Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:40

İ’TİKÂF

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İ’TİKÂF


- 783 -
Kavram no 107
Ahlâkî Kavramlar 22
Bk. Oruç; Takvâ
İ’TİKÂF
• İtikâf; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de İtikâf Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İtikâf
• İ’tikâfın Amacı
• İ’tikâfın Hükmü: Vâcip İ’tikâf, Sünnet İ’tikâf
• İ’tikâfın Vakti ve Müddeti
• İ’tikâfa Giriş ve Çıkış
• İ’tikâf Yapılan Yer
• İ'tikâfın Âdâbı
• İ'tikâfı Bozan Hâl ve Hareketler
• İ’tikâfın Faydaları
• İ’tikâfın İnsana Kazandırdıkları/Hikmetleri
• İ'tikâf, Bir Kutlu Arınış; İnzivâ, Bir Görevden Kaçıştır
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için; sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde i’tikâfa/ibâdete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki ittika ederler/korunurlar." 3161
İ’tikâf; Anlam ve Mâhiyeti
İ’tikâf kelimesinin kökü olan “a-k-f”, “bir şeye yapışmak, tutunmak, ondan ayrılmamak, kendini bir şeye vermek, hasretmek, vakfetmek, bir şeyle meşgul olmak, vaktini onunla doldurmak, bir şey içinde sürekli kalmak, bir yerde inzivâya çekilmek” mânâlarına gelmektedir.
İ’tikâfın terim anlamı ise, “Bir mescid veya o hükümdeki yerde ibâdet için özel şekilde beklemek ve bulunmak”, “Ramazan ayı içinde -ve bazen diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak bütün dünyevî faâliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibâdete ve tefekküre hasretmek” demektir. İ’tikâf yapana “mu’tekif” denir.
İ'tikâf; mü'minlerin Allah için her şeylerini fedâ edebilecek bir bilinç kuşanmak maksadı ile belirli bir süre, özellikle Ramazan ayının son on günü içerisinde, kendilerini ibâdete kapatmaları demektir.
3161] 2/Bakara, 187
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’de İ’tikâf Kavramı
İslâmî literatürde i'tikâf olarak meşhur olan, kendini ibâdete ve ideallerine adama eyleminin Kur'an'daki karşılığı "ukûf"tur. İ'tikâf kelimesi Kur'an'da doğrudan doğruya kendi kalıbından değil; kök harfleri aynı olan if'âl kalıbından türetilmiş kelimeler şeklinde, dokuz âyette geçmektedir. Yani, İ’tikâf kavramının türediği kök olan “a-k-f” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 9 yerde geçer. Ukûf ile i'tikâf arasındaki anlamı belirleyen, etkenlik edilgenlik mânâsı kazandıran türetme kalıplarının farklı olması bakımındandır. Buna göre ukûf; basit bir ifâde ile adamak anlamına gelirken, i'tikâf adanmak mânâsına gelmektedir. Birinin fâil ismi (o eylemi yapanın isimlendirilmesi), "âkif/adayan" olurken; diğerinin "mu'tekif/adanan" olmaktadır. Ukûf kelimesi, dokuz âyetin altısında olumsuz, üçünde olumlu bir bağlam içinde kullanılmıştır. Bu âyetlerin hepsinin ortak teması; "insanların hedef ve idealleri için yoğun bir fedâkârlık göstermeleri, kendilerini amaçlarına kilitleyip bütün benlikleri ile dünya görüşlerine adanmaları" şeklindedir.
Ukûf, sadece Allah'a gösterilmesi gereken bir davranış olması gerektiği halde, Kur'an'a göre i'tikâf, müşriklerin de tavrı olabilmektedir. Putperestlerin putlarına olan sınırsız sevgi ve bağlılık hissiyatı beslemesi i'tikâf eylemi olarak Kur'an'da anılır.3162 Sâmirî gibi putperestler, putlarının âkifidir, taptığı putların uğrunda kendini adamış neferleridir.3163 İbrâhim Peygamberin babasının ve ve halkının, nihâî kurtuluşa götürmesi asla mümkün olmayan putlara, her şeyleri ile adanmaları, tüm benlikleri ile bağlanmaları, gönüllerini kaptırmaları tavrının Kur'an'daki adlandırılma şekli de, bir ideal için kendini hebâ edercesine adamak anlamına gelen "ukûf" kelimesi olmuştur. İbrâhim’in (a.s.) babası ve halkı, putları için âkifâne bir bağlılık tavrı içinde olmuşlardır.3164 Müşriklerin i'tikâfı; "bâtıl ideolojileri için kendilerini ve imkânlarını var güçleri ile ortaya koymaları, bütün benlikleri ile putlarına bağlanmaları, onlara toz kondurmak isteyenleri engellerken de hiçbir fedâkârlıktan kaçınmamaları" şeklindedir.
Kur'an'da olumsuz anlamda kullanılan ukûf, "insanların kendilerini adadıkları beşerî değerlere, putlara ideolojilere olan sınırsız bir sevgi ile bağlanmaları" anlamına gelmektedir. Diğer üç âyetteki olumlu bağlam içinde geçen i'tikâfın if'âl bâbından fâili/öznesi olan âkif; adayan mânâsına gelmekte, edilgenlik anlamı veren iftiâl kalıbından türetilmiş bir masdar olan i'tikâf ise adanmak mânâsını kazanmaktadır.
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için; sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikâfa/ibâdete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki ittika ederler/korunurlar."3165 İbn Kesîr, bu âyet ile ilgili ola3162]
7/A'râf, 138; 20/Tâhâ, 91, 97; 21/Enbiyâ, 52; 26/Şuarâ, 71; 48/Fetih, 25
3163] 20/Tâhâ, 97
3164] 21/Enbiyâ, 52; 26/Şuarâ, 71
3165] 2/Bakara, 187
İ’TİKÂF
- 785 -
rak şunları kaydetmiştir: Ali bin Abû Talha, İbn Abbas’tan nakleder ki; bu âyet Ramazan’da veya Ramazan dışında mescidde i’tikâfa giren kişiler hakkındadır. İ’tikâfa girenlere i’tikâf süresi bitinceye kadar, gece veya gündüz kadınlara yaklaşmayı Allah yasaklamıştır. (...) İbn Ebû Hâtim der ki; İbn Mes’ud; Muhammed bin Ka’b, Mücâhid, Atâ, Hasan, Katâde, Dahhâk, Süddî, Rebî’ bin Enes ve Mukatil’in, i’tikâfta iken hanımlara yaklaşılmayacağını söylediklerini nakletti. Bu nakil, ulemâ katında ittifak edilmiş olan bir husustur. İ’tikâfa giren kişiye, mescidde bulunduğu sürece hanımına yaklaşmak haram olur. (...)
Fukahâ oruç kitabından sonra i’tikâf kitabını tasnif ederlerdi. Bunu yaparken Kur’ân-ı Azîm’e uyarlardı. Çünkü Kur’ân-ı Azîm orucu zikrettikten sonra, i’tikâfı bahis konusu yapmıştır. Oruçtan sonra i’tikâfın zikredilmesi Allah Teâlâ tarafından i’tikâfın oruçlu iken yapılmasına dikkatleri çekmek içindir. Ya da Ramazan ayının son günlerinde i’tikâfa girmeyi teşvik içindir. Sünnet-i seniyyede sâbit olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.s.) Ramazan ayının son on gününde i’tikâfa girerdi. Allah Azze ve Celle onu kendi katına yücelttiği zamana kadar böyle yapmıştır. (...) Âyet-i kerimede geçen, “yaklaşmak”tan maksat, cimâ (cinsel temas)dır. Cinsî temas ve bunun gerekleri olan öpme, sarılma vb. hallerdir. 3166
“O zaman Biz Beyt’i (Ev’i, Kâbe’yi) insanların tekrar tekrar yöneleceği bir hedef ve bir kutsal sığınak yapmıştık. Öyleyse İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn (Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve secde edecekler için temiz tutun.”3167 Âyet-i kerimedeki “âkifîn” kelimesi hakkında es-Sâbûnî: “Âkif kelimesinin çoğulu olup, bir yerde durmak ve ondan ayrılmamak” mânâsına gelen ukûf kökündendir. İbâdet maksadıyla Harem’de ikamet edenler ve oradan ayrılmayanlar demektir” 3168 şeklinde açıklama getirirken, Hasan Basri Çantay, kelimeye “ibâdet kasdıyla orada kalanlar, Elmalılı Hamdi Yazır ise “ibâdete kapananlar” mânâsını vermiştir.
Bazı müfessirler, âyet-i kerimedeki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenlere de işaret edildiğini belirtenler bulunmaktadır. Üstelik, bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e hitap ettiğine göre- eski ümmetlerlerin şeriatlerinde de i’tikâfın mevcut olduğunu göstermektedir.3169 Katâde’den rivâyet edilmiştir ki; “önceleri bir adam i’tikâfa girerdi ve arada çıkar, eşiyle yatar, yine geri dönerdi. Bu nass ile bu durum yasaklanmıştır.” 3170
“Mûsâ ile otuz gece (Bana ibâdet etmesi için) sözleştik ve bu otuz geceye on gece daha kattık. Böylece Rabbinin tâyin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı.” 3171
Hadis-i Şeriflerde İ’tikâf
“Kim benden sonra terkedilmiş sünnetimden bir sünneti ihyâ ederse, ona, insanların o sünnetle amel etmesinin ecri kadar ecir verilir.” 3172
3166] İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Y. c. 3,s. 737-738
3167] 2/Bakara, 125
3168] Safvetu’t-Tefâsir, İz Y. c. 1, s. 170
3169] Sâbûnî, Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, Şamil Y. c. 1, s. 176; V. Akyüz, Mukayeseli İbâdetler İlmihali, İz Y. c. 2, s. 431
3170] Elmalılı, a.g.e. c. 2, s. 19
3171] 7/A’râf, 142
3172] İbn Mâce, Mukaddime, hadis no: 210
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Ramazanın son on gününde i’tikâfa çekilirdi.” 3173
Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: “Nebî (s.a.s.) her Ramazan on gün i’tikâfa girerdi. Vefat ettiği senenin Ramazanında yirmi gün i’tikâfa girdi.” 3174
Enes ve Ubey bin Kâ’b (r.a.) anlatıyor: “Peygamber (s.a.s.) Ramazan’ın son on gününde i’tikâfa girerdi. Fakat bir sene (seferde olduğu için) i’tikâfa girmedi, müteâkip yıl yirmi gün i’tikâf yaptı.” 3175
Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre “Nebî (s.a.s.), vefat edinceye kadar Ramazanın son on gününde i’tikâfa girmiştir. Vefatından sonra eşleri i’tikâfa girmeye devam ettiler.” 3176
Ümmü Seleme (r.a.)’den: “Peygamber (s.a.s.), ilk sene Ramazan’ın ilk on gününde, sonra orta on gününde, sonra son on gününde i’tikâfa girmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Bana Kadir gecesi, onda (son on gün içinde) gösterildi, sonra unutturuldum.” Ondan sonra ölünceye dek son on günde i’tikâfa girerdi.” 3177
Zührî şöyle demiştir: “İnsanların i’tikâfı nasıl terkettiklerine şaşıyorum. Oysa Rasûlullah (s.a.s.) bazı şeyleri bazen yapar, bazen de terkederdi. Fakat vefat edinceye kadar i’tikâfı terketmemiştir.” 3178
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: “Biz Peygamber (s.a.s.)’le birlirlikte Ramazan’ın orta on gününde i’tikâfa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı (evlerimize) taşıdık. Rasûlullah (s.a.s.) (bir hutbe îrâd etti ve) sonra şunu söyledi: “İ’tikâfa girmiş olanlar, i’tikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir gecesinin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son on’da ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Rasûlullah (s.a.s.) i’tikâf mahalline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescid o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Peygamber’in (s.a.s.) burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığı gördüm. Bu gece 21. gece idi.” 3179
Diğer rivâyette: “(Allah Rasûlü) Ramazan’ın ilk on gününde i’tikâfa girdi. Sonra orta on gününde Türk çadırında i’tikâfa girdi. Kapısında bir hasır vardı. Eliyle hasırı alıp çadırın kenarına koydu. Sonra başını çıkardı, insanlarla konuştu; halk onun yanına yaklaştılar. Buyurdu ki: “Ben Ramazan’ın ilk on günü i’tikâfa girip bu geceyi aradım. Sonra ayın ortasındaki on gününde i’tikâf yapmaya başladım. Bunun üzerine bana o gecenin son on günlerin içinde olduğu söylendi. İçinizden kim i’tikâfa girmek isterse girsin.” Bunun üzerine cemaat de onunla birlikte i’tikâfa girdiler. Devamla şöyle buyurdu: “Şüphesiz bana (Kadir gecesi) tek gece olarak gösterildi. O gecenin sabahında sanki ben su ile çamur arasında secde ediyordum.” 3180
Âişe’den (r.a.): “(Allah Rasûlü) Her Ramazan’da i’tikâfa girerdi. Sabah
3173] Buhârî, İ’tikâf 1, 6; Müslim, İ’tikâf 1-4; Ebû Dâvud, Savm 77, 78; Tirmizî, Savm 71; İbn Mâce, Sıyâm 58
3174] Buhârî, İ’tikâf 17; Ebû Dâvud, Savm 78; İbn Mâce, Sıyâm 58
3175] Ebû Dâvud, Savm 77; Tirmizî, Savm 79; İbn Mâce, Sıyâm 58
3176] Buhârî, İ’tikâf 1; Müslim, İ’tikâf 5; Ebû Dâvud, Savm 77
3177] Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr; Mecmau’z-Zevâid, c. 3, s. 173
3178] Buhârî, İ’tikâf 6; Müslim, İ’tikâf 5
3179] Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 2, 3, İ’tikâf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213-215
3180] Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 2, 3, İ’tikâf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213-215
İ’TİKÂF
- 787 -
namazını kıldırdığında i’tikâf yaptığı yerine gelirdi. Âişe de i’tikâfa girmek için Rasûlullah'tan izin istedi. Ona izin verdi ve mescidde kendisine bir çadır kurdu. Hafsa bunu duyunca, o da bir çadır kurdu. Zepnep bunu duyunca o da çadır kurdu. Sabah namazından çıkınca dört çadır kurulduğunu görünce; “Nedir bunlar?” diye sordu. Durumu ona bildirdiler. Ondan sonra: “Onları buna iten nedir? İyi bir şey mi yaptığınızı zannediyorsunuz? Sökün onları, bir daha görmeyeyim!” buyurdu. Bu nedenle Ramazan’da i’tikâfa girmedi. Şevval ayının son on gününde i’tikâfa girdi.” (Diğer rivâyette: “Şevval’in yirmisinde” diye geçmektedir.) 3181
“Câmî (toplayan, büyük) bir mescidden başkasında i’tikâf olmaz.” 3182
“İ’tikâfa giren kişi, günahları hapsedip, sevapların tümünü elde eden kişi gibi kendisine sevaplar kazandıran kişidir.” 3183
“Ramazan’da on gün i’tikâf yapmak (nâfile) iki hac ve iki umre gibidir.” 3184
“... Kim kardeşinin ihtiyacını karşılamak üzere yürür de maksada erişebildiği kadar erişirse, bu onun için on yıllık i’tikâftan hayırlıdır. Kim de Allah’ın rızâsını gözeterek bir gün i’tikâf ederse, Allah onunla cehennem ateşi arasında her biri yerle gök arası kadar uzak üç hendek meydana getirir.” 3185
“Oruç olmadıkça i’tikâf yoktur.” 3186
Hz. Âişe (r.a.)’nin anlattığına göre: “Hz. Peygamber (s.a.s.) mescidde i’tikâfda olduğu sırada, kendisi de (odasında ve) hayızken, Rasûlullah’ın (s.a.s.) saçlarını taramıştır. Bu hizmeti yaparken kendisi odasından ayrılmamış; Rasûlullah (s.a.s.) başını ona uzatmıştır. Peygamber (s.a.s.) i’tikâfda iken, (büyük veya küçük abdest bozmak gibi) zarûri bir ihtiyaç olmadıkça (mescidden çıkmaz) odasına girmezdi.” 3187
“Rasûlullah (s.a.s.) i’tikâfta iken hastaya uğrar, oyalanmadan halini sorar geçerdi. Hz. Âişe buyurdu ki: “Aslında mu’tekif (i’tikâf yapan) için sünnet olan, hasta ziyâretine gitmemesi, cenâze merâsimine katılmaması, kadına (şehvetle) dokunmaması, kadının tenine tenini değdirmemesi, zarûri ihtiyaç dışında (i’tikâf yerinden) çıkmamasıdır. Oruçsuz i’tikâf yoktur. Kezâ, Cuma kılınan mescid dışında da i’tikâf yoktur.” 3188
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber’in (s.a.s.) zevcelerinden biri, müstehâza (hayızlı olmadığı halde, hastalık sebebiyle kanı akan kadın) haliyle Rasûlullah (s.a.s.)’la birlikte i’tikâfa girdi. Öyle ki, kadın elbisesinde lekeyi de görüyor ve bu halde de namaz kılıyordu...” 3189
Ali bin Hüseyin (r.a.) anlatıyor: Safiyye (r.a.) buyurdu ki: “Hz. Peygamber (s.a.s.) i’tikâfta iken ziyâret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet
3181] Buhârî, İ’tikâf 6-7, 14; Müslim, İ’tikâf 6
3182] Ebû Dâvud, Savm 80
3183] İbn Mâce, hadis no: 1781
3184] Taberânî ve Beyhakî’den; Terğîb ve Terhîb, c. 2, s. 526
3185] Beyhakî; Taberânî ve Hakim’den; Terğîb ve Terhib, c. 2, s. 527
3186] Dârimî, Mukaddime 20; Muvattâ, İ’tikâf 4
3187] Buhârî, İ’tikâf 2, 3, 4, 19; Müslim, Hayız 6-7
3188] Ebû Dâvud, Savm 80
3189] Buhârî, Hayz 10; Ebû Dâvud, Savm 81
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere O da kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, ensârdan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ağır olun” dedi. “Şu yanımdaki Huvey’in kızı Safiyye’dir.” Onlar: “Sübhânellah!” dediler. “Bu da ne demek ey Allah’ın Rasûlü?” Hz. Peygamber: “Şeytan, insana damarlardaki kan gibi nüfûz eder. Ben, onun kalplere bir kötülük atmasından korkarım” buyurdu.” 3190
İbn Ömer (r.a.)’den: “(Babam) Ömer dedi ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Ben câhiliyet devrinde, Mescid-i Haram’da bir gece i’tikâfta kalacağımı adamıştım.’ “Öyle ise o adağını yerine getir” buyurdu. 3191
İ’tikâfın Amacı
İ’tikâfın amacını şu iki noktada toplayabiliriz:
1- Mü’minin/dâvetçinin, dünya meşgalelerinden kendini soyutlayarak Rabbi ile yalnız kalması ve nefsini muhâsebe etmesi sâyesinde, hayatını ve amellerini O’nun rızâsı doğrultusunda tanzim etme, takvâ sahibi bir insan olma hal ve şuuruna erebilmesidir.
