daha ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere müşrikler, çeşitli
3965] 7/A'râf, 37
3966] 25/Furkan, 4
3967] 10/Yûnus, 17
3968] 10/Yûnus, 37-40
3969] 10/Yûnus, 10/59-60
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvanlar hakkında haram, helâl hükümler koymuşlardı, kendi kendilerine koydukları bu hükümleri de Tanrı buyruğu sanıyorlardı. İşte âyet, onların kendi kendilerine koydukları bu hükümlere, tabulara bağlanmalarını ve hurafelere kapılarak Allah'ın yarattığı güzel şeyleri haram saymalarını, Allah'ın nimetlerine şükredecekleri yerde kendi vehimleriyle o nimetlere yasaklar koymalarını kınamakta, bunu Allah'a karşı nankörlük saymaktadır.
60'ncı âyette de uydurdukları yalanı Allah'ın hükmü diye gösterip Allah'a iftira etmiş olanların, Kıyamet gününde hallerinin nice olacağı soruluyor. "Allah'a yalan uyduranlar Kıyamet gününde durumlarının ne olacağını sanıyorlar? Onlar o gün kurtulacaklarını mı zannediyorlar?" deniyor. Bu suretle onların, Allah'ın cezasından kurtulamayacakları vurgulanıyor. Âyetin sonunda da Allah'ın, insanlara karşı çok lütufkâr olduğu, fakat insanlardan çoğunun O'na şükretmedikleri hatırlatılıyor.
Müşrikler bâtıl düşüncelere, hurâfi geleneklere dayanarak Allah'ın güzel nimetlerinden bir kısmını kendilerine haram saymışlardı. Bugün de böyle birtakım kıyâslara, akıl yürütmelerine, tutarsız sözlere dayanarak birçok ni'meti haram kılan kimseler vardır. Âyet, kendi akıllarıyla böyle yasaklar koyan herkesi uyarmaktadır.
Allah'ın güzel rızıklarını haram saymak kınandıktan sonra Allah'ın, insanlara çok lütufkâr olduğunun hatırlatılması; bu nimetlerin, insanlara birer lütuf olarak verildiği, bâtıl zanlara dayanılarak bunların yasaklanamayacağı anlamını taşımaktadır.
“Yoksa, ‘O'nu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru iseniz Allah'tan başka, çağırabildi/elerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın).” 3970
“Allah'a yalan uyduranlardan daha zâlim kim olabilir? Onlar Rab'lerine sunulacaklar. Şâhidler de: "İşte Rab'lerine karşı yalan söyleyenler bunlardır!" diyecekler. İyi bilin ki Allah'ın la'neti zâlimlerin üzerinedir.” 3971
“Yoksa O(Kur'â)n'ı uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer O'nu uydurmuşsam, suçum banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım.” 3972
“Elbette onların hikâyelerinde akıl sahihleri için ibret vardır. Bu (Kur'ân), uydurulacak bir söz değildir; ancak kendinden önceki(Hak Kitabı )nın doğrulanması, her şeyin açıklaması; inananlar için bir kılavuz ve rahmettir.” 3973
“Allah'a yalan uyduran, ya da O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Zâlimler de kurtuluş yüzü görmezler.” 3974
“Allah hakkında yalan uydurandan ve kendisine gelen doğruyu yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?” 3975
3970] 11/Hûd: 11/13
3971] 11/Hûd, 18
3972] 11/Hûd, 11 35
3973] 12/Yûsuf, 111
3974] 6/En'âm, 21
3975] 39/Zümer, 32
İHLÂS
- 911 -
Kur'ân'ın, Allah'a iftira olmayıp vahiy olduğunu vurgulayan diğer âyetler:
42/Şûrâ, 24; 46/Ahkaf, 8; 18/Kehf, 7, 23/Mü'minun, 38; 32/Secde, 32/3, 29/Ankebut; 3/Âl-i İmrân, 94. 3976
Allah'ın Dini Olarak Gösterilen Uydurmalar
“De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar, iflâh olmazlar!” Dünyâda biraz geçinir, sonra bize dönerler. Sonra da biz, inkârlarından dolayı onlara şiddetli azabı taddırırız.” 3977
Yani uydurdukları yalanı Allah'ın üstüne atan, kendi bâtıl düşünce ve inançlarını Allah'ın buyruğu gibi gösterenlerin onmayacakları, şu dünyada azıcık yaşadıktan sonra Allah'ın huzuruna gidip hesap verecekleri ve inkârlarından dolayı Allah'ın onlara şiddetli azabı taddıracağı vurgulanmaktadır.
“Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a pay ayırdılar. Zanlarınca 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza' dediler. Ortakları için ayrılan, Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor. Ne kötü hüküm veriyorlar! Yine ortakları, müşriklerin çoğuna evlatlarını öldürmeyi süslü gösterdiler ki hem onları mahvetsinler, hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapmazlardı. Öyle ise onları uydurduklarıyla baş başa bırak! Zanlarınca dediler ki: “Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtı(na binilmesi) yasaklanmış hayvanlar.” Bir kısım hayvanları da üzerlerine Allah'ın adını anmaz(dan boğazlar)lar. (Bütün bunları) Allah'a iftira ederek (ortaya çıkardılar. Allah) Onları iftirâlarıyla cezalandıracaktır. Dediler ki: “Bu hayvanların karınlarında olanlar, yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza haramdır". Eğer (hayvanın karnındaki yavru) ölü doğarsa, o zaman hepsi onda ortaktır. Bu nitelendirmelerinden dolayı Allah onların cezasını verecektir. Çünkü O, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir. Bilgisizlik yüzünden beyinsizce, çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar muhakkak ki ziyana uğradılar, saptılar, yola gelici de değiller!” 3978
136. âyet, müşriklerin, Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a ve tanrılarına pay ayırdıklarını; Allah'ın ortakları sandıkları tanrılarının payından, Allah'ın payı tarafına bir şey geçirmediklerini; fakat Allah'ın payından, tanrılarının tarafına geçirdiklerini söylüyor.
Câhiliyye Araplarının bâzıları, ekinlerinden ve hayvanlarından bir kısmını, Allah ile putları arasında bölüştürürlerdi: Şu Allah'ın payı, şu da tanrılarımızın payı, derlerdi. Allah için ayırdıklarını konuklara, fakirlere harcarlar; tanrıları için ayırdıklarını da onların önünde yapılacak âyin ve törenlere harcarlardı. Eğer Allah'ın payından putların payına bir şey geçerse onu öyle bırakırlardı. Putların payından Allah'ın payı tarafına bir şey geçerse onu alıp tekrar putların payı tarafına katarlardı. Putlara ayrılan, sonunda yine kendilerine kalacağından, o paydan Allah'ın payı tarafına bir şey geçirmezlerdi. İşte âyet, onların bu geleneklerine değinmektedir. 3979
137. âyet, tanrı diye taptıkları şeylerin, ekin ve hayvanlardan Allah'a ve putlara pay ayırmayı kendilerine süslü gösterdiği gibi, yine onların çoğuna çocuklarını
3976] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 2/280-283.
3977] 10/Yûnus, 69-70
3978] En'âm: 6/136-140.
3979] İbn Hişâm, Siretu'n-Nebiyy: 1/84
- 912 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öldürmeyi de süslü, cazip gösterdiğini; böylece şeytânların, hem onların kendilerini mahvettiğini, hem de dinlerini bozduğunu anlatmaktadır.
136. âyette Arapların, tanrılarına pay ayırmaları kınandıktan sonra, 137. âyette de onların evlât kurban etme gelenekleri kınanmakta ve sonunda da, Peygamber'i teselli niteliğinde: “Allah dileseydi bunu yapmazlardı” buyurulmaktadır. Yani Allah onlara düşünce serbestliği verdi. Onlar da akıllarını kötüye kullanıp bu işleri yaptılar. Allah dileseydi onlara bu fırsatı vermez, bu işleri yaptırmazdı. Ama onları engellemedi, onlara istediklerini yapma özgürlüğü verdi ki yaptıklarından sorumlu olsunlar. Zira insan zorunlu olarak yapıp yapmadığından sorumlu olmaz. Nasıl ki kalbin ve midenin doğal çalışmasından insan sorumlu değildir.
138-139. âyetlerde Arapların, ekinler ve hayvanlar hakkındaki bâzı törelerine işaret edilmektedir: Birtakım ekinleri ve hayvanları, yalnız kendilerinin dilediği kimselerin yiyebileceğim söylemişler; birtakım hayvanların sırtına binmeyi yasaklamışlardı. Sırtlarına binilmesi yasaklanan hayvanlar, 5/Mâide, 103'üncü âyetinde anlatıldığı üzere bahire, sâibe, vasile ve hâm idi. Bunları kendi isimleri altında izah etmişizdir.
140. âyette akılsız ve bilgisizce çocuklarını öldürenlerin ve Allah'ın, kendilerine verdiği rızıkları haram kılanların hüsrana uğradıkları, doğru yoldan saptıkları vurgulanmaktadır.
“(Şeytân): “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim: hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah'ın yaratışını değiştirecekler!” (dedi). Kim Allah'ın yerine şeytânı dost tutarsa, muhakkak ki açık bir ziyana uğramıştır.” 3980
Bu âyette belirtilen hayvanların kulaklarını yarma, Allah'ın yaratışını değiştirme şöyle olurdu: Bir dişi beş defa doğurur, beşinci yavru erkek olursa, bahire adını verdikleri o hayvanı putlarına adarlar, kulağını yarıp salıverirlerdi. Artık onu hizmette kullanmazlar, su ve otlaktan menetmezler, kesmezlerdi.
Hayvanın kulağını yarmak, hem hayvana eziyet, hem de onu çirkinleştirmektir. Allah'ın yaratışını değiştirme, doğal biçimi değiştirme, çirkinleştirme anlamındadır. Tek Allah'a kulluk etmek demek olan İslâm da insanın doğal dinidir. Buna şirk karıştırmak, doğal dini bozmak anlamına gelir. Kur'ân: “Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğru dine çevir: Allah'ın insanları yarattığı fıtrata (doğaya) uygun olan dine. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur.”3981 buyurmuştur. Bu, Allah'ın yarattığı doğayı değiştirmeyiniz, insanları doğal halinde bırakınız, demektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de:
“Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra onun ana babası, onu ya Yahudi, ya Hıristiyan, ya da mecûsi yapar. Nasıl ki hayvan da organları tam bir hayvan doğurur. Hiç kulağı kesik görür müsünüz?” 3982 buyurmuştur.
Allah'ın yaratışını değiştirme hakkında çeşitli sahâbi ve tabiilere atfedilen tefsirler vardır. Bunlara göre Allah'ın insanlığa uygun gördüğü tevhid dinini değiştirmek, Allah'ın yaratışını değiştirmek olduğu gibi, hayvanların kulaklarını
3980] 4/Nisâ, 119
3981] 30/Rûm, 30
3982] Buhâri, Cenâiz: bâbu mâ kile fi evlâdi'l-muşrikin.
İHLÂS
- 913 -
kesmek, organlarını sakatlamak, insanın doğal güzelliğini bozmak; kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesi gibi şeyler hep Allah'ın yaratışını değiştirmektir.
Kur'ân, câhillerin uydurdukları bu hurafeleri kaldırmış, bunların din kuralı değil, Allah'a iftira olduğunu vurgulamıştır. İslâm, her şeyin bilgiye, akla dayanmasını ister. Körü körüne taklidi kınar. Sağduyuya ters düşen düşünce ve eylemleri kabul etmez. Çünkü böyle inançlar insan ruhunu sonunda putçuluğa sürükleyebilir. İslâm ise putçuluğun açık ve gizli biçimleriyle savaşmıştır.
İşte Kur'ân, Allah'ın yasasını çiğneme olduğu için aşırı küfür saydığı nesi'(harâm ayları erteleme, yerlerini değiştirme) geleneğini kaldırmıştır. Artık her ay, kendi yerinde kalacaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de Vedâ' Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Zaman döndü, dolaştı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı andaki durumuna geldi. Sene on iki aydır, dördü haram ayıdır. Bunların üçü art arda gelir: Zû'l-ka'de, Zû'l-hicce, Muharrem. Receb ise tektir, Cumâda ile Şa'ban arasındadır.”3983 Peygamber Aleyhisselâm, bu hadisleriyle artık nesi' uygulamasına son verilip Allah'ın doğal yasasına dönüldüğünü bildirmiştir. 3984
Kâ'be'yi Çıplak Tavaf:
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti.’ dediler. ‘Allah kötülüğü emretmez, de, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?’ De ki: ‘Rabbim bana adaleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi O'na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na yalvarın (Allah'a hiçbir benzer, eş, ortak koşmadan, gönlünüze başka tanrılar getirmeden sırf Allah'a yönelerek O'na kulluk edin). İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz. (O) Bir topluluğu doğru yola iletti, bir topluluğa da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar, şeytânları Allah'tan başka dostlar tuttular ve kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlar.” 3985
Bu âyetlerin, Ka'beyi çıplak tavaf etme geleneğini kınamak üzere indiği rivayet edilir. Tefsirlerde açıklandığına göre Kureyş dışındaki Arap kabileleri, Ka'be'yi tavaf etmek istediklerinde, içinde günah işlenmiş olması ihtimali bulunan bir elbise ile tavaf etmemek için normal giysilerini çıkarır, özel giysi giyer veya havlu kuşanırlardı. Bu elbise veya havluları, Ka'be'nin Kureyşli bekçileri, ücret karşılığında verirlerdi. Kureyşliler normal giysileri ile tavaf ederken, taşradan gelenlerin, oradan satılan havluyu kuşanması, Kureyşliler için kârlı bir iş idi.
Elbise veya havlu kiralamaya parası olmayan taşralılar, kadın olsun, erkek olsun giysilerini çıkarıp çıplak tavaf eder ve bunu Hz. İbrahim'in, Allah'ın buyruğu ile yerleştirdiği bir hac geleneği sanırlardı. 3986
Bu âyetler, câhiliyye Araplarının bu hareketlerini reddetmekte, delilsiz olarak ataların koydukları bâtıl gelenekleri körü körüne taklidetmeyi kınamaktadır. “Sekiz çift (hayvan): Koyundan iki, keçiden iki. De ki: ‘(Allah,) İki erkeği mi haram etti, iki dişiyi mi, yoksa iki dişinin Rahimlerinde bulunan(yavru)ları mı? Eğer doğru iseniz bana bilgi ile haber verin.’ Ve deveden iki, sığırdan iki. De ki: “İki erkeği mi haram etti, iki dişiyi mi, yoksa iki dişinin rahimlerinde bulunan(yavru)ları mı? Yoksa Allah'ın size böyle vasiyyet
3983] Buhâri, Tefsir, Sûre: 9, Bed'u'1-halk: 2, Meğâzi: 77; Müslim, Kasâme: 29; Ebû Dâvûd, Menâsik: 67; İbn Hanbel, Müsned: 5/37
3984] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 2/283-287
3985] A'râf: 7/28-30.
3986] İbn Kesir, Tefsir: 2/209
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiğine şâhidler mi oldunuz?” (Allah, böyle tavsiye ederken siz O'nun yanında mıydınız?) Öyle bilmeden insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Allah o zâlim topluluğu doğru yola iletmez.” 3987
Bu âyetlerde de koyunun, keçinin, devenin, sığırın erkeğini de dişisini de Allah'ın yarattığı belirtildikten sonra Peygamber'e, Allah'ın, bunların hangisini yasakladığını sorması emrediliyor. Yani bu hayvanların hiçbiri haram değildir. Ey müşrikler, siz, Allah'ın bunları haram kıldığını nereden biliyorsunuz? Hayır, bir deliliniz yok. Öyle ise Allah'a iftira edip bilgisizce insanları Allah yolundan saptırandan daha zâlim kim olabilir? Allah zâlim topluluğu doğru yola iletmez.
“Kendilerine verdiğimiz rızıktan, (hiçbir şey) bilmeyen(tanrı)lar(ın)a pay ayırıyorlar. Allah'a andolsun ki siz, bu uydurduğunuz şeylerden mutlaka sorulacaksınız.”3988 âyetiyle, uydurdukları gelenekleri Allah'ın dini gibi gösterenlerin sorguya çekilecekleri vurgulanır. Bu âyette, En'âm Sûresinde açıklandığı üzere câhiliyye Araplarının, ürünlerinden ve hayvanlarından bir bölümünü Allah ile putları arasında bölüştürmelerine işaret edilmektedir. Allah için ayırdıklarını, dini törenlere sarf ederlerdi. Put için pay ayırmak ve putun huzurunda yapılacak âyine para harcamak (türbelere mum dikmek) hurafedir. İnsan kafasını kirleten örümcek düşüncelerdir. Kur'ân bu bâtıl düşünce ve davranışları kınayarak bu hurafelere saplanan insanların sorumlu olacaklarını vurgulamaktadır. Daha sonra şöyle buyurmaktadır: “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘Şu helâldir, şu haramdır’ demeyin, sonra Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar. Azıcık yaşama(nın ardından), onlara acı bir azâb gelecektir.” 3989
Bu âyetlerde de kendi düşünceleriyle, Allah adına helâl ve haram koyanların, dinde olmayan şeyleri dine sokanların iflâh olmayacakları, azıcık yaşayıp sonra acı azaba çarpılacakları vurgulanıyor.
Böylece birtakım akıl yürütmelerle, kıyaslarla, gerçekte mubah olan yiyecekler üzerine yasaklar koyarak dini zorlaştırmanın, Allah'a iftira ve büyük bir suç olduğu belirtiliyor.
İnsanlar arasında sadece kendilerinin Allah katında özel bir yeri olduğunu sanmak, cenneti kendilerine özgü kılmak, cehenneme gitseler dahi bir süre sonra çıkacaklarını, ama kendileri dışında kalan toplulukların ebedi cehennemde kalacaklarını sanmak da Allah'a iftiradır. Çünkü Allah hiç kimseye ve hiçbir ulusa kesin bir ayrıcalık tanımamıştır: Yahûdi yahut Hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek” dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: “Doğru iseniz delilinizi getirin.” 3990
“Bu hareketleri, onların: “Bize, ateş sayılı birkaç günden başka dokunmayacak.” demelerinden ileri gelmektedir. Uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.”3991 Kur'ân, Allah'ın, hiç kimseye böyle bir ayrıcalık tanımadığını, böyle inananların, dinlerinde aldanmış olduklarını vurgulamaktadır. Bu tür inançlar, peygamberlerin öğretileri değil, dinin ruhundan uzaklaşmış din adamlarının, dini keyiflerine göre yorumlarından ibaret uydurmalardır. Bu yanlış yorumlar halkı da saplantılara,
3987] 6/En'âm, 143-144
3988] 16/Nahl, 56.
3989] 16/Nahl, 116-117.
3990] Bakara: 2/111.
3991] Âl-i İmrân: 3/24.
İHLÂS
- 915 -
hurafelere düşürmüş, böyle hayallere kaptırmıştır. Maalesef bu tür hayaller her din mensubunda olduğu gibi, Müslümanlar arasında da yayılmıştır. Müslümanlar da bunun benzerini söylemiyorlar mı?
Allah'ın bağışlaması ise, Kur'ân'a göre günâhı kendisini kuşatmış olan kimseye mahsus değildir. Günâhı kendisini kuşatmış, kalbini tamamen kapatmış, bütün arzusu şehvetini doyurmaktan ibaret olan; dinin, ruhunda hiçbir etki yapmadığı kimseler, cehennemde sürekli kalacaklardır. Bunun için bu hikmetli Kitap, dini ırkçılığa hasreden, sadece o dine mensub olmayı cehennemden kurtulmaya yeterli sayan, ya da geçmişte yaptıklarına güvenen kimse, vehmine kapılmıştır. “Uydurdukları şeyler, onları dinlerinde aldatmıştır” 3992 âyetinde buyurulduğu gibi, o kimse bilmeden Allah'a iftira etmiştir.
Yahudilerin bu sözü de dinlerinde aldanmalarından ve ona güvenmelerinden kaynaklanmıştır. Âhirette kimin cehennemde ebedi kalacağı, kimin cennete gireceği gibi hususlar, re'y ile düşünce ile bilinemez. Çünkü bu, gayba aittir, ancak vahy ile bilinir. Vahiyde bunların düşüncelerini destekleyen bir şey yoktur. Ancak Allah'tan söz almakla insan cehennemden kurtulacağına emin olabilir. Bu konuda Allah, kimseye bir söz vermemiştir. 3993
Yüce Allah, Âl-i İmrân Sûresinde Yahudilerin cennet tekelciliğini reddettikten sonra: “Peki, ya kendilerini, hiç şüphe olmayan bir gün için topladığımız ve herkesin kazandığı, kendisine tastamam verilip hiç kimseye haksızlık edilmediği zaman (durumları) nasıl (olacak)?”3994 âyetiyle hiç kimseye ayrıcalık tanınmayacağını, her cana yaptığının tam karşılığının verileceğini, kimseye haksızlık edilmeyeceğini vurgulamıştır. 3995
Allah'a Ortak Koşmak Büyük Bir İftiradır:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan da gerçekten büyük bir günâh işlemiştir. Şu kendilerini övüp yüceltenleri görmedin mi? Hayır, ancak Allah dilediğini yüceltir, onlara kıl kadar zulmedilmez. Bak, nasıl Allah'a yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günâh olarak bu (onlara) yeter.” 3996
İftiracıların Sonu:
“Yoksa onların, kendilerine, Allah'ın izin vermediği dini koyan ortakları mı var? Eğer (bir süre fırsat verilmesi hakkında) karar olmasaydı derhal aralarında hüküm verilir(işleri bitirilir)di. Kuşkusuz zâlimler için acı bir azâb vardır.” 3997
Bu âyette uydurdukları hurafelere Allah'ın dini diye bağlananlar kınanmakta, Allah'ın onayı olmadan hiç kimsenin din hükmü koymağa hakkı olmadığı vurgulanmaktadır. Allah'tan başka tanrı yoktur. Müşriklerin ortaya attıkları hükümlere Allah izin vermemiştir. Onların uydurdukları gelenekler Allah'ın hükümleri değil, şeytânların telkinleridir. Allah böyle şeylerden hoşlanmaz. Şayet ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezalarını ertelemeyi veya âhirete bırakmayı
3992] Âl-i İmran: 3/24
3993] Nisa: 4123-124.
3994] Âl-i İmran: 3/25
3995] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 2/287-293.
3996] Nisa: 4/48-50; S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 2/293
3997] 42/Şûrâ, 21
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hüküm verilir, helak edilirlerdi. Fakat Allah ezeli kararı uyarınca onların cezalarını ertelemektedir. O zâlimler, zamanı gelince şiddetli bir cezaya çarpılacaklardır.
“Allah'a yalan uyduran, ya da O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir? Onlara Kitaptan nasipleri erişir (ezelde kendileri için ne rızık takdir edilmişse onu alır ve kendilerine yazılmış süre kadar yaşarlar); nihayet (ömürleri tükendiği zaman) elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken: ‘Hani Allah'tan başka yalvardıklarınız nerede?’ dediklerinde: ‘Bizden sapıp, kayboldular’ dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler. (Allah) Buyurdu: ‘Sizden önce geçen cin ve insan topluluklarıyla beraber ateşin içine girin!’ Her ümmet girdikçe yoldaşına lânet etti. Hepsi birbiri ardından orada toplanınca sonrakiler, öncekiler için dediler ki: ‘Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara ateşten bir kat daha azâb ver!’ (Allah): ‘Hepsi için bir kat fazla (azâb) vardır, ama siz bilmezsiniz.’ dedi. Öncekiler de sonrakilere dediler ki: ‘Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. O halde siz de kazandıklarınıza karşılık azabı tadın!” 3998
Bu âyetlerde, Allah'a iftira ederek kendiliklerinden Allah adına helâl ve haram koyanların, ya da Allah'ın âyetlerini yalanlayanların en zâlim (en haksız) kimseler oldukları vurgulanıyor, bunlara kitaptan nasiplerinin ulaşacağı belirtiliyor. Yani ezelde yazılmış, haklarında takdir edilmiş olan pay kendilerine mutlaka ulaşır. Bu pay ya Allah'ın azabıdır veya dünyâda onlara takdir edilmiş bulunan rızıkları, amelleri ve ömürleridir. Bu anlam, sözgelimine daha uygundur. Bu insanlar, Allah'ın yazgısında kendilerine takdir edilmiş bulunan rızıkları alırlar, nihayet dünyâ ömrünü tüketip can verme durumuna gelirler. İşte bunların, dünyâdan ayrılış durumları şöyle tasvir ediliyor:
Şimdi melekler, onların canlarını alırken, Allah'tan başka tanrı diye yalvardıklarının nerede olduklarını sorarlar. Eğer o yalvardıkları şeyler tanrı olsalardı, şu en zor durumda bulunan tapanlarına yardım ederlerdi, onları ölümden kurtarırlardı. Fakat o tanrılardan hiçbiri yok. Ömür boyu onlara tapıp, şimdi can alan meleklerle yapayalnız karşılaşan güçsüz, zavallı insanlar, artık gerçeği itiraftan başka çare bulamazlar. “Bizden kayboldular” derler. Böylece dünyada inkâr etmiş olduklarına dair kendi aleyhlerine tanıklık ederler.
“Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken ‘Bana vahyolundu’ diyenden ve ‘Ben de Allah'ın indirdiği gibi indireceğim!’ diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler ellerini uzatmış: ‘Haydi canlarınızı çıkarın, Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbıyla cezalandırılacaksınız!’ (derken) onların halini bir görsen!” 3999
Bu âyette Allah'a yalan uyduran, yani kendi uydurmasını, Allah'ın sözü diye ileri süren, ya da vahiy almadığı halde kendisine vahiy geldiğini söyleyen, ya da kendisinin de Allah'ın indirdiği gibi âyetler indirebileceğini iddia eden kimseden daha zâlim (haksız) birinin olmayacağı vurgulanıyor ve bu tür iddialara sapan zâlimlerin, can verirken düşecekleri çetin durum tasvir ediliyor.
Melekler onların canlarını almak üzere ellerini onlara uzatırlar: “Haydi, canlarınızı çıkarıp verin, yahut haydi bedenlerinizden çıkıp elimize gelin! Allah'a
3998] 7/A'râf, 37-39.
3999] En'âm: 6/93.
İHLÂS
- 917 -
karşı gerçek olmayan sözler söylediğinizden ve Allah'ın âyetlerini kabul etmeyip böbürlenmenizden dolayı bugün alçaklık azâbıyla cezalandırılacaksınız!” derler. Büyüklük taslayanlara, böbürlenenlere en uygun ceza, alçaklık azabıdır. Burada böbürlenen, kasılanlar orada alçaltılırlar.
Bâzı müfessirler, 93. âyetin Medine'de indiğini söylerler. Bâzılarına göre âyet, peygamberlik iddia eden Yalancı Müseyleme ile el-Esved el-Ansi hakkında inmiştir. Bir kısım müfessirlere göre de vahiy kâtiplerinden olan Abdullah İbn Ebi Serh hakkında inmiştir. Bu adam vahyi yazarken âyetlerin bâzı kısımlarını değiştirir: "azîzun hakîm" yerine "ğafûrun rahîm" yazarmış. Hz. Peygamber (s.a.s.), Mü'minûn Sûresinin âyetlerini yazdırırken bunların belâğetine hayran kalan Abdullah İbn Sa'd İbn Ebi Serh:
“Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!” demiş. Hz. Peygamber (s.a.s.):
“Yaz, demiş, senin dediğin gibi indi!” Bunun üzerine Abdullah:
“Demek ki ben de Allah'ın indirdiği gibi indiririm” demiş. 4000
“Bu tür rivayetler hep Bana da vahyolunuyor” ve: “Ben de Allah'ın indirdiği gibi indireceğim” sözlerine, bir söyleyen bulmak çabasıyla ortaya atılmıştır. Müseyleme ve Esved, kendilerine vahiy geldiğini iddia ettiklerinden dolayı bu âyetin onlar hakkında indiği sanılmıştır. Diğer taraftan Abdullah İbn Sa'd İbn Ebi Serh de Medine'den kaçıp dinden döndüğü için âyetin, onun hakkında indiği söylenmiştir. Eğer Abdullah hakkındaki bu rivayet doğru olsa, Mü'minûn Sûresinin Medine'de inmiş olması gerekir. Oysa Mü'minûn Sûresinin Mekke'de indiği, oybirliği ile kabul edilmiştir. Tefsirine çalıştığımız bu âyetin iniş sebebi olarak anlatılan bu rivayetlerin hiçbiri doğru değildir.
Bu âyet, kendinden önceki ve sonraki âyetlerle birlik ve uyum içindedir. Hele 94. âyetteki hitâb, 93. âyetin devamıdır. 93'te başlayan İlâhi hitâb, 94'te sürmektedir. Bu iki âyette Allah, bedenlerinden çıkmakta olup huzuruna giden ruhlara hitâp etmektedir. 94'ncü âyetin, Medine'de indiğini söyleyen yoktur. O halde aynı sözün başı olan 93'ncü âyet, nasıl ondan ayrılır ve Medine'de iner? Çünkü 94'teki İlâhi hitâb, 93'ün devamıdır. 93'ncü âyette cümle bitmiyor, 94'te sürüyor. Cümlenin başının, sonundan sonra inmiş olması, akla uygun değildir, İlâhi bir sözde böyle bir şey olmaz.
94'üncü âyetin sonundaki: “Hani bize ortak sandığınız aracılarınızı da yanınızda görmüyoruz!” sözü, Mekke müşriklerinin inançlarını taşlamaktadır. O halde 93. âyet de Sûrenin diğer âyetleri gibi Mekke'de inmiştir.
Müşrikler, Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Allah'a iftira ettiğini, kendi hayâlinden doğan sözleri Allah'a dayandırdığını söylüyorlardı. Ayrıca müşrikler arasında Kur'ân ile alay edip: “İstesek biz de buna benzer sözler söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir.” 4001 diyenler vardı. Nadr İbn el-Hâris'in böyle söylediği rivayet edilir. İşte, 93. âyette onlara cevaben, bu sözleri, Muhammed’in (s.a.s.) uydurmadığı, kendisine vahyedilmediği halde kendisine vahiy geldiğini söyleyenin en zâlim (haksız) kimse olacağı belirtiliyor. Bu suretle Muhammed’in (s.a.s.) böyle bir haksızlığı yapamayacağı, onun bilinen karakterinin buna müsâit
4000] Mefâtih: 19/84; Câmi'u'l-beyân: 7/272-273
4001] 8/Enfâl, 31
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmadığı anlatılmış oluyor. Yani Hz. Muhammed (s.a.s.), kendi uydurduğu bir şey için: “Bunu Allah bana vahyetti” demenin, ne büyük bir sahtekârlık, haksızlık olduğunu bilir, o böyle bir şey yapmaz. Âyet bir yandan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah'a iftira etmediğini, ona gelen sözlerin, Allah’ın vahyi olduğunu anlatırken bir yandan da doğru söylediği halde onu yalanlayanların, onunla alay edip: “Ben de böyle sözler indirebilirim” diyenlerin, en büyük vebal altına girdiklerini bildirmekte ve böylece kâfirleri uyarmaktadır.
Müşrikler, Hz. Muhammed’in (s.a.s.), Allah'a iftira ettiğini sanıyorlardı. Onların bu iddiaları, başka âyetlerde de anlatılmıştır:
“İnkâr edenler: Bu (Kur'ân), yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) Onu uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti' dediler de muhakkak bir haksızlığa ve iftiraya vardılar.” 4002
“Yoksa 'Allah'a yalan uydurdu' mu diyorlar? Allah dilese senin kalbine mühür basar; bâtılı mahveder; hakkı sözleriyle yerleştirir. Şüphesiz O, göğüslerin özünü bilir.” 4003
“Yoksa 'Onu uydurdu'mu diyorlar? De ki: 'Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah'tan gelecek cezaya karşı sizin bana hiçbir yararınız olmaz. O, sizin ne taşkınlık yaptığınızı daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda O'nun şâhit olması yeter. O, bağışlayan, merhamet edendir. De ki: 'Ben bir türedi peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.” 4004
“Eğer o, bâzı lâflar uydurup bize iftira etseydi, elbette ondan sağ(el)ini alırdık, sonra onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı. O (Kur'ân), korunanlar için bir öğüttür.” 4005
İftirânın en çirkin Allah’a iftira edip yalan uydurmak olduğu gibi, Allah’a şirk/ortak koşmak da Allah’a yapılan iftiranın en büyüğü ve en çirkinidir. “Allah, Kendisine şirk/ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir. Şu kendilerini övüp yüceltenleri görmedin mi? Hayır, ancak Allah dilediğini yüceltir, onlara kıl kadar zulmedilmez. Bak, nasıl Allah’a iftira edip yalan uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak bu, (onlara) yeter.”4006; “Yoksa, onların, kendilerine, Allah’ın izin vermediği şeriat/hüküm/din olarak koyan ortakları mı var? Eğer (bir süre fırsat verilmesi hakkında) karar olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Kuşkusuz zâlimler için acı bir azap vardır.”4007 Bu âyette de, uydurdukları hurâfelere Allah’ın dini diye bağlananlar kınanmakta, Allah’ın onayı olmadan hiç kimsenin din hükmü koymağa hakkı olmadığı vurgulanmaktadır. Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur. Müşriklerin ortaya attıkları hükümlere Allah izin vermemiştir. Onların uydurdukları gelenekler, Allah’ın hükümleri değil, şeytanların telkinleridir. Allah böyle şeylerden hoşlanmaz. Şâyet ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezâlarını ertelemeyi veya âhirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir, helâk edilirlerdi. Fakat Allah, ezelî kararı uyarınca onların cezâlarını ertelemektedir. O zâlimler, zamanı
4002] 25/Furkan, 4
4003] 42/Şûrâ, 24
4004] 46/Ahkaf, 8-9
4005] 69/Haakka, 44-48; Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 2/293-297.
4006] 4/Nisâ, 48-50
4007] 42/Şûrâ, 21
İHLÂS
- 919 -
gelince şiddetli bir cezâya çarptırılacaklardır.
7/A’râf sûresi 37-39. âyetlerde, Allah’a iftira ederek kendiliklerinden Allah adına helâl ve haram koyanların, ya da Allah’ın âyetlerini yalanlayanların en zâlim kimseler oldukları vurgulanıyor, bunlara kitaptan nasiplerinin ulaşacağı belirtiliyor. Yani, ezelde yazılmış, haklarında takdir edilmiş olan pay, kendilerine mutlaka ulaşır. Bu pay ya Allah’ın azâbıdır veya dünyada onlara takdir edilmiş bulunan rızıkları, amelleri ve ömürleridir. Bu anlam, sözgelimine daha uygundur. Bu insanlar, Allah’ın yazgısında kendilerine takdir edilmiş bulunan rızıkları alırlar, nihâyet dünya ömrünü tüketip can verme durumuna gelirler. İşte bunların, dünyadan ayrılış durumları şöyle tasvir ediliyor: Şimdi melekler, onların canlarını alırken, Allah’tan başka tanrı diye yalvardıklarının nerede olduklarını sorarlar. Eğer o yalvardıkları şeyler tanrı olsalardı, şu en zor durumda bulunan tapanlarına yardım ederlerdi, onları ölümden kurtarırlardı. Fakat o tanrılardan hiçbiri yok. Ömür boyu onlara tapıp, şimdi can alan meleklerle yapayalnız karşılaşan güçsüz, zavallı insanlar, artık gerçeği itiraftan başka çare bulamazlar. “Bizden kayboldular” derler. Böylece dünyada inkâr etmiş olduklarına dâir kendi aleyhlerine tanıklık ederler.
“Allah’a karşı iftira edip yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken ‘bana vahyolundu’ diyenden ve ‘ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim’ diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler ellerini uzatmış: ‘Haydi canlarınızı çıkarın, Allah’a hak/gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbıyla cezâlandırılacaksınız!’ (derken) onların halini bir görsen!”4008 Bu âyette; Allah’a yalan uyduran, yani kendi uydurduğu sözü, Allah’ın sözü diye ileri süren, ya da vahiy almadığı halde kendisine vahiy geldiğini söyleyen, veya kendisinin de Allah’ın indirdiği gibi âyetler indirebileceğini iddiâ eden kimseden daha zâlim birinin olmayacağı vurgulanıyor ve bu tür iddiâlara sapan zâlimlerin, can verirken düşecekleri çetin durum anlatılıyor.
Melekler, onların canlarını almak üzere ellerini onlara uzatırlar: “Haydi, canlarınızı çıkarıp verin, yahut haydi bedenlerinizden çıkıp elimize gelin! Allah’a karşı gerçek dışı sözler söylediğinizden ve Allah’ın âyetlerini kabul etmeyip böbürlenmenizden dolayı bugün alçaklık azâbıyla cezâlandırılacaksınız!” derler. Büyüklük taslayanlara, böbürlenenlere en uygun cezâ, alçaklık azâbıdır. Burada böbürlenen, kasılanlar orada alçaltılırlar.
Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın vahyi olmayan şeyleri Allah’ın vahyi şeklinde göstermeyi, Allah adına din hükümleri koymayı en büyük zulüm sayar ve Kur’an’ın, Allah’a iftira olmayıp, sadece vahiy olduğu birçok âyette vurgulanır.
10/Yûnus sûresi, 69-70. âyetlerde; uydurdukları iftirâyı, yalanı Allah’ın üstüne atan, kendi bâtıl düşünce ve inançlarını Allah’ın buyruğu gibi gösterenlerin felâha ulaşamayacakları/onmayacakları, şu dünyada azıcık yaşadıktan sonra Allah’ın huzuruna gidip hesap verecekleri ve inkârlarından dolayı Allah’ın onlara şiddetli azâbı tattıracağı vurgulanmaktadır.
Yine, şu âyetler de, bu büyük zulmü konu alır: “Allah’a iftirâ eden/yalan uyduran, ya da O’nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir?...” 4009; “Uydurduğu
4008] 6/En’âm, 93
4009] 7/A’râf, 37
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iftirayı/yalanı Allah’ın üzerine atan, yahut O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz mücrimler/suçlular asla felâh bulmazlar/onmazlar.” 4010; “Allah’a iftira edip yalan uyduranlardan daha zâlim kim olabilir? Onlar Rablerine sunulacaklar. Şâhitler de: ‘İşte Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır’ diyecekler. İyi bilin ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.” 4011; “Kâfirler: ‘Bu, yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) onu uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti’ dediler ve kesin bir zulme ve iftirâya vardılar.” 4012
10/Yûnus sûresi, 59. âyetinde, müşriklere, Allah’ın indirdiği rızıkların bazısına haram, bazısına helâl damgasını neden vurduklarını, bu hususta Allah’tan izin mi aldıklarını, yoksa Allah’a iftira mı ettiklerini inkâr şeklinde sorulmaktadır. En’âm sûresinde daha ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere müşrikler, çeşitli hayvanlar hakkında haram, helâl hükümler koymuşlardı. Kendi kendilerine koydukları bu hükümleri de İlâhî emir sanıyorlardı. İşte âyet, onların kendi kendilerine koydukları bu hükümlere, tabulara bağlanmalarını ve hurâfelere kapılarak Allah’ın yarattığı güzel şeyleri haram saymalarını, Allah’ın nimetlerine şükredecekleri yerde, kendi vehimleriyle o nimetlere yasaklar koymalarını kınamakta, bunu Allah’a karşı nankörlük saymaktadır. Devamındaki 60. âyette de, uydurdukları yalanı Allah’ın hükmü diye gösterip Allah’a iftirâ etmiş olanların, Kıyâmet gününde hallerinin nice olacağı soruluyor: “Allah’a iftira edenler, yalan uyduranlar Kıyâmet gününde durumlarının ne olacağını sanıyorlar? Onlar o gün kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” deniyor. Bu sûretle onların, Allah’ın cezâsından kurtulamayacakları vurgulanıyor.
Müşrikler, bâtıl düşüncelerle, hurâfeci geleneklere dayanarak Allah’ın güzel nimetlerinden bir kısmını kendilerine haram saymışlardı. Bugün de böyle birtakım geçersiz kıyaslara, akıl yürütmelerine, tutarsız sözlere dayanarak birçok nimeti haram kılan kimseler vardır. Âyet, kendi akıllarıyla böyle yasaklar koyan herkesi uyarmaktadır.
“Onlar bir fâhişe/kötülük, aşırılık yaptıkları zaman; ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti’ dediler. ‘Allah kötülüğü emretmez’ de. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz? De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak O’na yalvarın (Allah’a hiçbir benzer, eş, şirk/ortak koşmadan, gönlünüze başka sahte tanrılar getirmeden sırf Allah’a yönelerek O’na kulluk edin). İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz. (O) Bir topluluğu doğru yola iletti, bir topluluğa da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar, şeytanları Allah’tan başka dostlar tuttular ve kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlar.”4013 Bu âyetlerin Kâ’be’yi çıplak tavaf etme geleneğini kınamak üzere indiği rivâyet edilir. Tefsirlerde açıklandığına göre, Kureyş dışındaki Arap kabileleri, Kâ’be’yi tavaf etmek istediklerinde, içinde günah işlenmiş olması ihtimali bulunan bir elbise ile tavaf etmemek için, normal giysilerini çıkarır, özel giysi giyer veya havlu kuşanırlardı. Bu elbise veya havluları, Kâ’be’nin Kureyşli bekçileri, ücret karşılığında verirlerdi. Kureyşliler normal giysileri ile tavaf ederken, taşradan gelenlerin, oradan satılan
4010] 10/Yûnus, 17
4011] 11/Hûd, 18
4012] 25/Furkan, 4 ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 94; 6/En’âm, 21; 10/Yûnus, 37-40, 59-60; 11/Hûd, 13; 35; 12/Yusuf, 111; 18/Kehf, 7; 23/Mü’minûn, 38; 29/Ankebût, 68; 32/Secde, 3; 39/Zümer, 32; 42/Şûrâ, 24; 46/Ahkaf, 8
4013] 7/A’râf, 28-30
İHLÂS
- 921 -
havluyu kuşanması, Kureyşliler için kârlı bir işti. Elbise veya havlu kiralamaya parası olmayan taşralılar, -kadın olsun, erkek olsun- giysilerini çıkarıp çıplak tavaf eder ve bunu Hz. İbrâhim’in, Allah’ın buyruğu ile yerleştirdiği bir hac geleneği sanırlardı.4014 Bu âyetler, câhiliyye Araplarının bu hareketlerini reddetmekte, delilsiz olarak ataların koydukları bâtıl gelenekleri körü körüne taklit etmeyi kınamaktadır.
“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘şu helâldir, şu haramdır’ demeyin, sonra Allah’a karşı iftira/yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı iftira edip yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar. Azıcık yaşama(nın ardından), onlara acı bir azâp gelecektir.”4015 Bu âyetlerde de kendi düşünceleriyle, Allah adına helâl ve haram koyanların, dinde olmayan şeyleri dine sokanların iflâh olmayacakları, azıcık yaşayıp sonra acı azâba çarpılacakları vurgulanıyor. Böylece birtakım akıl yürütmelerle, kıyaslarla, gerçekte mubah olan yiyecekler üzerine yasaklar koyarak dini zorlaştırmanın, Allah’a iftirâ ve büyük bir suç olduğu belirtiliyor.
İnsanlar arasında sadece kendilerinin Allah katında özel bir yeri olduğunu sanmak, cenneti kendilerine özgü kılmak, cehenneme gitseler dahi bir süre sonra çıkacaklarını, ama kendileri dışında kalan toplulukların ebedî cehennemde kalacaklarını sanmak da Allah’a iftirâdır. Çünkü Allah ne yahûdilere, ne de başka uluslara kesin bir ayrıcalık tanımıştır: “Yahûdi veya hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek’ dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: ‘Doğru iseniz, delilinizi getirin.” 4016; “Bu hareketleri, onların: ‘Bize ateş, sayılı birkaç günden başka dokunmayacak’ demelerinden ileri gelmektedir. İftira edip uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.” 4017
Cehennemlik İftira: Uydurma Hadisler
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Kim benim üzerime (bilerek) yalan söylerse, cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın." 4018
Kendi hevâsından konuşmayan, söylediklerini kendisine Allah tarafından vahyolunan 4019 yegâne hayat önderimiz ve örneğimiz Rasûlullah (s.a.s.), yegâne hayat nizamı İslâm'ın ikinci ana kaynağı olan Sünnet'in korunması için böyle buyurmaktadır. İslâm'ın birinci ana kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim, Rabbimiz Allah tarafından koruma altına alınmıştır. 4020
Kur'ân-ı Kerim, Rabbimiz Allah tarafından korunduğu için İslâm düşmanları, onun metnine herhangi bir ihânet yapamamış; ekleme, çıkarma, ya da mânâdan dolayı tahrifte bulunamamışlardır. O hâinler, hadislere yönelmiş ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) söylemediği sözleri O'na mal ederek insanlar arasında yaymaya çalışmışlardır. Rasûlullah (s.a.s.), bu ihâneti önlemek için mâlum hadisi ve benzeri hadisleri beyan buyurmuştur. Böylece Sünnetin de korunmasını sağlanmaya çalışılmıştır.
4014] İbn Kesir, Tefsîr, II/209
4015] 17/Nahl, 116-117
4016] 2/Bakara, 111
4017] 3/Âl-i İmrân, 24; S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 2, s. 280-297
4018] Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798
4019] 53/Necm, 3-4
4020] 15/Hıcr, 9
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Benim ağzımdan yalan söylemek, başka bir kimse ağzından yalan söylemek gibi değildir. Kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa, ateşteki yerine hazırlansın." 4021
‘Mevzû’nun kelime anlamı; uydurulan, iftira edilen, konulan şey demektir. Kavram olarak ‘Mevzû Hadis’; Çeşitli maksatlarla uydurulup Peygamberimize iftira edilerek rivâyet edilen haberlerdir. Bir şeyi Peygamberimiz söylemediği, yapmadığı halde, ‘O söyledi, O yaptı’ şeklinde rivâyet edlilip anlatılan sözlere ve haberlere ‘mevzû’ hadis’ denmiştir.
Bunlar, peygamberimize nisbet edilerek söylenen sözlerdir. Bu açıdan hadis değildirler. Ancak onların Peygamber adına uydurulduğunu belirtmek için ‘mevzu hadis’ denmiştir. Yine bu sözlerin uydurma olduğunu belirtmek için; ‘Muhtelak-icad edilmiş, Masnû’-uydurulmuş’ kavramları da kullanılmıştır.
Peygamberimizin sağlığında O’nun aleyhine söylenen sözler ve yapılanlar vahy ile ortaya çıkıyordu. O’nun vefatından sonra vahy kesilmişti. Dolayısıyla kötü niyetli insanlar meydanı boş bulunca işlerine geldiği gibi hadis uydururlar, fitneler çıkardılar. Uydurma hadis işinin Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra başladığı sanılmaktadır. Peygamberimizi gören sahabelerin böyle bir hata yapmayacakları açıktır. Daha sonradan gelenler çeşitli sebeplerle hadis uydurmuşlar, İslâm’ın saf olarak anlaşılmasına engeller çıkarmışlar ve fitnelerin çıkmasına zemin hazırlamışlardır.
Bugün ellerde dolaşan nice kitap, risale, takvim ve broşürlerde, halk arasında hadis diye yer alan bir çok söz aslında hadis değildir. Bunların pek çoğu konunu uzmanı ilim adamları tarafından bilimsel bir yöntemle yazılmamışlardır. İçlerinde derme-çatma, kulaktan dolma, bilgiler ve hadis diye söylenen sözler yer almaktadır. Müslümanlar Peygamberimize ve O’nun mübârek sözlerine saygı duydukları için, hadis diye rivâyet edilen her haberi doğru sanmaktadırlar. Bu asılsız haberler yüzünden de İslâm’ı yanlış tanıyorlar. Ya boş ümitlerin peşine gidiyorlar, ya da yerli yersiz bir korkuya düşüyorlar.
“Peygamberimiz bir hadisinde buyuruyorlar ki” diye rivâyet edilen her haberin kaynağı mutlaka bilinmeli, mümkün ise sorulmalı. Peygamberimize nisbet edilen bu haber nerede geçmektedir, hangi kitaptan alınmıştır, kaynağı neresidir? Hadis tarihini biraz okuyanlar bu konuda yapılan hataları daha iyi görürler. Bu gün hadis diye bilinen birçok haberin, aslında hadis olmayıp, yalancıların uydurmaları olduğunu anlarlar.
Peygamberimiz (s.a.s.), kendisi hakkında yalan söylemeyi şiddetle yasaklamıştır. Bu açık tehdide rağmen, insanlar çeşitli sebeplerle hadis uydurmuş ve bunları insanlar arasında yaymışlardır. Hadis uyduranlar, uydurdukları sözler için ‘hadis senedi (rivâyet eden râviler zinciri)’ de uydurmayı ihmal etmediler. Sözlerine inanılsın diye en güvenilir râvîlerin adlarını kullandılar.
Hadis uydurmanın birkaç sebebi tesbit edilmiştir:
1- İslâm düşmanlığı; İslâm, hem peygamberimizin hayatında hem de O’nun vefatından sonra hızla yayılmıştı. Çıkarları elden giden, konumları değişen, taassup sahibi gayri müslimler ve kötü niyetli münafıklar sırf İslâm'a zarar vermek için hadis uydurdular.
4021] Buhârî, Cenâiz 50; Müslim, Mukaddime, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 31
İHLÂS
- 923 -
2- Fırka (parti), mezheb, kabile ve ırk taassubu; bazıları kendi grubunu, mezhebini, kabilesini üstün göstermek için peygamberimizden yalan haber rivâyet ettiler.
3- İslâm’a hizmet etmek arzusu; bir takımları da iyi niyetli, insanları İslâm'a ve ibâdetlere ısındırmak için bol bol hadis uydurdular.
4- Şahsî çıkar sağlamak için; bazıları da bu yolla dünyalık kazanmaya, insanlar arasında itibarlarını yükseltmeye çalıştılar, kendilerine bilgin görüntüsü verip saygı sağlamaya uğraştılar.
5- Halifelere ve sultanlara yaranmak için; bazıları da yöneticilerin gözüne girmek, onlardan bahşişler koparmak için hadis uydurmuşlar, onların sevdiği şeylerle ilgili, onları öven hadisler rivâyet etmişlerdir.
Hangi sebeple olursa olsun hadis uydurma işi İslâm'a ve müslümanlara büyük zararlar vermiştir. Bu faaliyet hem dinin özünü zedelemiş, İslâm’ın anlaşılmasını zorlaştırmış, hem din adına bir sürü saçmalıklar ortaya çıkmış, hem de müslümanlar arasında anlaşmazlıklar, grupçuluk ve taassup artmıştır.
İslâm tarihini ilk dönemlerinde hadis uydurma işlerinin çoğalması üzerine, yetkin hadis alimleri hadisleri sağlam bir yolla derlediler. Hadis hocalarını ağızlarından ve kitaplarından toplayıp sistematik bir şekilde yeni kitaplara kaydettiler. Hadis ilmini geliştirdiler. Hadis derlemeye, rivâyet etmeye ve hadislerin sağlam veya zayıf oluşlarına ait prensipler, kurallar ve terimler geliştirdiler. Peygamberimize ait olan haberlerle uydurma haberlerin açıkça belli olması için ellerinden gelen çalışmaları yaptılar. Böylece onların sağlam bir yolla daha sonraki nesillere ulaşmasını sağladılar.
Kaynağı ve rivâyet edeni belli olmayan, akla ve İslâm’a uymayan ve hadis diye rivâyet edilen haberlere şüphe ile bakmak, gerçekten Peygamberimiz’e ait olup olmadığını bilmek zorundayız. 4022
Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek en uygun yoldu. İsrâiloğulları, tahrifata ekonomik çıkarlar yüzünden girişmişlerdi. Müslümanlar ise tahrif işine siyasal çıkarlar yüzünden bulaştılar.
İlk uydurulan rivâyetler, hizip savaşlarında kullanılmak için uyduruldu. Örneğin "Kaderiyye, bu ümmetin mecûsîleridir." Sözü, bunlardan biriydi. Rasûlullah'ın vefatından onlarca yıl sonra ortaya çıkan bir mezhep hakkında, onun ağzından yalan uydurmaktan çekinmemişlerdi Kaderiyye'nin muhâlifleri. Tabii, Kaderiyye de karşı taraf için uyduruyordu. Mürcie hakkında hadis diye uydurulan şu söz onlardan biri: "Mürcie'ye 70 peygamberin dili lânet okusun." 4023
Uydurmacılık, sadece kelâmî mezhepler arasında kalmıyor, fıkhî mezhepleri de kapsıyordu. Müfrit bir hanefî mezhebi müntesibinin uydurduğu şu söz bunlardan biri: "Allah Rasûlü buyurdu: "Ümmetimden bir adam çıkar. Ona denilir ki Muhammed bin İdris (İmam Şâfiî). O adam ümmetime İblisten daha zararlıdır. Yine
4022] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 407-409
4023] Bağdâdî, el-Fark, beyn'el-Fırak, s. 190
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ümmetimden bir adam çıkar, ona Ebû Hanife (İmam Âzam) denilir. O ümmetimin kandilidir." 4024
Allah Teâlâ ise Kur'an'ın uydurma olmaktan münezzeh olduğunu şöyle açıklıyordu: "Bu uydurma bir hadis değildir. Ancak kendinden öncekileri doğrulayan, her şeyi açıklayan ve inanan bir toplum için rehber ve rahmettir."4025 Uydurmacılığın en tehlikeli yanı, Allah'ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmekti. İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını Kur'an'dan öğreniyoruz: "Tevrat indirilmeden önce, İsrâil'in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: 'Getirip okuyun Tevrât'ı, eğer doğruysanız?" 4026
İsrâiloğulları âlimleri bu fazladan haram ve yasak koyma işini çıkar yüzünden yapıyorlardı. Şöyle ki: Tevrat herkesin elinde bulunan bir kitaptı. Âlimler Tevrat'ta olmayan birtakım yasaklar uydurdular. Sıradan insanlar Tevrat'a bakıp bu yasağı göremiyorlar ve doğruca bu bilginlere geliyorlardı. Onlar da, "siz Kitab'ı tek başınıza anlayamazsınız, kitap dışında sizin bilmeyip bizim bildiğimiz hükümler var, onları ancak bizden öğrenebilirsiniz" diyorlardı. Böylelikle, halk helâl ve haramı doğrudan Kitap'tan öğrenme yerine hahamlardan öğrenmek mecbûriyetinde bırakıldı. Din adamları sınıfı bu işten hayli para kazanıyordu. Onun için de insanlara Kitab'ı öğretme yerine, onları ikinci üçüncü sınıf bilgilerle oyalama yoluna başvuruyorlardı. Tabii böylece Tevrat'ı bilen insanların sayısı azalıyordu. Giderek bir avuç hahamın tekeline giren Tevrat'ı ise tahrif etmek hiç de zor olmuyordu. Nasıl olsa halk Kitab'ı bilmiyordu. Bu sebepten olsa gerek ki Rabbimiz Kur'an'ında berrak ve net bir biçimde ilkeyi koymuştu: "Allah size haram kıldığı şeyleri geniş bir şekilde açıklamıştır. Doğrusu birçokları bilmeden keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar." 4027
Şeriatların maksatlarından biri olan "eşyada asıl olanın mubahlık olduğu" ilkesi; giyecek, yiyecek, resim, müzik, beşerî münâsebetler konularında askıya alınarak, şeriatın koymadığı bir yığın yasak , İslâm adına insanlara dayatılıyordu. Bu durum, daha önce İsrâiloğullarının başından geçen bir sapma eğiliminin bu ümmetteki karşılığı olsa gerek. Bu da Kur'an'ın deyimiyle "Allah'ın insanlar için yarattığı güzellikleri yasaklamak"tır ki, Kur'an öyle soruyor: "Sor: Kim yasakladı Allah'ın kulları için meydana getirdiği süsü ve güzel rızıkları? De ki; o dünya hayıtnda iman edenler için de var, kıyâmet günü ise yalnızca onlarındır." 4028
Bilinen bir husustur ki, şeriatta bir şeyin helâllığına değil, haramlığına delil aranır. Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemek ne kadar büyük isyansa, Allah'ın serbest bıraktığı bölgelere yeni sınırlar koymak da o kadar büyük isyandır. İsrâiloğulları âlimleri böyle yapmış, halk da onların helâl kıldıklarına helâl, haram kıldıklarına da haram olarak inanmışlardır. Halkın bu inancını Allah'a şirk koşmak olarak niteleyen Kur'an'ın sesine kulak verelim: "Allah'ı bırakıp hahamlarını ve râhiplerini rabler edindiler." 4029
Ehl-i kitaba mensup din âlimlerinden birinin bu âyet hakkında Rasûlullah'a;
4024] Zehebî, el-Mîzân III/129; Cezerî, Câmiu'l-Usûl, I/137
4025] 12/Yusuf, 111
4026] 3/Âl-i İmrân, 93
4027] 6/En'âm, 119
4028] 7/A'râf, 32
4029] 9/Tevbe, 31
İHLÂS
- 925 -
"ama onlar hahamlara ve râhiplere ibâdet ve secde etmiyorlardı ki" demesi üzerine Rasûlullah âyeti şöyle açıklamıştı: "Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin onlar bunların serbest bıraktıklarını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı." 4030. Rasûlullah'ın bu tefsirini 3/Âl-i İmrân 93 ve 6/En'âm, 122 âyetleri de pekiştiriyor.
