Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:12

HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)


- 435 -
Kavram no 73
Ahlâkî Kavramlar 13
Haramlar 11
Bk. Haram-Helâl; İsyan-İtaat; Hüküm-Hâkimiyet
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
• Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs: Hızır; Kimliği ve Şahsiyeti
• Tasavvuf ve Halk İnançlarında Hızır
• Kur’ân-ı Kerim’de Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs (Hızır)
• Hadis-i Şeriflerde Hızır
• Mûsâ-Hızır Kıssasından Alınacak Ders ve İbretler
• Hıdrellez
• Âb-ı Hayat
• Hızır ve Bâtıl İnançlar, Hurâfeler
“Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım" demişti. (60)
İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delikten kayıp denizi boyladı. (61)
Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki gence: "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük" dedi. (62)
O da: "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi. (63)
Mûsâ: "İstediğimiz zaten buydu" dedi. Hemen geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. (64)
Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular. (65)
Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" dedi. (66)
O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi. (67-68)
Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte baş kaldırmayacağım" dedi. (69)
O da: "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" dedi. (70)
Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın" dedi. (71)
Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (72)
Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma" dedi. (73)
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. (74)
O: "Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (75)
Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın" dedi. (76)
Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler, Mûsâ'nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" dedi. (77)
O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatacağım" (78)
"Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." (79)
"Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. (80)
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik." (81)
"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur." (82) 1781
Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs: Hızır; Kimliği ve Şahsiyeti
Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde kıssası anlatılan kişinin Hızır olduğu müfessir ve âlimlerinin ekserisine göre kabul edilir. Hızır: Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi ve Allah’ın rahmetine muhâtap bir şahsiyettir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Hızır’ın (a.s.) isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kıssadan "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..."1782 diye sözü edilen şahsın Hızır (a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir. 1783
Bu rivâyetlere göre bir gün Hz. Mûsâ İsrâil oğulları arasında vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Musâ: "Hayır, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından sâlih bir kul olan el-Hadır (Hızır)'ın kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır'ı bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı. İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, yolculukta yemek üzere azık olarak yanlarına aldıkları balıklarını unutmuşlardı ve balık bir
1781] 18/Kehf, 60-82
1782] 18/Kehf, 65
1783] bk. Buhârî, İlm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 437 -
delikten kayıp denizi boylamıştı. Hz. Mûsâ oradan bir süre uzaklaştıktan sonra yemek için delikanlıdan balığı çıkarmasını istediği zaman balığın denize dalıp kaybolduğunu farkettiler. Hz. Mûsâ'nın Hızır'ı bulmasının alâmeti, bu balığın kaybolması olduğundan derhal oraya geri döndüler ve orada Hızır’ı (a.s.) buldular. Bundan sonra Hz. Mûsâ'nın Hızır ile Kehf Sûresi 66-82. âyetlerinde anlatılan yolculuğu başladı.
Hz. Mûsâ'nın yolculuğunda azık olarak taşıdığı balığın Mecme'u'l-Bahreyn'de denize dalıp kaybolması, bazı rivâyetlerde ve çeşitli İslâm milletlerinin folklorunda, bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-ı hayat olduğu, ölüleri bile canlandıran, içenleri ölümsüzleştiren bir hayat iksiri olduğu şeklinde izah olunmuş, burada balığın canlanıp denize dalması meselesinde bir peygamberin hayatının ve Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin söz konusu olduğu unutulmuştur. Buna bağlı olarak, Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yaşayan birisi olarak Hızır’a (a.s.) da ölümsüzlük isnâd edilmiş ve kendisine beşer üstü güçler ve yetkiler verilmiştir.
Hızır aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Mûsâ (a.s.) ile olan yolculuğunu Kur'ân-ı Kerîm kısaca şöyle anlatır: Hızır (a.s.), yolculukta karşılaşacakları olaylara Mûsâ peygamberin sabredemeyeceğini kendisine hatırlatmış ve O'ndan sabır için söz almıştır.1784 Önce deniz sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmişlerdi. Hızır (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmıştır. Mûsâ (a.s.) sabredemeyip şöyle demiştir: "Gemiyi, yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın."1785 Yolculuğun sonunda, ilk bakışta görünmeyen ve perde arkası bilgi niteliğindeki sebebi Hızır (a.s.) şöyle belirtir: "O, deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuğa devam ederse, ileride her sağlam gemiye el koyan bir kral (deniz korsanları) vardır."1786 Yolculuk sırasında, diğer çocuklarla oynamakta olan bir çocuğu öldürdü. Mûsâ (a.s.): "Kısas olmadan, masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu çok kötü bir iş yaptım, dedi."1787 Küçük çocuğun bu erken yaşta vefat ettirilme sebebi Hızır (a.s.) tarafından şöyle açıklandı: "Öldürdüğüm erkek çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi. İleride onları isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki, Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin."1788 Burada Cenâbı Hak'kın, anne-babanın hayırlı kimseler olması sebebiyle, ileride kendilerini üzecek, büyük sıkıntılara sokacak bir çocuğu erken yaşta vefat ettirip, onun yerine daha hayırlı bir evlâdın verilmesinin, gerçekte o aile için " hayır" olduğuna işaret ediliyor.
Yolculuğun üçüncü merhalesi Kur'an'da şöyle anlatılır: "Mûsâ ve sâlih kul yollarına devam ettiler. Sonunda bir köye varıp, halkından yiyecek istediler. Halk ise onları misafir etmek istemedi. Mûsâ ve sâlih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Sâlih kul hemen onu doğrultuverdi. Bunun üzerine Mûsâ: "İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın, dedi. Sâlih kul şöyle dedi: İşte bu seninle benim aramızın ayrılması demektir. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana anlatacağım."1789 Evi, ücretsiz tamir etmesini
1784] 18/Kehf, 66-70
1785] 18/Kehf, 71
1786] 18/Kehf, 79
1787] 18/Kehf, 74
1788] 18/Kehf, 80, 81
1789] 18/Kehf, 77, 78
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sâlih kul (hızır) şöyle açıklar: "Bu ev, Şehirde iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında kendilerine ait bir hazine vardı. Bunların babaları sâlih bir kimseydi. Rabbin, onların rüştlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin çıkarmalarını istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden değil, Allâh'ın emriyle yaptım. İşte, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur." 1790
Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları bir takım olayların, bazen büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazen şer olarak görülen olayların arkasından büyük hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde şöyle buyurulur: "Hoşumuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşumuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz." 1791; "... Eğer karılarınızdan hoşlanmıyorsanız; olabilir ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah, sizin için çok hayır takdir etmiştir." 1792 Rasûlullah (s.a.s.), Hızır’ın (a.s.) ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı şöyle nakleder: "Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır (a.s.) bunu Hz. Mûsâ'ya göstererek şöyle dedi: Allah'ın ilmi yanında, benim ve senin ilmin, şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir." 1793
Hz. Mûsâ döneminde yaşayan, kendisine ilâhî bilgi ve hikmet öğretilen kişi olan Hızır kelimesi, Arapça kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapça menşeli olduğu kabul edilen bir kelimedir; Türkçe'de Hızır ve Hıdır biçiminde kullanılmaktadır. Hadır "yeşil, yeşilliği çok olan yer" mânasındaki ahdar ile eş anlamlıdır. Bu mânadan hareketle nâdir kelimesinin özel isimden ziyade lakap ve sıfat olarak kabul edildiği söylenebilir. Nitekim bazı kaynaklarda Hızır'a bu ismin, kuru yerde oturduğunda altından otların yeşerip dalgalanması,1794 cennet pınarından içtiği için bastığı her yerin yeşile bürünmesi1795 sebebiyle verildiği kaydedilmektedir. Bazı şarkiyatçılar tarafından Hızır kültünün arkasında birtakım ilkel dinlerde rastlanan bitki tanrısının bulunduğu iddia edilmişse de1796 aslında İslâm'daki Hızır telakkisinin bu inançla hiçbir ilgisi yoktur. Hızır isminin menşei hakkında, yukarıdaki iddialara ilâve olarak Ahd-i Atîk'te yer alan "adı Filiz olan adam"1797 inancının etkili olduğu da ileri sürülmüştür.1798 Şarkiyatçıların bir kısmına göre Hızır kelimesi Arapça asıllı olmayıp Gılgamış destanında yer alan Gılgamış'ın atası Hasistra veya Hasisatra'nın Arapçalaşmış şeklidir.1799 Friedlaender'e göre ise Hızır ismi İskender efsanesine benzeyen Glaukos (yeşil) masalı ile alâkalı olup bu efsane Arapça'ya uyarlanırken "hadır" şeklinde tercüme edilmiştir. 1800
1790] 18/Kehf, 82
1791] 2/Bakara, 216
1792] 4/Nîsâ, 19
1793] Buhârî, İlm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru Sûre 18/2; Müslim, Fezâil, 180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi için bk. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, V,172-185; Hamdi Döndüren, Ahmet Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 407-408
1794] Buhârî, Enbiyâ' 29
1795] Makdisî, III, 78
1796] Hasluck, I, 324
1797] Zekarya, 6/12
1798] İA, V/l, s. 461
1799] Ahmet Yaşar Ocak, s. öl
1800] ERE, VII, 694
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 439 -
Bazı İslâmî kaynaklarda Hızır'ın asıl adı ve soyu hakkında bilgi verildiği görülmektedir. Sıhhatleri tartışmalı olan rivâyetlere göre Hızır, Hz. Âdem'in çocuklarından Kabil'in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh'un oğlu Sâm'ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut Hz. İshak'ın torunlarından Hazrûn b. Amâyîl'dir. Bunun yanında onun Hz. Harun'un soyundan geldiği, isminin Hadır b. Âmiya veya Hadır b. Fir'avn olduğu yahut Kur'an'da adı geçen İlyâs veya El-yesa'ın Hızır'ın kendisi olduğu öne sürülür.1801 Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum, babasının Fars olduğu kaydedilir.1802 İbn Kesir, İslâmî kaynaklarda Hızır'ın gerçek adı olarak gösterilen Belyâ b. Melkân'ın aslında Kitâb-ı Mukaddes'teki İlya'dan bozma olduğunu belirtmiş,1803 bu görüşe dayanan A. J. VVensinck ve A. Yaşar Ocak gibi araştırmacılar, Hızır'ın asıl adının İlya'nın Arapçalaşmış şekli olan Belyâ olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere hadis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyâs tasvirlerine göre İlya ile İlyâs aynı. Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ayrıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade eden Hıdrellez telakkisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya çıkar.
Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçmemekle birlikte müfessirler tarafından Hızır'a ait olduğu kabul edilen Kehf süresindeki kıssa özetle şöyledir: Hz. Mûsâ genç adamına iki denizin birleştiği yere ulaşmaya karar verdiğini söyler, bunun üzerine beraberce yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutulmuş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet sonra Mûsâ genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatırlayarak daha önce bunu Mûsâ'ya bildirmeyi unuttuğu için üzüntüsünü dile getirir. Bunun üzerine Mûsâ aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından "rahmet ve ilim" verilmiş olan sâlih bir kul ile karşılaşırlar. Mûsâ, sahip olduğu ilimden kendisine de Öğretmesi İçin onunla arkadaş olmak istediğini söyler; Kur'an'ın adını bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf olamayacağı olaylar sebebiyle bu beraberliğe sabredemeyeceğini belirtirse de Mûsâ'nın ısrarı üzerine, meydana gelen olaylar hakkında açıklama yapmadıkça kendisine soru sormaması şartıyla teklifi kabul eder. Mûsâ'nın bu şarta uyacağına dair söz vermesi üzerine yolculuğa başlarlar. Bu zat önce bindikleri gemiyi deler. Arkasından bir çocuğu öldürür, daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini misafir etmediği halde orada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Mûsâ arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da, "Ben sana benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?" diye uyanda bulunur. Mûsâ özür dileyip yolculuğa devam etmelerini ister. Sâlih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Mûsâ'nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler; bu arada söz konusu hadiselerle ilgili olarak davranışlarının sebeplerini de anlatır ve bunları Allah'ın emriyle yaptığını söyler.1804 Bu kıssadaki üç kişiden sadece Mûsâ'nın adı zikredilirken diğer iki kişiden biri "genç adam" (fetâ), diğeri de İlâhî rahmet ve ilme mazhar olmuş "Allah'ın kulu" diye anılır.
Hızır konusu başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Tirmizî, İbn Mâce ve
1801] Ebû Hatim es-Sicistânî, s. 3; Makdisî, III, 77; İbn Kesîr, 1, 295; Diyarbekrî, 1, 106
1802] İbn Kesîr, 1, 299; Diyarbekrî, I, 106-107
1803] el-Bidâye, 299
1804] 18/Kehf, 60-82
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ahmed b. Hanbel'in hadis kitaplarının çeşitli bölümlerinde geçmekte, bunlarda Kehf sûresindeki bilgiler tekrar edildiği gibi başka bilgiler de verilmektedir. Sûrede yer alan kıssanın tefsiri mâhiyetindeki rivâyetlerin birinde kaydedildiğine göre Saîd b. Cübeyr İbn Abbas'a, Nevf el-Bikâlî'nin Hızır kıssasında sözü edilen Mûsâ'nın İsrâiloğulları'na gönderilen Mûsâ b. İmrân olmayıp başka bir Mûsâ olduğunu iddia ettiğini söylemiş, İbn Abbas da, "Allah'ın düşmanı yalan söylüyor" diyerek Übey b. Kâ'b yoluyla Hz. Peygamber'den gelen Mûsâ merkezli uzunca rivâyeti nakletmiştir.1805 Aynı konuyla İlgili ikinci rivâyette kaydedildiğine göre İbn Abbas'ın bir sorusu üzerine Übey b. Kâ'b, buradaki Mûsâ'nın İsrâiloğulları'na gönderilen Mûsâ olduğunu ifade eden hadisi nakletmiştir.1806 Her iki rivâyette de belirtildiği üzere Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları'na hitap ederken kendisine insanların en bilgilisinin kim olduğunun sorulması üzerine "benim" diye cevap verip mutlak ilmin nezd-i İlâhîde olduğunu hatırlatmadığı için Allah tarafından kınanmış ve kendisinden daha bilgili Hadır adında birinin bulunduğu söylenmiştir. Ebû Hüreyre'nin naklettiği başka bir hadiste Hızır'a bu adın verilmesinin sebebi, "Kuru yerde oturduğunda altında otlar yeşerip dalgalanır"1807 şeklinde açıklanmıştır. Bu rivâyet Ahd-i Atik’teki, "İşte adı Filiz olan adam ve o durduğu yerden filizlenecek"1808 ifadesini hatırlatmaktadır. Übey b. Kâ'b'dan rivâyet edilen, râvilerinden birinin zayıf sayıldığı bir hadiste Hızır'ın Firavunlar döneminde Mısır'da yaşayan İsrâiloğullan'ndan bir genç olduğu, bir rahipten hak dini öğrenip benimsediği, fakat bunu gizli tuttuğu, nihâyet boşadığı bir hanımın bu sırrı ifşa etmesi üzerine kaçıp bir adaya sığındığı bildirilir. 1809
Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan Hızır'la ilgili haberlerin, ana hatlarıyla Kur'ân-ı Kerîm'deki çerçeveyi korumakla birlikte yer yer orada bulunmayan veya müphem olan bazı ayrıntılar içerdiği de görülmektedir. Nitekim Kur'an'da Hz. Mûsâ'nın Hızır'ın varlığından nasıl haberdar olduğu beyan edilmezken hadislerde bunun Mûsâ"ya yöneltilen bir soru üzerine Allah tarafından kendisine bildirildiği ifade edilmektedir. Ayrıca yine hadislerde Kur'an'da adı geçen Mûsâ'nın, yahudilerin iddia ettiği gibi Mûsâ b. Mîşâ değil Mûsâ b. İmrân, yanındaki gencin Yûşa' b. Nûn, İlâhî ilim ve rahmete mazhar kılınan sâlih kişinin de Hızır olduğu açıklanmakta ve Hızır İsrâiloğullarının eşrafından biri olarak tanıtılmaktadır. Bu haberler içinde. Hadis rivâyetlerinde Kur'an'daki bilgilere aykırı bir husus mevcut olmadığı gibi Hızır'ı tarihte yaşamış sâlih bir kişi konumundan çıkarıp onun varlığını günümüze kadar devam ettiren olağan üstü bir şahsiyet olduğuna dair bilgiler de bulunmamaktadır. Buhârî'nin Abdullah b. Abbas'ın görüşü olarak yer verdiği bir rivâyette 1810 buluşma yerindeki kayanın dibinde "hayat" denilen bir su kaynağı bulunduğu, damlalarının dokunduğu her şeyin canlandığı, söz konusu balığa da bu sudan birkaç damlanın isabet ettiği ifade edilmekte, Tirmizî'de ise1811 bazı insanların böyle iddia ettiği belirtilmektedir.
Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve tasavvuf kitaplarında Hızır'ın
1805] Müsned, V, 117-119; Buhârî, "İlim" 44; "Enbiyâ" 27; "Tefsir" 18/3; Müslim, "Fezâ'il" 170-173; Tirmizî, "Tefsir" 19/1
1806] Müsned, V, 116-1 17. 122; Buhârî, "İlim" 16, 19; "Enbiyâ" 27; "Tevhîd" 31, Müslim, "Fezâ'il" 174
1807] Buhârî, "Enbiyâ" 27; Tirmizî, "Tefsîr" 19/1
1808] Zekarya, 6/12
1809] İbn Mâce. "Fiten" 23
1810] "Tefsîr" 18/4
1811] "Tefsir", 19/1
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 441 -
mitolojik bir kişiliğe büründürülerek tarihte uzun süre yaşayanlardan olduğu, kıyamete kadar da yaşamaya devam edeceği şeklinde bilgiler yer atmaktadır. Bazı hadisçilerle tarihçilerin kaydettiği rivâyetlere göre Hızır'ın Deccâl'i yalanlaması için ömrünün uzatıldığı,1812 Deccâl'in karşısına çıkacak kişinin Hızır olacağı,1813 Hz. Peygamber döneminde hayatta olduğu ve Peygamber'in elçisi olarak Enes"in kendisiyle görüştüğü,1814 Resûlullah vefat ettiği zaman gelip Ehl-i beyt'e tâziyette bulunduğu,1815 Ömer b. Abdülazîz ile İbrahim b. Edhem, Bişr el-Hâ-fî, Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî ve Muhyiddin İbnül-Arabî gibi mutasavvıflfl ar tarafından görüldüğü, Hızır'ın denizlerde, İlyâs'ın karada yaşadığı, sık sık bir araya geldikleri,1816 Cebrail, Mîkâil ve İsrafil ile her yıl arefe günü Arafat'ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir kısmı, Hızır'ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Âdem'in bir vasiyetine ve duâsına,1817 bir kısmı da onun âb-ı hayâttan içmesine1818 bağlamaktadır. Hızır'ın uzun ömürlü olduğunu söyleyenler ise onun Hz. Mûsâ zamanında, Hz. Muhammed'in nübüvvetinden önce veya ölümünden sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler.
Başta Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, Muhammed Abdürraûf el-Münâvî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûtî olmak üzere birçok hadis ve tefsir âlimi Hızır'ın hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler İb-nü'l-Cevzî, Ali el-Kârî, Muhammed Derviş el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hızır'ın hayatına dair nakledilmiş rivâyetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifade etmiştir.1819 Hızır'ın hayatta olmadığını ileri sürenler onun öldüğüne dair Kur'an'a, sünnete ve akla dayanan çeşitli deliller zikretmişlerdir. Kur'an'ın. Muhammed'den önce birçok peygamberin gelip geçtiğini ve hiçbirine ebedî hayat verilmediğini,1820 her nefsin ölümü tadacağını1821 bildiren âyetleri ve Hz. Peygamber'in vefatına yakın günlerde söylediği. "Yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan hiç kimse kalmaz"1822 sözünü delil getirmektedirler. İbn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkik ulemânın icmâının bulunduğunu söyleyerek onun yaşadığına ilişkin haberlerin doğru olmadığını değişik aklî delillerle ispat etmeye çalışmaktadır.1823 Son devir âlimlerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî ve Kâmil Miras gibi müellifler de Hızır'ın her insan gibi öldüğü kanaatindedirler.
Hızır'ın henüz hayatta olduğunu, fakat zamanı gelince öleceğini kabul eden az sayıda âlim bu durumun Kur'an ve Sünnet'e ters düşmediğini ileri sürerse de görüşlerinin yukarıda kaydedilen âyetlerle bağdaştırılması çok zor görünmektedir. Hızır'ın hayatta oluşunun hikmetini anlamak ve ona atfedilen fonksiyonları açıklamak da kolay değildir. Çünkü Allah çeşitli âyetlerde kâinatı kendisinin
1812] İbn Hacer, el-İsâbe, 1, 431
1813] Nevevî, XVIII, 72
1814] Beyhakî, V. 423
1815] İbn Kesîr, I, 141
1816] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 432
1817] a.g.e., I, 431
1818] Taberî, Târih, I, 220
1819] el-Menârü'l-Münîf, s. 67
1820] 3/Âl-i İmrân, 144; 21/Enbiyâ, 34
1821] 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35; 29/Ankebût, 57
1822] Buhârî, "İlim" 41; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-Sahâbe" 219
1823] el-Menârü'l-Münîf, s. 73-76
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratıp yönettiğini beyan etmekte, ayrıca yönetimini kendisinin koyduğu kanunlara bağladığını haber vermektedir.1824 İnsanların dünya ve âhiret mutluluğunu elde edebilmeleri için Allah'ın emirlerine ve bütün kanunlarına uymaları gerekir.
İslâm âlimleri Hızır'ın peygamber, velî veya melek olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî olduğunu söyleyenler Allah tarafından kendisine rahmet ve İlim verilmiş olmasını,1825 kıssada anlatılan işleri kendiliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını,1826 vahiy ile yönlendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dolayısıyla Mûsâ'dan üstün bir konumda tanıtılmasını delil gösterirler. Hızır'ın velî olduğunu kabul edenler ise ona verilen bilginin doğrudan Allah'tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler. İbn Teymiyye, Hızır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hızır'ın Mûsâ'nın şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Mûsâ tarafından onaylanmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca Hızır'ın nebî kabul edilmesi durumunda Mûsâ'nın ümmetinden olmadığını, dolayısıyla onun şeriatına uymakla yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir.1827 Hızır'ın melek olduğu iddiası 1828 pek taraftar bulmamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.
Hızır telakkisi Nusayrîler başta olmak üzere aşırı Şîîler (Gâliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında önemli bir yere sahiptir. Kur'an ve sahih hadis kitaplarında anlatılan hususlara zamanla birçok hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun sonucunda birbiriyle ve İslâm inancıyla çelişkili yorumların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yeni unsurların genişleyen İslâm coğrafyasında yerli kültürlerden kaynaklandığı, meselâ Yahudilik'teki Elijah ve Hıristiyanlık'taki Saint George (Circîs) İnançlarının halk kültürünün oluşmasında etkili olduğu söylenebilir.