2- Ramazan ayının son on gününde girilen i’tikâf sâyesinde -ki bu en fazîletli i’tikâftır- Kadir gecesine rastlanarak, onun idrâk ve ihyâ edilebilmesidir.
İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd adlı eserinde “Rasûlullah’ın Ramazan’da İ’tikâf Yapışları” başlığı altında şunları ifâde etmektedir: “Kalbin düzeltilmesi ve Allah’a giden yol üzerinde istikamet bulabilmesi, Allah’a muvâfakat edip, Allah’a bütünüyle yönelerek dağınıklığını toplamasına bağlıdır. Çünkü gönül perişanlığını Allah’a yönelmekten başka bir şey derleyip toplayamaz. Fuzûlî yemek-içmek, lüzumsuz sokakçılık, boş sözler, aşırı uyku gönül perişanlığını artırıp onun her bir parçasını bir vâdiye atar, onun Allah’a gidişine engel olur, onu zayıflatır, yolunu geciktirir ve yolculuğunu durdurur. Azîz olan Allah’ın merhametiyse kullarına lüzumsuz yeme ve içmeyi kaldırıp kalbi Allah yolundan alıkoyan çeşitli şehevî duyguların gönülden sökülüp atılmasını meşrû kılmıştır. Hem onu maslahat (yarar) miktarınca meşrû ederek kulun bu meşrû şeyden dünya ve âhiretinde faydalanarak ona zarar vermemesini, onun dünya ve âhiret; şimdi ve gelecekte yararlarına mâni olmamasını temin etmiştir.
Kullarına, maksadı ve rûhu “kalbin Allah’a tam bağlılığı, ona muvâfakati, O’nunla başbaşa kalması, insanlardan kopması, sadece Allah’la ilgilenmesi” demek olan “i’tikâf”ı meşrû yapmıştır. Şöyle ki, i’tikâf ile O’nu anmak, O’na muhabbet etmek ve ve O'na yönelmek gönül endişelerinin ve kalbî duygularının yerine geçer. Onlara karşı kalbi istilâ eder de artık kalp bütün düşüncesini (O'na yoğunlaştırır), gönle gelen bütün fikirler O’nu zikretmeye, O’nun rızâsını kazanıp O’na yakın olmaya çalışır. Halk ile ünsiyet yerine Allah’a ünsiyet meydana gelir. Böylece kulu, hiçbir dost sîmânın olmadığı, Allah’tan başka kimsenin sevindirmesinin mümkün olmadığı kabirdeki korkunç yalnızlık günlerinde Allah’la dostluğu hazırlamış olur. İşte i’tikâfın en büyük maksadı budur.
Bu gâye, ancak oruç ile tamamlanınca, Allah i’tikâfı oruç günlerinin en fazîletlileri olan Ramazanın son on gününde meşrû kılmıştır. Efendimiz (s.a.s.)’in
3190] Buhârî, İ’tikâf 8, 11, 18; Müslim, Selâm 23-25
3191] Buhârî, İ’tikâf 5, 15, 16; Müslim, Eymân 27
İ’TİKÂF
- 789 -
oruçsuz olarak i’tikâf yaptığı asla rivâyet edilmemiştir. Aksine “Oruç olmadıkça i’tikâf yoktur.” 3192 buyrulmuştur. Yüce Allah kitabında i’tikâfı oruçsuz zikretmemiştir. Rasûlullah da oruçsuz hiç i’tikâf yapmamıştır. Selef-i sâlihînden olan âlimlerin ileri gelenlerince en üstün kabul edilen görüşe göre, i’tikâfta oruç şarttır. Bu görüş Şeyhü’l-İslâm İbn Teymiye’nin de tercih ettiği görüştür.
Konuşmaya gelince; Muhammed ümmetine âhirette faydası olmayan her sözden dili alıkoymak şeriat gereği olmuştur. Lüzumsuz ve çok uyku ise insanı gaflete götürür, sâlih amellerden ve nâfile ibâdetlerden alıkoyar. Bu ümmete meşrû kılınıp tavsiye edilen uykusuz kalmanın en üstünü, sonucu en güzel olan gece namazı için olmuştur. Bu uykusuzluk, orta dereceli -aşırı olmayan- kalbe ve vücuda faydalı, kulu yararlı işlerden alıkoymayan bir uykusuzluktur. (...) Bütün bunlar, i’tikâfın maksadına ve rûhuna ulaşmayı elde edebilmek için olup, câhillerin i’tikâf yerlerini sohbet meclisleri ve ziyâretçi çekme yeri -tuzakları- haline getirip aralarında bıktırıcı laflarla sohbet etmelerinin aksinedir. Bu ayrı bir renk, Efendimiz’in i’tikâfı ayrı bir renktir.” 3193
Ahmet Önkal ise, konu ile ilgili olarak şunları ifâde etmektedir: “Çağdaş İslâm dâvetçilerinden Hasan el-Hudaybî der ki: ‘İslâm’ı önce göğüslerinizde, gönüllerinizde hâkim kılın; yeryüzünde, beldenizde de İslâm hâkim olacaktır.’ Evet, İslâm dâveti önce dâvetçinin kendi nefsinden başlar. Bu sahada yapılacak ilk iş, İslâmî bir şahsiyete ve irâdeye sahip olmak, nefsi tezkiye etmek, mâsiyetlerden, günahlardan, ayıp ve ahlâksızlıklardan arınmaktır. Nefsine ihtimam göstermeyen bir dâvetçinin Cenâb-ı Hak’tan hidâyet ve nusret beklemeye hakkı yoktur. Zira, “bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.”3194 Bu sebeple her şeyden önce dâvetçi, selîm bir akîde sahibi olmaya çalışacak, dâvâsına azim ve irâdeyle sarılacak, bozuk inanç, fikir ve düşüncelere kalbinde, rûhunda, gönlünde yer vermeyecektir. Onun kalbi, zuhûru muhtemel fitneler için hazırlıklı olmalıdır. Fitnenin olmadığı sükûnet ve saâdet devresinde belki bu hazırlığın lüzumu hissedilmez; fakat ortalık karışmaya, fitne dalgaları kabarmaya başladığı zaman ortaya çıkıverir. (...) Bir havuz düşünelim: Suları durgundur, içinde gömük vardı, çamur vardır; fakat dibe çökmüş, su berraklaşmıştır. Bu havuza küçük bir taş attığınız zaman, bu taş gömüğü harekete geçirir ve bir de bakarsınız havuzun içi karışıvermiş, bulanmıştır. Küçük bir taş, böylece karışıklığı ortaya çıkarır. Fakat bu havuzdaki suyun tertemiz olduğunu düşünün; bibinde çamur, gömük, kir-pas yok, sâfi, berrak bir su... Böyle bir havuza atılan taş, onun güzelliğini artırır. Taşın atıldığı merkezden başlayarak hâleler, daireler meydana gelir. Suya akseden ağaçlar, eşya ve tabiat hareketlenir ve bir canlılık sergilenir; taşın yaptığı iş, ancak onun güzelliğini artırmak olur. İşte hazırlıklı, tertemiz, ihlâslı bir kalbe de fitnelerin, sapık cereyan ve fikirlerin yapacağı da budur. Fakat kendini kontrol altında tutmayan, hazırlığı olmayan kalpler, er geç bu toplumun çirkefliklerine bulaşacak, sapıklık ve ahlâksızlıklarından müteessir olacaktır.
Sonra dâvetçilerin mazbut bir yaşayışı, ibâdetlere son derece bağlı bir anlayışı ve her çeşidi ile nefsinde tatbik ettiği güzel ahlâkı olmalıdır. Şüphesiz onlar, dâvette bulunurken insanlar onların sözlerinden çok; yaşayışlarına, ibâdetlerine
3192] Dârimî, Mukaddime 20; Muvattâ, İ’tikâf 4
3193] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, Cantaş Y. c. 2, s. 669-672
3194] 13/Ra’d, 11
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve ahlâklarına bakacaklar, kendileri için onların örnek olmasını bekleyeceklerdir. İşte bu durumda dâvetçiler yapmadıklarını söyleyenler, insanlara iyiliği emredip kendi nefislerini unutanlar ve kendileri sakınmadıkları halde insanları kötülükten nehyedenler durumlarına düşmemelidirler. (...)
Hz. Peygamber’in dâvete rûhen hazırlanmasında (Hira’daki) uzletin ise, şüphesiz ayrı bir yeri vardır. (...) Uzlet, kulun Rabbi ile başbaşa olduğu anlardır; Allah ile irtibat ve sılayı sağlayan yegâne unsur, kişiyi rûhen olgunlaştırıp geliştiren en önemli vesiledir. Ve Hz. Peygamber’in uzletinde umûmen bütün müslümanlar, husûsuyla İslâm dâvetçileri için önemli bir delâlet, güzel bir tevcih vardır: Bir müslüman ve dâvetçinin İslâm’ı, her ne kadar fazîletlerle donanmış, ibâdetlerin her türlüsüyle bezenmiş de olsa, bütün bunlara ilâveten nefis murâkabesi yaptığı, Allah’ın murâkabesini üzerinde hissettiği, kâinatın eşsizliği ve bu eşsizlikteki Allah’ın azametini düşündüğü uzlet ve halvet saatlerini eklemedikçe kemâle ermiş olamaz. Zevcini, çocuklarını, dünya meclislerini, ticaret meşgale ve telâşelerini terkederek, her gün birkaç saat uzlet... Modern tâğutların kurbanı haktan inhirâf etmişleri hidâyete erdirmede yardımcı olmasını niyaz ederek Allah’a yönelmek üzere... Kendini muhâsebeye çekmek, dâvetteki eksikliklerini telâfi etmek ve dâvete hazırlanmak üzere uzlet... Kat’iyyen cihaddan ve birtakım sıkıntılardan, fedâkârlıklardan kaçmak üzere değil... Veya yaygın bir yanlış anlayışta olduğu gibi insanlardan tamamen uzaklaşarak, dağları ve mağaraları veya loş hücre ve odaları mesken tutarak sadece kendi nefsiyle uğraşmak üzere değil... Evet, her müslüman ve dâvetçi için rûhî hazırlıkta uzlet gereklidir ve Rasûlullah (s.a.s.) bunun örneğini vermiştir.
Bu şekilde devam edegelen hazırlık, dâvet yüküne tahammül edecek bir merhaleye geldiği anda hareket başlayacak ve dâvetçi tebliğe yönelecektir. Peki, bu noktada artık rûhî hazırlık bitmiş, sona ermiş midir? Hayır, asla! Zâten hazırlık safhasıyla hareket merhalesini kesin hat ve çizgilerle birbirinden ayırmak kesinlikle mümkün ve doğru değildir. Dâvet boyunca hazırlık yine devam edecektir. Zira dâvetçi, her an Rabbi ile irtibat halinde olma mecbûriyetindedir; her vakit O’nun lutfedeceği destek ve inâyete muhtaçtır. İşte bu sebeple dâvetinin hemen başlangıcında Cenâb-ı Hak, Rasûlüne hazırlığa devamı emrediyordu: “Ey (elbisesine) bürünen (Rasûlüm)! Gece(nin) birazından hâriç (saatlerinde) kalk (namaz kıl). Gecenin yarısı miktarınca, yahut ondan birazını eksilt; veya (o yarının) üzerine (ilâve edip) artır. Kur’an’ı açık açık, tane tane oku.”3195 Hazırlık gerekliydi; çünkü: “Hakikat Biz sana ağır bir söz vahyediyoruz.” 3196 “Telâkkisi ağır, mükellefiyeti ağır, dâveti ağır bir söz.”3197 Ve bu ağır mükellefiyet için gece namazı emrediliyordu. Zira “Gerçek, gece (yatağından ibâdete) kalkan nefis (yok mu), hem (istenen hudû ve ihlâsa) uygunluk itibarıyla daha kuvvetlidir, hem kıraatçe daha sağlamdır.”3198 Hiçbir azık ve hazırlık, gece namazının yerini tutamazdı; o, dâvetçiyi Allah’a bağlı, ruhu aydın, kalp gözü açık, zihni parlak, düşüncesi ateşli, Rabbânî bir kul olmaya hazırlayan, gelecek ağır emirlerin icrâsına kabiliyet ve yatkınlık kazandırmak üzere nefislerin terbiyesi ve mücâhede kuvvetlerinin ilerlemesi ve meydana çıkması için ihzârî bir riyâzet olan bir vesile, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsânı idi. Şüphesiz ki bu kalbi
3195] 73/Müzzemmil, 1-4
3196] 73/Müzzemmil, 5
3197] Buhârî, Bed’u’l-Vahy 2
3198] 73/Müzzemmil, 6
İ’TİKÂF
- 791 -
yaratan Allah, onun girdisini çıktısını, gizlilik ve sırlarını, tesir altında kalacağı an ve durumları en iyi bilendi ve O, gece namazını emrediyor, Rasûlüne teheccüdü farz kılıyordu: “Gecenin bir kısmında da uyanıp sırf sana mahsus nâfile/fazla (bir ibâdet) olmak üzere onunla (Kur’an ile) gece namazı kıl.”3199 Allah’ın en sevdiği kul olduğu, geçmiş ve gelecek günahları mağfûr olduğu halde Peygamberimiz teheccüdle emredilirken -tâkat getiremeyecekleri için diğer müslümanlara farz kılınmayan- teheccüde, gece namazına, ilk dâvetçi Hz. Peygamber’in yolundan gitmek isteyenlerin ne kadar da çok ihtiyacı vardır! Dâvet yolunun ve âhiret yolculuğunun azığı işte budur. Yolculuğa azıksız ve hazırlıksız çıkılmayacağını bilenler, İslâmî faâliyetlerde gayret gösterenler, bu azığı elde etmeye önem vermelidirler. Nitekim Rasûlullah Efendimiz de bize gece namazını tavsiye eder: “Size gece namazını tavsiye ediyorum. Şüphesiz o, sizden önceki sâlih kulların âdetidir. Sizin için de Rabbinize yakınlık, günahlarınıza keffâret, hatalardan selâmet ve bünyeyi hastalıklardan koruma vesilesidir.” 3200
Yukarıda verdiğimiz, Rasûlullah’a gece namazını emreden her iki âyette de bir husus dikkatimizi çekiyor. Birincisinde gece kalkılması O’ndan istenildikten sonra deniliyor ki: “Kur’an’ı da açık açık, tane tane oku.” İkincisinde ise Kur’an ile gece namazı kılması emrediliyor. Şu halde rûhen dâvete hazırlanmada Kur’an’ın gerçekten büyük fonksiyonu vardır. Askerî bir harekette ikmâl ve bakımı sağlayan lojistik ne derece önemliyse, İslâmî faâliyette de kişiyi dâvete hazırlayan, onun mânevî gıdasını temin eden ve ikmâlini yapan Kur’ân-ı Kerim’in o derece ehemmiyeti vardır.