Allah'ın koymadığı yasakları koymak sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı. Çünkü, eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa, elbette bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar da kutup Eskimolarından Avusturya Aborijinlerine, Tibet doruğundaki insanlardan Guatamala yerlilerine varana kadar, bütün bir insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.
Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin "değişken" ve "sâbitelerini" birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya başlıyor, kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı lâubâlileşiyordu. Bu, tam da İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ''dan sonra dinlerine karşı lâubâlî oluş serüveninin aynısıydı.
Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından bugün "İslâmî tiyatronun farziyyeti" derecesine, dün "erkek çocuklarını dahi okula göndermeme" ifrâtının ardından bugün delikanlı kızların okuması hatırına "başlarını açıversinler canım" tefrîtine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday "hidâyet filmleri"ne, dün telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların, yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde verilen "İslâmî konser"lere, dün dinlenmesi "haram" olan radyodan bugün kurulması "farz" olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukarıda vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor.
Hadis uydurmacılığı bahsinde önemli bir konu da İsrâiliyyat'tır. İsrâiliyyat, önceleri İsrailoğulları kaynaklı tüm rivâyetlere verilen bir isimken, daha asonra İslâm kültürüne girmiş tüm yabancı kaynaklı bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyata karşı Rasûlullah'ın tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah'a elinde İsrâiloğullarına ait kitaplardan biriyle gelen Hz. Ömer'i Rasûlullah azarlamıştı 4031.
Deccal, dünya, kıyâmet gibi birçok konuda yığınlarca rivâyet hadis diye nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyattan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah'ın ağzından çıkmış gibi nakledilmektedir. Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ'bu'l-Ahbar, Vehb Bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbîler dahi rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbînin kendisinden sonraki nesle mensup birinden rivâyetine usûlde "tedlîs" denir. 4032
4030] Tirmizî, Tefsir 9, hadis no: 3095
4031] Ahmed bin Hanbel, III/378
4032] Mustafa İslâmoğlu, Yahudileşme Temayülü, s. 206-215
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlullah (s.a.s.), katıksız iman sahiplerini, mevzû hadis uyduranlara karşı uyarmış, bu konuda hassas davranmaya dâvet etmiştir. Hayat nizamı İslâm'ın korunması, ana kaynakları olan Kitab, yani Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünnetinin korunmasıyla gerçekleşir. Bu iki ana kaynak düşman saldırılarından çok iyi muhâfaza ve müdâfaa edilmelidir. Kur'an'ı, yanlış anlama ve anlatmadan korumak gibi, Rasûlullah’a (s.a.s.) nisbet edilerek uydurulan hadisleri ayıklamak ve bu hareketi durdurmak gerekir. Mevzû hadisler, ümmete çok zarar vermiştir, hâlâ zarar vermeye devam etmektedir.
Mevzû, lügatta vaz'dan ism-i mef'ûldür. Vaz'; iskat etmek, terk etmek, iftirâ ve ihtilâk etmek mânâlarına gelir. Hadis ıstılahında ise, kelimenin bu son mânâsına uygun olarak, Hz. Peygamber'in söylemediği bir sözü, yalan ve iftirâ ile O'na nisbet etmektir ki, bu mânâda mevzû', yalan ve iftirâ ile Hz. Peygamber'e nisbet edilmiş söz demektir. "Başta İslâm Dini'ne kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasî fırka ve hizipleri, fıkhî mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam ve yöneticileri methetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, câmi ve mescidlerde vaaz ettikleri cemaatin teveccühüne nâil olmak, halkın dinî emir ve nehiylere karşı rağbetini arttırmak maksadıyla din düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis râvîlerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz. Peygamber'i iftirâ ile isnad ettikleri sözlere mevzû/uydurma hadis adı verilmiştir. 4033
Bu sözleri, beyan edilen sebeplerden dolayı uydurup Rasûlullah’a (s.a.s.) nisbet edenlerin hükmü için Ahmed Naim, “Sahih-i Buhârî” şerhinde şunları kaydeder: “Kizbden (yalandan) murad, kizb ale’r-Rasûl’dür. Nebî Efendimizden buyurmadıkları bir sözü, müteammiden rivâyet etmekle itham olmak metâinin en şiddetlisidir. Hatta böyle bir sözü, Peygamber hadisi diye uyduran müfterînin küfrüne kail olanlar vardır. Böyle olan hadise, mevzû veya mübtelak derler. Mevzû haber (hadis) ile amel, mutlaka haram olduğu gibi, kısasa, ahkâma, terğîb ve terhîbe, hâsılı her neye dâir olursa olsun mevzû olduğunu bile bile ve beyan etmeksizin onu rivâyet etmek de haramdır.” 4034
Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim şerhinde bu konuda şunları beyan etmektedir: “Rasûlullah’ın üzerinden yalan uydurmak ve O’nun söylemediği bir sözü O’na isnad etmek büyük bir günah ve en çirkin bir iftiradır. Yalnız bu yalanın helâl olduğuna inansa, dinden de çıkar. Ulemâca meşhur olan mezhep budur. Ebû Muhammed el-Cuveynî, Peygamber (s.a.s.)’in üzerinden kasten yalan uyduran kimsenin küfrüne hükmeder, boynunun vurulmasına fetvâ verirdi. Fakat oğlu İmamü’l-Harameyn, bu kavli zayıf bulmuştur.” 4035
Ebû Katâde’den: “Rasûlullah (s.a.s.) minber üzerinde şöyle buyurdu: “Benden çok hadis rivâyet etmekten kaçının. Her kim benim üzerimde (benim ağzımdan) bir şey söylemek isterse, hak veya doğru söylesin. Kim, benim söylemediğim bir sözü, kasden uydurup bana isnad ederse, cehennemdeki yerine yerleşsin.” 4036
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den: “Rasûlullah (s.a.s.): “Benden hadis rivâyet edin,
4033] Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, Ank. 97, s. 276, 97
4034] S. Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, DİB Y. 1980, c. 1, s. 282
4035] A. Dâvudoğlu, S. Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. 1977, c. 1, sz. 20
4036] İbn Mâce, Mukaddime 35; Dârimî, Mukaddime 243
İHLÂS
- 927 -
zararı yok. Ama her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” 4037
Muğîre bin Şu’be (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyler buyurur: “Kim yalan olduğu zannedilen bir sözü benden (bana nisbet ederek) rivâyet ederse, kendisi de yalancılardan biridir.” 4038
Vesîle İbn Eska (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “(Üç şey) Yalan ve iftirânın en büyüklerindendir: Kişinin, kendi babasından başkasına nesep iddia etmesi; Veya rüyâsında görmediği bir şeyi kendi gözüne göstermesi (rüyâsında görmediği bir şeyin kendisine rüyâda gösterildiğini iddiâ etmesi); Yahut da Rasûlullah’ın söylemediği bir şeyi ‘söyledi’ demesi.” 4039
Ebû Hüreyre (r.a.)’nin rivâyetiyle Rasûlullah şöyle buyurur: “Âhir zamanda birtakım deccallar, yalancılar çıkacak. Size, sizin ve babalarınızın işitmediği hadisler getirecekler. Aman onlardan sakının! Sizi sapıtarak fitneye düşürmesinler!” 4040
Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)’ın bu ikazlarına karşı çok hassas davranmalı ve âzamî derecede dikkatli olunmalıdır. Hadis diye söylenen her duyulan söze itibar etmek, mü’minleri yanıltıp hataya düşürebilir. Bundan dolayı ehlinden ve emin olduğuna itimad edilen mü’minlerden duyulan veya mûteber eserlerde okunulan hadisler alınabilir. Böyle hassas davranmayıp hadis diye duyduğunu araştırmadan, doğru olup olmadığına bakmadan nakleden kişinin yalancı ve iftiracı olduğu ve günah işlediğini yine Rasûlullah beyan buyurur.
Ebû Hüreyre’den: Rasûlullah şöyle buyurur: “Her işittiğini söylemek, bir insana yalan olarak kâfîdir.4041; “Kişiye, işittiği her sözü söylemesi, günah yönünden yeter (ve artar).” 4042
Yegâne hayat nizamı olan İslâm Dini’nin ikinci kaynağı “Sünnet”i koruma ve ondan olmayan herhangi bir yabancı şeyin ona karışmaması için çok hassas davranan ashâb-ı kirâm gibi davranmak gerekir. Onlar, ümmetin öncü nesli ve selefidirler. Bu konuda selefin izinde olmak, mü’minlerin vazgeçilmez görevlerindendir. İşte “ashâb”dan ve onları tâkip eden “tâbiîn”den birkaç çarpıcı örnek:
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Ben ensârın meclislerinden bir mecliste (oturmakta) idim. Bu sırada Ebû Mûsâ, sanki bir şeyden korkmuş gibi geldi de: “(Ömer, beni çağırmıştı.) Ben, Ömer’in yanına gitmek için üç kere izin istedim. Bana izin verilmeyince geri döndüm. Ömer bana: ‘Seni, bize gelmenden men eden nedir?’ dedi. Ben: ‘Senin yanına girmek için üç kere izin istedim, bana izin verilmeyince geri döndüm. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.): “Sizden biriniz üç kere izin istediği zaman kendisine izin verilmezse, hemen geri dönsün!” buyurdu’ dedim. Ömer: ‘Vallahi, bu rivâyet ettiğin hadis üzerine muhakkak bir beyyine/delil getireceksin (yoksa, canını incitirim!)’ dedi. Çevresindekilere: ‘Sizlerde bunu, Rasûlullah’tan işitmiş bir kimse var mı?’ diye sordu. Ubeyy bin Kâ’b: ‘Vallahi, senin beraberinde bu şehâdeti, kavmin en küçüğü bile yerine getirir’ dedi. Ben, kavmin en küçüğü
4037] Müslim, Zühd 72
4038] Müslim, Mukaddime 1; İbn Mâce, Mukaddime 38-41; Tirmizî, İlm 9, hadis no: 2799
4039] Buhârî, Menâkıb 18
4040] Müslim, Mukaddime 7
4041] Müslim, Mukaddime 5
4042] Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
idim. Ebû Mûsa ile beraber kalkıp gittim ve Ömer’e, Rasûlullah’ın bunu söylediğini haber verdim.” 4043
Bu hadisin şerhinde, şunlar beyan edilir: “Hz. Ömer’in Ebû Mûsâ’ya bu kadar sert ve titiz davranması, onun yalan söylediğinden şüphe ettiği için değildir. Haber-i vâhidi kabul etmediği için de değildir. Hz. Ömer ikide bir her meselede hadis rivâyet etmek moda olur da bunu, münâfıklarla yalancılar, hatta bazı bid’atçılar fırsat bilerek her meselede yalandan bir hadis uydururlar diye korktuğu için yapmıştır. Daha doğrusu Ebû Mûsâ’nın rivâyetinden şüpheye düştüğü için değil, başkalarının cür’et ve nifakından korkarak rivâyet kapısını kapamak istemiştir. Yoksa Ebû Mûsâ’nın hadis uyduracak kimselerden olmadığını kendisi, pek âlâ bilirdi. O, bu davranışıyla Ebû Mûsâ’ya vâsıta yaparak başkalarını menetmek istemiştir. Artık Ebû Mûsâ kaziyyesini gören bir münâfık veya yalancı, hadis uydurmak niyetinde olsa bile korkusundan bundan vazgeçerdi.” 4044
Tâvus’dan: Tâvus, Büşeyr bin Kâ’b’ı kastederek dedi ki: “Bu zât, İbn Abbas’a geldi de ona hadis rivâyet etmeye başladı. Bunun üzerine İbn Abbas, kendisine: ‘Filan ve filan hadisi tekrarla!’ dedi. O da tekrarladı. Sonra yine ona hadis rivâyet etti. İbn Abbas yine: ‘Filan ve filan hadisi tekrar eyle!’ dedi. O da, tekrar etti. Bu sefer İbn Abbas’a hitâben: ‘Bilmiyorum, acaba benim bütün hadislerimi bildin de, yalnız bunu mu tanımadın? Yoksa, bütün hadislerimi bilmedin de yalnız bunu mu tanıdın?’ dedi. İbn Abbas ona şu cevabı verdi: ‘Gerçekten biz, Rasûlullah’ın (s.a.s.) üzerinden yalan uydurulmazken ondan hadis rivâyet ederdik. Fakat insanlar, hırçın deveye de, uysal deveye de binmeye başlayınca (insanlar, iyi-kötü demeyerek her mesleğe girmeye başlayınca) biz de ondan hadis rivâyet etmekten vazgeçtik.” 4045
Mücâhid şöyle demiştir: “Büşeyr el-Adevî, İbn Abbas’a geldi ve hadis rivâyet ederek: ‘Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu, Rasûlullah böyle buyurdu’ demeye başladı. İbn Abbas ise, onun hadis rivâyetine kulak vermiyor, onun yüzüne bile bakmıyordu. Bunun üzerine Büşeyr: ‘Yâ İbn Abbas, acaba neden senin, benim hadisime kulak astığını görmüyorum? Ben, sana Rasûlullah’tan (s.a.s.) hadis okuyorum. Hâlbuki sen dinlemiyorsun!’ dedi. İbn Abbas şu cevabı verdi: ‘Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu’ derken işittik mi, gözlerimiz hemen ona yönelir ve kulaklarımızı ona verirdik. Ne zaman ki insanlar her boyayı boyamaya başladılar, artık biz de tanımadığımız şeylerden başkasını onlardan almaz olduk.” 4046
Tâbiînden Muhammed bin Sîrîn (r.a.) şöyle demiştir: “Şüphesiz ki, bu ilim dindir. Öyleyse dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin! Eskiden isnâdı sorulmazdı. Fitne ortaya çıkınca; ‘bize râvîlerinizin adlarını söyleyin’ demeye başladılar. Şimdi Ehl-i Sünnet’e dikkat ediliyor ve onların hadisleri kabul ediliyor. Ehl-i bid’ate bakılıyor, onların hadisleri kabul edilmiyor.” 4047
İmam Mâlik de şunları beyan eder: “Bu ilim dindir. Dolayısıyla dininizi kimden aldığınıza dikkat edin! Vallahi ben, şu direklerin yanında, Rasûlullah
4043] Buhârî, İsti’zân 18; Müslim, Âdâb 33-37; Tirmizî, İsti’zân 3, hadis no: 2830; İbn Mâce, Edeb 7, hadis no: 3706; Ebû Dâvud, Edeb 138, hadis no: 5180-5183
4044] Ahmed Dâvudoğlu, a.g.e. c. 9, s. 554
4045] Müslim, Mukaddime haber 7
4046] Müslim, Mukaddime, haber 7
4047] S. Müslim, Mukaddime 5
İHLÂS
- 929 -
şöyle buyurdu, diyen yetmiş kişiye yetiştim. Fakat onlardan hiçbir şey alamadım. Hâlbuki bu zevâtın her biri, kendisine beytü’l-mal güvenilecek kadar emin insanlardı. Onlardan hadis almayışımın sebebi, hadis ilmine ehil olmamalarındandır.” 4048
Bir ümmet olarak bütün muvahhid mü’minlerin, Rasûlullah’ın hadisleri ve Sünneti konusunda bu imanî hassâsiyeti göstermesi gerekir.
Hadis diye uydurulmuş, gerek bilenler arasında gerekse halk arasında şöhret bulmuş sözleri, yani mevzû hadisleri, iyice araştırmadan nakledip anlatan kişilerin de aynı suça iştirak eden yalancılardan ve müfterîlerden olduğu değerlendirilir.
“Her biri, Rasûlullah’a yapılan büyük bir iftirâ olan mevzû hadislerden nasıl kurtulacağız?” sorusuna, bu konuda eser vermiş iki ilim adamından cevap alalım: Merhum üstad Abdulfettah Ebû Ğudde, bu sorumuzu şu şekilde cevaplandırmaktadır: “İlim eksikliği, meseleye vâkıf ve insanları aydınlatacak uyanık âlimlerin azlığı sebebiyle mevzû hadislerin yaygın olarak ümmetin kültürü, anlayışı ve gidişâtı üzerindeki tehlikesine bakarak bu hadislerden kurtuluşun şöyle olacağını görüyorum: İlim ehli ve idâreciler, mevzû hadisleri sahihlerinden ayırmaları için mevzû hadisleri beyan eden kitapları insanlar arasında yaymalıdırlar. Çünkü böyle bir şey, onların konuşmalarına, delil olarak getirdikleri hususlara karşı hassas olma ve hakikati görme yönünde takviyede bulunacaktır. Dinî kültürlerini, dine yapışmış, ona karışmış şüpheli şeylerden temizleyecektir. Bu gerçekleşince, mevzû hadislerden sahih hadislere döneceklerdir. Bu iş yapılacak olursa, tamamı hayır olur. Mevzû hadis kitaplarına tekrar tekrar bakıp mürâcaat etmek, başkaları bir tarafa, ilim tâlibini duyup ezberlediği, ancak tetkik edip araştırmadığı bâtıl ve yalan hadislerle çokça delil getirmekten kurtaracak, artık onları dayanak olarak alma tehlikesinden uzaklaşmasına yardımcı olacaktır.” 4049
“Mevzû hadislerden nasıl kurtulacağız?” sorusuna M. Yaşar Kandemir, şöyle cevap vermektedir: “Hadis tetkikçilerinin büyük gayretlerine rağmen, kâh İsrâiliyat veya ehl-i kitabın diğer sözleriyle, kâh hekim ve tabiplerin hikmetleriyle, bazen eskilerin meşhur ve güzel meselleriyle, bazen de kendi buluşlarıyla desteklenip gelişen mevzû hadisler, gerek dinin bünyesinde ve gerekse müslümanlar üzerinde yıkıcı tesirler icrâ etmiştir. Her şeyden önce, bu hesapsız uydurmalar, müslümanların dininin ana kaynaklarını gâyet emin bir şekilde okuyup öğrenmelerine, Peygamber’in (s.a.s.) söz ve hareketlerini olduğu gibi görüp tanımalarına büyük ölçüde birer engel teşkil etmiştir. Zira bu uydurmaların içinde, müslümanların günlük hayatlarını ve dinî yaşayışlarını pek yakından alâkadar eden birçok direktifler mevcuttur. Bilhassa zındık diye bilinen din düşmanları, İslâm imanı ile te’lifi kabil olmayan hurâfeler ve tanımayanlar nezdinde dini hakir gösterecek gülünç sözler uydurarak müslümanları bir keşmekeş içine sürüklemişlerdir.
İslâm’ın yanlış anlaşılmasında, iyi niyetle hadis uyduran müslümanların da büyük tesiri olmuştur. Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde görülen terğîb ve terhîb ifâdeleri, insanların ne aşırı bir ümide kaptıracak, ne de ye’se düşürecek
4048] Ahmed Dâvudoğlu, a.g.e. c. 1, s. 39, dipnot: 133
4049] Abdulfettah Ebû Ğudde, Mevzû Hadisler, çev. Enbiya Yıldırım, İst. 1995, s. 132
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir ölçüdedir. Fakat bunların icad ettikleri sözlerin herhangi bir ölçüsü bulunmadığı için, müslümanları ya hudutsuz bir af ve merhamet ümidiyle dini ihmal etmeye veya aşırı bir âhiret ve azap korkusuyla dünyayı ve dünyevî vazifelerini terk etmeye sevk etmiştir. Bu sûretle nice câhiller, Allah ile aralarında birer engel gördükleri mallarını, mülklerini, hanım ve çocuklarını bırakmışlar, dünya ile alâkalarını kesmek maksadıyla, kullar için yaratılmış nimetlerden yüz çevirerek aç-susuz kalmışlardır.
Hulâsa olarak şunu söyleyebiliriz ki, Peygamber (s.a.s.) adına hadis uyduranlar, muhaddislerin azimli çabaları sonunda tanınmış, icad ettikleri sözler de mevzûât kitaplarında toplanmıştır. Bunula beraber onlardan gelecek tehlikenin tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Çünkü mânâsının doğruluğu ve İslâm prensiplerine uygunluğu sebebiyle hadis diye meşhur olmuş pekçok uydurma haber, bu gün dahi dillerde dolaşmakta ve bazı kitaplarda yer almış bulunmaktadır. Bahis konusu tehlikeden tamamen emin olmak için, hadis olduğu kat’î sûrette bilinmeyen sözlerin güvenilir hadis kitaplarında bulunup bulunmadığını tahkik etmekten başka çıkar yol yoktur.” 4050
Hadis diye uydurulmuş sözler konusu bu şekilde apaçık ortaya çıktıktan sonra, gerek niyetleri bozuk olan İslâm düşmanları, gerekse gâfil olan câhillerin, şu âyetin hükmü gereği durumları meydana çıkarılmıştır: “Böylece helâk olacak kişi, apaçık bir delilden sonra helâk olsun. Diri kalacak kişi, apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın. Şüphesiz Allah, gerçekten işitendir, bilendir.” 4051
Önderimiz Rasûlullah’ı her türlü iftiradan tenzih ederiz. O’na yapılan iftiralardan birkaç tane mevzû hadisi, örnek olsun diye kaydediyoruz:
Uydurma Hadislere Örnekler
1) “Ölmeden önce ölünüz.” Aliyyu’l-Karî şöyle der: “Askalânî, sâbit olmadığını söylemiştir. Aslında bu, tasavvuf ehli sofilerin sözüdür. Ölmeden önce nefis ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kendinizi kurtarınız, demektir.”4052 Genellikle tasavvuf literatüründe bulunan ve bu literatürde hadis diye kabul edilen bu vecîze, hadis kitaplarında tesbit edilememiştir. Ancak, mevzû ve zayıf hadisleri toplayan eserlerde mevcuttur.4053 Yaptığımız araştırmalara göre Hz. Peygamber’den (s.a.s.) böyle bir söz rivâyet edilmemiştir. Kesin olan husus, bu sözün hadis olmadığıdır.4054 Ölmeden önce ölmek, ölü gibi yaşamak yerine; öldükten sonra yaşamanın, ölümsüzleşmenin, şehâdet ehli şehid olmanın yolu bulunmalıdır.
2) “Mü’minin artığı (mü’mine) şifâdır.” Aclûnî: “Necm (uddin el-gâzî), ‘İtkan’ adlı eserinde: ‘Bu, hadis değildir’ demiştir.” 4055
3) “Vatan sevgisi imandandır.” Aliyyu’l-Kari: “Zerkeşî, bunu, hadis olarak bulamadığını söyledi. Seyyid Muînuddin es-Sâfurî, sâbit değildir, dedi. Eskilerin sözü olduğunu söyleyenler vardır.” Sahâvî de: “Aslını bulamadım” dedi. Menûfî
4050] M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, -Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi, Ank. 1975, s. 198
4051] 8/Enfâl, 42
4052] Aliyyu’l-Kari, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İst. 1986, s. 122; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 291, no: 2669
4053] A. Yıldırım, s. 263
4054] M. Uysal, s. 340-342
4055] Aclûnî, a.g.e. c. 1, s. 458, no: 1500; Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 70
İHLÂS
- 931 -
de: “Mânâsının doğruluğunu iddia etmek, şaşılacak bir şeydir. Çünkü vatan sevgisi ile iman arasında bir münâsebet yoktur” demiştir.4056 Aclûnî: “Sâğânî, ‘mevzûdur’ demiş ve Mekasıd’da: ‘Bunun, hadis olduğuna rastlamadım’ diye beyan etmiştir.” 4057
4) “İki günü eşit olan aldanmıştır. Bu günü, dününden kötü olan mel’undur.” Aliyyu’l-Kari: “Abdülaziz’in rüyada aldığı bir öğüttür. Hatta Beyhakî’nin rivâyetine göre: ‘iyiliklerini arttırmayanlar zarardadır’ ilâvesi de vardır.’ Bostî de: ‘Kişinin, dünyalıktaki ilerleyişi noksanlık, hayırlı olmayan kazancı ise, hüsranlıktır’ dedi.”4058 Aclûnî: “Irâkî, tahkîkatında şöyle diyor: ‘Bu hadisi, Abdulaziz bin Ebî Revad’ın rüyası olarak biliyoruz...” 4059
5) “Düşmanın silâhıyla silâhlan!” Bu söz, sahih veya zayıf hiçbir senedinin olmadığı ve lafzının hiçbir mûteber kaynak hadis kitabında bulunmadığı, yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır.
6) “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Halk arasında dillerde hadis diye dolaşan ve Rasûlullah’ın hadisiyle hiçbir ilgisi olmayan bu söz, Bayezid Bistamî’ye âit olup Kuşeyrî Risâlesi’nde şu şekilde yer almaktadır: “Üstâdı bulunmayanın imamı şeytandır.”4060 Halk arasında ise, ilk şekliyle şöhret bulmuştur. Yine benzer bir uydurma hadis şöyledir: “Şeyhi olmayanın dini de olmaz.” Akşemseddin, bu rivâyeti kaynak belirtmeden Makamatu’l-Evliyâ adlı eserinde şeyhin önemini anlatırken zikretmiştir.4061 Kaynakların hiçbirinde yer almayan bu rivâyet uydurmadır (208). Hadis diye nakledilen benzer bir uydurma da şudur: “Kavmi içindeki şeyh, ümmeti içindeki peygamber gibidir.” (191)
7) “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” Ne yazık ki, halk arasında, hatta okumuş kesim arasında bile hadis olarak dolaşan bu sözün, hadis ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığı gibi, anlamı da; İslâm’ın rûhuna ve insanın yaratılış gâyesine tamamen aykırıdır. Hiçbir mûteber kaynak kitapta izine rastlanmamış, mevzû hadislerden bile kabul edilmediği için tahkik ehli ulemâ, ondan söz bile etmemiştir. Bu, kim tarafından uydurulduğu bilinmeyen bomboş bir sözdür.
8) “Haksızlığa karşı susan, dilsiz şeytandır.” Ebû Ali Dakkak’ın sözü olup ‘Kuşeyrî Risâlesi’nde şöyle kayıtlıdır: “Hak çiğnenirken susan, dilsiz şeytandır.” 4062
9) “İnsanlar helâktedir, âlimleri hâriç...” Hadis olarak uydurulan bu söz için Sâğânî: “İftirâ edilmiş bir sözdür, demiştir.4063 Hasan el-Basrî şöyle demiştir: “İlim sahipleri dışında olan insanların hepsi, helâke uğramışlardır. İlim sahibi olanların da amel edenleri dışındakileri helâke uğramışlardır. Amel edenlerinin de ihlâslıları dışında kalanlar, helâke uğramışlardır. İhlâslıları ise, büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” 4064
4056] Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 60-61
4057] Aclûnî, a.g.e. c. 1, s. 345-346, no: 1102
4058] Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 110
4059] Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 233, no: 2406
4060] Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, çev. Süleyman Uludağ, İst. 1991, s. 592
4061] A. İhsan Yurd-Mustafa Kaçalin, Akşemseddin’in Hayatı ve Eserleri, s. 332
4062] Abdülkerim Kuşeyrî, a.g.e. s. 258
4063] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 312, no: 2796
4064] Said Havvâ, El-Esas fi’s-Sünne, -İslâm Akaidi- çev. M. Ahmet Varol ve heyet, İst. 1992, c. 10, s. 11
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
10) “İşlerinizde darlığa düştüğünüz zaman, kabir ehlinden yardım isteyiniz.” Bazı tasavvuf kitaplarında, meselâ İbn Kemal Paşa’nın Erbaîn’inde geçmektedir. Allâme Âlûsi, bu konuda şunları söylemektedir: “Bu hadis, Rasûlullah’ın hadisleri hakkında ârif olanların icmâı ile Rasûlullah’a yapılan bir iftirâdır. Ulemâdan hiç kimse bu hadisi rivâyet etmemiştir ve bu hadis, itimad edilen hiçbir hadis kitabında bulunamamıştır. Şüphesiz Rasûlullah (s.a.s.), kabirleri mescid edinmeyi yasakladı ve kabirleri mescid haline getirenlere lânet etti.4065 Rasûlullah’ın bu tavrına rağmen, kabir ehlinden yardım talep etmeyi emretmesi nasıl tasavvur edilebilir? Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah’a yemin olsun ki, bu hadis, bir buhtân-ı azîmdir (büyük bir iftirâdır).” 4066
11) “Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur.” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, mevzû olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı sâbittir’ dedi. Denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini anlamış olur.” Bu sözün, Hz. Ali bin Ebî Tâlib’e (r.a.) âit olduğu beyan edilir.4067 Anlam bakımından bu sözün tersi daha doğru olmalıdır: "Rabbini bilen nefsini/kendini bilmiş olur." Allah'ı tanımadan insanın kendini/nefsini doğru tanıyabilmesi hemen hemen mümkün değildir. 4068
12) “Kalp, Rabbin (Allah’ın) Evidir.” Aclûnî: Aslı yoktur. Zerkeşî: Aslı yoktur. İbn Teymiye: Mevzûdur, demiştir. Aliyyu’l-Kari: “Sehavî, merfû olarak aslı olmadığını söyledi” der. 4069
13) “Mü’minin kalbi (gönlü) Allah’ın Arşıdır.” Aclûnî: “Sâğânî: ‘Mevzûdur’ diyor.” 4070
14) “Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben, yeryüzüne, göğe, Arş’a ve Kürsiye sığmam. Ancak müttakî mü’min kulumun kalbi, Beni içine alır (kalbine sığdım).” Aclûnî: “İhyâ hadislerinden. Irâkî, Tahcic’de: Aslı yoktur, diyor. İbn Teymiye ve Zerkeşî, İsrâiliyattan olduğunu söylemişlerdir. Rasûlallah’a ulaşan bir senedi bilinmemektedir. 4071
15) “Ben, bilinmeyen (gizli) bir hazine idim, bilinmeyi diledim. Birtakım kimseler yarattım. Onlara kendimi bildirdim ve onlar da beni bildiler.” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, ‘Peygamber’in sözü olmadığını, sahih veya zayıf bir senedinin bulunmadığını’ söyledi. Zerkeşî ve Askalânî de, ona (İbn Teymiye’ye) uydular. Sûfilerin sözlerindendir.4072 Aclûnî: “Suyûtî ve diğerleri de, İbn Teymiye gibi
4065] Bkz. Buhârî, Salât 82-83; Müslim, Mesâcid 22; Ebû Dâvud, Cenâiz 70-72, hadis no: 3227
4066] Şihâbuddin Mahmud el-Âlûsi, Rûhu’l-Meânî, Fî Tefsîri’l-Kur’ânî ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Beyrut, 1405/1985, c. 6, s. 127-128
4067] Nehcü’l-Belâğa, Hz. Emir Ali bin Ebî Tâlib, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Kum, 1989, s. 419; A. Yıldırım, 229-230
4068] Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T. Diyanet Vakfı Y., Ank, 2000, s. 229-230; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Y., Konya, 2001, s. 326-332
4069] Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 87
4070] Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 99, no: 1886
4071] Aclûnî, a.g.e. s. 195, no: 2256; Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 104
4072] Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 92
İHLÂS
- 933 -
değerlendirmişlerdir.” 4073
16) “Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanınız.” Suhreverdî, bu revâyeti şeyhlik makamını anlatırken zikretmiştir.4074 Elbânî, bu rivâyetin sünnet kitaplarında da Suyûtînin el-Câmiu’s-Sağîr adlı eserinde de aslının olmadığını belirtmektedir.4075 Hadis olmadığı, uydurma olduğu açıktır. (195)
17) "Allah yeri Cumartesi, o yerdeki dağları Pazar, ağaçları Pazartesi, sevilmeyen şeyleri Salı, nuru Çarşamba günü yaratmış. Yerin üzerine hayvanları Perşembe günü yaymıştır. Âdem'i de Cuma günü ikindiden sonra yaratılanların en sonunda ve Cuma saatlerinin sonunda, ikindi ile akşam arasında yaratmıştır." İmam Buhârî, bu sözün hadis değil, Kâ'bu'l-Ahbâr'ın sözü olduğunu ve merfû olarak rivâyetinin hata olduğunu belirtmektedir İbn Teymiye gibi İbn Kayyım da aynı kanaattedir. Ayrıca, bu rivâyet, Kur'ân-ı Kerim âyetlerine terstir. Bu rivâyet, yaratmanın yedi günde olduğunu belirttiği halde; Allah Kur'an'da yeri ve göğü altı günde yarattığını belirtmektedir. 4076
18) "Allah'ın yarattığı ilk şey akıldır. Allah ona 'öne doğru yürü!' dedi, o da öne doğru yürüdü; 'geriye doğru yürü!' dedi, o da geriye doğru yürüdü. Bunun üzerine Allah şöyle dedi: 'İzzetime ve celâlime yemin olsun ki, katımda senden değerli hiçbir şey yaratmadım. Seninle alır, seninle veririm; seninle ödüllendirir, seninle cezâlandırırım." Mutasavvıflardan Ahmet Avni Konuk, Suhreverdi, İsmail Hakkı Bursevi, hadis diye zikretmişlerdir. Hadisin ittifakla mevzû olduğu kabul edilmektedir.4077 Kur'an'ın yaratılışla ilgili anlatımlarıyla bağdaşması mümkün olmayan bir telâkki olduğunu belirtmektedir. Rivâyetin uydurma olduğu açıktır.
19) “Sen olmasaydın, Ben eflâkı (âlemleri) yaratmazdım.” Aliyyu’l-Kari: “Hulâsa’da da olduğu gibi, Sâğânî, mevzû olduğunu söylemiştir. 4078
20) “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâilin peygamberleri gibidir.” Aliyyu’l-Kari: “Demirî ve Askalânî, aslı olmadığını söylediler.”4079 “Şevkânî ve Zerkeşî, aslı olmadığını söylediler.” 4080
21) “Fakirlik, benim iftihârımdır ve ben onunla övünürüm.” Aliyyu’l-Kari: “Askalânî, bâtıl ve mevzû olduğunu, İbn Teymiye de, yalan olduğunu söylemiştir.”4081 "Fakirlik küfür olayazdı" hadisi çok zayıftır. Sahîh olması halinde, mânayı kalbî fakr'a hamletmek gerekir. Yani, kişiyi sızlanma ve korkuya atan, Allah'ın hükmüne rızâsızlığa, sema ve arzın Rabbince yapılan taksime itiraza sevkeden fakirliğe hamledilmesi gerekir. İşte bu sebeplerdir ki Rasûlullah (s.a.s.): "Çok malla zengin olunmaz. Gerçek zenginlik kalb zenginliğidir." 4082 buyurmuştur.
4073] Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 132, no: 2016; A. Yıldırım, 98-99; Kul Sadi Yüksel, Bu Böyledir, II/441-464
4074] Suhreverdi, Avârifu’l-Meârif, s. 323
4075] Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr bi şerhi’l-Akaidi’t-Tahâviyye, s. 123 -Elbânî’nin tahrîciyle-
4076] 7/A'râf, 54; 10/Yûnus, 3; 57/Hadîd, 4). (A. Yıldırım, a.g.e. s. 99-100
4077] Sâğânî, s. 35; Sehâvî, 163; Aclûnî, I/263 vb.
4078] Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 99; Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 164, no: 2123; A. Yıldırım, 121-123; A. Yıldırım, 121-123
4079] Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 82
4080] Muhammed bin Ali eş-Şevkânî, El-Fevâidu’l-Mecmûa fi’l-Ehâdîs-i Mevdûa, Kahire, 1380/1960, s. 286, no: 47, A. Yıldırım, 148
4081] Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 85-86; Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 87, no: 1835
4082] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
22) "Âdem su ile çamur arasında iken ben nebî idim." Hallâc, Suhreverdi, Ahmet Avni Konuk gibi tasavvuf ehli insanlar bu sözü hadis diye nakletmişlerdir. İbn Teymiyye, bu rivâyetin aslının olmadığın, bu lafızla rivâyeti ilim ehlinden kimsenin görmediğini ve bâtıl olduğunu söylemektedir.4083 Zerkeşî, bu lafızla aslının olmadığını belirtir.4084 Bu rivâyetin kaynağı bakımından dayanağı yoktur. Elbânî bu tür hadisleri uydurma kabul etmiştir.4085 Hemen hemen aynı bilgilere Aclûnî ve eş-Şeybânî gibi müellifler de eserlerinde yer vermişlerdir. Rivâyetin uydurma olduğu açıktır. 4086
23) "Ben, yaratılışta nebîlerin ilki, peygamber olarak gönderilme yönünden sonuncusuyum." Elbânî, rivâyeti zayıf kabul etmiştir.4087 Rivâyet, mûteber kabul edilen kaynaklarda yer almamaktadır. Zayıf veya uydurmadır. (126)
24) "Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: 'Kim benim velîme eziyet ederse Bana açıkça harp ilân etmiş olur. Ben yapmasını istediğim hiçbir şey hakkında mü'minin ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Fakat bunda, kulum ölümden hoşlanmıyordu. Kulum Bana yaklaşabilmesi için, kendisine farz kıldığım şeylerin mislini yapması gerekir. Kulum Bana nâfile ibâdetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihâyet Ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü ve tutan eli olurum..." Ebû Nuaym, hadisin garib olduğunu söylemiştir. İbn Ebi'd-Dünya 'nın muhakkıkı isnâdının zayıf olduğunu belirtmektedir. Elbânî ise isnâdının zayıf olduğunu söylemektedir.4088 Benzer iki rivâyet şöyledir: "Allah Teâlâ buyurur ki: 'Kim benim velîlerimden birini hafife alırsa (küçültür ve hakaret ederse); Benim karşıma düşman olarak çıkmış olur."; "Riyânın en basiti bile şirktir. Kim Allah'ın velî kuluna düşmanlık ederse Allah'a karşı harp ilân etmiş olur. Allah muttakî ve gösterişsiz gizli amel işleyen kullarını sever. Ki onlar, ortada yok iken hiç kimse tarafından sorulup araştırılmaz. Eğer bir topluluğun yanında iseler, çağrılıp fikirleri alınmaz. Onlar tanınmazlar. Kalpleri hidâyet lambalarına benzer. Bütün müşkil ve muğlak işlerin altından çıkarlar. Uhdesinden gelirler." İhyâ'nın tahricini yapan Irâkî, "bu rivâyet sahih değil, zayıf hadistir denildiğini, çünkü senedinde İsa bin Abdirrahman zayıf, hatta metruk bir râvîdir" der.4089 Rivâyet sahih olamaz. Çünkü rivâyette belirtilen velîlerin, sahâbe dışında olduğu ve sanki onlardan da daha faziletli oldukları hissedilmektedir. Sahâbenin derecesi mâlumdur. Bunun aksi, kabul edilen bir durum değildir. (146)
25) “Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” Hz. Peygamber böyle deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir.” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî4090 ve Hucvirî 4091 bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile ilgili olarak
4083] İbn Teymiyye, Hakikatu Mezhebi'l-İttihâdiyyûn, s. 126-127
4084] Zerkeşî, Tezkire, s. 172
4085] Muhammed Nâsıruddin Elbânî, Silsiletu'l-Ehâdîsi'd-Daîfe ve'l-Mevzûa ve Eseruhâ's-Seyyiu fi'l-Ümme, I/473-474
4086] A. Yıldırım, s. 125
4087] Elbânî, a.g.e. II/115, no: 661
4088] Sahîha, IV/189-193, A. Yıldırım, 145
4089] Irâkî, el-Muğnî, III/406, 10 nolu dipnot
4090] a.g.e. I/187
4091] a.g.e. 314
İHLÂS
- 935 -
eserlerine almıştır. Bu rivâyet, ikinci el kitaplarda yer almaktadır. Rivâyeti Irâkî, “bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirtir.4092 İbn Hacer, bu sözün hadis değil; İbrâhim bin Able’ye ait, dillerde dolaşan bir söz olduğunu söylemiştir.4093 Hz. Peygamber’in Tebük Gazvesi dönüşü buyurduğu rivâyet edilen bu söz hakkında İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İbn Teymiyye, görüşünü âyet4094 ve hadislere4095 dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir.4096 Gerçekten, Kur’an’da kâfirlere karşı cihadın önemini anlatan birçok âyet vardır. Kur’an, büyük cihad olarak kâfirlere karşı cihadı göstermektedir.4097 İsnâdı problemli olan bu rivâyetin metninin de âyet ve sahih hadislere ters olduğu anlaşılmaktadır. 4098
26) “Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir.” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazâlî’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir. 4099
27) "Ben yere ve göğe sığmadım, ancak mü'min kulumun kalbine sığdım." Kesin olarak uydurmadır. (240)
28) Hz. Peygamber'in hayâli gözünün önünden hiçbir zaman gitmeyen Hz. Ebû Bekir, bir gün Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek, 'Ey Allah'ın Rasûlü! Her zaman hayâlin gözümün önünde duruyor. Hatta kazâ-i hâcet ânında bile sizi hayal ediyorum' demişti. Rasûlullah (s.a.s.) ona: "tahayyül etmeyin" diye buyurmamışlardır. Bu rivâyeti Mevlânâ Hâlid, râbıtanın delillerinden bahsederken zikretmiştir.4100 Mevlânâ Hâlid, bundan şu sonucu çıkarır: "O halde râbıta ve büyüklerin örnek yaşayışlarıyla tahayyül edilmeleri her zaman mümkündür." Kaynağı bulunamamıştır. Kaynaklarda yer almayan bu rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (259)
29) "Beş şey ibâdettendir; az yemek, mescidlerde oturmak, Kâ'be'ye bakmak, okumadan da olsa mushafa bakmak, âlimin yüzüne bakmak."4101 Buradaki dipnotta hadisin zayıf olduğu belirtilmektedir. Rivâyet mûteber kaynaklarda yer almamakta, ayrıca Asr-ı Saâdette "mescidler" denecek kadar mescid olmaması, belirtilen zamanda Kur'an'ın mushaf haline getirilmemesi ve bugünkü anlamda âlim tâbirinin o dönemde kullanılmaması rivâyetin uydurma olduğunda tereddüde yer bırakmamaktadır. İbnu'l-Cevzî, bunu şöyle değerlendirir: "Hz. Peygamber'in zamanında mushaf mı vardı ki, ona baksın." 4102
4092] Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132
4093] İbn Hacer, Tesdîdu’l-Kavs; Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211
4094] 4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20
4095] bkz. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128
4096] Mecmûu Fetâvâ, c. 11, s. 197-200
4097] 25/Furkan, 52
4098] Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 227-228; Muhittin Uysal, a.g.e., s. 324-325
4099] A. Yıldırım, s. 228; M. Uysal, s. 325-326
4100] Hâlidiye Risâlesi, s. 16
4101] Deylemî, Firdevsu'l-Ahbâr, II/309, no: 2791; Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, I/613, no: 3966.
4102] Bkz. Ebû Şehbe, Difâ', s. 42) (267-268
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
30) "Hz. Âdem (a.s.) cennetten çıkarılmasına sebep olan hatayı işledikten sonra affedilmesi için (Nebî'nin hakkı ile tevessülde bulunarak) yaptığı duâda: 'Allah'ım! Beni Muhammed'in hakkı için Senden beni affetmeni istiyorum' diye yalvarmış. Cenâb-ı Hak: 'Ey Âdem! Henüz yaratmadığım halde Muhammed'i sen nasıl tanıdın?' diye sorunca, Hz. Âdem (a.s.): 'Yâ Rabb! Sen beni elinle yaratıp bana ruhundan üflediğinde başımı kaldırıp arşa baktığımda, arşın sütunlarında 'Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah' cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, ismine ancak mahlûkatın en sevimlisini izâfe edersin!' dedi. (Bundan dolayı onun ismiyle tevessül ettiğini söylemiş.) Bunun üzerine Allah: 'Doğru söyledin Ey Âdem! Gerçekten o, Bana yaratılmışların en sevimli olanıdır. Onun hakkı için (mâdem ki) Bana duâ ettin (tevessülde bulundun) Ben de seni affettim. Şâyet Muhammed olmasaydı seni halketmezdim' buyurdu."4103 Zehebî tarafından mevzû kabul edilen bu rivâyet, İbn Hacer tarafından bâtıl bir rivâyet diye nitelendirilmiştir. Heysemî, isnâdında tanınmayan kişiler olduğunu, belirtmiştir. İbn Teymiyye bu mevzûda nakledilen tüm hadislerin zayıf hatta mevzû olduğunu söylemiştir. Elbânî de rivâyetin Kur'an'a ters, bâtıl ve uydurma olduğunu tesbit etmiştir. Rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (274-1755)
31) “İlim Çin gibi uzak ülkelerde de olsa onu elde etmek için peşine düşünüz. İlim talep etmek, hiç şüphesiz, her müslümana farzdır.” Hatîb, Târîhu Bağdat adlı eserinde (9/364) rivâyet etmiş ve Ebû Atike’nin sika olmadığını söylemiş; İbn Arrâk ise İbn Hıbbân’ın rivâyete ‘bâtıl ve aslı yoktur’ dediğini nakletmiş,4104 Elbânî de bâtıl olduğunu söylemiştir. Rivâyetin aslı olmadığı açıktır. (308)
32) “Gizli bir ilim nevi vardır. Allah hakkında mârifet sahibi olanlardan başkası bunu bilmez. Bu ilimden bahseden ârifleri, Allah hakkında aldanış halinde olanlardan başkası inkâr etmez.” Hadisi Deylemî rivâyet etmiş, ancak buradaki dipnotta isnâdının zayıf olduğu belirtilmiştir.4105 Mûteber kabul edilen kaynaklarda yer almayan ve isnâdı zayıf olan rivâyetin uydurma veya en azından zayıf olma ihtimâli büyüktür. (310)
33) “Kim bildiği ile amel ederse, Allah Teâlâ, ona bilmediklerini de öğretir; amelinde muvaffak kılar, sonuçta kul cenneti hak eder (ve oraya girer). Kim de, bildiği ile amel etmezse, bildiğinde de şaşırır, Allah onu amelinde muvaffak kılmaz, sonuçta cehennemi hak eder (ve oraya girer).” Rivâyeti Ebu Nuaym Enes tarîkıyla merfû olarak rivâyet etmiş, rivâyet senedinin uydurma olduğunu söylemiştir.4106 Irâkî de Ebû Nuaym’ın ifadelerine aynen katılmıştır. Elbânî de mevzû olduğuna hükmetmiştir.4107 Rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (311)
34) “Bir zikir meclisinde bulunmak, bin rekât (nâfile) namaz kılmaktan daha faziletlidir. Bir ilim meclisinde bulunmak, bin hasta ziyaretinden ve bin cenâzeye iştirak etmekten daha faziletlidir.” Oradakiler: ‘Yâ Rasûlallah! İlim meclisinde bulunmak, Kur’an kırâatinden de faziletli midir?’ diye sorduklarında, Allah Rasûlü (s.a.s.), “Kur’an okumak, ilimle olursa ancak o zaman (asıl) faydayı verir.” buyurdu. Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî bu rivâyeti Allah’ın kalbe
4103] Kadı Iyaz, Şifâ, I338
4104] Tenzûh’uş-Şerîa, I/258
4105] Deylemî, Firdevsu’l-Ahbâr, I/258, h. no: 799
4106] Ebû Nuaym, Hilye, 10/15
4107] Daîfe, I/611
İHLÂS
- 937 -
koyduğu ilimle kalbin açılması hususunda zikretmiştir.4108 Kaynağı bulunamamıştır. Kaynağı belli olmayan rivâyetin mevzû olma ihtimali büyüktür. (313)
35) “Mü’minin firâsetinden sakının. Çünkü o baktığında Allah’ın nûru ile bakar.” Zehebî ve İbnu’l-Cevzî’nin çok zayıf ve münker diye tanıttıkları bu rivâyete Elbânî de zayıf demiştir. Rivâyetin zayıf olduğu açıktır. (318)
36) “Kırk gün süreyle Allah’a ihlâs ile amel edenin hikmet pınarları kalbinden lisânına akar.” İbnu’l-Cevzî, rivâyetin illetli olduğunu belirtmiştir. Zerkeşî, senedinde zayıflık olduğunu ifade eder. Elbânî de zayıf olduğuna hükmetmiştir. Rivâyetin zayıf olduğu anlaşılmaktadır. (319-320)
37) “Bâtın ilmi Allah’ın sırlarından bir sır ve Allah’ın kullarından dilediği kimselerin kalbine attığı hükümdür.” İbnu’l-Cevzî, sahih olmadığını ve râvîlerinin hepsinin bilinmediğini belirtmiş, Elbânî ise mevzû olduğuna hükmetmiştir. Uydurma olduğu açıktır. (324)
38) “Şeriat sözlerim, tarikat davranışlarım, hakikat hallerim, ma’rifet ise, her şeyim olan ana sermâyemdir.” Hiçbir hadis kaynağında yer almamaktadır. Kaynağı belli olmayan bu rivâyetin uydurma olduğu açıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında tarikat ve tasavvufî bir terim olan ma’rifet kavramları kullanılmıyordu. (325)
39) “Allah, âşıkları, kendilerinden sâdır olan (şatâhat gibi) kusurlarından dolayı muâheze etmez.” Sûfiyyenin hadis diye rivâyet ettiği sözdür.4109 Hiçbir hadis kaynağında bulunmayan bu rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (356)
40) “Mü’minin dünyadaki hediyesi fakirliktir.” (Tasavvuf büyüklerinden Ebû Tâlib el-Mekkî, hadisi zühd konusunu işlerken,4110 Gazâlî ise fakr bahsinde4111 zikretmiştir.) Deylemî’nin rivâyet ettiği bu hadise, Suyûtî, zayıf demiş, Deylemî de, zayıf bir senetle rivâyet etmiştir. Bu rivâyetin metni de tenkide açıktır. (385)
41) “Fakirlik, mü’mine atın yanağındaki dizgin ve alnındaki beyazdan daha süslüdür.” (Ebû Tâlib el-Mekkî, hadisi zühd konusunu işlerken (I/243), Gazzâlî ise fakr bahsinde4112 zikretmiştir.) Taberânî’nin Mu’cemu’l-Kebir’inde (VII, 294-295) zayıf bir isnadla rivâyet ettiği hadisi, Irâkî, senenidini zayıf kabul etmiştir. (385)
42) “Peygamberlerden en son cennete girecek olan, zenginliği sebebiyle Süleyman’dır (a.s.)...” [Ebû Tâlib el-Mekkî, hadisi zühd konusunu işlerken (I/243), Gazzâlî ise fakr bahsinde4113 zikretmiştir.] Taberânî, Evsat’ta ferd bir isnadla rivâyet etmiştir. Bunda, Irâkî’nin de dediği gibi, münkerlik vardır. Mevzû olma ihtimâli çok yüksektir. (385)
43) Bir hadis rivâyeti, “Hz. Peygamber, Allah Teâlâ, dünyayı, Âdem oğlundan çıkana benzetti” şeklindedir. Bu rivâyeti, Ebû Tâlib el-Mekkî zühd konusunu işlerken zikretmiştir (I/244). Rivâyeti Ahmed bin Hanbel4114 ve Taberânî rivâyet
4108] Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e. I/149
4109] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III/310
4110] Kuutu’l-Kulûb, I/243
4111] İhyâ, IV, 287
4112] İhyâ, IV, 287
4113] İhyâ, IV, 287
4114] Müsned, V/136
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmişlerdir. Fakat isnaddaki Ali bin Cud’ân hakkında ihtilâf edilmiştir. Rivâyet metnindeki nezâket ve üslûptaki düşüklük sebebiyle rivâyete ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Hadis zayıftır. (389)
44) “Karnınızı aç bulundurunuz. İhtirâsı terkediniz, bedeninizi çıplak bırakını, emellerinizi kısa tutunuz, ciğerlerinizi susuz bırakınız, dünyayı terkediniz; umulur ki bu sâyede Rabbinizi kalplerinizle görürüsünüz.” Hucvîrî, bu hadis rivâyetini açlık bahside zikretmiştir.4115 Irâkî, aslını bulamadığını söylemektedir.4116 Rivâyetin aslı olmadığı anlaşılmaktadır, uydurmadır. (391)
45) “Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır.” Bu rivâyeti, Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/254), Gazâlî ise dünyanın zemmi konusunda zikretmiştir. Aclûnî, İbn Teymiye ve Sâğânî, rivâyetin mevzû hadisler içinde yer aldığını belirtmiştir. Rivâyet, uydurmadır. (392-393)
46) “Allah Teâlâ, dünyadan yüz çeviren kimsenin kalbine hikmet yerleştirir, dilini konuşturur, dünyanın dert ve dermanını ona bildirir. Ve onu sâlim olarak dünyadan çıkarıp selâmete ulaştırır.” Bu rivâyeti Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/255), Gazâlî ise zühdün fazileti mevzuunda (IV/322) zikretmiştir. İbnu’l-Cevzî, Mevdûâtında almıştır. Rivâyetin uydurma olduğu bellidir. (393)
47) “Allah Teâlâ, giydiğine aldırış ve itibar etmeyen insanları sever.” Bu rivâyeti Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/258), Gazzâlî ise zühdün açıklanması mevzuunda (IV/338) zikretmiştir. Irâkî’nin aslını bulamadığı rivâyeti (IV/336) Beyhakî rivâyet etmişti, Subkî de İhyâ’da isnâdını bulamadığı hadisler arasında zikretmiştir (VI/372) Rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (394)
48) “Hz. Peygamber’in gömleği, zeytin yağcının gömleği gibi idi.” Bu rivâyeti Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/259), Gazzâlî ise zühdün açıklanması bölümünde (IV/337) zikretmiştir. Irâkî, Tirmizî’nin bu hadisi zayıf bir senetle rivâyet ettiğini söylemektedir (IV/337). Rivâyetin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.s.) meşhur sünneti olan nezâfet/temizlik özelliğine ters düşmektedir. (395)
49) “Allah’ım, beni fakir olarak vefat ettir, zengin olarak vefat ettirme. Beni miskinlerle haşret.” Bu rivâyeti Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/263) zikretmiştir. Rivâyeti, Beyhakî Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet etmiş, ancak rivâyetin isnâdında bulunan Hâlid bin Yezid bin Abdirrahman hakkında İbn Adî ve Zehebî, zayıf ve güvenilir olmadığını haber vermişlerdir. Rivâyetin uydurma olma ihtimali açıktır. (398)
50) “Zengine zengin olduğu için tevâzu gösterenin dininin üçte ikisi gider.” Bu rivâyeti Kuşeyrî fakir konusunda zikretmiştir.4117 Mûteber kaynaklarda yer almayan bu meşhur rivâyetin mevzû olduğu açıktır. (401)
51) “Yüz seksen senesi olduğu zaman, size gurbeti (yurdundan uzaklaşmayı) ve dağların tepelerinde ibâdete çekilmeyi helâl kıldım.” Eşref Ali, evlenmeyi
4115] Hakikat Bilgisi, s. 467
4116] el-Muğnî, III/214; Zebîdî, İthâf, VII/288
4117] Kuşeyrî Risâlesi, s. 445
İHLÂS
- 939 -
terketme ve uzlet bölümünde (s. 251) rivâyete yer verir. Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kuutu’l-Kulûb adlı eserinde rivâyet şu biçimi almıştır: “İki yüz senesinden sonra ümmetime bekârlık helâl kılınmıştır. Sizden birisinin o zamanda bir enik (köpek yavrusu) yetiştirmesi çocuk yetiştirmesinden daha hayırlıdır.” (II/239), Başka bir rivâyet de şu şekildedir: “İki yüz yılında sizin en hayırlınız ailesi ve malı olmayan bekâr kimsedir.” Bu tür rivâyetler genelde mevzûât (uydurma hadisler) kitaplarında yer almaktadır. Bu rivâyetler, kesinlikle uydurmadır. (405)
52) “Allah’ım, Beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, miskinler zümresinde haşret.” Tirmizî ve İbn Mâce, zayıf senedlerle rivâyet etmişlerdir. Hadis, zayıftır. (410)
53) “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış.” Bu lafızla uydurmadır.