Bazı şarkiyatçıların Hızır kıssasına kaynak teşkil ettiğini ileri sürdükleri destan ve efsaneler şunlardır:
a) Gılgamış Destanı. İlk örneği milâttan önce IV. binlere ait Sümer metinlerine kadar çıkan Gılgamış destanının Akkad. Babilonya. Hitit ve Hurrî dillerinde varyantları vardır. Destandan anlaşıldığına göre Mezopotamya'da güçlü bir kral olan Gılgamış ilâhî menşeli Engidu ile arkadaş olur. Arkadaşının ölümü üzerine onu yeniden hayata döndürmeye çalışan Gılgamış, insanı ebedî hayata kavuşturan bir ot bulunduğunu öğrenir. Bu otun yerini bilen tek kişi, "nehirlerin birleştiği yer"de oturan ve ebedî hayat süren Utnapiştim adlı kişidir. Gılgamış uzun ve maceralı biryolculuktan sonra onu bulur ve otun yerini öğrenir; ancak otu bulursa da bir yılan otu kapar ve kaybolur. A. J. Wensinck. Gılgamış destanındaki Utnapiştim ile Hızır arasında bir ilişki kurar. Utnapiştim, Sumerler'in hikmet tanrısı Ea'nın muahhar bir tipidir. O sonsuz hayatın sırrını bilir, sularda yaşar ve ihtiyacı olan herkese yardım eder. 1829
1824] Meselâ bk. Fâtır 35/39-45
1825] 18/Kehf, 65
1826] 18/Kehf, 82
1827] Risâle fi’l-Ilmi'l-Bâtın ve'z-Zâhir, s. 250
1828] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 429
1829] ERE, XII. 356; ER, V, 107
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 443 -
b) İskender Efsanesi. Milâdî 300 yıllarında yazıya geçirilen bu efsaneye göre İskender insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme olduğunu öğrenir, bunu bulmak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı Andreas vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider ve orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister, fakat balık suya değer değmez canlanır ve suyun içine atlayıp kaybolur. Bu suyun aradıkları hayat çeşmesi olduğunu anlayan aşçı ondan içer. Aşçının durumu anlatması üzerine İskender çeşmeyi arar, bulamayınca da öfkelenerek Andreas'ı denize atar. Aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayata kavuşur. Israel Friedlaender bu hikâyedeki aşçı Andreas'ı Hızır'a benzetir. İskender efsanesinin İslâmî kaynaklardaki mevcut metinlerinde İskender-i Zülkarneyn'in yanında bulunan kişi Hızır'dır.
c) Yahudi Efsanesi. Başlangıcı eskiye gitse de XI. yüzyılda yazıya geçirilen bu hikâyenin kahramanı aslında Ahd-i Atîk'te bir peygamber olarak gösterilen İlya'dır. Tevratta bulunmayan hikâyeye göre İlya, haham Yeşua ben Levi ile bir müddet arkadaşlık eder. Yolculukları esnasında İlya bazı tuhaf işler yapar, Yeşua'nin bunlara canı sıkılır. Olup bitenlerin mahiyetini anlamayan Yeşua İlya'dan sebeplerini sorar; İlya da bunları ilâhî takdirle yaptığını söyler ve sebeplerini anlatır.
Bu üç efsanenin yanında Grek mitolojisindeki Glaukos (İlyada) hikâyesi de Hızır kıssasıyla irtibatlandırılmaktadır. Bu hikâyeye göre Glaukos, mitolojik kahraman Sispus'un kurduğu Ephyra'nın (Korint) kralıdır. Bir rivâyete göre ölümsüzlük pınarından içmiş ve ölümsüz olmuştur. Friedlaender, efsane Arapça'ya uyarlanırken "yeşil" anlamına gelen Glaukos kelimesinin "Hadır" olarak tercüme edildiğini söyler. Şarkiyatçılara göre kıssadaki Mûsâ kısmen Gıigamış'ı ve İskender'i, kısmen de Yeşua ben Levi'yi: Hızır ise Utnapiştim'i, Andreas'ı veya İlya'yı temsil etmektedir. Kur'an'daki kıssa ile aralarında bazı benzerlikler bulunan bu üç efsaneden Kur'an'da yer alan kıssaya en az benzeyen Gılgamış destanıdır. Utnapiştim'in şahsiyeti İslâmî kaynaklardaki Hızır'ı andırabilir, ancak ne âyetlerde ne de sahih hadislerde Hızır'ın ebedî hayata mazhar olduğuna dair en küçük bir ima bile yoktur; yani halk inançlarındaki Hızır'la Kur'an'daki kıssada anılan "sâlih kul" arasında bir münasebet mevcut değildir.
Literatür: Hızır hakkında bilgi veren kaynakların başında Kur'an tefsirleri ve hadis şerhleri gelmektedir. Rivâyeti esas alan müfessirlerden bazıları sadece sahih hadisleri nakletmekle yetinirken bazıları da İsrâiliyat olarak nitelendirilebilecek haberleri ve mahallî telakkileri de zikretmiştir. Bu tür tefsirlerin başında Taberî’nin Câmi'u'l-beyân'ı gelmektedir. Taberî, ilgili rivâyetleri ve telakkileri sıralarken Hızır'ın halen yaşamakta olduğuna dair herhangi bir nakil veya beyanda bulunmaz.1830 Âyetleri rivâyet ve dirâyet yoluyla tefsir etmeyi amaçlayan Şevkânî ise birçok hadis ve habere yer verdikten sonra bunlardan isabetsiz veya zayıf gördüklerini eleştirmektedir.1831 Dirâyet tefsirlerinde konuyla ilgili rivâyetlere tenkitçi bir bakışla yaklaşıldığı ve İsrâiliyat türü haberlerin ayıklandığı görülür. Meselâ Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb'da geniş yer verdiği Hızır hakkındaki rivâyetleri sıralamakla yetinmeyip aynı zamanda bunları tenkit etmiştir.1832
1830] Câmiu'l-beyân, XV, 276-288; XVI, 2-7
1831] Fethu'l-kadîr, 111, 297-306
1832] bk. XI, 142-162
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şehâbeddin el-Âlûsî de Rûhu'l-Me'ânî'de1833 bütün rivâyetleri zikrettikten sonra bunları ayıklayıp, aralarında tercihler yapmaktadır. Hızır konusundaki çeşitli görüşleri Hak Dini Kur'an Dili'nde1834 kaydeden Elmalılı Muhammed Hamdi, sûfıyye telakkisinin muhaddislerce sahih görülmeyen bazı haberlere dayandığını belirtmekte, zâhirî hayat açısından bakıldığında Hızır'ın yaşamadığını söyleyenlere ait görüşün daha güçlü olduğunda şüphe bulunmadığını ifade etmektedir. İşârî tefsir metoduna göre yazılmış Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Rahmetün mine'r-rahmân ve İsmail Hakkı Bursevî'nin Rûhu'l-Beyân adlı eserlerinde kıssadaki olay ve kişiler zâhirî mânalarının yanında sembollerle de yorumlanmaktadır. Meselâ balığın canlanması, müridin kalbinin tasavvufî yolda hareketlenmesi şeklinde yorumlanmış, bu kıssa ile tasavvuftaki "makam-ı Hızır"a, onun erkân ve adabına işaret edildiği ileri sürülmüştür. Bu eserlerde hadis âlimlerinin zayıf, hatta mevzu kabul ettiği rivâyetlere de yer verilmiştir. 1835
Hadis şârihlerinden Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî ve Bedreddin el-Aynî Hızır konusuna genişçe yer veren müelliflerin başında gelir.1836 İbn Hacer, hem Sahîh-i Buhârî şerhinde 1837 hem el-İsâbe'de Hızır'dan bahseder ve bilhassa ikinci eserde konuyu müstakil başlıklar altında ele alır.1838 Kendisi Hızır'ın yaşamadığı görüşüne temâyül gösterdiğini söylemekteyse de Hızır'ın hayatta olduğuna dair nakillerin de bir yekûn teşkil ettiğini ve onun öldüğünü kabul edenlerin ileri sürdükleri delillerin te'vile müsait olduğunu belirtmektedir.1839 Yine bir Buhârî şârihi olan Bedreddin el-Aynî de aynı mahiyette açıklamalar yapar.1840 Hızır'la ilgili rivâyetler zayıf ve mevzu hadisleri konu edinen hadis literatüründe de önemli bir yer tutmaktadır. Bunlara Örnek olarak İbnü'l-Cevzî'nin el-Mevzûât'ı,1841 İbn Kayyım el-Cevziyye'nin el-Menârü'l-Münîf'i,1842 Süyûtî'nin el-Le'âli'l-Masnû’'u1843 ve Ali el-Kaarî'nin Mevzû'ât'ı 1844 zikredilebilir.
Hızır konusu tarihe ve edebiyata dair eserlerde de önemli bir yer işgal eder. Taberî'nin Târihu'1-Ümem ve'1-Mülûk'ü,1845 Sa'lebî’nin 'Arâ'isü'l-Mecâlis'i,1846 İbn Kesîr'in el-Bidâye ve'n-Nihâye'si1847 ve Diyarbekrî'nin Târîhu'l-hamîs'i1848 bu tür eserlerdendir. Destan, Hızırnâme, menâkıbnâme, hikâye, masal ve efsane türü eserlerde de Hızır teması geniş yer tutar. 1849
Hızır'la ilgili bazı müstakil eserler de kaleme alınmış olup bunların bir
1833] XV, 310-342; XVI, 2-24
1834] IV, 3256-3261
1835] Muhyiddin İbnü'l-Arabî, III, 18-30; İsmail Hakkı Bursevî, V, 262-289
1836] Nevevî. XV, 135-147
1837] Fethu'1-bâri, XIII, 181-186; XVIII. 6-24
1838] İsâbe, 1, 429-452
1839] ez-Zehrü'n-nadır, s. 82-83
1840] Umdetü'l-Kaarî, XIII, 34-38; XV, 288-298
1841] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât, cilt 1, s. 195-200
1842] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru'l Münîf, s. 67-76
1843] Süyûtî, a.g.e. c.1, s. 164
1844] s. 112
1845] I, 220-226
1846] s. 217-231
1847] I, 295-299
1848] 1. 106-107
1849] A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s. 38-42
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 445 -
kısmının yalnız adı bilinmektedir.
Mevcudiyeti tesbit edilebilenlerin belli başlıları şunlardır:
Dâvûd-i Kayseri, Tahkiku Mâ'i'l-Hayât ve Keşfü Esrâri'z-Zulümât (Hızır'ın şeriat getirmemiş bir nebî olduğu ve cismanî bedenle bu dünyada yaşamadığı belirtilen eserin bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi'nde mevcuttur, nr. 2687/2; bk. DİA, ıx, 35);
İbn Hacer el-Askalânî, ez-Zehrü'n-Nadır fî Nebei'l-Hadır (el-İsâbe'de yer alan Hızır'la ilgili bölümün Mecdî es-Seyyid İbrahim tarafından neşredilmiş şeklidir -Kahire, ts.-;
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, el-Mîzânü'l-Hadıriyye (Kahire 1989);
Ali el-Kârî, Makale fî beyânı hâli'l-Hadır (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ktp., 1. Kısım, nr. 5389);
Nûh b. Mustafa er-Rûmî, el-Kavlü'd-dâl 'alâ Hayâti'l-Hadır ve Vücûdi'l-Abdâl (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1446; Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 571, 1147);
Köprülüzâde Nûman Paşa, el-'Adl fî Beyânı Hâli'1-Hadr (Köprülü Ktp., 111. Kısım, nr. 148);
Ahmed b. Muhammed el-Guneymî, el-Kavlü'1-Makbûl fî Enne'l-Hadır Aleyhi's-Selâm Leyse bi'n-Nebî (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1446);
Ebû Saîd el-Hâdimî, Keşfü'l-Hadir an Hâli'l-Hadır (İzâhu'l-Meknûn, II, 359;
Risale fi Hakkı'l-Hızır -taşbaskı-, baskı yeri yok, ts.);
Muhammed Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır Beyne'1-Vâki1 Ve't-Tehvîl (Dımaşk 1984);
A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü (Ankara 1985).
İsimleri kaynaklarda yer alan bu konuya dair belli başlı eserler de şunlardır: Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, Ucâletü'l-muntazır fî şerhi hâli'l-Hadır (Keşfü'z-zunûn, II, 1125; Kâtib Çelebi, eserde Hızır'ın yaşamadığı tezinin savunulduğunu belirtmektedir);
Şemseddin Muhammed b. Ahmed el-Bisâtî, Kıssatü'l-Hadır (a.g.e., II, 1 327);
İbnü'l-Ehdel, el-Kavlü'1-Muntasır ale'd-Detâvî el-Fâriğa bi-Hayâti Ebi'l-Abbâs el-Hadır (İzâhu't-Meknûn, II, 255);
İbn İmâmü'l-Kâmiliyye, Risale fi'1-Hadır Aleyhi's-selâm ve Hayâtih (Keşfü'z-zunûn, I, 862);
İbnü'l-Haydıri, er-Ravzü'n-Nadır fî Hâli'l-Hadır ve bu esere yapılan itirazlara cevap olmak üzere yazılan el-İftirâz li-Def’il-İtirâz (a.g.e., I, 921);
Süyûtî, el-Vechü'n-Nadır fî Tercihi Nübüvveti'l-Hadır (a.g.e., II, 2001);
Mer'î b. Yûsuf, er-Ravzü'n-Nadır fi'l-Kelâm 'ale'l-Hadır (Îzâhu'l-meknûn, 1. 591);
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Abdülahad Nuri, Risâletü'l-Evliyâ ve Hayâtü'l-Hadır ve İlyâs (a.g.e.. I, 560);
Ebü'l-Avn es-Seffârînî, el-Cevâbü'1-Muharrer fi'l-Keşfi can Hâli'l-Hadır ve'l-İskender (a.g.e.. I, 372);
Muhammed Arif b. Ahmed b. Saîd el-Müneyyir ed-Dımaşkî, Hâze'1-atır fî Seyyidinâ İlyâs ve'l-Hadır (a.g.e., II, 42). 1850
Tasavvuf ve Halk İnançlarında Hızır
Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan Hızır kıssası başlangıcından beri en çok tasavvuf çevrelerini ilgilendirmiştir. Bunun sebebi, kıssanın âdeta tasavvufun iki ana ilkesi olan irşadı ve ilm-i ledünnü temsil etmiş olmasıdır. Zira kıssada Allah'ın, kendisine Hz. Mûsâ'nın bilemediği bir ilim (ilm-i ledün) verdiği kul (Hızır) Hz. Mûsâ'ya kılavuzluk (irşad) etmektedir. Kıssa bundan dolayı daha IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf çevrelerinde özel bir ilgiye mazhar olmuş ve buna tasavvufun ruhuna uygun bir yorum getirilmiştir. Bu yorumda Hızır mürşidi, Hz. Mûsâ müridi temsil etmektedir. Hızır'ın abdalların reisi olarak en yüksek mürşid mevkiine oturtulması tasavvufun gelişiminde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, birçok sûfi Hızır tarafından irşad edildiğini ve onunla görüşüp sohbet ettiğini söylemiştir.
Mutasavvıflar genellikle Hızır'ın velî olduğunu kabul etmişler, onu melek veya peygamber olarak tanıtan rivâyetleri mûteber saymamışlardır. Hızır'ın hayatta bulunduğunu söyleyen mutasavvıflar pek çok sûfî ve velînin, hatta sıradan kişilerin onu gördüklerine, kendisinden öğüt ve duâ aldıklarına, bazı durumlarda Hızır'ın onlara yol gösterdiğine, yardımcı olduğuna, ism-i a'zamı öğrettiğine dair birçok menkıbe rivâyet ederler. Bunların en meşhuru İbrahim b. Edhem'in sahrada Hızır'ı gördüğünü, onun uyarısıyla zühd yoluna girdiğini ve kendisinden ism-i a'zamı öğrendiğini anlatan menkıbedir.1851 Aynı şekilde İbrahim el-Havvâs da Hızır'ı Sînâ çölünde görmüş ve kendisinden bilgi almıştır.1852 Yine Bâyezîd-i Bistâmî'nin Hızır'la birlikte yürüdüğü, Bişr el-Hâfî, Feth el-Mevsılî ve Ma'rûf-i Kerhî'nin Hızır'ı gördükleri. Hâkim et-Tirmizî'ye Hızır'ın yol gösterdiği anlatılır. Hızır'ı görme ve ondan öğüt alma olayına sonraki mutasavvıflarda daha sık rastlanır. Serrâc, ledün ilminin kaynağı olarak gördüğü Hızır'ın Hz. Ali ile görüştüğünü kaydeder.1853 Kuşeyrî çeşitli vesilelerle Hızır konusuna temas ederek onun bir velî olduğunu belirtir.1854 Hücvîrî ise ondan Hızır peygamber diye söz eder.1855 Gazzâlî de Hızır'la ilgili menkıbeler nakletmiştir. 1856
Muhtemelen ilk defa İbnü'l-Arabî, Hızır'la bir kere görüştüğünü ve ondan hırka giydiğini ifade ederek Hızır'la tasavvuf kültüründe önemli bir yere sahip bulunan hırka konusunu irtibatlandırmış oldu. Bâdisî ve İbnü'z-Zeyyât et-Tâdelî gibi Kuzey Afrikalı tasavvufî tabakat yazarları velîleri anlatmaya Hızır'la başlamışlardır. Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'nin doğacağını Hızır'ın önceden haber
1850] İlyas Çelebi, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 406-409
1851] Sülemî, s. 31, 34
1852] Ebû Nuaym, IX, 187; İbn Hacer, 1, 446
1853] el-Lüm’a, s. 179
1854] er-Risâle, s. 475
1855] Keşfü’l-Mahcüb, s. 257
1856] İhyâ, IV, 245, 257, 345
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 447 -
verdiği,1857 aynı sûfînin zikr-i hafiyi Hızır'dan öğrendiği ve Hâcegân silsilesinin "hâce" unvanıyla anılan Hızır'la başladığı kabul edilir. Hızır inancı Yesevîlik'te ve dolayısıyla Türkistan tasavvufunda da önemlidir. İnanışa göre Ahmed Yesevî'nin babası Şeyh İbrahim 10.000 müridiyle birlikte Hızır'a arkadaş olmuştu. Yine Şeyh İbrahim'in, halifesi olan Şeyh Mûsâ'nın kızıyla evlenmesine de Hızır delâlet etmişti. Bizzat Ahmed Yesevî Hızır'la görüşür ve irşadlarından faydalanırdı. Hatta tarikatında önemli bir yer tutan "zikr-i erre"yi ona Hızır telkin etmişti. Yesevîlik'teki tarikat asası da Hızır'dan kalmadır. Süleyman Ata hikemî Şiirler söyleme yeteneğini Hızır'ın duâsı sayesinde kazanmış,1858 Aziz Mahmud Hüdâyî Celvetiyye'deki Hızır kıyamı (nısfı kıyam) zikrini Hızır'dan almıştı.
Bektaşîlik'te on iki posttan biri olan mihmandarlık postunun sahibinin Hızır olduğuna inanılır.1859 Hızır bazen Hz. Ali'nin adı olarak da kullanılır. "Mihman Ali'dir" sözünde bu noktaya işaret vardır. Ahzâb kitaplarında kaydedilen bazı önemli hizb ve virdlerin de Hızır tarafından öğretildiği kabul edilir. Bu örneklerde olduğu gibi mutasavvıflar tasavvuf ve tarikatlarda büyük önem verilen hırka, zikir ve tarikat esasları gibi hususları kendilerine Hızır'ın telkin ettiğine inanmışlardır. Tasavvufa Hızır aracılığıyla giren zümreye Hızıriyye denir. Kuzey Afrikalı sûfî Abdülazîz ed-Debbâğ'a da (ö. 1132/1720) Hızıriyye adıyla bir tarikat nisbet edilmiştir. 1860
Hızır inancı zamanla mehdî inancıyla da irtibatlandırılmış. İbnü'l-Arabî, kıyamet yaklaşıp mehdî zuhur edince Hızır'ın ona şahitlik edeceğini ileri sürmüştür.1861 Yine İbnü'l-Arabî ve onun takipçileri bazen Hızır'la İlyâs'ı sembolik bir şekilde yorumlayıp. "Hızır bast, İlyâs kabz haline işaret eder" demişlerdir. Hızır'a bastın izafe edilmesi onun bünyesindeki kuvvetlerin madde âlemine yayılmış olmasından, İlyâs'a kabzın nisbet edilmesi de onun kuvvetlerinin manevî âleme yükselip orada büzülmüş olmasındandır (Kâşânî, 5, 160). Öte yandan 18/Kehf sûresi, 60. âyetteki "iki denizin birleştiği yer" ifadesinde söz konusu olan iki denizle zâhir ve bâtın ilimlerinin kastedildiğini, Hz. Mûsâ'nın zâhir ilmini (şeriat), Hızır'ın ise bâtın ilmini (ilm-i ledün) temsil ettiğini ileri sürenler olmuştur. 1862
İbnü'l-Arabinin Abdürrezzâk el-Kâşânî, Dâvûd-i Kayseri, Sadreddin Konevî gibi bazı takipçileri, Hızır'ı kıyamete kadar yaşayacak bir şahıs olarak kabul eden inancın kesin olmadığını, Hızır'ı gördüğünü söyleyen kişinin gerçekte karşısında canlanan kendine ait bir vasfı gördüğünü düşünmüşlerdir. Buna göre aslında o kişinin gördüğü şey kendi ruhunun bir tezahürü veya Rûhulkudüs'tür.1863 Ölümsüzlük hüviyeti verilen Hızır gerçek ve bağımsız bir varlık olmayıp onu gören kişinin halidir. Bu sebeple onu görme ve onunla temas etme manevî âlemde cereyan eder. Hızır'ın ruhanî ve semavî bir varlık (melek) olduğuna inananların görüşü de bu yorumu desteklemektedir. Hızır'la ilgili hikâyelerin uydurma olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, Şîîlik'teki mehdî anlayışı ile Hızır arasındaki
1857] Reşehât Tercümesi, s. 29
1858] Köprülü, s. 32, 37, 74, 89
1859] Ahmed Rıfat, s. 281; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 168
1860] Nebhânî, II. 73; Harîrîzâde, I, vr 332h
1861] Bursevî, III, 498
1862] Demîrî, I, 245
1863] Kâşânî. s. 160; İsmail Hakkı Bursevî, ili, 499; Kâtib Çelebi, Mizânü't-hak, s. 198
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
benzerliğe dikkat çekmiştir. 1864
Mutasavvıflar ve tarikat ehli, bir müridin şeyhi huzurunda uyması gereken temel kuralların Mûsâ-Hızır kıssasında mevcut olduğuna inanmıştır. Bunların en önemlisi şeyhin huzurunda susmak, kalben bile olsa itirazdan sakınmak, onun ledün ilmini bildiğini kabul etmek, şeriata aykırı gibi görünen bazı sözleri ve davranışları karşısında bile şeyhi hakkında şüpheye düşmemek ve ona kayıtsız şartsız teslim olmaktır. 1865
Hızır'ın Hz. Mûsâ ile olan arkadaşlığı tasavvufta birçok meselenin merkezini oluşturmuş, bu kıssanın çevresi menkıbe, mesel ve fikirlerle örülmüştür. Bütün bunlar, zamanla tasavvuf zümrelerini de aşarak geniş ölçüde müslüman halk tarafından benimsenmiştir. Bu tür menkıbe ve inançlara göre Allah'a kulluk etmek, nefsin isteklerine boyun eğmemek ve ilâhî rahmete mazhar olmak onun başlıca özellikleridir. Birkaç defa evlenmiş, birçok çocuğu olmuştur. Fakat daha sonra evlenmemeyi tercih ettiğinden şu anda bekârdır. Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. bazen de yoksul, üstü başı dağınık, elbisesi kirli: kendisi hasta, zayıf. âciz, hatta zaman zaman nefret edilecek kadar çirkin biri gibi görünür ve insanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım İsteyebilir. "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil" sözü bu inancın eseridir. Bu durumda ona yardım edenlere duâ edince bunların mallan ve servetleri bereketlenir, sağlıklı bir hayat yaşarlar; onu aşağılayıp bedduâsını alanlar ise perişan olurlar. Hızır ism-i a'zamı ve çeşitli duâları bilmekte olup bu duâları ondan öğrenebilenler her istediklerine nâil olurlar. Hızır âb-ı hayâtı bulmuş, bu sudan içmiş ve ölümsüzlüğün sırrına ermiştir. Darda kalan İnsanların imdadına yetişerek onları sıkıntıdan kurtarır. "Hızır gibi imdada yetişmek", "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez" gibi deyimler bu inançla ilgilidir. Hızır'ın hastalara şifa verdiğine de inanılır. Ayrıca kimya ilmine vâkıftır ve defineler hakkında bilgisi vardır.