Dâvet boyunca devam edecek rûhî hazırlığın başka nüveleri olarak Hz. Peygamber’in titizlik ve itinâ ile tatbik ettiği, ümmetine bir sünnet ve örnek olarak sunduğu diğer nâfile ibâdetlere dikkat, bolca duâ ve istiğfâr, zikir ve tesbihi de kaydedelim. Şüphesiz bütün bu hususlarda O’nu Cenâb-ı Hak, irşâd ve tevcih ediyor, tâlimatını veriyordu: “Günahının bağışlanmasını iste. Akşam sabah Rabbini hamd ile (tenzih ve) tesbih et.”3201; “Ne derlerse sen (şimdilik) sabret. Rabbini güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce hamd ile tesbih (ve tenzih) et.”3202 Hz. Peygamber de, bu tevcih doğrultusunda bütün bir hayatının ortaya koyduğu gibi, dâveti için her an Rabbine ilticâ ediyor, hazırlığını ikmâlde bulunuyordu.
Rûhî hazırlığı sağlayan unsurlar olarak belirttiğimiz bu hususların yanında, hiç şüphe ve tartışma götürmez bir gerçektir ki, farz olan ibâdetlerin dosdoğru, yerli yerince, zamanında, eksiksiz ve ihlâsla îfâsı en başta gelen şarttır. Henüz ibâdetlerin rûhuna erememiş, cemaat şuuruna varamamış, üzerine farz olan hususları bile tam bilmeyen ve vecîbelerini îfâda gevşeklik ve ihmalkârlık gösterenlerin -günümüzde olduğu gibi- İslâmî dâvet yükünü taşıma, cihad bayrağını çekme gibi büyük iddiâlarla ortaya çıkmaları, ne hazindir! Elbette bu sahayı onlara, sorumsuzca ve idrâksizce dolduruvermek üzere boş bırakan müslümanlar vebâl altındadırlar ve dâvet vazifesini samimiyet ve ihlâsla yürütecek, ehl-i takvâ, ehl-i hâl, ilim ve ahlâk sahibi, dâvete her yönüyle hazır dâvetçi elemanlar yetiştirmekle mükelleftirler.” 3203
3199] 17/İsrâ, 79
3200] Tirmizî, Deavât 101
3201] 40/Mü’min, 55
3202] 50/Kaf, 39
3203] Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Esrâ Y. s. 108-115
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanın en yakın çevresi, işi ve meşgaleleri dolayısıyla ilgilerinin de en yoğun olduğu yerdir. Böyle bir yerde bulunan kişinin dikkati de o nisbette dağınık demektir. Çevre ve kişisel ilişkilerden kaynaklanan bu bağımlılıktan fizik olarak kurtulan ve mânen sıyrılan kimse ancak kendisini yapacağı işe bütünüyle verebilir. Kendini bir şeye vermek, o konudaki dağıtıcı düşünce, ferdî irâde ve zihnî yönelişleri bütünüyle silmek ve yalnız ona vermekle olur. Her konuda olduğu gibi, kişinin kendini Allah’a vermesi de insanın maddî ve mânevî gücünü teksif etmesi ve aynı hedefe yoğunlaştırması ile mümkün olur. Yarışmalardan önce sporcuların özel hayatlarından koparılarak kampa alınmaları, belli bir süre enerji depolamak için olduğu kadar, onları gerideki ilgilerin etkisinden sıyırmayı da hedef alır. Gözlerinden biri hastalanan kimse için eşyanın yarısı nasıl bulutların arkasında gölge bir varlık gibi silik ve bulanık gözükürse, dikkati vâkıalara takılıp kalan, kendine bakmasını ve kendisini Hakka vermesini bilmeyenler için de hakikatin yarısı kaybolmuş demektir.
Özellikle i’tikâfla elde edilen, başka şeyleri bırakıp sadece Allah’la beraber olmanın faydası meydandadır: Meşgaleyi azaltır, insanın gözünü ve kulağını korur. Zira göz ve kulak kalbin yoludur. Kalp bir havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis ve bulanık, mikroplu sular dökülür. İ’tikâftan maksat, kalbi o pis sulardan ve bunlardan meydana gelen çamurdan temizlemektir ki, bu sâyede havuzun ana kaynağı temiz su ile dolsun. Pis suyu akıtan derelerin havuza akan yolları açık iken havuzu temizlemek nasıl mümkün olur? Her an yeni bir pis su havuzu doldurur. O halde ilk önce o pis derelerin yolunu kesmek lâzımdır, yani kalbe yönelen duyuların akıntısını kesmek gerekir, ancak zarûret miktarı açık kalır. Bu da i’tikâf ve benzeri uygulamalarla mümkün olur. Ayrıca i’tikâfla gözü hâriçten çekmekle bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek, perde tabakalarını kaldırıp atmak sûretiyle içinden hikmet gözlerini akıtıp kalbi doldurmak da mümkündür.
İ’tikâfın Hükmü
Hüküm yönünden i’tikâflar, vâcip ve sünnet i’tikâflar olmak üzere iki çeşittir.
1- Vâcip İ’tikâf
a) Adak İ’tikâfı: İ’tikâf yapmayı adayan (meselâ; “benim falan işim olursa Allah için şu kadar gün i’tikâf yapacağım” diyerek Allah’a söz veren) kimseye, bu sözünü yerine getirmek vâciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hanefî mezhebine göre, i’tikâfın oruçlu geçirilmesi de vâciptir. Muayyen (belirlenmiş) olmayan adak i’tikâfını, Ebû Hanife’ye göre aralıksız yapmak şartken, Şâfiî’ye göre şart değildir. Şâfiîlere göre bir kimse i’tikâf adarsa, adadığı şekilde peş peşe veya değişik şekillerde onu yerine getirmesi vâciptir.
b) Başlanan Sünnet İ’tikâfı Tamamlamak: Hanefî mezhebinde İmam Muhammed’e göre, başlanan i’tikâfı tamamlamak vâciptir. İmam Ebû Hanife ve İmam Ebû Yusuf’a göre başlanan i’tikâfı tamamlamak gerekmez. Cumhûra göre, özürsüz yere kesilen i’tikâfların kazâsı gerekir.
2- Sünnet İ’tikâf
a) Ramazan İ’tikâfı: Ramazanda özellikle son on gün içinde yapılan i’tikâf, Hanefî mezhebine göre, sünnet-i kifâye-i müekkededir. Bir kişinin bunu
İ’TİKÂF
- 793 -
yapması, bir yerleşim birimindeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi, Cenâb-ı Hakk’ın i’tikâf yapanın ecrini o beldedeki bütün müslümanlara da vereceği umulur. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre sünnet-i müekkede; Mâlikî mezhebine göre müstahaptır.
b) Ramazanın Dışındaki İ’tikâflar: Hanefî mezhebine göre, Ramazan dışında yapılan i’tikâflar müstahaptır. Bunun belirli bir vakti ve süresi yoktur. Hatta mescide giren kimse, çıkıncaya kadar i’tikâfa niyet etse, orada kaldığı sürece i’tikâfta sayılır. Bu i’tikâfta oruç şart değildir. Şâfiî mezhebine göre ise sünnet-i müekkededir. (5)
İ’tikâfın Vakti ve Müddeti
İ’tikâf Ramazanda ve Ramazan dışında her vakitte müstehaptır.
Hanefîler, vâcip olan adak i’tikâfının bir günden az olmayacağını söylemişlerdir. Nâfile olan i’tikâfla ilgili İmam Ebû Hanife’den “en az bir gündür” ve “azı için bir had yoktur” şeklinde iki görüş rivâyet edilmiştir. Mutlak bekleme yeterlidir; bir an beklese câiz olur ve i’tikâfı sahihtir. Çünkü nâfilede müsâmaha vardır. Bir i’tikâfın en az süresi İmam Ebû Yusuf’a göre bir gündür. İmam Muhammed’e göre ise bir saattir. Bundan maksat, kısa bir süre de olabilir.
Şâfiîlere göre ise; Şâfiîlerin cumhûrunun benimsediği, Nevevî’nin de “sahih” diyerek kabul ettiği görüşte, i’tikâf “bir an” da olsa geçerlidir. (Bu husûsu, ‘sübhânallah’ denilmesinden biraz fazla zaman, diye örneklendirenler olmuştur.) Mescidde mutlak bir bekleme, şartın tahakkuku için yeterlidir. İmam el-Haremeyn diyor ki: “İ’tikâfta ‘ikamet’ denecek kadar bir zaman eğleşmek şarttır. Öyle ki bunun zamanı, rükû ve benzeri namaza âit rükünlerde ta’dîl-i erkân miktarından daha fazla bir zaman olmalıdır.” Yine Şâfiîlerden: “Âdetin ibâdetten ayrı olması gerekir. İnsanlar, namazı beklemek, hutbe dinlemek, ilim veya başka bir şey için bir miktar câmilerde beklemektedirler. Buna i’tikâf denmez. İbâdetin âdetten ayrılması için, biraz daha fazla beklemek şarttır” görüşünde olanlar vardır.
Cumhûr, i’tikâf için az bir zamanın yeterli olacağı görüşündedir. Mâlikîler ise i’tikâfın en az sınırı için bir gün bir geceyi şart koşarlar. İ’tikâfın çoğu için bir sınır yoktur.
İ’tikâfa Giriş ve Çıkış
Hanefîlere göre: Bir kimse kendisine iki veya daha fazla gün i’tikâfa girmeyi vâcip kılarsa, geceleriyle birlikte i’tikâfa girmesi gerekir. Çünkü geceler gündüzlere tâbidir. Peş peşe olma şartı koşulmasa bile peş peşe yapılması gerekir. Çünkü i’tikâfın temeli peş peşe olmaya dayanmaktadır. İ’tikâfa birinci gece de dâhildir. Kişi i’tikâf için mescide ilk gece (önceki gün) güneş batmadan önce girer, son gün güneş battıktan sonra çıkar.
Şâfiîlere göre: Bir kimse bir gün i’tikâfa girmeyi adasa, gecesinde de i’tikâfa girmesi gerekmez. Bunda ihtilâf yoktur. Çünkü gece gündüzden değildir. Bu kişinin i’tikâf yerine sabah vaktinden önce girmesi, güneş battıktan sonra çıkması gerekir. Çünkü günün hakikati sabah vakti ile güneşin batması arasında geçen zamandır. Bir kimse peş peşe i’tikâfa girmeye niyet eder yahut bunu açıklarsa o
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
takdirde gecelerinde de i’tikâfa girmesi lâzım gelir. Eğer açıklamamış yahut niyet etmemişse geceleri lâzım gelmez. Doğrusu şart koşmaksızın peş peşe i’tikâfa girmek vâcip değildir.
İ’tikâf Yapılan Yer
Hanefî mezhebine göre, erkekler câmide, kadınlar ise evlerinin mescidinde, yani evlerindeki mescid edinilen veya mescid olarak ayıracakları bir odada; namaz kılmaya alıştığı veya âdet haline getirdiği yerde i’tikâfa girerler. Kadınların dışarıdaki mescidlerde i’tikâf etmeleri câiz ise de kerâhetten hâlî/boş değildir. Kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, Hanefî fukahâsına göre mescidlerde namaz kılmalarından daha fazîletli olduğu gibi, evde i’tikâfları, mescidde i’tikâftan daha fazîletlidir. İçinde cemaatle namaz kılınan her mescidde i’tikâf yapılabilir; i’tikâfın büyük câmilerde yapılması efdaldir.
Şâfiî mezhebine göre, ister üst kısmında, ister bağlı birimlerinde olsun mescidde i’tikâfa girmek sahihtir. Gerek erkekler, gerekse kadınlar mescid olduğu kabul edilen her yerde i’tikâfa girebilir. İmam Şâfiî’ye göre i’tikâf ta’zîme lâyık bir yerde yapılabilir ki, buna en uygun yer mesciddir. Evlerde mescid edinilen yerler bu ta’zîme uygun değildir. Çünkü evde mescid edinilen yer değiştirilebilir, orada cünüp olarak gezilebilir. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımları mescidde i’tikâfa girerlerdi. Eğer onların evleri i’tikâf için yeterli olacak olsaydı, evlerinde i’tikâfa girmeleri daha iyi olurdu. Câmide i’tikâfa girmek, câmi dışındaki mescidlerde i’tikâfa girmekten daha iyidir. Bunun sebebi câmide i’tikâfa girmenin vâcip olduğunu söyleyenlerin ihtilâfından kurtulmaktır. Ayrıca hem câmide cemaat daha fazladır, hem de Cuma namazı farz olan ve Cuma için çıkmayı şart koşmamış olan kimse tarafından içlerinde Cuma günü bulunan ve peş peşe tutulması adanan i’tikâflarda câmilerde i’tikâfa girmek vâciptir.
Özet olarak, Mâlikîler ve Şâfiîler hangi mescid olursa olsun i’tikâfı câiz görüyorlar. Hanefîler ve Hanbelîler i’tikâfta mescidin câmi olmasını şart koşuyorlar. Cumhûra göre ev mescidlerinde i’tikâf câiz olmayıp sadece Hanefîlere göre kadınlar için câizdir.
İ’tikâfın Sahih Olması İçin Şartları:
1- Müslüman olmak,
2- Akıllı olmak yahut temyiz çağında olmak,
3- Kadının kocasından izin alması: Hanefî mezhebine göre; kadın, kocası izin vermediği takdirde, -vâcip bile olsa- kesinlikle i'tikâfa giremez. Koca eşine i'tikâf izni verince, artık bundan dönemez. Şâfiî mezhebine göre kadın, kocasından izin almadan i'tikâfa girerse, bu sahihtir; ancak, kadın günahkârdır.
4- İ'tikâf mescidde olmalıdır. Ancak, Hanefîler kadınların evlerindeki mescidde i'tikâfa girmelerini câiz görmüşlerdir.
5- Niyet etmek,
6- Oruçlu olmak. Hanefî mezhebine göre, vâcip i'tikâflar için oruçlu olmak şarttır. Ramazananın içindeki sünnet i'tikâf, kendiliğinden oruç zamanına rastlar. Ramazanın dışındaki sünnet i'tikâfta (bu husustaki rivâyetler değişiktir) oruç şart değildir. Şâfiî mezhebine göre, vâcip i'tikâflarda da oruç tutmak şart değildir;
İ’TİKÂF
- 795 -
müstehaptır.
7- Cünüplükten, hayız ve nifastan temizlenmiş olmak. Zira bunların mescide girmesi câiz görülmemiştir. Mu'tekif, vakitlerini, namaz, tilâvet gibi çeşitli ibâdetlerde geçirecektir; bunların her biri için de temiz olma şartı vardır. Hanefî mezhebine göre, cünüplükten temizlenmek i'tikâfın helâl olması için şart olup i'tikâfın sahih olması için şart değildir. Böyle bir durumda, i'tikâftan hemen çıkılır, gusledilir ve aralıksız biçimde i'tikâfa dönülür. Şâfiî mezhebine göre, bütün i'tikâflar için cünüplükten temiz olmak şarttır. Hanefî mezhebine göre, vâcip i'tikâf için hayız ve nifastan temizlenmek şarttır. Sünnet i'tikâf için, hayız ve nifastan temizlenmek şart değildir. Fakat, i'tikâfa temizlenmeden girmek, -sahih olmakla birlikte- haramdır. Şâfiî mezhebine göre, bütün i'tikâflar için, hayız ve nifastan temizlenmek şarttır.