54) “Kanaat, tükenmeyen bir hazinedir.” Bu rivâyet, bazı kaynaklarda hadis olarak geçer. Meselâ, bkz. Kurtubî, el-Kifâf ve’l-Kanâah, Kahire, 1408/1988, s. 14. Ancak İbn Hıbbân’ın, Muhammed bin Münkedir’in babasına nisbet ettiği bir sözdür.4118 Bu söz, kanaat hakkında güzel bir ifâde olsa da hadis değildir.
55) “Şüphesiz rüyâ; Allah’ın, uykusunda iken kulu ile yaptığı bir konuşmadır.” Hiçbir hadis kaynağında yer almayan bu rivâyetin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. (113)
56) “Kınalanın, çünkü melekler, mü’minin kınasını hayra işâret kabul ederler.”
57) “Abdest aldığınız zaman suyu gözlerinizin içine sokmaya çalışınız. Ellerinizi silkelemeyiniz. Çünkü o, şeytanın yelpâzesidir.”
58) “Hanım, eşinin çamaşırını yıkadığı zaman, Allah ona bin sevap verir. Bin hatasını affeder. Yeryüzündeki her şey o hanım için istiğfâr eder ve âhiretteki derecesini bin kat yükseltir.”
59) “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz.”
Bu rivâyet, uydurmadır, hadis değildir. Selâm bin Selîm’den rivâyet edilmiştir. İbn Süleyman da denen bu zâtın zayıflığı hakkında icmâ’ vardır. Bu şahıs hakkında, İbn Hırâş (Harrâş) “kezzâb”, İbn Hıbbân “uydurma hadis rivâyet eder” demiştir. Zehebî de hadisin uydurma olduğunu söylemiştir. 4119
60) “Gecelerin en büyüğü dörttür: Recep ayının ilk gecesi, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı geceleri.”
61) “Bir ibrik suyun fiyatı bir dinar (altın lira) olmuş olsa da Cuma günü banyo yapınız.”
4118] İbn Hibbân, Ravzatu’l-Ukalâ, Beyrut, 1397/1977, s. 150
4119] Bkz. Harun Ünal, Uydurma Hadisler, Mirac Yay., c. 5, s. 174-179; Aliyyu’l Kari, el-Esrâr, s. 372, h. 604; İbn Abdu’l Berr, Câmiu’l-Ilm, c. 2, s. 90-91; İbn Hazm, el-İhkâm; Elbânî, Silsiletu’l-Hadîsi’d-Daîfe, c. 1, s. 79, h. 58; Zehebî, Mîzân, c. 1, s. 413; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 1, s. 147, h. 381; Mahmut Yeşil, Va'z Edebiyatında Hadisler, T. Diyanet Vakfı Y.Ank. 2001, s. 194-195; Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T.D.V. Y. Ank, 2000; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis -Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler-, Yediveren Y. Konya, 2001
- 940 -
KUR’AN KAVRAMLARI
62) “Amellerin en faziletlisi en zor olanıdır.”
63) “Bana çok salevât getirin; çünkü kabirde ilk soru benimle ilgili olarak sorulacaktır.”
64) “Bana dünyada en çok salevat getiren, cennette en çok zevceye sahip olur.”
65) “Kibirli insana karşı kibirli görünmek sadakadır.”
66) Hz. Ömer bir gün Peygamber (s.a.s.)’in huzuruna geldi. Ağladığını görünce sebebini sordu. Efendimiz (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Cebrâil (a.s.)’in bana haber verdiğine göre, Allah (c.c.) müslüman olarak ihtiyarlayan kimseye azab etmekten hayâ etmektedir. Acaba, ihtiyar müslüman günah işlerken Allah’tan utanmaz mı?”
67) “Akîk yüzük takının. Çünkü o, taş değil; mübârek bir maddedir.”
68) “Zümrüt yüzük takınmak, fakirliği giderir.”
69) “Âlim meclisinde bir saat oturmak, Allah katında bin yıllık ibâdetten daha sevimlidir.”
70) “Hayvanın otu yiyip bitirmesi gibi, mescidde konuşma da iyilikleri yer bitirir.”
71) “Beş şey orucu bozar: Yalan, gıybet, koğuculuk, yalan yere yemin ve şehvetle bakmak.”
72) “En hayırlı ticâret, tuhafiyecilik; en hayırlı sanat da terziliktir.”
73) “Babanın evlâdına duâsı, Peygamber’in ümmetine duâsı gibidir.”
74) “Gözlerini kaybetmek, günahlar için mağfirettir. İşitme duyusunu kaybetmek de günahlar için mağfiret sebebidir. Bedendeki diğer noksanlıklar da böyledir.”
75) “Yahûdi ve hıristiyanlara selâm veriniz. Ama ümmetimin yahûdilerine selâm vermeyiniz.” Dediler ki: ‘Onlar kimdir ey Allah’ın Rasûlü?’ Buyurdu ki: “Ezanı ve ikameti duyup da cemaate gitmeyenlerdir.”
76) “Hayret edilecek bir şey olmadan gülmek ahmaklıktır.”
77) “Bir söz söylerken aksırmak, o sözün doğruluğu için âdil bir şâhiddir.”
78) “Kurbanlarınızı büyük kesiniz. Çünkü onlar sırat üzerinde binek hayvanlarınız olacaktır.”
79) “Mercimek yemenizi tavsiye ederim. O, mübârek bir yiyecektir. Kalbi yumuşatır, gözyaşlarını çoğaltır.”
80) “Gıybet, zinâdan daha kötüdür.” Sahâbîler, ‘bu nasıl olur, ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorunca Efendimiz (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Adam zinâ eder. Sonra tevbe eder ve Allah (c.c.) tevbesini kabul edebilir. Ama gıybet eden kimse, gıybet ettiği arkadaşı onu affetmedikçe, mağfiret edilmez.”
81) “Allah Rasûlünün, kabzası gümüşten bir kılıcı vardı. Adı zülfikârdı.”
İHLÂS
- 941 -
82) Peygamber (s.a.s.) patlıcanı yerdi ve faziletini de şu sözlerle anlatırdı: “Kim onu dert olarak yerse ona dert olur. Şifâ olarak yiyene de şifâ olur.”
83) “Yeni doğan çocuklarınızı, ağladıklarından dolayı bir sene dövmeyin. Çünkü onlar, dört ay kelime-i şehâdet söylerler, dört ay bana salât u selâm ederler, son dört ayda da ana-babalarına duâ ederler.”
84) “Melekler, karnı dolu kimsenin yanına girmez.”
85) “Zemzem suyu ile cehennem ateşi, bir kulda ebediyyen bir araya gelmez.”
86) "Kim bir kerre salevât-ı şerîfe okursa, onun zerre kadar günahı kalmaz."
87) "Kim bir ihtiyacını gidermekte güçlük çekerse, Bana salevât-ı şerîfe getirsin. Çünkü o, keder, üzüntü ve sıkıntıları giderir ve rızkı çoğaltır."
88) "Kim, abdest aldıktan sonra bir kerre Kadr sûresi okursa, sıddîklerden olur. İki kerre okursa şehidler dîvânına yazılır. Üç kerre okuyanı ise Allah (c.c.) peygamberlerle haşreder." (Sehâvî: "Abdestten sonra Kadr sûresi okumakla ilgili rivâyetin aslı yoktur" demektedir.
89) "Ey Ali! Hayrı, güzel yüzlülerden iste. Çünkü onlar cömerttir. Hayrı hayâ sahibi kimselerden talep et."
90) “İtaatkâr bir evlât, ana-babasına rahmet nazarıyla bakarsa, Allah (c.c.) ona kabul edilmiş bir hac sevâbı verir.” Dediler ki: ‘Her gün yüz kerre baksa?’ Buyurdu: “Evet, Allah en büyük ve en güzeldir.”
91) “Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının peygamberleri gibidir.”
92) "Kim bir âlimi ziyâret ederse Beni ziyâret etmiş olur. Kim bir âlimle musâfaha ederse, Benimle musâfaha etmiş olur. Kim bir âlimle oturursa, dünyada Benimle oturmuş gibi olur. Allah (c.c.) onu kıyâmet günü cennette Benimle oturacaktır."
93) “Kim, cehennemden âzâd edilmiş kişileri görmek isterse, talebelere baksın. Allah’a yemin ederim ki, bir âlimin dersine devam eden talebenin her adımına ve öğrendiği her harfe Allah (c.c.) bir senelik ibâdet sevabı verir. Her adımına cennette bir şehir inşâ eder. Yeryüzünde yürürken ona istiğfâr edilir. Affedilmiş olarak sabahlar ve akşamlar. Ayrıca melekler onlar için şâhitlik ederek şöyle derler: ‘İşte bunlar, Allah’ın cehennemden âzâd ettiği kimselerdir.”
94) "Kim bir âlime ikramda bulunursa, yetmiş peygambere ikramda bulunmuş olur. Kim bir talebeye ikram ederse yetmiş şehide ikram gibidir. Kim âlimi severse yaşadığı sürece hataları yazılmaz."
95) "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir."
96) "Mushaf'a bakmak ibâdettir."
97) “Gözlerini seven kişi, ikindiden sonra yazı yazmasın.”
98) “Allah Teâlâ buyuruyor: ‘Kim abdest bozar da abdest almazsa Bana eziyet etmiş olur. Kim abdest alır ve iki rekât namaz kılmazsa Bana cefâ etmiş olur. Kim namazı kılar da Benden bir şey istemezse Bana cefâ etmiş olur. Kim de
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
namazdan sonra Bana duâ eder de Ben ona istediğini vermezsem Ben ona cefâ etmiş olurum. Ben ise, cefâ eden bir Rab değilim.”
99) "Kim, kaşlarını devamlı tarakla düzeltirse, belâlardan kurtulur."
100) "Kim, saçını ayakta tararsa, borç altında kalır."
101) "Kim, sarı ayakkabı giyerse, onu giydiği müddetçe sevinci artar."
102) "Kim, besmeleyi güzelce yazarsa mağfiret olunur."
103) "Kim, üzerinde besmele yazılı bir kâğıdı, besmeleye hürmet ve onu kirlenmekten korumak için yerden kaldırırsa, Allah (c.c.) katında sıddîklar arasına girer ve müşrik bile olsalar, ana-babasının azâbı hafifletilir."
104) "Yemeğe üflemek bereketi giderir."
Aşağıda kadınlarla ilgili önemli bir kısmı uydurma veya zayıf olduğu halde, meşhur hadis kitaplarında yer alan örnekler vereceğiz. Bu hadis rivâyetlerinin bir kısmı sahih kabul edilse bile, Kur’an’a uygun şekilde te’vil edilip yorumlanması gerekmektedir. Genellikle bu tür hadis rivâyetleri, ilim sahipleri ve araştırmacılar tarafından eleştirilmiş veya te’vil edilmiş ise de; bu eleştiri ve yorumlar, kadını horlayan çirkin ifâdeli bu sözleri din gibi, mutlak hakikat olarak ve sahih hadis kabul ederek benimseyen geniş kitlelere ulaşamamıştır. Halk bu tür rivâyetleri dinin merkezine alarak kadını horlamış ve üstünlüğün takvâda olduğunu belirten ve kadını genel olarak erkekle eşit gören Kur’an hükümlerini bu hadisler ışığında te’vil etme yanlışlığına gitmiştir.
Örneğin İbn Hazm, “İnsanın insana secde etmesi câiz olsaydı, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim” mealindeki hadisi, râvîsi Şerik bin Abdillah, müdellistir, münker hadisleri zayıf râvîlerden alır, onların adını gizleyerek güvenilir râvîlere nisbet eder” diyerek cerhetmiştir. İbn Hazm, Hz. Âişe’den nakledilen, “Kadın üzerinde en fazla hakkı olan kişinin kocası, erkek üzerinde en fazla hakkı olan kimsenin ise annesi olduğu”na dâir hadis rivâyetini reddederken de şöyle der: Ebû Utbe (hadisi rivâyet eden şahıs), meçhuldür, onun kim olduğu bilinmiyor. Üstelik Kur’an ve sahih hadis, böyle bir hükmü geçersiz kılmaktadır.” 4120
Bu rivâyetlerden yola çıkılarak kadının küfre yakın nankörlüğüyle birlikte, âile reisi erkeğin kutsallığı(!) ile ilgili Kur'an ve Sünnet çizgisinden nasıl uzaklaşılıp yozlaşıldığı konuda yüzlerce örnekten birini, ibret olsun diye verelim. "...Onlardan (kadınlardan) birine dünya durdukça iyilik etsen, sonra senden bir şey görse (hemen) 'senden asla hiçbir iyilik görmedim ki!' der." Bu rivâyette tarif edilen "katıksız nankörlük" durumunu izah sadedinde İbn Hacer'in haber ile ilgili yorumları, Buhârî'nin İman bölümü içinde -sözkonusu rivâyete dayanarak- bir alt başlığın adını: "Kocaya Karşı Nankörlük ve Küfür Olmaksızın Küfür" şeklinde belirleyerek verir. İbn Hacer'in Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî'den naklettiği görüşler, bu rivâyetin içine yerleştirildiği bağlamı ortaya koyması açısından oldukça ilginç ve önemlidir. Buhârî'nin meşhur şerhi Fethu'l-Bârî'den iktibas edelim:
"Kadı Ebû Bek bin el-Arabî, bu (bab başlığının) şerhi sadedinde, şunları söylemiştir: 'Musannıfın bundan murâdı, itaatin iman olarak isimlendirildiği gibi,
4120] Bkz. İbn Hazm’ın Kütüb-i Sitte’ye Bakışı, Selman Başaran, İslâmî Araştırmalar, c. 2, sayı 19-20, s. 6
İHLÂS
- 943 -
meâsînin (günahların) de küfür olarak isimlendirilebileceğini beyan etmektir. Fakat kadına küfrün atfedildiği yerlerde kastedilen, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Birçok günah çeşidi arasında, kocaya karşı nankörlüğün özel olarak seçilmesi (Rasûlullah'ın şu sözüne atfen), hoş bir inceliktir. Hadis şöyledir: 'Eğer birinin birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.' Buna göre, kocanın hakkı, Allah'ın hakkı ile eş düzeyde mütâlaa edilmiştir. Kocanın karısı üzerindeki hakkı bu dereceye ulaşmışken, kadın kocasına karşı nankörlük ederse, bu onun, Allah'ın hakkını küçük gördüğüne dâir bir delil olur. Bu sebeple ona küfür ıtlak edilir; ancak bu dinden çıkarmayan bir küfürdür." 4121
“Uğursuzluk evde, kadında ve kısraktadır” şeklindeki Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği meşhur hadis rivâyetine ise, Hz. Âişe, duyduğu zaman itiraz ederek şunları söylemiştir: “Kur’an’ı Ebu’l-Kasım’a indirenin hakkı için, bu hadisi aktaran yalan söylemiş. Rasûl (s.a.s.) ancak şunu dedi: “Câhiliyye ehli şöyle derlerdi: ‘Uğursuzluk; binek kadın ve evdedir.”
Bu bağlamda bir hadis rivâyetinin eleştirisine, Mısır’lı mütefekkir Muhammed Gazzâli, şöyle yer veriyor: Buhârî’nin isnâdıyla rivâyet ettiği hadisin metni şöyle: “Havvâ olmasaydı hiçbir kadın kocasına ihânet etmezdi. İsrâiloğulları da olmasaydı (bekleyen) et bozulmazdı.” Muhammed Gazzâli, bu rivâyete ilişkin olarak şunları söylüyor: “Âdem’e ihânet eden Havvâ, nasıl ve kiminle ihânet etmiştir? Bu söz, tamâmen Hıristiyan akîdesine benziyor. Kâ’bu’l-Ahbar’ın söylediği bu sözü, Kur’an reddetmiştir. Bilakis Kur’an, Âdem’i cennetten çıkaranın Havvâ değil; şeytan olduğunu belirtmiştir. Havvâ’nın Âdem’e ihâneti kesinlikle İslâmî bir anlayış değildir. Ahd-i Atîk’ten kalma bir sözdür. Etin bozulup bozulmaması ise, tamâmen tabiî bir kanundur. Bekletilen et bozulur. Bu rivâyetin akla ve mantığa ters düştüğü âşikârdır. Kabulü mümkün değildir. 4122
Uydurma veya Peygamber’in (s.a.s.) konuşmalarından yanlış aktarılan hadislerin yanında; mantık ve anlam itibarıyla çirkin ve zorlayıcı, Kur’an ahkâmına ve sahih sünnete aykırı da olsa halk içinde dinî bir hassâsiyetle ve teslimiyetle kabul görerek yaptırım gücüne sahip olan kıssalar da, kadına uğursuzluk ve aşağılama atfeden anlayışları besleyip desteklemiştir. Bu kıssalarda genellikle kadının zihinsel yetersizliği ve akılsızlığı, irâdesizliği ve güvenilmezliği, nankörlüğü ve kadirbilmezliği, cinsel açıdan zaaf içinde ve dirençsiz oluşu, gösteriş düşkünlüğü yüzünden denetlenmesinin gerekliliği, okuyup yazmasının sakıncaları gibi konuların; zaman zaman edebe aykırı, müstehcenliğe varan bir üslûpla işlendiği görülmektedir. Bu tür kıssa ve menkıbelerin müslümanlar nezdinde yüzyıllardır mûteber olan âlimlerin/yazarların kitaplarında kayıtsız yer edişleri ise ayrı bir problem teşkil etmektedir. 4123
105) “Kadın zayıf olarak yaratılmıştır. Onun zayıflığını sükûtla karşılayın. Evlerde onların ırzlarını koruyun. Kadın, salona oturmasın. Ve ona yazı yazmayı öğretmeyin.”
106) “Bir hanım, eşinin izni olmadan evden çıkarsa, güneş ve ayın üzerine
4121] Fethu'l-Bârî, 1/105; Umdetu'l-Kari, 1/203
4122] Bkz. Sünnet Üzerine Bir Kitap ve Bir Açıkoturum, İslâmî Araştırmalar, c. 5, sayı 2, s. 100-118
4123] Cihan Aktaş, Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İs. Araş. c. 10, sayı 4, s. 245
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
doğduğu her şey, eve dönünceye kadar ona lânet eder.”
107) “Şâyet ben, bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.”
108) “Eğer kocanın tepesinden ayağına kadar bütün bedeni irinler içinde kalıp hanımı o irinleri diliyle silerse, yine de ona karşı teşekkür etmek vazifesini edâ etmiş sayılmaz.”
109) "Uğursuzluk üç şeydedir: At, kadın ve evde."
110) “Erkeğe, hanımını ne sebeple dövdüğü sorulmaz.”
111) “Kadınlara itaat, pişmanlıktır.”
112) “Kadınlara danışın, fakat onların dediklerinin tersini yapın.”
113) “Kadınları Allah Teâlâ geride bıraktığı gibi siz de geride bırakın.”
114) “Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı fitne-fesat olarak hiçbir şey bırakmadım”
115) “Kadınların akılları şehvetlerindedir.”
116) “Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin ve Sûre-i Nûr’u da iyi öğretin.”
117) “Havvâ olmasaydı, hiçbir kadın kocasına ihânet etmezdi. İsrâiloğulları da olmasaydı (bekleyen) et bozulmazdı.”
118) “Cennet sâkinlerinin en azı kadınlardır.”
119) “Kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan kadınlardan başkasını görmedim.”
120) “Kadın üzerinde en fazla hakkı olan kişi kocasıdır; erkek üzerinde en fazla hakkı olan kimse ise annesidir.”
121) "Ey kadınlar! Eğer kocalarınızın size olan haklarını bilseydiniz, ayaklarının tozunu yüzlerinize silerdiniz."
122) “Hangi kadın, kocası kendisinden râzı olarak vefat ederse, cennete girer.”
123) "...Kadınların dinleri ve akılları eksiktir."
124) "Şüphesiz kadın, karşınıza bir şeytan sûretinde gelir ve bir şeytan sûretinde gider."
125) “Kadın avrettir, dışarı çıktımı şeytan ona istişrâf eder/muttalî olur.”
126) “Kadınlar arasında sâliha kadın, yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir.”
127) "Doksan dokuz kadından biri cennette, diğerleri ise cehennemdedir."
128) "Kadınlara danışmayın, onlara muhâlefet edin. Kadınlara muhâlefet edin, zira kadınlara muhâlefet berekettir."
İHLÂS
- 945 -
129) "Kadınları önünüze geçirmeyin, onların üç adım önünden yürüyün."
130) "Kadınları yüksek yerde oturtmayın."
131) "Kadınlar için kabir daha hayırlıdır."
132) "Kadınların hayırlı işi, yün eğirmektir."
133) "Kadın, kocasından izinsiz evden çıkarsa, her şey onu lânetler."
134) "Kadınları aç ve çıplak bırakın."
135) "Kadınlar (muhâlefette ve istediklerini yapmada erkeklerden) baskındırlar."
136) "(Namaz kılanın önünden geçen) kadın, köpek ve eşek (ve domuz), namazı keser."
137) "...Cehennem ehlinin çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüm. 'Neden ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordular. (Cevâben:) "küfürlerinden dolayı" buyurdu. 'Allah'ı mı inkâr ediyorlar?' (diye tekrar) sordular. "Kocalarına karşı nankörlük ederler; iyiliğe karşı nankörlük ederler. İçlerinden birine dünya durdukça iyilik etsen, sonra, senden bir şey görse, (hemen) 'senden asla hiçbir hayır görmedim ki!' der."
138) Amr bin el-Âs'dan diyor ki: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bir dağ yolunda bulunurken, ansızın şöyle dedi: "Bakın! Bir şey görüyor musunuz?" Biz dedik ki: 'Kargaları görüyoruz. İçlerinde, gagası ve ayakları kızıl renkli, alaca bir karga var.' Rasûlullah şöyle buyurdu: "Kadınlardan cennete girebilecek olanlar, ancak şu (siyah) kargalar içindeki alaca karga gibi olanlardır."
Tasavvufî eserlerde hadis diye nakledilen zayıf veya uydurma çokça rivâyetler vardır. 4124
Halk arasında meşhur nice kitaplardaki kaynağı belirtilmeyen hadis rivâyetleri ele alınırsa, örnekler maalesef ciltlerle kitapları dolduracaktır. Özellikle tasavvufla, tasavvufî ahlâk ve ahlâkla ilgili eser ve konuşmalarda, yer yer vaaz, nasihat türü konuşma ve eserlerde bu tür örnekleri duyup görüyoruz. Din, sağlam kaynaklara, sağlam delillere dayandırılmalı, Kur’an ilkeleri, zayıf veya uydurma rivâyetlerle zedelenmemelidir. Dinle ilgili konularda güncel siyasal ve sosyal problemlere karşı uyanık olunması kadar; tarihsel süreç içinde hakka karışan bâtılları zor da olsa ayırdetmeye çalışmak, bugünün dâvâ adamlarının boynuna borçtur.
Âişe Anamıza Atılan Çirkin İftira: İfk Olayı
İfk; yalan, büyük yalan, iftira namuslu birinin namusu hakkında iftira etmek demektir. İfk olayı; İslâm tarihinde Rasûlullah’ın (s.a.s.) zevcesi ve mü’minlerin
4124] Tasavvufî eserlerde hadis diye nakledilen zayıf veya uydurma rivâyetler hakında geniş bilgi almak için bk. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T.D.V. Y. Ank, 2000; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis -Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler-, Yediveren Y. Konya, 2001; Mahmut Yeşil, Va'z Edebiyatında Hadisler, T. Diyanet Vakfı Y.Ank. 2001; Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Çamlıca Y. İst. 2002; Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Çamlıca Y. İst. 2001
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
annesi 4125 Hz. Âişe hakkında münâfıklar tarafından uydurulan iftira olayının adıdır. Olay Buhârî, Müslim gibi ana kaynaklarda tafsilâtlı olarak anlatılır. Bizzat Hz. Âişe, olayı cereyan tarzı ve sebepleriyle birlikte detaylı olarak anlatmaktadır.
Olayın gerçek yüzü münâfıkların, Medine'de güvenli bir yurt edinen ve günden güne gelişen İslâm toplumunu parçalamak için İslâm peygamberinin aile mahremiyetini hedef alarak, baş vurdukları bir aleyhte propaganda ve karalama hareketidir. Onlar, Rasûlullah'ın, en yakın arkadaşları ile arasını açabilirlerse, İslâm'ı yok etme emellerine kısa yoldan varabileceklerini zannediyorlardı. Münâfıklar Mustalikoğullarına karşı düzenlenen cihat harekatında, Hz. Âişe'nin başına gelen normal bir olaydan yararlanarak Hz. Ebu Bekir'le Rasûlullah'ın arasına fitne sokmaya ve Rasûlullah'ı gözden düşürmeye çalıştılar.
Münâfıklar, hicretin beşinci yılı Şaban ayında, Necid bölgesinde, Müreysî suyu yanında konaklamış olan Mustalikoğulları kabilesine karşı düzenlenen sefere savaşın şiddetli geçmeyeceğini bildikleri için kalabalık bir şekilde katılmışlardı.
Rasûlullah sefere çıkmadan önce, âdeti olduğu üzere, hanımları arasında kura çekmiş, kendisiyle beraber sefere gitme kurası Hz. Âişe'ye çıkmıştı.4126 Bu sefer esnasında münâfıklar, Mekkeli Muhacir müslümanlarla, Medine'nin yerlisi Ensar arasına fitne sokmaya da çalıştılar. Bunun için bölge ve kabile taassubunu kullandılar. Bir seferinde iki müslüman grubu birbiriyle kılıca sarılacak hale getirmiş, olay Rasûlullah (s.a.s) tarafından kolayca önlenmiştir. Bu arada münâfıkların reisi Abdullah b. Übeyy: "Medine'ye dönünce, aziz olanların, zelil olanları oradan çıkaracaklarını" söylüyordu.4127 Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s) Ensarı toplayarak durumu anlattı. Ensâr olaya son derece üzüldü. Böylelikle Abdullah b. Übeyy herkesin nefretini kazandı. Hatta oğlu babasının bineğinin üzengisinden tutarak: "Kendinin zelil olduğunu, Allah Rasûlunün de aziz olduğunu itiraf etmeden seni bırakmam!" demiş ve itiraf da ettirmiştir. 4128
Sefer dönüşü ordu, geceleyin bir yere konakladı. Hz. Âişe ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığının kopup düşmüş olduğunu gördü. Bu gerdanlığı Hz. Âişe'ye, gelin olduğunda annesi Ümmü Rûman hediye etmişti.4129 Diğer kaynaklar gerdanlığı kız kardeşi Esma'dan emanet aldığını yazarlar. Hz. Âişe, gerdanlığı aramak için ordunun dışında ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden muhafızları da dâhil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada oturup bekledi. Bu arada da olduğu yerde uyuyup kaldı.
Ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, hiç konuşmadan onu devesine bindirdi. Devenin yularını çekerek orduya yetiştirdi.4130 İkinci konakta Hz. Âişe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşılıp bir süre sonra genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat bilip dedikoduya başladılar.
4125] 33/Ahzâb, 6
4126] Buhârî, Şehâdet, 15
4127] 63/Münâfîkûn, 8
4128] İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübra, II, 65
4129] Vâkıdî, Meğazî, II, 428
4130] İbn Hişam, es-Sîre, II, 298
İHLÂS
- 947 -
Abdullah b. Übeyy el altından bu dedikoduyu besledi. Müslümanlar bunun iftira olduğunu anladılar. Meselâ Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî hanımına: "Ümmü Eyyûb! Senin hakkında böyle bir şey söylense kabul eder misin?" diye sordu. O, "Hâşâ, asâletli ve şerefli bir insan böyle bir şey yapmaz" cevabını verdi. 4131
Ne yazık ki münâfıklar dışında üç müslüman da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar; Bunlar Safvan'dan öç almak isteyen Hassan bin Sâbit, Rasûlullah'ın hanımlarından Zeyneb binti Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Hz. Ebû Bekir'in yardımlarıyla geçinen Mıstah b. Üsâse idiler. Hz. Âişe yolculuk dönüşü hastalandı ve annesinin bakması için baba evine gitti. Olanlardan tamamen habersizdi. Annesi ve babası da, Rasûlullah (s.a.s.) da olanları kendisine duyurmadılar. Kendisi de Rasûlullah'ın soğuk davranışına bir mana veremedi. Bir gün Mıstah'ın annesi durumu kendisine açınca derin bir üzüntüye kapıldı ve günlerce gözyaşı döktü.4132 Bu arada Rasûlullah (s.a.s.) kendisine durumla ilgili sorular sordu. Hz. Âişe ise, halini Allah'a havâle ettiğini bildirerek karşılık verdi.
Olayı duyan Safvan büyük bir öfkeye kapılarak kılıcını aldı ve öldürmek kastıyla Hassan'a saldırdı ve onu yaraladı. Bu Rasûlullah’a (s.a.s.) haber verilince Safvan'ın tutuklanmasını emretti. Aslında Safvan kadına ilgi duymayan, erkeklik gücü yok (hasûr) birisi idi. Bunu kendisi de açıkça ifade etmiştir. 4133
Rasûlullah (s.a.s.) durumu bir de Ashaptan bazılarıyla görüştü. Bunlardan Hz. Osman, Üsâme b. Zeyd, Zeyneb binti Cahş, Ümmü Eymen hep Hz. Âişe'nin tertemiz olduğuna şahitlik ettiler. Hz. Ömer, Hz. Âişe'nin nikâhının Allah tarafından kıyıldığını hatırlatarak, Allah'ın temiz olmayan bir kadınla onu nikâhlamayacağını söyledi. Yalnız Hz. Ali lehte olmayan bir konuşma yaptı ve Rasûlullah için kadının çok olduğunu belirtti. Bir de Hz. Âişe'nin hizmetçisinin sorguya çekilmesini teklif etti. Hatta doğru söylemesini sağlamak için onu tokatladı. Berire ise, hanımı hakkında iyilikten başka bir şey bilmediğini belirtti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) durumu bir de Ashâb'a bildirmek üzere minbere çıktı ve bu konuda onların yardımını istedi. Ensardan Sa'd b. Muaz: "Ey Allah'ın Rasûlü, sana ben yardım edeceğim. İftiracı Evs kabilesinden ise, ben onun boynunu vururum. Eğer Hazrecli kardeşlerimizden ise, bize emredersin, emrini yerine getiririz" deyince Hazreclilerden Sa'd b. Ubâde buna karşı çıktı. Karşılıkla atışmalar neticesinde çıkan anlaşmazlığı Rasûlullah (s.a.s.) yatıştırdı.
Rasûlullah (s.a.s.) büyük üzüntüyle oradan, babası Ebû Bekir'in evinde bulunan Hz. Âişe'nin yanına gittiğinde, Allah onun temizliğini şu âyetlerle Rasûlüne bildirdi:
"O iftira haberini getirenler, sizlerden bir zümredir. Onu siz kendiniz için bir şer sanmayınız. Belki o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah vardır. Günahın büyüğünü yüklenen kimseye de büyük bir azap vardır. Ne olurdu o iftirayı işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü’minler, kendi nefislerine kıyas ederek hüsnü zan etselerdi de; bu açık bir iftiradır deselerdi!
O iftiracılar buna dört şahit getirselerdi ya! Şahitleri getiremeyince de onlar, Allah katında muhakkak yalancıdırlar. Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın fazl ve rahmeti üzerinizde
4131] İbn Hişâm, a.g.e, s. 302
4132] Müslim, Tevbe, 56
4133] İbn Hişam a.g.e, s. 306, Müslim, Tevbe, 57
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunmasaydı, içine daldığınız o ifiradan dolayı, sizi her halde büyük bir azap çarpardı. Ortaya atıldığı zanları siz, o iftirayı dillerinizle birbirinize yetiştiriyordunuz. Hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söyleyiveriyor ve bunu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah katında büyük bir vebal idi."
"Ne olurdu, onu işittiğiniz zaman: "Bunu söylemek bize yakışmaz! Sübhanallah! Bu büyük bir bühtandır" deseydiniz ya!..." 4134
Bu âyetlerin inişi başta Rasûlullah (s.a.s.) olmak üzere bütün mü’minleri sevindirdi. Ama iftira yapanların ve yayanların cezası da verilmeliydi. Cenab-ı Hak bunun üzerine şu iki âyeti indirdi:
"Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra da (bununla ilgili olarak) dört şahit getirmeyen kimselerin (her birine) seksen değnek vurun. Onların ebedî şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir. Ancak (bu hareketlerine) tövbe edip durumlarını ıslah edenler müstesnâdır. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir." 4135
Âyetlerde, zinâ iftirası atanlar için üç ayrı hüküm konulmuştur:
1- İftiracıya seksen sopa vurulacak,
2- Şâhitliği ebediyyen kabul edilmeyecek,
3- Allah'ın tâatinden çıktığı için fâsıklıkla vasıflandırılacaktır.
İftira eden, pişman olur, tövbe ederse fâsıklık vasfını üzerinden kaldırmış olur. 4136
Bu âyetlerin inmesi üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Hassan, Hamne ve Mıstah'a zina iftirası cezası olarak seksener değnek vurdurdu. Abdullah b. Übeyy'e bu ceza tatbik edilmedi. 4137
Hz. Ebû Bekir kızına yapılan iftiraya karıştığı için Mıstah'a vermekte olduğu yardımı kesmişti. İftira cezası tatbik edildikten sonra Cenabı Hak: "Sizden (dinde) fazilet ve (dünyada) servet sahibi olanlar, akrabalarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." 4138 âyetini indirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: "Vallahi ben, Allah'ın beni bağışlamasını elbette arzu ederim. Vallahi ben, artık bunu ondan hiç bir zaman kesmem" dedi ve Mıstah'a vermekte olduğu nafakayı vermeye tekrar devam etti. 4139
İftira, içi başka dışı başka olan iki yüzlü münâfıkların metodudur. İftiradan sakınmak, iftiraya uğrayan mazlumlara arka çıkmak, zalim ve iftiracıları yalanlamak gerekir. 4140
Kazf: Nâmuslu Bir Kimseye Zinâ İftirası
Kuvvetle atmak, sözü ağzından atıvermek, dokundurmak, iffetine iftira etmek anlamına gelen “kazf”, terim olarak; Nâmuslu bir erkek veya kadına "sen
4134] 24/Nûr, 11-20
4135] 24/Nûr, 4-5
4136] M. Ali es-Sabûnî, Kur'an-ı Kerîm'in Ahkâm Tefsîri, II, 107
4137] Muhammed Rıda, Muhammed (s.a.s), Mısır 1357/1938, s. 303
4138] 24/Nûr, 22
4139] Buharî, Meğazî 34, Tefsîru'l-Kur'ân 6; Müslim, Tevbe 56
4140] İsmail Kaya, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 93-94
İHLÂS
- 949 -
zinâ ettin..." ey zâniye..." gibi sözlerle zinâ suçlaması yapmak anlamında bir İslâm hukuku terimidir. Kazf büyük günahlardandır. Bu konuda Cenab-ı Hakk "Şüphesiz nâmuslu, kendi halinde olan mü'min kadınlara (zinâ iftirâsı) atanlar, dünyada ve âhirette lânet olunurlar. Onlar için büyük bir azap vardır."4141 buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde, kazfi, insanı helâke götüren yedi unsurdan biri olarak zikretmiştir. 4142
Kazf cezası, eğer iftirayı yapan kimse hür ise cezası seksen değnektir: "Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup da, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek (hadd) vurur, onların şahitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin." 4143 Değnekler vücudunun belirli bir yerine değil, çeşitli yerlerine vurulur. Yalnız manto, palto gibi dış elbiseleri çıkarılır. Eğer iftira eden köle ise cezası kırk değnektir: "Câriyelere, hür kadınlara olan azabın yarısı vardır." 4144
İftira edilen kimsenin muhsan olması; hür, akıllı, bâliğ, müslüman ve namuslu olması demektir. Kişi iftira ettiğini söyleyip sonra bundan caymaya kalkarsa, bu kabul edilmez, yani kendisine cezâ uygulanır. Bir kâfire zina isnad eden veya bir müslümana zinadan başka bir şey atfeden meselâ, ey fâsık, ey kâfir veya ey habis diyen kimse İslâm Devletinin koyduğu bir ceza (ta'zir) varsa onunla cezalandırılır.
Ta'zirin en çoğu otuzdokuz en azı üç sopadır. Hakim birisine had uygulayıp veya ta'zir ettiğinden dolayı o kimse ölürse, hakim sorumlu değildir. İftiradan dolayı had cezası uygulanan müslüman tevbe etse bile, şahitliği kabul olunmaz.4145 Ancak tevbesi sebebiyle fâsıklıktan kurtulmuş olur. Şâfiîlere göre ise tevbe edince, hem fâsıklıktan kurtulur, hem de bundan sonra şahitliği kabul edilir.
Kâfir iken, iftiradan dolayı kendisine had cezası uygulanan müslüman olursa, şahitliği kabul olunur. Çünkü müslüman olmakla kendisine şahitlik hakkı yeniden doğar. 4146
Lian: Eşler Arası Güvensizliğin Bedeli ve İftiraya Set Çekme
Lian; Zinâ sebebiyle evliliği sona erdirme yöntemine denir. Liân ve eş anlamlısı mulâane, La'n kökünden "Leane"nin mastarıdır; Allah'ın rahmetinden kovulma ve uzaklaştırılma; kocanın karısını zinâ ile suçlaması ve bunu dört şâhitle ispat edememesi halinde, hâkim önünde özel şekilde ve karşılıklı olarak yeminleşme anlamında bir İslâm hukuku terimidir. Hanefî ve Hanbelilerin ortak tarifine göre, liân; koca tarafından yalan söylüyorsa Allah'ın lâneti kendi üzerine çekilerek, yeminlerle güçlendirilmiş şehâdetlerdir. Kadın da, eğer yalan söylüyorsa, Allah'ın gazabını üzerine çeker. Bu yeminleşme koca için "kazf" cezâsı ve kadın için zinâ cezâsı yerine geçer, Liân, evliliği sona erdiren bir boşanma yoludur.
Liânı doğuran sebep şudur. Bir erkek yabancı bir kadına zinâ ithâmında
4141] 24/Nûr, 23
4142] Buhârî, Vesâyâ 23
4143] 24/Nûr, 4
4144] 24/Nûr, 4
4145] bk. en-Nur, 24/4
4146] el-Kurtubî, el-Cami' fi Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965-1966, XII, 190-195; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, IV, 3478-3483; Mevdûdî, Tefhimul Kur'ân, İstanbul 1986, III, 431 vd. Seyyid Kutup, Fî Zilâli'l Kur'ân, İstanbul t.y., X, 381 vd.; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 327
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunursa, bunu dört şâhitle ispat etmesi gerekir. Aksi halde zinâ iftirası yapmış sayılır ve kendisine seksen değnek dayak vurulur.4147 Kazf cezâsı, önceleri, eşine zinâ isnâdında bulunan ve bunu dört şahitle ispat edemeyen koca için de uygulanıyordu. Nitekim Ashâb-ı kiramdan Hilâl b. Ümeyye (r.a.), hanımına zinâ isnâdında bulununca Rasûlüllah (s.a.s.); dört şahitle bunu ispat etmesini, aksi halde zina iftirası cezası (kazif) uygulanacağını bildirdi. Bunu birkaç defa daha tekrar etti. Hilâl b. Ümeyye şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü; bizden birimiz karısını bir erkekle zina halinde görüyor; delil istiyorsunuz. Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben doğru söylüyorum. Şuna inanıyorum ki, Allah, benim sırtımı bu dayaktan kurtaracak şeyi sana indirecektir."4148 Bu olay üzerine aşağıdaki "mulâane âyeti" indi.
"Hanımlarına zina isnat edip de, kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah'ı şahit tutup yemin etmesiyle olur. Beşinci defasında, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadının da kocasının yalancılardan olduğuna dair, Allah'ı dört defa şahit tutup yemin etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defasında; kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler." 4149
Âyetin ilk uygulaması Hilâl ailesi üzerinde oldu. Hz. Peygamber, Hilâl'i çağırdı. Hilâl, doğru söylediğine dair, dört defa Allah'ı şahit tutup, beşincide, eğer yalan söylüyorsa, Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını istedi. Sonra karısı getirtilerek, o da aynı şekilde yemin etti. Beşincide, eğer kocası doğru söylüyorsa, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diledi. Allah'ın elçisi sonra onların arasını ayırdı.4150 Liân âyetinin Uveymir el-Aclânî ve zina isnadında bulunduğu hanımı hakkında indiği de rivâyet edilmiştir. Âyetin hükmünün, önce Hilâl ailesine ikinci olarak da Uveymir ailesine uygulandığı görüşü daha sağlam görünmektedir. 4151
Liânın sebebi ikidir. Birincisi; bir erkeğin karısına, yabancı bir kadına isnat edildiği zaman zina cezası uygulamasını gerektiren zina isnadında bulunması. İkincisi; babanın henüz doğmamış olan veya doğmuş bulunan çocuğun nesebini reddetmesi.
Ebû Hanîfe'ye göre, çocuğun nesebini reddetmek, hemen doğumun arkasından veya normal olarak en geç bir hafta içinde olmalıdır. Koca, karısının doğurduğu çocuğun nesebini kabul etmemekle, ona zina isnadında bulunmuş olur ve mulâane yoluna gidilir. Bu süre geçtikten sonra, çocuğun nesebi, susma sebebiyle sabit olur. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, nifas sonuna kadar, çocuğun nesebini reddetmek mümkündür.4152 Nifas müddeti doğumdan itibaren kırk gündür.
Liânın rüknü; yeminle birlikte Allah'ı şahit gösterme ve her iki eşin lâneti
4147] 24/Nûr, 4
4148] Buhârî, Şehâdât 21, Tefsîru Sûre 24/3, Talâk 28; Müslim, Liân 2; Ebû Dâvud, Talâk 27; Ahmed bin Hanbel, I/273, III/142
4149] 24/Nûr, 6-9
4150] eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, 1250 H, y.y., VI, 268
4151] eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 268
4152] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, Beyrut 1328/1910, III, ?39; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire, t.y., III, 260 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, III, 79
İHLÂS
- 951 -
üzerine çekmesidir.
Liânın Şartları üçtür:
1. Eşler arasında evliliğin devam etmekte olması gerekir. Eşlerin daha önce cinsel temasta bulunmamış olması hükmü değiştirmez. Evli olmayanlar arasında veya yabancı bir kadına zina isnadında bulunulması halinde mulâane yoluna gidilemez. Bir erkek, yabancı bir kadına zina isnadında bulunduktan sonra onunla evlense, kendisine yalnız kazif cezası gerekir, Liân uygulanmaz.
2. Nikâh akdinin sahih olması gerekir. Meselâ, şahitsiz evlenen ve bu sebeple nikâhı fasit olan eşe mulâane uygulanmaz.
3. Kocanın şahitlik yapma ehliyetine sahip olması. Bu durum; eşlerin akıl, bâliğ ve müslüman olmasını ve kazif suçundan dolayı had cezasına çarptırılmamış bulunmasını gerektirir. Eşlerin âmâ veya fâsık olması sonucu etkilemez. 4153
Çocuğun nesebini reddedebilmek için bazı şartların bulunması gerekir:
1. Hâkimin eşler arasında tefrika (ayrılık) kararı vermesi. Çünkü ayrılığa hüküm verilmeden önce, nesebi red gerekmez.
2. Nesebin, Ebû Hanîfe'ye göre, en geç bir hafta içinde, Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre nifas müddeti içinde reddedilmesi gerekir. Çoğunluğa göre, neseb reddinin en kısa sürede (fevrî) yapılması gereklidir.
3. Nesebin kabulü anlamına gelen bir işlemin yapılmaması gerekir.
4. Tefrik sırasında çocuğun hayatta olması şarttır. 4154
Mulâane sırasında yeminden kaçınma veya liândan dönme halinde; Hanefîlere göre liândan kaçınan koca ise, yemin edinceye veya yalan söylediğini itiraf edinceye kadar hapsedilir. Hapis cezasının bir yarar sağlamayacağı belli olursa, kazif cezası uygulanır. Yeminden kaçınan kadınsa, mulâane yapması ve kocasını tasdik etmesi için hapsedilir. Kocasını doğrularsa serbest bırakılır. "Yemin etmesi, kadından azâbı kaldırır." 4155 âyetinde belirtildiği gibi Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, liândan kaçınanlara zinâ cezâsı uygulanır. Çünkü liân, zina cezasının yerine geçmiştir.
Koca, hâkim önünde yapılan liân işleminden sonra, yemininden dönerse kendisine kazif cezası verilir. 4156
Liânın hükümleri: Eşin zinası sebebiyle hâkim önünde vuku bulan mulâane sonunda aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkar.
1. Kocadan kazif veya tâzir cezası düşer. Kadın da zina cezasından kurtulur.
2. Mulâaneden sonra, eşlerin cinsel temasta bulunması haram olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Mulâane yapanlar artık sonsuza
4153] el-Kâsânî, a.g.e., III, 24; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, III, 259; el-Meydânî, a.g.e., III, 75,78; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., II, 805 vd.
4154] el-Kâsânî, a.g.e, III, 246-248; el-Meydânî, a.g.e; III, 79; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 811
4155] 24/Nûr, 8
4156] el-Kâsânî, a.g.e., III, 238; el-Meydânî, a.g.e., II, 808; İbn Âbidin a.g.e., II, 808
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadar bir araya gelemez" 4157
3. Eşler, mulâane sonunda hâkim kararı ile birbirinden ayrılmış olurlar. Delil; Hz. Peygamber'in Hilâl b. Ümeyye ile eşini ayırmasıdır.4158 Burada, hâkimin ayırma hükmü, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre "bâin talâk" niteliğindedir. Çünkü prensip olarak hâkim kararı ile gerçekleşen boşama bâin talâk sayılır. Koca, daha sonra, yalan söylediğini ikrar eder veya şahitlik yapma ehliyetini kaybederse karısı kendisine helâl, çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, Liân sonucu gerçekleşen ayrılık, süt hısımlığı yüzünden ayrılıkta olduğu gibi "nikâh akdini fesih" niteliğindedir; ebedî haramlığı gerektirir ve artık bu iki eşin yeniden evlenmesi mümkün olmaz.
4. Zinâ fiiline bağlı olarak doğan veya doğacak olan çocuğun nesebi baba yönünden reddedilmiş sayılır. Artık bu koca ile çocuk arasında miras ve nafaka hukuku cereyan etmez 4159
Tefsirlerden İktibaslar
"İsrail'in (Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladıkları dışında kalan tüm yiyecekler İsrailoğulları'na helâl idi. De ki; 'Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyunuz.' Kim bundan sonra Allah adına yalan uydurursa, bunlar zâlimlerin ta kendileridirler." 4160
Yahûdiler, Hazreti Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) Risaletinin sıhhatine kusur bulmaya yol bulmak, fikirleri karıştırıp akılları ve kalpleri sarsmak için her delili, her şüpheyi ve her hileyi kullanmak istiyorlardı. Bu nedenledir ki, Kur'an'ın Tevrat'ta bulunanları tastik ettiğini görünce şöyle demeye başladılar: "O halde İsrailoğulları'na haram kılınan şeyleri (rivâyetlere göre İsrailoğulları'na haram olan bizzat deve etini ve sütünü zikretmişlerdir.) Kur'an nasıl helâl kılıyor?" Bilindiği gibi İsrailoğulları'na haram olan birçok şeyi yüce Allah müslümanlara helâl kılmıştır.
Burada Kur'ân-ı Kerim, yahûdilerin, Kur'an'ın Tevrat'ı tasdik ettiğini ve İsrailoğulları'na haram kılınan bazı şeylerin müslümanlara helâl kılındığını şüpheyle karşılamalarına, "İsrail'in (Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladığı dışında kalan bütün yiyecekler İsrailoğulları'na helâl" olduğuna dair tarihi gerçekle cevap veriyor. Bilindiği gibi İsrail, Yakub'dur (selâm üzerine olsun). Rivâyetlere göre şiddetli bir hastalığa yakalanması üzerine, şâyet iyileşirse Allah'a, en çok sevdiğim deve etini ve sütünü yemeyeceğime dair gönüllü olarak adakta bulunur; bunun üzerine Allah da, adağını kabul eder. İsrailoğulları'nın geleneği de babalarının kendine haram kıldığını tamamen haram saymak şeklinde sürüp gelmiştir. Bunun yanında, işledikleri bazı suçlara ceza olarak, yüce Allah başka şeyleri de İsrailoğulları'na haram kılmıştır. Bu haramlara En'am sûresindeki şu âyette işaret edilmiştir: "Yahûdilere bütün tırnaklı hayvanları haram
4157] eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 271
4158] eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 274
4159] bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 244-248; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., III, 253 vd.; el-Meydânî, a.g.e., III, 77-78; İbnRuşd, Bidâyetü' l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 120 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., VII, 410-416; Abdurrahman es-Sabünî, Medâ Hürriyeti'z-Zevceyn fi't-Talâk, Beyrut 1968, II, 896 vd.; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 22-23
4160] 3/Âl-i İmrân, 93-94
İHLÂS
- 953 -
ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık; bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yahut kemiklerine yapışan yağlar müstesna. Bu haramı onların azgınlıklarına ceza olarak yaptık. Ve şüphesiz Biz doğruyuz." 4161
Bundan önce bu yiyeceklerin hepsi İsrailoğulları'na helâldi. Yüce Allah, onlara, bütün bu yiyeceklerin aslında helâl olduğunu ve kendilerine özgü nedenlerle haram kılındığı gerçeğini ifade ediyor. Dolayısıyla bu maddelerin müslümanlara helâl kılınmasından yola çıkarak Kur'an'ın ve bu son İlâhî Şeriatın sıhhatinden şüphelenmenin yersiz olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Âyet-i kerime onları, Tevrat'a müracaat etmeye ve O'nu getirip okumaya davet ederek bu suretle haram kılmanın kendilerine has olup genel olmadığını göreceklerini bildiriyor: "De ki; eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyun." 4162
Daha sonra âyeti kerime, Allah'a yalan yere iftirada bulunanı tehdit ederek, böyle yapanın, gerçeğe, nefsine ve insanlığa adil davranamayacağını belirtiyor. Zalimin cezası bellidir. Onları bekleyen azabın gerçekleşmesi için onların bu şekilde ayıplanmaları yeterlidir. Onları Allah'a yalan iftirada bulunuyorlar ve sonuçta da Allah'a döneceklerdir. 4163
Günümüz ve İftirâ
İftirâ, öyle kötü bir huy ve davranıştır ki, Yüce önderimiz Hz. Peygamber, İslâm’a yeni girenlerden biat alırken Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak gibi tevhidî, hırsızlık ve zinâ gibi sosyal önemi bulunan prensipler yanında; iftirâ etmemeyi de zikredip bu konuda da söz alması,4164 iftirânın İslâm’a girer girmez bir mü’minin hemen bırakması gereken çok önemli bir suç olduğunu isbat eder. Yine, benzer şekilde Kur’ân-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem’e biat etmeye gelen kadınlar heyetinden, iftirâ uydurmama konusunda da biat etmelerini emreder. 4165
Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim, bütün mü’minlerin ancak kardeş olduğunu ilân eder.4166 Peygamberimiz (s.a.s.); “Sizden biriniz, kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş sayılmaz.”4167 buyurur. Yine bir hadis-i şerifte: “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.” 4168 buyurulur. Bu hükümler, kardeşliğe zarar verecek diğer ahlâkî problemler yanında, mü’minlerin birbirine asılsız suç ve kusur isnat etmelerini, yani iftirâyı da önlemeyi amaçlamaktadır.
Müslüman, her duyduğunu, araştırmadan hemen kabul edip, o duyduğuna göre davranamaz. Fâsık birinin getirdiği, asılsız olması muhtemel haberlere doğruymuş gibi ilgi gösteremez.4169 Günümüzde insan, televizyon veya gazete muhâbirlerinin, gazetecilerin eline düşmeyegörsün, yalanların en kuyruklusu, iftiraların en acımasızı ile medya tanrısına(!) iştahla kurban edilir. Özellikle
4161] 6/En'âm, 146
4162] 3/Âl-i İmrân, 93
4163] Fî Zılâl
4164] İbn Hişam, II/73-75; İbnü’l-Esîr, II/96
4165] 60/Mümtehıne, 12
4166] 49/Hucurât, 10
4167] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72
4168] Buhârî, İman 4, 5; Müslim, İman 64, 65
4169] 17/İsrâ, 36; 49/Hucurât, 6
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yazılı ve görsel medyada gündeme getirilen konuların, haberlerin araştırılmadan doğru kabul edilmesi, o yalan ve iftiralara ortak olunması demektir. Hele hele, yeterli araştırma yapmadan müslümanlar hakkındaki hususları, yabancı ve yabancılaşmış yerli ajansların haberlerini hemen tasdik edip doğru diye etrafa yaymak, çoğu zaman iftira suçunu tümüyle işlemek anlamına gelecektir. İslâm ahlâkında, müslümanlar aleyhinde, onları kötüleyici ve incitici mâhiyetteki her türlü konuşma ve dedikodu yasaklanmıştır. Hz. Peygamberimiz, bir kişiyi kendisinde bulunan bir kusurla anmanın gıybet, ona asılsız bir kusur veya suç isnat etmenin de iftirâ olduğunu bildirmiştir.4170 Bilindiği gibi, her ikisi de Kur’an’da yasaklanmıştır. 4171
Kur’an ve hadislerde yalan konusunda çok ısrarla durulmuş ve şiddetli ifâdelerle yalanın büyük bir günah olduğu belirtilmiştir. İftirâ da aslında bir yalan türüdür, hem de yalanın en çirkinlerindendir. O yüzden yalanla ilgili tüm uyarılar, aynı zamanda iftirâ için de, hem de daha ağır bir şekilde geçerlidir. Yine, İslâm’da çok önemli vebal olarak gösterilen kul hakkı, iftirâ suçunda kesin olarak ve büyük çapta sözkonusudur. Ayrıca, Kur’an, iftirâcı kimselerin şeytanın dostları, kurbanları olduğunu şu ifâdelerle belirtir: "Size şeytanların kimler üzerine inip durduğunu haber vereyim mi? Her günahkâr iftirâcı, yalancı, sahtekâr üzerine iner. Bunlar (şeytanın iftirâ ve yalanına) kulak verirler. Çoğu ise yalancıdır." 4172
İslâm’ın kesin ifâdelerle yasakladığı, insan onuruna saldırı sayılan ve kul hakkının gasbı olan iftirâ, günümüzde insanlar arasında sık rastlanan bir ahlâksızlıktır. İftirâ, basit bir çıkar uğruna, bazı mahalle kadınlarının çekemedikleri birileri, kimi esnafın birbirleri hakkında, çalışanların rekabet uğruna meslektaşlarına attıkları, hiç olmazsa izi kalan bir çamurdur. Satıcıların çoğu, kendi mallarını abartılı bir şekilde överken, farklı fiyatla piyasada satılan benzer ürün için, kendi sattıklarının “kaliteli”, (diğerlerinin kalitesiz) olduğunu iddiâ etmekte, “ama, bunun kalitesi farklı” diyerek, belki daha kaliteli bir mala ve onu satana iftirâ atabilmekte hiçbir beis görmüyor. Reklamların da direkt veya dolaylı yollarla benzer ürünler için şuuraltına yerleştirdiği durumun iftirâ kavramıyla yakın ilgisi vardır.
Bir parti mensûbunun diğer partiliye, ya da partiye karşı çıkan tevhîdî müslümana rahatlıkla iftirâlar atabildiğine, kendisiyle aynı düşünceye sahip olmayan veya farklı metotlar tâkip eden müslümanlara çeşitli itham ve iftirâlar yağdırabildiğine, bu iftirâlara itiraz bile edilmeden dinlenildiğine hatta iltifat edildiğine, iftirâların ucuz müşterilerinin bulunduğuna şâhit olabiliyoruz. Müslüman cemaatlerin birbirleri hakkında, farklı cemaatin ağabeyi, lideri veya hocası hakkında yaptıkları gıybetlerin önemli bir bölümü de iftirâ cinsinden olabilmektedir. İsbat edemeyeceği, gözüyle görmediği ve kulağıyla duymadığı dedikoduları, bir müslümanın inceleyip araştırmadan önüne gelene aktarması, iftirâ suçuna sık sık bulaşmasını neticelendirmektedir. “Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak (vebal yönüyle) yeter.” 4173
Bilerek veya bilmeyerek, iyi niyetle veya kötü niyetle, direkt veya dolaylı
4170] Müslim, Birr 70; Tirmizî, Birr 23
4171] 49/Hucurât, 12; 3/Âl-i İmrân, 94; 33/Ahzâb, 58 vb.