Kaynaklarda Hızır'ın denizde, İlyâs'ın karada bunalan kişilerin imdadına yetiştiği ileri sürülürse de vuku bulduğu söylenen olaylarda karada darda kalanların imdadına da hep Hızır'ın yetiştiği görülür. İlyâs'tan pek söz edilmez. Hızır'a "Hıdrellez" denilen mayıs ayının altıncı gününde rastlanacağına inanılır. Hızır ile İlyâs her sene bir defa bu günde buluşurlar. Bu gün halk Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde ona rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne inanılan bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir. Bütün İslâm âleminde olduğu gibi Anadolu'da da hıdırlık ve Hızır adını alan pek çok cami, tekke, ziyaret yeri, türbe, mezarlık, dağ, mesire yeri, akarsu ve köy vardır. Hızır'ın uğradığına inanılan bazı şehir, kale ve cami kapılarına "Hızır kapısı" denilir.1866 "Makam" adı verilen bu kutsal yerlerin Hızır veya Hızır-İlyâs'la ilgili, başta Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssanın cereyan ettiğine inanılan yerler olmak üzere kültü meydana getiren çeşitli inanç unsurlarıyla alâkalı bulunduğu görülür. Meselâ Hızır'ın İçtiği âb-ı hayâtı temsil eden su kaynakları yahut göller, muhtelif kişilere göründüğü, onlarla konuştuğu mekânlar veya İlyâs'la buluştuğu mevkiler bu makamları teşkil eder. Buralar saygı ile ve çeşitli usullerle,
1864] Mecmü'u Fetâvâ, XXVl, 103
1865] İsmail Hakkı Bursevî, III, 502; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 82-98
1866] Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 125; M, V/l, s. 463-469; Dihhudâ, XII. 607
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 449 -
kurbanlar kesilerek, duâlar okunarak ziyaret edilen, dileklerde bulunulan yerlerdir. Bu hususta yapılan incelemeler, bu yerlerin birçoğunun İslâm fetihlerinden Önce, müslüman halk inançlarında da Circîs (Cercîs, Curcîs) peygamber diye geçen Saint George'un (Aziz Georgios, Hagios Georgios, Aya Yorgi) makamları olarak takdis edildiğini göstermektedir. 1867
Hızır'ın müslüman halk inançlarındaki fonksiyonlarının ve bu portresinin, Hıristiyanlığın ve özellikle Doğu Hıristiyanlığının vazgeçilmez büyüklerinden Aziz Georgios ile olan benzerliği, eskiden beri hem Müslümanların,1868 hem de müslüman ülkelere seyahat eden Batılılar'ın dikkatini çekmiştir. Bilhassa Batılı seyyahlar ve gözlemcilerin Hızır-İlyâs menkıbelerini dinledikten sonra bunun kendi Saint George'larından başka biri olmadığını ileri sürmeleri, bu iki şahsiyet arasında bazı bölgelerde1869 bir özdeşleştirmenin meydana geldiğini göstermektedir. Bunun, adı geçen bölgelerin fethinden sonra buralara yerleşen müslüman halk ile gayri müslim ahali arasında kendiliğinden oluşan bir kültür alış verişi sonucu gerçekleştiği söylenebilir. 1870
Edebiyatta Hızır
Hızır efsanevî kişiliğiyle folklor, tasavvuf, halk inanç ve telakkilerinde geniş yer tutar. Bu durum en geniş çerçevesiyle klasik Kültüre de yansımıştır. Tasavvuf ve tekke edebiyatında Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır'ı mürşid-i kâmil olarak yorumlamışlardır, Ahmed Yesevî bir hikmetinde Hızır'la görüştüğünü, onun kendisine yardım edip elinden tuttuğunu, otuz bir yaşında iken kendisine mey (ilâhî aşk) içirdiğini ve vücudundan Azâzîl'i kovduğunu söyler. Yûnus Emre. Hızır'ın İlyâs ile birlikte âb-ı hayât içerek ölümsüzlüğe eriştiğini belirtir ve Hızır'ın sakalık yapacağından söz eder. Onun sunacağı şey ise âb-ı hayât yani ilâhî aşktır. Bu sâkîlik motifine başka şairlerde de rastlanır. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî'yi "ikinci Hızır, zamanın Hızır'ı, görüş Hızır'ı, gerçek Hızır" gibi ifadelerle tanımlar. Sultan Veled de İbtidânâme'sinde babası Mevlânâ’yı Hz. Mûsâ'ya, Şems-i Tebrizî'yi de Hızır'a benzetir. Hatiboğlu Bahrü'l-hakaik adlı eserinde Hızır'ın ledün ilminde mâhir ve üstat olduğunu, velîlere kerâmet öğrettiğini, üçler, yediler ve kırkların onun İlmiyle velî olduğunu anlatır. Şah İsmail Hatâî de, "Cebrail Mûsâ'ya Hızr'a var dedi / Mürşid-i kâmile varmadan olmaz" diyerek aynı görüşü benimser. Niyâzî-i Mısrî bu hususu, "Ravza-i hadrâyı bilmez Hızr'a yoldaş olmayan" sözleriyle ifade etmiştir. Hızır'ın makamı olan "ravza-i hadrâ", şeriat ve hakikat ilminin birleştiği yer olan "mecmaü'l-bahreyn"dir. Niyâzî-i Mısrî'ye göre hakikate ulaşmak isteyen kişi Hz. Mûsâ gibi Hızır'a gemisini deldirmeli, eski duvarı yıkılmaktan kurtarmalı ve çocuğu öldürmelidir.
Divan Şiirinde, kavuşamadığı sevgiliyle Hızır'ın yüce kişiliği arasında ilgi kuran şairlerin onu genellikle zulmet ve âb-ı hayât münasebetiyle anarak istiare, telmih ve tevriyelere konu ettikleri görülür. Hızır'ın Şebçerâğ ile zulümâta gidişi. İlyâs ve İskender'le birlikte âb-ı hayâtı araması, bir çeşme başında yemek için çıkardığı pişmiş balığın canlanması üzerine bu çeşmenin âb-ı hayât olduğunu
1867] Ocak, TTK Belleten, LV/214 (1991), s. 661-674
1868] Meselâ bk. Makrîzî, I, 152
1869] Meselâ Suriye, Irak, Mısır ve Anadolu'da
1870] Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ans., c. 17, s. 409-411
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlaması, İlyâs ile birlikte bu sudan içerek ölümsüzlüğe kavuşması gibi motifler sık sık rastlanan telmih konularındandır. Hızır'ın insanlara yardım etmesi, denizde darda kalanların imdadına yetişmesi, yeşil elbisesini ve makamını kimsenin görmemesi, boğulanları karaya çıkarıp cenaze namazlarını kılması, İsâ peygamber gibi ebedî hayata kavuşmuş olması gibi inanç ve telakkiler şairin hasretini çektiği, fakat bir türlü iltifatını göremediği sevgiliyi hatırlatan özellikleridir. Bundan dolayı divan edebiyatında övülen kişi (memdûh) ve sevgili çok defa Hızır'a benzetilmiş, hatta bazen ondan üstün gösterilmiştir. Lutfu, yüzü (Hızır-likâ), dirâyeti ve ayağının bereketiyle (Hızır-kadem) Hızır'ı hatırlatan memdûh, gam ve melal denizindeki âşığın imdadına yeşil sarıklı Hızır gibi yetişir.
Divan edebiyatında Hızır sevgili etrafında söz konusu edilirken kelime "yeşillik, tazelik; siyaha yakın mavimsi renk" anlamından hareketle çok geniş hayalî unsurlarla bezenerek kullanılmıştır. Ayva tüyleri bu sebeple renk bakımından Hızır'a benzetilmiş, kelime tevriyeli kullanılarak Hızır kıssasıyla ilgili hususlara işaret edilmiştir. Dudağın üstündeki taze ayva tüyleri, Hızır eliyle çeşmesâr üstüne yazılmış mısra veya Kevser sûresi olarak düşünülür. Dudak âb-ı hayât olunca etrafındaki ayva tüyleri Hızır, ayva tüylerinin dudak etrafında belirmesi de Hızır'ın âb-ı hayât üstüne gelmesi şeklinde tasavvur edilir. Sevgilinin al yanağı üstündeki ayva tüyleri, Hızır'ın yolunun bir gül bahçesine uğraması şeklinde yorumlanır. Gözyaşı denizinde boğulmak üzere olan âşık bazen "Hızr-hat" diye adlandırılan sevgiliyi imdadına çağırır.
Sevgilinin kendisi, dudakları veya yanakları âb-ı hayât, âşık ise onu arayan Hızır'dır. Âşığın gönlü de seyahat etmiş olan Hızır gibi düşünülür. Gönül Hızır'ı, ten zulmetinde âb-ı hayâtı bularak "Nefsini bilen rabbini bilir" sırrına erer. Sevgilinin yüzü suya, üzerindeki saçları su üstüne seccadesini salıp gezen Hızır'a benzetilir. Âşık sevgilinin dudaklarının Hızır'ı ile yoldaş olarak mecmaü'l-bahreyni dolaştığını, fena tozundan, havadis dalgalarından aman bulduğunu söyler.
Kendini "mâna ve söz Hızır'ı" olarak niteleyen şair, âb-ı hayâta benzeyen eserleriyle Hızır gibi ölümsüz olacağına inanır. Nitekim Hızır'ın yürüdüğü yerlerde yeşil otlar bittiği gibi kalemin de arkasında harfler ve yazılar serpilir. Mürekkebe batırılarak ıslanan kalem, zulümâta gidip gelerek âb-ı hayâtı bulan ve onu içen Hızır gibidir. Sancak ve tuğlar da Hızır gibi yeşillere bürünüp erenlerin himmetiyle askerlere rehberlik eder. Allah, gam denizine batanları kurtarmak için her yerde Hızır gibi yeşillikler, bağlar, bahçeler yaratmıştır. Gonca, yeşilliği ve gizliliği yönünden elinde âb-ı hayât kadehi tutan Hızır'a benzetilir. Sevgilinin boyunu ve vahdeti temsil eden servi de yeşilliği, yüksekliği ve uzunluğu bakımından Hızır gibi uzun ömürlü olarak tasavvur edilir, ayağının bastığı yerlerin yeşil olması dolayısıyla da Hızr-ı sânî olarak düşünülür.
Hızır İskendernâme, Battalnâme, Dânişmendnâme, Dede Korkut Kitabı, Saltuknâme, Manas Destanı, Alpamış Destanı, Köroğlu Destanı, Derdi-yok ile Zülfüsiyah, Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Tâhir ile Zühre gibi eserlerden başlayarak hemen bütün halk hikâyeleri, masal, efsane, menkıbe ve Şiirlerde söz konusu edilmiştir. Bu eserlerde genellikle boz atlı, yeşil elbiseli (bazan beyaz), yüzü açık veya nikablı, yeşil mızrak veya kamçılı, istediği kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yardım eden, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bollukve bereket bağışlayan, müslüman askerlere yardım
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 451 -
için savaşlara katılan bir şahıs olarak tanıtılır. Hızır halk Şiirinde âşıklara, hikâye kahramanlarına aşk badesi sunmakta veya tükürüğünden ağzına sürünce âşık deyiş söylemeye başlamaktadır. Ninnilerde Hızır'ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi gibi temenniler yer alır. Bilmecelerde de Hızır'ın kılıç salması, bir değnekle dağları oynatması anlatılır. Bu inanışlara bağlı olarak halk dilinde "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez"; "Her vaktini hazır (her geceyi Kadir), her geleni Hızır bil"; "Hızır gibi yetişmek. Hızır uğramak, Hızır'ın eli değmek" gibi atasözü ve deyimler ortaya çıkmıştır.
Türk edebiyatında Hızır'ın Hz. Mûsâ ile görüşmesini ele alan müstakil eserler yazılmıştır. Nev’î’nin Terceme-i Kıssa-i Hızır ve Mûsâ'sı, Şemseddin Sivâsî'nin Kıssa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Ahîzâde'nin Kıssa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Niyâzî-i Mısrî'nin Risâle-i Hızriyye-i Kadîme ve Risâle-i Hızriyye-i Cedide adlı risaleleri bunlara örnek verilebilir. Niyâzî-i Mısrî bu konuyu ayrıca Mevâ'idü'l-irfân adlı eserinde de ele almıştır. XV. yüzyıl şairlerinden Eğridirli Muhyiddin Çelebi, Hızır'ın kendisini nasıl terbiye ve irşad ettiğini anlatan Hızırnâme adlı bir eser kaleme almıştır. Süleyman Nahîfî de Hızır'ın kendisini sık sık ziyaret ettiğini ve birçok tasavvufî meseleyi ona sorarak öğrendiğini belirterek Hızır'ın cevaplarından oluşan Risâle-i Mü-kâleme-i Hızır aleyhisselâm adlı bir eser meydana getirmiştir. Hızriyye veya Risâle-i Tasavvuf adlarıyla da anılan eser Nahîfî'nin diğer eserleriyle birlikte basılmıştır (İstanbul 1864).
Edebiyatın yenileşme döneminde klasik özelliklerini kaybeden Hızır sadece deyimlerdeki varlığı ile edebî eserlerde yer almıştır. Bunun dışında Sezai Karakoç'un Hızırla Kırk Saat (İstanbul 1967) adlı Şiir kitabı, Hızır'ın dinî ve efsanevî özelliklerini alegorik olarak ve yeni bir anlayışla yansıtan, bazı bölümlerinde Hızır'ın konuşturulduğu dikkate değer bir eserdir. 1871
Kur’ân-ı Kerim’de Kendisine İlim ve Hikmet Verilen Şahıs (Hızır)
Hızır kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde anlatılan kıssada Hz. Mûsâ ile mâcerâları anlatılan kıssada geçen ve 65. âyette isim yerine “Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan biri” diye özellikleri anlatılan kişinin Hızır olduğu konusunda müfessirlerin çoğu birleşir. Çünkü bu olayın anlatıldığı hadis-i şerifte Peygamberimiz bu şahsın Hızır olduğunu ifâde eder.
“Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım" demişti. (60)
İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delikten kayıp denizi boyladı. (61)
Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki gence: "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük" dedi. (62)
O da: "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi. (63)
1871] Cemal Kurnaz, a.g.e., c. 17, s. 411-412
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mûsâ: "İstediğimiz zaten buydu" dedi. Hemen geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. (64)
Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular. (65)
Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" dedi. (66)
O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi. (67-68)
Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte baş kaldırmayacağım" dedi. (69)
O da: "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" dedi. (70)
Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın" dedi. (71)
Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (72)
Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma" dedi. (73)
Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. (74)
O: "Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (75)
Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın" dedi. (76)
Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler, Mûsâ'nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" dedi. (77)
O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatacağım" (78)
"Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." (79)
"Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. (80)
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik." (81)
"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım.
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 453 -
İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur." (82) 1872
Hadis-i Şeriflerde Hızır
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Hızır’ın Hızır diye isimlenmesi şuradan gelir: O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine (veya otsuz kuru araziye) oturmuştu. Orası, altında derhal yeşerdi.” 1873
Saîd ibn Cübeyr'in şöyle dediği rivâyet edilir: "İbn Abbâs'a:
- Nevf el-Bekkâlî, Hızır'ın arkadaşı Mûsâ'nın, İsrail oğullarının adamı Hz. Mûsâ olmadığını sanıyor, dedim. İbn Abbâs şöyle dedi:
- Allah'ın düşmanı yalan söylemiş (Bekkâl oğullarından bu zât, Hızır'ın arkadaşı Mûsâ'nın, Yâ'kub oğlu, Yûsuf oğlu, Ifrâhim oğlu Mîşâ oğlu Mûsâ olduğunu sanırmış.1874 Kasımî'ye göre Nevfel-Bekkâlî, Ka'b el-Ahbâr'ın karısının veya onun kardeşi oğlu karısının oğlu olup doğru söyleyen bir tâbiîdir.1875 Bana Übeyy ibn Kâ'b, Peyğamber’in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu anlattı:
"Bir gün Mûsâ, İsrail oğulları arasında bir konuşma yaptı, öyle güzel konuştu ki herkesin gözlerinden yaşlar aktı. Kendisine: 'İnsanların en bilgilisi kimdir?' diye soruldu. 'Benim' dedi. Bu konudaki bilgiyi Allah'a havale etmeyip 'Benim" dediği için Allah onu azarladı. Kendisine: 'İki denizin birleştiği yerde bir kulum vardır, o senden bilgilidir' diye vahyetti. Mûsâ: 'Yâ Rab, ben onu nasıl bulurum?' dedi. Yüce Allah: 'Yanma bir balık alırsın, balığı bir zenbile koyarsın, nerede balığı yitirirsen işte o, oradadır' dedi. Mûsâ zenbil içinde bir balık aldı. Yanında uşağı Yûşa' ibn Nûn olduğu halde yürüdü.
"Bir kayaya vardılar. Başlarını koyup kayanın gölgesinde uyudular. Balık hareket ederek zenbilden çıktı, denize düştü, denizde hayli mesafe aldı. Allah suyun balığa doğru akmasını durdurdu. Su balığın üzerinde bir kemer gibi oldu (balık altından geçiverdi). (Bir rivâyete göre de kayanın dibinde hayât gözesi denen, değdiği her şeyi canlandıran bir su vardı. İşte o su balığa değince balık canlandı, zenbilden sıyrılıp denize girdi.)
"Mûsâ uyandığı zaman uşağı, ona balığın durumunu söylemeyi unuttu Günün kalan kısmında ve geceleyin yürüdüler. Ertesi gün Mûsâ, uşağına:
— Azığımızı getir, bu yolculuğumuzda hayli yorulduk, dedi.
Allah'ın buyurduğu yere varıncaya kadar yorulmamıştı. Orayı geçtikten sonra yorgunluk duymağa başladı. Uşağı ona:
— Gördün mü, dedi, kayanın altında bulunduğumuz zaman balığın durumunu sana söylemeyi unuttum. Bunu sana söylemeyi unutturan şeytandır. Balık tuhaf bir şekilde denizde yol aldı. Mûsâ:
— İşte aradığımız oydu, dedi.
Ayaklarının izini sürerek geriye döndüler. Kayaya vardıklarında elbisesine bürünmüş bir adam gOrdüler. Mûsâ ona selâm verdi. Hızır:
— Senin ülkende selâm nereden? dedi. Mûsâ:
1872] 18/Kehf, 60-82
1873] Buhârî, Enbiyâ 27; Tirmizî, Tefsir Sûretu’l-Kehf, h. no: 3150
1874] et-Tâc: 4/167
1875] Mehâsınu't-Te'vîl, 11/4090
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
— Ben Mûsâ'yım, dedi. Hızır:
— İsrail oğullarının Mûsâsı mı, dedi. Mûsâ:
— Evet, sana öğretilen bilgiden bana yol gösterecek bir şeyler öğretmen için sana geldim, dedi. Hızır:
— Sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın ey Mûsâ. Ben Allah'ın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye göre hareket ederim. Sen de Allah'ın sana öğrettiği, benim bilmediğim bir bilgiye göre hareket edersin, dedi. Mûsâ:
— İnşâallâh, beni sabırlı bulursun, senin buyruğuna karşı gelmem, dedi. Hızır:
— Öyle ise, bana uyarsan, ben sana anlatıncaya kadar benden hiçbir şey sormayacaksın, dedi.
— Deniz kıyısında yürümeğe başladılar. Bir gemi geçti. Kendilerini bindirmelerini istediler. Hızır'ı tanıyan gemiciler, onları ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. Gemiye biner binmez Hızır, hemen geminin ön tahtalarından birini söktü. Mûsâ:
— Bu adamlar bizi gemilerine ücretsiz bindirdiler. Sen de içindekileri boğmak için gemiyi deldin, kötü bir iş yaptın, dedi. Hızır:
— Ben sana benimle beraber bulunmaya dayanamazsın dememiş miydim? dedi. Mûsâ:
— Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama, işimde güçlük çıkarma; dedi.
Peygamber (s.a.s.): "Birinci itiraz, Mûsâ'nın unutmasından dolayı olmuştu" dedi.
Bir serçe geldi, geminin yanına kondu, denizden iki damla su aldı. Hızır Mûsâ'ya:
— Benim ve senin ilmimiz, Allah'ın bilgisinden, ancak şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şey eksiltir, dedi.
Sonra gemiden çıktılar. Kıyıda yürürlerken Hızır, çocuklarla beraber oynamakta olan bir çocuk gördü. Eliyle başını tutup kopararak onu öldürdü. Mûsâ:
— Birini öldürmemiş, temiz bir cana mı kıydın? Kötü bir iş yaptın! dedi. Hızır:
— Ben sana, sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın dememiş miydim? dedi. Mûsâ:
— Eğer bir daha senden bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etmemekte haklısın, dedi.
Yürüdüler, bir kente vardılar.1876 Halkından yemek istediler. Halk bunlara yemek vermedi. Orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır duvarı eliyle düzeltti. Mûsâ:
— Bu kent halkından yemek istedin, bize yemek vermediler, bizi konuklamadılar. Sen isteseydin şu yaptığın işe karşılık bir ücret alırdın, dedi. Hızır:
— İşte seninle benim ayrılmamızın zamanı geldi. Şimdi senin dayanamadığın şeylerin içyüzünü sana anlatayım, dedi.