İ'tikâfın Âdâbı
1- İ'tikâfa giren kimsenin gücü yettiği kadar gece ve gündüz namaz kılması, Kur'an okuması ve Allah'ı zikir ile meşgul olması müstehaptır. Allah'ı zikretmeye örnek: "Lâ ilâhe illâllah" demek veya istiğfârda bulunmak, göklerin ve yerin yaratılışı ve hikmet inceliklerini kalpten düşünmek, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salevât getirmek, Kur'an tefsiri okumak, hadis, siyer okumak, ilim müzâkerelerinde bulunmak ve benzeri tâatlerdir. Mâlikîlere göre, bunları yapmak mendup olmak üzere i'tikâfın şartlarındandır. Fakat Mâlikîler ve Hanbelîler i'tikâfa giren kimsenin şer'î de olsa ilim ile meşgul olmasını mekruh olarak görmüşlerdir. Çok olduğu takdirde ister öğrenmek için ister öğretmek için olsun farketmez. Az olursa bir mahzur yoktur. Çünkü i'tikâftan maksat, murâkabe ve tefekkür sûretiyle kalbi temizlemektir. Bu da genellikle zikir ve insanlarla meşgul olmamak sûretiyle gerçekleşir. İ'tikâfın maksadı çok sevap kazanmak değil; iki dünya saâdetini sağlayacak olan kalp aynasını berraklaştırmak, temizlemektir.
2- Mâlikîlerin dışındaki cumhûra göre, i'tikâfa giren kimsenin oruç tutması sünnet olup şart değildir. Mâlikîler ise i'tikâfta oruçlu olmayı şart koşmaktadırlar. Hanefîler ise sadece adanan vâcip i'tikâflarda orucu şart koşuyorlar.
3- En büyük ve efdal câmilerde i'tikâfa girmek. Şâfiîlere göre, i'tikâfın câmi durumundaki mescidlerde yapılması mendup olup şart değildir. Hanefîler ise i'tikâfın Cuma namazı kılınan câmide olmasını şart koşmaktadırlar. İ'tikâfa girmek için en fazîletli mescidler Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ'dır. (Fakat, normal mahalle mescidleri, i'tikâf için büyük câmilerden daha kolaydır. Bu mescidlerin girip çıkanları da az olduğundan daha sâkin i'tikâf ortamı olur. Özellikle günümüzde, insanlardan sıyrılıp kendisini ibâdete vermek isteyen için küçük mescidler genellikle daha münâsiptir.)
4- Ramazanda i'tikâfa girmek menduptur. Çünkü Ramazan, ayların en fazîletlisidir. Özellikle Ramazanın son on gününde i'tikâfa girmek, ittifakla daha fazîletlidir. Çünkü Ramazanın son on gününde, içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi bulunmaktadır.
5- İ'tikâfa giren kişi, gereksiz söz ve işlerden sakınır, çok konuşmaz. Başkaları ile ihtiyaç ölçüsünde konuşmasında bir beis yoktur. Ayrıca, i'tikâfa giren kişi münâkaşa, mücâdele, sövme, kötü söz sarfetme gibi fiillerden de sakınır. Çünkü bunları yapmak i'tikâf dışında da mekruhtur/çirkindir; i'tikâfta ise daha kuvvetli
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mekruhtur. Ancak, bunlardan birini yapmakla i'tikâf bozulmaz.
6- Temiz elbise giyinip güzel kokular sürünmek.
7- Niyeti diliyle de söylemek.
İ'tikâfın Mubahları: Mu'tekifin mescidde yiyip içmesi, mescidi kirletmemek için sofra koyması mubahtır. Çünkü yiyip içmek, kaçınılması imkânsız bir zarûrettir. Mescidden fazla çıkmamak için elini yıkayıp abdest alacağı bir leğen de bulundurabilir. Kimsesi yoksa, yiyeceğini satın almaya çıkabilir. Abdesti sıkışınca çıkabilir, yenilemek için çıkmamalıdır. Çeşitli şekillerde temizlenmesinde bir mahzur yoktur. Rasûlullah (s.a.s.) i'tikâfta iken saçlarını tarıyordu. Koku sürünebilir, kıymetli elbiseler giyebilir. Yastık ve havlu ya da benzer şeyler bulundurmasında bir beis yoktur. Yalnız bunları namaz kılanlara ve mescide zarar verecek şekilde kullanamaz.
Yanında tefsir, hadis veya fıkıh kitabı bulundurması ve kendisi okuyup, yanındakilere, talebelerine okutmasında da bir mahzur yoktur. Bu Hanefî ve Şâfiîlerin görüşüdür. Mu'tekifin öğretmek veya öğrenmek için ilimle meşgul olmasına cevaz veriyorlar. Bunda ibâdetlerin tashihi vardır. Yanlışların düzeltilmesi ve ilimle uğraşmanın fazîleti Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisi ile sâbittir: "Bir grup, Allah'ın evlerinden bir evde toplanıp Allah'ın kitabını okudular veya aralarında müzâkere ettilermi, onlara sekînet/huzur iner, rahmet onları kuşatır, melekler etrafını çevirir. Allah Teâlâ yanındakilere onları anar." 3204
İ'tikâfın Mekruhları
1- Satılacak bir malı mescide getirmek, (satma gâyesiyle) orada bulundurmak tahrîmen mekruhtur. Çünkü mescid, kul haklarından arındırılmıştır. Kişi mescidi bir dükkân gibi kullanmamalıdır. Mescidde i'tikâfta iken ticârî bir sözleşme yapmak mekruhtur. Çünkü i'tikâfa giren kişi, kendini Allah'a ayıran kişidir. Bu çeşit dünya işleri ile meşgul olmamalıdır.
2- İbâdet kasdı ile mescidde susup durmak da mekruhtur. Çünkü böyle davranmak (hiç konuşmayıp gün boyunca devamlı susmak) yasaklanmıştır. Susup durmak, ehl-i kitabın orucudur. Bunların dininin hükmü ise neshedilmiştir.
3- Sövme, tartışma, dedikodu gibi gereksiz ve üstelik çirkin olan şeyleri konuşmak mu'tekif için daha çok mekruhtur.
İ'tikâfı Bozan Hâl ve Hareketler
1- Birleşme Yapmak: Mu'tekifin cinsî birleşme yapması haramdır. Tüm mezheplere göre, kasıtlı olarak yapılan cinsî birleşme i'tikâfı bozar. Mu'tekif için cimâ sakıncası i'tikâftan dolayıdır. Her ne kadar Bakara 187. âyetinin zâhirinde i''tikâf halinde mescidde cimâdan nehyetme varsa da, gâye i'tikâf halinde nehiydir. Âyet, mescidlerde i'tikâflı oldukları halde evlerine gidip cimâ ettikten sonra yıkanıp geri dönenler hakkında inmiştir. Buradan anlaşılıyor ki, i'tikâf halinde cimâdan nehiy, i'tikâf sebebiyledir. O halde cimâ, i'tikâf için mahzurludur ve i'tikâfı ifsâd eder. Mu'tekif, eve gidip birleşme yapınca, hangi cezânın uygulanacağı ihtilâflıdır. Cumhûra göre, hiçbir cezâ uygulanmaz, sadece i'tikâfı bozulmuş olur.
3204] Müslim, Zikir 38
İ’TİKÂF
- 797 -
2- Öpmek ve Okşamak: Hanefî ve Şâfiî mezheplerine göre öpmek ve okşamak, -boşalma olmadıkça- i'tikâfı bozmaz; ancak, bunlar haramdır.
3- Bakma, Düşünme ve Rüyada Boşalma: Hanefîlere göre i'tikâfı bozmaz. Şâfiîlere göre bakma ve düşünmeyle boşalma olması halinde, bu, mu'tekifin âdetiyse i'tikâf bozulur.
4- Mescidden Çıkmak: Fakîhler, zorlayıcı bir sebep ve mühim bir zarûret dışında i'tikâf yerini terketmenin i'tikâfı bozacağında ittifak ettiler. Zira i'tikâf, mescidde kalmaktır. Çıkması halinde, özürsüz olarak bu kalmanın zıddını yapmıştır. İbâdeti bâtıl olur. Yapılması zorunlu ve mescidde olmayacak her şey için dışarı çıkılabilir; normalden fazla uzamadıkça i'tikâfı bozulmaz.
Hanefî mezhebine göre: Vâcip bir i'tikâfta, mu'tekif gece veya gündüz mescidden özürsüz bir şekilde bilerek veya yanlışlıkla çıkacak olsa i'tikâfı bozulmuş olur. Bu süre İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre bir günün yarısından fazla bir süredir. Bir görüşe göre ise bir günün bir cüz'ünden ibârettir. Kadın da i'tikâf yaptığı odadan özürsüz yere evin diğer kısımlarına çıksa i'tikâfı bozulmuş olur. Hasta ziyâreti, cenâze, cenâze namazı veya şâhitlik yapmak için dışarıya çıkılması i'tikâfa engeldir. Hastalıktan dolayı bir saat kadar dışarı çıkılması da i'tikâfı bozar. Ancak adak/vâcip i'tikâfta, hasta ziyâreti veya cenâze namazı için mescid dışına çıkmak şart koşulmuş olursa, bunlar için çıkılması i'tikâfı bozmaz.
Ancak mûteber sayılan şu özürlerle çıkıldığı takdirde i'tikâf bozulmaz. Bu özürleri de üç kısma ayırabiliriz:
Birinci kısım: Tabiî özürler ki, büyük ve küçük abdest, üzerindeki bir pisliği temizlemek, ihtilâm sebebiyle cünüplükten yıkanmak gibi. Böyle ihtiyaçlar için câmiden çıkılır ve ihtiyaçtan fazla beklenmez. İhtilâm sebebiyle cünüp olan da, câmide yıkanacak yeri yoksa bunun için çıkar ve tahâretini yaparak boş zaman geçirmeksizin i'tikâfına döner. İ'tikâf yapan, ezan okumak için minâreye çıkabilir. Minârenin kapısının câmi dışında olması da zarar vermez. İ'tikâfta olan kimsenin yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması câmide olur. Câmiyi işgâl etmeyecek şeyleri oraya getirebilir.
İkinci kısım: Şer'î özürlerdir. İ'tikâfa girilen câmide Cuma namazı kılınmıyorsa, Cuma namazı için başka câmiye çıkılır. İç ezandan önce dört rekât kılabilecek bir zamanda Cuma'nın evvelinde bulunur ve farz namazdan sonra da dört veya altı rekât kılabilecek bir zaman beklenebilir. Bunlardan fazla ikinci câmide beklemek i'tikâfı bozmazsa da tenzîhen mekruh olur; çünkü ikinci câmi de i'tikâf yeridir.
Üçüncü kısım: Zarûrî özürlerdir. İçinde bulunduğu câmiden zorla çıkarılma ya da şahsı veya eşyası hakkında korkma sebebiyle mescidden çıkılır ve başka bir câmiye i'tikâf niyetiyle girilir. Birinci câmideki i'tikâf geçerli olur ve ikinci câmideki i'tikâf da buna ilâve edilir. Ancak ikinci câmiye geçiş hemen olmalıdır. Nâfile ve sünnet-i müekkede bir i'tikâfta, câmiden çıkmak özürsüz dahi olsa i'tikâfı bozmaz. (Fakat bir kimse niyet ederek Ramazanın son on gününde i'tikâfa başlasa, sonra bunu bozsa kazâsı vâcip olur. Yani on günün tamamını İmam Ebû Yusuf'a göre kazâ etmesi gerekir. Hanefîlerin büyük çoğunluğuna göre ise i'tikâfı bozduğu günü kazâ etmesi gerekir; çünkü her bir gün müstakildir.) Çünkü nâfile i'tikâf için belirli bir zaman yoktur ki, çıkış buna bağlı bulunsun. Câmide geçen zaman i'tikâf olur ve bâtıl olmaz. Eğer ikinci câmiye dönülür
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve i'tikâfa niyet edilirse, bunun da mükâfatı olur. Fakat vâcip i'tikâfta, özürsüz câmiden çıkılırsa, günah işlenmiş olur ve yapılan i'tkâf da bâtıl olur.
Şâfiî mezhebine göre: Adanmış ve bu sebeple aralıksız-peş peşe yapılan i'tikâfta, mûteber özürler dolayısıyla mescidden çıkmak, i'tikâfı bozmaz. Sayılan özürler bulunmadığı halde, mu'tekif kasıtlı olarak ve bilerek mescidden çıkacak olursa, i'tikâf bozulmuş olur (Esah ve meşhur olan görüşe göre, Cuma namazı kılınmayan mescidde i'tikâf yapan kimse, Cuma namazına çıkmakla i'tikâfı peş peşe edâ ettiği kısım iptal olunur. Öyleyse i'tikâf bir hafta devam edecekse, Cuma namazı kılınan bir mescidde yapılmalıdır). Unutarak, zorla veya şe'an makbul bir bilgisizlikle çıkmak, i'tikâfı bozmaz. Şer'an makbul özürlerle mescidden çıkmak, i'tikâfın devamını zedelemez. Bu sebeple, mescide dönüşte yeniden niyetlenmeye ihtiyaç yoktur. Mescid dışında ihtiyaçtan fazla durulmuşsa, geçen zamanı kazâ etmek gerekir.
Bir kimse ishal, sidiğini tutamama gibi mescidi kirletmeyeceğinden emin olunmayan bir hastalığa yakalanırsa başka tabiî ihtiyaçlarda olduğu gibi dışarı çıkabilir. Meşhur ve sahih olan görüşe göre, bununla peş peşelik hükmü kesilmez. Eğer i'tikâflı kişi, baş ağrısı, diş veya göz ağrısı ve benzeri zorluk çekmekten mescidde kalması mümkün olan basit hastalıklara yakalanırsa, bunlardan ötürü dışarı çıkamaz. Eğer dışarı çıkarsa i'tikâfı bozulur. Eğer mescidde kalmasını zorlaştıracak bir hastalığa yakalanırsa döşeğe, hizmetçiye ve doktorun gidip gelmesine ihtiyaç duyulacağı için, dışarı çıkması mubah olur. Esah olan görüşe göre bununla da peş peşelik hükmü kalkmaz.
Mutlak adak veya aralıksız yapılması şart koşulmayan ve mendup i'tikâflarda, -özürsüz bile olsa- mescidden çıkmak câizdir. Fakat, bu çıkışla i'tikâf ibâdeti kesilmiş olur; tekrar mescide dönülürken niyet yenilenir. Tabiî bir ihtiyacını gidermek için mescidden çıkan mu'tekifin niyeti yenilemesine gerek yoktur. Bir kimsenin i'tikâfta iken mescidde yemek yemesi câizdir. Çünkü bu, yapılması gerekli ve az olan bir iştir. Mescidde sofra kurması da câizdir. Çünkü bu, mescidin daha temiz tutulmasını sağlar. Mescid içinde ellerini yıkayabilir. Eğer bir tas yahut leğende yıkarsa daha iyi olur. Yemek yemek için evine gitmesi de câizdir, i'tikâfı bozmaz. Çünkü mescidde yemek yemek mürüvveti bozar, dolayısıyla mescidde yemek yemesi şart değildir. İ'tikâfta bulunan kişi, susadığı zaman, mescid içinde su yoksa su içmek için de dışarı çıkabilir. Sünnet/nâfile i'tikâflarda i'tikâfa giren kişinin cenâze namazı kılması, hasta ziyâret etmesi câizdir, vâcip olan i'tikâflarda câiz değildir. Eğer onun yapması gerekli ise, i'tikâfta bulunan kişi şâhitlik görevini yerine getirmek için mescidin dışına çıkabilir. İnsanî bir hak, i'tikâftan önce gelir.
5- İrtidat,
6- (Delilik, Baygınlık veya Sarhoşlukla) Aklî Dengenin Bozulması: Hanefî mezhebine göre, bir gün devam eden baygınlık, i'tikâfı bozar ve düzelince i'tikâfa yeniden başlar. Şâfiîlere göre baygınlık zamanları i'tikâftan hesap edilir. Çünkü kendi isteği ile çıkmamaktadır.