4172] 26/Şuarâ, 221-223
4173] Müslim, Mukaddime 5; Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992
İHLÂS
- 955 -
olarak iftirâ suçunu işleyenler, birilerinin huzurunu bozdukları gibi, toplumda müslümanların birbirine itimadını sarsmış, kardeşliğe darbe vurmuş olmaktadırlar. İftirâya uğrayan insan, bunun acısını iyi bilir. Bir iftirâ uğruna hayatı zindana dönmüş, kahrolmuş, nice psikolojik hastalıklara yakalanmış, toplumdan kopmuş, hatta intihar etmiş nice insan vardır. Toplumda, iyi bir insan, emîn/güvenilir bir kişi olarak tanınma hakkı ve görevi olan bir müslümanın, söylemediği bir söz veya yapmadığı bir suçtan dolayı kamuoyunda cezâ çekmesi, acı ve incitici olduğu kadar, iftirâyı atan için de o oranda büyük bir günahtır. “Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları, yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler bir iftirâ ve açık bir günah yüklenirler.” 4174
İftirâ; çoğunlukla kıskançlıktan, çekememezlikten, kişinin kendisine olan güven ve saygısını kaybetmesinden ortaya atılır. İftirâcı kimseler, çoğunlukla aşağılık duygusuna sahiptir. Kendini çevresine isbat edememiş, hayırlarla adını duyuramamış insan, bu konuda faâl olanları karalamakla onları kendinden daha aşağı göstermek, dolayısıyla kendini bu şekilde öne çıkarmak ve tatmin olmak istemektedir. Müfterîler çoğunlukla; çıkarcı, kıskanç ve başarısız kimselerdir. Başkalarını kötü göstermekten sadistçe zevk alan, kendilerindeki eksiklik ve zaafları başkalarına atfedip kolay yoldan aşağılık duygularını gidermek istemektedirler. Bu, basit bir suç değildir; kul hakkına tecâvüz ve kardeşlik hukukuna darbe olduğu ve müslüman toplumu içten içe kemiren bir virüs olduğu için, Allah katında çok büyük günahtır. 4175
Günümüzde bazı müslümanlar, sırf kendi mezheplerinden, kendi tarikatlarından, kendi parti, vakıf, dernek, meşrep ve metotlarından farklı oldukları için nice müslümanı tekfîr edebilmekte, o müslümana en büyük iftirâyı yapabilmekte sakınca görmemekteler. Haksız tekfîr, bir mü’mine yapılabilecek en büyük iftirâdır. Ahlâklı, nâmuslu müslüman bir kadına “fâhişe” demekten daha ağır bir suçtur bir müslümanı tekfir etmek. Çünkü mürted kabul edilen bu kimsenin nikâhı da, nâmusu da düşmekte, idamlık bir suç işlediği değerlendirilmekte ve âhirette ebedî cehennemlik olduğu söylenmek istenmektedir. Bu iftirânın büyüklüğünden dolayı, hadis-i şerifte; bir mü’mine “kâfir” diyerek iftirâ eden kimsenin, onu öldürmüş gibi günah işlemiş sayılacağı belirtilir.4176 Bir mü’mine “kâfir” diyerek veya onu “sapık” ilân ederek ya da farklı şekilde bir suçlama ile onun onurunu zedeleyerek iftirâ etmek, insanın âhiret hayatını iflâsa götürecek olan kul hakları arasında gösterilir. 4177
Müslümanlar, özellikle İslâm’ı temsil konumunda kabul edilen cemaat önderleri, İlâhiyat profesörleri, tarikat şeyhleri ve her seviyeden hocalar, kendi yaşayış ve faâliyetleriyle İslâm’a iftirâ atacak bir tavır sergilemeseler bile, onları örnek kabul eden toplumun İslâm’ı yanlış ve eksik tanımalarına fırsat vererek, kalabalıkların İslâm’a iftirâ atmalarına sebep olabileceklerini düşünmek zorundadırlar. Bu yüzden olsa gerektir; “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocaların dediğini yap; ama gittiği yoldan gitme” tavsiyesi şöhret bulmuş, hatta günümüzde “hangi hocaların hangi dediklerinin yapılıp yapılamayacağı” tartışılır olmuştur. İslâm’a dâvet ve hizmet etmeleri gereken nice kimseler,
4174] 33/Ahzâb, 58
4175] 4/Nisâ, 112; 24/Nûr, 15
4176] Buhârî, Edeb 44; Tirmizî, İman 16
4177] Müslim, Birr 60; Tirmizî, Kıyâmet 2
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’ın önünde gölge olmakta, İslâm’ın yanlış tanınmasına sebep olmaktalar. Hepimiz kendi kendimize “biz de bu tiplerden biri miyiz acaba?” diye sormalı, eğer “evet”, hatta “belki” diyorsak, ya hallerimizi değiştirip ıslah etmesi, veya İslâm’a engel olmamak için bizi helâk etmesi için Allah’a duâ etmeliyiz.
Müslümanlara atılan iftirâdan daha büyük vebali olan iftirânın en çirkini, İslâm’a, Peygamber’e ve Allah’a atılan iftirâdır. Günümüzde İslâm’a nice iftirâlar atıldığını, Dinin “irtica” olarak yaftalandığı, İslâm’da olmayan şeylerin İslâm’dan kabul edilerek ve İslâm’da olan nice şeyin de İslâm’da olmadığı gibi değişik şekillerde ithamlar yapılabildiği, özellikle medyadan her gün izlenmektedir. Bazıları bu iftirâlara sessiz kalarak veya İslâmî hükümleri ketmedip gizleyerek dolaylı bir şekilde desteklemiş olmakta, bazıları bid’at ve hurâfeleri din şeklinde takdim ederek dine iftirâlar uydurabilmektedir. Tek hak din olan İslâm’ın, Kur’an ve Sünnette kuralları belirlenip nasıl uygulanacağı gösterilen hükümlerin, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu yerlerde yok sayıldığı, zamanı geçmiş ve son kullanma tarihi eskimiş sayıldığı, alaya alındığı, hakaret edildiği, yani değişik şekillerde iftirâ atıldığı herkesin bildiği ve gördüğü bir vâkıadır. Bunun sonucu olarak İslâm’a iftirâ atılarak “Amerikancı, Batının çıkarlarına uygun din, resmî din, devlet dini, tâğutların râzı olduğu din, Millî Güvenlik Kurulunun prensiplerine uyan din, Türk Standartlarına uygun din, Atatürk ilkelerine ters düşmeyen din, laiklik ve kapitalizmle, ırkçılık ve tarihçilikle uzlaşıp sentezlenmiş din, halk dini, hurâfeler ve bid’atların temsil ettiği din, sûfîlerin/sofuların dini, entelektüel din, kandil geceleri ve Ramazan günlerine âit din, folklorik ve nostaljik din... şeklinde algılanan din anlayış ve yaşayışı, İslâm’a dil veya fiille atılmış en büyük iftirâlardır.
İslâm’ı “tevhid” kavramından bağımsız ve onunla ilişkisiz şekilde takdim etmek Din’e bir iftirâ olduğu gibi; Tevhid Dini’ni parçacı, uzlaşmacı ve sentezci şekilde sunmak da İslâm’a iftirâdır. İslâm, bazılarına göre sakal, sarık, cüppe, çarşaf ve tesbihten ibârettir. Bazılarına göre siyaset ve devletten, cihaddan ibârettir. Bazılarına göre ilim tahsil edip nutuk atmaktan, tebliğden ibârettir. Bazılarına göre radyo yayını, gazete ve dergi çıkarmaktan ibârettir. Kimilerine göre cemaat çalışmasından, teşkilâtçılıktan, vakıf ve dernek faâliyetinden, kimilerine göre de oy verip filan partiyi desteklemekten, ya da falan yazarın yazdığı kitapları okuyup açıklamaktan ibârettir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Körlerin fili tanımladığı gibi parçayı bütün yerine koyan, ormanı ağaca kurban eden zavallılar, eksik ve yanlış bir İslâm tanımı ve tanıtımı yaptıklarını niçin düşünmezler? Güçleri sadece bazı alanlarda sınırlı çalışmalara yeten, ama dini bunlardan ibâret görmeyen, faydalı olabilecekleri bazı alanlarda bütünün bir parçası olarak çalışma yapanlara değil sözümüz. Kur’an’da Allah’ın hiç önemsemediği şeyleri ya da dinin sadece bir-iki esasını Dinin kendisi, bütünü diye sunanlara; din ve hizmet adına yapıştığı ve öne çıkardığı, tek yol olarak insanlara sunduğu bir-iki husustan başkasının din ve hizmet olmadığı anlayışında olanlara; bu parçacı, eksik ve yanlış din anlayışının Allah’ın dinine (ed-Dîn’e) iftirâ olduğunu söylüyoruz.
Peygamberimizin hayatında tamamlanmış olan dine,4178 ondan sonra ilâveler yapan mantık da, dine iftirâ etmektedir. “(Dinde) sonradan ortaya çıkan her şey
4178] 5/Mâide, 3
İHLÂS
- 957 -
bid’attır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık da insanı ateşe sürükler.”4179 Bu hadis-i şerife rağmen, dine ve ibâdete sonradan katılan ilâvelerin kimilerini “bid’at-ı hasene (güzel bid’at)” diye sunup savunan anlayış da dine iftirâ etmektedir. Nice zikir törenlerini, semâ âyinlerini, şiş sokmaları, Kur’an’da ve Sünnet’te olmayan zikir ve ibâdet biçimlerini, ilâhî ve mevlitleri din olarak sunan veya kabul eden kimseler de Dine iftirâ etmiş olmaktadırlar. Kur’an ve Sünnetle çerçevelenmiş Dinin içindeki bazı hususları yok sayan atmalar da, dine ve ibâdete yapılan katmalar da Dine iftirâdır.
Tabii, İslâm’ı değişik sentezlere bulayıp Hakla-bâtılı karıştırmak da Dine iftirâdır. İslâm’la Türklüğü, Kürtlük veya Araplığı... sentez yapıp meselâ “Türk İslâm Sentezi”, “Türk İslâm’ı”, “İslâm Sosyalizmi”, “Demokratik İslâm” gibi adlandırmalar İslâm’a bir iftira olduğu gibi, ad vererek ya da vermeyerek Din adına bu tür yaklaşımları benimsemek, yani başka bir beşerî görüş veya ideoloji ile İslâm’ı harmanlayıp sentezlemek; slâm’a eksiklik atfetme ve Allah’ın ikmâl edilmiş dinini değiştirme ve başka bir şeyle tamamlama iddiâsında bulunmaktır, adını Allah’ın koyduğu ve içini O’nun doldurduğu Din’e bir iftirâdır.
Bilindiği gibi, iftirâ; uydurmak demektir. Uydurmaların en çirkini de Allah adına yapılan uydurmalardır. Yani, Allah’a âit olmayan bir sözü O’na nisbet etmek, O’nun hükmü olmadığı halde, O’nun hükmü diye bir şeyi O’na atfetmek iftirâların en kötüsüdür. Allah (c.c.) adına helâl ve haram ölçüleri koymak iftira olduğu gibi,4180 Allah’ın indirdiği hükümlerden daha iyi ve daha adâletli kabul edilerek insanların yaptıkları yasaları benimseyip uygulamak da büyük bir iftirâ ve fecî bir zulümdür. Allah’ın yetki vermediği hiç kimsenin dinî hüküm koymaya hakkı olmadığı gibi, insanların uydurdukları hurâfe ve bid’atlara Allah’ın dini diye bağlananlar da dine iftira etmektedirler. “Yoksa, onların, kendilerine, Allah’ın izin vermediği şeriat/hüküm/din olarak koyan ortakları mı var? Eğer (bir süre fırsat verilmesi hakkında) karar olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Kuşkusuz zâlimler için acı bir azap vardır.” 4181
Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur. Hüküm O’na âittir, insanları yönetme, yetiştirip terbiye etme (rubûbiyet) O’nun hakkıdır. Müşriklerin ortaya attıkları hükümlere ve ibâdet biçimlerine Allah izin vermemiştir. Onların uydurdukları gelenekler, Allah’ın hükümleri değil, şeytanların telkinleridir. 7/A’râf sûresi 37-39. âyetlerde, Allah’a iftirâ ederek, kendiliklerinden Allah adına helâl ve haram koyanların, ya da Allah’ın âyetlerini yalanlayanların en zâlim kimseler oldukları vurgulanıyor. “Allah’a karşı iftira edip yalan uydurandan... daha zâlim kim olabilir?!” 4182
Daha çok, câhillerin ve günahkâr fâsıkların, bilinçli ya da bilinçsiz müşrik ve münâfıkların, İslâm’ın bazı emir ve yasaklarını kabul etmedikleri ve kendi anlayışları içinde dinden saymadıkları, onların konumu açısından pek yadırganmamaktadır. Elbette, onların bu tavırları Din’e büyük bir iftirâdır. Ama en az bunlarınki kadar, hatta umulmadık kimseler tarafından sâdır olduğu için etkisi daha büyük olan ve yadırganacak olan iftirâ, takvâ adına yapılanlardır. “Dillerinizin
4179] Müslim, Cum’a 43, hadis no: 867; Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4606; İbn Mâce, Mukaddime 7; Nesâî, Iydeyn 22
4180] 3/Âl-i İmrân, 94
4181] 42/Şûrâ, 21
4182] 6/En’âm, 93
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘şu helâldir, şu haramdır’ demeyin, sonra Allah’a karşı iftirâ/yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı iftirâ edip yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar. Azıcık yaşama(nın ardından), onlara acı bir azap gelecektir.”4183 Birtakım akıl yürütmelerle, kıyaslarla, gerçekte mubah olan yiyecekler üzerine yasaklar koyarak dini zorlaştırmanın, Allah’a iftirâ ve büyük bir suç olduğu belirtiliyor. Müşrikler, bâtıl düşüncelerle, hurâfeci geleneklere dayanarak Allah’ın güzel nimetlerinden bir kısmını kendilerine haram saymışlardı.4184 Bugün de böyle birtakım geçersiz kıyaslara, akıl yürütmelerine, tutarsız sözlere dayanarak birçok nimeti haram kılan kimseler vardır. Âyet, kendi akıllarıyla böyle yasaklar koyan herkesi uyarmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın vahyi olmayan şeyleri Allah’ın vahyi şeklinde göstermeyi, Allah adına din hükümleri koymayı en büyük zulüm sayar. Peygamberimiz (s.a.s.) de “Kim benim üzerime yalan söylerse, (benim söylemediğim bir sözü ‘hadis’ diyerek bana atfederek iftirâ atarsa) cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın." Buyuruyor.4185 Bırakın halk tabakasından câhil kimseleri, hemen tüm vâiz ve hatipler, nice dinle ilgili kitap yazan âlimler bile, “Peygamberimiz buyuruyor ki...” diye Rasûlullah’a isnâd ettikleri hadisin kaynağını belirtmeyi gereksiz görüyorlar. Böylece sahihlerin yanında nice uydurma sözler Peygamber’e mal edilerek o büyük insana bilerek veya bilmeyerek, iyi niyetle de olsa iftirâ atılmasının kapıları açılmış oluyor. Kulaktan dolma bilgiler edinmiş halkın ve hatta nice hoca ve yazarın dağarcığında o kadar çok sahih zannedilen uydurma hadis vardır ki, şaşmamak mümkün değil. Peygamber’e isnad edilen bu uydurmalarla dinin temiz kaynağı bulanmış oluyor. Müslümanlar arası gayr-ı meşrû ihtilâfların, din anlayışlarındaki uçurumların, haklı veya haksız tekfirlerin temel sebeplerinden biri Peygamber’e ve dine yapılan bu iftirâlardır. Dinle ilgili konularda yazı yazanlardan ve konuşma yapan hocalardan sahih ve mûteber kabul edilen kaynaklarda yer almayan hadislere karşı müslümanların uyanık ve titiz olmaları, dinlerinin aklanması için, terketmemeleri gereken görevleridir. Özellikle de kaynaksız ve delilsiz olarak hadis diye sunulan sözlerin ve yazıların kaynağını ilgili kişiden sormaları ve bu kaynaksız ya da sahih olmayan kaynaklara dayanan hadislere izin vermeyen bir üslûp ve tavır takınmaları, dine iftirâ suçuna iştirakten kurtulmak için müslümanların üzerine bir borçtur.
“….Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla (Allah’a) iftirâ etmiş olur.”4186 âyetinde olduğu gibi ‘şirk’ Allah hakkında büyük bir iftirâdır. Şirkin, en büyük iftirâ ve Allah’a şirk koşarak bu iftirâyı atanların en büyük zâlimler olduğu unutulmakta, unutturulmakta ve müslümanlar bu büyük müfterîleri dost sanıp yanlarında yer alabilmektedir. Kendisine, karısına, anasına, nâmusuna iftirâ atılınca, aslan kesilen/kesilecek olanların, Allah’a en büyük iftirâyı atanlara karşı sesini çıkarmaması neyle ve nasıl izah edilebilir? Allah’ın farzlarını geçersiz kabul edenlerin, O’nun yasaklarını kanunlaştırıp bayraklaştıranların, yani en büyük müfterîlerin yardımcısı ve yardakçısı olanlar, en azından onlara sessiz kalarak zımnen destek verenler, dünyada rahat etseler bile, âhiretteki hesaptan nasıl kurtulacaklardır?
4183] 17/Nahl, 116-117
4184] 10/Yûnus sûresi, 59-60
4185] Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798
4186] 4/Nisâ, 48
İHLÂS
- 959 -
Allah’a iftirâ atmanın en çirkin yolunun O’na şirk koşmak ve şirk koşmanın da en büyük zulüm olduğu,4187 zâlimlere az da olsa meyletmenin kişiyi cehenneme götüreceği 4188 akıldan çıkarılmamalıdır. Hıristiyan ve yahûdilerin Allah’a oğul nisbet etmeleri ve din adamlarını rab edinmeleri, Allah’ın şânına yakışmayacak nitelikleri Allah’a yakıştırarak Allah’a iftirâ attıkları unutulmamalı ve sırf bu sebep bile onların yanında yer almak, müslümana cehenneme atılmak gibi gelmelidir. Bunun yanında, televizyon programlarının da etkisiyle Allah için -hâşâ- “Allah baba” diyen müslüman çocukları, tanrılaştırılan bazı diri ve ölü insanlar, aşırı yüceltilip putlaştırılan maddî veya ideolojik güçler, Allah’ın dışında “en büyük” olduğu düşünülen veya söylenilen şeyler, popçu ve topçuların tanrılaştırılması, şarkı sözlerindeki elfâz-ı küfürler, hüküm ve eğitim başta olmak üzere Allah’ı devre dışı bırakan anlayış ve uygulamaların... hep Allah’a iftirâ olduğu bilinmeli ve ona göre davranmalıdır.
Allah’a, dinine, kitabına, peygamberine yapılan iftirâların, kendi nâmusuna atılan iftiradan daha fecî olduğu bilinciyle öncelikle bunlara tavır alan, yani Allah’ın şânına uygun olmayan hususlardan Allah’ı tenzîh edip tesbih eden, kendisi müfterîlerden olmadığı gibi, onların dostu olmaktan da sakınan, dininin onurunu kendi onuru bilen “aziz” müslümanlara selâm olsun!
"Budur dehre âdet ki her kâmile / İder nâkıs olan hezâr iftirâ.
"İftira olduktan sonra, söylenecek söz mü bulunmaz; erdem bile iftiranın ekmeğine yağ sürer."
"Halâs olmaz cihanda kimse halkın iftirasından."
"İftira, kılıçtan daha zâlim bir silâhtır, çünkü iftiranın açtığı yaralar hiçbir zaman kapanmaz."
"Bir iftira, başka iftiralar doğurur ve yerleştiği yerde sonsuza kadar kalır."
"Hiçbir şey iftira kadar yüksek bir hıza sahip değildir; bu kadar kolaylıkla söylenemez; bu kadar kolaylıkla inanılmaz ve bu kadar geniş alana yayılmaz."
"İftira kötü köpek gibidir, kaçanın ardından ürür, pervâsızca yüzüne baktın mı sesini keser."
"İftira, eşek arısına benzer, onu ilk vuruşta öldüremeyecekseniz, hiç dokunmamak daha iyidir."
"İftira korkunç bir şeydir. Onu yok etmeye çalışırsanız, kuvvetlenir, canlanır. Kendi haline bırakırsanız, kuvvetini yavaş yavaş kaybeder, en sonunda yıkılır gider."
"İftiralara en iyi cevap, sessiz kalarak verilir."
"İnsan iftirayı ancak önem vermemekle yenebilir. İftira; edileni değil, edeni kirletir."
"Buz kadar lekesiz, kar kadar temiz olsan bile, iftiradan kurtulamazsın."
"İki yüzlülüğü, dalkavukluğu beceren, iftirayı da becerir."
"İnsan, genellikle başkalarına sürmek istediği çamura bulanır."
4187] 31/Lokman, 13
4188] 11/Hûd, 113
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İftirâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İftirâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 60 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 24, 94; 4/Nisâ, 48, 50; 5/Mâide, 103; 6/En’âm, 21, 24, 93, 112, 137, 138, 138, 140, 144; 7/A’râf, 37, 53, 89, 152; 10/Yûnus, 17, 30, 37, 38, 59, 60, 69; 11/Hûd, 13, 13, 18, 21, 35, 35, 50; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 56, 87, 101, 105, 116, 116; 17/İsrâ, 73; 18/Kehf, 15; 19/Meryem, 27; 20/Tâhâ, 61, 61; 21/Enbiyâ, 5; 23/Mü’minûn, 38; 25/Furkan, 4; 28/Kasas, 36, 75; 29/Ankebût, 13, 68; 32/Secde, 3; 34/Sebe’, 8, 43; 42/Şûrâ, 24; 46/Ahkaf, 8, 8, 28; 60/Mümtehıne, 12; 61/Saff, 7.
B- Bâtıl, Boş, Yalan, Asılsız ve İftira Anlamına Gelen “Zûr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler Toplam 4 Yerde): 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 4, 72; 58/Mücâdele, 2.
İftirâ ve Hayrette Bırakan Şenî ve Yalan Söz Anlamına Gelen “Bühtân” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (6 Yerde): 4/Nisâ, 20, 112, 156; 33/0Ahzâb, 58; 24/Nûr, 16; 60/Mümtehıne, 12.
Yalan ve İftirâ Anlamında “İfk” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (27 Yerde): 5/Mâide, 75; 6/En’âma, 95; 7/A’râf, 117; 9/Tevbe, 30; 10/Yûnus, 34; 24/Nûr, 11, 12; 25/Furkan, 4; 26/Şuarâ, 45, 222; 29/Ankebût, 17, 61; 30/Rûm, 55; 34/Sebe’, 43; 35/Fâtır, 3; 37/Sâffât, 86, 151; 40/Mü’min, 62, 63; 43/Zuhruf, 87; 45/Câsiye, 7; 46/Ahkaf, 11, 22, 28; 51/Zâriyât, 9, 9; 63/Münâfıkun, 4.
E- Kur’ân-ı Kerim’de, Yalan Anlamında “Kizb” ve Türevleriyle İlgili Âyet-i Kerimeler (282 yerde): 2/Bakara, 10, 39, 87; 3/Âl-i İmrân, 11, 61, 75, 78, 94, 137, 184, 184; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 10, 41, 42, 70, 86, 103; 6/En'âm, 5, 11, 21, 21, 24, 27, 28, 31, 33, 34, 34, 39, 49, 57, 66, 93, 144, 147, 148, 150, 157; 7/A'râf, 36, 37, 37, 40, 64, 64, 66, 72, 89, 92, 92, 96, 101, 136, 146, 147, 176, 177, 182; 8/Enfâl, 54; 9/Tevbe, 42, 43, 77, 90, 107; 10/Yûnus, 17, 17, 39, 39, 41, 45, 60, 69, 73, 73, 74, 95; 11/Hûd, 18, 18, 27, 65, 93; 12/Yûsuf, 18, 26, 27, 74, 110; 15/Hıcr, 80; 16/Nahl, 36, 39, 62, 86, 105, 105, 113, 116, 116, 116; 17/isrâ, 59; 18/Kehf, 5, 15, 61; 20/Tâhâ, 48, 56; 21/Enbiyâ, 77; 22/Hacc, 42, 42, 44, 57; 23/Mü'minûn, 26, 33, 38, 39, 44, 48, 90, 105; 24/Nûr, 7, 8, 13; 25/Furkan, 11, 11, 19, 36, 37, 77; 26/Şuarâ, 6, 12, 105, 117, 123, 139, 141, 160, 176, 186, 189, 223; 27/Neml, 27, 83, 84; 28/Kasas, 34, 38; 29/Ankebût, 3, 12, 18, 18, 37, 68, 68; 30/Rûm, 10, 16; 32/Secde, 20; 34/Sebe', 8, 42, 45, 45; 35/Fâtır, 4, 4, 25, 25; 36/Yâsin, 14, 15; 37/Sâffât, 21, 127, 152; 38/Sâd, 4, 12, 14; 39/Zümer, 3, 25, 32, 32, 59, 60; 40/Mü'min, 5, 24, 28, 28, 28, 37, 70; 42/Şûrâ, 24; 43/Zuhruf, 25; 50/Kaf, 5, 12, 14; 52/Tûr, 11, 14; 53/Necm, 11; 54/Kamer, 3, 9, 9, 18, 23, 25, 26, 33, 42; 55/Rahmân, 13, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, 42, 43, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59, 61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77; 56/Vâkıa, 2, 51, 82, 92; 57/Hadîd, 19; 58/Mücâde, 14, 18; 59/Haşr, 11; 61/Saff, 7; 62/Cum'a, 5; 63/Münâfıkun, 1; 4/Teğâbün, 10; 67/Mülk, 9, 18; 68/Kalem, 8, 44; 69/Haakka, 4, 49; 72/Cinn, 5; 73/Müzzemmil, 11; 74/Müddessir, 46, 75/Kıyâme 32; 77/Mürselât, 9, 15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49; 78/Nebe', 28, 28, 35; 79/Nâziât, 21; 82/İnfitâr, 9; 83/Mutaffifîn, 10, 11, 12, 17; 84/İnşikak, 22; 85/Burûc, 19; 91/Şems, 11, 14; 92/Leyl, 9, 16; 95/Tîn, 7; 96/Alak, 13, 16; 107/Mâun, 1.
F- İftira Konusu:
İftira Etmek: 33/Ahzâb, 58.
Zinâ İftirasında Bulunmak: 24/Nûr, 4-5, 19, 23-26.
Kendi İşlediği Günahı Başkasına Atmak: 4/Nisâ, 94.
Fâsıkların Getirdiği Haberi Araştırmak: 49/Hucurât, 6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV İslâm Ansiklopedisi (Mustafa Çağrıcı), TDV. Y. c. 21, s. 522-523
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (İftira: Sami Şener:) c. 3, s. 96-97; (Kazf:) c. 3, s. 327; (İfk: İsmail Kaya:) c. 3, s. 93-94; (Lian: Hamdi Döndüren:) c. 4, s. 22-23
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 280-297
4. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 291-293, 407-409
5. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 262-264
6. Kur'an'da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnız Kurt Y. s. 77-78
7. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 2, s. 441-464
8. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. İst. 1995, s. 206-220
9. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. Ankara, 1979
10. Hadis Râvilerinin Güvenilirliği, Abdullah Karahan, Sır Y.
11. Hadis Araştırma ve Tenkit Klavuzu, S. Polat, H. Nazlıgül, S. Doğanay, İFAV Y.
12. Uydurma Hadislerle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
13. Rivayetlerin Ortaya Çıkardığı Olumsuz Kadın Algısı, İbrahim Sarmış, Düşün Y.
İHLÂS
- 961 -
14. Hadiste Nesh, İb el-Cevzi, Esra Y.
15. Tefsir ve Hadiste İsrâiliyyât, Dr. Muhammed Hüseyin Zehebî, Rağbet Y.
16. Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, Abdullah Aydınlı, İst. 1986
17. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T.D.V. Y. Ank, 2000
18. Tasavvuf Kültüründe Hadis -Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler-, Muhittin Uysal, Yediveren Y. Konya, 2001
19. Sûfilerin Hadis Anlayışı, Bursevî Örneği, Dr. Seyit Avcı, Ensar Yayıncılık
20. Hadis İlimleri Açısından Muhaddis Sûfiler ve Sûfî Muhaddisler, Bilal Saklan, Konya 1997
21. Va'z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, T. Diyanet Vakfı Y.Ank. 2001
22. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Hasan Cirit, Çamlıca Y. İst. 2002
23. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y. İst. 2001)
24. Hadislerin Türk Atasözlerine Tesiri, Selman Başaran, Bursa, 1994
25. Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebu Ğudde, İnsan Y.
26. Mevzû Hadisler, Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi, M: Yaşar Kandemir, D.İ.B. Y. Ank. 1991
27. Uydurma Hadisleri Tanıma Yolları, İbnu’l Kayyim el-Cevziyye, Karınca Kitap Y.
28. Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, Aliyyü’l Kari, A. Ebu Ğudde, İnkılab Y.
29. Uydurma Hadislerin Ortaya Çıkışında Zındıkların Rolü, Sadık Cihan, Etüt Y.
30. Yahudi Kültürü ve Hadisler, Özcan Hıdır, İnsan Y.
31. Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Sadık Cihan, Etüt Y. Samsun, 1997
32. Hadis Tenkidi, Hadislerin Hz. Peygamber'e Aidiyetini Belirleme Yolları, Salih Karacabey, Sır Y.İst 01
33. Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Misfir Gurmullah ed-Dümeyni, Kitabevi Y. İst. 97
34. Hadislerin Kur'an'a Arzı, Ahmet Keleş, İnsan Y. İst. 1998
35. Kütüb-i Sitte: 12/316, 17/487
36. Zayıf Hadislerle İlgili Arapça Kaynak Eserler:
37. El-Menâru'l-Münîf fi's-Sahih ve'd-Daîf, Şemsüddin İbn Kayyim el-Cevziyye, Tahkik ve Ta'lik Muzaffer Can, Cantaş Y. İst. 1992
38. Keşfu'l-Hafâ, Aclûnî, İsmail bin Muhammed, I-II, Beyrut 1351
39. Mevzûâtu'l-Kübrâ, Aliyyu'l-Kari, tahkik ve şerh: Muhammed Lütfi Sabbağ, 2. Bs. Beyrut, 1986
40. El-Masnû' fî Ma'rifeti'l-Hadîsi'l-Mevzû, Aliyyu'l-Kari, Ali bin Muhammed el-Kari, Thk. Ebû Ğudde, Beyrut, Tsz
41. El-Esrâru'l-Merfûa fi'l-Ahbâri'l-Mevdûa, Aliyyu'l-Kari, Ali bin Muhammed el-Kari, Thk. Muhammed Lutfî es-Sabbağ, Beyrut 86
42. Kenzu'-Ummâl fî Sünneti'l-Akvâli ve'l-Ef'âl, Ali el-Muttakî el-Hindî, 1-18, Beyrut1993
43. Kitabu'l-Mevzûât, İbnu'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec Abdurrahman, I-III, Beyrut, 1983
44. Kitabu'd-Duafâ ve'l-Metrûkîn, Ebu'l-Ferec Abdurrahman, I-III, Beyrut, 1986
45. Mecmûu Fetâvâ Şeyhi'l-İslâm Ahmed bin Teymiyye, İbn Teymiyye, Takıyyuddin Ahmed, I-37, Riyad 91
46. Minhâcu's-Sünneti'n-Nebeviyye, İbn Teymiyye, Takıyyuddin Ahmed, I-IV, Beyrut Tsz.
47. Silsiletu'l-Ehâdîsi'd-Daîfe ve'l-Mevzûa ve Eseruha's-Seyyiu fi'l-Umme, Muhammed Nâsıruddin Elbânî,I-IV, Riyad 1988
48. El-Kifâye fî İlmi'r-Rivâye, Hatib Bağdadî Ebu Bekir bin Ali, Kahire, 1990
49. Mişkâtu'l-Mesâbih, I-II, Veliyyuddin Muhammed bin Abdillah Hatib Tirmizî, Tahkik: Muhammed Nâsıruddin Elbânî, Dımaşk, 1961
50. Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, 1-10; Nureddin Ali bin Ebî Bekr Heysemî, 2. Bsm Beyrut, 967
51. Kenzu'l-Ummâl fî Süneni'l-Akvâli ve'l-Ef'âl, Alâuddin Ali Muttakî Hindî, 1-16, 5. Bs. Beyrut, 1985
52. El-Mevzûât, I-III, Ebu'l-Ferec Abdurrahman İbnu'l-Cevzî, Medine 1966
53. El-Leâlî'l-Masnûa fi'l-Ehâdîsi'l-Mevzûa, I-II, Celâleddin Abdurrahman Suyûtî, 2. Bs. Beyrut, 1981
54. Tahzîru'l-Havâs min Ekâzibi'l-Kussâs,Celâleddin Suyûtî, thk. Ve tercüme: Ali Toksarı, kayseri, 1993
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
55. El-Fevâid'ul-Mecmûa fi'l-Ehâdîsi'l-Mevzûa, Muhammed bin Ali Şevkânî, Kahire, 1960
56. Kitâbu'z-Zuafâi'l-Kebir, I-IV, Ebû Ca'fer Muhammed bir Amr Mekkî Ukaylî, Beyrut, Tarihsiz
57. El-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzı'l-Hadîsi'n-Nebevî, I-VIII, Wensinck, İstanbul, 1988
58. Tertîbu'l-Mevzûât, Şemseddin Muhammed bin Osman Zehebî, Beyrut, 1994
59. El-İsrâiliyyât fi't-Tefsîri ve'l-Hadis, Muhammed bin Hüseyn Zehebî, 2. Bs. Dimeşk, 1988

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:32

İÇKİ VE KUMAR

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İÇKİ VE KUMAR


- 827 -
Kavram no 84
Haramlar 11
Bk. Hesap ve Allah’ın Hesaba Çekmesi;
İsyan-İtaat; Gazap; Takvâ; Fesâd-İfsâd
İÇKİ VE KUMAR
• Hamr/İçki; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de İçkinin Haramlığı ve Yasaklanma Aşaması
• Hadis-i Şeriflerde İçki
• Tarih Boyunca İçki
• İçkinin Zararları
• Uyuşturucu Maddeler
• Yiyecek ve İçeceklerde İslâmî Esaslar
• Akıl Emniyeti
• Sarhoşluk
• Hadd-i Şürb; İçki İçme Cezâsı
• Meysir/Kumar; Anlam ve Mâhiyeti
• Kumarın Zararları
• Kur'ân-ı Kerim'de Meysir/Kumar
• Hadis-i Şeriflerde Kumar
• Haramın Devlet Eliyle İşlenmesi
• Ve... Günümüz
"Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilik yolunda ne infak edip harcayacaklarını sorarlar. 'İhtiyaç fazlasını' de. Allah size âyetleri böyle açıklar ki, düşünesiniz." 3603
Hamr/İçki; Anlam ve Mâhiyeti
"Hamr" sözlükte, bir şeyi örtmektir. Bir şeyi örten örtü anlamında ‘hımâr’ aynı kökten gelmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime çoğul olarak (“humur” şeklinde) kadınların başlarını örttükleri ‘başörtü’ mânâsında kullanılmaktadır.3604 Hamr kavram olarak; insanın, akıl yürütme ve düşünme yeteneğini örten her türlü uyuşturucu anlamına gelir. Türkçedeki şarap, içki veya uyuşturucu denilen maddelerin genel adıdır. Kur’an-ı Kerim’de aynı anlamda kullanılmaktadır. Özellikle içki içmeyi yasaklayan âyetlerde geçmektedir.
Kur’an’ın inzal olduğu devirde Araplar imal ettikleri içkilere ‘hamr’ adını vermekte idiler. Onlar üzüm, bal, hurma, buğday ve arpadan sarhoşluk veren içkiler üretirlerdi. Bunların tümü ‘hamr’ diye anılırdı ve hepsi de aklı baştan alan uyuşturuculardı. Günümüzde daha çok “alkollü içki” tanımı kullanılmaktadır. ‘Hamr’,
3603] 2/Bakara, 219
3604] 24 Nûr/31
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alkollü içki tanımından daha geniştir ve bütün uyuşturucuları; esrar, LSD, eroin, morfin gibi şeyleri de içerisine almaktadır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır. “Her sarhoş edici ‘hamr’dır. Ve her sarhoş edici haramdır. Kim dünyada hamr içer ve tevbe etmeden, onun tiryakisi olduğu halde ölürse, Âhirette (Âhiret) şarabı (içeceği) içemez.” 3605
Sarhoşluk veren şeyler katı ve akıcı olmak üzere iki çeşittir. Katı uyuşturucular afyon, eroin, esrar, kokain, LSD, mariuhana gibi bitkilerden elde edilen maddelerdir. Akıcı olanlar ağız yoluyla alınan alkollü içkilerdir. Çeşitli maddelerden yapılmaktadır. Bira, likör, şampanya, votka, rakı, şarap, cintonik, viski gibi çeşitleri vardır.
‘Hamr’, adı verilen bütün sarhoş edici maddeler, insandaki düşünme ve akıl yürütme faâliyetlerini dumûra uğratır, aklı baştan alır. Vücudu gevşetip normal hareket etmesini engeller. Aklı perdeler, insanı ne yaptığını bilmez bir duruma düşürür. Buna göre ‘hamr’, belli bir maddenin adı değil; sarhoşluk verip ve uyuşturan, aklı perdeleyen maddelerin meydana getirdiği bütünün genel adıdır. ‘Hamr’ın az veya çok olması farketmez. İslâm’a göre hepsi zararlıdır ve hepsi de haramdır. 3606
Hamr’ın Haram Kılınması: Bütün içkilerin ve uyuşturucuların zararlı olduğunu herkes bilir. Aklı başında olan hiç kimse ‘hamr’ın insana zararlı olmadığını iddiâ edemez. “İnsan vücudunun alkole de ihtiyacı vardır” diyenler, yalnızca demogoji yapmış olurlar. İnsan, vücudunun ihtiyaç duyduğu mineralleri çeşitli sebze ve meyvelerden alır. İnsan vücudunun karbona ihtiyacı vardır ama karbon demek olan kömürü kimse yemez. Vücudun demire de ihtiyacı vardır ama hiç kimse bu ihtiyacından dolayı demir kemirmeğe kalkışmaz.
İçkinin zararlı olduğu bilindiği ve bunun zararını herkes gördüğü halde ilk çağlardan beri yapılmakta ve içilmekte; insanların çoğu da hâlâ içmeye devam etmektedir. Bu gün dünya genelinde içki tüketiminin korkunç boyutlarda olduğunu görmekteyiz. Bazı ülkelerde su yerine alkollü içki içilmektedir. Dünyada kişi başına düşen içki tüketimi ürkütecek boyutlardadır. İçki aleyhine yapılan kampanyaların fazla bir etkisi olmamaktadır. (Zâten bu kampanyalar, direkt veya film vb. şekilde dolaylı olarak yapılan reklamlara oranla pek önemli de değildir.)
İşin garibi Kur’an’a inandığını söyleyen toplumlarda bile içki tüketimi çağımızda giderek artmaktadır. İslâm içkiyi kesin bir dille yasaklıyor, içenleri tehdit ediyor, içki içmeyi imana zarar veren şey olarak niteliyor. Ancak günümüz müslümanları, İslâm’ın birçok hükmünü eğip büktükleri gibi, içki karşısındaki duyarlılığı da yitiriyorlar. İslâm’ın yasakladığı ve hoş görmediği birçok davranış Batı kültürünün etkisiyle onların da hayatına giriyor. Fâize müslümanlardan bazıları başka bir isim vererek, bazıları câiz diye fetvâ vererek, kimileri de günahını önemsemeyerek fâiz alıp veriyorlar. Kumara; toto, loto, piyango, at yarışı, sayısal, şans oyunu deyip takılıyorlar. Tesettüre; çağdaşlık, moda, kamusal alanda yasak deyip uymuyorlar. Bunun gibi bazıları da içki içmeyi, neredeyse kişiliği tamamlayan, normal bir davranış olarak kabul etmektedir. Peygamberimiz buyuruyor ki:
3605] Buhârî, Eşribe 1; Müslim, Eşribe 72, hadis no: 2003; Ebû Dâvud, Eşribe 5, hadis no: 3679; Muvattâ, Eşribe 11, hadis no: 846; Tirmizî, Eşribe 1, hadis no: 1861; Nesâî, Eşribe 21-22
3606] Nesâî, Eşribe 24
İÇKİ VE KUMAR
- 829 -
“Ümmetimden bir grup, ‘hamr’ı (sarhoşluk veren içecekleri) kendi taktıkları bir adla helâl kılmaya çalışırlar.” 3607
İslâm, içki içmeyi (hamr’ı) büyük günahlardan saymakta ve kesin ifâdelerle yasaklamaktadır. Bilindiği gibi, İslâm beş ana maddenin korunmasını hedef almıştır. Bunlardan biri de akıldır. Akıl, ya yanlış ve bâtıl fikirlerle bozulur, ya da sarhoşluk verici şeylerle. Allah’ın insana verdiği her şey bir emânettir. Akıl, can, mal, sağlık, beden, toprak, gökyüzü, çocuk ve benzerleri. İnsan bu emânetleri en güzel şekilde korumalıdır. Bu emânetlere zarar veren, onların yapısını bozan davranışlardan kaçınmalıdır. Bu emânetleri tehlikeye düşürmemelidir. İçki yasağı, akıl nimeti ve emânetini koruma konusunda çok önemli bir tedbirdir.
Bu yasak, aynı zamanda bir sınamadır. İnsan, yapısı açısından hem takvâya hem de hevâya (nefsinin isteklerine) uymaya meyillidir. İster ki, hoşuna giden şeylere sahip olsun, onlardan yararlansın. Ama dünya hayatı bir imtihandır. Kişi birtakım davranışlarına sınır koymazsa, fazilete ulaşamaz. Canının istediğini yapmaya devam ederse, Kur’an’ın sakındırdığı, günah, isyan, sapıklık, azgınlık, şirk ve küfür gibi hatalara düşebilir. Allah (c.c.) bazı davranışlardan râzı olmaz. Bunları da elçileri aracılığıyla insanlara bildirmiştir. Hem fıtratı/kişiliği korumak, hem Allah’ı râzı edip sınavı kazanmak, hem de verilen emânetleri korumak için, yasaklara kulak vermek gerekir.
İçkinin Zararları: Rabbimiz yeryüzünde bizim faydalanmamız için bir yığın helâl rızık yaratmışken, insanın kendine zararlı bir şeyi yiyecek veya içecek olarak seçmesi, ondan zevk alması akıl dışı bir olaydır. Ne yazık ki, Allah’a kulluk etmeyi hayatlarından çıkaranlar için ne içki yasağının, ne de diğer yasak ve emirlerin bir anlamı vardır. Bunlar canlarının istediğini yapmaya çalışırlar. Hoşlandıklarını yaparlar da yeryüzünü ifsâd ederler (bozarlar), azgınlaşır, haddi aşarlar, zâlim ve müstekbir olurlar. Yeryüzünü yaşanmaz hale getirirler.
Hamr içmekle, önce insanın aklı, doğal işlevini kaybeder. Akılla beraber din konusundaki duyarlılık da gider. Sarhoşların nesilleri de içki içmenin zararını görürler. İçki içmekle işlenen cinâyetlerin, verilen zararların, batan ocakların, yitirilen şereflerin sayısı belli değildir. O yüzden Peygamberimiz; “İçki bütün kötülüklerin anasıdır.”3608 buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim nâzil olmaya başladığı devirde Araplar arasında içki çok yaygın bir gelenekti, âdetâ hayatın bir parçasıydı; tıpkı günümüzde bazı toplumlarda gördüğümüz gibi. Kur’an, yeni müslüman olan bu insanlara içkiyi birden bire yasaklamadı. Aşamalı olarak onların içkiyi terketmelerini sağladı. Bu konuda gelen ilk âyet, üzümlerden rızık ve içecek elde etmeyi hatırlatıyordu.3609 İkinci gelen âyet, içki hakkında soru soranlara, ‘onun zararının faydasından çok olduğunu’ haber veriyordu.3610 Bazı sahâbeler bu âyetle içkinin haram kılınacağını anlamış ve içkiyi terketmişlerdi. Üçüncü âyet, içkiliyken namaz kılınmamasını söylüyordu.3611 Son gelen âyet ise içkiyi tamamen yasaklıyordu: “Ey iman edenler, hamr, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans için kullanılan fal okları ancak şeytanın işlerinden
3607] Dârimî, Eşribe 8, hadis no: 2106
3608] Nesâî, Eşribe 44
3609] 16/Nahl, 67
3610] 2/Bakara, 219
3611] 4/Nisâ, 43
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan hamr ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı zikretmekten ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, değil mi?” 3612
Görüldüğü gibi Rabbimiz ‘hamr’ kullanmayı şeytanın pisliklerinden saymaktadır. Şeytan içki ve kumarla insanlar arasına kavga sokar, onları Allah’a ibâdetten uzaklaştırır. Bugün aynen bu şekilde olmuyor mu? İçki ve kumarla uğraşanların durumu Kur’an’ın anlattığı gibi değil mi? Hepsi de şeytanın emrine girmiş birer zavallı değiller mi?
İnsan, alışkanlıklarından kolay kolay ayrılamaz. O yüzden onlara sunulacak emir ve yasaklar, onların uygulayabileceği şekilde olmalıdır. İnsanı tanıyan Rabbimiz, içki gibi bir konuda aşamalı bir metod uygulamıştır.
İslâm, içki yasağını bir iman meselesi olarak ele alıyor. Nitekim son gelen âyette, ‘hamr’ ve kumarın şeytanın pisliği olduğu özellikle vurgulanıyor ve soruluyor: ‘Artık vazgeçtiniz, değil mi?’ Eğer Allah’a ve O’nun Rasûlüne iman ediyorsanız, eğer Allah’ın azâbından korkup, affını umuyorsanız, eğer şeytanı düşman biliyorsanız, bu pis işi bırakın!
“Allah’a ve Ahiret gününe iman eden hamr içmesin, Allah’a ve Ahiret gününe iman eden içki içilen sofraya oturmasın.”; “Hamr içenin kalbinden iman nuru çıkar.”; “Üç kişi cennete giremez: Deyyus (karısını kıskanmayan), erkekleşen kadın ve içki düşkünü.”3613 buyuran Peygamberimiz işin önemini ortaya koyuyor. İslâm mü’minlerin duygusal olarak da içkiden nefret etmelerini tavsiye ediyor. Mü’min, hayatına hiç bir şekilde içkiyi ve kumarı sokmamalıdır. Birkaç defa bu yasakları çiğneyen kişi, bunları terketmekte çok zorlanır. Alışkanlık haline getirdiği zaman ise, iş tehlikeli bir noktaya ulaşır.
İçkiyi kesin bir şekilde yasaklayan âyetin sonunda Allah (c.c.) mü’minlere yumuşak bir şekilde soruyor: “Artık (içki içmekten) vazgeçtiniz, değil mi?” Bu ifâde tarzı, şüphesiz kalplere etki eden, duygulandıran, yaptıkları yanlıştan insanları alıkoyacak tatlı bir yöntemdir. Bunu duyan o günün mü’minleri içkiyi derhal bıraktılar. Bu günümüzün içkicilerine de ibret olmalı.
Aklın sıhhatli düşünme ve muhâkeme yeteneğini gideren, sarhoşluk denilen hale sebep olan içeceklere “hamr” denilir. Kur’an’da geçen “hamr” kelimesinin, fakîhlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına aldığını söylemişlerdir. Hanefîler “hamr”ı şöyle izah etmişlerdir: “Köpüklenip kuvvetlenen yaş üzüm suyu.” Yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr'dır. Bunun dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şumûlüne girmez. Bu tür içkiler, sarhoşluk verdiği için hamr'a kıyasla haramdır Fakîhlerin çoğunluğu (cumhûr-ı ulemâ) ise, sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr kelimesinin kapsamına dâhil olduğunu söylemişlerdir. 3614
İçki içmek İslâm'da yasak olduğu gibi, Hıristiyanlık ve Yahûdilikte de, önceki şeriatlerde de bu konuda bazı yasaklar getirilmiştir. Yahûdilerin kutsal kitabı Tevrat'ta şu cümleler dikkati çeker: "Ve Rab Hârun’a söyleyip dedi: Sen ve
3612] 5/Mâide, 90-91
3613] Kütüb-ü Sitte, 8/169
3614] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 249-252
İÇKİ VE KUMAR
- 831 -
seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırt edesiniz." 3615
İncil'de bu konuda şöyle denir: "Onlar yemek yerlerken, İsa ekmek aldı, şükran duâsı edip parçaladı ve tâbîlerine verdi ve dedi ki: ‘Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim." 3616
Eski Türklerin İslâm'dan önce Şamanizm'e bağlı oldukları bilinmektedir. Bu dinde genellikle sevinçli zamanlarda ve kutsama törenlerinde Kımız vb. çeşitli içkilerin içildiği bilinmektedir. 3617
İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hâtırasına New York'ta "Muhammed Çeşmesi” adını verdikleri bir âbide yaptırırlar.3618 (Peygamberimizin içkiyi Allah’ın emriyle kesin bir şekilde yasakladığı doğrudur; ama bunu yasaklayan Allah, çok eski şeriatlerde de yasaklamıştır; eğer Tevrat ve İncil tahrif edilmemiş olsaydı, bu yasak, net bir şekilde görülecekti. Şimdiki Kutsal Kitaplarda bile bunu bulmak mümkündür.)
Kur'an-ı Kerîm'de içki yasağı tedrîc prensibine göre gelmiştir. Mekke'de inen ilk âyette yasak hükmü yer almaz. "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki yapıyor ve ayrıca güzel rızık ediniyorsunuz, bunda aklı eren bir kavim için elbet bir ibret vardır." 3619
Bundan sonra Hz. Ömer bir gün Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek şöyle dedi: "Ya Rasûlullah! Şarap, malı helâk edici ve aklı giderici olduğu malumunuzdur. Yüce Allah'tan, şarabın hükmünü bize açıklamasını iste. Hz. Peygamber; "Ey Allah'ım, şarap hakkında bize açıklayıcı beyanını bildir" diye dua edince şu âyet indi: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar, de ki. "Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ancak günahları faydalarından daha büyüktür." 3620 Bu âyet inince, bazı sahabîler "büyük günah" diye içkiyi bırakmış bazıları ise "insanlara faydası da var" diyerek içmeye devam etmişlerdir.
Bir gün Abdurrahman b. Avf bir ziyafet vermiş, ashâb-ı kirâmdan bazıları da bu ziyafette hazır bulunmuştu. Yemekte içki de içmişlerdi. Akşam namazının vakti girince, içlerinden birisi imam olmuş ve namaz kıldırırken "kâfirûn"
3615] Tevrat, Levililer, Bab, 10, Cümle 8-11
3616] İncil, Matta, bab, 26, Cümle 26-29, Yuhanna, Cümle 30 vd
3617] Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980, s. 97 vd
3618] Yeşilay Dergisi, sayı 441, Ağustos 1970
3619] 16/Nahl, 67
3620] 2/Bakara, 219
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sûresini yanlış okumuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Yâ Rabbi bize içki konusundaki beyanında ziyade yap" diye dua etmiş ve daha sonra şu âyet inmiştir: "Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın."3621 Bu sûrette içki yalnız namaz vakitlerinde olmak üzere yasaklanmıştır. Artık onu içenler yatsı namazından sonra içiyorlar, sarhoşlukları geçtikten sonra sabah namazını kılıyorlardı.
Yine bir gün Utbe bin Mâlik (r.a.) bir evlenme ziyafeti vermişti. Sa'd b. Ebî Vakkas da oradaydı. Deve eti yediler, içki içtiler, sarhoş olunca da asalet iddiasına kalkıştılar. Sa'd bu konuda kavmini öven ve Ensar'ı hicveden bir şiir okudu. Ensar'dan birisi buna kızarak, sofradaki bir deve kemiği ile Sa'd'ı yaraladı. Sa'd da durumu Rasûlullah (s.a.s)'a şikâyette bulundu. Bunun üzerine bu konuda kesin içki yasağı bildiren âyetler indi: "Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Bunlardan kaçınınız ki, felaha eresiniz. Şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" 3622
Hz. Peygamber’in çeşitli hadisleri bu konuda uygulama esaslarını gösterir: "Her sarhoşluk veren şey hamrdır/şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken tevbe etmeden ölürse âhirette kevser şarabını içemez." 3623; "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." 3624 Hz. Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir." 3625; "Ümmetimden birtakım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir." 3626
İçkinin yasak oluşu icmâ-ı ümmetle sâbittir. İslâm fakihleri bu konuda görüş birliği içindedirler. Ancak müctehidler arasında bazı içki çeşitleri üzerinde ihtilaf vardı. Hz. Ömer bu konudaki şüpheleri kaldırmak için, Allah elçisinin minberinden "aklı perdeleyen her şey içkidir" sözüyle özlü bir tarif yapmıştır. Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz duruma getiren her şey içki sayılır. Sıvı veya katı olması sonucu değiştirmez. Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizinde yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir. İşte İslâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslâm'ın yasakları tıb tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır. 3627
İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır: "Peygamber (s.a.s) içki konusunda on kişiyi lânetlemiştir: Sıkan, kendisi
3621] 4/Nisâ, 43
3622] 5/Mâide, 90-91
3623] Müslim, Eşribe, 73
3624] el-Askalânî, Bulûğu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.