Allah'ın Elçisi (s.a.s.): "Keşke Mûsâ sabretseydi de Allah, ikisi hakkında bize daha çok şey anlatsaydı" dedi. Saîd ibn Cübeyr, İbn Abbâs'ın bu hadisten sonra: "O gemi
1876] Bu kent Antakya'dır -et-Tâc-
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 455 -
denizde çalışan yoksulların idi. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı. Çocuğa gelince: Onun anası babası mü'min insanlar idi. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk, istedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli birini versin..." âyetlerini okuduğunu söylemiştir. 1877
Hızır Konusunda Uydurma Hadis Rivâyetleri
Hızır ve İlyas’ın hayatını beyan eden hadis rivâyetlerinin tümünün uydurma olduğu, nice mevzûât kitaplarında belirtilir. Meselâ, Aliyyu’l-Kari, Mevzûâtu’l-Kubrâ, s. 443; Ali Hindî, Tezkiratü’l-Mevzûât, s. 108; s. 29; Mevsılî, el-Muğnî, vr. 2a, Kâvukcî, el-Lü’lüü’l-Mersû’, s. 38; Sadık Cihan, Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Etüt Y., Samsun 1997; M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler Menşei Tanıma Yolları Tenkidi, İFAV Y., s. 174. İbn Kayyim el Cevziyye de, Hızır’dan ve onun hayatta olduğundan bahseden bütün hadislerin mevzû/uydurma olduğunu söyler.1878 Ali el-Karî, Hızır’dan ve hayatından bahseden hadislerin hepsinin yalan olduğunu, hayatına dair rivâyetlerin hiçbirinin sahih olmadığını belirtir.1879 Suyûtî, hadislerde (Hızır’la ilgili) yukarıdaki gibi hadis rivâyetlerinin uydurma olduğunu kabul etmekle birlikte, hadislerde genelleme yapılmasına katılmamıştır.
M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadîsler adlı kitabında Hızır ve İlyas’ın hayatlarından bahseden hadislerin mevzu olduğunu söyler.1880 İbn Hazm’ın açıklamasına göre; Yahudiler, İlyas ve Fenhas İbnu’l-Âzâr’ın bugüne kadar hayatta olduklarını ileri sürüyorlardı. Bugün, Hızır ve İlyas’ın hâlen yaşadığı inancı da bunun kalıntılarından başka bir şey değildir. 1881
“Hızır ve İlyas her sene Mina mevsiminde buluşurlar.” Bu rivâyet uydurmadır. Hadis âlimlerinden İmam Buhârî, Sâğânî, Aclûnî, Aliyyu’l-Kari, Deyba’, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Hacer, Sehâvî, Suyûtî, Tarablusî, Zerkeşî, Abdulfettah Ebu Ğudde bu rivâyetin uydurma olduğunda hemfikirdirler.
Hızır konusunda İsrâiliyyât olduğu kabul edilen birçok rivâyet vardır. Nitekim İbn Hacer de Hızır’ın aynu’l-hayattan (âb-ı hayat/ölümsüzlük suyu) içip ölümsüzlüğe kavuşması rivâyetlerinin Vehb İbn Münebbih ve onun gibi İsrâiliyyâtı nakledenlerden çıktığını kaydetmektedir. 1882
Hızır konusundaki hadislerle ilgili olarak İbn Kayyim el-Cevziyye “el-Menâru’l-Münîf fi’s-Sahîh ve’d-Daîf” adlı eserinde şunları söyler:
“Hızır ve hayatına dair olan hadislerin hepsi de yalandır. Onun yaşadığına dair sahih tek hadis daha yoktur. İşte bazıları:
"Rasûlullah (s.a.s.) Mescidde idi. Arkasından bir ses duydu. Ashab bakmaya
1877] Buhârî, İlim 44, Bed'u'1-halk 11, Enbiyâ 27, Tefsîr Sûre: 18; Müslim, Fedâil 170, 172; Tirmizî, Tefsîr Sûre: 18; Ahmed İbn Hanbel, Müsned 5/117-119
1878] el-Menâru’l-Münîf, s. 69
1879] Aliyyu’l-Karî, Esrâru’l-Merfûa, 422
1880] Kandemir, Mevzû Hadîsler, 170
1881] Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV Yayınları, Ankara 1984, s. 33
1882] Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV Yayınları, Ankara 1984, s. 33
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gittiler. Bir de ne görsünler, Hızır değil mi?!” 1883
“İlyas ile Hızır kardeştirler; babaları İran diyarından, anneleri ise Bizans diyarındandır.” 1884
“Hızır ve İlyas her yıl buluşur.” 1885
"Arafatta Cebrail, Mikâil ve Hızır birleşir." 1886 diye başlayan uzun bir uydurmadır.
İbrâhim el-Harbî, Hızır’ın ömrü ve hâlâ hayatta olup olmadığından sorulunca "İşini gâibe havâle eden yarısını alamaz. Bunu (Hızır’ın hâlâ yaşadığını) insanların arasına atan şeytandır." derdi.
Buhârî de (kendisine): "Hızır ve İlyas’ın hâlâ diri mi olduklarından" sorulunca şöyle dedi: "Bu nasıl olur? Hâlbuki Efendimiz (s.a.s.): "Bu gün yeryüzünde hayatta olanlardan yüz yılın başına kadar yaşayan hiç bir kimse kalmayacaktır." buyurmuştur. 1887
Bu hususta bunlardan başka pek çok imam soruya tutuldu da şöyle dediler: "Senden önce de hiç bir beşere ebediyyet vermedik. Sen ölürsen onlar ebediyen kalacak mı?" 1888
Bu hususta kendine soru yöneltilen Şeyhü'l-İslâm (İbn Teymiyye) şöyle cevap verdi:
- Eğer Hızır yaşamış olsaydı, Peygamber’e (s.a.s.) gelip onun önünde cihada katılması ve ondan öğrenim görmesi gerekirdi. Bedir harbi günü Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Allahım! Eğer şu topluluğu -kâfirlerin gâlib gelmesine müsâde ederek- helâk edersen, yeryüzünde artık sana ibâdet edecek kimse kalmaz."1889 buyurmuştu. O topluluk tam üç yüz on üç kişi idi. İsimleri, babaları ve kabilelerinin adları belli idi. O zaman Hızır nerede idi?
Ebu'l Ferec Abdürrahmân b. el-Cevzî der ki: Hızır'ın dünyada bâki olmadığına dört tane delil vardır: 1- Kur'an, 2- Sünnet, 3- Âlimlerin, araştırıcı ve inceleyicilerinin icmâsı, 4- Ma'kul.
Kur'ana gelince; Allah'ın şu kavlidir: "Senden önce de hiç bir beşere ebediyyet vermedik." 1890 Eğer Hızır hayata devam etse idi "ebedîleşmiş" olacaktı. İbnü'l Cevzî'nin bu adı geçen eserinden İbn Kesir El-Bidâye ve’n-Nihâye 1/334'te gâyet tafsilatıyla nakleder. Onun 3/Âl-i İmrân 81. âyeti ile istidlâlini, İbn Mes'ud’un görüşünü ve İbnü'l Cevzî'nin "Eğer Hızır Peygamberse veya velî ise bu (Âl-i İmrân) âyetinin siyâkına girer. Eğer Efendimiz zamanında sağ olsaydı, Onun eşrâf-ı
1883] İbnü'l Cevzî, Ucâletü'l Muntazır
1884] bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/283-284
1885] İbn Adiy, 2/740; Ukaylî, Zuafâ 1/225; Mevzûât, 1/195,196; İthaf, 5/69, 112; Beğavî, Sünne 81-443; Zehebî, Mîzan 1845; Tezkere 108; İbni Adiy bunu Hasen b. Rizzînin uydurduğunu söyler. Zehebî bunu İbn Huzeyme ve bir grup âlimin İbn Zebdâ'dan naklettiğini ilâve eder.
1886] Beğavi es-Sünne 443; Tenzih l/234; Mevzûât 1/196
1887] Buhârî, Mevâkît 20, 40, İlim 41; Müslim, Fazâil 217; Ebû Dâvûd, Melâhim 18, h. no: 4384; Tirmizî, Fiten 64, h. no: 2251; Müsned, 2/88, 121; Zâdü'l Mesîr, 5/168; Abdürrezzak, 20534; Hakim, 2/37; Beyhakî, 1/453, 9/7; Beyhakî, Delâil 6/500; Beğavî 2/193
1888] 21/Enbiyâ, 34
1889] Müslim, 1383, 1384; Müsned, 1/32, 30
1890] 21/Enbiyâ, 34
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 457 -
ahvâli, Efendimizin huzurunda, ona indirilene inanmış olarak düşmanlarına karşı ona yardım etmesi olurdu. Çünkü velî ise Hz. Ebû Bekir ondan daha hayırlıdır. Peygamberse Mûsâ (a.s.) ondan efdaldir. Müsned’de Câbir (r.a.)'ın nakline göre Efendimiz (s.a.s.): "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki Mûsâ (a.s.) hayatta olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı” buyurdu. İşte dinden zarûrî olarak anlaşılan budur." dediğini aktarır. İbnü'l Cevzî bu âyete göre bütün peygamberler diriltilmiş olsa Efendimize tâbi olması gerektiğini, binâen aleyh Mirac dönüşü Efendimizin onlara imam olduğunu bildirip; bu anlaşılınca Hızır sağ olsa Muhammed ümmetine dâhil olurdu. İşte İsa (a.s.) âhir zamanda gelecek ve bu ümmetten olarak bu şeriatla hükmedecek. Hem ma'lum ki Hızır hususunda kalbi rahatlatacak sahih veya hasen dereceli "Hızır’ın Efendimizle buluşup cihada katıldığına dair hiç bir haber yok."
Sünnete gelince: Efendimiz şöyle buyurdu: "Şu gecenizi görüyor musunuz? Bu geceden sonra gelecek yüz yılın başında bu gün hayatta olanlardan hiç kimse yeryüzünde bulunmayacaktır."1891 Bu, sıhhatinde1892 ittifak bulunan bir hadistir.
Müslim'in Sahih'inde geçtiğine göre, Câbir (r.a.), Efendimizin vefatından az önce: "Bu gün canlı olanlardan hiç bir kimse üzerine yüz sene -o hayatta iken- gelmeyecektir." 1893 buyurdu.
Muhakkak âlimlerin icmâına gelince: Bundan sonra (İbnü'l Cevzî) Buhârî ve Ali b. Mûsâ er-Rızânın "Hızır ölmüştür" dediklerini ve Buhârî’nin Hızır'ın hayatından sorulunca Peygamberimiz "Şu gecenizi görüyor musunuz? Çünkü bu geceden sonra gelecek yüz yılın başına bugün yaşayanlardan hiç kimse yeryüzünde olmayacaktır." buyururken "bu nasıl olabilir" dediğini anlatır. İbnü'l Cevzî der ki:
Hızır öldü diye hükmeden âlimlerin bazıları şunlardır: İbrâhim b. İshak el-Harabî, Ebu’l- Hüseyin b. el-Münâdî. Bu ikisi dinde imam mertebesinde idiler ve İbnü’l Münadî "Hızır sağdır" diyenlerin görüşünü çok çirkin bulurdu.
Kadı Ebû Ya’lâ da Hızır’ın öldüğünü İmam Ahmed'in talebelerinden nakledip ilim ehli birinin de "O sağ olsa Efendimize gelmesi vâcib olurdu" diye ihticacını anlatır. İbnü'l Cevzi devamla der ki: Bize imam Ahmed; Şüreyh b. Nu'man, Hüşeym, Mücâhid, Şa'bi, Câbir (r.a.) isnâdıyla Nebî’nin (s.a.s.) "Nefsim elinde olan Allah'a and olsun ki Mûsâ sağ olsaydı bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmazdı" 1894 diye buyurduğunu nakleder. Peki, Nebi (s.a.s.) ile beraber cum'a ve cemaat namazını birlikte kılmayıp onunla beraber cihad etmeyen biri nasıl sağ olabilir?
Görmüyor musun?! İsa (a.s.) yeryüzüne indiğinde bu ümmetin imamının arkasında kılıp, Peygamberimizin peygamberliğinde bir tahriş olmaması için öne geçmeyecek. Ebu’l-Ferec der ki: Hızır’ın varlığını isbat edip de, bu isbâtının içindeki bulunan şeriattan uzaklaşmayı unutanın anlayışı ne kıttır!
Ma'kul olan delile gelince, bunun dokuz yönü vardır:
1. Onun sağ olduğunu isbat eden onun Âdem’in (a.s.) sulbünden gelme evlâdı olduğunu söyler ki, bu iki yönden bozuk bir görüştür:
1891] Buhârî, Mevâkît 40; Müslim, Fazâil 217; Ebû Dâvûd, 4384; Tirmizî, 2251; Müsned, 2/88, 121
1892] Buhârî ve Müslim tarafından
1893] Müslim, Fazâilu’s-Sahâbe 220; Müsned, 3/284, 305, 314; Hakim, 4/499
1894] Müsned, 3/387, 338; Beyhakî, 2/11; Abdürrezzak, 10152, 19209; İbn Ebi Âsım, Sünne 1/27
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- O takdirde ömrü tarihçi Yuhannâ'nın kitabında belirttiğine göre Hızır, altı bin yaşında eder. Böyle bir ömür insan için söz konusu olamaz.
b- Eğer Âdem'in sulbünden gelme evlâdı olsaydı veya -iddia ettikleri gibi- çocuğunun çocuğundan olma dördüncü insan ve Zülkarneyn'in veziri olsaydı, onların vücut yapıları bizim yaratılışımız gibi değil, aksine boyu ve eni çok fazla olurdu. Sahihayn'da da Ebu Hüreyre (r.a.), Efendimizin; "Allah Âdem’i altmış zira' boyunda yaratmıştı. Ondan sonra insanlar hep noksanlaşmakta devam ede geldiler."1895 buyurduğunu nakleder. Hızır’ı gördüğünü söyleyen hiç bir kimse onu bu irilikte ve insanların en kıdemlisi olarak görmüş değildir.
2. Hızır Nuh'tan önce var ise gemiye Nuh (a.s.) ile binmesi gerekirdi. Böyle bir şeyi nakleden kimse yoktur.
3. Âlimler ittifak etmişlerdir ki, Nuh (a.s.) gemiden indiğinde beraberindekiler ölmüş, sonra nesilleri ölmüş, sadece Nuh’un (a.s.) nesli kalmıştır. Bunun delîli Allah’ın: “Biz, işte onun zürriyyetini bâki kıldık”1896 âyeti olup bu da "Hızır'ın Nuh’tan (a.s.) önce sağ olduğu" görüşünü yok eder.
4. Hem bu doğru olup insanoğlundan biri doğduğu günden bu dünya'nın sonuna kadar sağ olsa, doğumu da Nuh'tan Önce olsaydı, elbette bu en büyük âyet ve şaşacak bir şey olur, bu haber Kur'an’da çok yerde geçerdi. Çünkü en büyük Rubûbiyyet âyetlerinden olurdu. Allah (c.c.) Kur'an'da (Nuh aleyhisselâm’ı) 950 yıl yaşattığını haber verip onu bir (mûcize) âyet sayar. Ya hayatın sonuna kadar ömür verdiği ne olur? Bunun için ilim ehli birisi "bu fikri (Hızır’ın hâlâ hayatta olduğu görüşünü) insanlar arasına ancak şeytan atmıştır" demiştir.
5. Hızır’ın hayatıyla ilgili görüş, Allah üzerine ilimsizce yüklenmiş bir görüş olup bu da Kur'an'ın nassıyla haramdır.
İkinci mukaddime gâyet açıktır. Birinci ise: Eğer onun hayatı sâbit ise ona ya Kur'an delâlet ederdi, ya sünnet veya icmâ-ı ümmet delâlet ederdi. İşte Allah'ın Kitab'ı, onun neresinde Hızır'ın sağ olduğu? İşte Rasûlullah'ın sünneti, onun neresinde böyle bir delâlet var? İşte Ümmet'in âlimleri, onlar Hızır'ın sağ olduğuna icmâ ettiler mi?
6. Hızır’ın sağ olduğunu savunanların tek tutanakları, anlatılan hikâyelerdir. Adamın biri Hızır'ı gördüğünü söyler. Allah için, ne şaşacak iş(!) Hızır'ın belli bir alâmeti var da gören onu tanıyor mu? Bunların çoğu gördükleri şahsın "ben Hızır’ım" demesine aldanıyor. Ma'lumdur ki böyle bir sözü ortaya atanın sözünü Allah'tan bir delil olmadan tasdik câiz olamaz. Peki, Hızır'ı gördüğünü söyleyen adama kendinin Hızır olduğunu söyleyenin yalancı değil de doğru biri olduğu nereden ma'lum oluyor?
7. Hem Hızır Allah'ın Kelîm'i İmran oğlu Mûsâ’dan (a.s.) ayrılıp onunla arkadaşlığa devam etmedi, ona (âyette geçişine göre): "İşte bu, benimle senin arandaki ayrılıktır"1897 dedi. Nasıl olur da Mûsâ (a.s.) gibi bir Peygamber'den ayrılıp gitmeyi kendi nefsine râzı görür de sonra câhil ve şeriat dışı giden, Cum'a’ya ve cemaata
1895] Buhârî, Enbiyâ 1, 4/160, 8/62; Müslim, Cennet bab 11/28; Müsned, 2/315, 333, 535; Ebû Avâne, 1/158; Abdürrezzak, Mûsânnef (yetmiş zira ile) 19435
1896] 37/Sâffât, 37
1897] 18/Kehf, 78
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 459 -
gelmeyen, ilim meclislerine ayak basmayıp şeriatten hiçbir şey bilmeyen bu dervişlerle birleşmeye nasıl râzı olur? Bunların her biri "Hızır dedi ki", "bana Hızır geldi", "Hızır tavsiye etti ki" diye atar dururlar.
Hayret doğrusu, demek Hızır Allah'ın Kelîm'inden ayrılacak, sonra da abdest almasını bilmeyen, namaz nasıl kılınır anlamayan câhillerin sohbeti peşinde dolaşacak ha...
8. Hem Muhammed ümmeti "ben Hızır’ım" diyen kimse hakkında, o kimse "Ben Allah Rasûlünü şöyle şöyle söylerken işittim" demiş olması farzedildiğinde, dinde onun sözüne iltifat edilmez ve kendisi ile ihticac edilmez. Tâ ki Rasûlullah'a gelmediği ve ona biat etmediği ya da bu câhil kendisi ona gönderilmediğini söyleyene kadar. Bunda küfürden bir şeyler vardır.
9. Eğer Hızır sağ olsaydı, elbette kâfirlere karşı cihadı, Allah yolunda alâkası ve ordu safında bir saat yer alması; Cum'aya, cemaata gelmesi ve ilim öğrenmesi kendisi için vahşi hayvanlar arasında ıssız yerlerde ve tenha çöllerde dolaşmasından daha hayırlı olurdu. Böyle yapması ise en fazla ayıplanmasına ve ta'nedilmesine sebep olmaz mı? 1898
Mûsâ-Hızır Kıssasından Alınacak Ders ve İbretler
1) Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Kişi kendi bilgisiyle böbürlenmemeli, daha bilgili kişilerin ve hepsinin de üstünde Allah'ın daha bilgili bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Çünkü her ilim sahibinin üstünde ondan daha fazla ve farklı bir bilen vardır.
2) Olaylarda Allah'ın hikmetleri vardır. İnsanın kötü gördüğü birçok şey aslında iyidir. Ancak içyüzünü bilmediği için insan onu şer sanır. Bu bakımdan başa gelen olayları Allah'ın hikmetine havale edip sabretmeli ve sonunda onun hayırlı olacağını düşünmelidir. Bu bakımdan içyüzünü bilmediğimiz bir olayla karşılaştığımızda, duygusallıktan uzak kalıp, onun iç yüzünü öğreninceye kadar kesin bir hüküm vermemek en isabetli yoldur. Bu gibi hususlarda duygumuzla değil, aklımız ve imanımızla çözüm aramalıyız.
Meselâ karşımıza çıkan bir kazanın hayırlı olabileceğini, bizim için sonucun daha iyi olabileceğini düşünmemiz, İlâhi takdire teslimiyetin ifadesidir. Allah, hiçbir zaman haksızlık yapmaz. O'nun her yaptığında mutlak hayır vardır. Hz. Hızır'ın sağlam gemiyi delip kusurlu yapması, zâhiren masum olan bir çocuğu öldürmesi, kendilerini konuk edinmeyen bir kasabada yıkılmak üzere olan duvarı doğrultması, bunun açık örneklerinden bazılarıdır.
3) İlim öğrenmek için gerektiğinde başka yerlere gitmeli ve yol zahmetine, tahsîlin meşakkatine katlanmalıdır.
4) Yola giderken yanına bir arkadaş almak, arkadaşla yola gitmek uygundur.
5) İnsanın bilmediği bir şeyi hemen inkâr etmemesi, düşünüp içyüzünü öğrenmesi gerekir.
6) Verilen söze, kabul edilen şarta uymak gerekir.
1898] İbn Kayyim el-Cevziyye, Elmenâr'ül Münîf fi’s-Sahîh ve’d-Daîf, Tahkik Terceme ve Ta’lik Muzaffer Can, Cantaş Y., İst. 1992, s. 69-76
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
7) Hatadan ötürü özür dilemelidir.
8) Çocuklarını Allah'ın rahmet ve gözetimine ısmarlamak, onların geleceğini düşünmek lâzımdır. Nitekim geriye kalan çocuklarını düşünerek onlar için duvarın altında para saklamış olan kişi, sâlih bir insan olarak nitelendirilmiştir.
9) Peygamberlerin ilmi genellikle vehbî, başka bir deyişle ledünnîdir. Allah'tan alıp öylece bilgi sahibi olurlar. Ama her peygamberin özelliğine, içinde bulunduğu şartlara, hitap ettiği kavim ve toplumun kültür seviyesine göre kendisine bu ilimden verilir. Bütün peygamberler tevhid inancı esasında birleşirler, ama diğer fer'î ilimlerde farklı derecelerde olabilirler. Sebebine gelince: Allah'ın ilminin sonsuz ve sınırsız olduğunu bildirmek ve her bilenden daha çok bir bilenin bulunabileceğini hatırlamak ve ilim sahiplerinin bilgilerinin farklı olduğuna dikkat çekmek söz konusudur. Nitekim ledünnî ilme sahip olan Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bildiklerinin çoğunu Hz. Hızır’ın (a.s.) bilmediği gibi, Hızır’ın (a.s.) bildiklerinin birçoğunu da Hz. Mûsâ (a.s.) bilmiyordu. Nitekim Buhârî'nin tesbitine göre Hz. Hızır’ın (a.s.): "Ey Mûsâ, ben Allah'ın bana öğrettiği bir bilgi üzereyim, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın sana öğrettiği bir bilgi üzeresin, onu da ben bilmem." dediği rivâyet edilmektedir.
10) Bilmediğimiz konuları öğrenebilmek için bazı zorluklara katlanmasını bilmeliyiz. Nimet külfetsiz olmaz. Nitekim Mûsâ (a.s.), Hızır’ın (a.s.) ilminden yararlanmak için uzun ve yorucu bir yolculuk yapma ihtiyacını duymuş ve katlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın muradı da böyle olmasından yana idi. Zira dileseydi Hızır’ı (a.s.), Mûsâ’nın (a.s.) yanına sevkederdi. Nitekim Ashab-ı Kiramdan bazı zatlar, İslâm ülkelerine dağılan arkadaşlarının Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bizzat duydukları hadisleri onların ağzından duymak için develerine binip haftalarca yolculuk yapmışlardır.