7- Âdet Görme ve Lohusalık: Hanefî mezhebine göre, vâcip i'tikâf için bu hallerden temizlenmek şart olduğu gibi, aynı zamanda onu bozar; ancak sünnet i'tikâf bu hallerle bozulmaz. Fakat helâl olmasına engeldir. Mescidde i'tikâf halindeki kadın, hayız görmeye başladımı, mescidi terketmesi gerekir. Evine gidip
İ’TİKÂF
- 799 -
hayzı bitinceye kadar normal hayatını devam ettirir, sonra da i'tikâfına döner. Zira hayız, mescidde kalmaya engeldir. Şâfiî mezhebine göre, on beş günden az olan âdet, i'tikâfı bozar, fazla olanı bozmaz.
8- Gündüzün Kasıtlı Yemek İçmek. Mâlikî ve Hanefîlere göre i'tikâfı bozar. Çünkü bu iki mezhep, i'tikâfta orucu şart koşmaktadırlar. Fakat unutarak yemek yemekle i'tikâf bozulmaz. Cumûhara göre büyük günah işlemek, i'tikâfı bozar.
Bozulan İ'tikâfın Hükmü:
Hanefîlere göre: Bozulan vâcip i'tikâf, adanmış muayyen bir ay olursa, bozulan günler sayısınca oruçlu olarak i'tikâfı kazâ etmek icap eder. Yeni baştan i'tikâfa girmek gerekmez. Ramazan orucunda bir günün orucunu yiyen kimseye, bu bir günü kazâ etmek gerektiği gibi. Eğer i'tikâf, belirtilmemiş bir ay olarak adanmış olursa, bozulma hâlinde yeniden i'tikâfa girmek ve günleri arka arkaya getirerek bir ayı tamamlamak gerekir. İ'tikâf ister özürle ve ister özürsüz olarak bozulmuş olsun, hüküm değişmez. Bozulan, nâfile i'tikâf ise, i'tikâfın en az zamanını bir gün kabul edenler için, bir gün tamam olmadan önce bozulması hâlinde bu günün kazâ edilmesi ihtilâflıdır. Fakat daha ziyâde i'tikâfa devam edildikten sonra i'tikâfın özürlü veya özürsüz bozulmasıyla bir şey lâzım gelmez. Yapılan i'tikâf tamamlanmış olur. Nitekim bir kimse adak yapmaksızın i'tikâfa girer de sonra câmiden çıkarsa, üzerine bir şey lâzım gelmez.
Şâfiîlere göre: Mu'tekif i'tikâfı bozan işler yaparsa; eğer sünnet i'tikâfta ise bu yapılan işler geçmiş olan i'tikâfı bozmaz. Çünkü bu kadarı ile yetinecek olsa yeterli olur. Tamamlamak vâcip değildir. Eğer girilen i'tikâf vâcip bir i'tikâf ise ve peş peşe olmasını şart koşmamışsa geçmiş i'tikâfı bozulmaz. Fakat burada adanmış olan günleri tamamlamak gerekir. Çünkü hepsi kendisine vâciptir, bir kısmını yapmış, diğer kısmı ise kalmıştır; kalanını tamamlaması icap eder. Eğer i'tikâfta peş peşe olma şartını ileri sürmüşse, peş peşelik bozulur, yeniden kendisine vâcip olan şekilde i'tikâfa başlaması gerekir.
İ’tikâfın Faydaları
İ’tikâf, pek çok ibâdeti içeren ana ibâdettir. Başka bir ibâdette bu kadar çok özellik bulunmaz.
1- İ’tikâf yapanın namazı vaktinde edâ etmesine neden olur. Zaten mescidde i’tikâftadır, namazını da cemaatle kılacaktır. Sahih hadislerle sâbit olduğu gibi, cemaatle kılınan namazın tek başına kılınan namazdan yirmi yedi defa daha fazîletli olması da bir örnektir. Mu’tekif (itikâf yapan) dışındaki bir müslümana ise, özellikle asrımızın meşgaleleri gözönüne alındığında böyle düzenli bir şekilde cemaat nasip olmayabilir.
2- İ’tikâf, insanın namazı huşû ve huzur içinde kılmasına yardımcı olur. Çünkü mu’tekif, i’tikâf ile beraber kalbini ve âzâlarını Allah’a itaat ve tâate götüren şeyler dışında her şeye kapamıştır.
3- İnsana nâfile namaz kılma imkânı sağlar.
4- Mu’tekif ilk saflarda namaz kılma imkânı bulur. Çünkü birinci saftaki ecir ve fazîleti insanlar bilselerdi, kura çekmek durumunda kalırlardı.
5- Mu’tekif, cemaatle namazı bekleyen kimsenin sevâbını elde eder.
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
6- Nefis, mescidlerde durmaya alışır, kalp oraya bağlanır. Câmi ve cemaatle ünsiyet oluşur.
7- Nefse gece kıyâmını/teheccüdü kolaylaştırır ve bunlara alışmak için adım atılır.
8- Hayat gereklerinin ve dünya metaının, süslerinin körelttiği kalplere; böylece dünyaya bağlanıp ebedî orada kalacakmış gibi davranıp, âhireti unutmaları, sanki ölmeyecekmiş gibi yaşamalarına karşı, kalbe zühdün ve hafifliğin gelmesine vesile olur.
9- Mu’tekifin orucunu, gıybet, arabozuculuk gibi, fısk ve günahlardan korur. İ’tikâf özellikle fesâdın yayıldığı günümüzde, gözün haramlardan korunmasına vesiledir. Sapkın toplumlardaki kadınların, çıplakların şerrinden müslümanın kendisini koruyabilmesi, i’tikâf dışında oldukça zordur. Aynı zamanda kulağı da korumak pek kolay olmayacak kadar yayılan değişik haramlardan korur. Cennetten başka karşılığı olmayan makbul bir orucun, sahibi tarafından muhâfaza edilmesi gerekir. Bu da en iyi şekliyle i’tikâfta ve benzerinde gerçekleşir.
10- Nefsi sabır ve tâata alıştırıp eğitir. Zira nefis kötülüğü emreder. İnsanoğlunun damarlarında dolaşan şeytan da onu itaatten alıkoyup ona devam etmesini engeller.
11- Nefis günahlardan alıkonularak arzulara muhâlefete sabretmeyi öğrenir.
12- Nefsin -muhâsebeye tâbi tutularak- eksiklikleri, yanlışlıkları ve hastalıklarının belirlenmesine fırsat sağlar. 3205
13- Dilin âfetlerinden selâmet: Zira konuşacak kimseyi bulamadığı için kişi yalnız başına kötü söz söyleyemez ve bu sûretle dilini korumuş olur. Dilin âfetinden ancak yalnızlıkta tümüyle kurtuluş olur.
14- Gözün âfetlerinden kurtuluş: Çünkü i’tikâf ve benzeri ibâdetler içindeki kimse, insanların üzerine titredikleri göz kamaştırıcı şeyleri görüp onlara heves edemez. Nice insanın hayran olup bayıldığı o aldatıcı şeyleri görmez ki heves etsin. “Bir şeye dönüp dönüp tekrar bakanların hasretleri çoğalır.”
15- İ’tikâfta kalbi; riyâ, yağcılık ve benzeri kalp hastalıklarından korumak vardır.
16- Dünya hırs ve tamahından yüz çevirip elindeki helâl ile yetinmek vardır ki, kişinin şeref ve kemâli de buradadır.
17- Aralarında bulunmakla fesâda düşülebilecek kötüler ile beraberlik ve dâvâ adamı olmayan ayak takımlarıyla düşüp kalkmaktan kurtuluş vardır.
18- İbâdet ve zikir için hazırlanıp takvâ ve iyiliğe yönelmek vardır.
19- Tâatin zevkine varmak ve sırrını serbest bırakmakla münâcâtın zevkine yol bulmak vardır.
20- Kalp ve bedenin huzuru vardır. Zira insanlar arasına fazla karışmakta çeşitli huzursuzluklar olur.
3205] Abdürrezzak el-Kubeysî, İ’tikâf, s. 85-96
İ’TİKÂF
- 801 -
21- İnsanlarla fazlaca ilişkinin sebep olduğu husûmet ve kötülüklerden kendini korumak vardır.
22- İ’tikâfın gâyesi olan Allah’ın rızâsı için gerekli olan ibâdet, zikir, ibret, tefekkür, muhâsebe, nefsi kontrol, geleceği planlama ve tekâmül vardır. 3206
İ’tikâfın İnsana Kazandırdıkları/Hikmetleri
Yüce Allah, insanın kalbini ve bedenini yalnız Kendisine itaatle geçirmede birleştirecek pek çok ibâdet vazetmiştir. Bu ibâdetlerin en şereflilerinden biri de i’tikâf sünnetidir ki, kişi onun sâyesinde Rabbi ile başbaşa kalır, O’nun azametini idrâk edip O’na gönülden boyun eğer, günahlarını itirafla O’na yalvarır. Yine bu sünnet sâyesinde insan dünyadan yüz çevirmek ve nefsini tezkiye etmek/arındırmak sûretiyle yücelir.
Bu ümmetin Peygamberi, dâvet, terbiye, tâlim ve cihat faâliyetleriyle meşgul olmasına rağmen, i’tikâfa çok önem vermiştir. Bu yönüyle O, kendisini örnek almak ve metoduna tâbi olmak isteyenlere, dâvette ve ilimde hangi derecede olursa olsunlar, bütün meşgalelerden ve sorumluluklardan bir müddet sıyrılarak yalnız Allah’la başbaşa kalmalarının önemi hususunda büyük bir ders bırakarak dünyadan irtihal etmiştir. Hiç şüphesiz i’tikâf sünneti büyük hikmetlerle meşrû kılınmıştır. Bu hikmetlerden bazıları şunlar olabilir:
1- İ’tikâf yaparak, Allah ile olan imânî bağı kuvvetlendirmek, nefsi tezkiye etmek, dünyanın fitnelerine karşı daha dayanıklı hale gelmek ve böylece başkalarını da fitnelerden kurtarmaya yönelmek mümkün olur.
2- İ’tikâf, ilim tahsil eden, sonra da onu öğretenler için iki bakımdan önemli bir fırsattır: a) Amel, ilmin meyvesi ve gerçek gâyesidir. Amelsiz ilim, sahibinin aleyhine bir delil olacaktır. b) Akıl sahipleri, insanlara kurtuluşlarına vesile olacak ilmi öğretip de kendisi ondan soyutlanan ve amel etmeyenleri reddetmiş, kınamışlardır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlara hayrı öğretip de kendisini unutanların misali, bir fitile benzer ki, insanlara ışık verirken kendini de yakar.” 3207
3- İ’tikâf sünneti iki yönüyle de dâvetçiler ve eğitimciler için büyük bir fırsattır: a) Sürekli halkla meşgul olmaktan kaynaklanan eksikliklerden kurtulabilinir ve Allah ile olan bağlar kuvvetlendirilebilinir. b) Dâvetin muhâtapları ve öğrencilerin iman, ibâdet gibi hususlardaki seviyeleri yükseltilebilinir.
İşte bunlar akıllı insanların istifâde edebilecekleri apaçık hikmetlerdir. Bu istifâde, pek çok şuurlu gencin -gerek bizzat kendisiyle, gerek dinî, ahlâkî ve aklî yönlerden kendilerine güvenilen insanların yönlendirmesiyle- hak yola girmelerine vesile olmak şeklinde gerçekleşecektir.
İ’tikâf konusu, şu üç sebepten dolayı günümüz müslümanları için çok lüzumludur: Birinci sebep; yaşadıkları toplumu selef-i sâlihîn toplumuna benzetmek amacıyla ıslah etmeye yönelen dâvetçilere ve eğitimcilere, ahlâk ve ibâdetlere ilgili konulardaki zaaflarını selef-i sâlihîn ile kıyaslamalarında yardımcı olmak. İbnü’l-Cevzî şöyle diyor: “Birlikte yaşadığımız şu kimselerin gidişatlarından Allah’a sığınırım. Çünkü onlarda zühd yoluna yeni giren birinin örnek
3206] Ebuzer Çetin, Fıkhî ve Ahlâkî Boyutuyla İ’tikâf, Eğitim Yazıları, sayı: 2, s. 96-123
3207] Buhârî, hadis no: 5837
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alabileceği ne yüce bir himmet (kuvvetli bir azîmet) görebiliyoruz, ne de takvâ.” O, kendi zamanında yaşayan insanlar için bunları söylüyordu. Dünyanın en geniş imkânlarının açıldığı günümüz insanı için bu ifâde, daha bir geçerlidir. Hiç şüphesiz bizler fertleri esas almak sûretiyle bütün bir toplumun ıslahını gerçekleştirmek için i’tikâf fırsatını değerlendirmeliyiz. O halde i’tikâf, umûmî mânâda dindarlığımızı kuvvetlendirmede bir vesile olacak şekilde acaba nasıl değerlendirilebilir?
İkinci temel sebep şudur: Bu sünnet, insanlardan ayrılıp Yüce Allah ile başbaşa kalmanın önemine işaret etmektedir. Bu sâyede mü’min, nefsinin boyunduruğundan kurtulur, insanları Hakka dâvet ederken karşılaşacağı zorluklara tahammül etmeye alışır. Nitekim Fî Zılâl sahibi şöyle demiştir: “Toplum hayatında bir dönüşümün gerçekleşmesini murâd eden/düşünen her rûhun bazı vakitlerde insanlardan ayrılıp sadece Allah’la olması gerekir. Aksi takdirde kişi toplumun mevcut yapısına alışır, zamanla durumunu kabullenir de değiştirmek için gayret etmez olur. Toplumdan ayrılıp i’tikâfa çekilmek, rûhu basit vâkıaların ve önemsiz meşgûliyetlerin esiri olmaktan kurtarır, tam bir hürriyet içinde yaşamasını sağlar, neyin daha önemli olduğunu gösterir.” 3208
Üçüncü temel sebep, i’tikâfın, kişinin yaptığı her işte, bulunduğu her durumda yalnız Allah’a olan bağlılığının (samimiyetinin) sınanması bakımından büyük bir fırsat oluşudur. Bu husus ilk etapta ferdi ilgilendiren bir şey gibi görünmektedir. Ancak, bizim bunu burada ele almamız, şeriata uygun yapılan her amelin Allah katında makbul olmasının ihlâs şartına bağlı olduğu şeklindeki bilgimiz nedeniyledir. Nitekim dâvet, eğitim ve öğretimle ilgili yapılan ameller de bu kabildendir. Hakikaten, insanın malını harcayıp çokça gayret sarf ettikten sonra, sırf ihlâsıyla ilgili bir engelden dolayı arzuladığı hedefe ulaşamayıp, bir ecre nâil olmaması, ne büyük bir kayıptır!
Şöyle bir soru akla gelebilir: Kalbi, ihlâsa zararlı bir şeyi bulaştırmaktan koruyacak i’tikâf nasıl olur? İ’tikâf, mescidleri, uyuyacaklar için yatma yeri, ziyâretleşecekler için buluşma yeri, yemek yiyecekler için sofra, gülüşme ve boş sözlerin çokça bulunduğu halkaların oluşturulduğu bir yer haline getiren bir amel değildir. Çünkü kişilerin kalplerinin daha da katılaşmasına yol açan bir i’tikâf, dinin bizden istediği i’tikâf değildir. Yine i’tikâf, itikâfa giren kişinin arkadaşlarının çoğalması, sosyal ilişkilerinin kuvvetlenmesi, tıbbî ve nefsî konularda görüş alışverişinin yapılması için bir vesile de değildir. İstenilen i’tikâf, insanı her hususta selef-i sâlihîne benzemeye götüren i’tikâftır. Böyledir, çünkü i’tikâf, Allah’tan korkanların, tefekkür edenlerin, muttakîlerin gözyaşlarının aktığı, kendisini Allah yoluna adayanların ellerinin duâ için kalktığı bir ameldir. Mü’min bu ameli yaparken, kurtuluş kervanına katılma heyecanıyla bir an için bile ibâdetten uzaklaşmamaya gayret eder. İ’tikâf, muhsinlere benzemeye yönelik yapılaşacak şahsiyet terbiyesinde önemli bir yer tutar.
İ’tikâfın Diğer İbâdetlere Vesile Olması
a- Devamlı Allah’ı zikretmek: Hiçbir şey, Aziz ve Celil olan Allah’ı zikretmekten daha lezzetli değildir. Hiçbir amel, zahmetin azlığına karşın verdiği lezzetin çokluğu, kalbe verdiği sevinç ve huzurun büyüklüğü bakımından zikrullah gibi
3208] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, c. 6, s. 3741
İ’TİKÂF
- 803 -
olamaz. İnsanların çoğu Allah’ı zikretmekte devamlılık konusunda gaflet içindedir ve bu nedenle de Allah’ı çokça zikredenlerin aldığı lezzeti alamamaktadır.