3625] el-Askalânî, a.g.e, IV, 61
3626] el-Askalânî, a.g.e, IV, 61
3627] bk. Yusuf el-Kardâvî, el-Helâl ve'l-Harâm fi'l-İslâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 50-53, 75-88
İÇKİ VE KUMAR
- 833 -
için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." 3628
Mâide sûresindeki kesin içki yasağı bildiren âyet geldikten sonra Allah Rasûlu uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu âyeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..." 3629
Kur'ân-ı Kerim'de İçkinin Haramlığı ve Yasaklanma Aşaması
Hamr kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 7 Yerde geçer.3630 Bilindiği gibi, içki yasağı tedricî şekilde getirildi. Kur’ân-ı Kerim’de bu âyetler, şu iniş sırasını tâkip etti: Önce içkinin güzel olan rızıklardan ayrı olarak (güzel olmayan) bir rızık/gıda olduğunu belirten âyet 3631 indi, sonra içkide büyük zarar ve günah olduğuna dâir âyet3632 bunu tâkip etti. Daha sonra sarhoşken namaza yaklaşılması yasaklandı.3633 En sonunda da içkiyi kesin şekilde yasaklayan ve onu şeytan işi bir pislik ilan eden âyet nâzil oldu. 3634
“Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem sarhoşluk veren içki, hem de güzel gıdâlar edinirsiniz. İşte bunlarda da aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır.” 3635
"Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilik yolunda ne infak edip harcayacaklarını sorarlar. 'İhtiyaç fazlasını' de. Allah size âyetleri böyle açıklar ki, düşünesiniz." 3636
“Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar-, cünüp iken de -yolcu olan müstesnâ- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, veya kadınlara dokunup da bir su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.” 3637
“Ey iman edenler! Hamr (sarhoşluk veren içecekler), kumar, dikili taşlar (putlar, putlaştırılan heykeller), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ın zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz, değil mi?” 3638
“Müttakîlere vaad olunan Cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme
3628] Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6
3629] Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 88-90
3630] 2/Bakara, 219; 5/Mâide, 90, 91; 12/Yusuf, 36, 41; 24/Nûr, 31; 47/Muhammed, 15
3631] 16/Nahl, 67
3632] 2/Bakara, 219
3633] 4/Nisâ, 43
3634] 5/Mâide, 90-91
3635] 16/Nahl, 67
3636] 2/Bakara, 219
3637] 4/Nisâ, 43
3638] 5/Mâide, 90-91
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Bunlardan da öte Rablerinden bir bağışlama vardır. Bu, ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu hiç?” 3639
“(Ey Muhammed!) Hayatın hakkı için, onlar, sarhoşluklar içinde bocalıyorlardı.” 3640
“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyâmet vaktinin depremi müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah’ın azâbı çok dehşetlidir.” 3641
“Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir de, ‘işte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir’ denir.” 3642
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şâhitlik ile yemeniz için o malları hâkimlere (reislere, yetkili idarecilere veya mahkeme hâkimlerine el altından) vermeyin.” 3643
“Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hali müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhamet edecektir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa, (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır. Eğer yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız; sizin, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” 3644
İçki Mâide sûresi 90. âyet le mutlak anlamda haram kılınmadan önce, hakkında iki hüküm daha inmişti.3645 Son hüküm gelmeden önce Hz. Peygamber (s.a.s.) kendileri mutlak yasağa hazırlamaları için halkı toplamış ve onları uyararak şöyle demişti: "Allah insanların içki içmelerinden asla hoşlanmaz. Mutlak yasak yakında gelse gerektir. Bu yüzden ellerinde içki bulunanlar en iyisi mi onu satsınlar." Bundan bir süre sonra, Mâide sûresi 90. âyet inince, "Şu anda ellerinde içki bulunanlar artık onu ne içebilir, ne de satabilir; bu yüzden onu yok etsinler." diye ilânda bulundu. Bunun üzerine dökülen içkiler Medine sokaklarında aktı. Bununla birlikte bazıları "Onu Yahudilere hediye edemez miyiz?" diye Hz. Peygamber'e (s.a.s.) sordular. Cevap şöyleydi: "Onu haram eden, hediye olarak verilmesini de yasaklamıştır." Daha bazıları "Onu sirke yapamaz mıyız?" diye sordular. Cevap: "Hayır, dökmelisiniz" şeklinde oldu. Bir başkası tekrar tekrar sordu: "İçkiyi ilaç olarak da kullanamaz mıyız?" Hz. Peygamber (s.a.s.) üstüne basa basa bunu da reddetti ve şöyle buyurdu: "Hayır, o bir ilaç değil, bir hastalıktır." Yine, bir başkası daha sordu: "Efendim, biz çok soğuk bir yerde yaşıyoruz ve işimiz de yorucudur. Bu bakımdan, yorgunluğumuzu gidermek ve ısınmak için içki içiyoruz." Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle dedi: "İçtiğiniz sarhoşluk veriyor mu?" "Evet" dedi adam. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ondan el çek!" buyurdular. Soruyu soran adam bu kez, "Bizim orada oturanlar bunu kabul etmeyecektir." dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) buna da
3639] 47/Muhammed, 15
3640] 15/Hıcr, 72
3641] 22/Hacc, 1-2
3642] 50/Kaf, 19
3643] 2/Bakara, 188
3644] 4/Nisâ, 29-31
3645] 2/Bakara, 219, 4/Nisâ, 43
İÇKİ VE KUMAR
- 835 -
şöyle karşılık verdi: "Eğer kabul etmezlerse git, onlarla savaş!"
İbn Ömer'den (r.a.) rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Allah içkiyi ve onu içeni, sunanı, satanı, alanı, üreteni, ürettireni, taşıyanı ve kendisine taşıtanı lânetlemiştir." Bir başka hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s.) müslümanlara içkiyle birlikte sunulan yemekten yemeyi yasaklamıştır. Yasağın ilk döneminde, içkiyi çıkarmada ve içmede kullanılan aletlerden yararlanılmasını bile yasaklamış, fakat daha sonra yasa iyice yerleşince bunların kullanımına izin vermiştir.
Arapça "hamr" kelimesi öncelikle üzümden yapılan şarap anlamına geliyorsa da, buğday, arpa, kuru üzüm, hurma ve baldan yapılan içkiler için de kullanılır olmuş ve yasak, sarhoşluk veren her şeyi içine almıştır. Hadisler bu noktada oldukça açıktır: "Her sarhoşluk veren hamrdır ve haramdır”; "Sarhoşluk veren her içki haramdır"; "Her sarhoşluk veren şeyi yasaklıyorum." Cuma hutbelerinden birinde Halife Hz. Ömer (r.a.) hamr'ı "düşünme melekesini gideren her şey" olarak tanımlamıştır.
Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.s.) genel ilkeyi şöyle koymuşlardır: “Çoğu sarhoşluk veren şeyin en az miktarı da haramdır; bir bardağı sarhoşluk veren şeyin bir damlası da haramdır..." Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında sarhoş için belli bir ceza yoktu. Tutuklanıp mahkemeye çıkarılan suçlu ayakkabılarla dövülür, tepiklenir, yumruklanır, çomaklanır ve kırbaçlanırdı. Bu suç için verilen cezanın en yüksek miktarı kırk kırbaçtı. Hz. Ömer'in (r.a.) halifeliğinin ilk günlerinde de aynı ceza uygulanıyordu. Fakat o suçların arttığını görünce, diğer sahabelere de danışarak cezayı seksen kırbaca çıkardı.
İmam Mâlik, İmam Ebu Hanife ve bir rivâyete göre İmam Şafiî de aynı görüşteydiler. Fakat, İmam Ahmed b. Hanbel ve bir başka rivâyete göre İmam Şafiî, içki içmenin cezasının kırk kırbaç olduğu fikrindedir. Hz. Ali (r.a.) de kırk kırbacı kabul etmiştir.
İslâm fıkhına göre, yasağın üzerinde durmak İslâm Devleti'nin görevidir. Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) zamanında Beni Sakif kabilesinden Ruveyşid adlı bir adamın dükkanı, içinde gizlice şarap üretilip satıldığı için yakılmıştır. Başka bir seferinde ise, şarap sattıkları için bir köyü yaktırmıştır. 3646
Hadis-i Şeriflerde İçki
“Her sarhoşluk veren şey ‘hamr’dır. Ve her hamr (sarhoş edici) haramdır. Kim dünyada hamr içer ve tevbe etmeden, onun tiryakisi olduğu halde ölürse, Âhirette (Âhiret) şarabı (içeceği) içemez.” 3647
“Ümmetimden bir grup, ‘hamr’ı (sarhoşluk veren içecekleri) kendi taktıkları bir adla helâl kılmaya çalışırlar.” 3648
“İçki bütün kötülüklerin anasıdır” 3649
3646] Tefhîmu’l Kur’an, Mâide, 90. âyetin tefsiri
3647] Buhârî, Eşribe 1, Edeb 80, Ahkâm 21, 22, Meğâzî 60; Müslim, Eşribe 72-75, hadis no: 2003; Ebû Dâvud, Eşribe 5, hadis no: 3679; İbn Mâce, Eşribe 9, 13, 14; Muvattâ, Eşribe 11, hadis no: 846; Tirmizî, Eşribe 1, hadis no: 1861; Nesâî, Eşribe 21-22, 40, 49, 53
3648] Dârimî, Eşribe 8, hadis no: 2106
3649] Nesâî, Eşribe 44
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“...İçki içme. Çünkü içki, bütün şerlerin/kötülüklerin anahtarıdır.” 3650
"... Sarhoşluk vereni içmeyin; her sarhoşluk vereni haram kıldım." 3651
"... İnsanı sarhoş edip namazdan alıkoyacak her içki haramdır." 3652
“Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.” 3653
“Her kim zehir içerek kendini öldürürse, cehennem ateşinde ebedî kalarak daima o zehri içmekle meşgul olacaktır.” 3654
"Allah Teâlâ hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak haram olan şeyle tedâvi olmayın." 3655
“Allah sizin için haram kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.” 3656
“Alkollü içkiler devâ değil; derttir.” 3657
“Allah, alkollü içkileri içen kişiye Cehennem’de azab göreceklerin irinlerini içirmeye and içmiştir.” 3658
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, üzerinde içki içilen sofraya/masaya asla oturmasın!” 3659
“Hamr (sarhoşluk veren içki ve uyuşturucu) içenin kalbinden iman nuru çıkar.” 3660
“Üç kişi cennete giremez: Deyyûs (karısını kıskanmayan), erkekleşen kadın ve içki düşkünü.” 3661
“Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.” 3662
"Zinâ eden, zinâ ettiği anda mü'min değildir. Hırsızlık eden, çaldığı anda mü'min değildir. Şarap içen, içtiği anda mü'min değildir." 3663
“İçki içilmesini yasaklayan Allah Zülcelâl, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.” 3664
"Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar." 3665
3650] İbn Mâce, hadis no: 4034
3651] Nesâî, Eşribe: Tefsîru'l-Bit'i ve'l-Mizr
3652] Müslim, Eşribe 70
3653] Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâi, Eşribe 25
3654] Buhârî, Tıb 56; Müslim, İman 175; Ebû Dâvud, Tıb 11; Tirmizî, Tıb 7; Mesâî, Cenâiz 68; İbn Mâce, Tıb 11
3655] Ebû Dâvud, Tıbb 11, hadis no: 3874
3656] Tâc, c. 3, s. 212
3657] Câmiu’s Sağîr, 1/72
3658] Tâc, c. 3, s. 145
3659] Tirmizî, Edeb 43; Ebû Dâvud, Et’ıme 18
3660] Kütüb-ü Sitte, cilt 8, s. 169
3661] Kütüb-ü Sitte, 8/169
3662] Tirmizî, Büyû’ 58; İbn Mâce, Eşribe 6; Ebû Dâvud, Eşribe 2
3663] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1; Müslim, İman 100-104; Ebû Dâvud, Sünnet 15; Nesâî, Kat'u's-Sârik 1, Kasâme 49; İbn Mâce, Fiten 3; Dârimî, Eşribe 11; Ahmed bin Hanbel, II/317
3664] Müslim, hadis no: 930
3665] Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64
İÇKİ VE KUMAR
- 837 -
"Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu âyeti3666 haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..." 3667
“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 3668
"...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?" 3669
“Bilmiş ol ki, haramdan gıdasını alıp büyüyen bir ete ancak ateş evlâdır.” 3670
"Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."3671 Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: "... Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez."
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.” 3672
“Ey insanlar, şüphesiz ki Allah, Tayyib’dir. Tayyibden (temiz, hoş ve helâl olandan) başka bir şey kabul etmez. Allah, mü’minlere de, Rasûllere emrettiği şeyi emreder: ‘Ey Rasûller, helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.3673 ve “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların tayyiblerinden (helâl ve hoş/temiz olanlarından) yiyin.’3674 buyurmuştur.” dedi. Sonra devam etti: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?” 3675
“Muhakkak insanlara öyle bir zaman gelecek ki, o vakit kişi eline geçirdiği malı helâldan mı, yoksa haramdan mı kazandığını düşünmeyecektir.” 3676
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 3677
“Her müslümanın öteki müslümana kanı, ırzı (nâmusu) ve malı haramdır.” 3678
3666] 5/Mâide, 90
3667] Müslim, Müsâkât, 67; Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû’, 93; Fer', 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed bin Hanbel, II/213, 362, 512, III/217, 324, 326, 340
3668] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
3669] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
3670] Tirmizî, Salât 429, hadis no: 609; Dârimî, Rikak 60, hadis no: 2779
3671] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2
3672] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2637; Nesâî, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû’ 2, hadis no: 2535
3673] 23/Mü’minûn, 51
3674] 2/Bakara, 172
3675] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720
3676] Buhârî, Büyû’ 35; Nesâî, Büyû’ 2, hadis no: 4432; Darîmî, Büyû’ 5, hadis no: 2539
3677] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
3678] Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Kuşları ürkütüp isimlerinden, seslerinden ve hareketlerinden mânâlar çıkarmak, uğursuzluğa inanmak, kum üzerine çizgiler çizerek geleceğe yönelik hükümler çıkarmak bir çeşit sihir ve kehânettir." 3679
“Gerçekten Allah, çalışıp kazanan mü’min kulunu sever.” 3680
“İnsanların yediği şeylerin en temizi (helâli), kendi kazancından olanıdır ve kişinin çocuğu onun kazancındandır.” 3681
Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle diyor: "Hamr haram edildiği zaman ben, Ebû Talha'nın evindeki bir topluluğa şarap sunuyordum. Çünkü ben onların en küçüğü idim. O gün onların içtikleri hamr, büsr ve temr (karışımı) idi. Birinin, 'Şarap haram kılındı' diye bağırdığını duyduk. Medine sokaklarında (şarap) aktı. Ebû Talha bana 'Dışarı çık da bunları dök!' dedi. Çıkıp döktüm..." 3682
Tarih Boyunca İçki
Doğal bir olay olan mayalanma dolayısıyla alkol, ilk devirlerden itibaren biliniyor olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Yusuf’un Mısır’da hapiste iken rüyasını yorumladığı iki kişiden birinin hükümdarın sarayında şarap sâkîsi olduğu belirtilmektedir.3683 Tevrat ve İncil’in bugünkü şeklinin yer aldığı Kitab-ı Mukaddes’in değişik bölümlerinde içkinin zararlarına işaret edilir.3684 Ancak Kitap ehli, bira, şarap ve likör türü içkilere yemeklerinde ve bazı dinî merâsimlerinde yer verirler, içkinin kesin haram olduğunu kabul etmezler. Eski Türk kültüründe de içkinin önemli bir yeri olmuştur. Türkler şaraba süci, bor, çağır gibi adlar vermişlerdir. Bazı Türk topluluklarında, geleneği hâlen devam eden, kısrak sütünden “saba” denilen tulumlarda özel bir mayalama usûlüyle yapılan “kımız” millî bir içki olarak telâkkî edilmektedir. Türkler ayrıca ayranı uzun müddet tulumlarda bekleterek bir tür rakı üretmişlerdir. Câhiliye devri Araplarında daha çok üzüm ve hurmadan değişik içkiler yapılmakta, ayrıca Suriye, Irak ve Yemen’den Arabistan topraklarına içki getirilmekteydi.
İslâmiyet’ten öce içki içmeyen ve onu haram kabul eden hanîfler de vardı. Bununla birlikte bi’setten sonra dahi içkinin haram kılınmasına kadar Arap, yahûdi ve hıristiyan tüccarlar Medine’de içki satmaya devam etmişlerdir. İçkinin haram kılınmasından sonra da alışkanlıklarını bırakamayıp gizlice içki kullanan3685 veya açıktan için kendilerine had uygulanan kimseler olmuştur.
Emevîler döneminde refah seviyesinin yükselmesi ve farklı kültürlerin etkisiyle içki kullanımı yaygınlaştı. Yezid bin Muâviye, Abdülmelik bin Mervan, Yezid bin Abdülmelik ve Velid bin Yezid gibi Emevî hükümdarlarının içki kullanmaları da bunda etkili oldu. Ömer bin Abdülaziz içkiyle mücâdele etmiştir. Abbâsi hükümdarlarından Hâdî İlelhak, Emin, Me’mûn, Mu’tasım Billâh, Vâsık Billâh ve Mütevekkil Alellah içkiye düşkündü. Fakat İbn Haldun’un da işaret ettiği üzere
3679] Ebû Dâvud, Tıb 23; Ahmed bin Hanbel, III/477, V/60
3680] İbn Kesir, c. 4, s. 397
3681] Ebû Dâvud, Büyû’ 77, hadis no: 3528; İbn Mâce, Ticâre 1, hadis no: 2137-2138; Nesâî, Büyû’ 1, hadis no: 4427-4430; Tirmizî Ahkâm 22, hadis no: 1372; Dârimî, Büyû’ 6, hadis no: 2540
3682] Müslim, Eşribe 41
3683] 12/Yûsuf, 41
3684] Hâkimler, 13/4-6, 14; Levililer, 10/8-10; Luka, 1/15
3685] Ebû Dâvud, Edeb 45
İÇKİ VE KUMAR
- 839 -
Hârun Reşid gibi bazıları hakkında söylenenler doğru değildir.3686 Mansûr ve Mühtedî Billâh ise içkiyle mücâdele etmişlerdir. Abbâsî dönemi İslâm devletlerinin hükümdarları arasında sarhoş olup akla gelmedik çılgınlıklar yapanlar bulunduğu gibi, ilaç için bile içki kullanmayan da vardı.
Çoğu pagan kökenli antik dinlerde bir vecd aracı olarak dinî bir içeriğe sahip bulunan içki, özellikle şâmanik karakterli dinlerde sarhoş edici özelliğinin getirdiği kendinden geçme hali dolayısıyla, şâmanın öteki âlemle ilişki(!) kurmasını sağlayan kutsal bir araç olarak düşünülmüştür. Yahûdilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerde ya haram kılınmış veya sınırlandırılmış; İslâm’da ise tümüyle ve kesin bir şekilde yasaklanmıştır.
İçkinin Zararları
İslâm’ın tüm emir ve yasakları, öncelikle Allah’a itaat edip O’nun rızâsını kazanmak için yerine getirilir. Müslüman bilir ki, Allah’ın bizim bazı şeyleri yapıp bazı şeyleri terk etmemize hiçbir ihtiyacı yoktur. O’nun emirlerine itaat, bizim için hem dünya ve hem de âhiret açısından büyük faydalar sağlar. Yasakladıkları şeyler de bizim için zararlı olduğu için haram kılınmıştır. İçki yasağına uymamak, öncelikle ve en önemli zarar olarak âhirette büyük cezâsı olan bir suçtur. Kur’an’da içki yasağının putlara tapınma (ensâb -dikili taşlar-) yasağıyla birlikte zikredilmesi,3687 içki haramlığının derecesinin putlara tapınmaya denk olarak kabul edilebileceğine delâlet eder. Kur’an, bunun çirkinliğini; “şeytan işi pislik” olarak belirtir.3688 İçkinin ayrıca toplumsal zararlarını da özlü bir şekilde belirten Kur’an, içki ve kumar yoluyla şeytanın insanlar arasına düşmanlık ve kin sokmak istediğini3689 açıklar. Peygamberimiz (s.a.s.) de, içki içen kimsenin, tevbe etmeden öldüğü takdirde âhiret şarâbından içemeyeceğini belirtir. 3690
Mü’mini sarhoşluk veren içkileri içmekten alıkoyan en güçlü ve mutlak otorite, sahip bulunduğu imanıdır. Allah’tan başka sahte tanrılara ve putlara tapmak onun için ne ise, içki içmek de aynı şeyi ifâde eder. Çünkü Yüce Allah “içki” içmeyi “putlara tapma”ya izâfe etmek sûretiyle zikretmiştir.3691 İmanının iç dinamikleri mü’min kimseye putlara itaat etmemeyi, onlardan korkmamayı, onları sevmemeyi emrettiği gibi, aynı dinamikler Allah’ın koyduğu içki yasağına tam bir itaat göstermeyi de emreder. Şu hadis-i şerif, içki yasağı ile iman arasındaki bağı çok net bir şekilde kurmaktadır: “... Şarap içen, içtiği anda mü'min değildir." 3692
Bilindiği gibi, sarhoşluk veren her şey “hamr”, yani Türkçe söyleyişiyle “içki” kabul edilir. Ve her hamr/içki, az da içilse, bir damla da alınsa, içinde alkol miktarı az olan “bira” ve benzeri içecek de olsa; bir “rics -pislik-”tir.3693 Kur’an, Allah’’ın verdiği temiz rızıklardan yememizi emretmiş, habîs/pis olan yiyecek ve içecekleri yasaklamıştır.3694 Ancak pislikler, pis şeyler, pis insanlar içindir; onlar kendilerine
3686] Mukaddime, s. 18
3687] 5/Mâide, 90
3688] 5/Mâide, 90
3689] 5/Mâide, 91
3690] Buhârî, Eşribe 1, Edeb 80, Ahkâm 21, 22, Meğâzî 60; Müslim, Eşribe 72-75
3691] 5/Mâide, 90
3692] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1; Müslim, İman 100-104
3693] 5/Mâide, 90
3694] 2/Bakara, 172; 7/A’râf, 157
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
helâl kılınmış sayısız temiz gıdaları bırakıp pis şeyleri tercih ederler.3695 Yediği ve içtiği haram olan, haramla beslenmiş kişilerin duâsı da kabul edilmeyecektir.3696 Haramla beslenip gıdalanan vücudun hakkı ise Cehennem ateşidir.3697 “Allah, alkollü içkileri içen kişiye Cehennem’de azab göreceklerin irinlerini içirmeye and içmiştir.”3698 Hadis-i şeriflerde Cennete giremeyeceği belirtilen üç kişiden biri, içki tiryakisidir.3699 Allah’ın lânetinin de içki içene, imal edenlere, taşıyan, satana, garsonuna Allah’ın lânet ettiğini bildiren hadis-i şerif,3700 içki konusunda yardımcı olan veya geçimini şu veya bu şekilde içkiyle bağlantılı yapanlara da Allah’ın rahmet nazarıyla bakmayacağını haber verir.
İçki, uyuşturucu vb. sarhoşluk veren şeyleri kullanan kimselerin kalbinden iman nurunun çıkacağını3701 bildiren Peygamberimiz, içki, bira vb. içilen adına kahve de denilse, bazılarının evdeki içkili sofrası da olsa, meyhâne cinsinden bu sofra veya masalara oturulmasını yasaklamıştır.3702 Bazı insanlar, içinde alkol miktarı az olduğu veya az miktarda içilince sarhoş yapmadığı gibi gerekçelerle “bira”yı veya bir-iki kadeh içmeyi haram kabul etmeyebiliyor. Bu haramı daha büyük hale getirir; Allah’ın haram kıldığı bir hükmü kabul etmediği için insanı küfre sokabilir. Peygamberimiz, sanki ta 14 asırdan bu mantığı şu şekilde deşifre eder: “Ümmetimden bir grup, ‘hamr’ı (sarhoşluk veren içecekleri) kendi taktıkları bir adla helâl kılmaya çalışırlar.” 3703
Sarhoş eden şeyleri kullanmanın ve kumar oynamanın haram olmadığını söylemek, bütün âlimlerin görüş birliği ile küfürdür. Eğer Peygamber (s.a.s.) kumar oynayana değil de şarap içene had vurmayı uygun görmüş ise, bu, aklı gideren şarabın, kişiyi, başkalarının hakkına tecâvüz etmeğe de sürükleme ihtimaline bağlı olabilir. Allah'ın elçisi, şarap içene, te'dîb ve ta'zîr türünden had vurmuştur. Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Tirmizî Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şarap içeni sopa ve ayakkabı ile dövdüğünü (veya dövdürdüğünü) rivâyet ederler. Ebû Hüreyre şöyle diyor: "Şarap içen birisi, Allah'ın elçisine getirildi. Rasûlullah: "Onu dövünüz!" dedi. Kimi eliyle, kimi ayakkabısı ile kimi elbisesiyle vurdu. Adam dönüp giderken bazıları ona: 'Allah seni perişan etsin!' deyince Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) buyurdu ki: "Hayır, öyle demeyin. Ona karşı siz de şeytana yardım etmeyin!" 3704
Alkollü şuruplardan ve tedâvi amaçlı da olsa Allah’ın haram kıldığı pisliklerden kaçınmak gerekir. Bu konudaki hadislerin zâhirine baktığımızda bu tür ilaçlardan da sakınılmalı, aynı cins ilacın alkolsüzü tercih edilmeli veya en azından hayatî önem taşımayan bu tür ilaçlar kullanılmamalıdır. "Allah Teâlâ hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak haram
3695] 24/Nûr, 26
3696] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3; Dârimî, Rikak 9
3697] Tirmizî, Salât 429; Dârimî, Rikak 60
3698] Tâc, c. 3, s. 145
3699] Kütüb-ü Sitte, 8/169
3700] Tirmizî, Büyû’ 58; İbn Mâce, Eşribe 6
3701] Kütüb-ü Sitte, cilt 8, s. 169
3702] Tirmizî, Edeb 43; Ebû Dâvud, Et’ıme 18
3703] Dârimî, Eşribe 8, hadis no: 2106
3704] Buhârî, Hudûd11/184-185
İÇKİ VE KUMAR
- 841 -
olan şeyle tedâvi olmayın."3705; “Allah sizin için haram kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.”3706; “Alkollü içkiler devâ değil; derttir.”3707 "Peygamber habîs (pis, zehir) ile tedâviden men etti." 3708
Bu hadislere rağmen, alkolün ilaç olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda mezheb âlimlerinin görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kur'an'da; leş, domuz eti gibi haram kılınan yiyecekler belirtildikten sonra, "Kim çâresiz kalır da bunlardan yemek zorunda kalırsa, aşırı gitmeden, başkasının hakkına saldırmadan yediği takdirde kendisine günah yoktur." 3709 ifâdesiyle, zorunlu durumlarda bu haram şeylerden yenilebileceği belirtilmiştir. Bu ifâde, alkol içeren maddelerin ilaç olarak kullanılabileceğini düşündürür.
M. Reşid Rızâ'ya göre ilâçlara, belli olmayacak ve normalde sarhoş etmeyecek ölçüde alkollü içki katmak, haram değildir. Elbiseye azıcık ipeğin karışması zarar vermediği gibi, ilâca -zarûret gereği- alkol karıştırmakta da bir sakınca yoktur. Reşid Rızâ şöyle diyor: "Hamrın sarhoş eden miktarı, içerdiği zarar ve bozukluktan dolayı bizzat haramdır. Bundan azı da, kötülüğe meydan vermemek için haramdır. Fakat zarûret halinde, haram olan şeyler mubah olur. Güvenilir doktorun tanıklığıyla şarapla tedavi zorunluğu doğarsa "zarûretler, miktarına göre takdir edilir" kuralına uyulur. Ne kadar alkol almak gerekli ise o miktar alınabilir. Ondan fazlası haram olur." 3710
İçki doğurgan bir kötülüktür; her günah, başka bir günaha kapı açar, ama içkinin açtığı kötülük/günah kapıları hem daha âcil açılır hem de kapıların sayısı çok fazladır. “İçki bütün kötülüklerin anasıdır.”3711; “...İçki içme. Çünkü içki, bütün şerlerin/kötülüklerin anahtarıdır.” 3712
İçki, sadece içene zarar vermekle de kalmaz; İçki içmenin toplumsal ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Çünkü içki, bireyin âilevî, sosyal ve meslekî faâliyetlerini önemli ölçüde aksatmaktadır. Alkol bağımlısı olan kişilerde sinir sistemi işlevinde birçok bozukluklar ortaya çıkmasına bağlı olarak şizofreni ve duygusal bozukluklar meydana gelmektedir. Aynı zamanda da, alkolik olan kişinin; işini, âilesini, yaşamını kaybedebildiği, alkolik kadınlarda ise, çocuğun özürlü veya sakat doğurma ihtimalinin çok yüksek bir düzeyde olduğu ve büyük oranda streslere yol açtığı da tesbit edilmiştir.3713 Kur’an da, (her iki dünyada da) kurtuluşa ermek için içki ve kumardan uzak durmayı tavsiye etmektedir. 3714
Günümüzde içki, hiddet ve öfkenin ortaya çıkmasına etki eden en büyük faktör olarak kabul edilmektedir. Sarhoş bir insan, sanki hiç uygarlaşmamış bir kimse gibi hareket eder. Çünkü içki içen bir kimsenin akıl işlevi aksadığı için ağzından çıkan sözlere dikkat edememekte ve hareketlerini kontrol altına
3705] Ebû Dâvud, Tıb 11
3706] Tâc, c. 3, s. 212
3707] Câmiu’s Sağîr, 1/72
3708] Ebû Dâvud, Tıb 11
3709] 5/Mâide, 3
3710] Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm, 7/89-90
3711] Nesâî, Eşribe 44
3712] İbn Mâce, hadis no: 4034
3713] Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, s. 471, 473
3714] 5/Mâide, 90
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alamamaktadır. Buna bağlı olarak kendi kendini denetleyemez hale gelmekte ve başkalarına karşı olan saygısını yitirerek bazı aşırı davranışları sergileyebilmektedir. Bu durum da, çevresindekileri rahatsız etmekte ve toplumda bir kinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Kur’an da, bu alışkanlığın toplumda düşmanlıklara sebebiyet verdiğine dikkat çekmektedir: “... Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister...” 3715
Toplumun temeli, fertler arası nezâket bağlarına dayanmakta, hislerin taşkınlığı ise, büyük oranda bu bağları koparmaktadır. İçki içen bir kimse, içki içmediği zamanlar, insanlığa karşı duyduğu kini gizleyebilmekte ve düşmanlık eğilimlerini frenleyebilmektedir. Ancak içkinin bu gibi insanda zihinsel ve devinsel işlevleri kalıcı bir şekilde bozduğu için, kişiliği menfî yönde değiştirdiği, ferdi kuşkucu ve aşırı saldırgan yaparak topluma karşı düşmanlık duygularını geliştirdiği tesbit edilmiştir. 3716
Fahreddi Râzî, içkinin aklı giderdiği ve onun yerine şehvet ve gazabı hâkim kıldığını, bunun da kişi ile toplum arasında çatışmanın meydana gelmesine sebebiyet verdiğini, bu çatışmanın ise, zamanla dövüş ve cinâyete dönüştüğünü ifâde etmektedir. Yapılan bir istatistikte, adam öldürme olaylarını gerçekleştiren fâillerin üçte birinin kanlarında yüksek oranda alkol bulunmuşturd. Bu durum, Kur’an’da içkinin zararlarını dile getiren ifâdelerin haklılığını ortaya çıkarmaktadır. 3717
Bugün hemen hemen hiçbir tedâvi edici özelliğinin bulunmadığı bilinen ve bütün dünyada bağımlılığı ve kötüye kullanımı en yaygın madde olan alkol, insanlık tarihi boyunca farklı şekillerde algılanmış, üretim ve tüketimi devlet tarafından bazen Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi yasaklanmış, bazen de glasnost öncesi Sovyetler Birliği’nde görüldüğü gibi teşvik edilmiştir. Alkol kullanımı ve doğurduğu sonuçlar çağımız da özellikle Batı ve batılılaşma yolundaki toplumların en önemli problemlerinden biridir. Alkol kullanımının, yol açtığı sağlık sorunları yanında, trafik kazaları, intiharlar, suça yönelme, aile bölünmesi, iş hayatının bozulması, meslek kayıpları ve çeşitli ekonomik yıkımlar açısından toplumlara verdiği zararlar çok boyutlu bir biyo-psikososyal sorun oluşturmaktadır.
Alınan alkolün yaklaşık % 10’u midede, kalanı ise ince bağırsaklarda emilerek kısa sürede kana karışır. Aç karnına alınan alkolün emilmesi daha hızlı, tok karnına alınanınki daha yavaştır. Dolayısıyla kandaki alkol yoğunluğunun en yüksek noktaya ulaşma süresi 30-90 dakika arasında değişir. Alkol emildikten sonra vücut özümleme faâliyetine geçerek kandaki alkol yoğunluğunu düşürmeye çalışır ve büyük bir kısmını karaciğerde yakarak su ve karbondiokside dönüştürürken kalanı da solunum ve idrar yoluyla dışarı atar. Ancak bu süreçte vücut, asetaldehid birikmesi sonucu zehirlenme belirtileri göstermeye başlar. İnsan vücudu aşırı alkol yüklenmesine karşı bir noktaya kadar kendini savunmakta ve mide yaptığı salgılarla cidarını korumaya çalışırken arkasından çıkış kapağını kapatarak alkolün ince bağırsağa geçip kana karışmasını engellemekte, daha sonra da kusma refleksiyle onu dışarı atmaktadır. Ancak yine de aşırı yüklenme devam ettiğinde
3715] 5/Mâide, 91
3716] Cüceloğlu, a.g.e. s. 235-238
3717] Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 304-305
İÇKİ VE KUMAR
- 843 -
alkol koması ve arkasından ölümün gerçekleşmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Alkol, merkezî sinir sistemi ve beyin üzerine fizyolojik baskı yapar. İçkinin beyni uyarıcı etkisi olduğu şeklinde bir görüş varsa da, bu doğru değildir. Alkol alındığı zaman başlangıçta kişinin canlanması, neşelenmesi, beyindeki savunma ve karşı kontrol mekanizmalarının ilk anda baskı altında kalmasının sonucudur. Bu durum, birçok kimseyi ve bazı hekimleri yanıltmakta ve az dozda alınan alkolün uyarıcı etki yaptığı gibi yanlış bir kanaate yol açmaktadır. Alkol zehirlenmesinin bir miktar ilerlemesiyle kişinin bunalımı yatışmakla birlikte kendini kontrol edemediği görülür; hâfıza zayıflar, dikkat toparlanamaz ve basîret tamamen kaybolur. Kendine aşırı güven kazanan kişi canlı, taşkın ve girişkendir. Kontrolsüz mizaç dalgalanmaları ve duygusal patlamalar ortaya çıkar; bu psikolojik değişikliklere davranış ve idrâk bozuklukları da eşlik eder.
Akşamları içki alınması genellikle uykuya dalmayı kolaylaştırırsa da, alkolün asıl uyku üzerinde ters etkisi vardır. Alkol, uykunun hızlı göz hareketlerinin olduğu ve rüyaların görüldüğü dönemini etkileyerek derin uykuyu azaltır ve daha sık, daha uzun uyanma dönemleriyle uyku parçalanmasını arttırır; dolayısıyla uykuya yardım ettiği kanaati yanlıştır. Alkol zehirlenmesinin başlangıcında şahıslar çok konuşkan ve hoş sohbet veya tam tersine içe kapanık ve somurtkan, yahut hırçın ve kavgacı ya da gülme ve ağlama nöbetlerinin birbirini takip ettiği bir görüntü sergiler. Bazı kişilerde alkolün tesiri kısa sürede görülmez, yani alkol alımı onlar için zehirlenmenin başlangıcında genellikle rahatlatıcı ve neşelendirici rol oynar. Fakat sıkıntılarını, problemlerini ve öfkelerini kontrol altında tutabilen bu şahıslar, ilerleyen saatlerde alkolün alkolün kontrol mekanizmalarını depresyona uğratması ve bu arada savunma mekanizmalarını da yıkması sonucunda daha sıkıntılı, üzüntülü, öfkeli ve saldırgan olurlar; bu yüzden beraber içmeye gittiği arkadaşını içki masasında öldürenlerin sayısı az değildir. Bazıları da çok hafif etkisi olabilecek kadar az miktarda alkol aldığı halde, hemen çılgınlık derecesinde ağır davranış bozuklukları gösterir.
Aşırı içki içmenin ilk ve en önemli yan etkisi karaciğer hasarı şeklindedir. Yine, aşırı ve uzun süreli kullanma mide, bağırsaklar ve pankreasta ağır bozukluklara, tansiyon yükselmesine ve kalp atışlarının düzensiz hale gelmesine sebep olur. Ayrıca kan yapımıyla ilgili sistemi olumsuz yönde etkileyerek karaciğer, kalın bağırsak ve akciğer gibi çeşitli organlarda kanser riskini arttırır. Alkoliklerin % 10’unda kısırlık ve alkole bağlı sirozu olan erkeklerin % 30-50’sinde testis küçülmesi görülmektedir. Genellikle otuz beş yaşından sonra, çok uzun süreyle fazla miktarda alkol kullanımından dolayı hâfıza bozuklukları meydana gelir. Aşırı alkol kullanımı, kişinin eşine olan sevgi ve saygısının, bu arada cinsel ilgisinin de giderek azalıp kaybolmasına, özellikle onu umursamaz ve aşağılayıcı tavırlar takınmasına, içinde beliren kıskançlık ve aldatılma duygularını şiddetle sergilemesine yol açar. Çok sinirli, huzursuz, alıngan, her şeyden şüphe eden ve sık sık öfke patlamaları gösteren bu kişilerde önceleri sadece sarhoşluk ânında dışa vurulan şüphe, korku ve saldırgan davranışlar zamanla süreklilik kazanıp gerçek bir hezeyan halini alır ve kişinin bütün düşüncelerine ve hayatına hâkim olur. Hastalardaki aldatılma ve kıskançlık hezeyanları, şahsın aile hayatını sarsan ve bazen intihara veya adam öldürmeye yol açabilecek kadar tehlike arzeden, “alkol paranoyası” adı verilen bir hastalıktır. Son yıllardaki çalışmalar, alkol kullanımıyla ilişkili zararların ve bozuklukların sadece alkolü kullananlarla ve yetişkinlerle
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sınırlı kalmadığını, gelecek nesilleri de etkilediğini göstermiştir. Bir alkolik kadının özürlü bir çocuğa sahip olma riski % 35 gibi yüksek bir orandadır. Bu risk, anneleri içki içen çocukların ana rahminde iken alkole mâruz kalmalarının sonucudur. Alkol ana rahmindeki büyümeyi ve doğum sonrası gelişmeyi engeller; çocukta zekâ geriliğine, boy kısalığına ve davranış bozukluklarına sebep olur.
Evliliklerde kaçınılmaz bir gerilme ve tahribata yol açan alkol, ailede sosyoekonomik problemlere yol açabilir. Sürekli çekişme ve şiddetle dolu bir aile atmosferi çocuklar üzerinde yıkıcı bir rol oynar ve sarhoş anne babalar çocuklarının onlarla özdeşleşmesi açısından kötü örnek oluştururlar. Aşırı alkol alan kişilerin çocuklarında duygusal çöküntü ve davranış bozukluklarının gelişme riski çok yüksektir, bu çocukların çoğu okulda da başarılı olamaz. Alkol kullanımı ile antisosyal kişilik gelişmesi arasında âşikâr bir ilişki vardır ve bu durum, özellikle çocuk yaşta alkole başlayan gençlerde görülür. Alkol, suça yönelimi ve saldırgan davranışları kamçılar; ayrıca, başka madde bağımlılıklarını da körükler. Her yıl, sadece alkol kullanımı ile doğrudan ilişkili binlerce ölüm meydana gelmektedir. Dünya Sağlık Teşkilatı’nın Türkiye’nin de içinde bulunduğu otuz ülkeyi kapsayan son araştırma raporlarına göre cinâyetlerin % 85’i (% 60-70’i aile içine dönüktür), tecâvüzlerin % 50’si, şiddet olaylarının % 50’si, eşlerini dövenlerin % 70’i, işe gitmeyenlerin % 60’ı ve akıl hastalıklarının % 40-50’si (bu oran bizzat alkol kullananlarla ilgilidir; onlardan doğan çocuklarda aklî ârızalar % 90’lardadır) alkolden kaynaklanmaktadır. 3718
Son yıllarda dünyayı felâkete götüren alkollü içkilere âit verilen haberler korkunçtur. Rusya’da yılda bir milyon kişi, alkole bağlı hastalıklardan ölmektedir. İngiltere’deki bir araştırmaya göre, genç ve orta yaştaki insanların ölümlerinin % 25’i alkolden olmaktadır. ABD Sağlık Bakanı, Kongreye verdiği raporda ağız, gırtlak, akciğer, karaciğer kanserlerinde alkollü içkilerin birinci sırada sorumlu olduğunu açıkladı. Dünya sağlık örgütü, suçların % 60’ının alkollü kimseler tarafından işlendiğini, ırza geçme olaylarında bu oranın % 85’e çıktığını yayınlamıştır. Yine, yapılan istatistikler bir alkoliğin neslinden gelenlerin % 30 suçlu, % 45 akıl hastası olduğunu ve bu zararın beş kuşak sürdüğünü ortaya koymuştur.
Alkollü içkinin hafifi, kuvvetlisi olmaz. Dünya Alkolle Mücadele Derneği Başkanının açıkladığına göre alkoliklerin tümü işe bira ile başlamıştır ve alkollü içkilerin yeryüzüne böyle süratli yayılmasının sebebi biranın kolayca meydana getirdiği alışkanlıktır. İçkinin insan sağlığına olumsuz etkilerini anlamak için önce onun kimyasal birkaç özelliğini bilmek gerekiyor. Bilindiği gibi, alkol temel bir eriticidir. Özellikle yağları eritir. Besin açısından ise bir sentez ürünü değil; bir ayrışım ürünüdür. Temel besin maddesi şekerin, bakteriler tarafından kullanılması, yani yenmesi sırasında ortaya çıkan, artık bir kimyasal maddedir. Bu özellikleri sebebiyle insan vücudunda alkol zararlı bir kimyasal madde kabul edilir ve karaciğer tarafından hemen yakılıp bozulur (detoksike). Şu halde bazı alkol sempatizanlarının iddia ettiği gibi alkol kesinlikle besin değildir. Vücuda girince tüm besinlerin aksine, kontrol edilmeden yanar. 3719
İnsan vücuduna alkolün etkisine gelince:
3718] Musa Tosun, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 462-463
3719] Bakara sûresinin 219. âyetinde işaret edilen zâhirî yarar bu olabilir
İÇKİ VE KUMAR
- 845 -
a) Alkolün sindirim sistemine etkisi: Alkolün zararlı etkisi ağızdan başlar. Normalde ağzımızda özel canlı bir ortam vardır (flora). Bu ortam, mikropların yaşamasını âzamî derecede zorlaştırır. İşte alkol bu florayı bozduğundan diş etlerinin kolayca mikroplanıp kronik iltihaplanmasına sebep olur. Bu yüzden alkol alışkanlığı olanlarda dişler çabuk çürür.
Ağızdan sonra, yutak ve yemek borusu gelmektedir. Bu iki organ birbirinin devamıdır. Çok zor görevler görür; çok duyarlı bir iç zarı vardır (mukoza). İşte, alkol, bu iki organın da iç yüzlerini tahriş eder, dayanıksız hale getirir. Bu organların kanserlerinde alkol, kesinlikle sorumlu tutulmaktadır. Nitekim özellikle 1980 yılından itibaren ağır alkollü içkilerle mücâdelede kanser merkezleri çok ciddi adımlar atmıştır.
Alkolün midede devamlı gastrit yaptığı bilinmektedir. Yemek borusu ve yutak kanserlerinde olduğu gibi, kesinlik kazanmamakla birlikte, mide kanserine de alkolün yardımcı olacağı kanaati hâkimdir. Alkol, çok ince kimyasal işlemlerin yapıldığı 12 parmak bağırsağına en ağır etkileri yapar; onun salgı düzenini, kimyasal duyarlığını bozar. Alkol, sindirim olayının merkezi sayılan bu organı bozarken safra salgısını da altüst eder. Bütün alkoliklerin 12 parmak bağırsağı ve safra kesesi hastadır. En azından düzensiz çalışmakta ve safradır. Bu hal şiddetli gaz şeklinde, her alkoliğin kulağını çekmektedir.
Bu düzensizlik, tüm bağırsakları etkilediğinden, devamlı alkol kullananlarda sindirim sisteminin düzen ve kompüter âhengi bozulmuştur. Normal vücut, sindirim sistemine verdiği özel tâlimatla kendine yararlı olanı sindirdiği halde; devamlı alkol alanlarda bu kontrol kalkmış ve sindirim kontrolsüz yürür hale gelmiştir. Alkolün zahirî bir faydası gibi görülen şişmanlatması, bu kontrolsüz sindirimden doğar. Halk arasında çok isâbetli bir tanımla bu şişmanlığa kof şişmanlık denir. Gerçekte öyledir. Zira, bu bilinçsiz sindirim, hücre arasında yağ depo etmekten öte geçemez; hatta bu yağ birikimi bazen kalp kaslarına da yansır. Kalp yağlanarak, tehlikeli problemlere yol açar. Şüphesiz alkolün en vahim etkisi karaciğer üzerinedir. Karaciğer her alkol molekülünü zehir kabul eden hassas bir laboratuardır. Alkolün karaciğer üzerine etkisi iki yönlüdür: 1- Karaciğer hücreleri alkolü tahrip etmek için bu göreve bağımlı kalıp diğer görevlerini ihmal eder. 2- Karaciğerin birbirinden hassas kimyasal işlemleri, alkolün kontrolsüz müdâhalesiyle bozulur. Bu yüzden karaciğer bir işlemi defalarca yapmak zorunda kalarak, ileri derecede yorulur.
Bu etkiler, karaciğerde çok olumsuz sonuçlar meydana getirir. Bunların en meşhuru alkol sirozudur. Siroz, karaciğer tahribinin tam oluş belgesidir. Ancak alkol alanlar, “ben siroz olmuyorum” diye teselli bulmamalıdır. Daha tehlikelisi, alkolün karaciğerin görevlerini tek tek aksatıp yok etmesidir. Bunlardan ilki, kan yapımı için gereken maddelerin karaciğer tarafından yapılamaması ve bu görevin ileri derecede aksamasıdır. Bu yüzden bütün alkol kullananlar kansızdır. Yüz damarlarının genişlemiş olması sebebiyle yüzleri kanlı görülse de kemil iliği haraptır. Yine karaciğerde alkol alanlarda yeterince korunma maddesi yapılamaz. Bu yüzden alkol kullananlarda, hastalıklara karşı genel bir dayanıksızlık vardır. Alkol bazen hızlı karaciğer iflâsları oluşturur ki, bu durumda alkol alan kimse, karaciğer komasında ölür. Karaciğerle ilgili hiçbir olay yoktur ki, alkolden zararlı etki görmesin.
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b) Alkolün dolaşım sistemine etkisi: Alkolün dolaşım sistemine etkisi karaciğere etkisi ile hem dolaylı yoldan, hem kalp kasına etkisi de iki yönlüdür. Kandaki yağlı besin maddelerinin yanmasına başrolü oynayan karaciğerin güçsüzlüğe uğraması, damarların sertleşmesine, tansiyonun yükselmesine sebep olur. Diğer yandan, alkol hızlı yanarak dolaşım debisi denilen akımın akış yöntemini bozar ve kalbi yorar. Ayrıca alkol, kalpte yağlanma yaparak ve sinir sistemine yaptığı etki yolu ile de kalbi ciddî şekilde bozar. Alkoliklerin sonunda ya sirozla ya kalp yetmezliğiyle öldükleri bilinmektedir. Çeşitli sebeplerle dolaşım problemleri olanların bir damla alkol almaları bile hayatı hiçe saymak demektir.
Dolaşım sisteminin nihâî bir bölümü sayılan böbrekler de alkolden fevkalâde zarar görür. Zira böbrekler süzme işlemini çok hassas kimyasal değerlerde yürütür. Alkol böbreklerin bu hassas çalışmasını da altüst eder. Özellikle az alkol, bu işlemleri daha şiddetle bozar. Devamlı bira içenlerin böbrekleri mutlaka ârızalanır.
Vücudun en önemli sistemlerinden biri olan lenf (beyaz kan damarları) sistemi, alkolden çok zarar görür. Zira bu sistemin yapısında yağ bileşikleri çok önemli bir yere sahiptir. Alkolün yağ bileşiklerine olan olumsuz etkisi, bu hârika korunma sistemini tahrip etmektedir.
c) Alkolün sinir sistemine etkisi: Alkol, kalın yağ barajları ile korunan sinir sisteminin hücre zarlarını aşarak sistemin elektriksel iletişimini bozar. Bu etki, iki tarzda kendini gösterir. Birincisi, sarhoşluk dediğimiz ânî etkidir. Ancak bundan daha tehlikeli olanı kronik etkidir. Alkol, her geçen gün sinir sistemini tahrip ederek onda saymakla bitmeyen hastalıklar doğurur. Üstelik alkolün ilk etkisi yavaş, hatta belirsiz de geçse, bu kronik etkisini sürdürür. Bu yüzden bazılarının “ben sarhoş olmuyorum, alkole dayanıklıyım” iddiâsı tamamen bir tesellidir. Bu etki, genç yaşlarda, hele çocukluk çağında fevkalâde vahimdir. Alkol, sinir sisteminde polinevrit, alkol cinneti, korsakof sendromu gibi bilinen hastalıklar dışında, çeşitli merkezlerde telâfisi güç tahripler yapmaktadır. Hâfıza kaybı ve ellerdeki titremeler bu tahribatın habercileridir.
d) Alkolün soya yaptığı etkiler: Alkol, yağ eritici gücü ile cinsiyet hücrelerine de geçmekte ve onda onarılması güç sakatlıklar doğurmaktadır. Gelecek nesillerde çeşitli zekâ gerilikleri, kas yetersizlikleri en bilinen örnekleridir. Yapılan birçok araştırmalarda ruh hastalıkları taşıyan şahısların anne ve babalarının alkolik olduğu tesbit edilmektedir. Alkolün, soya çekimde, yumurta hücresini daha kolay tahrip ettiği tesbit edilmiştir. Bu yüzden alkolik annelerin çocuklarına hemen hemen daima bir irsiyet (soya çekim) sarsıntısı görülmektedir. Babanın alkolik olması da yine yüzde otuzdan fazla problem oluşturmaktadır.
e) Alkolün psikososyal etkileri: Toplum dengesi ve düzeni açısından alkolün ne denli zararlı olduğu bilinmektedir. Biz bu etkilerin en önemlilerini sıralamak istiyoruz:
Algınlık nedeni ile toplumun fertlerini devamlı kavgaya sürüklemektedir.
Aile düzenini yıkmakta, sonu gelmeyen boşanmalar, topluma ters çocuklar, tüm toplumu sarsmaktadır.
Alkolün verdiği uyuşukluk, tembellik, iş gücünü azaltmakta, toplumun
İÇKİ VE KUMAR
- 847 -
üretim gücü düşmektedir.
Fertlerde yaygın bir umursamazlık meydana getirmektedir. Bunun sonucu millî kaygılar, birlik ve toplumdaki dertlere karşı direnme kaybolmaktadır.
Bu dört husus, Batılı sosyologları öylesine kaygılandırmıştır ki, alkolün yaygınlaşması halinde millî şuurlarının çökeceğinden duydukları korkuları tüm devlet kademelerine yansımışlardır.
İşte Kur’ân-ı Kerim, hiçbir toplumun, hiçbir fikir akımının mücâdeleye cesâret edemediği toplumları kemiren bu derdi, kestirip atmış, asırlar boyu müslüman toplumları bu illetten korumuştur. Dünyanın en ünlü Higiyon (Hıfzıssıhha) bilim adamı Ord. Prof. Hirch, kitabında şöyle demektedir: “Medenî Amerika’nın 15 yıl yürütemediği içki yasağını İslâmiyet 14 asır başarı ile yürütmüş, insanları ve medeniyeti çok önce yok olmaktan kurtarmıştır.” 3720
Alkolü Bırakmak: Alkolizm tedâvisinde başarılı olabilmek için, kişinin durumunu kabullenmesi, alkolü bırakmaya kesin kararlı ve tedâvi için istekli olması gerekir. Hasta, alkolü bırakmayı istemediği halde, eşinin veya yakınlarının arzusu yahut baskısı ile ya da alkolle ilişkili bir bozukluğun ortaya çıkması sebebiyle doktora gittiğinde başarı şansı çok daha az olmakta, zoraki tedâvi o kişiyi geçici bir süre alkolden uzak tutmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Öte yandan tedâvi, alkolün kesinlikle ve tam anlamıyla terkedilmesinin sağlanmasına yönelik olmalıdır. Çünkü alkol bağımlısının az veya kontrollü içmesi diye bir çözüm yolu yoktur; bunun aksini savunmak, hastanın da hekimin de kendini aldatmasından başka bir şey değildir. Bugün alkolle mücâdelenin en etkili yolunun alkole hiç başlamamak olduğu kabul edilmektedir. Bu sebeple, kişinin kendine ve çevresine zarar vermeden mâkul ölçülerde(!) alkol kullanmasının hoş karşılanıp onaylanması belki de insanları alkolizme götüren en etkili yol ve en tehlikeli tuzaktır. Zira bütün teorik yaklaşımlara rağmen alkole başlayan kimselerden kimin kontrollü içme aşamasında kalacağı ve kimin alkolik olacağı önceden kestirilememektedir. Alkolikler sadece alkol kullananlar arasından çıktığına göre, alkolizmi önlemenin en kesin yolu alkolün ilk kadehini ağza sürmemektir.
Kişi ve toplumu alkolden uzak tutacak tedbirleri almadan ve insanları alkolizme götüren sebepleri ortadan kaldırmadan, yani bataklığı kurutmadan ve insanlara Allah korkusunu vermeden sorun çözülemez. Kişinin mânevî değerlerini geliştirip kendi yasağını kendisinin koymasını sağlayan Dinin koruyucu rolü her şeyden daha etkilidir. Nitekim İslâm’da içkinin kesin olarak haram kılınması sebebiyle, gerek devletin alkolü yasakladığı ve gerekse yasaklamadğı İslâm ülkelerinde alkolizm oranı çok düşüktür. İçki içmenin günah olduğuna inanan müslümanların çok büyük bir kısmı, ağızlarına bir damla bile alkol koymazlar. Günah olduğuna inanmakla birlikte, kendini tutamadığını söyleyerek alkol alan müslümanların da çoğu Ramazan ayı gelince içkiyi bırakır; bunlar oruç tutmasalar bile o ay hiç içmezler; bu da içkiden kurtulmak için iyi bir fırsattır. İnsanoğlunun kesin isteyip de kurtulamayacağı hiçbir bağımlılık, tutsaklık yoktur. Bırakmak isteyen, mutlaka bir çözüm bulacaktır. Zâten içki bağımlılığı ve benzerleri terkedilemeyecek bir şey olmuş olsa, Allah’ın bunu bıraktırmaya çalışmasının bir anlamı olmazdı. “Hamr (sarhoşluk veren içecekler), kumar, dikili taşlar (putlar, putlaştırılan
3720] Halûk Nurbaki, İslâm Dininin İnsan Sağlığına Verdiği Önem, s. 76-85
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
heykeller), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz... Artık (bunlardan) vazgeçtiniz, değil mi?”3721 Unutmayalım ki, Allah, kimseye zerre kadar zulmetmez ve kimsenin sırtına kaldıramayacağı yükü yüklemez. “... Bir şeyi yapmaya azmettiğin, karar verdiğin zaman Allah’a tevekkül et/güven...” 3722
Uyuşturucu Maddeler
Sinir sistemini uyuşturan ve böylece kişinin düşünme ve muhakeme melekesini yok eden maddelere uyuşturucu maddeler denir. Sürekli uyuşturucu madde kullanan kimselerde bu maddelere karşı bağımlılık meydana gelir. Çok çeşitli uyuşturucu madde vardır. Bunlar; alkol, morfin, eroin, kokain, afyon, eter, esrar gibi maddelerdir. Yatıştırıcılar ve uyku ilaçları da uyuşturucu maddelerindendir.
Uyuşturucu alışkanlığı günümüz insanının en büyük sosyal problemlerinden birini oluşturmaktadır. Materyalist ve kapitalist toplumlarda, sistemlerin çarpıklıklarından ortaya çıkan sosyal problemler, insanları uyuşturucu maddelerin tutsağı haline getirmektedir.
En yaygın olarak kullanılan uyuşturucu maddeler, alkol içeren içkilerdir. Gayri İslâmî toplumlarda bu tür içkiler yaşamın bir parçası olarak kabul edilmektedir. Diğer uyuşturucu maddelerin satışı ve kullanımı dünyanın hemen her yerinde suç kabul edilmiş ve cezalandırılmıştır. Ancak bu cezalar, uyuşturucu maddelerin kullanımının yaygınlaşmasını ve sosyal bir felaket haline gelmesini engelleyememiştir. Bunun sebebi, çağdaş toplumların yaşam felsefelerinin insanları bu tür alışkanlıklara itecek uygun ortamları hazırlamaya elverişli olmasıdır. Manevî boşluk, ideal yoksunluğu ve bu yolda yapılan etkinler, sosyal felaketlere yol açan, bağımlılarını delilik, hatta intihara sürükleyen uyuşturucu alışkanlığını yaygınlaştırmaktadır.
Uyuşturucuya müptela olan kimseler, her türlü insanî değerlerini kaybederek uyuşturucu madde ticareti yapanların kölesi haline gelmektedirler. Karşı konulmaz bir ihtiyaç haline gelen uyuşturucuyu temin edebilmek için çarpınan bu kimseler, çoğu zaman hırsızlık yapmakta, çeşitli şiddet eylemlerine girişmekte, cinâyetler işlemektedirler. Kişiyi rûhen ve bedenen çok süratli bir şekilde çökertip mahveden uyuşturucu alışkanlığının tedavisi son derece güçtür. Tedavi görüp iyileştiği kabul edilenlerin tekrar normal hayata dönüp topluma uyum sağlamaları imkânsız olmaktadır.
İslâm, toplumu, ifsad edecek, huzurunu bozacak, onu sosyal bunalımlara itecek her şeyi ta başından yasaklayarak gerekli düzenlemeleri yapmakta ve böylece insanları kötülüklerin pençesine düşmekten kurtarmaktadır. Allah Teâlâ, sarhoşluk veren alkollü içkileri haram kılmış ve bu harama riâyet etmeyenler için cezalar koymuştur. İslâm hukukunda alkollü içkiler yanında insanları uyuşturup akıl ve muhakeme kabiliyetlerini yok eden diğer bütün maddelerin kullanımı da haram kabul edilmiş ve şiddetle yasaklanmıştır.