11) Bilgisinden yararlanmak istediğimiz kişiye uymasını, saygı gösterilmesinin gereğini, lüzumsuz soru sormaktan kaçınmasını bilmeliyiz. Çünkü ilim çok şereflidir, azizdir ve kıymetlidir. İlim adamına saygı göstermek, peygamberlerin sünnetidir. Mûsâ (a.s.)'nın bir bakıma Hz. Hızır (a.s.)a uyup bilgisinden yararlanmaya çalışması bize bu sünneti hatırlatır.
12) Bilmediğimiz bir konuyu öğrenmekte çok sabırlı ve dikkatli olmamız gerekmektedir. Çünkü ilim ancak; zevk, heves, ilgi ve sabırla elde edilebilir.
13) Hocası rütbe itibariyle kendisinden aşağı da olsa, öğrencinin hocasına saygı göstermesi, ona itiraz etmemesi gerekir. Nitekim Mûsâ (a.s.) kendisinden aşağı derecede olan Hızır'a tâbi olmuş, ona saygı göstermişti
14) Âlimin bildiği ile yetinmeyip daha fazla şeyler öğrenmeye çalışması icap eder. Nitekim Hz. Mûsâ öyle yapmıştır. Âlimin ilmini artırması ve sefer için yanında yiyecek götürmesi de câizdir. Bu tevekküle engel değildir.
15) Unutmak gibi sevilmeyen şeyler mecâzî olarak şeytana nisbet edilebilir.
16) Bir kimse, ileride yapacağı bir işi söylerken önce “inşâallah” demelidir.
17) Tâbî olunup uyulan kişi, kendisine tâbi olana şart koşabilir.
18) Şart koşulan, söz verilen şey yapılmalıdır.
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 461 -
19) Kişi unuttuğu şeyden dolayı kınanmamalıdır. Genelde tekrar üç defa yapılır.
20) Gerektiğinde yabancı bir kimseden yiyecek istemekde sakınca yoktur.
21) Hata yapılınca mutlaka özür dilemek gerekir.
22) İcâre (ücretle çalışmak veya bir şeyi kiraya vermek) câizdir.
23) Hilâfı anlaşılıncaya kadar zâhirle hükmetmek câiz olduğu gibi, bizim için şarttır.
24) Hikmeti anlaşılsın anlaşılmasın şeriatin getirdiği her şeyi kabul ve teslim vâciptir.
25) Bir malın, büyük bir bölümünü kurtarmak için cüz'î bir bölümü telef edilebilir. Nitekim Hızır, gemiyi kurtarmak için bir bölümünü yaralamıştı.
26) Büyük bir fesattan korunmak için (başka seçenek yoksa) daha küçük bir zarar işlenebilir. Nitekim Hızır, ebeveyni kurtarmak için azgın çocuğu öldürmüştü.
27) Bir binayı ve eşyayı korumak, bakımını yapmak, onarmak gerekir; yıkılıncaya kadar ihmal edilmesi doğru değildir.
28) Fakir, geçimine yetmeyen araba, gemi gibi bir şey veya bazı âlet ve araçlara sahip olmakla fakir olmaktan çıkmaz.
29) İki zarar karşı karşıya gelince, büyüğünden kurtulmak için küçüğü irtikâb etmek gerekir. Yani, ehven-i şerreyn (iki şerden en ehveni) tercih olunur. Nitekim Hızır (a.s.), gemiyi kurtarmak için bir bölümünü yaralamıştır.
30) Hızır’ın (a.s.): "Ben bunu kendiliğimden yapmadım" demesi peygamberliğine bir delildir. Zaten hadis-i şerifler de Hızır’ın (a.s.) peygamberliğine kail olanlara delildir.
31) İyilik yapmayana iyilikte bulunmak, onun için hayırlı olanını düşünmek mü’mine yakışan bir haslettir. Kendilerini konuk etmeyen ve yiyecek bir şey de vermeyen kasaba halkına ait yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır’ın (a.s.) elini dokundurup doğrultması bize bu gerçeği öğretmektedir.
32) Hızır (a.s.), düzelttiği duvara karşılık ücret almamıştı. Mürüvvet sahibi insan da yaptığı her iyilikten hemen karşılık beklememeli, iyiliği Allah rızası için yapmaya çalışmalıdır.
33) Yanımızdaki hizmetçi, kapıcı ve odacılara "bey, efendi, arkadaş" gibi sözlerle hitap etmeli, onları üzecek, kıracak isim ve sıfatları kullanmaktan kaçınmalıyız. Nitekim, Mûsâ’ya (a.s.) refakat edip hizmetinde bulunan Yûşa İbn Nûn için Kur'ân-ı Kerim'de "fetâ/genç" tâbiri kullanılmıştır.
34) Bir peygamber bir mûcize gösterirse, onu kendi reyiyle göstermez. Rabbinin emir ve vahyi ile gösterir. Hızır’ın (a.s.) açıklamada bulunması, bunun güzel bir örneği sayılır.
35) Hz. Mûsâ ile Hızır (a.s.) kıssası İsrailoğullarının Tih sahrasında bulundukları yıllara rastlar. Hz. Hızır ile mülâkatından sonra Hz. Mûsâ yine oraya dönmüştür.
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bununla beraber bu olayın Mısır'dan çıkmazdan önce olduğunu söyleyenler de vardır. 1899
Hıdrellez
Hıd(ı)rellez; Daha çok Batı Türk dünyasında kutlanan bir halk bayramıdır. Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibâret olan hıdrellez, kökü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyâs kavramları etrafında dinî bir muhtevaya bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu bayram, merkezini özellikle Anadolu ve Balkanlar'ın, Kırım, Irak ve Suriye'nin teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün kullanılmakta olan Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs (eski Jülyen takvimine göre 23 Nisan) günü kutlanmaktadır.
Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri denizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yılda bir defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte, ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada İlyâs’ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hızır motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu bayramda icra edilen bütün merasimler Hızır'la ilgilidir. Bunun temel sebebi. İslâm öncesi devirlerde yukarıda zikredilen üç büyük kültürün hâkim olduğu alanda bu yaz bayramı vesilesiyle kültleri kutlanan insanüstü varlıkların daha ziyade Hızır'ın şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla özdeşleşmesidir.
Osmanlı Devleti'nde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıç tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski takvimde yıl İkiye ayrılmış olup 23 Nisan'dan (6 Mayıs) 26 Ekim'e (8 Kasım) kadar süren 186 gün "Hızır günleri" adıyla yaz mevsimini, 23 Nisan'a kadar devam eden 179 gün de "Kasım günleri" adıyla kış mevsimini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın sona erip yazın başladığı gün olarak kutlanmaktadır.
Hızır ve İlyâs'a tahsis edilen bu gün, İslâm dünyasının her tarafında kutlanmadığı gibi kutlandığı yerlerde de adı, tarihi ve yapılan merasimler aynı değildir. Her şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile İlyâs hakkında çok zengin bir inançlar ve efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir defa görüştüğü inancı mevcut olduğu halde bu gün belirlenmiş değildir; hatta Türk dünyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak olan şudur ki. İslâm dünyasının önemli bir kısmında ve bu arada Türkler arasında her zaman hıdrellez adı altında olmasa da Hızır ile İlyâs'ın birleştiği günün hâtırası çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde kutlanmaktadır. Nitekim XVI. yüzyılda İstanbul'a yerleşen Yesevî tarikatına mensup Türkistanlı müellif Hâzinî, bu tarikatla ilgili çok önemli bir kaynak olan Cevâhirü'1-ebrâr min emvâci'l-bihâr adlı eserinde (s. 196), başta Buhara ve Semerkant olmak üzere bütün Mâverâ ün nehir'de Hızır-İiyâs adına şenlikler yapıldığını kaydeder. Ayrıca Türkiye'deki Alevîler ve İran'daki Kızılbaş Karakoyunlu Türkmenleri (Çihiltenler) arasında şubat ayı ortalarında "Hızır Nebî Bayramı" adıyla hıdrellezden ayrı ve oruçla geçirilen bir bayramın kutlandığı bilinmektedir. Nevruz'dan altı hafta öncesine rastlayan bu bayram, eski on iki hayvanlı Türk takvimindeki yılbaşına tekabül etmekteydi.
1899] Ahmed Davudoğlu, sahih-i müslim tere, c. 9, s. 6149 (202); Mehmet Talu, Milli gazete fıkıh köşesi, 13-14-15 Mayıs 1999, s. 15; Ramazan Hûb, Hızır (a.s.), Kırk Kandil Y., s. 369-373
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 463 -
Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak ve Suriye Türkleri'ne mahsus bir halk şenliği olan hıdrellezin buralarda özellikle 6 Mayıs'ta kutlanması iklim ve tabiat şartlarıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine geçişi belirlemekte olup hicrî takvim sistemiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece güneşin Ülker burcuna girdiği bir zaman parçasıdır. Bu tarihten 7-8 Kasım'a kadar bu burcu güneşin batışından sonra görmek mümkün değildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker burcu güneş battıktan kısa bir süre sonra görülebilmektedir. Bu sûretle astronomik gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mevsime bölünmüştür. 8 Kasım bütün özellikleriyle kışın başlangıç tarihini, 6 Mayıs'a rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihini oluşturmaktadır. Pek çok arşiv belgesi, Osmanlılar döneminde devlet nezdinde bile işlerin yılın bu iki mevsimine, yani "rûz-i Hızır'dan (Hızır-İIyâs'tan) rûz-i Kasım'a" veya "rûz-i Kasım'dan rûz-i Hızır'a" kadar olan iki döneme göre planlandığını göstermektedir.
Öte yandan 6 Mayıs, Türkler'in Anadolu'ya yahut daha genel bir ifadeyle Ortadoğu'ya geldikten sonra tanıdıkları bir tarihtir. Zira Doğu Htristiyanlığfnın Aziz Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios, Saint George) ya da Yeşil Yorgi kültü bu tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı'nda çok önemli bir yeri olan bu kült zaman içinde Hızır-İlyâs kültü ile birleşerek özdeşleşmiş ve bu sûretle 6 Mayıs tarihi Ortadoğu ve Balkanlar'da hıristiyan-müslüman kültür etkileşimi sonucunda hem Aziz Yorgi hem de Hızır-İlyâs kültünün iç içe girmesinin bir sonucu olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Müslümanlarca Hızır ve hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya İslâm'la da Hıristiyanlık'la da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve Balkanlar'da hem müslümanların hem de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz bayramının kökü İslâm ve Hıristiyanlık öncesi İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Mezopotamya ve bütün Doğu Akdeniz çevresindeki ülkelerde bazı tanrılar adına bahar veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinlerin yapıldığı bilinmektedir. Milâttan önce III. bin yılın sonlarında, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fırat ve Dicle nehirlerinin hayat verici gücünü simgeleyen Tammuz (Dumuzi) İlâhı adına bahar mevsimi başlangıcında Mezopotamya'daki Ur şehrinde görkemli âyinler yapıldığını gösteren tabletler bulunmaktadır. Tammuz, tabiatın ölüşü (sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar, yaz) birlikte ölen ve yeniden dirilen bir tanrı kabul edilmiştir. Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz kültü, İbrânîler kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunanistan'a ve Anadolu'ya geçmiş, burada da aynı tanrı Adonis adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi'nde bulunan Boğazköy tabletleri, benzer âyinlerin Hititler zamanında Anadolu'da yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı Telipinus için icra edildiğini göstermektedir. Ayrıca eski İran'da yine yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı için bahar mevsiminde özel âyinler yapıldığı, Nevruz'un da bunlardan doğduğu bilinmektedir. Avesta'da dişi varlıklar olarak kabul edilen Haurvatât suların, Ameretât ise bitkilerin koruyucusu kabul ediliyordu.
Tabiatın âdeta yeniden dirilmesi demek olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağlarda dünyanın her tarafındaki insanların hayatında önemli bir olaydı. Bu olayın birtakım tabiatüstü güçlerle temsil edilmesi ve bunların şerefine âyinler düzenlenmesi evrensel bir olay olmalıdır. Nitekim eski Orta Asya'daki Türk
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
boylarında da benzer âyinlerin yapıldığı bilinmektedir. Bu âyinler Yâkutlar'da nisan, Tunguzlar'da mayıs, diğer bazı boylarda mart ayında icra ediliyor ve büyük merasimlerle kutlanıyordu. Kısacası, hıdrellez bayramının kökünde bütün bu kültürlerdeki bahar ve yaz bayramları geleneklerinin uzun asırlar süren katkılarını kabul etmek doğru olacaktır. Bu katkıların en sonuncusu da Hızır ve İlyâs'ın şahsiyeti etrafında gelişen İslâmî halk kültürüdür.
Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım uygulamalar, bu halk bayramının putperest köklerini çok daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İslâm âlimleri bu durumun farkına vararak bu konuda yasaklayıcı fetvâlar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti'nde de hıdrellez kutlamalarının dinî açıdan sakıncalı olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüzyılda Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebussuûd Efendi, böyle bir günün kutsallığına inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin, yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söylemektedir.1900 Mouradgea d'Ohsson da hıdrellez merasimlerinin Osmanlılar döneminde çok yaygın biçimde kutlandığını belirterek bunun vazgeçilmez bir gelenek halini aldığını ifade etmiştir.
Türkiye'de "hıdırellez", Kırım ve Dobruca'da "hıdırlez", Makedonya'da "edirlez" (ederlez), Kosova bölgesinde "hıdırles" (hedirles, hadırles) gibi değişik biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri, çeşitli ülke ve yörelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir. Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı gibi genellikle bolluk ve bereketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının öne çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazen içinde türbe de yer alan mesire yerlerinde kutlanan merasimlerdir.
5 Mayıs günü temizlik yapıp yiyecek ve içecek hazırlama gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün merasimleri, âdet ve gelenekleri dört grupta toplamak mümkündür.
1. Şifa ve sağlık talebine yönelik olanlar.
2. Uğura, bereket ve bolluk talebine yönelik olanlar.
3. Mal mülk, mevki ve servet talebine yönelik olanlar.
4. Kısmet ve talih açmaya yönelik olanlar. Meselâ hıdrellez günü kır çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin hastalıklara şifa vereceği, hıdrellez gecesi bütün sulara nur yağacağından o gece suya girmenin her türlü hastalığa karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci gruba örnek gösterilebilir. Genellikle hıdrellez gecesi Hızır'ın yeryüzünde dolaştığı ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancı çok yaygın olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağzının açık bırakılması, dileklerin bir kâğıda yazılarak gül ağaçlarının dibine konulması vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara örnek sayılabilir. Bunlara benzer pek çok örneğe her yerde rastlamak mümkündür.
Hıdrellez merasimleri Hızır ile İlyâs’ın buluşmasına atfen hemen daima toplu olarak gerçekleştirildiği için bazı kasaba ve şehirlerin yakınında yeşillik bir mekândan oluşan ve "hıdırlık" denen, insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği bir mesire yeri bulunur. Bu yerlerde icra edilen merasimler, eski devirlerde aynı zamanda evlenme yaşına gelmiş genç kız ve erkeklerin birbirlerini görüp
1900] Düzdağ, s. 117
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 465 -
beğenmelerine de imkân vermekteydi.
Hıdrellez inanış ve âdetleri folklorda olduğu gibi edebiyata da köklü biçimde yansımış ve Gılgamış destanından bu yana mitoslar halinde yazılı ve sözlü edebiyat geleneğinde yer almıştır. Anadolu'nun pek çok yerinde hıdırlık denilen mesirelerin bulunması ve hıdrellez başta olmak üzere bahar eğlencelerinin buralarda düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez temasının canlı tutulmasına sebep olmuştur.
Dede Korkut’tan itibaren Ebû Müslim, Battal Gazi, Dânişmend Gazi, Sarı Saltuk, Köroğlu gibi kahramanların hayatı etrafında teşekkül eden destanî romanlarda gerek Hızır ve İlyâs'ın kişilikleri, gerek hıdrellez günü, gerekse hıdırlıklarda devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler ekseninde yer yer hıdrellezin de zikredildiği görülür. Klasik Türk şairleri "evvel bahar"ı (ilkbaharı) andıkları zaman genellikle hıdrellez günlerini kasdetmekte ve baharı konu edinen Şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya bu günleri anlatmaktadırlar.
Bazı mesnevilerde de hıdrellez ve hıdırlık bir çevre ögesi olarak anılır. Meselâ Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa'nın Hurşîdnâme'sinde Hurşid, uğruna ölen âşığının mezarına türbe yaptırır ve adını Hıdrellez koyup burada sık sık Ferahşâd ile buluşur. Halk Şiiri geleneğinde "badeli âşık"ların Hızır elinden dolu (bâde) içmeleri (klasik Şiirde de ağzına Hızır'ın tükürdüğü kişinin güzel Şiir söyleyeceği rivâyeti) ve zaman zaman hıdırlık mevkiinde saz çalıp Şiir söylemeleri gelenektendir. Hıdrellez ile alâkalı zengin folklor malzemesinin bulunduğu en önemli eser Evliyâ Çelebi'nin Seyahatnâme'sidir. 1901
Hıdrellez şenlikleri yapılırken özellikle dilek tutan genç kızlar tarafından söylenen aşk ve hasret dolu mâniler anonim halk edebiyatının önemli bir bölümünü oluşturur. Bu tür mânilere bütün Türk dünyasında rastlamak mümkündür. Bunun yanında halk Şiiri geleneğine uyularak bazı saz şairlerince hıdrellezi konu alan Şiirler de söylenmiştir. Divan edebiyatında da hıdrellez çeşitli özellikleriyle birçok beyitte yer almıştır. Osman Şems Efendi'nin bir hıdrellez günü İstanbul'dan Bursa'ya gitmek için vapura binerken söylediği. "Devran bizi yârân-ı kadîmden ayırdı / Oldukları gün Hızır ile İlyâs mülâkî" beyti bunun bir örneğidir. Modern Türk Şiirinde de hıdrellezden ilham alan manzumeler tertiplenmiştir: Arif Nihat Asya'nın "Hıdırellezde Kızlar" adlı Şiiri bunlardan biridir. 1902
Günümüzde kullanılan mânasıyla hıdrellez; insanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan, düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen "bahar bayramı" inancıdır ki tam bir bid'at olarak ortaya çıkmıştır.
İlyas (a.s.) İsrailoğulları peygamberlerinden olup Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Elia" diye zikrolunan peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir.
1901] bk. II, 232-233; III, 90 vd.
1902] Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., c. 17, s. 313-315
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. İlyas (a.s.) ya da "İlyasîn" şeklinde ismi zikredilen,1903 peygamberliği bildirilen "Hiç şüphe yok ki İlyas gönderilen peygamberlerdendir",1904 şeklinde hitab edilen İlyas (a.s.) İsrailoğullarına Allah'ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba'l" adında dört cepheli put'a tapıyorlardı. Hz. İlyas'ın bütün gayretlerine rağmen İsrailoğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş, Hz. İlyas'ın Peygamberliğini yalanlayarak1905 onu ülkeleri olan Ba'lbak'ten çıkarmışlardı. Fakat Allah'ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve İlyas’ı (a.s.) geri çağırmışlardı. Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine İlyas (a.s.) oradan uzaklaşmıştır.
Sahihliği tartışılan rivâyete göre İlyas (a.s.)'ın İsrailoğullarından ayrılması Hızır (a.s.) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşmaya "Hızır - İlyas" denirken sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir.
Halk İnançlarında Hıdrellez:
Halkın kabul ettiği Hızır anlayışında darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını görmek mümkündür. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır; öküzü arabaya koşmama... vb. gibi İslâm'la çelişen ve din ile ilgisi olmayan birçok inançlara rastlanmaktadır. Aynı şekilde Hıristiyan inancına göre Saint Georges yortusu da Türkiye’deki halk gelenekleriyle paralellik arzeder ve Hıdrellezle aynı günde kutlanmaktadır. Görüldüğü üzere İslâm'ın Tevhid bilincinden uzak, sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntılarını uzantılarını yansıtan günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de göstermektedir ki İslâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslâm'ın gerçek kimliğine karşı çıkma düşüncesinin neticelerini gözler önüne sermektedir.
Şu anda geçerli ve yürürlükte bulunan Hıristiyan kültürüne paralel olarak İslâm dünyasının seküler (secular) rejimlerle yönetilmesi ve bu kültürlerinde İslâm öncesi mitolojik özelliklerden oluşan geleneksel "Ulusal İslâm" anlayışıyla paralellik arzetmesi, müslümanların tevhidî bilinçlerinden uzak olmalarının bir neticesidir. Şüphesiz ki Allah'ın vaadiyle İslâm dünyası kendini değiştirmedikçe Allah da müslümanların durumunu düzeltmeyecektir. Allah şöyle buyuruyor; "Kim İslâm'dan başka bir din (hayat nizamı) ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır. Kendilerine apaçık deliller gelmiş, O Peygamber'in şüphesiz bir hak olduğuna da şâhitlik etmişlerken imanlarının arkasından küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir (muvaffak eder)? Allah zâlimler gürûhunu hidâyete erdirmez. Muhakkak Allah'ın Meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerlerinedir. İşte onların cezaları." 1906
Âb-ı Hayat
Âb-ı hayat: İçeni ölümsüzlüğe kavuşturduğuna inanılan efsanevî su demektir. Tasavvuf Anlayışında âb-ı hayat: İslâm-Türk kaynaklarında ve edebî mahsullerinde aynü'l-hayât, nehrü'l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat
1903] 37/Sâffât, 130
1904] 37/Sâffât, 123
1905] 37/Sâffât, 124
1906] 3/Âl-i İmrân, 85-87; Naci Yengin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 399-400
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 467 -
çeşmesi, bengi su, dirilik suyu, bazen de Hızır ve İskender'e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan bu efsanevî su, aslında bütün dünya mitolojilerinde mevcut bir kavramdır. İnsanın yeryüzünde görünmesinden itibaren hemen her toplumda hayatın kısalığı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mahsuller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri mücadeleleri anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi gerçekten şaheser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen farkedilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağlayan suyun (âb-ı hayât) varlığına olan inanan doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı önemin rolü çok büyüktür. Onun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kendini göstermiş ve ölümsüzlük kazandıran âb-ı hayât efsanesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.
Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası anlatılırken (bk. 18/Kehf, 60-82), dolaylı olarak temas edilmiştir. Âyet metinlerinde anlatılanlar özetlenecek olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: İsrâiloğullan'nın peygamberi Hz. Mûsâ bir gün genç arkadaşıyla birlikte, kendisiyle buluşması emredilen şahsiyetle görüşmek üzere yola çıkar. Buluşma mevkii "iki denizin birleştiği yer" (mecmau'l-bahreyn)dir. Hz. Mûsâ burasını tanıyabilmek için yanına azık olarak aldığı balıktan faydalanacaktır. Çünkü balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işarettir. Ancak Hz. Mûsâ'nın genç arkadaşı, deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutmuştur. Yolda yemek için konakladıklarında ise durumu kendisine anlatır, Bunun üzerine Hz. Mûsâ tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından "rahmet" ve "gizli ilim" verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve el-Müstedrek'te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de ve Buhârî dışındaki hadis kaynaklarında Hz. Mûsâ ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhârî’de mevcut değişik bir rivâyette bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre. "Hızır'la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak (ayn) vardı ki buna "hayat kaynağı' (aynü'l-hayât, âb-ı hayât) deniyordu. O suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı."1907 Âb-ı hayât kavramına İslâm ilahiyatı literatüründe rastlanılan ilk yer burası olmalıdır. Ancak, Buhârî bu hadisi öteki rivâyetlerin ardından, isnad zincirini vermeksizin ve şüpheli bir rivâyet tarzında zikrederek söz konusu rivâyete güvenmediğini ortaya koymak istemiştir. Bununla birlikte bu hadis Hızır meselesinde çok önemli yeri olan mitolojik âb-ı hayât kavramının o devir Arap toplumunda gâyet iyi bilindiğini belgelemiş olmaktadır.
Balığın canlanması konusunda Kur’ân-ı Kerîm'de bilgi olmadığı için Buhârîdeki rivâyet önem kazanmış, diğer hadislerde de bu konuda açıklama bulunmadığından balığın âb-ı hayâttan sıçrayan sularla canlandığı yolundaki izah tarzı hemen bütün kaynaklarda birinci derecede itibar görmüştür. Bunun bir sebebi de herhalde halk arasında âb-ı hayât ile ilgili inançların çok yayılmış bulunması olsa gerektir. Nitekim bu kavram Hızır'dan bahseden bütün klasik kaynaklarda yer bulmuş ve pek çok folklor malzemesi ile giderek zenginleştirilmiştir.
1907] Buhârî, 'Tefsir, Süretü'l-Kehf, 4
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası, Kitâb-ı Mukaddes'teki benzer rivâyetler dolayısıyla Kurân-ı Kerîm'deki peygamber kıssalarıyla ilgilenen ve bunların kaynaklarını tesbit etmeye çalışan müsteşriklerin daha ilk planda dikkatlerini çekmiştir. Wensinck’e göre bu kıssa "suyun içindeki ebedî ot" imajının yer aldığı Gılgamış destanı ile İskender ve yahudi efsanelerinin sağladığı malzemelerin oluşturduğu bir hikâyedir. 1. Friendlaender bu kıssanın İskender hikâyesi ve yahudi efsanesinin isim değişikliği sûretiyle adaptasyonundan ibaret olduğunu söyler. Bütün müsteşriklerin birleştikleri, ama en çok Friendlaender'in üstünde durduğu İskender hikâyesi birçok araştırma ve metin neşrinin konusu olmuştur. Onun bütün versiyonlarını en iyi inceleyen ve tahlilini yapan Friendlaender, İskender efsanesini kıssanın kaynağı olarak kabul etmek gerektiği sonucuna varmıştır. L. Massignon da ağırlığı İskender hikâyesine verir ve Kur'ân-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssasını (bk. 18/Kehf, 83-98) buna delil gösterir. Gerek Friendlaender, gerekse Wensinck ve Massignon'a kıssanın İskender efsanesiyle alâkasını takviye eden ipuçlarını müfessir, muhaddis ve tarihçilerin bu efsaneden yaptıkları aktarmalarla Kur'ân-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssasının sağladığı görülmektedir. Ancak Kuranda bu kıssanın Hızır kıssasıyla bağlantısını ima eden her hangi bir işaret yoktur. Üstelik Zülkarneyn kıssası tamamen bağımsız bir kıssadır.
Büyük İskender'in adı etrafında teşekkül eden İskender efsanesi, yazıldığı yerlerde pek çok mahallî unsuru da alarak zenginleşmiştir. Milâttan önce teşekküle başlayan bu Grekçe efsane, milâttan sonra 300 yıllan civarında tamamlanmıştır. İskender efsanesi Süryânice'ye de aktarılmış, Süryânice metinde İskender'e "iki boynuzlu" lakabı da eklenmiştir. Arapça'daki Zülkarneyn'in bunun tercümesi olduğu öne sürülmektedir. Bu efsanenin Grekçe ve Süryânice metinlerinin muhtevası şöyle özetlenebilir: İskender, insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme (âbı hayât) olduğunu âlimlerden öğrenir. Bunu aramak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider, orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya değer değmez canlanır ve içine atlayıp kaybolur. Aşçı bu suyun âb-ı hayât olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender'e anlatır. İskender aşçının tarif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve kızarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak denize attırır. Burada aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayatına devam eder.
Ortadoğu'da gerek gayri müslimler, gerekse onlar aracılığıyla müslümanlar arasında benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesi, Ortaçağ İslâm dünyasında son derece yaygınlık kazanmıştır. IX. yüzyıldan itibaren müfessirler böyle bir şifahî ve yazılı malzemeyi ellerinin altında hazır bulmuşlar ve Kur'ân-ı Kerîmdeki Zülkarneyn kıssasını açıklarken geniş ölçüde kullanmışlardır. Bu efsanenin İslâmî kaynaklarda mevcut metinleri şöyle özetlenebilir: Nuh Peygamber'in torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedî hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran âb-ı hayâttan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivâyete göre Allah bunu Sâm'ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa' ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayât, "karanlıklar ülkesi"ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler, bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar.
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 469 -
Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de insanüstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn'le karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz, kaderine râzı olur. Bir müddet sonra ölür.
Gılgamış destanındaki "su içinde otun sağladığı ebedî hayat" kavramı ve bunun Gılgamış tarafından aranması, İskender efsanesine kaynaklık etmiş olabilir. Çünkü m.ö. 3000-2000 yıllarına kadar inen Mezopotamya destanının, İskender efsanesinin teşekkülü sırasında, İskender'in ebedî hayat veren suyu araması epizodu olarak kullanılması, coğrafî mevki ve kültürel çevre olarak imkânsız değildir. Müsteşriklerin hiçbiri bu noktayı dikkate almamışlardır. İskender efsanesindeki aşçının, canlanıp suya atlayan tuzlu balığı ile Hz. Mûsâ' nın canlanıp denize atlayan balığı arasında bir benzerlik görülmekteyse de gerçekte Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadislerin naklettiği olayların bu efsane ile benzerliği yoktur. Çünkü bu olaylarda ebedî hayat bahşeden âb-ı hayâtı aramaya giden birileri söz konusu değildir. Bununla birlikte müsteşriklerin ileri sürdükleri tezler müfessir, muhaddis ve tarihçilerin kıssayı açıklarken verdikleri malumat için tam anlamıyla geçerlidir. Müsteşriklerin gözden kaçırdıkları en önemli nokta budur, yani onlar meselenin tahlilini yaparken Kur'ân-ı Kerîm’in metni ile müfessirlerin metinlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Efsane bu haliyle diğer İslâmî edebiyatlarda olduğu gibi Türk edebiyatında da İskendernâme denilen bir edebî türün oluşmasına yol açmıştır.
Müslümanlığı kabul ettikten sonra Arap, Fars ve Türk milletlerinin dinî ve din dışı edebiyatlarında Hızır, Hızır-İlyas, âb-ı hayât gibi kavramlar ve bunlarla ilgili giderek zenginleşen mitolojik mahsuller sık sık işlenip yeni örnekler ortaya konulmuştur. Pek çok Arap edip ve şairi ile Attar, Fahreddîn-i Irâkî ve Hafız gibi İranlı mutasavvıf şairlerin bu konuları işlediği yahut mazmun olarak kullandığı görülür. Tasavvufta âb-ı hayât, Allah'ın "el-Hayy" isminin hakikatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, âb-ı hayâtı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın "hay" sıfatıyla hayatta olduğu gibi, diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı Hakk'ın hayatıdır. Âb-ı hayât, çeşitli İslâm milletlerinin halk edebiyatı mahsullerine bir motif olarak girmiş ve yüzyıllardan beri kullanılagelmiştir. İslâmî Türk edebiyatı da bu genel eğilime kayıtsız kalmamış, Orta Asya, Çağatay ve Azerî edebiyat sahaları kadar Anadolu Türk edebiyatı da bu konularda zengin bir varlık ortaya koymuştur. Ab-ı hayât kavramının Hızır ve Hızır-İlyas'a bağlı olarak ilk işlenmeye başladığı edebî mahsuller, konunun dinî bir mahiyet arzetmesinden dolayı, dinî-tasavvufî edebiyat sahasında görülmüştür. Bu kavramların gerek kendi hakiki anlamlarında ve tasavvufî yönde, gerekse birtakım semboller olarak kullanıldığı edebî eserlerin başında tasavvufî divanlar gelir. Türk edebiyatı bu türün çok zengin örneklerine sahiptir. Bunların en güzellerinden biri Mevlânâ'ya aittir. O, Dîvân-ı Kebir’de bu kavramları hem gerçek anlamlarıyla, hem tasavvufî remiz olarak, hem de edebî mazmun olarak kullanmıştır. Meselâ "Hızır Tanrı keremiyle âb-ı hayâta kavuştu"1908 mısraı, işaret olunan gerçek anlamı yansıtmaktadır. "Sen ya baştan başa cansın yahut zamanın Hızır'ı, yahut âb-ı hayât; onun için halktan gizlenmedesin"; "Sana nasıl Hızır
1908] II, 62
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demeyeyim ki âb-ı hayât içtin, sen âb-ı hayâtsın; suvar, kandır bizi"1909 mısraları ise şeyhi Şems-i Tebrîzî’yi kasteden mânalardır. Yunus Emre. "Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler / Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi" mısralarıyla tasavvuf ehlinin görüşlerini paylaşmıştır. Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıf şairler âb-ı hayât kavramını tasavvufî mazmun olarak kullanmışlardır. Âb-ı hayât, Bektaşî Kızılbaş nefeslerinde de geniş şekilde yer almıştır.
Âb-ı hayât kavramı din dışı edebiyatta İskendernâmeler'de, divan ve halk edebiyatında kullanılmıştır. İskender'in yahut Zülkarneyn'in âb-ı hayâtı aramak için yaptığı yolculukları, bu yolculuklarda karşılaştığı tehlike ve tuhaf olayları, yaptığı savaşları anlatan efsanelerin daha erken devirlerde İslâm dünyasında yazılması, başta Araplar, İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintliler, Malayalı-lar ve Cavalılar'a varıncaya kadar muhtelif milletlerde İskendernâmeler'in yazılmasına yol açmıştır. Türk edebiyatında özellikle Ahmedî’nin (ö. 1413) İskendernâme'si, kendinden sonra gelen bazı manzum ve mensur Türkçe İskendernâmeler'e numûne olmuş ve türün en güzel örneklerinden birini teşkil etmiştir.
Âb-ı hayât, divan edebiyatında Hızır mazmunu kadar çok kullanılmıştır.1910 Türk halk edebiyatında da Hızır'ın âşıklık geleneğindeki temel yeri dolayısıyla hemen her âşık Hızır, Hızır-İlyas dolayısıyla da âb-ı hayâttan bahseder. Divan Şiirinde âb-ı hayât gibi mazmun ve kavramlar kısmen bunlar etrafındaki inançları da hatırlatmakla beraber, asıl edebî bir mazmun olarak genellikle sevgili ve onun çeşitli vasıflarını sembolize etmek için kullanılmışlar; âşık edebiyatında ise halk inançlarını yansıtır biçimde ele alınmışlardır. 1911
Edebiyatta Âb-ı Hayat Deyimi
Halk ve divan edebiyatında âb-ı hayâtla ilgili zengin motifler teşekkül etmiştir. İçenin ebedî hayata kavuşması, ölümden kurtulması, öldürülse bile tekrar dirilmesi, ihtiyarsa gençleşmesi, hastaysa iyileşmesi gibi genel telakkilerin dışında âb-ı hayât, vahdet sırrına ermektir. Bu itibarla iman veya İslâm, âb-ı hayât ve kevsere benzetilir. Mü’min ise bunu içen kimsedir. Aynı zamanda Kurân-ı Kerîm de âb-ı hayâttır. Zira onun gelmesiyle nice ölmüş gibi olan canlar dirilmiş, nice inkâr ve şirk hastaları şifa bulmuştur. Kâbe vahdeti, Hakkın birliğini, İslâm ve imanı temsil ettiği için âb-ı hayât olarak tasavvur edilir. Siyah örtüsü "karanlıklar'a (zulümât) benzetilerek âb-ı hayâtla bir başka ilgi kurulur. Hz. Peygamber bir âb-ı hayât çeşmesidir. Ölü gönüller onun sözleriyle şifa ve ebedî hayat bulurlar. Şefaati de mü’minler için âb-ı hayâttır. Methedilen kişinin, padişahın, sevgilinin, velîlerin, kâmil insanın, âlim ve âriflerin söz ve nasihatleri de âb-ı hayât gibidir. Bazen şairler de ilâhî feyiz ve İlhamla yazdıklarına işaret etmek için sözlerini âb-ı hayât olarak takdim ederler.
Edebiyatçılara göre; aşksız insan ölü gibidir. Bu itibarla aşk âb-ı hayâttır. Sevgili, sevgilinin vuslatı, hatta ayak bastığı yer, eşiği, ayağının tozu, toprağı âşığın hayat kaynağıdır. Ağız veya dudaklar mecazen âb-ı hayâttır. Ağzın hareketi can ve hayat nişanıdır. İrşad, iman ve feyiz vermek de sözle olabilmektedir; onların
1909] I, 92
1910] Bazı örnekler için bk. A. Yaşar Ocak, Hızır-İlyas Kültü, s. 175 vd.
1911] Ahmet Yaşar Ocak, TDV İslâm Ans., c. 1, s. 1-3
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 471 -
da kaynağı ağızdır. Sevgilinin dudakları âşığına hayat verir, can bağışlar. Onun için busesi bir can çeşmesidir. Âşık sevgilinin busesi ile ölümü temenni eder. Çünkü o yine dudaklar sebebiyle yeniden hayata kavuşacaktır. Dudaklar ölüme derman olduğu gibi özellikle aşk derdine, hastalığa şifa ve ilâçtır. Hükümdarın dudağı. Ölüm mahkûmunu affederek ona hayat bağışladığı için âb-ı hayâttır. Siyah saçlar "karanlıklar ülkesine benzetilir. Vahdeti temsil eden dudak bu yönden de iman ile ilgilidir. Sevgilinin gözleri de hayat pınarıdır.
Şarap da (aşk şarabı, ilâhî aşk şarabı) âb-ı hayâta benzetilir. Bu şekilde şarapta bulunan kırmızılık (= ateş: aşk, hararet, iştiyak) ile sıvı oluş (= su: sükûn, teskin, vuslat) arasındaki tezada işaret edilir. Gönül, kalp, ruh, insana maddî ve manevî hayatiyet sağladığı İçin âb-ı hayât; vücut bunların kafesi, örtüsü ve koruyucusu olduğu için, karanlıklar ülkesidir. Tenine, nefsine veya mâsivâya mahkûm olan kişi, İskender gibi ten karanlığında yolunu kaybeder; gönlü hayat pınarına ulaşamaz.
Edebiyatımızda yer yer edep, terbiye, lütuf, ihsan, adalet, ilim, irfan, eser bırakma gibi hususlarla hayat kaynağı, ölümsüzlük arasında çeşitli İlgiler kurulmuştur. Bilgi ve söz yazı ile. yazı da mürekkeple ebedîleşir. Yazı vasıtası kalemdir. Bu bakımdan mürekkep kalemi, yazıyı, bilgiyi ve düşünceyi ölümsüzleştiren bir hayat ırmağıdır. Mürekkebe gidip gelerek ıslanan kalem âb-ı hayâta kavuşan, onu içen Hızır misalidir. Mürekkep ise siyah rengiyle karanlıklar diyarını temsil eder. Mürekkebin bulunduğu yer olan divit (hokka) yine karanlıklar diyarıdır. Ayrıca kalem, ebedî feyiz çeşmesinin lülesi ve musluğudur.
Gökyüzü, gece siyahlığı dolayısıyla karanlıklar ülkesidir. Ay, özellikle dolunayın şekli, parlaklığı ve rengi bakımından siyah-beyaz tezadı içinde pınara, âb-ı hayâta benzetilir. Güneş bütün canlılar için su gibi daimî bir feyiz ve hayat kaynağıdır. Geceleyin kaybolan güneş zulmette gizlenen âb-ı hayât, gündüz gökyüzü ise içinde âb-ı hayât bulunan altın bir kadehtir. Bahar mevsimi, bahar rüzgârları ve yağmurlar tohumların, bitkilerin yeşermesine, dirilmesine sebep ve yardımcı olduklarından ölüyü dirilten âb-ı hayât misalidirler. Çeşme, havuz, sebil vb. dolayısıyla yazılan kasidelerde ilgili suyun âb-ı hayâta benzetilmesi, her zaman için karşılaşılabilecek hususlardandır.
Âb-ı hayâtın yanı sıra Hızır, İskender ve zulmet konulan, yine çok defa onunla ilgili motifler halinde ele alınmıştır. Meselâ Hz. Ali ve Mevlânâ gibi belli isimler veya herhangi bir velî, pîr, mürşid-i kâmil Hızır'a benzetilir. Onların irşadı, rehberliği ve himmetleri Hızır'ın âb-ı hayâtı gibi şifadır. Hızır sevilen ve övülen kişidir, sevgilidir, padişahtır, vezirdir, dosttur. Sevgilinin kendisi, dudakları veya yanakları âb-ı hayât ise âşık da onu arayan Hızır'dır. Hızır ediptir. Şair söz ve mâna Hızır’dır. Nasıl Hızır âb-ı hayâtla diri kalmışsa şair veya yazar da Şiiriyle, eseriyle, sanatıyla ebedîdir.
Hızır seyahatler etmiş ve etmektedir. Âşığın gönlü de sabırsız ve kararsızdır; yerinde duramaz, seyahatler eder, âb-ı hayâtı (sevgilisini) arar. Hızır'ın yürüdüğü yerlerde kuru otlar yeşerir. Kalemin de arkasında otlar, çimenler gibi harfler, yazılar teşekkül eder. Gonca gül yeşilliği, gizliliği yönünden elinde âb-ı hayât kadehi tutan Hızır'a benzetilir. Hızır uzun ömrü ifade eder. Genellikle sevgilinin boyunu temsil eden servi (tasavvufî açıdan vahdet) yeşilliği, yüksekliği ve uzunluğu itibariyle uzun ömre delâlet eder. Dolayısıyla Hızır-servi münasebeti kurulur.
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün arzu ve mücadelesine rağmen âb-ı hayâtı bulamayan İskender, muradına kavuşamayan kimseyi temsil eder. Bu sebeple âb-ı hayâta, âb-ı İskender veya âb-ı İskenderî de denilmiştir. Aklın varabileceği nokta sınırlı, gönlün ise sonsuzdur. En güzeli akıl ve gönlün birlikte olmasıdır. Bu itibarla İskender akıl, Hızır ise gönüldür. "Gönül Hızın", ten zulmetinde âb-ı hayâtı bularak, "nefsini bilen, rabbini bilir" sırrına ermiş; "akıl İskenderi" yabanda kalmıştır.
Bir başka açıdan Hızır akıldır, kılıç İskender'e benzetilir. bazen de kılıç ile âb-ı hayât arasında ilgi kurulur. Kâfirin gönlü imansızlıktan kararmıştır. İskender'in zulmette âb-ı hayâtı araması gibi kılıç da kâfirin kalbinde iman arar, bulamaz. İskender cihan fâtihidir; şarkı ve garbı fethetmiş, gücü ve şöhreti bütün dünyaya yayılmıştır. Bu bakımdan şâir (veya yazar), Şiirinin üstünlüğünü, şöhretini, meşhurluğunu belirtmek için kendisini, şâirliğini veya ilhamını (Şiirini) İskender'e, kalemini Hızır'a, sözünü veya mürekkebini âb-ı hayâta benzetir.
Destan ve masallarda bazı hayvanların âb-ı hayât içerek ölümsüzleşmesi motifleri vardır. Bunlardan en meşhuru Köroğlu'nun atıdır. O. hayat pınarından içmekle ebedî hayata kavuşmuştur. At ve âb-ı hayât ilişkisine divan Şiirinde de rastlanılmaktadır. 1912
Hızır ve Bâtıl İnançlar, Hurâfeler
Başta Buhârî olmak üzere,1913 birçok hadis kitabında rivâyet edilen hadis-i şerifte Hz. Hızır’ın şu sözü dikkatimizi çekiyor: “Ben Allah’ın bana öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.”
Hz. Mûsâ (a.s.) Allah'ın elçisidir. Elçiler Allah'ın kendilerine verdiği görevi yaparlar. Bu da insanlara doğru yolu göstermek ve onlara rehberlik yapmaktır. Şu âyet bunu açıkca belirtmektedir: “Ey Rasûl/Elçi biz seni şâhit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Kendi izniyle Allah yoluna çağıran ve aydınlatan bir lamba olarak.” 1914 Bir elçinin yaptığı davranışları her insan yapabilir. Çünkü onlar örnek kişilerdir. Onlarda Hz. Hızır’ınkine benzer garip davranışlar görülmez. Elçilerin gösterdikleri mûcizeler ise onların elçiliklerini ispattan başka bir gâye taşımaz. Hızır’ın (a.s.) bilgisine elçilerin ihtiyacı yoktur. Bunu anlamak için yukarıdaki üç olayın içyüzünü anlatan şu âyetleri okuyalım:
“(Hızır, Mûsâ'ya dedi ki:) Şimdi sana sabredemediğin şeyin içyüzünü bildireceğim:
O gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü onların ilerisinde, tuttuğu gemiyi zorla alan bir kral vardı.
Çocuğa gelince, onun anası babası mü’min insanlardı. Bunun onları azgınlığa ve kâfir olmaya zorlayacağından korktuk.
İstedik ki, Rab’leri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin.
Duvar ise şehirde iki yetim çocuğundu. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar olgunluk çağına girsinler de hazinelerini çıkarsınlar.
1912] Amil Çelebioğlu, TDV İslâm Ans., c. 1, s. 3-4
1913] İlim, 44
1914] 33/Ahzâb, 45-46
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 473 -
Bu, Rabbinin bir merhametidir. Yoksa bunu ben kendiliğimden yapmış değilim. İşte senin sabredemediğin şeyin iç yüzü.” 1915
Bu olayın ibret verici bir çok yönü vardır. Bize göre en önemlisi şudur: Allah’tan gelen her şeye teslim olmak ve bizim için hayırlı sonuçlar doğuracağına inanmak gerekir. Çünkü hoşumuza gitmeyen nice olaylar vardır ki, daha sonra ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkar. İşte hikmet budur. Hikmet bir şeyin yerli yerinde olduğunu gösteren şeydir. Bir olayın hikmetini anlayamadık diye üzülüp ümitsizliğe kapılmaya gerek yoktur.