Gerçekten i’tikâf, mü’minin yüksek bir mertebeye ulaşabilmek için değerlendirmesi gereken büyük bir fırsattır. Böylece dili Allah Teâlâ’yı zikre bağlanır. İ’tikâfa giren kişi, çoğu insanın ihmal ettiği sabah ve akşam zikirlerini ihmal etmez, kaçırmaz. Yine ezan duâsı, yatarken ve kalkarken okunan duâlar, mescide girerken ve çıkarken okunan duâlar, bir şey yiyip içerken okunan duâlar gibi pek çok zikri de ihmal etmez. Her zikri vaktinde yapma hususunda hassas olur. Nefis muhâsebesi yapmaya imkân bulur. Gönlünden Allah’tan başka her şeyi (mâsivâyı) çıkarır. İşte on gün süresince bu hali yaşayan bir insana, Allah’ın lütfu keremiyle büyük hayır/ecir vereceği umulur.
Zikrin en büyüğü/güzeli Kur’ân-ı Kerim okumaktır. Akıllı bir mü’min, Allah’ın kitabıyla bağını, okuma, düşünme, anlama ve gereğince yaşama şeklinde arttırabilmek için i’tikâfı bir fırsat/vesile bilmelidir. Doğrusu bu on günlük i’tikâf süresinde Kur’an’ı meâliyle birlikte ve düşünerek okuyup hatim etmemek, bir ihmalkârlık olarak değerlendirilir. Öyle ya, i’tikâfta mü’min vaktini Kur’an okumakla geçirmeyecekse neyle, nasıl geçirecektir? Şâyet i’tikâfa giren mü’min, i’tikâf süresince sadece Allah’ı zikreder ve Kur’ân-ı Kerim okursa, duyduğu mânevî haz büyük olur. Mü’minin Allah’ı zikirde devamlılığının meyvelerinden biri, günlük hayatında sâlih amel yapma şevkinin ve ahlâkının artmasıdır. Kızı Fâtıma (r.a.), Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelip O’ndan bir hizmetçi istemişti. Peygamberimiz Fâtıma ve Ali’ye her gece uyumadan önce Allah’ı tesbih etmeleri, O’na hamd etmeleri ve tekbir getirmeleri gerektiğini öğretmiş ve “Bu (zikir) sizin için bir hizmetçiden daha hayırlıdır”3209 buyurmuştu. Bu hadis-i şerifle ilgili olarak, “zikrullahta devamlılığın, günlük hayatta bir hizmetçiye ihtiyaç duymayacağımız bir kuvveti ve kolaylığı kazandırdığı” yorumu yapılmıştır. İ’tikâfa giren mü’minin, Ramazan ayı gibi önemli bir dönemde ibâdetlerini arttırmak için kendisine yardım edecek böyle bir kuvvete ihtiyaç duyduğu da açıktır.
b- Namaz: İnsan, kendi namazını ne denli önemsediğini ve hangi ruh hâletiyle namaz kıldığını değerlendirmelidir. Eğer bu hususta kendindeki eksiklikleri tesbit etmişse, işte i’tikâf, namazlarının edâsında yüksek mertebelere ulaşmak için bir fırsat olarak onu beklemektedir. Bir mü’min, Allah Teâlâ’nın râzı olmayacağı dünyalık işler yapmaktan korkmalı, bunun için günlük hayatında namazdaymışçasına davranmalı, unutma hali hâriç, abes şeylerle meşgul olmamalı, Hak’tan uzaklaştıracak hususlara veya lüzumsuz hiçbir şeye iltifat etmemelidir. Bunlar da en doğal şekilde i’tikâfta kazanılır ve sonraki hayatta devam ettirilebilir alışkanlık ve ahlâk haline getirilebilir.
Mü’minin, ulaşmak için gayret sarfetmesi gereken bir başka seviye de, nefis ve şeytanla mücâhede gayretleridir. Bu mücâhede sâyesinde namazda gönül huzuru, huşû ve haşyet duygularını kazanması mümkün olur. Böylece i’tikâfa giren mü’min pek çok dünyevî meşgûliyetle ilgisini kesmek sûretiyle, başka insanların tatmadığı lezzetleri tatmış, ulaşamadıkları derecelere ulaşma fırsatını yakalamış olur.
3209] Buhârî, Menâkıb, hadis no: 3705; Müslim, Zikir, hadis no: 2727; Tirmizî, Deavât, hadis no: 3408
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İ’tikâfla mümkün olan Allah’a yakınlaşma vesilelerinin en önemlisi/şereflisi, özellikle de Ramazan ayında geceyi ibâdetle, teheccüdle ihyâ etmektir. Doğrusu bu da insanlardan çoğunun ihmal ettiği, gâfil olduğu büyük bir imkândır. Yine bu sâyede fecr ve işrak vakitlerinde edâ edilen sünnetlere (İşrak, duhâ, evvâbin namazlarına), mutlak ve mukayyet nâfilelere dikkat edilebilir. Böylece mü’min, çok çeşitli ibâdetleri edâ etmiş ve diğer günlerde yapamadığı bu ibâdetler konusunda bir alışkanlık kazanmış olur.
Ramazan gecelerinin i’tikâftaki insana verdiği önemli bir imkân da, Allah’ın Kitabı ile olan birlikteliği uzun tutabilmektir. Geceyi ihyâ edenlerin duyduğu haz, aldığı lezzet, eğlenen insanların eğlencelerinden aldığı lezzetten daha fazladır. Geceler olmasaydı, Kur’an’ın “gece neşesi” 3210 dediği geceyi teheccüd ve Kur’an okumayla ihyâ olmasaydı, hayat bu kadar güzel olmazdı.
İ’tikâfın Mubahlarla İlgili İnsana Kazandırdıkları
İ’tikâftaki mü’minin, insanların çoğunun yaptığı yanlışlardan kaçınması da kolay olacaktır. Bunlara örnek olmak üzere, insanı hüsrâna götüren pek çok şeyi kendisinde toplayan üç yanlış davranışı gündeme getirebiliriz. Bunlar, fuzûlî konuşma, isrâfa varan yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkidir.
a- Fuzûlî konuşma: Ömer bin Abdülaziz bazı arkadaşlarına şöyle yazmıştır: “Muhakkak ölümü çok anan, dünya hayatında aza kanaat eder. Sözlerinin de amelleri kapsamında olduğunu bilen, az konuşmaya başlar ve sadece faydası olan sözler söyler.” Asr-ı saâdet insanı, fuzûlî sözleri çirkin görürlerdi. Onlar, Aziz ve Celil olan Allah’ın Kitabını okuma, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma veya maîşetle ilgili gerekli bir konuşmanın dışındaki (hayır sözün hâricindeki) konuşmaları fuzûlî konuşmalardan sayarlardı. Mü’min, kirâmen kâtibîn meleklerinin kendisini devamlı gözetlediğinin farkında olmalı, her söylediğinin kasete alındığını, her yaptığının kameraya çekildiğini unutmamalıdır.
Zamâne gençlerinin çoğu, hatta dâvâ adamı olanları bile, bu konuda kaybetmekteler. Nice gençler, konu üzerinde düşünmüyorlar bile. O nedenle de bugün pek çok dindarda, dâvetçide ve ilim talebesinde görülen üslûpsuzluk, yerinde söz söyleyememe, geyik muhabbeti, ciddiyetle somurtkanlığı karıştırma, samimiyetle sululuğun arasındaki dengeyi bulamama gibi özellikleri yaygınlaşmaktadır. Ayrıca bütün bunlar, gıybet etme, yalan söyleme gibi günahlarla birlikte işlenmektedir. Mü’min için i’tikâf, Allah’ı anmaya ve zarûrî ve hayırlı konuşmanın dışında ağızdan çıkan her ses için nefis muhâsebesi yapmaya bir fırsat ve vesiledir. İ’tikâftaki mü’min, kendini böylesi bir ortama alıştırmalı, i’tikâfına zarar verecek kişilerle ilişkisini ve onlarla gereksiz konuşmalarını (iyi niyet ve edebe riâyet kasdıyla) kesebilmelidir.
b- Fazla yemek: Kim midesini kontrol etmesini bilirse, dinini korumuş olur. Açlığa dayanmasını bilen güzel ahlâka erişmiş olur. Muhakkak ki günahlar aç olana uzak, tok olana daha yakındır. Şüphesiz ki az yemek, kalbe incelik kazandırır, nefsinin isteklerini dizginler, öfkeyi azaltır. Ayrıca, kişiyi tembellikten, hastalıktan ve gevşeklikten kurtarır. Nitem Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: “Ey oğulcuğum! Mide dolarsa düşünme uykuya dalar, hikmet dilsiz kalır, uzuvlar da ibâdet için hareket etmez.” Fazla yemek, pek çok şerre sebep olur. Çünkü
3210] 73/Müzzemmil, 6
İ’TİKÂF
- 805 -
fazla yemek, uzuvları ma’siyetlere yöneltir, tâatlerden alıkoyar. Doğrusu şer olarak da bu ikisi yeter. İ’tikâftaki mü’minin, kendisini ibâdetten alıkoyacak her şeyden, bu arada çok ve çeşitli yemekten uzaklaşması gerekir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Çok yemek yiyen, Allah’ı zikretmekten bir lezzet alamaz.”
İ’tikâf, mü’min için, daha önce lezzetine varılmış pek çok şeyden uzak kalma hususunda nefsini terbiye etme ve alışkanlık haline gelmiş pek çok şeyden müstağnî kalma husûsunda nefsiyle mücâhede imkânıdır. Çay tiryâkilikleri, çerez ve benzeri alışkanlıkları gibi bağımlılıkları varsa, sık sık ağzına giren şeyleri tekrar gözden geçirme fırsatıdır. İ’tikâftaki mü’min, yemeğin çeşitliliğine ve çok yemeye önem vermemekle vakit kazanmış olur; zikir ve tâate yönelebilir, kötü alışkanlıklardan bu vesile ile kurtulabilir.
c- İnsanlarla çok ve gereksiz ilişki: Bu da önemli bir durumdur. Çünkü insanların çoğu, diğer insanlarla bir araya gelmeye öyle düşkündürler ki, kendi başlarına ibâdetlerini yapma ve tamamlama konusundaki güçlerini kaybederler. Bu temâyülün i’tikâftaki tezâhürü, birbirleriyle tanışan insanların bir mescidde ya da herhangi bir mescidin belli bir köşesinde i’tikâfa girmek için toplanmalarında görülür. Bu tip uygulama, her ne kadar dâvetçinin eğitimi açısından önemli faydalara sahipse de, kişinin bilip gözetmesi gereken bazı hususlar vardır:
İnsanlar arasına çokça karışmak, insanlarla lüzumundan fazla birlikte olmak, kulun Allah’a karşı gayretini/azmini azaltır. İnsanlar arasına fazlaca karışmak, ibâdet zamanının ve mekânının heybetini azaltır; gıybet, yalan söyleme, aşırı şaka yapma gibi birtakım günahlara önayak olur. Âlimler, kötü sonuçlara sebebiyet verdiği ve kardeşlik duygusunu ifsâd edip kin ve düşmanlığa kapı araladığı için aşırı olan ve latîf olmayan şakaya dalmayı hoş görmezler. İnsanlarla çokça bir araya gelmek, boş konuşmaya ve uykuya ayrılan vaktinin çoğunun zâyi olmasına sebebiyet verir. Bu, kişiye Allah’a gizlice yakarma lezzetini kaybettirir. İ’tikâf, kişinin ibâdetlerini gözlerden ırakta yaparak ihlâsını denemesi için bir fırsattır.
Kişi, murâkabe şuurunu kazanabilmek ve âniden gelebilecek ölümü devamlı hatırında tutabilmek, böylelikle yüksek mertebelere ulaşabilmek için, nefsiyle devamlı bir sûrette mücâdele etmesi gerekir. Nefsin ıslahı ve eski alışkanlıkların terkedilmesi, niyetini ihlâslı kılan ve azîmetinde de doğru olan için zor değildir. Kişi, hikmetli şeyleri ne kadar beller ve yaşarsa, arzuları da o derece düzgün olur. Ahlâkının güzelleşmesi ve kuvvetlenmesi ise ancak ona sunulan her fırsatı ganîmet bilmesiyle gerçekleşir. 3211
Değişiklik, bulunulan konumdan dışarı çıkmak, hicretin farklı bir açılımıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine dışarıdan bakabilmeli, zaman zaman farklı bir kimse gibi kendini gözlemleyebilmeli ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. Rüyâda kendini sanki başka biri imiş gibi dışarıdan görüp gözleyebildiği gibi, meselâ (rûhunun hayâl âleminde bedeninden soyutlanarak bindiği helikopterden, aşağıda yürüyen) kendisine bakabilmeli, her şeyini bir yabancı gibi gözden geçirebilmelidir. Bu nefis muhâsebesi/otokritik, öyle bir otomatik hale gelmeli ki, kişi bir taraftan konuşurken, diğer taraftan yabancı
3211] Muhammed bin Yahyâ el-Yahyâ, Selef-i Sâlihînden İ’tikâf Dersleri, Eğitim Yazıları, s: 2, s. 137-147
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir kimse gibi bu konuşmayı eleştiri gözüyle dinleyip kritik edebilmeli, sokakta yürürken, nehy-i ani'l-münker görevini kendi nefsine de yapabilecek kontrole ve olgunluğa sahip olabilmelidir. İşte bu özellikleri insan, i'tikâf rûhunda yakalayabilir, bu ruhu koruyarak tüm zamanlarda tümüyle hayatına geçirebilir. İ'tikâf, insana kendini gözlemleyebilme, sorgulayabilme, hesaba çekebilme ve öncelikle kendine emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yapıp kendini ıslah edebilme yolunun anahtarını kazandırır.
Hindistan'ın İngiliz işgalinden kurtulmasında en önemli rolü oynayan Hind lideri Mahatma Gandi'nin önemli bir karar arefesinde müslümanlar gibi oruç tutup uzlete çekildiğini biliyoruz. Eski büyük liderlerin çoğunun dünyevî faydalarından dolayı da olsa bu özelliklere sahip olduklarını görüyoruz. Bu açlık ve uzlet hayatının ruhu arındırıp düşünceye açıklık getirmesinin tecrübe edildiğinden, İbrâhimî çizginin ana hatları üzerinde yaşayan Hanîflerde gördüğünden ve fıtratının yönlendirmesinden dolayı peygamberliğinden önceki günlerde çevresindeki toplumun ve tüm insanlığın durumunu düşünüp tahlil etmek için Hira'da inzivâya çekilen Peygamberimiz'in bu davranışı, i'tikâfın eski şeriatlerde de olduğunu gösteren çıkarımlardır. Zâten şu âyet de i'tikâfın eski ümmetlerdeki mevcûdiyetine işaret etmektedir: “... İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn (Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve secde edecekler için temiz tutun.”3212 Bu âyetteki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenler”e de işaret edildiği bazı müfessirlerce belirtilmiştir. Bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e hitap ettiğini bildirdiğine göre- eski ümmetlerin şeriatlerinde de i’tikâfın mevcut olduğunu göstermektedir.
Mekân önemlidir; bulunulan yer, insanı etkileyen ciddî bir unsurdur. Bir sefâhet mekânı, çokça haramlar işlenen yer ile Mescid-i Haram'ı mukayese edince, insanın inanç, düşünce ve davranış yönleriyle nasıl farklı mekânlarda çok farklı etkiler altında olacağı daha iyi anlaşılır. İşte i'tikâfın Allah'ın evi kabul edilen câmilerde yapılması, insana kazandıracağı olumlu açılımlar yönünden değerlendirilmelidir. İnsan üzerinde büyük etkisi olan lerden biri de "zaman"dır. İ'tikâfın herhangi bir zaman diliminde yapılmasının câiz olmasıyla birlikte Ramazan'da ve özellikle de Kadir gecesinin bulunduğu tahmin edilen zamanlarda olması boşuna değildir.