Kimyevî uyuşturucuların ortaya çıkmasından önce yaygın olarak kullanılan uyuşturucu, esrar (hind keneviri). Bunun içindir ki, İslâm hukukçuları genelde bütün uyuşturucuların haram olduğunu kabul ederken, konu içerisinde esrara
3721] 5/Mâide, 90-91
3722] 3/Âl-i İmrân, 159
İÇKİ VE KUMAR
- 849 -
daha fazla yer vermişlerdir.
Esrar, "cannabis sativa" denilen boyu 1-3 m. uzunluğunda ılıman iklimde yetişen ve halk arasında "Hint keneviri" adıyla bilinen yıllık yabani bir bitkinin gövde ve yapraklarıyla çiçek kısmından elde edilen bir uyuşturucudur. Etken maddesi "Tetrahydrocannabinol" olan esrar, en eski çağlardan beri bütün dünyada bilinen ve kullanılan bir uyuşturucudur. M.Ö. 2737 yılında Çin'de yazılmış bir eserde kenevirin fiziksel ve ruhsal etkilerinden bahsedilerek bazı hastalıkların tedavisinde kullanımı için sağlık verilmiştir. Esrarı doğudan batıya taşıyan ünlü Venedikli gezgin Marco Polo (1254-1324)'dur. İbn Sina (980-1037) kenevire "kınnap" adını vermiş ve bu bitkiyi incelemiştir. Kenevir ve haşhaş yetiştiren ve tedavide bunları kullanan Sümerler, Asurlular, Mısırlılar, Romalılar, Yunanlılar ve İslâm dünyasında bu bitki çeşitli amaçlarla yetiştirilmiştir. 12-13. yüzyılda İsmailiye mezhebine mensup Hasan Sabbah dünya cenneti kurmak amacıyla müritlerine esrar içirtmiş ve onlara korkunç cinâyetler işletmiştir.
Evliya Çelebi İstanbul'da esnaf-ı benkçiyan adı verilen esrar dükkânları bulunduğunu zikretmiştir. 19. yüzyılda İstanbul'da bir dirhem esrar bir kuruşa satılıyordu ve gerek zenginler arasında gerekse fakirler arasında yaygın olarak kullanılıyordu. Üretim ve tüketimi yasaklanmasına rağmen, bütün dünyada gizlice alınıp satılan esrar en yaygın uyuşturuculardan biri olmuştur.
Esrar az miktarda kullanıldığında içinde tatlı hayallar, halk arasında esrar dalgası denilen hülyalar doğurur, fazlaca alınan esrar ise dalgın bir uyku hali, geçici çılgınlıklara varan taşkınlıklar meydana getirir. İçine beng otu veya tatula karıştırılıp macun haline getirilerek veya sigara içine karıştırılarak tüketimi yaygın olan esrar Arapça "haşiş" denilen olgun Hint keneviri yapraklarının kalburdan geçirilmesiyle veya roeşin ceket giyerek olgun kenevir tarlası içinde bu bitkiye sürtünerek dolaşanların ceketine yapışan reçineli kılların kazınmasıyla da elde edilmektedir.
19 Şubat 1920 ve mükeakip tarihlerde hazırlanmış olan Cenevre Afyon Anlaşması'nın I. maddesinin son fıkrasında herhangi bir isim altında ticarete çıkarılacak reçinesi alınmamış kenevirin kurumuş dişi organlarıyla çiçeklenmiş veya meyvelenmiş çiçek yataklarına Hint keneviri denilir. Bu tarif kenevirin belli çeşidinden çok, onun bazı organlarını ima etmekte ve böylece herhangi bir kenevir çeşidinde esrar maddesinin bulunabileceği anlaşılmaktadır. 3723
İslâm'da sarhoşluk veren "içki"ler yanında her türlü uyuşturucu yasaklanmıştır. Çünkü bunlarda da sarhoş edici özellik vardır. Âyet-i kerimede: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz, şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz."3724 ve hadislerde genel olarak sarhoşluk veren sıvı veya katı bütün maddelerin içilmesi, kullanılması yasaklamıştır. "Sarhoşluk veren her içki haramdır."3725; "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır."3726; "Her sarhoşluk veren fey içki (hamr) hükmündedir ve her sarhoşluk veren fey haramdır." 3727
3723] Türk Ansiklopedisi, XV, 348-349: İbn Abidin, Reddil'l Muhtar, Terceme, A. Davudoğlu, XVI, 72-79
3724] 5/Mâide 90
3725] Buhâri, Vırdû, 81, Eşribe 4, 10; Müslim, Eşribe, 67-68
3726] Ebû Dâvud, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3
3727] Müslim, Eşribe, 7375; Buharî, Edeb, 80
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Esrar, İslâm dünyasında 12. yüzyılda Tatar istilasına uğranıldığı sırada ortaya çıkmıştır. Dört büyük müctehidin yaşadığı dönemlerde esrardan söz edilmemesi, onun o zamanlar bilinmediğini gösterir. Sonraki mezhep imamları esrarın haram olduğuna dair fetvalar vermişler ve onu satanın te'dib olunacağını bildirmişlerdir. 3728
Esrar ve diğer bütün uyuşturucu maddeler aynı içki gibi kişiyi Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoyar. Bu maddelerin haramlığı içkinin haramlığından daha hafiftir. Bu yüzden esrar içene had cezası uygulanmaz, tazir cezası uygulanır. İbn Vehba'nın, el-Vehbaniyye adlı manzum eserinin şerhini yapan eş-Şurunbulalî (ö. 1069/1658) adı geçen şerhin "haram ve mubah; hazr ve ibâha" kısmında esrarın İslâm hukukuna yansıyan hükmünü şu şiirinde toplamıştır: "
“Esrarın haramlığına ve yakılmasına fetva verdiler.
Kaçınılsın içilmesin diye, böyle bir kimsenin boşamasını geçerli saydılar.
Onun satıcısına tedib cezası öngördükleri gibi, fâsıklığını da tesbit ettiler.
Onu helâl sayanın da zındık olduğunu yazdılar.” 3729
Argoda diş, dalga, ot, fin, sankız, ampes cığaralık, cuk, gonca, hurda, kaynar toprak, nefes, minare gölgesi, davul tozu gibi adları olan esrar, psikoaktif maddelerden biridir. Keyif verici, uyarıcı yatıştırıcı etkileri sebebiyle kullanılmakta; ancak ruhsal, davranışsal, gelişimsel bozukluklara yol açmaktadır. Hâlbuki insanları iyiye, doğruya, en güzele götüren İslâm dini, bütün zararlı şeyleri yasaklamıştır. İyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan İslâm, uyuşukluğu, gevşeme ve bilinç bozukluğunu, tabii olmayan uyarılmayı caiz görmez. Bilinci karartan esrar kullanımında zaman ve yer algısı değişip, insanın tabiî ve fatn tekâmülü bozulduğu için kıyas yoluyla bu maddenin vb. nin haram olduğuna hükmedilerek, kullanımı yasaklanmıştır. Zaten bütün dünyada bu maddeler yasa dışı yollardan üretilip, el altından satılmakta ve gizlice kullanılmaktadır. Batı dünyasında bir zamanlar hippi denilen gençlik gruplarının popüler uyuşturucusu olan esrar, insanı kendine bağımlılaştırarak gerçek dünyadan koparan, psişik bağımlılık yaratan bir maddedir. Bağımlı kişilerde çeşitli ruhi ve bedeni semptomlarla kendini belli eden bir hastalık hali meydana gelir ki, o artık normal bir insan sayılamaz. Uyuşturucu kullananların bağımlılıkları, onları fuhşa, günaha, ve dolayısıyla murdar olmalarına yol açmaktadır. Aklı olmayanın dini de olmaz ilkesinin yer aldığı İslâm'da, sarhoşluk haramdır. Sarhoş eden bir şey, beyin işlevlerini etkileyerek akıl dinamiklerini ortadan kaldırır. Bu sebeple İslâm toplumlarında aklı korumak esastır ve sarhoş edici her şey yasaktır. Çünkü İslâmî yaşayışın belti bazı ilkeleri vardır ve bunlar materyalist, ruhsuz, sahte ve geçici dünya cennetlerinin bunalımları ve delilik problemleri doğurmaktadır. Ayrıca bu gibi uyuşturucu maddeler çok kullanılmadığı için bu hastalıklar en çok Batı dünyasında görülmektedir. Her türlü sapıklık, hastalık ve yozlaşma da İslâm'ın en güzel yoluna tâbi olmamaktan dolayı insanların Câhiliyette ısrar etmeleri ve kendilerine zulmetmelerine yol açmaktadır. 3730
3728] İbn Abidin, a.g.e., XVI, 77; Yusuf el-Kardavî, İslâm'da Helal ve Haram, Trc: Mustafa Varlı, Ankara 1970, 85-87
3729] İbn Âbidin, a.g.e., XVI, 72-73
3730] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 258-259
İÇKİ VE KUMAR
- 851 -
Yiyecek ve İçeceklerde İslâmî Esaslar
Her kültürün, her medeniyetin kendine has bir kıyafeti, kendine has mutfağı vardır. İslâm’ın da özel bir mutfağı, yemek kültür ve âdâbı vardır. Müslüman kalmanın şartları arasında, İslâm kıyafetinin muhâfazası gibi, mutfağının da korunması icap eder. Kâmil manada müslüman olmak için İslâm mutfağından yemek şarttır. Başka bir ifade ile gayr-ı müslim mutfaktan beslenerek müslüman kalmak zordur, kendi kendisini aldatmaktır. İslâm mutfağında haram yiyecekler ve haramla elde edilmiş gıdalara yer yoktur. İslâm mutfağında sözgelimi, şarap, domuz, leş, yırtıcı hayvan eti, besmelesiz kesilmiş hayvan eti, böcek, haşerat yoktur. İslâm, kendine has bir medeniyettir. Kur’an ve hadis, bu kültürel müesseseye geniş yer verir. Sadece haram helâl konulara değil, en küçük âdâbına kadar her şeyini ele alır. Kendi hükmünü eksiksiz verir, bir başka kültürden taklit ve iktibasa yer bırakmaz. Müslümana, yeme içme ile hükümleri, sünnet ve edepleri öğrenip tatbik etmek düşer.
Kur’ân-ı Kerim’de Yeme İçme ile İlgili Âyetler: Yeme anlamına gelen "ekl" türevleriyle birlikte Kur'an'da 109 yerde geçer. İçme anlamına gelen "ş-r-b" kelimesi ise türevleriyle birlikte 39 yerde kullanılır. Kur’an’ın en uzun sûrelerinden birinin adı, “Mâide”, yani sofra’dır. Bu surenin baş tarafı, yiyecekle ilgili temel meseleleri, haram ve helâl yiyecekleri açıklar. Kur’an’da yenilip içilmesi haram olan gıdalar sayılır, sayılan az miktardaki gıdaların dışındaki tüm yiyecek ve içeceklerin, bazı şartlara riâyet edilerek helâl olduğu belirtilir.3731 Allah’ın haram kıldıklarını helâl kılmaya veya helâl kıldıklarını haramlaştırmaya kimsenin hakkı olmadığı belirtilir.3732 Kur’an’ın bu konuda vurgu yaptığı şeylerden biri, yenilecek gıdaların “helâl ve temiz” olmasının gereğidir.3733 Helâl olan gıdalar da olsa, yeme içme konusunda aşırılığa kaçıp israf etmeyi de Kur’an yasaklar. 3734
Yiyeceklerin Temizinden ve Helâlından Faydalanmak: Helâl kılmak da, haram kılmak da Allah’a ait bir haktır. Hiç kimsenin, zühdünden, yani dünyaya rağbet etmemesinden dolayı, nefsini kırmak için ve Allah’ın mubah kıldığı bir şeyi, lezzet verdiği için haram kılması caiz değildir. Bir şey, helal ise, nefsimizin hoşuna gidecek şekilde temiz ve lezzetli de olsa, ondan yararlanmak caiz olur. Çünkü İslâm, mubah oldukça lezzet veren şeylerden faydalanmayı kişiye yasaklamamıştır. Eğer o şey, haram ise, ondan uzak durmak ve o nitelik onda oldukça onu kullanmamak gerekir. Allah, haram kılmadığı bir zîneti, süsü veya temiz rızıkları haram sayanları reddeder. “De ki: ‘Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir; kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” 3735
Müslümana düşen, helalinden ne bulduysa yemesi, leziz olana kendini zorlamaması ve bunu âdet ve alışkanlık haline getirmemesidir. Tiryakilik, alışkanlık yapan, onsuz yapamadığımız şeyler, giderek helal olmaktan çıkan bir duruma gelebilir. Tiryakilik yapan gıdalardan sakınmaya çalışmalıdır. Peygamberimiz, bulduğu zaman karnını helal yiyeceklerle doyurur, ama yemede aşırıya, lüks ve
3731] 6/En'âm, 119; 7/A'râf, 32
3732] 5/Mâide, 87; 6/En'âm, 140; 66/Tahrim, 1; 9/Tevbe, 37
3733] 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 88; 8/Enfâl, 69; 16/Nahl, 114
3734] 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31
3735] 7/A'râf, 32
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
israfa kaçmaz ve şükreder; bulamayınca da sabrederdi. Eline geçtikçe tatlı yer, rastladıkça bal şerbeti içer, buldukça et yerdi. Bunların hiç birini özellikle yapmadığı gibi; âdet ve alışkanlık da edinmemişti. “Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” 3736
Allah, insanların ve canlıların ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, yeryüzüne depo etmiştir. İnsana düşen; hem bu dünyadaki, hem ahiretteki rızkı için gayret sarfetmektir. Ama gayretin yönü ve içeriği ile rızkın helalını veya haramını tercih etmiş olacaktır. Böylece de ahiret rızkını bu dünyadan kendisi göndermiş veya sadece burada tüketmiş olacaktır.
"Câhiller, 'Üzümünü ye, bağını sorma' dese de, müslüman, bağını sormadığı -şüpheli- üzümü yemez, hele suyunu hiç içmez.
Yiyeceklerin Helâl ve Haramlığı: İslâm, beden ve ruh sağlığına büyük çapta önem vermiş, sıhhati korumayı ibâdet kabul etmiş, sağlığı zedeleyici özelliği bulunan maddelerin eğlence, gıda ve tedavi için alınmasını haram kılmıştır.
Yiyecek ve içecekler konusunda tarih boyunca toplumların ve bazı filozofların düşünce ve davranışları farklı olmuştur; bunları ifrat, tefrit ve itidâl ölçüleri içinde toparlamak mümkündür. Hayvanın da insan gibi can taşıdığını, kıymaya hakkımız bulunmadığını ileri sürerek et yemeyi haram sayan Brehmenler ile bazı filozoflar ifrâta gitmişlerdir. "Vejetaryen" denilen et yemeyen, eti kendine haram sayan anlayış da bazı çevrelerce bir ayrıcalık ve inanç gibi değerlendirilir. Umumiyetle bitkiler, hayvan ve insanlar için; hayvanlar, bazı hayvanlar ile insanlar için; insanlar ise Allah'a kulluk için yaratılmıştır; tabiî nizam budur.
Brehmenler, tefrit yönünü alırken ifrâta kaçanlar da olmuştur: “Ağızdan giren değil; çıkan onu pisler” diyen Pavlos’a dayanarak yeme içme sınırını çok geniş tutan hıristiyanlar da aşırıya sapmışlardır. Meşrû yoldan elde edilen temiz ve faydalı şeyleri helâl kılan İslâm ise itidâli temsil etmektedir. 3737
Allah ve Rasûlü, bazı yiyecek ve içecekleri, bazı giyecekleri, bir kısım iş ve davranışları haram kılmış, yasaklamışlardır. Bunların bir kısmının hikmetini, haram kılınış sebeplerini açıklamışlar, bazılarını ise açıklamamışlardır. Açıklanan ve deneyerek zararlarını anladığımız nice haram ve yasaklardan uzaklaşmanın, birey ve toplum halinde insanların faydasına, iyiliğine olduğunu, ebedî saâdetlerini hedef aldığını görünce, insaflı bir düşüncenin şu neticeye varması zarûrî oluyor: “Aklımız ve bilgimizin kavrayabildiği bunca haramda, bu ölçüde büyük hikmet ve faydalar olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen diğer yasakların da -şimdilik bilgimiz dışında kalan- hikmetleri olacaktır."
İnsanların yasaklama ve engellemeleri -en azından başlangıçta- zararı çekmeden önce değil; zararı denedikten ve acıyı çektikten sonra olabilmektedir. İnsanın ruh ve beden sağlığı üzerindeki çalışmalar, insanlık tarihi kadar eskidir. Meselâ bin yıllık âmiyâne tecrübe ve otuz yıllık da ilmî araştırma sonunda bir yiyecek veya içeceğin insan sağlığı için zararlı olduğu anlaşılırsa, bu zarar bu kadar uzun bir zaman sineye çekilmiş olmaktadır. Daha önce aynı şekilde bilmek
3736] 20/Tâhâ, 81
3737] 2/Bakara, 168
İÇKİ VE KUMAR
- 853 -
imkânı olsaydı elbette tedbirler de o zaman başlayacak, zarar asgariye inecekti. Durum böyle olunca ihtimaliyet hesabı -bilimsel ölçülere göre zararını bilemediğimiz, fakat- ciddî (müslümanlar açısından en temel) bir kaynağın zararlı veya haram olduğunu bildirdiği şeyden çekinmemizi gerektirir.
Böyle bir ihtimali hiçe saymak ve zararını bilimsel olarak bilemediğimiz bir şeyi sakınmadan yemek için insanlığın, bilinebilecek her şeyi bilmiş, meçhûlü kalmamış olması gerekir. Hâlbuki doğu ve batının ilim adamları, insanlığın bildiğinin, bilmediği yanında denizden bir damla, güneşten bir ışıncık kadar olduğunu itiraf etmektedirler.
Haram İçecekler ve Keyif Vericiler (İçkiler Uyuşturucular ve Sigara)
a- İçki: Dilimizde içki, Arapçada “hamr” ve “müskir” kelimeleri, içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren içecekler için kullanılmaktadır. İslâm dini, bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır: “Ey iman edenler! Şarap (alkollü içkiler), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten/hatırlayıp anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçersiniz değil mi?” 3738
Peygamberimiz (s.a.s.) sadece içkiyi yasaklamakla kalmamış; içki içenleri bizzat cezalandırmıştır. Sahih-i Müslim’de bu husus şöyle rivâyet edilir: “Hz. Peygamber’e içki içmiş bir sarhoş getirildi. Peygamber ona yaprakları soyulmuş iki hurma değneği ile 40 kadar sopa vurdu.” 3739
Her sarhoş eden içki hamrdır ve haramdır. İslâm ulemâsına göre, azı veya çoğu sarhoşluk veren her içki, âyette geçen “hamr” mefhûmuna dâhildir ve haramdır. Bir soru üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.): “Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr haramdır”3740 buyurması bu hükmün sağlam delilidir.
Çoğu Sarhoş Edenin Azı da Haramdır: Sarhoşluk veren içkiler, zamanla alışkanlık ve bağımlılık sağladığı için az içenin giderek çoğa kaçtığı, önceleri az tesir ederken alışkanlık arttıkça aynı miktarın tesir etmediği görülmektedir. Bu sebeple içkiyi önlemenin en kesin yolu, azını ve çoğunu yasaklamaktır. İşte dinimiz de aynı yoldan yürüyerek çoğu sarhoş eden içkinin azını içmeyi de menetmiş, haram kılmıştır. İslâm müctehidlerinin büyük ekseriyeti, bu hükümde birleşmişlerdir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Çoğu sarhoş eden şeyin bir avucu da haramdır.” 3741
Kendisi içki içmese bile, içki içilen bir masaya, içki içilen bir yere girip oturmak da haramdır. “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, üzerinde içki içilen sofraya/masaya asla oturmasın!” 3742
İçki Ticareti: Alkollü içkileri içmek yasak olduğu gibi, üzüm veya arpasını şarap veya bira fabrikalarına satan, onun nakliyesini yapan, dükkânında içki satan,
3738] 5/Mâide, 90-91
3739] Müslim; S. Müslim Ter. M. Sofuoğlu, c. 5, s. 306
3740] Müslim, Eşribe 73-75; Buhârî, Edeb 80, Ahkâm 21
3741] Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâi, Eşribe 25
3742] Tirmizî, Edeb 43; Ebû Dâvud, Et’ıme 18
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aracı olan, içkiye direkt ve dolaylı vesile olan kimse de lânetlik bir haram işlemiştir. “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.” 3743
Alkollü İlaç ile Tedâvi: Birisi Rasûl-i Ekrem’e şarabı sordu. O da onu menetti. Soran adam: ‘Ben onu yalnızca ilâç ve tedâvi için yapıyorum’ deyince de: “O ilâç değil; derttir.”3744 buyurdu. Bu mealde olan hadislere dayanan âlimler, sarhoşluk veren içkilerin tedâvide kullanılmasını da câiz görmemişlerdir. Ancak, bu hüküm normal durumlara aittir. Eğer başkası bulunmadığı için içki veya alkollü ilâcı uzman ve müslüman bir doktor bir hastaya yazarsa, burada zarûret prensibi işler ve tedavi câiz olur.
b- Uyuşturucu Maddeler: Esrar, afyon, eroin, kokain, morfin gibi uyuşturucu maddeler, alkollü içkilerin tesirini de fazlasıyla taşımaktadırlar. Zararları da bu etki ölçüsünde fazladır. İslâm’ın ana kaynakları helâl ve haram olan şeylerin bir kısmını zikretmiş, geri kalanların haram ve helâl kılınma illetini taşımalarına göre hükme bağlanmasını istemiştir. Şu halde haram hükmünün illetini (sarhoş etme, uyuşturma) taşıyan bütün maddeleri vücuda almak haramdır.
c- Sigara ve Benzeri: Tütün, 15. Asırdan sonra yeni dünyadan İslâm ülkelerine girmiş, o zamandan beri de İslâm ulemâsı tütünün hükmü üzerinde durmuşlardır.
1- Tütünün mubah olduğunu söyleyenler, zararı olmadığı ve Şârî’ tarafından men edilmediği deliline dayanmışlardır. Hâlbuki:
a- Sigaranın zararı, bugün ilmen kesin olarak bilindiği için zararsız denemez.
b- Şârî’in men etmediğini söylemek de isabetli değildir. Çünkü Şârî’ her haramı ismen zikretmemiştir. Hüküm kaynakları yalnız sarîh ve hususî nasslar değildir. Nasslarda geçenlerin haram kılınış sebeplerine (illetlerine) bakılarak yapılan kıyaslar ve diğer istidlâl yolları vardır.
2- Sigara içmek mekruhtur diyenlerin dayanağı, kıyasla sabit bir hükme “haram” demekten çekinmeleri ve sigaranın zararları hakkında kesin bilgi sahibi olmamalarıdır.
3- Sigara içmek (özellikle tiryakilik) haramdır diyenlerin mesnedi zarar, israf ve nafaka mükellefiyetidir. Zarar: Sigara hem içenin sıhhatine, hem de yanında bulunanların sıhhat ve rahatına zarar vermektedir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Ne doğrudan ne de karşılık olarak zarar vardır.”3745 buyurarak zarar vermeyi men etmiştir. Allah Teâlâ da “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın...”3746; “kendinizi öldürmeyin...”3747 buyurmuştur. Malı faydasız yere harcamak da israftır. “Yiyin, için; isrâf etmeyin.”3748 âyeti ile “Peygamber (s.a.s.), malın boşa harcanmasını yasakladı.”3749 hadisi, isrâfı haram kılmaktadır. Nafaka mükellefiyeti: Kocalar, babalar ve muhtaç yakınları3743]
Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6
3744] Müslim, Eşribe 12; Ebû Dâvud, Tıb 11
3745] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/327; Muvattâ, Akdiye, 31; İbn Mâce, Ahkâm 17
3746] 2/Bakara, 195
3747] 4/Nisâ, 29
3748] 7/A'râf, 31
3749] Buhâri, Zekât 18; Husûmât 3, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 14
İÇKİ VE KUMAR
- 855 -
na bakan erkekler, nafaka (onların yiyecek, giyecek, mesken, tedâvi... ihtiyaçlarını temin) ile mükelleftir. Çoluk çocuğunun nafakasından keserek sigaraya para vermek haramdır.
Netice olarak denebilir ki: Bu üç sebepten birisinin gerçekleştiği yer, zaman ve durumda sigara içmek haramdır. Bunlar gerçekleşmez ise mekruhtur. Her iki durumda da sigaranın içilmemesi, terkedilmesi dince gereklidir. Nargile ve enfiye gibi alışkanlıkların hükmü de sigara alışkanlığı gibidir.
Rabbimiz’in âyetleri ve Peygamberimiz’in açıklamaları ile belirlenen bütün bu haramlar, şüphesiz, mü’minlerin sağlığını koruma hikmetine dayanmaktadır. Bu yasaklara uymanın, -hâşâ- Allah'a bir katkısı olmaz, O âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah’ın hududuna riâyet edip haram ve helâllere itaat, insana dünya ve âhirette çok şey kazandıracaktır.
Yukarıda açıklanan maddeler dinimizde yasaklandığı gibi, İslâm’da kişinin hastalanması ve ölümüne sebep olabilecek zehirli, uyuşturucu ve zarar verici her çeşit maddeleri kullanmak, bunları yemek ve içmek de haram kılınmıştır. Sigara gibi zararları tıbben sâbit olmuş maddeleri kullanmak din açısından mahzurludur. Mü’minler, dinlerini koruyabilmek için helâllığı ve haramlığı şüpheli olan maddelerden de kaçınmakla yükümlüdürler. “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.”3750; “Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını (insanî kıymetini) korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır...” 3751
Doktorların, özellikle mü’min ve uzman doktorların, hastaları için sakıncalı görüp yasakladıkları maddelerin hastalar tarafından yenilip içilmesi de haramdır. 3752
İçki ve Uyuşturucu Madde Yapımı ve Satımı ve Yardımı da Yasaktır: Peygamberimiz (s.a.s.) içkiyi yasaklarken içkiyi îmal edip üreten, taşıyan, hizmet eden, yazan, şâhidlik eden... kimselerin de lânetlendiğini haber vermiştir: “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.”3753 İslâm, kazanç elde etmek için iş ve ticaret gibi yolları meşrû kılmakla beraber, kapitalist, pragmatist, maddeci görüşlerden farklı olarak üç ana tedbir ve prensip üzerinde duruyor: 1- Karşılıklı rızâ, 2- İyi niyet ve dürüstlük, 3- Menfaat temin ederken başkalarını zarara sokmamak. “Ey insanlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil; karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin; Allah şüphesiz ki size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız.
3750] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2637; Nesâî, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû’ 2, hadis no: 2535
3751] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984
3752] 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29
3753] Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu, Allah’a kolaydır.” 3754. Âyette geçen “kendinizi mahvetmeyin (öldürmeyin)” ifadesi çok düşündürücüdür. Bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeden elde edilen kazançlar görünüşte menfaat ise de aslında zarar ve intihardır. Dünyada intihardır; çünkü birçok suçların, cinâyetlerin, anarşinin temelinde bu âmilin önemli bir yeri vardı. Âhirette felâkettir; çünkü sağladığı haram kazanç kişiyi ateşten kurtaramayacaktır.
Haram Olan Şeyleri Satmak: “Allah ve Rasûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.”3755; “Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.”3756 İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç da haramdır: “İçki içilmesini yasaklayan Allah, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.” 3757
Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıda maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdalarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, helâl ve temiz gıdalardan yememizi emretmiş, maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdalar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 3758
Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. "...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?"3759 Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: "Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer." 3760
Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: "Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi." 3761
3754] 4/Nisâ, 29-30
3755] Buhârî, Meğâzî 51, Büyû’ 105; Müslim, Büyû’ 93
3756] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64
3757] Müslim, hadis no: 930
3758] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
3759] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
3760] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640
3761] 16/Nahl, 112-113
İÇKİ VE KUMAR
- 857 -
Akıl Emniyeti
Arapça'da lügat olarak "hayvanı bağlamak ve tutmak" gibi mânâlara gelen akıl, insanı zararlı fiillerden alıkoymak ve imsâk mânâsına gelir. Istılâhî olarak "bilmek, anlamak, şuurlu olmak" gibi mânâlar ifade eder. İnsanın zarûrî ve nazarî bütün ilimleri, akıl vasıtasıyla kavradığı inkâr edilemez. Dikkat edilirse günümüzde akıl, "beyin" denilen organın bir fonksiyonu gibi mütâlaa edilmektedir. Hâlbuki İslâm ulemâsı aklı: "Kalpte bulunan, hak ve bâtılı ayırt etmede vâsıta olan nurdur" şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarif temelde, şu âyet-i kerimeye dayanır: "Andolsun ki, biz cin ve ins'ten bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler. Gözleri vardır, bunlarla göremezler. Kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir."3762
Bu âyet-i kerimede geçen yefkahûne bihâ ibaresi, kalple alâkalıdır. Yefkahûne, ince idrâk ve keskin kavrayış mânâsına gelir. "Fıkıh" kelimesi de aynı mânâdadır. Kâfirlerin ve müşriklerin kalplerinin bulunduğu, fakat bununla idrak edemediklerini esas alan İslâm ulemâsı "akıl, kalpte bulunan bir nurdur" tarifini esas almıştır. İnsanın mükellef olması, aklî melekelerinin sıhhatli olmasıyla yakından alâkalıdır. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler... İçki, kumar, (tapmaya muhsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz." 3763 buyurulmuştur. İmam Gazzâlî: "Hadd-i Şürb (içki cezâsı) insanların aklî melekelerini muhâfaza içindir. İlâhî teklife muhâtap olan akıl, ancak bununla muhâfaza edilebilir."3764 hükmünü zikreder.
Kumar'ın, tapmaya mahsus dikili taşların (Brahman'ın heykeli vs. gibi) ve fal oklarının da, insanın aklî melekelerini tahrip ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlarla şeytanın kalbe vesvese verdiği, haber-i sâdık'la sabittir. Âyet-i kerimede bunların tamamı, şeytana has ameller olarak nitelendirilmektedir. Akıl, kalpte bulunan bir nur olduğuna göre, şeytan bu vâsıtalarla aklı perdelemeyi esas alıyor, demektir.
Sihir, kehânet, ilm-i remil ve bunun gibi fiillerin haram kılınması da, akıl emniyetiyle yakından alâkalıdır. Bu noktada biraz kehânet üzerinde durmakta fayda vardır. Kehânet, kâinatın geleceğine âit haber vermek ve esrârı (gizli sırları) bazı vâsıtalarla bildiğini iddia etmektir. İdeolojik sistemlerin tamamı, gâibten haber verme, geleceğe hükmetme ve istatistiklere dayanarak gizli sırlan çözmeye çok önem verirler. Son yıllarda "Mâsum imam ve her sırra vâkıf mahfuz şeyh" teorileri de, ümmet arasında yayılma temâyülü göstermektedir. Bütün bunlar "akıl emniyetine" vurulan darbelerdir. Ayrıca filozofların ve ideologların "aklı putlaştırdığı" gerçeğini dikkate alarak, sırf onlara muhâlefet niyetiyle, aklın fonksiyonlarını iptal eden mü'minlere de rastlanmaktadır. Unutmayalım ki "ifrat" ve "tefrit"; akıl emniyetine vurulmuş en büyük kelepçedir. Unutmayalım ki, akıl zarûrî bir vâsıtadır. Ancak yeterli değildir; vahye daima muhtaçtır. 3765
3762] 7/A'râf, 179
3763] 5/Mâide, 90
3764] Gazzâlî, el-Mustasfa min İlmu'I-Usûl, Beyrut,1937, c. I, s. 287 vd
3765] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 42-44
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sarhoşluk
Sıvı veya katı birtakım maddelerin kullanılması sonucu aklın örtülmesi ve kişinin iradesini kontrol edemez duruma gelmesine sarhoşluk denir. Yerle göğü, erkekle kadını ayıramayacak derecede alkol veya bir uyuşturucu alana "sarhoş" denir.
Ebû Hanîfe'ye göre, yaş üzümden yapılan içkiye "şarap (hamr)", buğday, arpa, darı vb. maddelerden yapılana ise "nebîz" denir. Kendi ihtiyarı ile az veya çok şarap içene sarhoş olsun veya olmasın içki cezası uygulanır. Nebiz içene ise sarhoş olmadıkça had cezası uygulanmaz.
Çoğunluk İslâm fakihlerine göre, her sarhoşluk veren madde şarap hükmündedir. Delil şu hadistir: "Her sarhoşluk veren şey hamr (şarap)'dır. Her hamr da haramdır."3766 Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, sözüne hezeyan (saçma sapan sözler) hakim olan ve ne söylediğini bilmeyen kimse sarhoş sayılır. Bu yüzden içkinin azı da çoğu da haddi gerektirir.
Sarhoşluk mubah veya haram bir yolla meydana gelme durumuna göre sonuç doğurur:
1. Mubah yolla sarhoş olmak: İlaç içmek, bal yemek veya haram bir içkiyi zorlama sonucu içmekten dolayı sarhoş olmak "baygınlık" hükmünde olup, haddi gerektirmez. Bu yüzden de böyle bir sarhoşluk sırasında işlenen fiillerden dolayı mâli yükümlülükler hariç sorumluluk söz konusu değildir. Söz ve akitleri geçerli değildir. Bu şekildeki sarhoş, uyuyan veya baygın olan kimseye benzer. 3767
2. Haram yolla sarhoş olmak: İslâm'ın haram kıldığı bir içkiyi kendi ihtiyarı ile kullanma sonucu sarhoş olmaktır. Bu şekildeki sarhoşun, söz ve fiillerinden sorumlu olup olmaması konusunda iki görüş vardır:
Hanefîlere, bir kısım Şâfiîlere ve Mâlikîlerin çoğuna göre; sarhoş, söz ve fiillerinden tam olarak sorumludur; akitleri, alış-veriş ve talak gibi tasarrufları geçerlidir; namaz, oruç gibi ibâdetlerden sorumludur. Haddi gerektiren bir suç işlerse ayılınca cezası uygulanır. Bu görüş, "suç suçu meşrû kılmaz" prensibine dayanır. Hatta böyle bir kimse suçları çift işlemiş sayılır. Meselâ sarhoşken birisini öldürse iki suç işlemiş olur. İçki kullanma suçu ve adam öldürme suçu. 3768
Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ tı 1099) şöyle der: "...Sarhoştan şer'î yükümlülükler kalkmadığına göre, ona şer'î hükümlerin de uygulanması gerekir; çünkü sarhoşluk aklı yok eden bir şey olmayıp, aklı bastıran bir zevktir. Ma'siyete sebep olduğu için o, bir özür sayılamaz." 3769
Diğer yandan Hanefiler, istihsan yoluyla sarhoşun irtidadını geçerli saymamıştır. Çünkü sarhoşken itikadın değişmesi söz konusu olmaz ve evli ise, nikâhına da zarar gelmez.
3766] Buhârî, Edeb, 80, Ahkâm, 22; Müslim, Eşribe, 73-75, 64, 69
3767] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327/1909, V,112; Abdülkadir Ûdeh, et-Teşrîul-Cinâîl-İslâmî, Kahire 1959, I, 561-564; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 138, 139
3768] Ebû Zehrâ Usulül-Fıkh, Kahire (t.y), s. 345 Ömer Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 234-235
3769] Pezdevî, el-Usûl, Keşfül-Esrâr kenarında, IV, 1475
İÇKİ VE KUMAR
- 859 -
Ahmed bin Hanbel'e ve Şâfiî'ye nisbet edilen iki görüşten birisine göre, ne söylediğini bilmeyecek derecede sarhoş olanın akitleri geçerli değildir. Çünkü şuuruna sahip olmayan kimse, irade beyanında bulunmuş sayılamaz. Özellikle şüphe sonucu düşen kısas ve had cezaları sarhoşa uygulanamaz. Burada şuura sahip olmamak şüphe derecesindedir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Gücünüzün yettiği kadar şüphelerle had cezâlarını düşürünüz." 3770
İbn Teymiyye (ö. 728/1327) bu konuda değişik bir görüşe sahiptir. O, sarhoş olmadan önceki iradeyi araştırır. Eğer kişi, sırf suç işlemek amacıyla içki içmiş ve sarhoş olunca da önceden planlanan suçu işlemiş olursa, tam sorumluluk söz konusu olur. Suç, önceden düşünülmeksizin, sarhoşluk sırasında işlenmişse, ceza öncekine nisbetle hafifletilir 3771
Sarhoşluk veren içkiler zamanla alışkanlık meydana getirip bağışıklığa yol açmakta, alışkanlık arttıkça aynı miktar etkili olmayıp kişi giderek içki miktarını arttırmaktadır. Bu sebeple az miktarda içmek, sonuçta kişiyi alkol bağımlılığına kadar götüren tehlikeli yolun başlangıcı niteliğinde görülmüş ve az-çok, sarhoş olma-olmama ayrımı yapılmaksızın bütün sarhoş edici içkiler yasaklanarak etkili bir yöntem seçilmiştir. Öte yandan yasağın tâlili yapılırken kişinin sarhoş olması gibi değişken ve sübjektif bir ölçü değil; içkinin sarhoş edicilik vasfı taşıması gibi açık bir ölçü benimsenmesi de alkol bağımlılığına götüren tehlikeli yolu başlangıçta kapatması yönüyle bir diğer etkili önlem olmuştur. Fakîhlerin literatürde yer alan ayrıntılı tartışmalarının kendi dönemlerinde sarhoş edici içkileri tanımlama amacına yönelik olduğu düşünülürse; onların bu genel yaklaşımından günümüzde rakı, likör, bira gibi isimler alan ve az veya çok içildiğinde sarhoş edici olan alkollü içkilerin doğrudan yahut dolaylı olarak İslâm’ın içki yasağı kapsamında bulunduğu, içenin sarhoş olup olmadığına bakılmaksızın azının içilmesinin de haram sayıldığı sonucu çıkmaktadır.
Fert ve toplumların içki iptilâsına düşmemeleri veya böyle bir alışkanlıktan kurtulabilmeleri için içki yasağı tek başına yeterli olmayabilir. Bu sebeple gerek Hz. Peygamber’in hadislerinde gerekse bundan hareketle geliştirilen fıkıh ahkâmında, içki kullanımına ve alışkanlığına dolaylı olarak yol açabilen yardımcı fiillerin de yasaklandığı veya kınandığı görülür.3772 İslâm âlimleri, bu anlamdaki hadislerden ve günah sayılan fiillerin işlenmesine yardımcı olunmaması ilkesinden3773 hareketle şarap üreten kimseye üzüm satma, hatta gayri müslimin bağında bekçilik etme de dâhil içki üretim ve tüketimine doğrudan veya dolaylı olarak yardımcı olmayı içren fiillerin cevazını tartışma gereği duymuşlardır. Çoğunluk, böyle bir anlam taşıyan yardımcı fiilleri kural olarak doğru bulmamış, Hanefî fakîhleri ise mâsiyet ve günah olan şeyin içki içme fiili olduğunu, buna doğrudan yol açmayan fiillerin, arada kuvvetli bir sebep-sonuç bağı kurulamadığı sürece ayrı bir zeminde değerlendirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ancak Henefî fakîhlerinin, tamamıyla hukuk mantığı ve tekniğiyle alâkalı, hukukî fiillerin tanımı ve kategorik ifâdesi mâhiyetindeki bu yaklaşımı, onların içkiyle mücâdele konusunda benzeri bir hassâsiyete sahip olmadıkları anlamına gelmez. Nitekim bütün fakîhler, Hz. Peygamber’in, üzerinde içki bulunan sofraya oturulmasını
3770] Ebû Dâvud, Salât, 14; Tirmizî, Hudûd, 2
3771] İbn Teymiyye, Muhtasaru'l-Fetâvâ, s. 650; H. Döndüren, a.g.e. c. 5, s. 347
3772] İbn Mâce, Eşribe 6; Tirmizî, Büyû’ 58
3773] 5/Mâide, 2
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yasaklayan hadisinden hareketle3774 müslümanın içki meclisine katılmaması, her durum ve şart altında içkiye karşı tavır alması, bulunduğu mecliste içki içilmesini önlemeye çalışması, buna gücü yetmiyorsa, o tür toplantıları terketmesi gerektiğinden söz eder. İlgili hadisler ve İslâm âlimlerinin bu hassâsiyeti, toplumda içki kullanımını özendirecek ve içki tüketiminin sıradan bir âdet ve alışkanlık olarak algılanmasına zemin hazırlayacak her türlü propaganda, reklam ve tanıtımın önlenmesi, yeni yetişen nesillerin içkiyle karşılaşmasını en aza indirecek önlemlerin alınması gereğini de ifâde etmektedir.
Fıkıh kaynaklarında, içkiyle mücadelede etkili olunup sonuç alınabilmesi için içki kullanım ve alışkanlığına yol açabilen veya destek veren dolaylı fiillerin de çok defa içki yasağı kapsamında mütâlaa edildiği ve aradaki bağın kuvvetine göre mekruh–haram çizgisinde bir noktaya yerleştirildiği bilinmekle birlikte bu kuralın uygulanmasında çok katı davranıldığı ve kaçınılmaz hallerin göz ardı edildiği de söylenemez. Nitekim susuzluk, yutkunma güçlüğü gibi zor durumlarda kalan kimselerin zarûret ölçüsünde içki içebileceği, hatâen veya ikrah altında içki içen kimsenin günahkâr olmayacağı konusunda görüş birliği vardır. İçkinin tedâvi amacıyla kullanılmasında da benzeri bir yaklaşım sergilenir. Hz. Peygamber, kendisine şarabın ilâç olarak kullanımı sorulduğunda, “O, ilâç değil; derttir.”3775 demiş, İslâm âlimleri de sarhoşluk veren içkilerin tedâvi ve sağlığı koruma amacıyla içilmesini câiz görmemişlerdir. Ancak, bu hüküm normal durumlara göredir. İçkinin tedâvi ediciliği tıbben kesinlik kazandığı ve alternatif bir ilâcın da bulunmadığı hallerde içilmesi zarûret hükmünü alır; sınırlı olmak üzere ve geçici bir süre için câiz görülebilir. Meselâ, kronik içki bağımlılarının tedâvisinde böyle bir durum ortaya çıkabilir. İnsanın içki konusunda zaafları, kendine bahane üretmeye eğilimi, gerçekçi ve samimi davranmasının da çok zor olması sebebiyle bu konuda, sağlığını korumaya ve tedâviye ihtiyacı olan fertlerin kişisel tesbit ve takdirleri değil; uzmanlığına ve dinî inançlara saygılı olduğuna güvenilen doktorların bilimsel kanaatinin esas alınması gerekir. Öte yandan içki yasağı, içkinin sarhoşluk amacıyla içimesini konu edindiğinden alkollü maddelerin ilâç yapımında kullanılması ayrı bir husus teşkil eder ve kural olarak câizdir.
İçkinin dinen necis olup olmadığı tartışması, İslâm’ın şarabı ve sarhoş edici diğer içkileri yasaklamasının sonuçlarından biridir. İbn Hazm ve dört büyük sünnî fıkıh mezhebinin müctehidleri de dâhil fakîhlerin büyük çoğunluğu, ilgili âyetin3776 “rics (pislik)” olarak nitelendirmesinden hareketle şarabı kan ve idrar gibi necâset-i galîza grubunda mütâlaa etmiş, yani çok az miktarının dahi vücutta, elbisede veya namaz kılınan yerde bulunmasını namazın sıhhatine engel kabul etmiştir. Onların bu yorumlarında, insanlara şarabın haram oluşunu ve ondan uzak durmanın gereğini daha iyi anlatabilme gayretinin de etkili olduğu söylenebilir.
Şarabın ve diğer içkilerin İslâm hukukunda hukuken korunmaya değer (mütekavvim) bir mal olup olamayacağı tartışması da İslâm’ın içkiyle mücâdele kararlılığının bir başka boyutunu teşkil eder. Şarabın mütekavvim bir mal sayılmadığında, dolayısıyla alınıp satılmasının, mülkiyete veya herhangi bir hukukî
3774] Ebû Dâvud, Et’ıme 18
3775] Müslim, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Tıb 11
3776] 5/Mâide, 90
İÇKİ VE KUMAR
- 861 -
işleme konu olmasının câiz olmadığında, telef edildiği takdirde tazmin edilmesi gerekmediğinde fakîhler görüş birliği içindedir. Kur’an’da şarabın haram kılınışını bildiren âyetin üslûbu, Hz. Peygamber’in şarabın içilmesinin yanı sıra; satılması, satın alınması, parasının yenmesi, taşınması gibi yardımcı fiilleri de şiddetli bir üslûpla kınaması, yenilip içilmesi haram olan şeyin satışının da haram olduğunu belirtmesi ve o döneme kadar iyi bir gelir kaynağı olan şarap ticaretini yasaklayıp elde mevcut şarapları imhâ ettirmesi, sahâbe uygulamasının da bu yönde gelişmesi, müslümanlar açısından şarabın hukuken tanınmayan ve korunmayan bir mal statüsünde tutulmasının dayanağını teşkil eder. Bu yaklaşım, insanları içki kullanımına ve bağımlılığına götüren yolun başlangıcında alınmış ciddî bir önlem mâhiyetindedir. Bununla birlikte, diğer din mensuplarına, kamu düzenini ihlâl etmedikçe ahvâl-i şahsiyye ve özel hukuk alanında dinlerine göre davranma hakkı verildiğinden, şarap gayri müslimler hakkında mütekavvim mal sayılmış, gayri müslimlere içki içme ve içki ticareti hakkı tanınmış, onların içkisini telef eden müslümanın bunu tazmin etmesi gerektiği belirtilmiştir.
İçkinin haram kılınması, yasağın kapsamı ve içki alışkanlık ve bağımlılığına götüren yolların kapanması, fert ve toplumların bu yönde hazırlanması ve eğitimi konusunda İslâm’ın öngördüğü programın ve bir dizi tedbirin belki de son halkasını, sarhoşluk suçuna kamu düzeninin bir gereği olarak had cezaları grubunda yer alan maddî-cezâî bir müeyyide uygulaması teşkil eder. Sarhoş olsun veya olmasın, hamr kullanan kimseye uygulanan “hadd-i hamr” ile hamr dışındaki diğer içkileri kullanıp sarhoş olan kimseye uygulanacak “hadd-i sekr” konularında meselâ sarhoşluğun hangi derecesinde haddin uygulanacağı, suçun oluşması, isbatı ve cezânın infâzı gibi hususlarda İslâm hukukçuları arasında esasa veya ayrıntıya ilişkin birçok fıkhî tartışma cereyan etmiştir. Fıkıh literatürünün cezâ hukuku bölümünde ortaya çıkan bu zengin doktrin, sonuçta İslâm’ın içkiyle mücâdelesinin bir başka boyutu olup getirilen yaptırımların, ferdî ve sosyal realiteleri de göz ardı etmeyerek insanlığı bu içki hastalığından kurtarmaya yönelik etkili bir çaba olarak görülmesi gerekir. 3777
Hadd-i Şürb; İçki İçme Cezâsı
“Hadd”: Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek demektir. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb. ağzı, tarif ve şer'î ceza. Çoğulu hudûd gelir. Bir hukuk terimi olarak hadler; İslâmî ölçüler, İslâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer'î cezalar demektir.
Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Resûlünün rızasına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur'ân ve Sünnetle bildirilmiştir. İslâm'da mükelleflerin yaptığı işlerin (ef'al-i mükellefi) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, vacip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mübah, Mekruh, Haram, Sahih, Fâsit, Batıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer'î sınırları gösteren bu ölçülere göre değerlendirilir. Sonuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (sahih) veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur.
Şer'î hadlerin genel anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ sûresi 12. âyette mirasla ilgili
3777] Mustafa Baktır, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 461
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'â ve O'nun Elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır."3778 Burada Allah'ın emirleri “O'nun sınırları” olarak ifade edilmiş, bu sınırları aşanların ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir.
"Allah'ın yasak sınırına uyup o sınırı aşmayanlar kendilerine Cennet va'dedilen mutlu kişilerdir. Allah onlarla alış-veriş yapmış, Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır.3779 "(Bu alışverişi yapanlar), Tevbe eden, ibâdet eden, hamdeden, rükü' eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) insanlardır. O mü'minleri müjdele." 3780
Allah'ın yasak sınırları, şüphesiz O'nun haram kıldığı işlerdir. Allah'ın haram kıldığı fiiller yani günahlar, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır.3781 Büyük günahların sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur.
İslâm ceza hukuku (Ukûbat) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslâm'ın tayin ettiği cezalar" dır. Bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zinâ, hırsızlık, içki içmek, kazf (namuslu kadına zina iftirası) ve yol kesme (hırâbe). İslâm ceza hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslâm'ın tesbit ettiği cezayı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkı olduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur'an ve Sünnetle tayin edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta'zir cezaları denir. Hapis, teşhir, sürgün vb. 3782
İçki içme cezası dışındaki hadler Kur'an'la, içki içme cezası ise Sünnetle sâbittir.
3. İçki İçme Cezası (hadd-i şürb): İçki içmek Mâide sûresi 90. âyetle kesin olarak yasaklanmıştır. Fakat cezası Hz. Peygamberin sünneti ve uygulamasıyla sabittir. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir, içki içene 40 sopa (celde) vurdular. Hz. Ömer zamanında içki içenler çoğalınca o, arkadaşlarıyla istişare etti. Haddin en az miktarı olan 80 değnek vurulmasını kararlaştırdılar. 3783
İçki içme cezası uygulanabilmesi için içen kimsenin akıllı, ergin müslüman ve konuşabilen bir kimse olması lâzımdır. Sarhoş olarak yakalanan ve içki içtiği şahidler vasıtasıyla tesbit edilen kimseye bu ceza uygulanır. "Rasûlullah’a (s.a.s) şarab içmiş bir adam getirdiler. Rasûl-i Ekrem: "Ona hadd vurunuz" buyurdu. Ebu Hüreyre demiştir ki: Bizden bir kısmı eliyle, (bazıları da) ayakkabısı ve elbisesiyle dövdüler. (Dayaktan sonra) çekilip gidince: Allah seni rüsvay etsin!' dediler. Peygamber (s.a.s): “Böyle söylemeyin, ona karşı şeytana yardım etmeyin” buyurdu." 3784
İslâm'ın koyduğu bu had cezâlarını uygulamakta titiz davranılması ve kesinlikle taviz verilmemesi gerektiği birçok hadis-i şerifle bildirilmiştir. Bu konuda acıma duygusuna kapılınmaması uyarısı da yukarıda ilgili âyet meâlinde
3778] 4/Nisâ, 13-14s
3779] 9/Tevbe, 111
3780] 9/Tevbe, 112
3781] bkz. 53/Necm, 32; 18/Kehf, 49
3782] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd.
3783] bk. Dârimî, Hudûd,10; A. b. Hanbel, IV, 389
3784] Buhârî, Hudûd, 4; Müslim, Hudûd, 35; Ebû Dâvud, 35, 36; Tirmizî, Hudûd,14,. 15
İÇKİ VE KUMAR
- 863 -
geçmiştir. Hadlerin uygulanması konusunda bazı hadisler: "Allah'ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın."; "Allah'ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hududu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur'a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir. Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: ‘Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!’ derler. Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, mani olursa hepsi kurtulur." 3785
Şer'î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezaları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen İslâm Devletinde ve Devletin hâkiminin kararlarıyla uygulanır. Toplumda suça sebep olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların islâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarını devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir.
Suça götüren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle geçmişte had cezaları nadir olarak uygulanmıştır. Buna, yöneticilerin bu cezaları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir.
Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)."3786 buyurulmuştur. İslâm cezâ hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer'in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkı olabileceği şüphesiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir:
- Dört kişi bir şahsın zina ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şâhitlik yaparlarsa Ebû Hanife'ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şâhitlere had tatbik edilmez.
- Suçluya celde (dayak cezası) uygulanırken şahitlerden birisi şehadetinden dönse, kalan kırbaçlar vurulmaz.
- İki kişiden birisi bir şahsın "içki içtiğine", diğeri ise, o şahsın "içki içtiğini ikrar ettiğine" şehâdette bulunurlarsa yine sarhoşluk haddi uygulanmaz.
- Bir kimse önce hırsızlık yaptığını ikrar eder; sonra bu ikrarından döner ve daha sonra da bu malın bir kısmını çaldığını tekrar ederse eli kesilmez. 3787
Meysir/Kumar; Anlam ve Mâhiyeti
“Meysir”, Türkçede “kumar” karşılığıdır; nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan ihtimalli bir şeye bağlı kalarak mal vermek veya almaya denir. Adı ne olursa olsun bu özelliği taşıyan para veya mal karşılığı oynanan her oyun ve ortak bahis, kumardır. Kolaylıkla mal çarpmak veya çarptırmak olduğu için Kur'an'da "meysir" denilen kumar, kolaylık anlamındaki "yûsr" kökünden gelmektedir.
Kumar, insana yaratıcısını unutturan, namaz kılmaktan alıkoyan, tembelliğe
3785] et-Terğib ve't-Terhib, 4/25, 27
3786] Ebû Dâvud, Salât,14; Tirmizî, Hudûd, 2
3787] Geniş bilgi iç in bkz. Cevat Akşit, İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, İst. 1987, 2. Baskı; Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 283
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sürükleyen, çalışma gücünü yok edip insanlar arasına kin ve düşmanlık saçan haksız bir kazanç yoludur. Fert ve toplum hayatında unutulmaz yaralar açan kumarın her türlüsü İslâm dininde haram kılınmıştır. Bu konuda Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur. “Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle ve bâtıl yollarla yemeyin.”3788; “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister.” 3789
Tavla, satranç, dama, iskambil, tenis ve bilârdo gibi oyunların hepsi kumar amacıyla oynandığı ve bunlarla kazanç elde etmek istendiği takdirde, kumar hükmünde olduklarında şüphe yoktur. Hz. Peygamber'in tavlayı yasaklayan çeşitli hadisleri vardır. İslâm hukukçularının çoğunluğu bu hadislerdeki genel yasaklamaya bakarak, kumar amacı olsun veya olmasın tavlanın câiz olmadığını söylemişlerdir. İbn el-Müseyyeb ve bazı bilginler ise, kumar amacı dışında tavla oynamanın haram olmadığı kanaatindedir. İskambil ve domino oyunları da tavla ile aynı niteliktedir.
Tavla Oyunu: "Tavla oynayan elini domuzun etine ve kanına batırmış gibi olur."3790; "Tavla oynayan Allah ve Rasûlünün emrini dinlememiş olur." 3791 hadislerini göz önüne alan cumhûr tavla oynamanın haram olduğu hükmünü benimsemişlerdir. İskambil kâğıdı ile oyunların da tavla gibi olduğu değerlendirilir. Tavla, şansa da dayanan ve zarla oynanan oyun olduğu, iskambil de yine şansa dayandığı ve kumar aracı/oyunu olduğu için câiz olmaz. Said bin el-Müseyyeb'in de dâhil bulunduğu bazı din bilginleri ise hadislerin kumara âit olduğunu, kumarsız tavla oynamanın (bunlara düşkünlük göstermemek ve kumara âlet etmemek şartıyla) câiz olduğunu söylemişlerdir.