Elçilerde bu gibi garip davranışlar görülmez. Çünkü onların davranışları ümmetleri için örnektir. Ama Hızır'ın davranışları örnek alınamaz. Yukarıdaki işleri Hz. Mûsâ yapsaydı ve bir yahudi bunu örnek alıp anasına babasına zahmet verecek diye bir çocuğu öldürseydi veya başkası gasbedecek diye birinin malına zarar verseydi insanlar arasında emniyet ve huzur kalır mıydı? O zaman herkes yaptığı garip davranışa bir kılıf bulup delil olarak da Hz. Mûsâ’yı göstermez miydi?
Yukarıdaki hadis-i şerif Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözleriyle bitmiştir: “Mûsâ’ya Allah rahmet eylesin; çok isterdik ki, sabır göstersin de bize, birlikte yapacakları daha çok şey anlatılsın.” Bu hadis-i şerif açıkca gösteriyor ki, Hz. Hızır'dan öğrenilenler âyette belirtilenlerle sınırlıdır. Bu konuda Hz. Muhammed bile fazla bir şey bilmemektedir.
Bu gerçekler karşısında artık kim Hz. Hızır’a öğretilen ilmin kendine de öğretildiğini iddia edebilir ?!
Tasavvufçular derler ki: İlham ve keşif yoluyla elde edilen bir hakikat bilgisi vardır. İşte ilm-i ledün odur. Bu, fikrî, zihnî ve de düşünce temrinleriyle (alıştırmalarıyla) elde edilen bir bilgi türü değildir, Allah tarafındandır. 1916
Âyette “Ona, kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik.”1917 buyuruluyor. Burada öğretmeden bahsedilmektedir. Hâlbuki ilham ve keşf birer ilim öğrenme yolu değildir. “Andolsun sen bunun böyle olacağını beklemiyordun. Senin perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir.”1918 Bu âyetin tasavvufçuların ifade ettiği mânâ ile bir ilgisi yoktur. Eğer âyetin öncesi ve sonrası okunursa bunun yalnızca âhiretle ilgili olduğu açıkça anlaşılır. Âyetlerin meali şöyledir: “Artık sura üfürülmüştür. İşte bugün tehdidin gerçekleşeceği gündür. Herkes yanında, biri kılavuz öteki şahit, iki melekle birlikte gelmiştir. Andolsun sen bunun böyle olacağını beklemiyordun. Senin perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir. Yoldaşı, işte benim yanımdaki hazırdır diyecek. Atın cehenneme şu dik kafalı tanımazların hepsini. İyiliğe karşı duran, gemi azıya alan, işkiller içinde kıvranan şu tanımazları atın. Allah ile beraber başka bir tanrı daha edinen var ya, onu da en ağır azaba atın.” 1919
Bu âyet, tamamen âhiretle ilgilidir. Ortada çok açık âyet ve hadisler varken onlara gözlerini kapatmak ve hiç ilgisi olmayan âyetlerden yanlış hüküm
1915] 18/Kehf, 78-82
1916] Bk. Hasan Kâmil Yılmaz, Ledün İlmi ve Keşf, Altınoluk dergisi, Sayı l05, Kasım l994, İstanbul, s. 31
1917] 18/Kehf, 65
1918] 50/Kaf, 22
1919] 50/Kaf, 20-26
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkarmaya çalışmak ilmî bir yol değildir. 1920
Tasavvufçuların Hızır kültü ile ilgili olarak Ahmet Yaşar Ocak şunları söyler:
“Hızır yahut Hızır-İlyas kültü, her ne kadar îslâmi bir temelden kaynaklanıyor görünse de, iyice ve derinliğine incelendiği zaman, gerçekte ona yabancı ve değişik bir mâhiyet arzetmektedir. Hızır denilen insanüstü bir varlık etrafında meydana gelmiş bulunan bu kült esasta, Türkler'in ve diğer İslâm milletlerinin yayıldığı geniş bir coğrafyada ve tarihi süreç içinde çok çeşitli kültür ve inanç sistemlerinin katkılarıyla müslüman kültürü çerçevesinde teşekkül ettirilen bir syneretisme'dir.
Hızır yahut Hızır-İlyas kültünün yüzyıllardan beri bu derece yaygın ve canlı kalabilmesinin temelinde hiç şüphesiz, yayıldığı her yerde eskiden mevcut uygun inanç ve gelenekleri, âdet ve merasimleri kendi bünyesine mâledebilmesi, başka bir deyişle o yerin özelliklerine uyabilmesi gerçeği yatmaktadır. Bu husus, ilgili bölümlerde bütün açıklığıyla görülebilecek durumdadır.
Kült'e esas mevzuu teşkil eden Hızır figürü için de aynı durum kendini göstermektedir. Hızır figürü de, her bölgede daha eskiden mevcut benzer tipleri kendine uyarlayarak İslâm milletlerinin mitolojilerindeki ortak çehresinin yanında, bölgelere ve kültür ortamlarına göre değişen özellikler kazanmış ve küçük farklılıklar ortaya koymuştur, insanların tabii olan bir takım ruhî ihtiyaçlarına ve özlemlerine cevap verebilecek bir çehreyi böylece kazanan Hızır figürünün, tâbir câizse, kendine bağlanan insanların uzun bir tarih süreci boyunca dantel gibi ilmik ilmik örerek meydana getirdikleri bir tip olduğunu söylemek doğru olacaktır. Bunun en açık delilini ise, mutasavvıflarla sade halkın tasavvur ettiği Hızır figürü ve fonksiyonları arasındaki farklar oluşturmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse, tasavvuf çevreleri ile halk kendi zihnî ve fikrî yapılarına göre Hızır'a husûsiyet kazandırmışlardır. Aslında Hızır gibi bir şahsiyet için bundan daha tabiî bir durum olamazdı.
İşte bu yüzdendir ki, Hızır yahut Hızır-İlyas kültüne iştirak eden Türkler ve diğer müslüman toplumlar, uzun bir tarih devresinde ortaya koydukları edebî mahsullerinin çeşitli türlerine de yukarda işaret olunan gerçeğe uygun bir biçimde inançlarını yansıtmışlardır.1921
Hızır'ın yaşadığına inanılmasının ilâhiyat açısından önemli başka bir yönüne değinmek de icap ediyor. Bu da Şîîlik'te Hızır'ın yeri ve önemi meselesidir. Bilindiği üzere Şîîlik'te Hızır'ın Sünnîlik'tekinden apayrı bir durumu vardır. Özellikle On iki imam (İmâmiye) Şîîliğinde Hızır'ın sağ olduğuna kesinlikle inanılmaktadır. Meselâ rivâyete göre, Hz. Ali'nin vefatında gelip cenaze merasimine katılmış ve Ehl-i Beyt'e başsağlığı dilemiştir. Hz. Hüseyin şehid olduğu zaman arkasından mersiye okumuştur. Bütün bu inançlar, Hızır'ın üzüntülü ve felâketli günlerde Peygamber sülâlesinin tesellicisi olduğuna inanıldığını gösterir.
Aslında, Şîîlik'te Hızır'ın sağ olduğuna bu derece kuvvetle inanılması, belli ölçüde İmam kavramının mistik yönüyle alâkadar görünmektedir. Şöyle ki: Nasıl
1920] Abdülaziz Bayındır, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Süleymaniye Vakfı Y., 2. baskı, İst. 1997, s. 92-96
1921] A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s. 47
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 475 -
Hz. Mûsâ ve Hızır ilişkisinde birincisi şeriatı öteki bâtını temsil ediyorsa, ilk imam Hz. Ali ile Hz. Muhammed de aynı çerçeve dâhilinde mütâlâa olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed'in bâtını temsil eden Hızır'ı, Hz. Ali'dir.
H. Corbin'in naklettiğine göre, Şîîler'in elindeki Hz. Ali'ye i zâfe edilen meşhur hutbelerden birinde, yaratılıştan bu yana, yeryüzündeki muhtelif din mensupları arasında Hz. Ali'nin hangi isimler altında göründüğünü anlatan bir parça bulunmaktadır. Bu parçada Hz. Ali hıristiyanlara hitaben, "Ben İncil'de adına İlya denilen kişiyim" demektedir. Burada Ali adıyla İlya, daha doğrusu Eli arasındaki benzerlik gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu sûretle Hz. Ali'nin Eli (İlya) olduğuna dikkat çekilerek, Hızır'la İlya'nın aynı kişi olduğu hatırlanırsa, Hz. Ali'nin de Hızır olduğu vurgulanmak istenmiştir. 1922
Yeşil anlamına gelen bu lakabından dolayı Hızır'a Şîîlik'te üstün bir mevki tanınmıştır. Zira bilindiği gibi yeşil renk hem genel olarak İslâm'ın dini rengi, hem de Hz. Ali sülâlesinin ve dolayısıyla Şîîliğin mukaddes rengidir. On ikinci imam Mehdî de, hâlen inanıldığına göre, Beyazlık Denizi'nin ortasındaki Yeşil Ada'da ikamet etmektedir. 1923
Tasavvuf çevrelerinde yazılan kaynaklar Hızır'ı daha çok bir velî, bu çevrelerin dışındakiler ise bir nebî olarak kabullenmişlerdir. (Hızır'ın âdeta Buda Menkabesini hatırlatan çok ilgi çekici uzun bir menkabesi anlatılır). 1924
Âyet ve hadiste bu hususta hiçbir emâre bulunmamasına rağmen, tasavvuf çevrelerinin de Hızır'ın ebedî hayatta olduğu inancını benimsemiş olması, meseleyi canlı tutmuştur. 1925
Başta Buhârî olmak üzere Ahmed İbn Hanbel, İbnü’l-Esîr, İbnu'l-Cevzî, Nevevî ve İbn Kesîr gibi ileri gelen ulemâ Hızır'ın ebedî yaşadığı inancını şiddetle reddederler. "Biz senden önce de hiç bir insana ölümsüzlük vermedik" 1926 âyetini delil gösterirler. 1927
Hızır'ın ebedî yaşayacağını kabul edenler: Ulemâdan ziyade mutasavvıflar ve halk arasında yaygın olan fikir budur. Ama ulemâ arasında da bazen bu görüşü paylaşanlara rastlanılmaktadır. Bunların genel olarak sûfî çevrelerle temasta olan ulemâ olduğu söylenebilir. 1928
(Bu çevreler tarafından rivâyet edildiğine göre Hızır) Hz. Ali'nin vefatında gelip cenaze merasimine katılmış ve Ehl-i Beyt'e başsağlığı dilemiştir. Hz. Hüseyin şehid olduğu zaman, arkasından mersiye okumuştur. Bütün bu inançlar, Hızır'ın üzüntülü ve felâketli günlerde Peygamber sülalesinin temsilcisi olduğuna inanıldığını gösterir. 1929
İbn Kesîr de aynı şekilde bu tip hikâyeleri özetledikten sonra, bunların en çok
1922] A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s. 68-70
1923] A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 61
1924] s. 66
1925] s. 67
1926] 21/Enbiyâ, 34
1927] A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 68
1928] s. 68
1929] s. 70
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nevf b. Fudâle el-bekkâlî ve Ka'bu'l Ahbâr gibi Yahudi asıllı râviler tarafından rivâyet edildiğini bildirir; tenkidlerini yaparak bunlara inanılmamasını özellikle tekrarlar. 1930
Tasavvuf çevreleri llyas Peygamber'e, Hızır'a verdikleri önemin yarısını bile vermemişlerdir. Üstelik, âyetlerde İlyas'ın iki defa ismen zikredilmesine karşılık, Hızır adının bir kere bile kullanılmadığını bir defa daha hatırlamak lâzımdır. 1931
(Bütün bunlara rağmen) Meselâ Muhyiddin ibn Arabî, birçok defa Hızır'la konuştuğunu anlatır ve bunları maddî âlemde cereyan eden olaylar gibi tasvir eder. 1932
Gazâli, ehl-i keşfin Hızır'ı çıplak gözle diğer insanlar sûretinde görebileceğini belirtir. 1933
İmam Rabbânî de Hızır ve İlyas'ın kendini görmeye rûhânî şekilde geldiklerini ve Hızır'ın rûhânî olarak kendisiyle sohbet edip İlyas'ın bir şey söylemediğini hikâye eder. 1934
Tasavvufçuların inanışına göre; Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir.1935 Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir.1936 Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur.1937 Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir.1938 Ölü insanları diriltme kabiliyetine mâliktir.1939 Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir.1940 İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın daha ziyade bir velî hüviyetinde düşünüldüğünün en açık alâmetlerindendir. Şüphesiz tasavvuf çevrelerinin Hızır'a verecekleri sima da bundan başkası olamazdı. 1941
Hemen her mutasavvıf zımnen de olsa, Hz. Mûsâ yanında Hızır'a daha üstün bir mertebe tanıdığını imâ eden ifadeler kullanmaktan çekinmez. Çünkü onların nazarında Hz. Mûsâ Şeriatı, Hızır ise, tasavvuftaki en üst mertebeyi, yani Hakikati temsil etmektedir. (Bilindiği gibi Hz. Mûsâ, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen peygamberler arasında "altı büyük peygamber"den (ulu'l-azmden) biri olarak yüksek bir mertebe işgal eder. Ayrıca "Kelîmullah" yani Allah ile konuşan kişi lakabını almıştır. Buna rağmen onun Hızır karşısında ikinci derecede tutulması, gerçekten Hızır'ın mutasavvıflar arasındaki mevkiini son derece iyi anlatan bir durumdur). 1942
1930] s. 69, 107 nolu dipnot
1931] s. 79
1932] s. 85
1933] s. 85, 11 nolu dipnot
1934] Bakınız Mektubât, s. 468; s. 85, 15 nolu dipnot
1935] Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr
1936] Kuşeyrî
1937] Bk. birçoklarıyla birlikte Hucvirî
1938] Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî
1939] Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa
1940] Bk. Serrâc, İbn ül-Arabî ve birçokları
1941] A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 87-88
1942] s. 88 ve 30 nolu dipnot
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 477 -
Hızır'ın bu fonksiyonunun, kısmen farklı biçimlerde olsa bile; Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta İlya tarafından îfâ edildiğini görüyoruz. Mesih'in yeryüzüne gelişinden üç gün önce İlya ortaya çıkarak onun için hazırlık yapacaktır. (Şîîlikte Hızır'ın bu fonksiyonu ile imam telâkkisi arasındaki yakınlık dikkati çekiyor. İmam da Hızır gibi İlâhî kaynaklı bilginin sahibidir ve bunu mü'minlere aktarmakla görevlidir. 1943
Böylece tasavvufta bir (Hızr-ı zaman/zamanın Hızır'ı terimi kullanılmaya başlandı. 1944
(Tasavvufçuların iddiasına göre) Abdülhâlik Gucduvânî’ye (öl. 574/1179) gençliğinde tasavvufu öğreten ve zikr-i hafî'yi gösteren odur. Ahmet Yesevî'yi çocukluğundan beri yetiştiren Hızır olmuş, Yeseviîiğin temel erkânından Zikr-i Erre'yi o öğretmiş ve bu zikir bütün Yesevî silsilesinin virdi olmuştur. Yine Yesevîlikteki tarikat asâsı da Hızır'dan intikal etmiştir. Celvetîlikteki Hızır kıyamı zikri, aynı şekilde Hızır'ın Aziz Mahmud Hudâî'ye tâlimatı neticesi erkândan sayılmıştır. 1945
İşte Hızır'ın tasavvuf kaynaklarında tesbit edilebilen bu fonksiyonları topyekün mütâlea olunduğunda, Kitab-ı Mukaddes ve sonrası İlya figürünü bir daha hatırlamamak kabil değildir. Tıpkı mutasavvıflara görünerek onlara İlâhî hikmet ve sırları açıklayan Hızır gibi, İlya da zaman zaman Yahudi mistiklerine görünmekte, gizli hikmetleri ve sırları bildirmektedir. Yahudi mistikleri de mutasavvıflar gibi yollarda ve çöllük yerlerde İlya'ya rastladıklarını ve ondan birtakım gerçekleri öğrendiklerini söylemektedirler.” 1946
Konuyla ilgili olarak İbrahim Sarmış da şunları dile getirir:
“Tasavvuf, önceleri zühd hayatı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslâmî temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur'an, Sünnet ve sâlih selefin hayatından birtakım İslâmî temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf sûresinde geçen Hz. Mûsâ ile "Sâlih Kul" kıssasıdır.
Tasavvufçular sûredeki sâlih kulu "Hızır" adında ermiş bir kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakikat âlimlerinin birtakım düşünce ve uygulamalarını yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabul ettikleri "Sâlih Kul"a (Hızır) Hz. Mûsâ'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, velî olduğunu söyledikleri Hızır'ın vahiy ve ilham aldığını, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Hz. Mûsâ'yı da onun emrine vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabul etmişlerdir.
1943] s. 91 ve 39 nolu dipnot
1944] s. 94
1945] s. 94
1946] s. 98-99; Ahmet Yaşar Ocak, İslâm Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Y., parantez içinde numaraları verilen sayfalar, 1985 Ank; Karş. E. Özkan, Tasavvuf ve İslâm, s. 335-346
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hızır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyâmete kadar yaşayacağını, peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledünnî ilim dedikleri bâtınî bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber’in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ, peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.
Yine veli olduğu halde Hızır, nasıl peygamber olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliyâ yahut tasavvufçuların şeriat (zâhir) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.
Tasavvufçular, Sâlih Kul kıssasından öyle hurâfeler ve akıldışı şeyler çıkarmışlardır ki, onlardan kimileri Sâlih Kul'un (Hızır'ın) ayrı bir şeriata sahip olduğu için namaz kılmadığını, kimileri de namaz kıldığını ve hanefî mezhebine göre, bazıları da şâfiî mezhebine göre kıldığını söylemiştir. Kimileri de birtakım zikirleri doğrudan Hızır'dan aldığını iddia etmiştir.
Tasavvufçular, bununla da yetinmeyerek İslâm âleminin değişik yerlerini Hızır'ın makamı saymış, Hızır'ın orada ya oturduğunu veya bir tasavvufçu ile orada buluştuğunu iddia etmişlerdir. Onun için birçok yerde ona bir makam veya bir kabir uydurmuşlardır. Orada kurbanlar kesilmiş, taşlar öpülmüş ve o yerin eşyası ile teberrük edilmiştir. Ziyaretin kapısına da haraçları toplayan bir bekçi dikmiş ve geçim vasıtası yapmışlardır.
Öyle görülüyor ki Hızır olayını tasavvufa dayanak yapan ve tasavvufa sokan ilk kişi, Hatemu'l-Evliyâ nazariyesini ilk defa ortaya sûfı Hâkim et-Tirmizî'dir. Bilindiği gibi, bu adam hicri üçüncü yüzyılda ölmüştür. Hatmu'l-Velâye adlı kitabında evliyânın alâmetleri konusunda şöyle demektedir:
“Evliyâ hakkında Hızır’ın (a.s.) ilginç bir kıssası bulunmaktadır. Ta baştan -kaderlerin belirlendiği andan-, onların durumunu görmüş ve onların yaşadığı zamanda yaşamak istemiştir. Onun için kendisine hayat verilmiştir. Öyle ki artık bu ümmetle haşrolma ve Muhammed'e tâbi olma özelliğine sahip olmuştur. İbrahim-i Halil ve Zülkarneyn zamanından kalma bir adamdır. Zülkarneyn'in ordu kumandanıydı. Zülkarneyn Aynu'l-Hayat'ı istemiş, ama elde edememiş, Hızır elde etmiştir Bunun hikâyesi uzundur. İşte evliyânın alâmetleri bunlardır. En belirgin alâmetleri, kaynağından dile getirdikleri ilimdir. "Nedir bu ilim?" diye sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: Bidâyet (âlemin veya varlıkların) ilmi, misak (söz alma) ilmi, kaderler ilmi ve harfler ilmi. Hikmetin kaynakları (veya temelleri) bunlardır. En üstün hikmet budur. Bu ilim ancak büyük velîlerden ortaya çıkar. Onlardan da velâyetten nasibi olanlar alır.” 1947
1947] Hakim et-Tirmizî, Hatmu'l-Velâye, s. 361-362, Beyrut, 1905
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 479 -
Hızır hakkında örülen hurâfelerden Şâfiî mezhebine göre namaz kıldığı uydurmasını da isterseniz Mektubat’ın sahibinden dinleyelim. Mektubat'ın 282. mektubunda olay şöyle anlatılmaktadır:
"Hızır ve İlyas'ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi'a yazılmış mektuptur: Allah'a hamd ve seçtiği kullarına selâm olsun. Hızır (a.s.) hakkında arkadaşların soruşu üzerinden epey zaman geçti. Bu fakirin gerektiği kadar onun ahvâli hakkında bilgisi olmadığı için cevap vermemiştim. Bugün sabah toplantısında Hızır ve İlyas'ın rûhânîler sûretinde hazır olduğunu gördüm. Hızır rûhânî bir kelâm ile şöyle dedi: Biz ruhlar âlemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar sûretinde teşekkül ve temessül eder, vücutlardan sâdır olan cismânî duruş ve hareketler, bedenî itaat ve ibâdetler ondan sâdır olur.
O anda kendisine "Siz Şâfiî mezhebine göre namaz kılıyorsunuz" dedim. Şöyle dedi: “Biz şeriatlarla mükellef değiliz, ama ev Kutbu'nun (sahibinin) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup kendisi de Şâfiî mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam Şâfiî’nin mezhebine göre namaz kılıyoruz.” O anda anlaşılmıştır ki, tâatlarına mükâfaat terettüp etmemekte, belki onlardan ibâdet ve tâat, tâat ehline muvâfakat ve ibâdet sûretine (şekline) riâyet için sâdır olmaktadır (Yani ibâdet edip sevap kazanmak için değil, sadece ibâdet edenler gibi oturup kalkmaktadırlar). Yine anlaşılmıştır ki, velâyetin kemâlâtı Şâfiî fıkhına muvâfık, nübüvvetin kemâlâtı da Hanefî fıkhına muvâfıktır (Yani veliler şâfiî, peygamberler de hanefîdir). O zaman altı fasılda naklen zikreden Hoca Muhammed Parsa'nın sözlerinin hakikati de anlaşılmış oldu ki, şöyle diyordu: Hz. İsa indikten sonra Ebû Hanıfe'nin mezhebine göre amel edecektir.