İnzivâ hayatı ve tümüyle yalnızlık; aslında riskli bir durumdur. Bunalımlara, psikolojik sorunlara sebep olabilir; vesveseye kapılar açabilir. Hadis rivâyetlerinde, mecbûri olmadan yalnız yolculuk tavsiye edilmemiştir, yalnız olanın şeytanla arkadaş olacağı belirtilmiştir. İşte i'tikâfta bu tür riskler bertaraf edilmiştir. Mu'tekif, yalnız değildir; o Allah'la birliktedir, O'nunla başbaşadır. O'nun evinde, O'nun misâfiri olarak O'nun ikram ve ihsanlarına muhâtaptır. Yine manastıra kapanmış veya bin bir gün çilehaneye tüm insanlardan soyutlanarak çekilmiş kişilerden farklı durumdadır i'tikâftaki mü'min. O, toplumla, cemaatle, insanlarla bağını tümüyle koparmamış, sadece asgarîye indirmiştir. Cemaatten kopmadan ve cemaati ıslah etmek için, cemaatle günde beş kez birlikteliği sürdürerek, onların iyi ve kötü taraflarını değerlendirme fırsatıyla câmide Allah'a yönelmiştir. Mistisizm, ferdî inzivâ ile toplumdan tümüyle koparak sadece kendini ıslahı
3212] 2/Bakara, 125
İ’TİKÂF
- 807 -
düşünürken, mu'tekif topluma daha faydalı olmak, onlara dâvet ve tebliğ ulaştırmak, onları ıslah etmek için kendini ıslah isteği içindedir. Günümüzde müslümanların hayatını bile hemen tümüyle kuşatan modern hayat, kalabalık içinde yalnızlığın, âile içinde bireyselliğin, topluluk içinde bencilliğin öne çıktığı bir yaşam tarzı sunmaktadır. İ'tikâf rûhunda ise yalnızlık içinde toplum; yalnızken bile cemaatle birlikte, onun için planlar sözkonusudur. Dünya içinde ama dünyadan/dünyevîlikten uzak ve Allah'a, rûhî özelliklere yakın bir yaşama tarzı vardır.
İ'tikâf, mü'min için, özellikle dâvetçi için mânevî azıktır. Sporcular, önemli maç öncesi hazırlık için kampa alınır, enerji depolar ve dış dünya ile ilgi ve ilişkilerini koparır; tebliğci bir mü'min için de içindeki ve çevresindeki düşmanlara karşı yapacağı mücâdele için kampa çekilmedir. Koruyucu hekimliktir, chek-up yaptırmak, tedâvi olmaktır i'tikâf. Her gün yarım saat-bir saat olsun tefekkür, zikir, yatakta da olsa ölüm/şehâdet tefekkürü yapmak, i'tikâf rûhunun insana kazandırdığı lezzetli bir gıdâdır.
Toplumun yanlışlıklarına alışmış, artık yadırgamaz hale gelmiş dâvetçi, bazı zamanlarda sadece Allah'la kalabilmeli ki, toplumu hayra doğru değiştirme bilinci bilensin. İnsan, kendine bakmasını bilmeli, alıcılarını ıslah edip parlatmalı ki; kendini ve çevresini objektif ve sâlim olarak gözlemleyebilsin; alıcı sağlam değilse, vericilerden gelen etkilerin doğru algılanması mümkün değildir çünkü. Günahlarla kirlenmiş/hastalanmış gözünü, gönlünü, beynini temizleyip tedâvi ederek sağlığına ve uzaklaştığı fıtratına yeniden kavuşmalı ki; tanım, yorum, bakış ve değerlendirmeleri doğru yapabilsin; işte i'tikâf bunu sağlar. Göz ve gönül aynasını berraklaştırır, paslarını siler, temizler i'tikâf.
İ'tikâfı, sadece Ramazandan Ramazana yapmak, günümüz şartlarında ölümcül hastalıkların tedâvisini geciktirmek ve belki de o hastalıklarla ölmeyi göze almak demektir. İhtiyaç duydukça, hemen her gün beş-on dakika da olsa Allah'ın evine bu gâye ile sığınmalı, O'ndan yardım istenmeli, O'nun dâvetine icâbet edip ziyâfetine katılmalıdır. Câmilere sığınma imkânını da sıkça bulamayan kimse, evinde, işinde, sokakta ve hatta yatakta i'tikâf rûhunu yakalayabilmelidir; zâten Allah'ın arzı mescid değil midir? Öyleyse en güzel i'tikâf câmilerde yapılır ama i'tikâf rûhunu başka alanlara taşıma gayretinde bulunmamak, ibâdetleri câmi gibi alanlara mahkûm edip diğer yerleri başka ilâhlara ayırmak gibi fecî durumlara yol açabileceğinden, her an i'tikâftaki gibi Allah'la beraber ve her yeri Allah'a ibâdet edilen mekân haline getirme gayreti, aynı zamanda cihad sevabına da ulaşmak demektir.
İ'tikâf özellikleriyle mü'min, meleklik tarafını (rûhî, mânevî yönünü) her çeşit ibâdetlerle arttırmış, açlık (oruç) sâyesinde ve şehvetten/cinsel temastan perhiz yaparak hayvanî taraflarını da azaltmış olur. Mu'tekif melekleşir, yani meleklerin temel özelliği olan "Allah'a isyan etmemek ve O'nun emirlerini tümüyle yerine getirmek" 3213 sıfatlarına sahip olur. Çünkü i'tikâfta temel ibâdetlerin tamamına yakını mevcuttur; ana/doğurgan bir ibâdettir i'tikâf. İbâdetlerin fayda ve hikmetleri, tümüyle ve en kâmil şekliyle i'tikâfta vardır. İ'tikâfla, nefis terbiye ve tezkiye edilip sabır zırhına bürünülerek cihada hazırlanılmış olur. İhmal edilen gönlün tamiri, bakımı, tedâvisidir; gönül aküsünün şarz edilmesidir i'tikâf rûhu. Zühd, takvâ, ihlâs, huşû ile edâ edilip zevk alınan ibâdet, mânevî haz gibi
3213] 66/Tahrîm, 6
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konularda muhâsebe ve olgunluğa tırmanıştır.
Hürriyetin, özgürleşmenin gerçek anlamda ne demek olduğunu insan sadece Rabbıyla başbaşa olduğu zamanlar anlar. İhtiyaç zannettiklerini, alışkanlıklarını, meşgalelerini, önemsiz meselelere ayırdığı zamanlarını, katili olduğu boş vakitlerini, israflarını sorgular ve düzeltmenin yollarını arar. Hayatını planlamayı, kendini disipline etmeyi öğrenir. Tatmadığı mânevî hazları tadar, güzel zevklerin farkına varır; Kur'an'ı okuma, anlama ve gününe uygulama, zikir, tefekkür ve teheccüd adlı gece neşesiyle 3214 coşar, zevk sahibi olur. Fuzûli konuşma, fazla yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkiden sakınarak huzurun, mutluluğun, sağlığın yolunu bulur. Câmi ve cemaatle ünsiyet kurma, beş vakit namazını cemaatle edâ etme, câmi hayatına alışma, hiç haram işlemeden gözüne ve kulağına sahip olma, tâat ve sabır gibi fazîletlerle cennet hayatının minyatürünü dünyaya taşımaya çalışır.
İ’tikâf ile inzivâ da denilen uzlet birbirinden tamamen farklıdır. İnzivâ yasaklanmıştır. “İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır.” İtikâf; halîfelik görevlerini yerine getirmek için enerjisini doldurmak, arınmak, azıklanıp rûhunu gıdâlandırmak, sosyal faâliyetlere ve cihâda daha bir hızla atılmak için, geri çekilip kısa bir süre Rabbiyle başbaşa kalmaktır. Hasta olanın, hastalıklardan tedâvi için muvakkat bir zaman hastanede kalıp ilâç ve perhize devam edip tedâvi edildikten sonra hastaneden çıkıp daha sıhhatli bir halde işlerine dönüp çalıştığı gibi, müslüman da böyledir. Kısa bir müddet i’tikâfta kalır ve sonra sosyal hayata daha kuvvetli olarak çıkar. Mânevî yönden daha güçlü olarak Rabbine yaklaşır, iman ve yakîn nûru ile kalbini düzeltir ve huzur içinde Alllah’a yönelir. Nice kimseler vardır ki, fâni olan cisminin sağlığı için bütün özeni gösterir; şifâ, huzur ve istirahatı için elinden gelen gayreti sarf eder de, kalbini temizleyip nurlandırmaya ve nefsini tezkiyeye çağrıldığı vakit oraya yaklaşmaz.
İ'tikâf, Bir Kutlu Arınış; İnzivâ, Bir Görevden Kaçıştır
"Ey mü'minler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah hudûdu aşanları sevmez. Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun."3215 Allah'ın helâl kıldığı tayyibâttan/güzelliklerden kendimizi mahrum bırakmamız Kur'an'da yasaklanmıştır. Bu nedenle hıristiyan papazlar, hinduist brahmanlar, budist keşişler tarafından uygulanan, müslümanlara da bazı tasavvufî tarikatler yoluyla geçen, "kendisine eziyet ederek arınma yöntemi olan çilecilik" Kur'ânî tezkiye usûlüne uygun değildir. Dünyanın nimetlerini tümüyle terketmenin Kur'ânî bir arınma yöntemi ve örnek gösterilebilecek bir tavır olmadığını peşinen ifâde edelim. Peki, nedir öyleyse Kur'ânî tezkiye? Kur'an'da Rabbimizin öğrettiği usûllerle nefsi arındırmaktır. Bunların en önemlilerinden biri i'tikâftır.
Namaz, oruç, infak gibi ibâdetlerle yapılan yoğun bir perhiz eğitimi, mü'minlerin öz benliklerinde var olan kötülük eğilimlerini frenleyebilmeleri için çok gereklidir. Fakat Kur'an ahlâkının tezkiye yöntemi inzivâ değil; i'tikâftır. "Mistik perhizcilik" yasaklanmıştır. Fakat, düzenli ve denetimli, bütün günlük hayata yayılması gereken bir "i'tikâf ile arınma" teşvik edilmiştir. Tüm hayatın
3214] 73/Müzzemmil, 6
3215] 5/Mâide, 87-88
İ’TİKÂF
- 809 -
i'tikâf ile geçirilmesi, dünyevî olan her şeye sırt çevirmek anlamına gelecek uygulamalar doğru değildir. Fakat hayatın içinde i'tikâf şuuru ile hareket etmek, her mü'minin şiarı olmalıdır. Meselâ, oruç tutmak aynı zamanda bir perhizdir. Kendini ibâdete vermek anlamına gelen tüm eylemlerimiz, diğer hususlarla birlikte bir perhiz, bir i'tikâf anlamına da gelir. Fakat bedene işkence edercesine her gün, aralıksız ve iftarsız olarak oruç tutmak, korkakça ve basitçe hayattan kaçış demektir. Hayattan kaçışın temel uygulanışı ise inzivâdır. Yine, gündelik işlerin arasında, her şeyi bir kenara bırakarak, hayatı dondururcasına, bütün menfaatleri kurban edercesine namaz kılma mecâzî anlamda bir i'tikâftır. Fakat bütün gün namaz kılmak bir i'tikâf değil; inzivâdır ve bize göre tembellik etmek, hayattan kaçmak anlamına gelir. O yüzden sünnet değil; bid'attir.
Peygamberimiz kendi sağlığında bu tür ruhbanlık eğiliminde olan kimselere izin vermemiştir. Onlara kendisini örnek almalarını, ibâdeti hayatın tümüne yayarak hareket etmelerini, dünyadan da nasiplerini elde etmeye çalışmalarını öğütlemiştir. Rasûlullah (s.a.s.) bir sohbetlerinde kıyâmet ve âhiretten bahsetmiş, sohbetin tesirine kapılan Ali, İbn Mes'ud, Mikdad (r.a.) gibi bazı sahâbîler, Osman bin Maz'ûn'un evinde toplanarak gündüzleri devamlı oruç tutmak, geceleri uyumadan namaz kılmak, kadınlarının yanına gitmemek, et yememek ve eski püskü elbiseler giymek sûretiyle yaşamaya, kalan ömürlerini böyle geçirmeye, hatta kendilerini kısırlaştırmaya azmetmişlerdi. Bu tür ruhbanlık eğiliminde olan kimselere Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki, Ben sizden daha çok Allah'tan korkuyorum ve sizden daha çok O'na itaatta bulunuyorum. Ancak ben bazen oruç tutarım, bazen tutmam, bazen nâfile namaz kılarım, bazen kılmam, istirahat ederim, kadınlarla da evlenirim (ruhban hayatı yaşamam)."3216 Diğer rivâyette: "Ben böyle bir kulluk şekliyle emrolunmadım. Vücut ve nefislerinizin de sizde hakkı vardır; oruç tutup namaz kılın, fakat aynı zamanda orucunuzu açıp yiyin ve uyuyun. Ben namaz kılar ve uyurum, oruç tutar ve iftar ederim, et yerim ve kadınlarıma yaklaşırım; Benim yolumdan çıkan benden değildir." İşte bu hâdise üzerine Mâide sûresi, 87-88. âyetler gelmiştir. Ashâbdan üç kişi, Rasûlullah’ın eşlerine onun gece ibâdetini sormuşlar; belki azımsayarak birincisi; “sürekli gece namazı kılmaya”, ikincisi; “sürekli oruç tutmaya”, üçüncüsü de; “kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye” karar verir. Bunu işiten Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle demişler. Fakat ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum; oruç tutuyorum, tutmadığım da oluyor; kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terkederse, o benden değildir.” 3217
İslâmî bir perhizin insanın kendisine ve çevresine zarar verecek bir mâhiyet taşımaması gerekmektedir. Hayat boyu bir mâbede kapanarak kendini ibâdete vermek şeklindeki bir uygulama, ne Kur'an'da İlâhî bir buyruk olarak geçmektedir, ne de Peygamberimiz'in örnek uygulamaları arasında yer almaktadır.
"İbâdetin makbûlü, çok olanı değil; gücünüzün yettiği kadarıdır." 3218
“Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır.
3216] Buhârî, Nikâh, c. 6, s. 116
3217] Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3; Ahmed bin Hanbel, II/158, III/341, 359, V/409
3218] Buhârî, İman, 16; Müslim, Salât 283
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” 3219
“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” 3220
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 3221
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” 3222
"Din kolaylıktır." 3223
“Allah, koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da sever.” 3224
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” 3225
Âişe vâlidemizden rivâyet edilen bir hadise göre Peygamberimize en hayırlı, en sevimli ibâdetin hangisi olduğu sorulmuştur; O şöyle cevap vermiştir: "Az da olsa devamlı olanıdır." 3226
Ruhbanlık Kur'ânî Bir Arınma Yöntemi Değildir: "Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık/emretmedik. Fakat kendileri Allah'ın rızâsını kazanmak maksadıyla onu kendileri uydurdu. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır." 3227 Ruhbanlık, hıristiyanların ortaya çıkardığı bir anlayış ve yaşayış tarzıdır. Hz. İsa'dan sonra, mü'minler inkârcı zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen üç savaşta mü'minler ağır kayıplar vermişler, sağ kalan iman ehli, kendilerinin de ölümü halinde dine dâvet edecek kimsenin kalmayacağı gerekçesiyle savaş yapmama kararı almış, sadece ibâdetle meşgul olmaya başlamışlardı. İşte bu sûretle fitneden kaçan bu insanlar, dünyanın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vazgeçmişler, dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibâdetle meşgul olmuşlardır. Ama kendilerinin icat ettikleri bu ruhbanlığa çoğu riâyet etmemiş, hatta şirk içinde bir hayat yaşamıştır. Âyet-i kerimede açıkça beyan edildiği gibi, dağa çekilerek, mâbede kapanarak, nefse zulmederek kendini ibâdete vermek Yüce Allah'ın rızâsı olan bir iş değildir. Bu nedenle, İslâm'ın arınma yöntemi inzivâ değil; i'tikâftır.