Arapça ve Türkçe’ye Farsça’dan geçmiş olan "satranç" denilen oyun ise, sahâbe devrinde Araplar arasında ortaya çıktığı ve bu oyun tanındığı halde, satrançdan, bu konuda Hz. Peygamber'den sağlam bir hadis intikal etmemiştir. Sahâbe ve tâbiîn bilginleri ile daha sonrakiler satrançla ilgili üç görüş öne sürmüşlerdir:
Abdullah bin Abbas, Ebû Hüreyre, İbn Sirîn, Hişam bin Urve, Saîd bin el-Müseyyeb, Saîd bin el-Cübeyr gibi sahâbe ve tâbiîn bilginlerine göre satranç oynamak mubahtır. İmam Şâfiî'ye göre, satranç tenzihen mekruh; Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise haramdır. Satrancın bir şans oyunundan çok, bir zekâ oyunu ve beyin sporu özelliği dikkate alınarak, bir de hakkında kesin bir yasaklama hükmünün bulunmadığına bakılarak kesin haram dememek gerekir. Ancak sahâbenin bunu tavlaya kıyas ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim, Abdullah bin Ömer'den şöyle dediği nakledilir: "Satranç tavladan daha kötüdür." Hz Ali'nin onu, kumar türünden saydığı belirtilir.3792 Diğer yandan Yahyâ bin Saîd'in, İmam Mâlik'ten şu sözleri işittiği nakledilir: "Satrançta hayır yoktur, satranç ve onun dışındaki diğer bâtıl kumar oyunlarını oynamak çirkindir (mekruh). İmam Mâlik bunları söylerken şu âyeti okuyordu: "Hakk'ın dışında sapıklıktan başka ne vardır." 3793
3788] 2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29
3789] 5/Mâide, 90-91
3790] Müslim, Şi'r 15; İbn Mâce, Edeb 43
3791] Ebû Dâvud, Edeb 56
3792] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azım, İstanbul 1985, III, 170
3793] 10/Yûnus, 32; bkz. Mâlik, Muvattâ, Rü'yâ, 7
İÇKİ VE KUMAR
- 865 -
Satranç, sahâbe devrinde İslâm dünyasınca tanınmış ve hükmünde görüş ayrılığı meydana gelmiştir: Sahâbeden Hz. Ali, Abdullah İbn Ömer, mezheplerden Hanefî ve Hanbelîlere göre haramdır. İbn Abbas, Ebû Hüreyre, İbn Sîrîn, Said bin el-Müseyyeb, İbn Cübeyr gibi sahâbe ve tâbiûn fukahâsına göre mubah; Şâfiî ve Mâlikîlere göre haram değil, mekruhtur. Nevevî'nin nakline göre tenzîhen mekruh nev'indendir. Satrancı haram saymak için sağlam bir delilin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Dama da satranç benzeri bir oyundur. Tenis ve bilârdo oyunlarında ise spor hâkimdir. Meşrû olmayan başka unsurlar eklenmediği takdirde mubah olmaları gerekir.
Sonuç olarak, kumar amacı olmaksızın sadece dinlenmek, eğlenmek ve zevk için oynanabilen oyunların da mubah olabilmesi için dört şart öngörülmüştür: (Satranç, tenis, bilardo, futbol gibi oynanan) oyun;
a. Namazın geçmesine veya gecikmesine yol açmamalı, düşkün/hasta olup çokça zamanını bununla harcamamalı,
b. Hiçbir menfaat beklememeli, kumara âlet etmemeli (yenen şunu kazanacak, yenilen şunu verecek gibi),
c. Oyun sırasında dilini kötü ve boş sözlerden korumalı, rakîbe veya ortalığa çirkin sözler sarfetmemeli,
d. Normal dinlenme ve eğlenme ölçülerini aşarak vakit israfına yol açmamalıdır. 3794
Piyango ve Toto: Piyango, sayısal, spor toto, loto, altılı ganyan, müşterek bahis gibi düzenlenen ve oynananlar da kumardır. Bunlar, daha büyük kalabalıkların oynadığı, Milli Piyango gibi bazılarında devletin oynattığı ve bundan para kazandığı kumardır, kumarın bütün unsurlarını içine almaktadır. Bunlardan bazı tesis ve hayır(!) kurumlarının yararlanması, İslâmî açıdan mâzeret değildir; çünkü İslâm, kendi toplumu içinde, menfaat vaad etmeden hayra yardımcı olması mümkün olmayan fertlerin bulunacağını düşünmez. İslâm'ın getirdiği ve öngördüğü devlet, ekonomi, hukuk, toplum ve ahlâk düzeni gerçek hayır kurumlarını yaşatmak için kumar düzenlemeye muhtaç değildir. Müslümanların iyilik ve hayır yapmaları için "Allah rızâsı", teşvik unsuru olarak yeterlidir.
İslâm kumarı kesin olarak yasaklamış, haram kılmıştır. Bunu yaparken belli bir şeklini kasd etmemiş, mânâ ve neticesini hedef almıştır. Hangi âlet ve metodla oynanırsa oynansın, oyunun -önceden belli olmayan- sonunda taraflardan biri veya birkaçı kâr ya da zarar edecekse kumar gerçekleşmiş demektir. Meselâ, birçok kişi, aralarında para toplayıp çekilecek kura veya yapılacak yarışma vb. sonunda içlerinden bir kısmı buna sahip olacak, diğerleri kaybedecekse kumardır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı zikirden/anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçtiniz değil mi?"3795 meâlindeki âyet, kumarı hem haram kılmakta, hem de bu hükmün hikmetlerini sıralamaktadır. Kumarın haram kılınmasındaki
3794] 10Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 403-404
3795] 5/Mâide, 90-91
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hikmetleri şöyle sayabiliriz:
1- Müslüman, hayat ve kazancı şansa ve tesâdüfe değil; aldığı tedbir ve verdiği emeğin sonucuna bağlamalıdır.
2- Başkasının malı haramdır; bunu almanın yolu ya -çeşitli şekilleriyle- mübâdele (ticâret vb. yolla el değişimi) veya bağış vb. dir; kumar haksız kazanç yoludur.
3- Kaybeden, verdiğine râzı görünse bile, kalbinden üzüldüğü ve kazanana kin ve düşmanlık duyduğu şüphesizdir.
4- Kaybeden kazanmak, kazanan bu zevki yeniden tatmak için tekrar oynarlar ve bu hal, giderek alışkanlık kazandırır, kişiyi kumarcı yapar.
5- Kumar ibâdetlere engel olur.
6- Kumarın zararı bireylerle sınırlı kalmaz; topluma sirâyet eder. Üretime katılmayan, işsiz-güçsüz, kumar oynamakla vakit öldüren kimselerin çoğalmasına sebep olur.
Kumarın Zararları
Yasak ve günah olması bakımından içki ile kumar arasında hiç bir fark yoktur. Allah Teâlâ her ikisini de, aynı âyet-i kerime ile harâm kılmıştır: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden birer pisliktir. Onun için siz bunlardan kaçının ki muradınıza eresiniz." 3796
Oynayana kazanç veya zarar getiren her türlü şans oyunu kumardır. Kumar, haksız yere başkasının malını almak, bile bile ortaklaşa hırsızlık yapmaktır. Kumar, toplumsal bir felâkettir. Dinin şiddetle yasakladığı bu yıkıcı kötülüğün pekçok âileyi sefil ve perişan ettiği her zaman görülmektedir. Hırsın verdiği heyecan ile sabahlara kadar kumar masalarından ayrılmayanlar, orada, sağlıklarını, servetlerini, ahlâklarını ve vakitlerini bırakarak insanlıktan uzaklaşır; bir gün kazananlar başka bir gün kaybederler.
Kumarda kaybedilen parada çoluk-çocuğun, fakirlerin hakkı vardır. Kazanılan para da meşrû değildir. Kumar yaygınlaştıkça toplumsal zararlar artar. Çalışmanın yerini tembellik alır. İş hayatında verim düşer. Kumar beraberinde içki, yalancılık, hırs, kin, intikam, cinâyet gibi kötülükleri de getirir. Kumar âile hayatında düzensizliklere, anlaşmazlıklara, ihmallere sebep olur. Kumar yüzünden, dinini, namusunu, evini satan, her türlü kutsal değeri ayaklar altına alan pekçok kişi vardır.
Kumar, içki gibi çok kısa bir zamanda alışkanlık hâline gelir. Bir daha ondan kurtulmak çok zor olur. Bunun için içki ve kumar alışkanlığı çok tehlikeli tutkulardandır. Sonunda para kazanılan veya kaybedilen, zar, oyun kâğıtları, piyango, spor-toto, loto, müşterek bahis gibi her türlü şans oyunu kumardır. Bütün şans oyunları başlangıçta eğlenmek ve vakit geçirmek için oynanır. İnsan, kazandıkça kazanma zevki ve hırsı için oynar. Kaybettikçe, kayıplarını çıkarmak için yine oynar. Sonunda kumarbaz oluverir. Her şeyini kumarda kaybeden, nesi varsa satan ve kumara yatıran, bütün ömrü sefâlet içinde geçen, karısını ve çocuklarını
3796] 5/Mâide, 90
İÇKİ VE KUMAR
- 867 -
mahveden kumarbazların, başlangıçta kumara bir eğlence gözü ile baktıkları unutulmamalıdır.
Sosyal bir âfet olan kumardan sakınmak kadar çevremizdeki insanları özellikle aile fertlerimizi de bundan korumak önemli bir görevdir. Kur'an'ı Kerimde âile bireylerinin zararlı kötü işlerden sakındırılıp, Allah ve rasûlünün istediği bir yaşantı için eğitilmesi görevi aile reislerine verilmektedir: "Ey iman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden kendinizi ve ailenizi koruyun. Ateşin başında sert ve şiddetli, Allah emrine karşı gelmeyen, verilen emirleri olduğu gibi yerine getiren melekler vardır. " 3797
Kumar oynayan insanlarda istenmeyen davranışların yer ettiği, şahsiyet bozukluklarının meydana geldiği gözlenmiştir. Kumarın en bâriz olumsuz yanı, toplumun bireyleri arasında kin ve düşmanlık meydana getirmesidir. Bu tezâhürleri görebilmek için uzun araştırmalar yapmaya gerek yoktur. Kumar, nefislerde kin ve husûmet duygularının yer etmesine sebep olur. Kumar oynayan bir kimse, karşısındaki kumarcıya ister istemez içinde bir kin duyacaktır. Zira göz göre göre önündeki malı gasbedilmektedir. Karşı taraf mal kazanmış iken, mal sahibi kahrından ölüp ölüp dirilmektedir. Her ne kadar bu kumar partileri dostluk ve mutluluk sevdâsıyla tertiplenmiş olsa bile, neticede düşmanlık ve kin tohumları ekmektedir. Kumar insanı aldatır. İçkinin vermiş olduğu sarhoşluk gibi bir hale sokar insanı. Kumarbazların üzerine çöken sarhoşluk, sarhoşlarınkinden pek farklı değildir. “Ey iman edenler! Hamr (sarhoşluk veren içecekler), kumar, dikili taşlar (putlar, putlaştırılan heykeller), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ın zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz, değil mi?” 3798
Kumarda kaybeden kimse, kazanacağım ümidiyle devam eder ve mağlup olur. Sonuçta malını kaybeder ve fakir düşer. Ardından da düşmanlık duygusu kaplar bütün benliğini. Kumar oynayanlar arasında görünürde samimi bir muhabbet havası gözlense bile, aralarındaki kin ve düşmanlık hiçbir zaman eksik olmaz. Kumar, başlıbaşına bir felâkettir. Kumar oynayan bir insan şuur ve duygularını kaybeder. Parasının ve bütün varlığının elinden nasıl çıkıp gittiğini dahi anlayamaz. Çünkü her verişinde bir önce verdiğini yeniden kazanmak peşinde koşar ve her defasında da kaybeder. Evine eli ve cebi boş döndüğü zaman içi, parasını alan kişiye karşı kin ve düşmanlıkla dolar. İçine düştüğü buhran sonucu onu öldürmeye bile kalkar veya bizzat kendini öldürmeye kalkışır.
Kumar, oyuncuların kalbindeki kin ve düşmanlık ateşini alevlendirir. Kumar dolayısıyla kişiliğin kaybolması da bir gerçektir. Kumar, sebepsiz bir düşmanlık, kin ve hoşnutsuzluk doğurur. Aklı düşünmekten alıkor, insanı tembellik ve pısırıklığa sevkeder. Sinirleri mahveder "Sana, içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür..." 3799
Kumar oynayan kişinin karakter yapısına topluca baktığımızda şu hususların
3797] 66/Tahrîm, 6
3798] 5/Mâide, 90-91
3799] 2/Bakara, 219
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ön plana çıktığı görülür: Düşmanlık, kin ve nefret, zihinsel güçte zayıflama, tembellik, kişilik (ahlâk ve terbiye) bozukluğu, sinir sisteminin tahrip olması, kıskançlık, atâlet, durgunluk, üzüntü ve heyecanlar arasında geçen bir ömür. 3800
Kur'ân-ı Kerim'de Meysir/Kumar
Kur’ân-ı Kerim’de kumar anlamında “meysir” kelimesi 3 âyette geçer. 3801
"Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilik yolunda ne infak edip harcayacaklarını sorarlar. 'İhtiyaç fazlasını' de. Allah size âyetleri böyle açıklar ki, düşünesiniz." 3802
“Ey iman edenler! Hamr (sarhoşluk veren içecekler), kumar, dikili taşlar (putlar, putlaştırılan heykeller), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ın zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz, değil mi?” 3803
Hadis-i Şeriflerde Kumar
“Kim, arkadaşına: ‘Gel seninle kumar oynayalım’ derse, hemen (bir şeyler) tasadduk etsin!" 3804
"Tavla oynayan, Allah'a ve Rasûlüne âsî olmuştur." 3805
"Tavla oynayıp, sonra kalkarak namaz kılanın durumu, irin ve domuz kanı ile abdest alıp, kalkarak namaz kılanın durumuna benzer." 3806
Tefsirlerden İktibaslar
Mâide sûresi 90. âyette geçen “ensâb” ve “ezlâm” kelimelerini açıklayalım: “Ensâb”, “nusub” kelimesinin çoğuludur. Arapça'da nusub, özelikle herhangi bir aziz veya tanrı için kendilerine kurban gayri meşru bir tapınmadan dolayı kurbanın kesildiği her türlü yer için kullanılır.
“Ezlâm” Fal okları demektir. Meysir, ensâb ve ezlâm kelimeleriyle, üç tür yasaktan bahsedilmektedir: Tanrı yerine konulan, şirk araçlarından, meselâ bir tanrı, tanrıça veya benzerlerinden, şirk olan yollarla talihini öğrenmek için fal okları çekmeyi veya gelecekleri ya da anlaşmazlıkları çözümlemekle ilgili işaretler almayı yasaklamaktadır. Söz gelimi, Mekke'nin putperest Kureyş kabilesi bu amaçla Kâbe'de Hûbel putunu seçmişlerdi, onun yanında yedi fal oku bulundururlardı. Putun bakıcısına (din adamına) kurban sunduktan ve bir takım merasimlerden sonra bir ok çekerler ve onun üzerine kazınmış bulunan yazıları Hûbel'in hükmü olarak kabul ederlerdi.
3800] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, s. 130-132
3801] 2/Bakara, 219, 5/Mâide, 90 ve 91
3802] 2/Bakara, 219
3803] 5/Mâide, 90-91
3804] Buhâri, Eymân 5, Tefsir, Necm, Edeb 74, İsti'zân 52; Müslim, Eymân 5, hadis no: 1647; Ebû Dâvud, Eymân 4, h. no: 3247; Tirmizî, Nüzûr 17, h. no: 1545; Nesâî, Eymân 11, -7, 7-
3805] Ebû Dâvud, Edeb, 56; İbn Mâce, Edeb, 43; Muvattâ 6; Ahmed bin Hanbel, IV/394, 397, 400
3806] Ahmed bin Hanbel, V/370
İÇKİ VE KUMAR
- 869 -
İkinci tür yasak, akla ve bilgiye başvurmadan herhangi bir şeyi iyi veya kötü işareti saymak, hayatın günlük sorunları hakkında mantıksız ve bâtıl karar alma yöntemleri ve yollarından, veya belli şeyleri, olayları, durumları ve benzerlerini uğursuzluk sayarak gelecek olaylar hakkında körce sonuçlara varmaktan oluşmaktadır. Kısaca, fal yöntemlerini ve kehanetleri içine almaktadır.
Üçüncü yasak türü, kazanmanın meziyet ve liyâkate, hak, hizmet ve diğer aklî yargılara değil de, salt şansa dayandığı tüm kumar çeşitlerini kapsamaktadır. Örneğin, belli bir bilet sahibini çok sayıda aynı türden bilet sahiplerinin zararına ödüllendiren tüm lotarya ve piyango çeşitleri, çok sayıda doğru cevabın içinde yalnızca şansa dayanarak işaretlenen bir cevaba ödül veren bulmacalar, tüm bunlar haramdır.
Ne var ki, eşit derecede meşru iki şey veya hak bulunup da, aralarında hiçbir aklî seçim yapma yöntemi olmadığı zamanlarda kura çekmek İslâm'da meşrudur. Söz gelimi ortada her bakımdan aynı hakka sahip iki kişi bulunsun, hâkim birine öncelik tanıyacak hiçbir aklî yargı yolu bulamasın ve taraflardan hiçbiri hakkından vazgeçmesin. Böyle bir durumda, iki taraf da razı olursa sorun kura ile çözülür. Veya, iki meşru şeyden birini seçmek zorunda kalıp da, seçimde güçlük çeken kişi kura atabilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) eşit hakka sahip iki kişi arasında seçim yapması gerekip de, kendisi birinin lehine karar verdiğinde diğerinin alınacağını hissettiği zaman bu yöntemi uygularlardı.
Fal oklarıyla kehanet anlamındaki ezlâm tabiatı gereği bir tür kumarsa da, meysir'le arasında küçük bir fark vardır. Ezlâm, şirk ve bâtıl inanca bulanmış kehanet ve kura biçimleri için kullanılırken, meysir servetin şans aletleriyle kazanılıp bölüşüldüğü biçimler için kullanılır.
Mâide sûresi 90. âyette dört şey, mutlak olarak haram kılınmaktadır: İçki, kumar, ensab (Allah'tan başkalarına tapınmak için adanmış ve içlerinde Allah'tan başka şeylerin adlarına kurbanlar ve hediyeler sunular yerler) ve kehânet araçları. 3807
Bu âyetin3808 indiği zamana kadar, içki ve kumarı yasaklayan bir âyet inmemişti. Fakat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde bu iki kötü alışkanlığın helâl olduğunu söyleyen bir hüküm de yoktu.
Yüce Allah yeni oluşmakta olan bu müslüman cemaati elinden tutarak onu adım adım istediği yolda ilerletiyor, onu kendisi için tasarladığı misyona uygun olarak yapılandırıyordu. Bu önemli misyon, bu büyük görev, insanın kendini içki ve kumar yolunda harcaması ile bağdaşmazdı; ömrü, bilinci ve enerjiyi amaçsız insanların eğlencelerinde boşu boşuna tüketmekle bağdaşmazdı. Çünkü sözkonusu amaçsız kimseler nefislerine haz veren şeyler ile oyalanır, peşlerinden bir an bile ayrılmayan serserilik ve sorumsuzluk, kendilerini içki ile sarhoş olmaya ve kumarla oyalanmaya daldırır. Kimi zaman da bu zavallıları kovalayan kör nefisleri olur. Onlar da kendilerinden kaçarak içkinin ve kumarın kucağına atılırlar. Tıpkı Câhiliye toplumunda yaşayan sıradan insanların yaptıkları gibi. Bu dün böyle idi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Yalnız İslâm, insan nefsine yönelik eğitim metodu uyarınca bu konuda yavaş, soğukkanlı ve zorlamacılıktan
3807] Tefhîmu’l Kur’an, 5/Mâide, 90. âyetin tefsiri
3808] 2/Bakara, 219
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uzak adımlar ile ilerliyordu.
Bu âyet-i kerime içki ve kumar yasağı konusunda atılmış ilk adımdır. Burada önemli bir noktaya kısaca değinmek istiyoruz. Maddî nesneler ve davranışlar her zaman mutlak anlamda, katıksız biçimde kötü olmayabilirler. Şu dünya üzerinde iyilik, kötülükle ve kötülük de iyilikle karışık olarak bulunur. Fakat herhangi bir nesnenin ya da davranışın helâl ya da haram olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın günahı, zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur. Böyle olmakla birlikte bu âyette açık bir yasaklama ve haram sayma hükmüne yer verilmemiştir.
İslâm’ın Eğitim Metodu: Burada Kur'an'ın, İslâm'ın ve hikmet sahibi yüce Allah'ın eğitim metodunun bir özelliği dikkatimizi çekiyor. Bu eğitim metodu İslâm'ın birçok yasal düzenlemesini, birçok farzını ve birçok direktifini incelerken somut biçimde meydana çıkıyor. Biz burada içki ve kumardan sözederken bu eğitim metodunun kurallarından birine işaret etmek istiyoruz.
Eğer emir ya da yasak imana dayalı düşünce ile yani inanç sistemi ile ilgili isé İslâm o konuda kesin hükmünü, o konuda söyleyeceğini daha baştan ortaya koyuyor. Fakat eğer emir ya da yasak bir alışkanlıkla, bir gelenekle veya karmaşık bir sosyal uygulama ile ilgili ise o zaman İslâm işi ağırdan alıyor; konuya yumuşak, tedrici ve kolaylık gösterici bir tarzda yaklaşıyor, uygulamayı ve itaati kolaylaştıracak pratik şartlar hazırlıyor. Meselâ İslâm, "Tevhid mi, yoksa şirk mi?" sorunuyla karşı karşıya kaldığı zaman kararlı ve kesin bir darbe ile daha baştan emrini yürürlüğe koydu; Bu konuda hiçbir tereddüde, hiçbir duraksamaya, hiçbir hoşgörüye, hiçbir tavize; hiçbir orta yolda buluşma beklentisine yer vermedi. Çünkü burada mesele düşüncenin temel ilkesidir, onsuz ne iman olur ve ne de İslâm ayakta durabilir.
Ama İslâm içki ve kumar meselesine gelince, bu bir alışkanlık ve adet meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak tedavi yolu ile bıraktırılabilir. Bu yüzden İslâm, müslümanların vicdanlarını ve şeriat mantıklarını uyarmakla işe başladı; Bu amaçla içkinin ve kumarın günahını, yararından daha büyük olduğunu belirtti. Bu demektir ki, bu alışkanlıkları bırakmak onları sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisa sûresinin şu âyeti ile ikinci adım atıldı: "Ey mü’minler, sarhoşken ne dediğinizi bilecek duruma gelinceye kadar namaza yaklaşmayın." 3809
Bilindiği gibi günde beş vakit namaz vardır ve bu namaz vakitlerinin çoğunluğu kısa aralıklıdır, bu aralıklar sarhoş olup arkasından ayılmak için yeterli değildir. Burada içki alışkanlığının pratiğe aktarma imkânını daraltma ve içki alma periyodları ile ilgili olan alışkanlığın sürekliliğini kırma girişimi ile karşı karşıyayız. Çünkü içki ya da uyuşturucu madde tutkunlarının alışkanlık haline getirdikleri vakit gelince bu maddeleri kullanma ihtiyacı duydukları bilinen bir şeydir. Eğer bu vakit, bu maddeler kullanılmadan geçiştirilir ve bu geçiştirme birkaç kez tekrarlanabilirse alışkanlık zayıflamaya başlar ve alt edilmesi mümkün hale gelir.
Bu iki adım atıldıktan sonra içki ve kumarın haram olduklarını belirten son ve kesin yasaklama hükmü geldi: "Ey mü’minler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları
3809] 4/Nisâ, 43
İÇKİ VE KUMAR
- 871 -
kuşkusuz Şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz." 3810
Gerçekten de içki, kumar, anıt taşları ve fal okları Câhiliye hayatının en önemli özellikleriydi ve Câhili toplumun en köklü gelenekleri arasında yer alıyorlardı. Pratik uygulamaları ve bu toplumun en önemli geleneklerini, alışkanlıklarını oluşturmaları açısından; birbiri ile köklü bağları bulunan bir demeti oluşturuyorlardı. Câhiliye Arapları alabildiğine aşırı şekilde içki tüketiyorlardı. Toplantılarında fazla içki tüketmeleri ile övünüyor ve bunu bir övünç kaynağı olarak görüyorlardı. Şiirlerinde ve övgülerinde; içkiyle iftihar etmek, önemli bir odağı oluşturuyordu! İçki meclislerinde hayvanlar kesiliyor, içki içenlere, içki dağıtanlara, bu mecliste kahramanlık gösterileri yapanlara, bu toplantıya katılanlara ve etrafında toplananlara sunulmak üzere etler kızartılırdı! Bu hayvanlar, anıt taşları üzerinde kesilirdi. Anıt taşları Arapların, hayvanlarını üzerinde kestikleri ve kanlarını kendilerine sürdükleri putlardı. (Tanrılara yani tanrıların papazlarına kurban olarak sunulacak olan hayvanlar da bu taşlar üzerinde kesilirdi). İçki meclisleri ve benzeri sosyal nitelikli kesimlerde fal okları yolu ile kumar da oynanıyordu. Fal okları, Arapların, hayvanları aralarında paylaşırken başvurdukları bir oran ölçeğiydi. Herkes kendi okuna düşen orana bağlı olarak, hayvandan bir pay alıyordu. Okunda "üstün" yazılı olan, hayvanın en büyük payını alırdı. Bu sıralama okuna hiçbir pay düşmeyene kadar, aşağıya inerdi. Payına hiçbir şey düşmeyen adam, hayvanın sahibi de olabiliyordu. Bu durumda hayvanı tümden kaybetmiş olurdu!
Böyle sosyal içerikli gelenek ve alışkanlıkların birbiri ile kenetlendiği ortaya çıkmakta; bunların, Câhiliyenin pratiği ve itikadi düşüncelerine paralel bir biçimde seyrettiği gözlemlenebilmektedir. İslâm nizamı ilk etapta, bu gelenekleri ortadan kaldırmaya kalkmadı. Çünkü İslâm, bu geleneklerin bir takım yanlış inançlardan kaynaklandığını biliyordu. Bu problemin temeline inmeden meseleyi yüzeysel olarak halletmeye kalkmak, boşuna bir çabadan başka bir anlam ifade edemezdi. İlahî nizam, böyle bir metoda başvurmaktan uzaktı! İslâm ise, her şeyden önce, insanın gönlündeki düğümden, inanç sistemi düğümünden başlamıştır. Câhili inançların ve düşüncelerin hepsini kökünden söküp atmak, bunun yerine sağlam İslâm düşüncesini yerleştirmekle işe başlamıştır. İslâm'ın sarsılmaz düşüncesi, fıtrata dayalı olan kaidenin derinliklere yerleştirmekle yola koyulmuştur. İnsanlara, ilahlara ilişkin düşüncelerinin bozukluğunu açıklamış ve onları gerçek ilaha iletmiştir. Bu gerçek ilahı tanıdıktan sonra, bu gerçek ilahın sevdiği ve hoşlanmadığı şeylere kulak vermeye başlamışlardır. Ondan önce bu direktiflere kulak veremezlerdi! Bir emre, bir yasağa bağlılık gösteremezlerdi. Bu yasak ne kadar kendilerine hatırlatılırsa, ne kadar nasihat edilse de, onlar kendilerini Câhiliye alışkanlıklarından koparamazdı. İnsan fıtratının ilk bağı, akide bağıdır. Her şeyden önce, bu akide bağı oluşturulmadıktan sonra, insanın fıtratında bir ahlâka, bir eğitime, sosyal bir inkılâba yol açmak mümkün olamaz. İşte insan fıtratının anahtarı buradadır. Bu fıtrat, kendi özel anahtarı ile açılmadığı sürece, hazineleri kapalı kalacak, yolları doğrulmayacaktır. Ne zaman bir pencere açılsa, bir başka pencereler kapanacak, bir taraf aydınlansa, öbür taraflar karanlıkta kalacak, bir düğüm çözülse, pek çok düğümler kapalı kalacaktır. Ne zaman bir geçit açılsa, birçok geçitler ve yollar kapanacaktır... Ve bu hal sonsuza kadar devam edip gidecektir...
3810] 5/Mâide, 90; Fî Zılâli’l Kur’an, 2/Bakara, 219. âyetin tefsiri
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu nedenle İslâm nizamı, Câhiliyenin bir sürü rezilliklerinden ve sapıklıklarından sadece bir bölümünü oluşturan bu rezilliklerinden ve sapıklıklarından tedaviye başlamamıştır. Bunun yerine akideden işe başlamıştır. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmekle işe başlamıştır. "Allah'tan başka ilah yoktur" ilkesinin yerleştirilmesi zaman olarak öyle uzun bir dönem kapsadı ki, bu zaman dilimi onüç seneyi buldu. Bu esnada, bu gayeden başka hiç bir gaye yoktu! İnsanlara geçek ilahlarını tanıtma, onları bu ilaha kul yapma, insanları onun otoritesine bağlama gayesi... Neticede insanlar kendilerini Allah'a adadılar. Artık insanlar, Allah'ın kendileri için seçtiğinden başka hiçbir seçenek olmadığını idrak etmişlerdi. İşte tam bu sırada, ibâdet nitelikli semboller de dâhil olmak üzere yükümlülükler gelmeye başladı. Bu esnada, Câhiliyenin sosyal, ekonomik, psikolojik, ahlâkî ve günlük hayata ilişkin kalıntılarının temizlik işlemi başladı... Bu yükümlülükler, Allah'ın emrettiğinde, kulların tartışmasız itaat edeceği bir zaman dilimine denk getirilmişti. Çünkü onlar, artık her ne olursa olsun Allah'ın bir emri veya yasağı karşısında hiçbir seçenekleri olmadığını kavramışlardı!
Başka bir ifade ile: Emirler ve yasaklar "İslâm"dan sonra, teslim oluştan sonra... Müslümanın içinde tereddüt kalmadıktan sonra... Allah'ın emrine rağmen kendisinin herhangi bir görüşü ve seçeneğinin olabileceğini düşünmez duruma geldikten sonra başlamıştı. Veya üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi'nin "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı eserinde, "Büyük Düğüm Çözüldü" başlığı altında değindiği gibi:
"... En büyük düğüm. Şirk ve küfür düğümü... Çözüldü... Ardından bütün düğümler çözüldü. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onlara karşı ilk cihadını yaptı. Fakat her emir ve yasağın beraberinde yinelenen bir cihada ihtiyaç duymadı. İslâm, ilk savaşta Câhiliyeye karşı bir zafer elde etti. Artık her savaşta zafer onların oluyordu. Onlar kalpleriyle, gönülleriyle, ruhlarıyla ve bütün varlıklarıyla toptan İslâm'a girmişlerdi. Doğru olan kendilerine açıkladıktan sonra, peygambere zorluk çıkarmıyorlardı. O'nun verdiği hükme karşı gönüllerinde herhangi bir burukluk duymuyorlardı. Emrettikten veya yasakladıktan sonra kendilerine seçenek yoktu. Nefislerinin kendilerini aldattığı şeyleri Peygambere anlatıyorlar ve cezayı gerektiren bir suç işlediklerinde vücutlarını korkunç azaba teslim ediyorlardı. İçkinin yasaklama emri geldiğinde, içkiyle dolup taşan kadehler onların elindeydi. Allah'ın emri, onların ıslak dudakları ile yanık yürekleri arasına girdi. Şarap fıçıları kırıldı ve Medine sokaklarına döküldü"
Bununla beraber içkinin ve buna bağlı olarak kumarın yasaklanışı, aniden meydana gelen bir olay değildi. Psikolojik, gelenek ve alışkanlıklar birtakım ekonomik yönleri de bulunan bu köklü sosyal hastalığın tedavisinde, bu kesin yasaktan önce birkaç adım atılmış, bir kaç aşama kat edilmişti. İslâm nizamında içki probleminin tedavisinde bu âyetler, üçüncü ya da dördüncü merhaleydi.
Birinci merhale, hedefe atılan ilk oku oluşturuyordu. Allah, Mekke'de indirilen Nahl sûresinde buyuruyor bize, "Hurmaların ve üzümlerin meyvelerinden sarhoşluk veren bir nesneyi ve güzel bir rızkı elde ediyorsunuz."3811 Bu müslümanların duygularını harekete geçiren ilk uyarıydı ve burada sekr (sarhoşluk veren madde), güzel rızkın karşıtı olarak zikrediliyordu. Sanki bu bir şey, güzel rızık başka bir şeydi.
3811] 16/Nahl, 67
İÇKİ VE KUMAR
- 873 -
İkinci merhale, müslümanların gönlünde, yasama uzandığı yolu ile dini duyarlılığı harekete geçirmeye yöneliktir. Bakara sûresinde yer alan bir âyetti bu: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki; onların ikisinde de büyük günahlar vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." 3812 Burada onlar! terk etmenin daha iyi olacağına işaret ediliyor. Zira günahının yararından büyük olduğu belirtiliyor. Yoksa hiçbir yararı olmayan şeyler çok azdır. Bir şeyin helal oluşu veya haram oluşu zararının veya yararının ağır basmasına bağlıdır.
Üçüncü merhale, içki alışkanlığını kırıyor ve bununla namaz farizası arasında bir bağdaşmazlığı gündeme getiriyordu. Nisa sûresindeki bu âyette şöyle deniyordu. "Ey mü’minler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın." Beş vakit namaz çoğunlukla bir birbirine yakındır. Bu vakitler arasında sarhoş olup ayılmaya yeterli bir zaman yoktur. Bu uygulama pratik olarak içki alışkanlığını sürdürmenin alanını daraltmaktaydı. Özellikle "Subuh" adı verilen sabalı içkisi ile "Gabuk" adı verilen ikindi veya akşam içkisi gibi Câhiliye gelenekleri kaldırılıyordu. Ayrıca bu, belli seanslarla içki almayı gerektiren tiryakilik ve alışkanlık halini sürdürmeyi engelliyordu. Öte yandan müslümanların gönüllerinde özel bir ağırlığı bulunan bu emir, namaz farizasını zamanında yerine getirme ile içki alışkanlığını zamanında karşılamak arasında, bir çelişki ortaya çıkarıyordu!
Sonra dördüncü merhale olan, son ve kesin noktaya gelindi. Artık gönüller buna tam anlamı ile hazırlanmış bulunuyordu. Bundan sonra yasağın gelişinden, insanların anında itaati ve boyun eğişinden başka bir şey kalmamıştı.
Ömer b. Hattab (r.a.) dedi ki; "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" (Herhalde Hz. Ömer'in (r.a), insanın içini rahatlatacak bir açıklama arzusunu kamçılayan Nahl sûresinin âyetidir. Kendisinin de belirttiği gibi Ömer, Câhiliye döneminde içki içen bir adamdı. Bu da içki kullanma alışkanlığının Câhili toplumda, köklü bir alışkanlık, olduğunu göstermektedir.) Bunun üzerine Bakara sûresinin şu âyeti gönderildi: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki, onların ikisinin de büyük günahı vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." Ömer çağırıldı ve kendisine bu âyet okundu. Ömer yine: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap". dedi. Ardından Nisa sûresindeki şu âyet gönderildi: "Ey mü’minler, sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın." Ömer yine çağırıldı ve kendisine bu âyet de okundu. Bu sefer de Ömer: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" dedi. Arkasından Maide sûresindeki şu âyet indi. "Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi?" Bunun üzerine Ömer: "Son verdik, son verdik" diye, bu İlâhî çağrıya içtenlikle katıldığını dile getirdi. 3813
Hicretin üçüncü senesinde, Uhud savaşından sonra indirilen içkiyi yasaklayıcı âyetlerden sonra, Medine sokaklarında dolaşıp: "Ey ahali, artık içki haram kılınmıştır" diye, bağırılmasından başka bir şeye ihtiyaç kalmamıştı... Bunun üzerine, elinde bardağı olan onu kırdı, ağzında bir yudum içki olan onu geri tükürdü. Şarap fıçıları kırıldı, içki şişeleri kırıldı. Böylece sarhoşluk ve içki kullanımı yokmuş gibi halledildi!
3812] 2/Bakara, 219
3813] Ashâbus Sünen
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şimdi de Kur'an'ın sunuş tarzına; eğitim ve yönlendirme yöntemini kapsayan metoduna bir göz atalım: "Ey mü’minler, içki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi? Allah'a ve peygambere itaat edin, Onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır." 3814
Bu âyetler, bu bölümün alışılagelen hitap şekliyle başlıyor: "Ey mü’minler..." Bir taraftan mü’minlerin kalplerini harekete geçirmek, öbür taraftan bu imanın zorunlu sonucu olan, bağlılık ve itaat eylemini hatırlatmak için...
Bu etkili hitaptan sonra, net ve açık bir biçimde ifade edilen kesin bir hüküm yer alıyor: "İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir." Bunların hepsi, Allah'ın helâl kıldığı "tertemiz nimetler" sıfatıyla uyuşmayan kirli işlerdir. Ve bunlar şeytan işidir... Şeytan ise insanın tarihi düşmanıdır. Mü’minin, bir işten duygusal olarak nefret etmesi, psikolojik olarak tiksinmesi, fıtrat olarak ondan ürküp kaçması, korkarak ondan uzaklaşması ve ondan sakınması için, bu işin şeytan işi olduğunu öğrenmesi yeterlidir!
İşte bu esnâda, kurtuluş umudu ile birlikte yasak konuyor. Bu aynı zamanda, derin psikolojik duyguları harekete geçiren bir dokunuştur: "Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz." Bundan sonra âyet-i kerime, bu pisliğin gerisinde bulunan şeytanın planını açıklamaya geçiyor: "Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister." Böylece müslümanın gönlünde; şeytanın hedefi, tuzağının amacı, iğrençliğinin yolu aydınlanmış oluyor... Bu hedef, içki ve kumar yolu ile müslümanların arasında, kin ve düşmanlık tohumlarını ekmektir. Aynı şekilde, "iman edenleri" Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktır bu. Öyleyse bu, ne korkunç bir hile...
Şeytanın güttüğü bu hedefler, birer realitedir. Müslümanlar bu gerçekleri, gerçeğin kendisi olan ilahi ifadeler aracılığıyla tasdik ettikten sonra, realiteler dünyasında da onları görebilirler. Şeytanın, içki ve kumar yolu ile insanlar arasına kin ve düşmanlık tohumunu nasıl ektiğini görmek için, uzun bir araştırmaya gerek yoktur. İçki, insanın aklını başından alır, etini ve kanını bir sel gibi harekete geçirir, şehevi arzu ve isteklerini alevlendirir. Çoğunlukla içkiye arkadaş olan kumar ise, insanın gönlünde binbir çeşit kin ve hüsran duygusu bırakır. Çünkü, kumarda kaybeden kişi, gözlerinin önünde malını elinden alana ister-istemez kin besleyecektir. Malını bir ganimet olarak alıp götüren kumarcıya, kaybeden adam, elbette ki kahrolacaktır. Bu işlerin yapıları gereği olarak, kin ve düşmanlığı harekete geçirmesi normaldir. Meseleye oldukça yüzeysel olarak bakan birtakım kimselerin, bu tür bir araya gelişleri; dostluk ve mutluluğun bir parçası olarak algılamaya çalışmaları boşunadır. Zira bu işler, birbirine dost olan imanları çatışma ve patlama alanlarında karşı karşıya getirmektedir.
Allah'ı zikredip anmaktan ve namazdan alıkoymaya gelince; bunların ikisi üzerinde düşünmeye bile gerek yoktur. İçki her şeyi unutturur. Kumar da alıkoyar. Kumarcılara göre, kumarcının aklı ile sarhoşun aklı arasında fark yoktur. Kumarcının alemi de sarhoşun alemi gibi, içki masalarını, kadehleri ve kumar oyununu aşmaz!
3814] 5/Mâide, 90-92
İÇKİ VE KUMAR
- 875 -
Şeytanın iğrenç hedefini belirten bu işaret, amacına ulaşıp, "iman edenlerin" kalplerini uyarmak ve onları harekete geçirmek istediğinde bir soruya yer veriliyor. Bu öyle bir sorudur ki, onu, Hz. Ömer'in bu âyeti dinlediği sırada verdiği cevaptan başka biçimde cevaplamak mümkün değil: "Artık bu işlere son veriyorsunuz değil mi?" Ömer hiç beklemeden cevap verir: "Son verdik, son verdik"
İçki-Kumar Yasağı; Allah’a İman ve Takvâ: Fakat âyet-i kerime, o büyük etkisiyle beraber sürüyor: "Allah'a ve peygambere itaat edin. Onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, Peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktadır." 3815
Her şeyin kendisine bağlı olduğu kaide: Allah'a itaat, peygambere itaat... Yani İslâm... Allah'a ve peygambere mutlak itaat. Sonra onlara karşı gelmekten sakındırmak ve üstü kapalı bir tehdit: "Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktır." Gerçekten de peygamber tebliğ etmiş ve açıklamıştı. Açıkça duyurma eyleminden sonra, muhalefette diretenlere sorumluluk yükü biniyordu. Bu üstü kapalı üslup ile ifade edilen ve insanın belini büken bu tehdit mü’minlerin yüreklerini hoplatmaktadır! Onlar, karşı gelip itaat etmedikleri zaman, kendilerinden başka hiç kimseye zarar veremezler. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) tebliğini ve görevini yapmıştır. Onların işlerinden elini çekmiştir. Artık onlardan sorumlu değildi O. Kendisine itaat etmeyip karşı geldikleri takdirde, onlardan hiçbir azabı savamaz. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır. Sırtını dönen isyankârları cezalandırmaya, Allah'ın gücü elbette yetecektir!
İşte ilahî yol, kalplerin kapısını böyle çalıyor, gönüllerin kilitlerini böyle açıyor... Kendisi için, bu gönüllere varan yollar, geçitler buluyor. Bu yasağın kendisiyle ilgili olarak geldiği içkinin ne olduğunu açıklamamız yerinde olur. Ebû Dâvud'un İbn Abbas'tan aldığı habere göre "Akla sarhoşluk veren her şey içkidir ve sarhoşluk veren her şey haramdır." Hz. Ömer (r.a) Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) minberinde ve sahabeden bir topluluk huzurunda yaptığı konuşmada, şöyle demişti: "Ey insanlar, içkinin indiği sırada içki beş şeyden yapılıyordu: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaylardan ve arpadan. Aslında içki, akla sarhoşluk veren her şeydir." 3816
Her iki rivâyete göre de içki, sarhoşluk meydana getiren, akla zarar veren her şeydir. Herhangi bir türüne mahsus değildir. Ve sarhoşluk veren her şey haramdır. Sarhoşluk veren herhangi bir madde ile meydana gelen sarhoşluk halı, İslâm'ın müslüman kalplerin her zaman Allah'a bağlı olması, her an Allah'ın kontrolü altında olduğunu duyabilmesi için farz kıldığı, sürekli uyanıklık hâli ile bağdaşmaz. Müslümanın kalbi, bu uyanıklıkla, hayatın gelişmesi ve yenilenmesinde, hayatın zaaflarında ve bozukluklardan korunmasında, kendisini, malını ve namusunu korumasında, müslüman cemaatın güvenliğini, yasasını ve düzenini her türlü saldırıdan korumasında önemli bir fonksiyon icra edecektir. Müslüman fert, kendi başına ve arzuları ile baş başa bırakılmış değildir. Her an sürekli uyanıklık gerektiren yükümlülükleri vardır. Rabbina karşı yükümlülükleri, kendisine karşı yükümlülükleri, ailesine karşı yükümlülükleri bütün insanlığa karşı mesajını iletmesi ve onlara doğru yolu göstermesi için evrensel yükümlülükleri
3815] 5/Mâide, 92
3816] Kurtubi Tefsiri
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunmaktadır. Tüm bu yükümlülükleri yerine getirebilmesi için, sürekli olarak uyanık olması istenmektedir. Hatta İslâm onun Allah'ın helâl kıldığı nimetlerden yararlanırken bile, bu nimetlere karşı uyanık durmasını, şehevî arzuların ve lezzetlerin kölesi olmamasını istemektedir.
Müslüman gerekli olarak arzularına hakim olmak zorundadır. İşine hakim olan adamın durumu gibi bu isteklerin ancak bir kısmını yerine getirir. Sarhoşluğun verdiği şuursuzluk halı ise, hiçbir şekilde bu yükümlülük halı ile bağdaşmaz.
Sonra bu sarhoşluk hali, aslında belli zaman dilimlerinde hayatın realitelerinden kaçmaktan ve çakır keyiflik halinin veya aklî dengesizliğin körüklediği düşüncelere dalmaktan başka bir şey değildir. İslâm ise, insanların bu yola başvurmalarını hoş karşılamaz. Onların gerçekleri görmelerini, gerçeklerle yüzyüze gelmelerini, gerçeklerin içinde yaşamalarını, hayatlarını bu gerçeklere uygun biçimde yönlendirmelerini ister. Bu hayatlarını bir takım hayaller ve kuruntuların temeline dayandırmalarını istemez. Çünkü gerçeklerle yüzyüze gelmek, azim ve iradenin harekete geçmesini sağlar. Gerçekleri bırakıp bir takım hayallere dalmak ve kuruntulara kapılmak ise; çözülmeden, azmin kırılmasından, iradenin erimesinden başka bir şey değildir. İslâm sürekli olarak irade eğitimine önem vermekle iradeyi, köklü alışkanlıkların, tiryakiliklerin bağlarından kurtarmaya çalışır. Sadece bu değerlendirme bile İslâm'ın, neden içkiyi ve diğer uyuşturucu maddeleri haram kıldığını görmemize yeterli olacaktır. Zira bunlar, şeytan işi iğrençliklerdir... insan hayatının düzenini bozmaktır.
Bazı fıkıh bilginleri, içkinin, diğer pislikler gibi hem içilmesinin haram hem de kendisinin pis olduğunu söylerken diğer bazı bilginler, sadece içilmesinin haram olduğunu söylemişlerdir. Cumhura göre, içkinin kendisi de içilmesi de haramdır. Rabia, Leys b. Said Şafiî'nin arkadaşı Müzeni ve daha sonraki bazı Bağdatlı fıkıhçılara göre ise, içkinin sadece içilmesi haramdır. Bu tefsirde meseleye bu kadar değinmemiz yeterlidir.
Bu âyetlerin indirilmesi, burada içkinin haram kılındığının bildirilmesi ve şeytan işi iğrençliklerden olmakla nitelendirilmesi, İslâm Toplumu'nda sözcükleri bir, nedenleri ve hedefleri ayrı olan iki sesin yükselmesine neden oldu.
Bu açıklamayı olduğu gibi kabul eden fakat, işin içinden çıkamayan bazı sahabiler: "İçki içtiği halde vefat eden kardeşlerimiz ne olacak? İçki haram kılınmadan önce Uhut'ta karınlarında içki olduğu halde şehit edilen arkadaşlarımızın durumu nedir?" dediler. Şaşkınlık ve kargaşalık peşinde birtakım fırsatçılar da bu veya buna benzer bir şeyler söylediler. Bununla, gönüllerde yer alan yasama nedenlerine duyulan güveni sarsmayı veya içkinin haram kılınmadığı sıralarda vefat edenlerin, şeytan işi iğrençliklerden biri olan içki ile karınları dolu olduğu halde vefat ettiklerinden dolayı, imanlarının boşa gittiği imajını yaymayı hedef alıyorlardı. İşte tam bu sırada aşağıdaki âyet indi: "İman edip iyi ameller işleyenler, -Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup mü’minliklerini devam ettirdikleri takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever."
Bu âyet-i kerime, her şeyden önce, haram kılınmadan önce hiçbir şeyin haram olmayacağını, haram kılınmanın âyetten önce değil, âyet ile birlikte gerçekleştiğini, hem dünya hem de ahiret ile ilgili meselelerde âyetin kendisinden önceki
İÇKİ VE KUMAR
- 877 -
halleri kapsamayacağını bildirmektedir. Çünkü hükmü ortaya koyan âyettir. Öldüklerinde, o sırada haram kılınmamış olan içkinin karınlarında bulunması, onlar açısından herhangi bir sorumluluk doğurmaz. Zira onlar bu durumda, haram kılınmış bir iş yapmış ve bir günah işlemiş olmaz. Onlar Allah'tan korkuyor, iyilik yapıyor, her şeyde Allah'ın kendilerini gözettiği bilinciyle hareket ediyorlardı. Niyetlerinin ve eylemlerinin Allah tarafından görüldüğünü biliyorlardı. Bu hal üzere bulunan birisi harama el uzatmaz ve bir tek günah işlemez.
Biz burada Mu’tezile'nin, içkinin pisliği hakkındaki hükmüne bağlı olarak körüklediği tartışmaya girmek istemiyoruz. Mutezile, içkinin bu pisliğinin, yüce Allah'ın içkinin haramlığına ait hükmünden mi, yoksa içkinin kendisinden ayrılmayan bir niteliğinden mi olduğunu araştırır. Haram kılınan şeylerin, bu haramlıklarının kendilerinden ayrılmayan bir nitelikten mi, yoksa bu niteliğin haram kılınmasından mı kaynaklandığını tartışır. Bizim anlayışımıza göre, bu tür konulardaki tartışmalar boş tartışmalardır ve İslâmî duyarlılığa tamamen yabancıdır!.. Yüce Allah bir şeyi haram kıldığında, onu neden haram kıldığını bilir. İster haram kılış nedenini bildirsin ister bildirmesin fark etmez. ister haram kılmak; haram kılınan şeydeki değişmez bir nitelikten olsun isterse, onu kullananın bizzat kendisine veya içinde yaşadığı cemaata zarar veren bir sebepten olsun, değişen bir şey olmaz. Her şeyi bütünü ile bilen yüce Allah'tır. Ve O'nun emrine itaat etmek farzdır. Bütün bunlardan sonra tartışmaya girmek, gerçek bir ihtiyaçtan kaynaklanamaz. Hâlbuki gerçekçilik, bu ilahî yolun vazgeçilmez özelliğidir. Buna bağlı olarak hiç kimse, "Madem ki haram kılınma, haram kılınan nesnedeki bir niteliğe bağlıdır, öyleyse haram kılınmadan önce nasıl mübah kılınmıştır?" dememelidir! Yüce Allah'ın belirli bir süre haram kılmadan bırakmış olmasının, bir hikmeti olmalıdır. Çünkü her şeyin dizgini, Allah'ın elindedir. Zaten ilah oluşunun gereği de budur.
İnsanların herhangi bir nesneyi güzel görmesi, ya da çirkin bulması bu konuda hüküm olamaz. İnsanın helallik ve haramlık hususunda neden olarak gördüğü sebep, o hükmün gerçek sebebi olmayabilir. Allah'a karşı edebli olmak, O'nun hükümlerini kabul etmeyi ve uygulamayı gerektirir. İster hikmeti veya illeti bilinsin, ister bilinmesin fark etmez. Çünkü, "Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Allah'ın yasasını uygulamanın her şeyden önce, kulluk temeline dayanması gerekir. Yüce Allah'a karşı, kulluğunu ortaya koymak ve O'na itaat etmek temeline dayanmalıdır. Zaten teslimiyetin anlamı, İslâm'da budur. Bu kesin itaattan sonra, insan aklının gücü yettiği ölçüde Allah'ın emrettiği ve yasakladığı şeylerin hikmetini araştırması doğru olabilir. Hikmeti araştırılan bu emir ve yasakların hikmetini, Allah'ın açıklayıp açıklamaması fark etmez. Beşer aklının bu hikmeti kavrayıp kavramaması da bir şeyi değiştirmez. Herhangi bir şeyde, Allah'ın yasasını güzel görecek olan yetki sahibi yalnız Allah'tır. Allah herhangi bir işte emrini veya yasağını bildirdikten sonra tartışma biter, emir veya yasak kesinleşmiş olur. İyi veya kötü görme olgusunun, insanın aklına bırakılması, Allah'ın yasasında son merciin insan olduğu anlamına gelir. Öyleyse, ilahlığın konumunu ve insan aklının konumunu gerçekten iyi tesbit etmek gerekmektedir!
Buradan âyet-i kerimenin ifâde tarzına ve ifade tarzının taşıdığı anlama geçeceğiz: "İman edip iyi ameller işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup mü’minliklerini devam ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyilik yaptıkları takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik yapanları sever." 3817
Kur'an-ı Kerim'in bu ifade tarzı, takvânın bir kere iman ve ameli salih ile bir kere yalnız imanla, bir kere de yalnız ihsanla birlikte tekrar edilmesi hakkında, Tefsircilerin görüşleri içinde içimizi rahatlatan bir görüşe rastlayamadık. Duygularımı tam ifade edemese de, şu ana kadar rastladığım en güzel yaklaşım İbn Cerir Taberi'nin yaklaşımı oldu. "Birinci takvâ: Allah'ın emirlerini kabul etmek, onları tasdik etmek, onlara boyun eğmek ve uygulamaktır. İkinci takvâ: Bu tasdik üzerine sebat etmektir. Üçüncü takvâ: İhsan'dır. Nâfilerle Allah'a yaklaşmaktır.
Birinci baskıda bu konuda yaptığım yorum şöyleydi: "Bu ifade tarzı, önce ana hatları verip, sonra detaylara inmekle pekiştirmeyi arttırmak içindir. Birincisinde takvâyı, imanı ve amel-i sâlihi özet olarak vermiştir. İkincisinde takvâyı iman ile birlikte, üçüncüsünde amel-i salihin kendisi olan ihsan ile birlikte, vermiştir. Bu pekiştirmenin amacı üzerinde durulan olguyu iyice yerleştirmek, amellerin değerlendirilmesinde değişmez yasayı oluşturan iç bilinci Allah'ın her şeyi kontrol ettiğine dair ince ve hassas bilinci ortaya çıkarmak... Her an O'nunla ilişki içinde olduğunu idrak etmek bilincini... Allah'a iman etmeyi, O'nun emir ve yasaklarını doğrulamayı, kesin biçimde yeralan akidenin apaçık tercümanı olan amel-i salihi, gizli olan akide ile bunun ifadesi olan amel arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmayı hedef almaktadır. İşte hükmün illeti, nedeni budur, yoksa dış görünüş ve dış şekiller değildir... Bu ana kaide ise, tabii olarak pekiştirmeyi tekrarı ve açıklamayı gerektirir."
Artık bu yaklaşımı, biçimi rahatlatıcı olarak göremiyorum. Fakat şu âna kadar içime bir başka yaklaşım doğmuş değil... fakat yardım Allah'tandır. 3818
“Ey Muhammed! Sana şarap içmeyi ve kumar oynamayı, şarabı ve kumarı soruyorlar...”3819 Bunu soranlar Hz. Ömer ve Muaz ile birlikte sahâbeden birtakım kişilerdi. "Ya Rasûlallah, şarap hakkında bize bir fetvâ ver, çünkü aklı gideriyor" dediler ve bu âyet indi.
Hamr: Âyet metninde yer alan "hamr" kelimesi, örtmek anlamına masdar olduğu halde, çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş ve köpüğünü atmış olan şaraba isim olmuştur. Çünkü şarab aklı bürüyüp örter ve bir deyim ile kafayı dumanlar ki buna "humar" denilir. "Hamr" kelimesinin bu üzüm şarabına isim olarak verilmesi özel bir isimlendirmedir. Bu nedenle "hamr" kelimesi bir de genel olarak akla humar veren, yani "kafayı dumanlandıran şey" anlamına kullanılır ki bu mânâya göre sarhoşluk veren şeylerin hepsi "hamr"dır. İbnü Ömer hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki şarabı haram kılan âyet indiği gün, şarap beş şeyden: üzümden, hurmadan buğdaydan, arpadan, darıdan idi. Ve hamr, aklı bürüyüp örten demektir. Ebu Davud'da Numan b. Beşir'den rivâyet olunduğu üzere, Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Üzümden bir şarap, hurmadan bir şarap, baldan bir şarap, buğdaydan bir şarap, arpadan bir şarap vardır." demektir. Buna dayanarak İmam Mâlik ve Şâfiî ve bunlardan önce veya sonra gelmiş bir çok âlimler ve fıkıhçılar, Kur'ân'daki hamr (şarab)ın genel anlamı ile mutlak
3817] 5/Mâide, 93
3818] Fi Zılâli’l Kur’an, 5/Mâide, 90-93. âyetlerin tefsiri
3819] 2/Bakara, 219
İÇKİ VE KUMAR
- 879 -
olarak sarhoşluk verici demek olduğuna ve dolayısıyla her çeşit sarhoşluk verici nesnelerin Kur'ân âyeti ile aynen haram bulunduğuna ve her birinin yalnız sarhoşluk verme derecesi değil, damlalarının bile içilmesinin ve kullanılmasının, alınıp satılmasının asla câiz olamayacağına hükmetmişlerdir. Çünkü bundan sonra Maide Sûresinde: "İçki, kumar, putlar ve fal okları hep şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının." 3820 buyurularak aynen "rics", yani pis olduğu beyanı ile kaçınma emri buna dayandırılmıştır.