O anda ikisinden medet istemek ve duâlarını almayı talep etmek aklımıza geldi. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Allah'ın inâyeti kişinin halini ihâta etmişse, bizim orada bir rolümüz olmaz.’ Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İlyas (a.s.) o zaman hiç konuşmadı." 1948
Hızır'ın Şâfiî mezhebine göre namaz kıldığını söyleyen tasavvufçular olduğu gibi, Hanefî mezhebine göre kıldığını söyleyenler de vardır. 1949
Hızır'ın, Ebû Hanife'den şeriat dersleri aldığı da şöyle anlatılmaktadır: "Hızır, her sabah namazdan sonra Ebû Hanife'nin ders halkasına geliyor ve ondan şeriat ilmini öğreniyordu. Ebû Hanife Ölünce, Hızır şeriat ilmi tahsilini tamamlayabilmek maksadıyla kabrinde diri olması için Allaha duâ etti. Her gün Ebû Hanife'nin kabrinin başına geliyor ve kabrinden konuşan Ebû Hanife'den şeriat ilmi tahsilini sürdürüyordu. Hızır, ölen Ebû Hanife'den şeriat ilmi tahsilini tamamlamak için on beş sene böyle devam etti." 1950
Fahruddin er-Razi, Hz. Mûsâ ve Hızır'la ilgili kıssayı tefsir ederken Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:
1948] Mektubat, 282, Hakikat Kitabevi, İstanbul
1949] Bakınız, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru’s-Sûfî fî Da’vi’l-Kitab ve’s-Sünneh, Kuveyt, 1986, s. 137-138
1950] Hüseyin İbn Mehdi el-Ğuneymi, Mearic, s. 4, Daru'l-Erkam, 1988
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- Yüce Allah "yanımızdan ona bir rahmet verdik" 1951 buyurmaktadır. Rahmet de nübüvvetin kendisidir (Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette peygamberlerden “kendilerine rahmet verilen kimseler” olarak bahsedilir ve bütün müfessirler bu âyetlerdeki “rahmet” kelimesinin nübüvvet mânâsında olduğunda müttefiktir).
b- Yüce Allah "Katımızdan ona bir ilim öğrettik" 1952 buyurmaktadır. Bu da bir öğretici veya bir mürşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğrettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebî olması vâciptir.
c- Hz. Mûsâ ona: "Bana öğretmen için sana tâbi olayım mı?" 1953 diye sormuştur. Biliyoruz ki, öğretimde veya öğrenimde bir peygamber, peygamber olmayana tâbi olmaz.
d- Hızır, Hz. Mûsâ'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin?" 1954 diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahip olduğunu göstermiştir. Hz. Mûsâ da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam."1955 diyerek ona karşı tevâzu göstermiştir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Hz. Mûsâ'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göstermektedir.
e- Ebûbekir el-Asam: “Ben bunları kendiliğimden yapmadım.”1956 âyetinin Hızır'ın peygamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi ictihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.
f- Rivâyetlerde Hz. Mûsâ'nın, Hızır'ın yanına geldiğinde "es-Selâmu aleyküm" dediği, Hızır'ın da "ve aleyke's-Selâm ya nebiyye Benî İsrâil" dediği, Hz. Mûsâ'nın ona "Bunu kim sana söyledi? (Benim İsrâiloğullarının peygamberi olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hızır'ın: "Seni bana gönderen (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hızır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye gelir. 1957
“Ben bunları kendiliğimden yapmadım.”1958 âyeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğün bu işleri kendi görüş ve ictihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile yaptım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kalkışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. "1959
Hz. Mûsâ'nın karşılaştığı ve görüştüğü sâlih kişinin, yani Hızır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufı meşrep sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hızır'ın sözkonusu bilgilere ilham yolu ile yahut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sahip olmuş olabileceğini ileri sürüyorlar.
Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanımızdan ona bir ilim
1951] 18/Kehf, 65
1952] 18/Kehf, 65
1953] 18/Kehf, 66
1954] 18/Kehf, 68
1955] 18/Kehf, 69
1956] 18/Kehf, 82
1957] Salah Abdulfettah el-Halidî, Mea Kısası’s-Sâbıkîn fi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1989, s. 178-180
1958] 18/Kehf, 82
1959] Salah abdulfettah el-Halidî, a.g.e., s. 230
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 481 -
öğrettik"1960 ifâdelerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta olağanüstü bazı şeyleri Hz. Mûsâ'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı olacaktır?" 1961
Kıssada geçen ve görünüşte şer’î nasslara aykırı olan olağanüstü fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez. Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama dayanarak suçsuz bir insanı öldürmesi câiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla câiz görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğunu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham ile insanları öldürmesi câiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği kişiyi öldürmenin kendisine ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız (hatta kötü anlamlı) olduğu açıktır.
Ama Sâlih Kul'un, büyüdüğü zaman mü'min ebeveynini küfre ve irtidada götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına gelmemiş bir çocuğu öldürmesi, elbette yaşadığı takdirde meydana gelecek maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilham veya kalbe damlama ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve geleceği bildiren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Sâlih Kulun nübüvvetini göstermektedir. 1962
Bilindiği gibi, İslâm şeriatına göre ilham şer'î delil olmaz. Şer’î bir nassa aykırı düştüğü takdirde ilhamla amel etmek câiz değildir. Zaten makbul olabilmesi için bu şartı koşan âlimler, ilhamın ancak sahibi için bir hüccet olabileceğini söylemektedir. Tasavvufçuların kendileri de bunu kabul etmektedir. (İlhamın kişinin kendisi için delil olabileceğini kabul etmek de çok risklidir ve bize göre doğru değildir). Onun için sözkonusu fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediğini söylemek mümkün değildir. Bu işleri ancak yanılmayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi sözkonusu olur. 1963
Bunun aksini savunan kimse, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat getirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı takdirde, acaba öldürmesi için çocuğunu verebilir mi? İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?
Nitekim bu konuda hukukçu Ebûbekir Cassas da şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmaktadır: Maslahata götürecek hikmete mebnî olarak işlenmesi câiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konuda hikmet sahibinin işlemesi sefîhin (akılsızın) işlemesinin aksinedir. Bu, tıpkı tedavi edilen veya ilaç içirilen çocuğun zâhirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ilacın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olmasına benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebnî olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek câiz değildir." 1964
1960] 18/Kehf, 65
1961] el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 16/17
1962] Âlûsî, a.g.e., 16/17, İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/328
1963] Âlûsî, a.g.e., 16/17
1964] Ebûbekir el-Cesss, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/215
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sâlih Kul’un işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnîdir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahut ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır.
"Ledünnî ilm"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur? Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.
Buna hakikat ilmi, ledünnî ilim, mükâşefe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknûn (gizliler) ilmi, verâset ilmi, rabbânî ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledünnî sır sahibi, Hızırvârî ruh sahibi veya "Hızır gibi bir makama sahip" adı verilir. eş-Şa'rânî ve benzerleri bu ilme bâtın ilmi denilmesinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak gelen açık ilmin zıddı anlamındadır. 1965
Tasavvufçular ledünnî ilime dayanak olarak "Ve katımızdan (ledünnümüzden) ona bir ilim öğretik" 1966 âyetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık olmasına rağmen onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî bâtıl bilgilerin dayanağı yapmışlardır.
"Ledünnâ" kelimesinin anlamı, “yanımızda” demektir. "Min ledünnâ"nın anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındandır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan âyette geçen "min ledünnâ"nın anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ile verilmiş olması demektir.
Kurtubî, tasavvufçuların ledünrî ilim iddialarına cevap vererek şöyle demektedir:
"Netice olarak, Allah'ın ahkâmını bilmenin risâlet yolu dışında bir yolu olmadığına dair kesin ilim ve zarûrî yakîn hâsıl olmuş, selef ve halef icmâ etmiştir." 1967
Usûlde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde istidlâl etmek (delil getirmek) câiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların, ilham alan kişinin ilhamla amel etmesinin câiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şeytanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Hâlbuki şeriata uymakla hidâyetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidâyet kesin değildir.
Özetle tekrarlayalım ki, Sâlih Kul (Hızır), tasavvuf meşrepli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil, nebidir. Yani Allah tarafından peygamber olarak gönderilmiş bir insandır. Yoksa nübüvveti olmayan, sadece velâyeti ile bu olağanüstü
1965] el-Âlûsî, a.g.e., 16/330, 15/330, 16/19; eş’Şa’r3anî, et-Tabakatü’l-Kübrâ, I/170, II/56, 76, 152
1966] 18/Kehf, 65
1967] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Mısır, 1968, 11/40-41
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 483 -
şeyleri yapan bir insan değildir.
İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa şer’î ahkâma taalluk eden konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mükelleftir.
Hz. Mûsâ ile Sâlih Kul (Hızır) kıssasında tasavvufçuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, bâtın-zâhir gibi şeylere dayanak sayılacak şeyler sözkonusu değildir. Sadece Allah'ın peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi sözkonusudur. 1968
Birçok tasavvuf ehli, Hızır’la görüştüğünü iddiâ eder. Evliyâ menkabelerinde bu konuda öyle tuhaf hikâyeler gerçekmiş gibi anlatılır ki, insan bu uydurmalara hayret eder. "Evliyâ" diye takdim edilenlerden birinin1969 Hz. Hızır(?) ile yaşadığı mâcerâyı, tasavvufçuların ansiklopedilerinden, Türkiye Gazetesi yayınlarından okuyalım: "Bir gece Hızır aleyhisselâm bana geldi ve "Kalk ya Eba Bekr!" dedi. Kalkıp onu takip ettim. Hızır aleyhisselâm, beni Rasûlullah Efendimizin huzuruna götürdü. Rasûl-i Ekrem’in huzurunda; Hazret-i Ebu Bekr, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali de vardı. Selâm verdim. Onlar selâmıma cevap verdiler. Sonra Rasûlullah Efendimiz; "Ey Ebu Bekr bin Kavvam!" buyurunca; ben de; "Emret ya Rasûlallah!" dedim. Buyurdu ki: "Allah Tealâ seni, veli, dost kullarından eyledi. Kendi nefsin için neyi istiyorsan onu seç." Allah Tealâ, o anda beni cevap vermeye muvaffak kıldı ve "Yâ Rasûlallah! Sizin, kendiniz için seçtiğiniz şeyi seçiyorum." dedim. O anda şöyle diyen bir ses işittim: "Öyleyse sana dünyada yiyeceğin gıdadan âhiret sahibinin elinden (yani Rasûlullah’tan) gelenden başka bir şey vermeyeceğiz." Rasûlullah Efendimiz bana; "Ey Ebu Bekr bin Kavvam! Bize namaz kıldır." buyurdu. Rasûlullah’ın, ashâbının ve birçok velinin hazır bulunduğu bir mecliste öne geçmeye korktum. Kendi kendime; "İçinde Rasûlullah’ın bulunduğu bir cemaatin önüne nasıl geçerim." diye düşündüm. Rasûl-i Ekrem buyurdu ki; "Öne geç. Zira senin öne geçmende velâyet sırrı vardır. Böylece kendisine uyulan bir imam olursun." Rasûlullah Efendimizin emri üzerine, öne geçip iki rek'at namaz kıldırdım. İlk rek'atta Fâtiha’dan sonra Kevser sûresini, ikinci rek'atta Fatiha’dan sonra İhlâs sûresini okudum." 1970
Bu konu hakkında Yusuf el-Karadavî de şöyle demiştir:
Bazı insanlar Hz. Hızır’ın, Hz. Mûsâ’dan sonra Hz. İsa zamanına kadar, sonra da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in zamanına kadar yaşadığını, günümüze dek yaşamakta olduğunu, kıyamete değin de yaşayacağını söylemektedirler. Falan kimseyle karşılaştığına, falan kimseye hırka giydirdiğine ve falanca kimseye söz verdiğine dair bazı hikâyeler, kıssa ve rivâyetler uydururlar, hatta Cenâb-ı Allah’ın onu yetkili bir görevli olarak yeryüzüne indirmiş olduğuna dair efsaneler düzerler.
Bunların zannettikleri gibi Hızır’ın (a.s.) sağ ve mevcut olduğuna delâlet eden kesin deliller yoktur. Tam bunun tersi istikamette olan deliller vardır. Hızır’ın sağ olmadığına dair Kur'an’dan, Sünnetten, akıldan ve muhakkik âlimlerin ettikleri
1968] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, Yöneliş Y., İst. 1995, s. 70-81
1969] Ebu Bekr b. Kavvam b. Ali -v.1259/658-
1970] Evliyâlar Ansiklopedisi, 7/157-158
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
icmadan deliller vardır.
İbrahim el-Harbî’ye Hızır’ın (a.s.) hâlen hayatta olup olmadığını sorduklarında, İbrahim şu cevabı vermişti: "Halk arasında karşılaşılan bu şahıs, şeytandan başkası olamaz." İbrahim el-Harbî ile Buhârî dışındaki birçok imam da kendilerine bu konuda soru sorulduğunda, Kur'an-ı Kerim’den şu âyeti cevap olarak okumuşlardır: "Biz, senden önce hiçbir insana ebedîlik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedî mi kalacaklar?" 1971
Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye bu konuda fikri sorulduğunda şöyle demişti: "Hızır eğer sağ olsaydı, Peygamber’e (s.a.s.) gelerek onun yanında cihad edip ondan ilim öğrenmesi gerekirdi. Oysaki Bedir gününde Peygamber şöyle duâ etmiştir: 'Allah’ım, bu (mücahitler) topluluğunu (savaşta) helâk edersen, yeryüzünde artık sana ibâdet edilmez.' Bedir savaşına katılan Müslümanların sayısı 313 erkekten ibarettir ki onların adları bellidir. Hani o zaman Hızır neredeydi?"
Kur'an, Sünnet ve muhakkik İslâm bilginleri, Hızır’ın sağ olmadığını haber vermektedir. Hızır (a.s.) eğer insansa, ebedî olamaz. Çünkü bir insanın ebedî kalmasını Kur'an ve Sünnet reddetmektedir. Eğer Hızır hayatta olsaydı, Peygamber’in (s.a.s.) yanına gitmesi gerekirdi. Zira Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki: "Vallahi, Mûsâ eğer hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başka yapacak bir şeyi kalmazdı." Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Câbir b. Abdullah’tan rivâyet etmiştir.
Hızır’ın bu uzun asırlar boyunca çöllerde, kurak arazilerde ve dağlarda yaşamını sürdürmesinin, (bu inanışta olanlara göre) faydası ve hikmeti nedir? Bunun ardında şer'î ve aklî bir fayda yoktur. Bunun tek sebebi şu olsa gerektir: İnsanlar her zaman garipliğe, acayipliğe, kıssalara ve efsanelere meylederler. Kendi hayallerini işleterek bazı tasvirlerde bulunurlar. Sonra da bu tasvirlerine dinî bir görünüm verirler. Dinî görünüme büründürülen hayal mahsulü bu efsaneler de, basit insanlar nezdinde revaç bulurlar. Bu efsaneleri kendi dinlerinin parçası sanırlar. Oysaki, bu gibi şeylerin dinle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Hz. Hızır hakkındaki hikâyeler, delilsiz ve mesnetsiz birer uydurmacadan ibarettir. 1972
Meraklarımızla da imtihan olunmaktayız. Kur’ân-ı Kerim, özü ilgilendirmeyen bazı konularda ayrıntıya girmez, boşluklar bırakır. Gereksiz teferruatla uğraşılıp tevhidî mesajın gölgelenmesine rızâ göstermez. Kıssalarda bizi fazla ilgilendirmemesi gereken bazı boşluklar bırakılır. Böylece merakımızı ne yönde kullanacağımız test edilir. Bu boşlukları Kur’an bütünlüğüne ve tevhid mesajına uygun yorumlarla mı dolduracağız, yoksa gereğinden fazla önem vererek ya da Kur’an’a ters ve temel tevhid mesajına uymayan te’vil, yorum ve kabullere mi dalacağız, bu sınanır. Bir grup taassubu, bir zayıf ve hatta uydurma hadis rivâyeti, İsrâilayat merkeze alınarak Kur’an’a ters yorumlarla bu boşlukların doldurulduğu tarihî miras ve güncel tavır olarak çokça karşılaşılan bir durumdur. Hızır kıssasındaki açıklanmayıp imtihan sorusu olarak boş bırakılan ve yoruma gerek görüp görmeyeceğimiz, gerek görüyorsak hangi ölçülerle yorumlayacağımız konusu da böyledir.
1971] 21/Enbiyâ, 34
1972] Yusuf el-Karadavî, Çağdaş Problemlere Fetvalar, 207-210. -Tekrar olmasın için bazı bölümleri çıkarılarak aktarılmıştır-
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 485 -
Öyle bir Hızır inancı var ki toplumda, bu inancın tevhidle uzaktan yakından bir bağlantısını kurmak mümkün değildir. Ölümsüz, tanrısal özellikleri olan, (Kur’an’da “kullarımızdan bir kul”1973 denildiği halde) kulun imdadına yetişen, her yerde bulunabilen ve her kılığa girebilen, insanlara bereket ve bolluk saçan ya da kahredip helâk eden insanüstü bir varlık. İşte deyimlerden bazıları: “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.”, “Hızır gibi yetişti”, “Hızır gibi imdat etmek”, “Hızır Âcil Servis.”
Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. İnsanlar artık Allah için infak etmek yerine Hızır’ın şerrinden, helâk etmesinden korkarak ya da daha ağırlıklı şekilde onun, kişinin dünyasını zenginleştirip maddî yönden kendisini ihyâ etmesini, malını bereketlendirmesini isteyerek, yani Hızır rızâsı için ve ondan ödül bekleyerek ancak fakirlere sadaka vermeyi düşünebiliyor. Öyle ya, Hızır yoksul, üstü başı dağınık, elbisesi kirli, kendisi hasta, zayıf, âciz, hatta zaman zaman nefret edilecek kadar çirkin biri gibi görünür ve insanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım isteyebilir. Onun için halk: "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil" diye birbirine tavsiye eder.
Baharı Hızır getirir. Çiçekleri o açar, yeşillikleri onun attığı adımlar bitirir. Bunca insanüstü işi başaran Hızır, nedense bu konuda bir başkasına ihtiyaç duyar. Baharı getirme konusunda ona bir ortak da gereklidir; İlyas’la koalisyon yapması, onunla buluşması lâzımdır. Hızır ile İlyâs’ın her sene dünyaya bahar getirmek için buluştuklarına inanılan günde bayram yapılır, Hıdrellez (Hızır-İlyas) kutlanır. Kutlanırken biraz şamanizmden, biraz ateşe tapan Mecûsilerden, biraz eski şirk unsurlarından inanç ve âyinler de katılır. Bu gün halk Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde ona rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne inanılan bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir.
İstediği kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yardım eden, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bolluk ve bereket bağışlayan, müslüman askerlere yardım için savaşlara katılan bir şahıs olarak kabul edilir. Deyimlerde, destanlarda yüceltilip putlaştırılır. Ninnilerde Hızır'ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi istenir. Bilmecelerde Hızır'ın kılıç salması, bir değnekle dağları oynatması gündeme getirilir.
Hızır adına yapılan şenlik olan hıdrellez günlerindeki törenlerde, âdet ve geleneklerde Hızır’dan şifâ ve sağlık talebi yapılır. Ondan uğur, bereket ve bolluk istenir. Mal-mülk, mevki ve servet talep edilir. Kısmet ve talih açması istenir.
Tasavvufun inandığı ve topluma tanıttığı Hızır tipinde de ciddi problemler vardır. Bu zümrelere göre Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir.1974 Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir.1975 Yardımına
1973] 18/Kehf, 65
1974] Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr
1975] Kuşeyrî
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur.1976 Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir.1977 Ölü insanları diriltme kabiliyetine mâliktir.1978 Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir (Bk. Serrâc, İbnül-Arabî ve birçokları). İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın velî hüviyetinde düşünüldüğünden dolayıdır. Onun için uygun görülen bu özellikler, velî (evliyâ) kabul edilen başka zatlar için de benzer özelliklerin düşünülüp atfedilmesine de sebep olmuştur. Aslında tasavvuf anlayışındaki Hızır mitolojisi, Abdallar-Kırklar mitolojisinin bir uzantısıdır.
Kur’an ve Sünnetin tanıttığı Hızır böyle biri değildir. Kur’an ve Sünnet, olağanüstü özellikleri olan bir Hızır’dan ve özellikle tanrısal yönleri bulunan insanüstü birinden bahsetmez. Kur’an’ın anlattığı kişi, Allah’ın “rahmet verdiği” ve “kendi katından ilim öğrettiği”, yani vahiy yoluyla bilgilendirilen, nübüvvet rahmetiyle nimetlendirilen bir zattır. Kur’an ve Sünneti tek ölçü kabul eden, tevhidle bağdaşmayan tüm yorum ve açıklamalardan gönlünü ve zihnini temiz tutan muvahhid mü’minlere selâm olsun!
1976] Bk. birçoklarıyla birlikte Hucvirî
1977] Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî
1978] Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa
HIZIR (KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL)
- 487 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hızır Aleyhisselâm, Ramazan Hûb, Kırk Kandil Y., 2. Baskı, İst. 2002
2. Hızır Aleyhisselâm, Ömer Faruk Hilmi, Fatih Y. 2. Baskı, İst. 2002
3. İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, A. Yaşar Ocak, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Y., Ankara 1985
4. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y., Ank. 1984
5. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 406-412
6. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Hamdi Döndüren, Ahmet Önkal, Şamil Y., c. 2, s. 407-408
7. Hızır (Türkler'de), Pertev Naili Boratav, İslâm Ansiklopedisi, V/l, s. 462-471
8. Hızırla Kırk Saat, Sezai Karakoç, (Şiir) Diriliş Y. İstanbul 1967
9. Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İskender Pala, Ankara 1995, s. 248-249
10. Türkler'de Hızır İnancı, Mehmet Aydın, Selçuk Ün. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2, Konya 1987, s. 51 -77
11. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 12, s. 366-370, c. 4, s. 76, c. 16, s. 76
12. Müsned, V, 117-122; Buhârî, 'İlim" 16, 19, 41, 44, "Tevhîd 3l, "Enbiyâ" 27, 29, "Tefsir" 18/2-4; Müslim, "Fezâ'il" 170-174, "Fezâilu’s-Sahâbe" 219; İbn Mâce, "Fiten" 23; Tirmizî, "Tefsir" 19/1
13. Hızır’ı Arayan Peygamber, Ahmet Cemil Akıncı, Sinan Y., İst. 1982
14. Kur’an’da Gayb Bilgisi, Şadi Eren, Işık Y., İzmir, 1995, s. 29-34
15. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, TDV Y., Ankara 1992, s. 228-230
16. Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Aliyyu’l-Kari, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 33, 99, 145
17. Usûl-i Hadis ve Mevzûât-i Aliyyü’l-Karî Tercemesi, Ahmet Serdaroğlu, Özel Y., Ank. 1966
18. el-Menârü'l-Münîf fi's-Sahih ve'd-Da'îf, İbn Kayyım el-Cevziyye, Tahkik ve Tercüme Muzaffer Can, Cantaş Y., İst. 1992
19. Mevzû Hadisler Menşei Tanıma Yolları Tenkidi, M. Yaşar Kandemir, İFAV Y., İst. 1997
20. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler, Muhittin Uysal, Yediveren Y., Konya 2001
21. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T.D.V. Y., Ank. 2000
22. Çağdaş Meselelere Fetvalar, Kardavi, c. 1, s. 257-260;
23. Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış, Yöneliş Y., s. 70-80;
24. Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y., s. 91-96
25. Meseleler ve Çözümleri, Mevdudi, Risale Y., c. 2, 28-31s .
26. Tasavvuf ve İslâm, Ercüment Özkan, Anlam Y., s. 335-346

 
Okunma 874 kez
Bu kategorideki diğerleri: « HIRSIZLIK HİCRET »