İ'tikâfın inzivâya dönüştürülmesine hıristiyanları örnek verebiliriz. Onlar çok niyetlerle hareket ettikleri halde sonucu itibarıyla zararlı bir noktaya gelmişlerdir. Bilindiği gibi, kendilerine ruhbanlığın farz kılınmadığı halde hıristiyan din adamları ifrâta kayarak olumlu geleneği bozmuşlar, dejenere etmişlerdir. Onu,
3219] Buhârî, İman 29
3220] Buhârî, İman 69
3221] Müslim, İlim 7
3222] Ahmed bin Hanbel, III/479
3223] Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28
3224] Ahmed bin Hanbel, II/108
3225] Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
3226] Buhârî, Rikak, İman 16; Müslim, Salât 283
3227] 57/Hadîd, 27
İ’TİKÂF
- 811 -
hayattan kopmak, kaçmak, uzaklaşmak anlamında yorumlamışlardır. Böylece dinin şeklî ibâdetleri sadece belli bir kesime özgü imiş gibi bir muhtevâ kazanmış, dinî duyarlılık küçük bir zümrenin tekeline girmiştir. Bize göre bu, dinin düyevîleşmesine, geniş kitlelerin Allah ile bağının zayıflamasına yol açan "seküler dünya tasavvuru" ile yola çıkan ideolojilerin işini kolaylaştırmıştır. Böylece Din'in hayat damarları koparılmış, kalplerin şifâsı, insanın mânevî huzurunun teminâtı olan İlâhî hükümler, toplumsal yaşamdan kovulmuştur. Tabii ki, adâletin yılmaz ikamecileri olması gereken mü'minlerin, yaşanan hayata müdâhale edecek konumdan uzak durmaları, en çok, insanları sömürmek isteyen müstekbir tâğutları memnun ve mutlu kılacaktır.
Hinduizm, küçük farklarla Budizm, kilise tekelindeki Hıristiyanlık ve onlara benzeyen bazı dünya görüşleri, insanların öz benliklerinin arınmasını, dünyayı ve tüm nimetlerini terketme esasına dayandırmaktadırlar. Ölçüsüz bir mâneviyat eğitimi öngören bu tür dünya görüşlerinin handikapına düşmekten kaçınmak gerekmektedir. Çünkü Kur'an ahlâkında dünya, tamamıyla terkedilmesi gereken bir diyar değildir. Namaz, oruç gibi perhizler içeren ibâdetler de mâbede ve içinde yaşayanlara özgü değildir. İslâm'da, özel imtiyazlı, mâbede kapanmış bir din adamları sınıfına yer yoktur. Çünkü her mü'min dininin adamıdır. Nefsi arındırmak bir sınıfın tekelinde değil; her mü'minin sorumluluğundadır. Bu nedenle her mü'min, hayatı i'tikâf şuuru ile Allah'a adanmışlık bilinci ile yaşamalıdır.
İ'tikâf, Hayatı Terketmek Değil; Hayata Hazırlanmaktır: Risâletten sonra, İlâhî vahyin dilinde olumlu bir muhtevâya kavuşan ve Kur'an ahlâkının mü'minleri eğitici ilkeleri arasında yer alan i'tikâf kavramı; belirli bir süre, benliği günahlardan arındırmak maksadı ile ibâdet ve özeleştiri yapmak için mescide, ya da uygun bir mekâna kendini kapamaktır. Bu yönü ile ukûf veya i'tikâf Rabbânî izni çıkmış bir şuurlanma usûlüdür. Bir tür Kur'anî eğitim kampına girmektir. İ'tikâf ile aynı kökten türetilmiş olan âkif, Kur'an'ın üç âyetinde olumlu bir bağlamda kullanılmıştır. Bunlardan biri, Peygamberimizin risâletten önce dahi Hira Mağarasında yaptığı, risâletten sonra da devam ettiği Ramazanın son on günü içinde icrâ edilen i'tikâf ibâdetine yapılan atıf olup, Kur'an ile de tescil edilerek nebevî sünnet haline gelen bu tezkiye yöntemi ile ilgili onaya, Bakara sûresi 187. âyette işaret edilmektedir.
Mü'minleri i'tikâfı; kendilerinin Allah'a adanmışlıklarını ve O'nun yeryüzündeki şiarlarına/simgelsel değerlerine tüm benlikleri ile gönülden hizmet eden kimseler oluşunu ifade etmektedir. İ'tikâf; Kur'an ahlâkının hem bir ilkesi ve hem de bir davranış eğitimine dair örnek modeldir. Ukûf, mü'minlerin ahlâkî bir tavır olarak, hayatın her alanında zulme karşı yapmaları gereken adâlet mücâdelesi için, bilinç tazelemek maksadı ile belirli bir süre kampa girmeleri olarak da yorumlanabilir. Bu, her zaman çok gereklidir. Çünkü mücâdelenin zorlukları ve gündelik hayatın meşgaleleri arasında yorulan bilinçlerin tazelenmesi lâzımdır.
Hayatın akışına kendimizi kaptırdığımızda, yaptığımız yanlışların bir iç muhâsebesinin, kardeşlerimizle istişâresinin yapılması elzemdir. Dağılan dikkatlerin yeniden toparlanması için, şöyle durup yeniden düşünmek, Kur'an ile yenilenmek, namaz ve oruç gibi ibâdetlerimizi çoğaltarak Rabbimizden mücâdelemize yardım etmesini istemek, her zaman için beşerî zaaflarımıza, yetersizliğimize, dertlerimize İlâhî bir çaredir. Çünkü gaybî yardım olmadan
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiçbir İslâmî mücâdele başarıya ulaşamaz. Gaybî yardımlar ise, unutmayalım ki öyle kuru kuruya değil; ibâdete kapanarak, gönülden, içten duyarlılıklarla, seccâdeleri ıslatan gözyaşları ile inecektir ve ancak sünnetullahın gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmekle bize ulaşabilecektir.
Peygamberimizin Risâletten Önceki İ'tikâfı: 22/Hacc sûresi 25-26. âyetlerin üslûbundan anladığımıza göre i'tikâf bir "tevhid geleneği"dir. Bilindiği gibi hemen hemen bütün tarihî vesikalar peygamberimizin ilk vahyi aldığı sırada bir tür i'tikâf halinde olduğunu haber vermektedir. Peygamberimiz, Hira'dan kendi öz benliğindeki ve kâinattaki âyetlere hikmetli bir şekilde bakmaya çalışıyordu. Kişinin kendini her şeyi ile ibâdete vermesi demek olan i'tikâf uygulamasını Peygamberimizin her Ramazan ayının son on gününde yaptığı bilinmektedir. Rasûlullah'ın peygamberlikten önce de Hira mağarasında başvurduğu bu arınma yöntemi, anlaşıldığı kadarı ile tevhid dini İslâm'ın evrensel nitelikte bir örfüdür.
Peygamberimizin Hira'daki hakikat arayışından hareketle, i'tikâfın mecâzî olarak, kendi benliklerimizdeki ve dışımızdaki Allah'ın beyyinelerini görmek, düşünmek, ibret nazarı ile kâinatı incelemek anlamına gelebileceğini söyleyebiliriz. Geceleyin durup gökyüzüne bakmak, yıldızların yaratılış hikmetlerini düşünmek, denizleri, okyanusları, yağmur yüklü bulutları ibret nazarı ile görmeye çalışmak da bir tür i'tikâf ibâdetidir. Çünkü bunların tahlilini yapmak için bir tür "Hira hazırlığı" yapmak gerekmektedir. Yani derin bir tefekkür, derin bir gönül verme lâzımdır, öyle yüzeysel bir şekilde olmaz i'tikâf ibâdeti. Hele hele teknoloji ile kirlenmiş, binaları ile gökyüzünü örtmüş şehirlerde hiç de kolay değildir. Bunun için sahici yerler, Rabbimizin yarattığı şekilde temâşâmıza hazır bekleyen yerler bulmak gerekir. Öyle bozguncu ve çokça zâlim olan insanoğlunun ifsâd ettiği mekânlarda i'tikâf ibâdeti tam olarak yerine getirilmez. Çünkü zâlim ve bozguncu insanların ellerinin değdiği âfâkî âyetler üzerinde kara bulutlar vardır, sis perdesi vardır. Önce "kevnî âyetler" üzerindeki toz bulutlarının kalkması gerekmektedir.
Kısaca, Peygamberimizin Hira'da yaptığı gibi, belli bir süre, hayatın velvelelerinden uzakta kalıp, Nebevî âyetlerin kaynağı Kur'an ile kâinatın her bir köşesine serpiştirilmiş sayısız âfâkî âyetler ile ve uzağa gitmeye gerek duyurmayan öz benliğimize yerleştirilmiş enfüsî âyetler arasında uyumu yeniden kurmak, irtibatı yeniden hatırlamak gerekmektedir. Allah'ın başları döndürecek geniş ufuklarında yarattığı âyetlerden algı alanımıza ve idrâk sahamıza inmiş olanlarını düşünmek, onlarla ilgili hikmetli tefekkürlere dalmak, kendi öz benliğimizde yer alan burhanlara durup, yeniden bir göz atmak, tefekkürü Kur'an'ın âyetlerinin rehberliğinde yapmak bir ibâdettir.
Fakat dalıp kalmak, boğulmak doğru değildir. Çünkü i'tikâfın amacı, dünya hayatından, nimetlerinden kopmak değildir. Dünya hayatının fitnelerine karşı mânevî hazırlık yapmak, yeniden dışa dönük mücâdeleye devam etmektir. Meselâ Hira'da vahyi kuşanan Peygamberimiz, hemen aşağıya inerek halkın arasına katılmıştır. Toplumun kendisine gelmesini fildişi kulesinde beklememiştir. O inzivâyı değil; i'tikâfı, bize sünnet olarak bırakmıştır. Çünkü inzivâ, bireysel iç arınışı temsil ederken; i'tikâf, ferdi de kurtaran toplumsal arınmayı temsil etmektedir. İnzivâda fert, ipek böceğinin durumuna düşebilmektedir. Yani inzivâ ile bireysel arınış yöntemini benimseyenler, ipek böceğine benzemektedirler.
İ’TİKÂF
- 813 -
Çünkü onlar ortaya bir büyük değer/ipek çıkarayım derken, böcek gibi "kendi hapishânelerinin duvarcı ustası durumuna düşme handikabı" ile yüz yüze kalakalırlar. Bir tür şuursuz intihar yani. Oysa i'tikâf, halkın içinde kalıp yaşadıkları kirliliklerden hicret etmeyi gâye edinen şuurlu bir arınma yöntemidir.
Hira Bir Uğraktır; Durak Değil! Hira'ya hapsedilen bir mesajın topluma bir yararı yoktur. Bu yüzden Rasûlullah'ın örnek mücâdelesinden de tâkip ettiğimiz gibi Allah'ın rızâsını kazanmanın yolu toplumsal hayat ekseninde verilecek mücâhededen geçmektedir. Yani kendi Hira’mızdan çıkmadan yaşamayı gâye edinmek, bencilliktir. Oysa kurtuluş Hak için halk ile beraber olmakta, bu nedenle kendi kurtuluşumuz dahi, başka mü'minlerle birlikte ortaya koyacağımız sâlih amellere bağımlı olmaktadır. O halde salt bireysel bir iç arınışın İslâm'ın tezkiye modelinde bir yeri yoktur. Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; bireysel iç arınış ile toplumsal tezâhürlerde meydana getirilmesi gereken arınma işlemleri birbirini tamamlayan bütünün parçalarıdır.
Rabbimizin rızâsını kazanırken yapacağımız işlerin zemîninde diğer insanlar vardır. Tek başına yapılacak mistik bir iç yolculuk, elde edilmesi gereken değerleri kazanmada yetersiz kalacaktır. Kısaca İslâm'ın arınma modelinde, fertlerin arınışı, toplumun arınışı ile eşzamanlıdır. Arınma yöntemlerimiz de İslâmî olmalıdır. Toplumsal yaşamdan kopuk, bireysel kurtuluşu amaçlayan bir arınma usûlü, İslâm'ın bütüncül mesajına uygun düşmemektedir. Çünkü insanlarla ve özellikle mü'minlerle olan ilişkilerimizi "i'sâr" ilkesine göre düzenlemek zorundayız. Bu ilkeye göre; "kendimiz için istediğimizi mü'min kardeşimiz için de istemeli, kendimiz için istemediğimizi mü'min kardeşimiz için de istememeliyiz." Yani diğergâm olmalı, kadirşinas davranışlar sergilemeliyiz. Tevâzûyu elden bırakmamalı, ulaştığımız doğruları paylaşarak çoğaltmalıyız. Salt kendi kurtuluşumuz için değil; bütün insanlığın kurtuluşu için çaba sarf etmeliyiz. Kendimiz için istediklerimizi bütün müttakîler için istemek zorundayız. Çünkü salt bireysel bir arınış yöntemi Kur'anî değildir. "Tebliğ"in temel mes'ûliyetlerimiz arasında yer almasından dolayı, kendimizden başka insanları da arındırma sorumluluğu içinde olmak durumundayız.
Öz benliklerimizde taşıdığımız şeytanî eğilimlerin mutlaka denetim altına alınması gerekmektedir. Bu, dünya sınavını kazanabilmemiz için şarttır. Şu dünya hayatında şeytanlar binlerce yol deneyerek bizi Allah'a karşı sorumluluklarımızı îfâ etmekten alıkoymaya çalışmaktadırlar. Bu güçlü çağrılara ciddî bir direniş göstermezsek, Allah korusun ayağımız kayabilir, farkında olmadan yoldan çıkabiliriz. Bu nedenle bizi Allah'ın rızâsını elde etmekten alıkoymaya çalışan şeytanlara karşı koyabilmek için ciddî bir mânevî donanıma, güçlü bir şahsiyete sahip olmamız gerekmektedir. İfrâta ve tefrîte saptırmayan bir mu'tedil arınma usûlü olan i'tikâf bize, şeytanların günaha yaptıkları karşı konulamaz çağrılarına direnme gücü kazandıracaktır. Şer odakları ile olan mücâdelemiz için, sıradan bir maça bile kampa girerek hazırlanan sporculardan daha donanımlı olmak zorundayız.
Yılda en az bir defa, özellikle Ramazan ayında i'tikâfa girmek, bu tevhid geleneğini hayatı boyunca sürdüren Peygamberimizin unutulan sünnetini ihyâ etmemiz gerekmektedir. Ve hayatı i'tikâf/Allah'a adanmışlık şuuru ile yaşamamız
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lâzımdır. Ama hayattan kopmadan, hayata hazırlanmak için, haydi i'tikâfa... 3228
Kim Allah’a sahip O neden mahrum, kim Allah’tan mahrum o neye sahip? Kimin gönlünde Allah varsa onun her iki dünyada da yardımcısı Allah’tır, kimin kalbinde Allah’tan gayri şeyler tümüyle yer etmişse onun iki dünyada da hasmı Allah’tır. Allah’la beraber olan ve i’tikâfı bu konuda baş tacı eden, bu unutulmuş sünneti ihyâ eden genç müslümanlara selâm olsun!
İ’tikâf Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
İ’tikâf Kavramının Kökü Olan “A-k-f” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 125, 187; 7/A’râf, 138; 20/Tâhâ, 91, 97; 21/Enbiyâ, 52; 22/Hacc, 25; 26/Şuarâ, 71; 48/Fetih, 25.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 18-19
2. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 609-615
3. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 53
4. Tefhîmu’l-Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s.130
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 737-740
6. Fî Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 364
7. Tefsîr-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb), Fahreddin er-Râzî, 401-405
8. Safvetü’t-Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûni, İz Y. c. 1, s. 170
9. İ’tikâf, Abdürrezzak el-Kubeysî, çev. Nureddin Yıldız, Risâle Y.
10. Fıkhî ve Ahlâkî Boyutuyla İ’tikâf, Ebuzer Çetin, Eğitim Yazıları, sayı: 2, s. 95-133
11. Selef-i Sâlihînden İ’tikâf Dersleri, Muhammed bin Yahyâ el-Yahyâ, Eğitim Yazıları, sayı: 2, s. 137-147
12. Haydin İ'tikâfa!, Haksöz, Fevzi Zülaloğlu, sayı 116-117 (Kasım-Aralık 2000), s. 53-58
13. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi (Mehmet Şener), c. 23, s. 457-458
14. Şamil İslâm Ansiklopedisi (Abdullah Yücel), c. 3, s. 246
15. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 11-12
16. Mukayeseli İbâdetler İlmihali, Vecdi Akyüz, İz Y. c. 2, s. 431-446
17. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhaylî, Risâle Y. c. 3, s. 217-245
18. İbn Âbidin, Şamil Y. c. 4, s. 380-406
19. Ramazan Ufku, Ahmet Kurucan, Işık Y.
20. Ramazan ve Takvâ Eğitimi, Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
3228] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, sayı 116-117 (Kasım-Aralık 2000), s. 53-58

 
Okunma 937 kez
Bu kategorideki diğerleri: « İSYAN - İTAAT İZZET – ZİLLET »