Fakat İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri ile beraber sahabe ve tabiinden birçok alimler ve fıkıhçılar "hamr" kelimesinin açık ve kesin olan anlamı, özellikle üzüm şarabı olduğundan; inkârı, insanı küfre sokacak biçimde Kur'ân âyeti ile "li aynihi" (bizzat) haram olan şarabın bu olduğuna ve diğer sarhoşluk verici nesnelerin aynen ve bizzat değil, sarhoşluk verici olmalarından dolayı Kur'an'ın bu âyetine kıyası uygun düşerek, "Her sarhoşluk verici şey haramdır." gibi hadis-i şeriflerle haram olduklarına ve dolayısıyla hamrın aynen necis olması yüzünden bir damlasının bile içilip kullanılması kesinlikle haram ve müslüman için alınıp satılması caiz olmadığına; ancak üzüm şarabı bulunmayan ve ondan yapılmış olmayan diğer sarhoşluk verici nesnelerin haramlığı, ancak sarhoşluk verme niteliği ile sabit olduğundan, içilmekten başka bir şekilde kullanılmaları için, alınıp satılmasının da caiz olabileceğini söylemişlerdir. Demek olur ki Kur'ân âyeti, üzüm şarabının aynen, haramlığında kesin hüküm ifade eder. Bu âyetin diğer sarhoşluk verici nesneleri kapsamına alması sözcük olarak değil haramlığın hikmeti olan "sarhoşluk verme" sebebi dolayısıyla ve hadisi şeriflerin açıklamaları iledir. Kur'ân'daki sözcüklerin genel anlam ifade etmesi muhtemel ise de, özel anlamda olduğu gibi kesinlik ifade etmez. Buna göre, İslâm dininde genel olarak sarhoşluk veren şeylerin, sarhoşluk verici olarak kullanılmaları haram; fakat üzüm şarabı aynen ve mutlak olarak haramdır. Ve bunu inkâr eden kâfirdir. Üzüm şarabının ve bundan yapılmış olan sarhoşluk verici şeylerin, bizzat kendisi necistir. Öbürlerinin ise necis olması şüphelidir. Mesela üzerine şarab, şampanya, rakı, konyak dökülmüş olanlar, her halde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Fakat üzüm şarabından yapılmış olmayan ispirto, bira ve diğer sar -hoşluk verici şeyler içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza engel olur diye iddia edilemez. Ebu Hanife hazretleri bu şekilde şaraptan başka sarhoşluk veren şeylerin bizzat kendisinin ve damlasının necis ve haram olmadığına ve dolayısıyla sarhoş etme derecesine varmaksızın, fasıklara ve kâfirlere benzeme kastı da bulunmaksızın, kuvvet için az bir miktarda içilmesinin caiz olabileceğini söylemiş ise de, "Fethu'l-Kadîr" de "Kitabu'l-Eşribe"de açıklandığı üzere, üç mezheb ile Hanefi mezhebinde dahi tercih edilen, "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." hadis-i şerifi gereğince, çoğu sarhoş edenin azının da haram olmasıdır. Şer'an içme açısından bütün sarhoş edici şeyler, âyetin genel anlamı ile hamr (içki)dır. Günümüzün fen bilimcilerinin, Kimya ilmine göre düşünceleri de "ihtimar" (kendiliğinden köpürüp kabarma, ekşiyip mayalanma) denilen kimyasal bir olay olma itibarıyla, her çeşit sarhoşluk vericinin hamr özelliğinde ortak olmasıdır ki buna Arapça "el-kuhl" kelimesinin frenkleştirilmişi olan "alkol", "el-kûl" veya sadece "kûl" derler. Bu, hamrın genel anlamına uygun ise de, aynı zamanda özel anlamının esas olduğuna da işaret etmektedir. Doktorluk ve tedavi açısından konuya bakınca, bu açıdan konu, "Kim mecbur kalırsa, diğerinin hakkına tecavüz
3820] 5/Maide, 90
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmemek ve zaruret miktarını geçmemek şartı ile..." 3821 ruhsatına uyarak, zaruret ve zaruret hükmünde bulunan ihtiyaç meselelerinden birisi olur.
İslâm dininde şarabın ve sarhoşluk verici nesnelerin yasak edilmesi tedricen (aşama ile) olmuştur. İslâm'ın geldiği ilk zamanlar, henüz şarap mübahtı. Bu konuda derece derece dört âyet inmiştir. Önce Mekke'de, "Hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının meyvelerinden de, hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız, hem de bir güzel rızık."3822 âyeti inmişti. O zaman müslümanlar da içerler, Hz. Peygamber ses çıkarmazdı. İkinci olarak yukarıda geçtiği üzere Hz. Ömer, Muaz ve diğer bazı sahabelerin, "Ey Allah'ın Rasûlü, şarap hakkında bize bir fetva ver, çünkü o aklı gideriyor." diye hükmünü sormaları üzerine bu âyet indi ve ilk haram kılma bununla başladı. Bu âyette yasaklık açık olmakla birlikte caiz olma ihtimali de yok değildi. Bunun üzerine hemen terk edenler bulunduğu gibi, henüz terk etmeyenler de vardı. Sonra bir namaz olayı üzerine, "Ey iman edenler! Sarhoş iken namaza yaklaşmayın." 3823 âyeti indi. Bunun üzerine içenler pek azaldı ise de yine vardı. Bir gün İtban b. Mâlik, Sa'd b. Ebi Vakkas ile beraber birkaç kişiyi davet etmiş, içki içmişler, sarhoş oldukları zaman, övünmeye ve şiir söylemeye başlamışlar. Bu sırada Sa'd, Ensardan birinin hicvini (şiir yolu ile yerme) konu alan bir şiir okumuş, o da bir çene kemiği ile ona vurup başını yarmıştı. Bundan dolayı Sa'd, Hz. Peygambere giderek şikâyet etmiş, bunun üzerine Rasûlullah'ın: "Allahım! Şarap hakkında bize yeterli beyanda bulun!" diye, duâ etmesi üzerine Mâide Sûresindeki: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları hep şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. İçki ile kumarda şeytan sırf aranıza düşmanlık ve kin düşürmeyi ve sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymayı ister. Artık vaz geçiyorsunuz değil mi?" 3824 âyetleri inmiş ve bununla şarabın haramlığı son derece şiddetli bir şekilde yasaklanmıştır. Hz. Ömer bunu dinleyince, "İnteheynâ ya Rabbî" yani tamamen vazgeçtik ya Rabbî demiştir. Hz. Ali'nin: "Bir kuyuya bir damla şarap düşse, sonra oraya bir minare yapılsa, o minarede ezan okumazdım ve bir damla şarap bir denize düşse sonra o deniz kuruyup da yerinde otlar bitse orada hayvan gütmezdim." dediği, Abdullah b. Ömer hazretlerinin de: "Bir parmağımı şaraba sokmuş olsam, o parmak bende kalmazdı, yani keser atardım." dediği nakledilmiştir ki ilâhî emir üzerine Rasûlullah'ın ashabının, ne büyük iman ve takvâları bulunduğunu anlamalıdır. Allah cümlesinden razı olsun.
Meysir: Meysire gelince yüsür veya yesardan mimli masdar olarak kumar oynamak anlamınadır. Kumarda ya kolaylıkla zahmetsiz mal çarpmak veya çarptırmak vardır. Kumar demek de zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal vermek veya almak demektir. Câhiliye devrinde Araplar gerek kendilerine ve gerekse Acemlerden ve diğerlerinden belledikleri "nerd" yani tavla, "satranç" ve diğerleri gibi oyunlarla kumar oynarlardı. Kısacası frenklerin piyango dedikleri tarzda bölüşme yolu ile bir kumarları vardı ki bunu "hayır" bile sayarlar ve övünerek yaparlardı. Şöyle ki: Zar yerinde "ezlâm ve aklâ" denilen on adet okları vardı. Bunlara: Fezz, tev'em, rakib, hils, nafis, müsbil, muallâ, menih, sefih, vağd derlerdi. Menih, sefih, vağddan başka diğerlerinin bir hissesi bir payı olurdu. Meselâ, piyango çekilmek üzere, bir deve kesilir, yirmi sekiz
3821] 2/Bakara, 173
3822] 16/Nahl, 67
3823] 4/Nisâ, 43
3824] 5/Mâide, 90-91
İÇKİ VE KUMAR
- 881 -
hisseye ayrılır; fezze bir, tev'eme iki, rakibe üç, hilse dört, nefise beş, müsbile altı, muallaya yedi, hisse ayrılır. Menih, sefih vağd okları boş ve mahrumdur. Bu on kalemin hepsi "rebâbe" denilen bir torbaya atılıp adaletli kişinin önüne konulur, o da torbayı çalkalayıp elini sokar, katılan herkes adına bir ok çeker, hissesi bulunan ok çıkanlar belirlenmiş olan hisseyi alırlar, boş ok çıkanlar da mahrum kalırlar ve fakat devenin bedelini öderler. Hisse çıkanlar da paylarına çıkan hisseyi fakirlere verirlerdi. Böylece meysir öncelikle diğer kumarlara göre ehven-i şer (şerrin en hafifi) görünen ve hayır zannedilen böyle dağıtım ve bölüşme; yani piyango tarzına denilmiş ve bundan, bütün kumarlara da "meysir" denilmiştir. Hatta bir hadis-i şerifte, çocukların aşık ve ceviz oynamalarının bile meysirden olduğu beyan edilmiştir. İki kişiden biri diğerine şu kadar yumurtayı yiyebilsen şu senin olsun demişti. Bunlar Hz. Ali'ye hüküm vermesi için başvurdular. Hz. Ali bu kumardır diye izin vermedi. Zaten hayır namına piyango haram olunca diğer kumarların haydi haydi haram olacağı anlaşılır. Şarap ile kumarın bir soruda bir araya getirilmesi de sarhoşluk veren şeylerle kumarın beraber bulunduklarına işarettir.
Cevaben de ki: bunlarda büyük bir zarar ve günah vardır. Genel olarak ikisi de malları telef ve insanları perişan eder. Çoğu zaman bunlar birbirini sürükler. Önce şarap aklı giderir ; akıl ise hem dinin, hem dünyanın dayanağıdır. Artık sarhoşlukla öyle cinâyetler yapılır ve kumarbazlıkla öyle fenalıklara düşülür ki bunlar saymakla bitmez, ancak "büyük günah" adı ile anlaşılır. Bununla birlikte, bunlarda insanlara bazı yararlar da vardır. Bu cümleden olarak biraz neşe ve lezzet duyulur, birçok ticareti yapılır. Korkaklara cesaret ve mizaca kuvvet gelir. Kumarda, bazıları bedavadan mal ele geçirir. Günahları da faydalarından, zararları yararlarından çok büyüktür.
Şu halde yararları gerçek ve sağlam bir yarar değildir. Verdikleri neşe humar (aklı örtmek)a dönüşür. O gelip geçici cesaret, felaket nedeni olur. O gelip geçici mizaç kuvveti, sağlığı bozar; kazanılan malın hayrı olmaz, bir kâr yüz zarar getirir. Buna tutulanlar yakalarını zor kurtarır. Kısacası neşe ve lezzetleri kişisel ve gelip geçici olduğu halde; zararları, ortaya çıkardıkları kötü sonuçlar, hem kişisel ve sosyaldir, hem bedensel ve hem de ahlâkidir. Bulaşıcı hastalıklar gibi herkese geçicidir. Cezasını başında çekmeyenler sonunda çekerler. Hayali olan bir parça kâr için, kesin ve genel bir zarara düşmek de akıl işi değildir. Zararı gidermek, yarar sağlamaktan önce gelir. Şu halde bunların aklen haram olması gerekir. Bu âyet de böyle delâlet-i iltizamiye (dolaylı bir delaletle) şer'an bunların haramlığını ifade etmiş olur. Kur'ân'da şarap hakkında başka bir âyet olmasaydı, sadece bununla şarabın haramlığı sabit olurdu. Ancak bu haram kılma, bizzat ifadenin kendi kelimesinden açıkça anlaşılan bir haram kılma olmazdı; aklına güvenerek zararlarını sınırlayıp ve yararlarından istifade edeceğini zannedenler bulunabilirdi. Bunun için, ashabı kiram arasında bu akla dayanan haramlıktan, şer'i haramlık anlamayan kişiler olmuş, daha sonra, "Murdardır, ... ondan kaçının."3825 emri ile açık ve mutlak bir şekilde şer'i haramlık meydana gelmiştir.
Kısacası, şarap içmeyiniz veya sarhoşluk veren şeyleri kullanmayınız, kumar oynamayınız, piyango ile hayır yapılır zannetmeyiniz; bunların, kötülüğü hayrından, günahı yararından çok büyüktür. Buna karşı, hayır olmak üzere sana ne
3825] 5/Mâide, 90
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
harcayacaklarını yine soruyorlar, iki anlama gelir. Birisi nereye harcama yapılacağını sormak, diğeri de ne verilerek harcama yapılacağını sormaktır ki birincisinde, yani nafaka verilecek, mal harcanacak kimseler ve yerler, ikincisinde de verilecek mal, yani bizzat nafakanın kendisi sorulmuş olur. Yukarda birincisinin cevabı verilmişti. Şimdi kumarın yasak edilmesinden sonra, ikincisine cevap olarak, de ki fazlasını harcayınız. Yani malınızın gerekli ihtiyaçlarınızdan fazlasını infak ediniz. Piyango, kumar gibi gayri meşrû araçlarla değil, meşru nedenlere sarılarak mal kazanınız. Ve bu maldan kendinizin aile ve çocuklarınızın gerekli ihtiyaçlarına yeterli olanından fazlasını yukarda açıklanan yerlere ve hayır yerlerine harcayınız. Diğer âyetlerde de görüleceği üzere küçük çocuklar, eş, muhtaç olan ana-baba ve bunlarla aynı hükümde olan usul (dedeler, nineler), kişinin ailesinden ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerdendir ve bunların nafakası, kişinin kendi nafakasından sayılır. Dolayısıyla hayır yapacağız diye kendinizi ve bakmakla yükümlü olduğunuz ailenizi (ehl ü ıyal) nafakasız bırakmak caiz olmaz. Hayır yerlerine harcama bunların fazlasından yapılır. İşte böyle Allah sizin için şer'i hükümlerine delalet eden, onları gösteren âyetler, nasslar, deliller açıklayacaktır ki, siz bunları düşünesiniz, düşünüp de bunların amaçlarını öğrenesiniz ve gereğince amel edesiniz. 3826
“Ey iman edenler! Helâl olan güzel şeyleri haram etmediğiniz gibi, haram olan pisliklerden de iyi sakınınız. Bu cümleden olarak muhakkak ki hamr, yani sarhoş edici şeyler ve meysir, yani piyango ve kumar, ensâb yani tapılmak için dikilmiş taş vesâir putlar, kumar ve piyango kalemleri, okları, zarları, bütün bunlar başka bir şey değil, ancak birer ricstir, aklınızın tiksineceği, iğreneceği pis, murdar bir şeydir, şeytanın işlerindendir. Şeytanın işi, şeytanın teşvikidir. O halde bu pislikten çekininiz, uzak durunuz ki kurtuluşa eresiniz.” 3827
Bu âyet, müskirât (şarhos edici şeyler)ın yasaklanması ve haram edilmesi hakkında üçüncü ve son olarak nazil olan âyettir ki birincisi Nisâ Sûresindeki "Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayın."3828 ikincisi de Bakara sûresindeki "Senden içki ve kumarı sorarlar. De ki: Onun ikisinde büyük bir günah vardır."3829 âyeti idi. Allah Teâlâ bu âyette içki ve kumarın haramlığını çeşitli yönleriyle tekit etmiştir. Birinci olarak cümlenin başı ile başlanmış; ikinci olarak putlar ve fal okları ile beraber zikredilerek, "Şarap içen puta tapan gibidir" hadis-i şerifi delaletince puta tapıcılık kabilinden gösterilmiş; üçüncü olarak "pislik" adı verilmiş; dördüncü olarak başlı başına şer veya galip olduğuna tenbih edilerek "şeytanın işlerinden" buyurulmuş; beşinci olarak bizzat kendilerinden çekinilmesi emredilmiş; altıncı olarak, bu çekinme, kurtuluş ümidine bir sebep yapılmıştır.
Yedinci olarak da bu beyandan asıl maksat, içki ve kumarın haram kılındığını hatırlatan ve bunların haram kılınmasını gerektiren dine, dünyaya ait kötülük ve veballerini anlatmış ve şeytanın işini açıklayarak buyurulmuştur ki: İçki ve kumarda şeytanın gayesi, başka değil, ancak aranıza kin ve düşmanlık düşürmek ve sizi Allah'ı anmak ve yadetmekten, namazdan menetmektir. Ki bir defa bunlar olduktan sonra artık her günah, her cinâyet işlenir, ne din kalır, ne iman, ne dünya kalır ne ahiret. Sekizinci olarak, bütün haram olma sebepleri açıklandıktan sonra itaat sözü alınmak üzere soru takriri ile anlaşmayı belgelemek için
3826] Elmalılı Muhammed H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 2Bakara, 219. âyetin tefsiri
3827] 5/Mâide, 90
3828] 4/Nisâ, 43
3829] 2/Bakara, 219
İÇKİ VE KUMAR
- 883 -
buyuruluyor ki: Artık siz şimdi bu yasaklamayı kabul ettiniz ve içki ve kumardan tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette geçtiniz değil mi? Bunun üzerine Hz. Ömer'in ne söylediği Bakara sûresinde geçmiş idi.
Dokuzuncu olarak genelde itaati belgelemek ve tekid edilerek muhalefetten sakındırmak sûretiyle buyuruluyor ki: Vazgeçiniz ve Allah'a itaat ediniz, Peygamber'e de itaat ediniz, ve karşı gelmekten çekininiz. Eğer itaatten yüz çevirecek olursanız biliniz ki, bizim Rasûlümüzün üzerine ait olan vazife açık bir tebliğden ibarettir ki, O da onu işte yapmıştır. Ondan ötesinin sorumluluğu ve zararı ona değil, sırf sizin kendinize aittir.
Rivâyet ediliyor ki, içkiyi haram kılan âyet nazil olduktan sonra ashab, "Ey Allah'ın Rasûlü, ya bundan önce vefat eden ve şarap içmiş bulunan kardeşlerimizin ahirette hali ne olacak? " demişler, şu âyet nazil olmuş: İman edip salih, iyi işler yapanlar haramdan sakınıp iman etmekte ve güzel ameller yapmakta ciddi olarak, dış görünüş ve içyüzü bakımından sebat ettikleri sonra yine haram kılınandan sakınıp iman ettikleri sonra ittikada, kötülüklerden sakınmakta devam edip ihsan (iyilik) yaptıkları, güzel ameller araştırarak onlarla güzelce meşgul oldukları takdirde, geçmişte tattıkları, yani yasaktan önce içtikleri içkide günah yoktur. Bunlar "ihsan mertebesi"ndedirler. Ve Allah iyilik yapanları sever, onları cezalandırmaz. Şu halde, kurtuluş ve saadetin gayesi ruhbanlıkta değil, bu şartlar altında iyilik yapmaktadır.
Görülüyor ki, bu âyette iman ve güzel amel iki defa ve takvâ üç mertebe olarak zikredilmiş ve neticede ihsan mertebesine gelmiştir ki, takvânın bu üç defa zikri, çeşitli vecihlere ve takvâ mertebelerine işarettir. Birinci olarak, geçmiş, şimdi, gelecek, üç zamana işarettir. İkinci olarak üç hâle işarettir ki, birincisi insanın kendisiyle yine kendi nefsi ve vicdanı arasında takvâ ve iman, ikincisi kendisiyle insanlar arasında takvâ ve iman, üçüncüsü kendisiyle Allah arasında takvâ ve imandır. Bunun için üçüncüsünde iman, ihsana tebdil edilmiş, Peygamberimiz’in (s.a.s.) "İhsan, senin Allah'a, onu görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, muhakkak ki o seni görüyor" tarifine işaret buyurulmuştur. Üçüncü olarak, Bakara sûresinin başında açıklandığı üzere başlangıç, orta ve nihâyet olmak üzere takvânın üç derecesi bulunduğuna işarettir. Dördüncü olarak, sakınılacak şeylerin derecelerine işarettir. Çünkü önce azabdan sakınmak için haramı terk, ikincisi harama düşmemek için şüpheleri terk, üçüncüsü nefsi noksandan korumak, tabiat ve alışkanlık kirlerinden temizlemek için bazı mubah şeyleri terketmek gerektir. Nitekim bu noktaya yukarıdaki "Allah'ın size helal kıldığı güzel şeyleri siz haram etmeyiniz."3830 ilâhî sözünde de bir işaret vardır. Zira "Güzel şeyler size helal kılındı."3831 âyeti delaletince helal kılınanlar zaten tayyibât (güzel şeyler) olduğu halde, helallerin tayyibât (güzeller)ı "Allah'ın helal kıldığı güzel şeyler." buyurulması "tayyibâtın tayyibâtı" (güzellerin güzelleri) meâlini ifade eder ki, bu da kıymetsiz olan mubahlardan bir çekinmeyi içine alır. 3832
Haramın Devlet Eliyle İşlenmesi
Müslüman insanın müşrik düzenlerin egemenliği altında yaşamak zorunda
3830] 5/Mâide, 87
3831] 5/Mâide, 4
3832] Elmalılı Muhammed H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 5/Mâide, 90-93. âyetlerinin tefsiri
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalması, başlıbaşına bir problemdir, aynı zamanda müslümanlar için ardı arkası gelmeyen problemlerin de kaynağıdır. İşte, uygun şartların gerçekleşmesi halinde müslümanlara hicret etme emrinin veriliş sebebi de budur. (Sözkonusu bu şartlar: 1- Hicret edeceği yerin maksadına uygun olması, 2- Müslümanların bu konuda -varsa- yetkili emîrinin veya makamının hicret etme emir ve isteği, 3- Hicret edebilecek imkâna sahip olmaktır.) Çünkü müslüman insan, gayr-ı İslâmî müşrik düzenlerin egemenliğinde yaşadığı sürece, her zaman için islâmî bir hayat sürdürmek ve İslâm'a göre yaşamak isteği karşısında egemen düzenin sürekli olarak engeller ürettiğini görecektir.
Problem kimi zaman bazı müslümanlar için, özellikle böyle bir müşrik düzenin çatısı altında İslâm'ın özünü kavramak imkânını ve fırsatını yakalayamamış kimseler için, İslâmî bir hayatı sürdürememek boyutlarını daha da aşar, onun karşısında inancına mal olacak türden problemler çıkartır. Sözkonusu bu problemler kimi zaman düzenin bu alanda özel olarak görevlendirdiği elemanlar aracılığı ile dahi üretilebilir. İslâm'ı gereği gibi bilmeyen, daha doğrusu kulaktan dolma, yarım yamalak bir şekilde çevrelerinden ya da atalarından öğrenegeldikleri yanlış ve haktan uzak, bilgi sanılan birikimlere dayanarak ahkâm kesenlerin tahribatını buna eklersek, islâmî olmayan bir düzenin çatısı altında yaşamak durumunda olan insanların -özellikle de İslâm'ı gereği gibi öğrenebilmek fırsatını bulamamış kimselerin- problemlerinin hangi boyutlara kadar ulaşabileceğini kestirmek gerçekten güçtür.
İşte müşrik ve câhilî düzenlerin egemenliği altında yaşayan birtakım müslümanların karşı karşıya kaldıkları problemlerden birisi de, birtakım işlerin devlet eliyle işlenmesi halinde, bunların işlenmesinden yalnızca devletin sorumlu olacağı, ferdin bu alanda herhangi bir sorumluluğunun olmayacağı ya da olsa bile çok az olacağı kanaatidir. Bu yanlış kanaatten hareketle birçok kimse, "eğer devlet eliyle fâizin alınıp verildiği kurumlar kurulmuş ise, vatandaşın fâiz alıp vermesinde bir sakınca yoktur; devlet eğer tesettürü emretmiyorsa, ana baba ya da koca da bu iş üzerinde o kadar durmuyorsa, şer'an mükellef bir hanımın örtünüp örtünmemesi, üzerinde fazlaca durulacak türden bir problem değildir; içkinin serbestçe içildiği, yahut fuhşun açıkça işlendiği, her türlü ahlâksızlığın eğlence ve sanat merkezleri adını taşıyan çatılar altında işlenebildiği ve devletin de bu alanda izin verdiği, hatta teşviklerde bulunduğu bir yerde artık bu gibi haramların işlenmesinin ciddî bir vebali olmasa gerek; devlet, bizzat kendisi çeşitli yollarla kumar oyunlarını teşvik ediyorsa, artık bunun vebali -eğer varsa- herhalde devletin olmalıdır..." gibi kanaatler, müslümanın haramı kolaylıkla işlemesini sağlamakla kalmıyor, bu gibi kanaatlere kendisini kaptırması halinde itikadî bakımdan büyük bir sarsıntı geçirmesine sebep teşkil ediyor. Çünkü müslüman, böyle bir ortamın ve bu tür propagandaların etkisi altında kalarak, haramı helâl görmek, vebalsiz görmek gibi bir bakış açısına, bir anlayışa sürükleniyor. Haramı helâl kabul etmenin, itikadî bakımdan ne kadar büyük bir tehlike teşkil ettiğini söylemeye gerek yoktur.
Burada müslümanın dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır, onlara kısaca değinmekte yarar vardır:
1. İslâm'ın devletten beklediği ya da İslâm adına hükmetmek üzer var olan bir devletin varlığının asıl sebebi, Allah'ın emir ve hükümlerinin, İslâm şeriatinin
İÇKİ VE KUMAR
- 885 -
istisnâsız bütün hükümlerinin yaşanmasını sağlamak ve kolaylaştırmaktır. Devleti, şeriatin emrettiklerinin kolaylıkla işlenebilmesini sağlamak için gerekli her şeyi sağlamakla görevli olduğu gibi, şeriatin yasakladığı ve toplum hayatında herhangi bir şekilde varolmasını istemediği her türlü ahlâkî, fikrî, amelî ve sosyal rahatsızlık, âfet ve kötülüğün kökünü kesmekle yükümlüdür. Hatta bu tür rahatsızlıkların baş göstermemesi için gereken ön tedbirleri almakla da yükümlüdür.
2. İslâm'ın meşrû gördüğü yollarla başa geçmemiş, İslâm'ın hedef ve maksatlarını gaye edinmemiş, İslâmî değerlere iman etmeyen kimselerin esasen müslümanları yönetebilme hak ve selâhiyetleri yoktur. Bu yönetimlerin mekanizmalarında yer alanlar hangi yolla başa geçmiş olurlarsa olsunlar ve yapısında yer aldıkları siyasal ve sosyal düzenin adı ne olursa olsun, durum değişmez. Dolayısıyla bu tür yönetimlerin yönetici kadroları, -gayri meşrû emir ve izinleri bir tarafa- şeriatın emrettiği ve izin verdiği şeyleri müslümanlara emretmek hak ve yetkisine dahi sahip değildirler. Çünkü emredebilmek yetkisine sahip olabilmek için şeriatın öngördüğü ve müsâade ettiği bir yolla başa geçmek ve gereken şart ve nitelikleri taşımak vazgeçilemez bir şarttır. Dolayısıyla, İslâm ile hükmetmemeyi esas alan düzenlerin, mâhiyetleri ne olursa olsun, verdikleri emir ve hükümlerin müslüman için en ufak bir değer taşımaları ve asgarî bir itibara dahi sahip olmaları mümkün değildir.
3. Hiç kimsenin Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı teşrî' yapma (kanun koyma) yetkisi yoktur. Değil İslâm ile hükmetmemeyi esas amaç edinen beşerî düzenler, değiş İslâm'ın öngörmediği bir yolla müslümanların başına gelmiş yönetim ve yöneticiler, İslâm ile hükmeden yönetimlerin dahi, hatta bütün müslümanların ve hatta bütün beşeriyetin dahi Allah'ın ve Rasûlünün koyduğu bir hükmü olsun değiştirme yetkileri yoktur. Bu husus, dinin kesin gerçeklerinden biridir. Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı hüküm koymaların ve bunların kabul edilmesinin küfrü gerektirdiği, dinin apaçık gerçeklerindendir, yani zarûrât-ı diniyyedendir.
Buna göre, dinen yasak olduğuna dair kesin bilgiye sahip olunduktan sonra, çağımızda şu veya bu şekilde müslümanlara musallat olmuş beşerî düzenlerin helâl ve harama dair koydukları yasaları, yaptıkları teşrîleri/hükümleri kayıtsız ve şartsız olarak reddetmek gerekir. Onların bu haramların işlenmesini sağlayıcı ve kolaylaştırıcı bütün kurum ve mekanizmaları İslâm açısından reddedildiği gibi, bu kurumların işlemesinde ve işletilmesinde de herhangi bir görev ve fonksiyon yüklenmek de müslüman için câiz değildir. 3833
Bazı Haramlara veya Dinî Emirlere Karşı Tavır: Kur'ân-ı Kerim'in açık ve kesin hükümleriyle ya da mütevâtir sünnetle yasaklanan bir haram eylemin çağımızda geçersizliğini ya da yersizliğini söylemek ve bu haramları çiğneyenleri savunmak da günümüzde çokça görülen itikadî sapmalardan bir tanesidir. Esasında bu tür iddia ve itirazlar, İslâm'ın evrensel ve çağlar üstü bir din ve bu dini gönderenin insanların her zamandaki tüm ihtiyaçlarını bilen, çok merhametli bir zât olduğunu inkâr anlamındadır. "on dört asır önce gelmiş bir dinin ve bedevî Araplara gönderilmiş bir peygamberin öğretilerinin, modern çağın meselelerini ne oranda bir yeterlilikle ele alabileceği" hususunda tereddüt etmektedirler. İslâm'ın günümüz şartlarına uygun çözümler getiremediğini iddia etme cür'etinde
3833] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 316-320
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunan hem itikadî ve hem kültürel anlamda câhiller, İslâm'ın başka çağların ve ortamların ürünü olduğunu söyleyerek bu tür şüpheleri topluma yaymak ve Allah'ın dinine iftira atmak istemektedirler.
Yüce Rabbimiz, bütün insanların kıyâmete kadarki ihtiyaç ve problemlerinin neler olacağını bilerek Hz. Muhammed Mustafa'yı son peygamber, dinini ve şeriatını da son din ve şeriat yapmıştır.3834 O, Yüce Allah'ın bütün insanlığa göndermiş olduğu bir peygamberdir.3835 Onun şeriatı ve peygamberliği insanlık için bir zorluk ve sıkıntı sebebi değil; başka sona bir rahmettir.3836 Allah'ın ona göndermiş olduğu din, son din olduğu gibi, eksiksizdir. Bu eksiksizliği ve mükemmelliği ile o, insanlık için kâmil bir nimetinin ifadesi ve tecellîsidir.3837 Bu ve diğer özellikleri dolayısıyla Allah katında geçerli olan biricik din, İslâm'dır. 3838
İslâm'ın her çağın, her kuşağın ve her türlü şart ve ortamın meselelerine çözüm getirecek kimlikte olduğunu bilip kabul etmek, İslâm'ın tüm haram ve helâllerinin, yani yasak ve müsâadelerinin en doğru, en âdil, en mükemmel çözümler olduğunu benimsemek bir iman meselesidir. Buna rağmen, İslâm'ın yetersiz olduğunu ileri sürmek ya da çağın gereklerine cevap veremeyeceği türünden iddialarda bulunmak, açık ve kesin delilleri yalanlamak, Allah'ın âyetlerine ters düşen bir iddiâ olacağından kesin ve apaçık bir küfürdür. Bu konuda şüphe ve tereddütün hükmü de aynıdır. Çünkü kat'i olaras sâbit olmuş naslarda şüphe ve tereddüt de küfürdür.
Sarhoş olmayacak kadar içilen içkinin veya meselâ bir şişe biranın haramlığını kabul etmeyen, hem de kendisinin müslüman olduğunu iddia eden nice insan vardır. Kumarın sadece büyük otellerin gazinolarında oynanan büyük paralarla oynandığını kabul ederek devletin hem de “millî” adı ile sunduğu piyangosunu veya benzeri sayısal, toto, loto, altılı ganyan gibi her yıl sayılarının arttığı kumar çeşitlerini helâl kabul eden insanların sayısı hiç de az değildir. Fâizin gereğini savunmak, İslâm'ın bazı suçlar için öngördüğü cezâları kabul etmemek ya da olumsuz herhangi bir şekilde (ağır olmakla, zâlimlikle vs.) nitelemek, İslâm'ın kesin delille sâbit herhangi bir haram hükmünün günümüzde gereksizliğini ya da uygulanmasının imkânsızlığını ileri sürmek, İslâm'ın şu ya da bu şekilde düzeltilmesi gerektiğini, bazı hükümlerinin ve tümünün çağa uydurulması gerektiğini savunmak gibi iddiâlar, düzen, çevre ve medyanın etkisiyle giderek artmaktadır. Bütün bunlar küfürdür.
Bu tür iddiâ ve tezlerin ortak özellikleri şunlardır: Bu hükümler şu anda gereksizdir ya da bu haramlar bu çağa uygun değildir. Bu iddiâ ve ifadeler ise, doğrudan doğruya Allah'ın ilim ve hikmetine karşı girişilen bir hücumdur. Yani doğrudan doğruya Allah'a iman ile bağdaşmasına imkân olmayan yaklaşımlardır. İkinci olarak, kesin delillerle sâbit olmuş hükümlerin, haramların gereksizliğini veya günümüzde uygulanamayacak şekilde devrinin geçtiğini, yetersizliğini söyleyerek bu hükümlerin değiştirilmesini istemek demektir. Bu da, kesin delille sâbit olmuş hükümleri reddetmek anlamındadır. Allah'ın dininden başka bir
3834] 33/Ahzâb, 40
3835] 7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28
3836] 21/Enbiyâ, 107
3837] 3/Mâide, 3
3838] 3/Âl-i İmrân, 19
İÇKİ VE KUMAR
- 887 -
din aramak, Allah'ın hükümlerinden başka hükümlerle hükmetmeye kalkışmak demektir. Bu ise küfürdür, zulümdür, fâsıklıktır.3839 Aynı zamanda Kur'an'ın hükümlerini beğenmeyen müşriklerin, başka bir Kur'an getirmesi veya onda değişiklikler yapması için teklifte bulunan müşriklerin tavırlarının aynısını şu kadar asır geçtikten sonra tekrarlamaktır. Oysa Peygamber de dâhil olmak üzere hiçbir kimseye böyle bir yetki verilmiş değildir: "Onlara âyetlerimiz açık açık okununca bizimle karşılaşmayı ummayanlar dediler ki: 'Bundan başka bir Kur'an getir veya onu değiştir!' De ki: 'Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım..." 3840
Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında hükümler koymak, başlıbaşına ve tevbe edilmediği takdirde asla bağışlanmayacak, cezâsı ebediyyen cehennemde kalmak olan bağışlanmaz bir suçtur. Bundan ayrı olarak Allah'ın hükmünden başka bir hüküm gösterip bunun Allah'tan olduğunu ileri sürmek ise, Allah'a karşı bir iftirâdır ve ötekinden geri kalmayan ikinci bir suçtur: "Şüphe yok ki onlar, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı uydurman için seni fitneye düşürmek istiyorlar (bunu yaptığın takdirde) o vakit seni dost edinirlerdi. O takdirde de Biz sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık." 3841; "Eğer Bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalar, sonra da onun şah damarını koparırdık." 3842
Görüldüğü gibi, Kur'an'ın, İslâm'ın birtakım hükümlerinin değiştirilmesini ya da kaldırılmasını istemenin asıl amacı, mü'minleri fitneye düşürmek, ayaklarının hak yoldan kaymasına zemin hazırlamaktır. Çağdaş câhilî düzenlerin, müslümanlara ve İslâmî hareketlere karşı uygulama ve tavırlarında bu amaç ve doğrultudaki komplolar önemli bir yer tutmaktadır. Câhilî düzen ve yönetimler bunu başarabildikleri takdirde ve bu amaçlarına ulaşabildikleri oranda kendilerini başarılı kabul eder ve İslâm adına girişilen hareketlerden, asıl çizgiden uzaklaşıp sapmaları oranında hoşnut olurlar. Tabii aynı oranda da o hareketin İslâm'la, Kur'an'la ilişkisi kalmaz. 3843
Helâl ve Haram Kılma Sadece Allah'ın Hakkıdır: İslâm, helâl ve haram kılma yetkisini sınırlandırmış, halkın nazarında veya Allah katında dereceleri ne olursa olsun bu yetkiyi insanların elinden almış ve onu yalnız Allah'ın hakkı olarak kabul etmiştir. Bir haram hükmünü Allah'ın kullarına yüklemeye ne hahamların, ne papazların, ne hocaların, ne devlet yetkililerin, meclis veya kanunların yetkisi vardır. Bu helâl ve haram hükmünü veren kimse, Allah'ın hakkını çiğnemiş ve yalnız Allah'a âit olan bu teşrîî hükümde haddini aşmış olur. Bu hükümleri koyan insan ve kurumların hükmünü kabul edip ona göre hareket eden insan da; onları Allah'ın ortağı kabul etmiş sayılır ve onun bu hareketi de küfür kabul edilir: "Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?" 3844
Kur'ân-ı Kerim, helâl ve haram hükmünü hahamların ve papazların ellerine teslim eden ehl-i kitabı haber verir. "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını
3839] 5/Mâide, 44, 45, 47
3840] 10/Yûnus, 15
3841] 17/İsrâ, 73-75
3842] 69/Haakka, 44-46
3843] M. Beşir Eryarsoy, a.g.e., s. 264-266
3844] 42/Şûrâ, 21
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Allah'tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." 3845 Bir gün Adiy bin Hâtem, henüz müslüman olmadan önce, hıristiyanken Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelmişti. Peygamber'in bu âyeti okuduğunu duyunca; "Onlar, haham ve papazlarına ibâdet etmiyorlar ki?!" demiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: "Evet! Onlar helâlı haram, haramı da helâl yaptılar. Hıristiyanlar da onlara tâbi oldular. İşte bu, onların birbirlerine ibâdetidir." 3846
Hiç kimsenin Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı kanun ve hüküm koyma, haram (yasak) ve helâl (serbest kılma) hükmü vermeye yetkisi yoktur. Bırakın kâfirleri, müslümanların, âlim ve müctehidlerin, İslâmî bir yönetimin, hatta bütün beşeriyetin dahi Allah'ın ve Rasûlünün koyduğu bir tek hükmü olsun değiştirme yetkileri yoktur. Allah'ın haramların helâl (yapılabilir, serbest), helâllarını da haram (yapılamaz, yasak) kabul etmek, Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı hüküm koymak ve bunları kabul etmek, bir mü'mini kâfir yapmaya yeterlidir. "... Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendisidir."3847; "Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye idâresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" 3848
Beşerî düzenlerin helâ ve harama dair koydukları yasaları, yaptıkları teşrîleri/hükümleri kayıtsız ve şartsız olarak reddetmek gerekir. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında hükümler koymak, Allah'ın haramlarını helâl, helâllarını haram etmek, başlıbaşına ve tevbe edilmediği takdirde asla bağışlanmayacak, cezâsı ebediyyen cehennemde kalmak olan affedilmez bir suçtur.
Tıpkı bunlar gibi, Kur'an, Allah'ın izni olmadan helâl ve haram hükümlerini kendi kafalarına göre veren müşrikleri de haber vermektedir: "De ki: 'Bana söyleyin: Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl kıldınız. Bunu size Allah mı bildirdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?" 3849; “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.”3850 Bu âyetlerden İslâm hukukçuları ittifakla kabul etmişlerdir ki: Helâl ve haram kılma hakkı yalnız Allah'ındır. Kendilerinin görevi de helâl ve haramı sadece tebliğ etmektir.
Ve... Günümüz
İçinde bulunduğumuz ülkedeki içki tüketiminin, dinimizin kesin yasaklamasına rağmen ne büyük rakamlara ulaştığı konusunda yüz karası bir istatistiğe göz atalım: Avrupa ülkelerinde 20 yıl içinde alkollü içkideki artışlar: İngiltere: % 50, Danimarka: % 113, Almanya: % 182, İrlanda: % 200, Hollanda: % 250, Türkiye: % 350. İçki yüzünden trafik kazalarını hemen her gün medyadan izliyor, âile fâcialarını ve değişik suçları tâkip ediyoruz. Bu konuda kazanan sadece şeytan ve onun emrindeki düzen ve düzenbazlar oluyor. İslâm dışı düzenler, sigaranın üzerine “sağlığa zararlıdı” diye yazma ihtiyacı duyduğu halde, içki şişesinin üzerine bunu bile yazmıyorlar, daha çok içki üretimi ve satışı için Tekel Bakanlığı
3845] 9/Tevbe, 31
3846] Tirmizî, Tefsûru Sûre
3847] 5/Mâide, 44
3848] 5/Mâide, 50
3849] 10/Yûnus, 59
3850] 16/Nahl, 116
İÇKİ VE KUMAR
- 889 -
kurup insanları sarhoş etmeye çalışıyorlar. Netice, onların iftihar edeceği cinstendir: Hiçbir konuda Avrupa’da birinci olamayan ülke, içki tüketiminde ve sarhoşluktan kaynaklanan trafik kazalarında devamlı birinci olmaktadır. Şeytan ve şeytanî güçler, övünebilirler.
Her türlü kötülüğün kaynağının cehâlet olduğu bir gerçektir. Cehâletle savaşmak için ilim şarttır ve toplumu eğitip yetiştirmek için de okullar gereklidir. Esas görevinin lugat ve dinî terim anlamıyla cehâletle savaş olması gereken okullar, toplumların her çeşit hayırlı/faydalı olan hususları bilip bunları yapacak ve her çeşit şer/zararlı olan şeyleri tanıyıp bundan kaçınacak insan yetiştirecek fabrikalardır. Ama gelin görün ki, câhilî düzenlerin eğitim kurumları da cehâletle savaşıp kişileri eğiteceği yerde, diplomalı câhil yetiştiren, dinine ve değerlerine düşman hale getirilen yerler olabilmekte, bireysel ve toplumsal fesat ve ahlâksızlık yuvası olabilmektedir. Okul kapılarında uyuşturucular rahat bir şekilde pazarlanabilmekte, okuldaki çocukların altyapısı buna hazır hale getirilmektedir. Uyuşturucu kullananların önemli bir kesimini liseli gençler oluşturduğu gibi, içkiye (özellikle bira’ya) başlama yaşı ilköğretim öğrencileri yaşına inmektedir. Okulların yakınlarında sigara, bira gibi zararlı ve alışkanlık yapan maddeler en fazla sürümü olan pazarı oluşturmaktadır. Kahvehane, atari salonları, internet salonları gibi yerlerin müdâvimlerinin önemli oranı öğrencilerden oluşmaktadır.
Günümüzde nice sporun kumara âlet edildiği görülmektedir. At yarışları, aslî yapısıyla belki mâsum, meşrû ve güzel bir spordur, ama günümüzde hemen hiç kimse bunun spor tarafıyla meşgul olmamaktadır. Bu spor dalı, tümüyle kumar aracı olarak görev yapmaktadır. Altılı ganyan gibi adlarla insanlar spor adıyla kumarbaz yapılmaktadır. Yine Spor Toto, Loto gibi futbol maçlarıyla ilgili tahminler kumar olarak değerlendirilmektedir. Piyango, sayısal, spor toto, loto, altılı ganyan, müşterek bahis gibi şans oyunları denen değişik adlarla icrâ edilen bu kumarlarda devletin teşviki ve halkını kumarbaz yapmak için gayretlerini unutmamak gerekir. Vatandaşının karnını doyuramayan ve hatta onu soymak için binbir hile ve dayatma içindeki düzenin, açlık ve sefâlet denizine attığı vatandaşına yardım mâhiyetinde, sarılsınlar diye uzattığı yılandır şans/kumar oyunları. Düzenin ve gayri İslâmî çevrenin kurbanı halk için de göz kırpan, işveli ve nazlı dilberdir, o kaçtıkça halk devamlı koşar, ha bire yakalamak için ömür tüketir. Sadece ömür değildir tükenen, umut, para, Allah’ın hudûdu, izzet, dâvâ, ideal ve Cennet adaylığı... Vatandaşını her çeşit zararlı unsurlardan koruma görevi olan düzen, vatandaşını kumarbaz yaparak onların sırtından para kazanmanın keyfini çıkartır.
Gazetelere yansıdığı şekliyle CIA'in resmî istatistiklerine göre, dünyada sigara içen insan sayısı 1milyar 150 milyon. Sigara içen müslümanların sayısı 400 milyon. En büyük sigara üreticisi Phillip Morris. Bu da kazancının % 12'sini İsrail'e gönderiyor. Müslümanların, çeşitli markalarla piyasaya sunulan Morris'e günlük cirosu: 800 milyon dolar. Müslümanların ortalama günlük kâr katkısı 80 milyon dolar. 9.600.000 dolar müslüman parası her gün İsrail'e gitmiş oluyor, evet her gün! Ve Türkiye, yıllık 150 milyon kg. sigara tüketimiyle; Brezilya, Güney Kore ve Hindistan'dan sonra 4. sırada yer alıyor. Dünya Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda dünyada % 4,12 azalırken, Türkiye'de ise % 52,18 oranında arttı.
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sigara, içki ve kumarın bir de ekonomik yönü var. Sigara ve içki tükettikçe tükenen insanımız, bir yandan bedenini, enerjisini, sağlığını tüketirken, diğer yandan da parasını tükettirmekte, hem de en azılı düşmanlarına. Her sigara, İslâm düşmanlarına malzeme, her iskambil bileti, müslümanın karşısına bir silâh olarak çıkmaktadır.
Her kaka kola İsrail için bir kurşun, her MC Donald hamburgeri, bir tank mermisi, her Amerikan ve Yahudi firmalarının sattığı bir ürün, bir Filistin çocuğunun ölümü demek. Parasını israf eden, sağlığını harap eden, imanî hayatını tehlikeye atan ve yavaş yavaş intihar eden içki ve kumar gibi haramlara parasını veren her müslüman, farkında olmasa da, İslâm’a ve müslümanlara savaşa katkıda bulunuyor, tâğut yolunda infakçı ve savaşçı oluyor. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." 3851 Ve iki hadis rivâyeti:
“Kim bir kişinin zâlim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zâlim ile birlikte yürürse, İslâm’dan dışarı çıkmış olur.” 3852
“Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder.” 3853
At yarışı, piyango, loto, şans topu, on numara gibi resmî ve millî kumarlardan halkın cebinden çıkan bu kara, kapkara paranın, 2001 yılında tam 1 katrilyon 37 trilyon lira olduğu açıklandı. 2002 yılının ilk sekiz ayında ise 1 katrilyon 198 trilyon liraya yükselmiş bu rakam. Halk, evine ekmek götürmekte zorlansa da sigaraya ve kumara yatıracak parayı bulabiliyor demek ki. Bu hale gelen vatandaşı kandırıp umut satmak da, ona hizmet etmekle görevli düzene düşüyor elbette. Halkın cebinden çıkan bu paraların yarısından çoğu, devlete gidiyor. Diğer kalanlar da Ahmed’in parası Mehmed’e... Kumar vebalini de kazanan ve kaybeden herkes sırtına yüklenirken; psikolojik, sosyal ve daha önemlisi din yönüyle kaybeden hep halk oluyor. Dolaylı ve dolaysız bunca vergi vermek yetmiyor mazlum halka, bir de bu tür kumarlarla “enâyi vergisi” veriyor, “cehâlet vergisi” ödüyor. Dünyada huzursuzluğu, âhirette cehennemi dişinden tırnağından artırdığı, çocuklarının da hakkı olan para ile satın alıyor. Ne kötü bir alışveriş bu! “İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazanmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 3854 Bu katrilyon liraların içine vergisi verilmediği için kaçak/yasak kabul edilen kahvehane ve gayri resmî kumarhanelerde oynananlar tabii ki dâhil değil. Alıp satacak bir şeyi kalmayan gariban insanlara umut tâcirliği yapan, onlara umut satarak sukut-ı hayaller içinde başka ciddî meseleleri düşünemeyecek müstaz’af yığınlar düzenin eseridir; doğru, ama bu oyuna gelen halkın hiç mi kabahati yoktur? Hatta bunlara seyirci kalan müslümanların, tebliğcilerin?!
Akıl ve beden sağlığını gideren her çeşit içkiyi ve insanlar arasında düşmanlığı, kini sokan, Allah’ı zikirden ve namazdan alıkoyan her çeşit kumar ve gayr-ı meşrû eğlenceyi yasaklayan Rabbimize hamd ve şükürler olsun! Pragmatist ve kapitalist tuzaklara düşmeyerek helâl yol dışına taşmadan geçimini temin eden ve kazandığı paraları resmî ve gayr-ı resmî kumar masalarında ve içki
3851] 4/Nisâ, 76
3852] İbn Kesir, Hadislerle K. K. Tefsiri, c. 5, s. 2089; Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445
3853] Deylemî; İbn Aslâkir, Tarih
3854] 2/Bakara, 16
İÇKİ VE KUMAR
- 891 -
kadehlerinde tüketmeyen, beden ve ruh sağlığını koruyan, imanını çaldırmayan müslümanlara selâm olsun!
"İçki, bütün kötülüklerin anasıdır." (Hadis-i Şerif)
"İçkinin seslendiği yerden ahlâk ve hayâ kaçar."
"İçki dolu her kadeh lânetliktir, içindeki de şeytan."
"Şarabın boğduğu insan, denizin boğduğundan fazladır."
"Fitneye ekser sebep bezm-i cihanda bâdedir."
"Kumar, kendi parasını hiç uğruna başkasına vermek ya da başkasının parasını beleşten kapmaktır."
"Kumar oynayan servetinin, zamanının, özgürlüğünün ve sağlığının kaybından suçludur."
"Kumardaki tehlikeye karşı bedava bir sigorta vardır; hiç oynamamak."
"Kumarı olanın tomarı yağmaya gider."
"Kumar, yalanın aynasıdır."
"Kumar, hırs ve tamahın çocuğu, kötülüğün kardeşi, israfın anası, zarar ziyanın babasıdır."
"Kumarla içkiye kim pey sürür / İlk tadışta birden başın döndürür / Azın azın ocağını söndürür / Âhir hânümânın yıkar demişler.
"Alışkanlıklara, zıt alışkanlıklarla hâkim olunur."
"Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olurlar."
"Alışkanlık, bir halata benzer, insan her gün bir lifi örer ve sonunda, onu koparamayacak kadar güçlü yapar."
"Alışkanlık, anahtarı kaybolmuş bir kelepçedir."
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hamr ve Meysir (İçki ve Kumar) Konusuyla İlgili Âyetler
Hamr Kelimesinin Geçtiği Âyetler (7 Yerde): 2/Bakara, 219; 5/Mâide, 90, 91; 12/Yusuf, 36, 41; (24/Nûr, 31); 47/Muhammed, 15.
C- Sekr (Sarhoşluk) Kelimesinin Geçtiği Âyetler (7 yerde): 4/Nisâ, 43; 15/Hıcr, 15, 72; 16/Nahl, 67; 22/Hacc, 2, 2; 50/Kaf, 19.
Meysir Kelimesinin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 2/Bakara, 219; 5/Mâide, 90, 91.
D- İçki (Alkol) ve Alkollü İçkiler:
a- İçkide Büyük Günah Vardır: 2/Bakara, 219.
b- Sarhoşken Namaza Yaklaşmamak: 4/Nisâ, 43.
c- İçkinin Rızık Olması: 16/Nahl, 67.
d- İçki Yasağı: 5/Mâide, 90-91.
e- İçkinin Tevbesi: 5/Mâide, 93.
D- İçki Yasağı Hakkındaki Âyetlerin İniş Sırası
a- İçki Rızıktır: 16/Nahl, 67.
b- İçkide Büyük Zarar ve Günah Vardır: 2/Bakara, 219.
c- Sarhoşken Namaza Yaklaşmamalıdır: 4/Nisâ, 43.
İçki Haramdır: 5/Mâide, 90-91.
F- Kumar:
Kumarda Büyük Günah Vardır: 2/Bakara, 219.
Kumar Yasağı: 5/Mâide, 90-91.
Kumarla Mala Sahip Olmak: 2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29-31
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 455-464
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 88-90, 403-404
3. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 263-278, c. 13, s. 342-344, c. 2, s. 167-179
4. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 249-252
5. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 42-44
6. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbunî, Şamil Y. c. 1, s. 220-230, 409-420, c. 2, s. 5-14
7. Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y. s. 474-484
8. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 303-306
9. Kur'an'da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 57-61, 130-132
10. İslâm'da İnanç, İbâdet ve Günlük Yaşayış Ans., İçecekler md. Menderes Gürkan, c. 2, s. 346-350
11. İslâm'da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y. s. 75-83, 309-317
12. İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y. s. 50-51, 260-261
13. Alışkanlık Yapan Zararlı Maddeler Nelerdir? Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Y. s. 135144
14. İslâm Dininin İnsan Sağlığına Verdiği Önem, Haluk Nurbaki, DİB Y. s. 76-85
15. Hadislerde Koruyucu Hekimlik, Ahmet Turhanoğlu, Rağbet Y. s. 51-53
16. Peygamberimiz ve Tıp (Tıbb-ı Nebevî), Mahmud Denizkuşları, Marifet Y. s. 61-63
17. İslâm Geleneğinde Sağlık ve Tıp, Fazlur Rahman, Ankara Okulu Y. s. 78-79
18. Tıp ve İslâm Gözüyle Alkol, Ömer Kılıç, İzmir, 1965
19. Bilim ve Din Işığında İçki ve Sigara, İsmail Özcan, Hisar Y.
20. İçki, Mehmed Zâhid Kotku, Seha Neşriyat
21. İçkinin Kokusu, Sigaranın Dumanı ve Kadın, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
22. Alkol ve Arkadaşları, İlkay Kasaturan, Sistem Y.
23. Alkol ve Sigara, Kenan Durdu, Şelale Y.
24. Bira ve Alkoliz m, Heyet, Yeşilay Cemiyeti Y.
25. Alkollü İçkiler, Sigara ve Diğerleri, A. Özyazıcı, M.E.B. Y.
26. Alkol ve Uyuşturucularla İşimiz Bitti, Civan Samerdem, Doruk Y.
İÇKİ VE KUMAR
- 893 -
27. Alkol ve Madde Kötüye Kullanım, Marc A. Schuckıt, Saray Medikal Y.
28. Uyuşturucu Kültürü, Selahaddin Kaptanağası, Necati Özfatura, Yeşilay Cemiyeti Y.
29. Uyuşturucu ve Gençlik, İbrahim Kapaklıkaya, Nesil Basım Yayın
30. Uyuşturucu Zehirler ve Cinsel Çılgınlıklar, Ahmet Arif Kızılyalın, Tekin Y.
31. Uyuşturucu, Gerilla ve İktidar, Ricardo Knabe, Gökkuşağı Y.
32. Beyaz Savaş, Çağrı Erhan, Bilgi Y.
33. Haşhaşdan Eroine, Martin Booth, Sabah Kitapları Y.
34. Alkol ve Diğer Maddeler ile İlişkili Bozukluklar, Musa Tosun, İstanbul 2000
35. Uyuşturucu Madde Bağımlılığı, Salih Yaşar Özden, İstanbul 1992
36. Sigara, Ebu Bekir Câbir Cezairî, Bahar Y.
37. Sigara ve İnsan, Osman Arı, Form Y.
38. Sigara ve İnsan Sağlığı, Heyet, İlmî Neşriyat
39. Sigaranın Öteki Yüzü, Metin Şahin, İpek Y.
40. Sigaranın Saltanatı, Richard Klein, İletişim Y.
41. Sigarayı Bırakmanın Kolay Yolu, Allen Carr, E Y.
42. Sigara Raporu, Selahaddin Kaptanağası, Yeşilay Cemiyeti Y.
43. Son Asırların Vebası: Sigara, Selman Koç, Nil A.Ş. Y.
44. Hayatın İçinden Fıkıh, Vecdi Akyüz, Rağbet Y.
45. Helâl-Haram, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
46. İslâm'da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y.
47. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, Nesil/Yeni Şafak/TDV. Y.
48. İslâm’da Helâler ve Haramlar, İbn Hace Heytemî, Kayıhan Y.
49. İslâm’da Helâller ve Haramlar, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
50. Haram Olan Eylemler, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
51. İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Süleyman Uludağ, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
52. Büyük Günahlar, Hâfız Zehebî, Ankara Fazilet Y.
53. Büyük Günahlar, Bilâül Uzun, Hak Y.
54. Büyük Günahlar, Celal Yıldırım, Uysal Kitabevi Y.
55. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y.
56. Kur'an'da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y.
57. Şarabın İcadı ve Dört Vasfı, Hasan Özdemir, Türkoloji Dergisi, sayı 11, 1993, s. 134-160